Malta Konferansları

Malta Konferansları
Ziya Gökalp
"Milliyet, bu esasa (göre), yani hakiki Cemiyet-i Milel husule gelmesiyle olabilir. İngilizler, kendi halklarına nasyonalist; fakat harice karşı emperyalisttir. Bütün Avrupa devletleri böyledir. Binaenaleyh, hakiki nasyonalizm, bütün milletleri kendi milleti gibi müsavi görmektir. O zaman, beynelmilel hukuk, kanun ve mahkeme yapılabilir. Fakat bugün, zamanı henüz gelmemiştir. Yapılan, onun yalancı (şekli)dir." Toplumsal sorunları açıklamak ve bu sorunlara çözümler getirmek iddiasıyla Batı’da gelişen bir bilim olarak sosyolojiye, o dönem türlü sorunlarla karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti içerisindeki problemlere çözüm arayışı içinde olan aydınların rağbet göstermesi kaçınılmaz bir durumdu. Bu aydınların başında gelen Ziya Gökalp, Türkiye’de sosyolojiyi -o zamanki adıyla içtimaiyat- kurmuş, Comte-Durkheim çizgisinde kalarak pozitivist sosyolojinin temsilcisi olmuş bir mütefekkir idi. Gökalp, bu çözüm arayışı içinde, Türk toplumunun kendine özgü ahlaki ve kültürel değerleriyle, Batı’dan aldığı bazı değerleri kaynaştırarak bir senteze ulaşma çabasına girdi. Düşüncesinin temelinde, “Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak” gayesi yatıyordu. Gökalp, bu gaye uğruna konferanslar vermiş, değişik edebî türlerde eserler kaleme almış, farklı gazetelerde birçok konuda makaleler yazmış, ilmî araştırmalar yapmış, Türkiye’de bilimin gelişmesi için büyük bir gayret sarf etmiştir. Millî edebiyatın kurulması ve gelişmesinde de önemli bir rol oynayan, siyasi ve toplumsal konularda sayısız makale kaleme alan, bir dönem Diyarbakır milletvekilliği yapmış Ziya Gökalp’ın sosyoloji anlayışı, Türkiye’de 1940’lara kadar, neredeyse tek egemen sosyoloji ekolü olmuştu. Gökalp benimsediği sosyoloji anlayışı ile Türk tarihi, millî edebiyat, şiir, roman, bilim, felsefe, içtimai hayat, toplumsal yapının bilimsel yöntemlerle incelenmesi, iş bölümü gibi konulara eğilmiş ve görüşleri ile Türk sosyal biliminde ve edebiyatında bugünlere kadar etkisini göstermiştir.

Ziya Gökalp
Malta Konferansları

1. KONFERANS
23 Teşrinievvel 1919
ESKİ TÜRK DİNÎ TEŞKİLATI / TÜRKLERİN İSLAM OLUŞU ABBASİ ORDUSUNDA TÜRKLER

1. Eski Türk Dininde Dörtlü Tasnif
Türklerin kavim devrinde, iki türlü teşkilat görüyoruz. Birisi, cemiyetin dörde taksimi, diğeri sekize taksimi. Dörde taksim, daha eski. Türklerin daha demokratik bulunduğu zamanda teşkil olunduğu anlaşılıyor. (Bu) “ak kemik”, “kara kemik” ayrılmadan, hepsi bir sınıftan addedildiği zamandır.
Bu tasnif, “cihat-ı erba’a” esasına müstenittir. Her cihetin ayrı bir rengi olduğu gibi, bir hayvanı var, bir unsuru, bir mevsimi var. Şimalin rengi kara, garbın ak, cenubun kızıl, şarkın gök. Sonra, mevsimler de (dört cihete göredir:) Şimalin kış, garbın güz, cenubun yaz, şarkın bahar. (Her cihetin bir hayvanı vardır:) Şimalin domuz yahut fare, garbın kaplan yahut köpek, cenubun kuş, şarkın koyun. (Her cihetin) unsurları da: Şimalin su, garbın demir, cenubun ateş, şarkın ağaçtır.
Böyle(ce) âdeta mevcudat, dört sınıfa taksim edilmiştir.. Esası, “cihat-ı erba’a”dır. Bu da, cemiyetin, dört ulusa ayrılmasından ileri geliyor. Uluslardan renklere, renkler(den) cihetlere, cihetlerden mevsimlere, mevsimlerden eşyaya geçiliyor. Yani, bu eşya arasında bir münasebet-i kutsiye mevcut farz ediliyor.
Mesela, “kara kış” tabiri, oradan geliyor. Hatta denizlerin rengi (de) böyle: Şimalde Kara (deniz), garpta Akdeniz, cenuptakine Kızıldeniz diyoruz. Bu isimler, tamamen Türk manatıkına verilmiş isimlerdir. Nasıl ki Seyhan, Ceyhan ve Kızılırmak ve Yeşilırmak’ı(n adlarını) Türkistan’dan getirdiğimiz gibi.
(Türklerin bu dörtlü tasnifini) iptida Çin’e, (milattan önce 247 yılında, Türk soyundan) Tsinler ithal ediyor. (Edvard Chavannes, Tsinlerin Türk olduğunu iddia ediyor. Çin ismi, Tsin unvanından husule gelmiştir. O hâlde, Türk dinine, Tsinlerin diniyle başlamakta haklıyız.)
(Tsinlerin dinine göre) Sema’nın, Gök Han, Kızıl Han Ak Han Kara Han namlarında dört oğlu varmış. Ve Sema’nın dört oğullarına, ilkbaharda kuzu, yazın kuş, sonbaharda köpek, kışın domuz eti kurban ediliyor. Her mevsimde, o mevsimin ilahına, (o mevsimin hayvanı) kurban kesiliyor.
Bu da gösteriyor ki bir zaman(lar) Türk budunları, yani her zümre-i siyasiye, dört ulustan mürekkep imiş ve her birinin bir ilahı (totemi) var(mış ki her biri, bir hayvan ismiyle anılır.) (Türkler, harbe giderken) konaklarında, cihat-ı erbaaya göre, ordugâh kuruyorlar. Milattan 199 sene evvel, Hiyung-Nu Türk devletinin hükümdarı Mete, Çin imparatorunun (Kao-ti’nin) karargâhını, dört yüz bin süvari askerle muhasara etti. Mete, bu askeri dört livaya taksim etmişti. Her biri, dört cihetten birine ikame edilmiş olan bu dört süvari livası, Türk mantığına tevfikan teşkil edilmişti:
(Şark cihetindeki süvarilerin atları, gök, baklakırı,) (Cenup cihetindeki süvarilerin atları, kula [doru] açık sarı,) (Garp cihetindeki süvarilerin atları, kır beyaz,) (Şimal cihetindeki süvarilerin atları, yağız siyah renklerinde olmak üzere, intihap edilmişlerdi.)
Ve bir de bunların dördünün de müşterek bir ilahı var. (Bu da “yak” denilen Tibet öküzüdür. Bundan dolayıdır ki senenin ortasında dört mabudun babasına öküz kurban edilirdi.) Her birinin de ayrı bir mukaddes unsuru var ki bu teşkilat, akvam-ı ibtidaiyye(dekine) benziyor. Amerika’(da) Zoniler var. Onlarda, altı cihet esastır. Renkleri var. Cemiyet, altı klana münkasımdır.
İşte bu devirde, demek ki dört türlü kutsiyet var. Her birinin nevi başka. Yekdiğerine faikiyeti yoktur.
Gariptir ki bugün, (dilimizdeki) renk isimlerinde, dört rengin ayrıca mukabilleri var: Gök renginin mavi, kızılın kırmızı, karanın siyah, akın beyazdır. Diğer renklerde, bu ikilik yoktur. Bu renkler, maddi olmaktan ziyade, manevi [manaları] ifade ediyor. Sonra, kırmızı denince maddidir. Kızılda ise bir kuvvet ve maneviyat vardır: Kızıl gâvur gibi: (“Kızıl elma” tabiri ile “kırmızı elma” tabiri de aynı manada değildir. “Gök Tanrı” yerine mavi Tanrı denilemez. Gök Türk Moğol dediğimiz zaman bu, mavi (Türk) demek değildir.
Görülüyor ki bu kelimeler, dört türlü kutsiyetin izini taşıyor. Ve bunu biz, müphem olarak hissediyoruz. Esrarengiz olunca bu kelimeleri kullanıyoruz. Bu(nu) bilahare tasavvufta görüyoruz: Aktab-ı erbaa. Her bir cihetin bir hanı olması, onu andırıyor.
Yakutlarda, (küçük şamanlar çoktur. Fakat her biri dört cihetten birine hâkim olmak üzere, yalnız) dört büyük şaman olabilir. (Her biri) cihat-ı erbaada bulunabilir. Diğerleri, bunlara tabidir.
Sonra, eski lejandlar, dörtlüdür: Türk Han’ın, dört oğlu var. (:Çiğil, Barsgan, Tung, Ilak) Bogu Tigin’in dört kardeşi var (:Or Tigin, Kotur Tigin, Yukak Tigin, Songur Tigin) Mogol Han’ın (da) dört oğlu var (:Kara Han, Or Han, Kür Han, Küz Han). Ve orada Kara Han, şimalin hanıdır. Biraz tetkik edince işte meydana çıkıyor.
Bu cihetlerin hayvanları da tarihî devletleri gösteriyor. Mesela, şarkta koyun, Türklerin eski Hiyung-Nuları ki aslı Koyunlardır. Şimalde Tunguzlar ki Domuz(lar) demektir, garpta Sakalar, Farsça (Sağ, Seg=) Köpek, sonra İt Barak namını alır ki bir nevi köpek(tir). Cenupta Kuşânlar var ki bunlar(ın) kuşân (= kuşlar) olması muhtemel(dir). İhtimal ki (bütün) bunlar, tesadüften ibaret olabilir.
Muhakkak olan, en eski tasnif-i içtimai, bu dört ulus esasına müstenittir. Türklerin “anasır-ı erbaa”sı, (ki ağaç, su demir ve ateştir). Yunanilerinkine benzemiyor. Mesela ağaç, (su), sonra toprak yerine, demiri alıyor. Demirin, suyun, ateşin ve ağacın mukaddes olması, buradan geliyor. Bunların kutsiyetleri, başka başka mahiyettedir.
(Fezanın şark, cenup, garp ve şimal gibi dört cihetinden başka) bazen beş adedi geçiyor ki merkezdir. Şecerelerde merkez, baba oluyor; ötekiler, oğulları oluyor. O zaman da anlaşılıyor ki Türklerde “cemiyetperestlik” vardır. (Her biri, dört ulustan birinin ilahı olan) semanın dört oğlu var (:Gök Han, Kızıl Han, Ak Han, Kara Han). Bir adam, hem kendi ulusunun mabuduna hem de (baba olan Sema/ Gök Tanrı’dan ibaret) umumi mabuduna tapıyor.

2. Eski Türklerde Sekizli ve Yirmi Dörtlü Teşkilat
İkinci devirde sekiz(li) esası çıkıyor. (Fezadaki) dört cihetin arasından çekilen hatlarla, sekiz cihet oluyor. Buna, merkez (de) ilave edilince dokuz oluyor.
Bu (tasnif) de eskidir. Ya dokuz olur veya ikisi ana baba, altısı evlat (ile sekiz) oluyor. Oğuz Han’ın (Gün, Ay, Yıldız, Gök, Dağ, Deniz Hanlar adlı) altı evladı olması gibi, bir de Dokuz Oğuzlar var.
Bütün Şark Türklerinde, dokuz adedi mukaddes(tir). Kaşgar (Kara-hanlılar) hanlarında, hakanın dokuz tuğu dokuz sancağı var. O zaman da sancak, al renkte imiş. Hâlbuki (Osmanlılar)da hakanın altı tuğu vardır. Sadrazam, beş rütbeye kadar verir; altıncı(sı) padişaha mahsustur.
Garbi Oğuzlara, Altı Oğuz, Üç Ok namı veriliyor. Ve taksime de bakılsa altıdır. Oğuz Eli, altı büyük buduna ayrılıyor. Badehu her biri dörde ayrılmakla, yirmi dört (Oğuz boyları) çıkıyor.
Yakutlar, Deli Petro zamanında, “Mukaddes Kaz”ı göstermek için, Petersburg’a celbe(dil)miş; yirmi dört şaman gitmiş. Bundan, orada da yirmi dört teşkilatı (mevcut) olduğunu anlıyoruz. Selçukilerde, Mısır Kölemenlerinde (de) bu yirmi dört (teşkilatı) var idi. Vezirlerin yirmi dört iç ağası vardı.
Fakat bu sekizli tasnif, aristokratik devirdedir. (Bu çağda) ak kemikler, kara kemikler ayrılmıştır. Bundan dolayı, Dokuz Oğuzlar (Uygurların) yanında, bir de Sekiz Oğuzlar var. (Bunların adı, sonradan Moğolcaya tercüme edilerek Nayman=Sekiz denilmiştir.)

3. Yakut Türkleri Dininde Şaman ve Hami Ruhlar
Yakutlarda, (yukarıdaki) semanın dokuz, yer altındaki semanın sekiz tabaka olduğunu görüyoruz. İşte, ak kemikten olan dokuz soyun ecdadı, sema tabakasında, kara kemikten olanlar(ınki) yer altındaki sekiz tabakada bulunuyor.
Oğuzlarda buna, Boz Ok (ve Üç Ok) deniyor. (Bu “oklar”ı teşkil edenlerin adlarına bakılırsa) üçü semada (Gün, Ay, Yıldız Hanlar), üçü yer altında (Gök, Dağ, Deniz hanlar) bulunuyor. Boz Oklar hâkim, Üç oklar tabidir. (Eskiden Sekiz Oğuz diye tanılan) Nayman Türkleri var ki Cengiz (Han) çıktığı vakit, hâkim idiler. Nayman, Moğolca sekiz demektir.
İşte bu devirde de “cemiyetperestlik” var. Yine, büyük soyların timsallerine tapılıyor. Aristokratlar, semayı, kendilerine inhisar ettiriyorlar. Kara kemikleri de yer altındaki sema temsil ediyor. Umumunun, bir ceddi var: Hep, (dünyayı yaratan) Kara Han’dan vücuda geliyor. Gök Tanrı, hepsine hâkim oluyor. Ve tabii, o ilk dörtlü tasnif, bu ikinci devirde, halk arasında kalıyor.
(Yakutlarda ve Altaylı Türklerdeki) asıl şamanlar da kara kemiklere mensuptur. Ve sihir tasnifi, bu dört esasa istinat ediyor. Dinî tasnif, Şark Türklerine göre sekiz, dokuz; Garp Türklerinde, altı esasına istinat ediyor.
Yunan mitolojisinde, bunun mukabili var: Natürist ilahlar. Natürist bütün dinde mevcuttur. Jüpiter, (Türklerdeki) Gök Han’a kıyas olunur.
Kadınlar da bu eski dört(lü) teşkilata merbut. O zaman cemiyet, daha ziyade “maderi” bir şekilde imiş. Yakutlarda, şamanların birer piri var: “İye Kila”. Bir de ruh hamiyeleri var: “İye Yezid”. Pirleri, perileri kadın cinsinden. “Şaman” (kam) dedikleri kuvvet, kadında bulunduğundan (ayinler sırasında) şaman, kadın kıyafetine giriyor. Eski din, sihir mahiyetini alıyor. Halk, bir dine tabi. Asıl resmî din, (aristokrat sınıf) ak kemiklerin oluyor. Böylece, iki din, biri “resmî”, diğeri “sihir” derecesinde.
Bundan dolayı kadınlıkla erkek(lik), bir türlü ruhaniyet temsil ediyorlar. Her evde, (duvara asılı tasvirden) iki resim bulunuyor: Birisi, kısrak-memeli, erkeklerin hamiyesi; diğeri, inek-memeli, ev sahibesinin hamiyesi addolunuyor. (Bu tasvirlerden) erkek sağda, kadın solda bulunurmuş.

4. Eski Türkler ile Arapların Başka Kavimlere Verdiği Sıfatlar
Sonra Türkler, başka kavimleri de (iki nokta-i nazardan) kendilerinden ayırıyorlar: Türk harsına malik olmayana “tat”, Türkçe konuşmayana “sümlim” diyorlar. Arapların, “muhill” (ve) “Acem” tabir(ler)i gibi.
(İslamiyetten önce) bütün (Araplarda), mahallî dinler var(dı). Her birisi, bir mahallin mabududur. Bir de “Rabbü-Kâbe” (ve) “Allah” (dedikleri) mabud-i müşterek(ler)i vardı. Sonra o (ulu) mabut, birtakım şeyleri “tahrim” etmiş. Mesela, (şu) dört ayda, mukateleyi, intikamı, kan davasını haram etmişti: Recep, zilkade, zilhicce, muharrem ayları. Bu aylarda herkes, müntakimden (korkusuz ve) serbest, her yere gidebilir(di). Mekke civarında, Ukâz Panayırı kurulurdu. Herkes eşyasını getiriyor. Şair hatipler orada (şiirlerini, kasidelerini) okuyordu. Yunanlıların olimpiyatları gibi, bu “eşhürü hurum” sayesinde oluyordu.
Sonra, hac zamanı geliyordu. Beytü’l-Haram’da (ve) Mekke Vadisi’nde, mukatele haram olmuştu. Zamandan dört ayda, mekândan (da) Mekke Vadisi’nde kan dökmek, (bütün Araplar) için, “haram” idi.
Fakat birtakım Arap olmayan (ve) Arap harsına girmemiş aşiretler (ki bunlara “müstarab” veya “müstaribe” denirdi), “İhram Dini”ni kabul etmemişler(di). Bunlara “muhill” (ve) kabul edenlere “mahrem” deniyordu. Muhiller, eşhürü hurumdan (ve) Beytü’l-Haram’dan istifade edemezler, yani öldürülebilirdi.
Mahremlerin ruhani zümresi vardı ki ahmes denir, Mekke civarında bulunur(du). Kureyş (kabilesi) de buna dâhildir. Arapların bu yolda, kavmî bir dinleri vardı; kanunları vardı. Mesela, “İhram Kanunu” gibi. (Buna göre)Arafat’a çıkarken, tıraş olmamak, mevta libası giymek gibi ki (hac sırasında kullanılan)“ihram”, oradan kalmıştır, Türklerde olduğu gibi, orada “el” yani “sulh-i daimî” teessüs etmiştir. On iki ay “tahrim” edilememiş. Bunun için (de) Araplar(ca), “devlet” teşkil edilememiş(tir). İslamiyet çıkınca, devlet teşekkül etti (ve) kan davası kalktı. (Eskiden) dört ay iken on iki ay, “eşhürü hurum” oldu. Evvelce, (yalnız) Beytü’l-Haram’da iken İslamiyetten sonra, bütün Dârü’l-İslam’da, kan dökmek, “haram” oldu.
İşte bu yeniliğin vazifesi, Beytü’l-Haram’ın “hürmet”ine riayet etmeyeni, tecziye etmek. Bir cürüm olursa …[1 - Buralara orijinal metinde üç nokta konmuştur.] davet ediyor ve mütecavizleri, (yeni yeni) fetihleriyle meşgul edip, ganimetlerle doyurarak men ediyor. Peygamberin amcaları da … dâhil imiş. Böyle bir taarruz sırasında, Hazret-i Peygamber, amcasına taş taşımış.
Sonra, Emeviler zamanında, Hazret-i Hüseyin için, Mekke valisine haber gönderip … ile, Emevileri tehdit etti ve Emeviler korktular.

5. Türklerin Tat, Tatar, Tawgaç Adları
Türklerin töresine tabi olmayanlara “tat”, lisanları başka olanlara “sümlim” diyorlardı. Tatar kelimesi (de) “tat eri”nden geliyor. Mesela, “ağaç eri” (gibi). Uygurlar, Müslüman Türklere, “çomak eri” diyorlardı. (Oğuzlar) müezzine “sakalı uzun tat eri” diyordu. (Kitab-ı Dede Korkut) Türklerden bir kavim var ki onlarda “tat” namı kalmış. Tatar (adı), buradan geliyor.
(Türkler kendilerinden) Çinlileri ayırmıyor ki bu da medeniyette Çinlileri pişva görmesindendir. O vakit, Çin’den mütehassıs getirirlerdi. (Türkler,) Çin’e “tawgaç” diyorlar (ki) “parlak’’ manasınadır. Onun için, Türk’ün gayrısına “tat” yahut “tawgaç” demekte (idiler). Türk’ün gayrısına “tat” yahut “tawgaç” demekte (idiler). “Tat”, “cahilîler” demektir. (Kaşgarlı Mahmut diyor ki) şimdiki (Orta Çin) kıtasına, Hıtay diyorlar.

6. Eski Türklerin Atlı Göçebe Hayatı / Buda Dinini Neden Benimsemedikleri
İşte Türkler, o zaman ayrı ayrı budunlar hâlinde yaşıyor. Bazen, büyük bir hakan çıkınca bunları topluyor (birleştiriyordu). (Mete’nin Hun Devleti’ni kurarken) yaptığı gibi. Daha sonra, umumi hâkimiyet bir zaman Tatarlara geçti. Sonra Göktürklere, en sonra da Cengiz Han’a geçti. O, bütün Türkleri, Mongolları topladı. (Bunlar, atlı) göçebe hayatı yaşıyorlardı; fakat bildiğimiz aşiretler gibi değildi. Evleri, araba üzerinde, fabrikaları da müteharrik. Bir yere kondukları zaman, (obaları ve esnaf çadırları ile) şehir teessüs ediyordu. İlkbaharı takip ederek çimenzâr yerlere konuyorlar(dı). Her türlü debbağlık, saraçlık, (bakırcılık, demircilik, ağaç işleri) ve sair sanayi mevcut. Halılar, kürkler, kalpaklar, (silahlar, kap kacak) yapılıyor.
Bütün masnuatları, hayvan mevaddından. Yiyip içtikleri de mahsulat-ı hayvaniyyeden yapılıyor.
Orhun Kitabeleri’ni yazdıran Bilge Han istedi ki şehir tesis etsin, Buda dinine girsin. Kayınpederi (Veziri Tonyukuk) buna mâni oldu. Kayınpederi, kurultayda bu husustaki fikirlerini, şöyle söylüyordu: O hâlde, Çinlilere mağlup oluruz. Hâlbuki bu vaziyette kalmak, bizim için daha iyidir. Çünkü (çok kalabalık olan) Çinliler, bizi esir ederler. Buda (dini), muharebenin aleyhindedir. Biz ise Türk sulhu (el) yapmak, harben sulhu temin etmek (mecburiyetindeyiz). Bu sebeple de zengin oluyoruz. Buda (dini), bize gelmez. Buda dinine giren Moğollar, her şeylerini kaybettiler. Tibetliler, keza, kavimler içinde en miskin oldular. Budizm, herkesi zahit yapmak esasına müstenittir. Tek tük Budistler, belki ariflik, velilik mertebesine eriyor. Bütün halk, zahitlik perdesi altında, her şeyi yapıyor. Her sene de hac için (Hindistan’a) gittikleri hâlde her fenalığı yapıyorlar.” (Türklerden) yalnız Dokuz Oğuzlar (Uygurlar), Buda dinine girmiştir. Bunların yazıları da ayrıdır. Göktürklerin yazıları, yukarıdan aşağıya doğru yazılır(dı); hatt-ı çûdî. Uygurların yazısı, Hristiyan Nasturi mezhebini Orta Asya’ya yayan Süryanilerden alınmıştır. Muttasıldır; on sekiz harftir. (Türklerin), kable’l-İslam, iki türlü yazıları vardı.

7. Türklerin İslam Dinini Gönüllü Benimsemelerinin Sebebi
Türkler, İslamiyeti (gönüllü olarak ve topluca) kabul etmekle, kendi mizaçlarına muvafık bir din kabul etmiş oluyorlar(dı). (Türklerin) “sulh” (el) tesisini dinî bir vazife bilmeleri ve İslam adı gibi dini de “müsalemet’ten geldiğinden, bu (kabul işi) pek (kolay) olmuştur. “Müslim oldur ki ilah (iri) …”[2 - Aslında cümle, böyle bırakılmıştır.]
(Türkler, İslam olmadan önceleri) zaten Bir Tanrı’ya inanıyorlardı. O da sulhu istiyordu. Bunun için de “cihat”a sevk ediyordu.
İslamiyette, “ümmeti icabet” ve bir de “ümmeti davet” var. Gelmeyenlere cihat var ki sulh dairesini genişletmektir. Bu hususta mektup bir şeyler yoktur.

8. Arapların Eski Dini ve Beni İsrail’in Yehova’sı
Diğer akvamda, eski zamanlardan beri geçen dinî sistemler, birbiri üzerine ilave ediliyor. Sonra, bir tasfiye yapılmıyor. Mesela, Türklerde dört esasına sekiz esasının ilavesi gibi.
Hâlbuki Beni İsrail ile Araplarda, evvela abit ile mabut arasındaki münasebet, evlatla baba arasındaki münasebet gibi değildir. Eskiden cetler, ilah değil, peygamberdir. Beni İsrail ve Araplarda, insanın Allah’a karşı (vaziyeti), kölenin efendisine karşı vaziyeti gibidir. Murakabelikle babalık, evlatlık gibi teklifsizlik yoktur. Çünkü sonra, “mehafet” olmaz.
Beni İsrail, Yehova’dan, son derece korkuyor. O kendisinden başkasına tapılmasını istemiyor. Kendinden evvelki dinî sistemleri, atıyor; içinde yabancı unsur bırakmıyor. Tevrat’ta Yahova, “Benden başka Allah yoktur.” diyor. Akvam-ı Sâmiye’nin dininde, “transcendantale” bir mahiyet var. Onun emirlerine, nehiylerine itaat etmeyen, ceza görecek; diğer dinleri (ve) akvamı ayırıyor.
Mesela, (eskiden Yahudiler) bir yeri fethettiği zaman, eşya ve insanlarını yakıyordu. En masum eşya (bile) yakılıyordu. Beni İsrail’den birisi, böyle bin halı alsa alan ailesiyle beraber yakılırdı.
Bundan dolayıdır ki edyan-ı sairede, imtizaç olabilir. Mesela bir Japon (ailesindeki fertler arasında hem) Şintoizm hem de Budizm olabilirdi. Hâlbuki Akvam-ı Sâmiye’de bu olamaz. Bundan dolayıdır ki Akvam-ı Sâmiye’nin dini, sihri de “tahrim” ediyor. “Sihir vardır; fakat memnudur.” diyor.

9. Beynelmilel Büyük Dinler, Ümmet Dini
Bunlara “edyan-ı mücavebe” demek de doğrudur. Cemiyetten, insandan çıkmış değil. Tamamıyla “categorique”tir. Tesir-i hadsîsi şiddetli oluyor ve insanları alıp sürüklüyor. O derecede ki kavmî olamıyor. Ne Hristiyanlık ne de Müslümanlık, kavmî olamadı. Fakat Musevilik Hazar Türklerini içine alıp beynelmilel bir din oluyor.
(Büyük dinlerde,) kavim yerine, “ümmet” çıkıyor, (ilk medeniyetlerin) eski dinleri, kavmî dinlerdir. Beynelmilel dinler de “câm-i kavm” oluyor; birçok akvam, bir caminin içine giriyor. Ve bunların mecmusuna, “ümmet” deniyor. Bunun için bir Hristiyan, bir Müslüman ve bir de Buda ümmeti var. (Bunlardan) Budizm, diğerleriyle karışabilir. Bunun için her yerde Budizm, başka başkadır.

10. İslamiyetin Ümmet Dini Oluşuna Uyulmaması (634-750)
İslamiyet, iptida Araplarda “ümmet” mahiyetini almakla beraber, (Hazreti) Peygamber’in vefatıyla beraber İslamiyet, ümmet devleti değil, kavim devleti hâlinde kaldı. (Hazreti Peygamber) vefat eder etmez (ensar ve muhacirin hemen) toplandılar: Ensar rüesası, Ebubekir, Ömer, Ebu Ubeyde-i Cerrah. Hazret-i Ebubekir dedi ki: “Halife, Kureyş’ten olacak!” Bu, aristokratik bir şeydir.
(Sonra,) Hazreti Ömer, birtakım kanunlar yaptı. Arap olmayan Müslümanların emir, kaadî olmaması, bu kanunlar icabatından idi. İslam olmayan Araplar(dan) “urban”dan, “haraç” almadı; “Zekât” aldı. (Keza, bu kanunlara göre) Arap’tan “cariye”, olmazdı. Yani, “kavmiyet” kendisini gösterdi. Ve kanun vazetti ki “Arap kadını, küf-vü ile evlenecek.” Bunun, “nusüs”e muhalif olduğunu, söylediler. Hazret-i Ömer de “Ben, kanun yapıyorum; din yapmıyorum!” dedi.
(Böylece, Hazret-i Ömer’in kanunları), Arap’ın vicdan-ı içtimaisi gibi, (başka kavimlerden) Müslüman olanlara, kendi imtiyazını veremiyordu; yalnız “Arap, asîl”, diğerlerleri değildi. Yani eski Türklerin Ak (kemik) ve kara kemikleri gibi. (Yine bu kanunlara göre, Müslümanlar) zerârî, mevali, ehlü-zimmet ve Arap’ın da Kureyş’i ki (hepsi) dört (sınıf) teşkil ediyordu.
Bu devirde ‘‘ümmet” (fikri, tatbikatta) kendini gösteremiyor. Ümmet, dinleri bir olanların, (her hususta) musavatı demektir.

11. Emevilerin Yıkılış Sebebi, Halife Mutasım’ın Türk Ordusu
(Ümmet esasını tanımayan ve Arap kavmiyetçiliği güden Emevilere karşı, Müslümanlardan) Arap olmayanlar, (yani ‘‘mevali” sayılanlar,) “Şuubiye” namıyla bir teşkilat yaptılar. (Bu teşkilat’tan, Merv’de “nakib”ler ile iş birliği ederek 747’de ayaklanan) Ebu Müslim Horasani çıktı; (750 senesinde) Emevileri (yıktı, Abbasilerin devletini) tesis etti. Bu, İslamlar arasında, mevali tefrikasını kaldırdığı için bir nevi “ümmet demokratlığı”dır. Gayrimüslimler, (bu haklardan) hariçtir.
(Fakat Abbasiler devrinde de Araplar,) bu müsavatı hazmedemedi. Harun Reşit’in (786-809), El Emin, El Memun ve Mutasım namında(ki) üç oğlundan, (El) Emin’in anası Zübeyde, Arap’tı. El Emin, halis muhlis Arap demekti. (El) Memun’un anası, Horasanlı idi. Mutasım’ın anası (ise) Türk’tü.
İptida, (EI) Emin (809-813), halife oldu; (EI) Emin’in valileri, (hep Arap’tı). Sonra, (sıraya göre) (EI-) Memun (813-833) geldi. (EI) Memun’dan sonra (da) Mutasım (halife oldu). (EI) Memun, (hilafete geçince) Acemlere ehemmiyet verildi.
Mutasım, halife (833-842) olunca Arap askerini külliyen yanından (Bağdat’tan) teb’id etti. Acemlere de itimat etmedi. (Dayıları soyundan olan Türkleri) tuttu. Irak ve İran’da ne kadar Türk üserası varsa bunları topladı; Fergana Vadisi’nden, birçok Türk esir ve esireleri celbetti. (Bunları iskân için, Bağdat’ın şimalinde) Samarra şehrini, (Türkistan’daki biçimde) tesis etti. (Mahallelerden) her birinin asıl cihat-ı erba’asına Samarra’daki Türklerin ülkelerinin ve boylarının isimlerini vererek, Türkistan’ın modeli olarak yaptı. (Bunları) birbirleriyle evlendirdi. Kocalar gibi kadınlara da maaş tahsis etti. Evlat ve ahfadı da yalnız Türk alacak, başka kavimden evlenmeyecek.
Bu (Samarra’daki Türk) ailelerde, talak imkânı da kalmadı. Çünkü (devletin tuttuğu) siciller, beraber geçti. Çünkü tatlik, şerî bir surette değil, her hanedanın reyi ile olabilecekti.
Burada, böylece, bir Türk ordusu teşekkül ediyor. Ve (Halife) Mutasım, (gençliğini Türkistan’da dayıları yanında geçirirken) Türklerin (eşsiz binicilik, silahşorluk ve harp) oyunlarını, iyi öğrenmiş. Bu tahsilden (sonra, halifeliğinde de zamanının) daha çok kısmını, Türklük’e hasretmiş. Bu esas üzerine, (sırf Türklerden) bir ordu yapıyor ve “İslam ümmeti”nin, bir ordusu vücuda geliyor.
(Böylece,) halifesi Arap’tan (olan İslam devletinde), siyasi kuvvetler bugünden itibaren, Türklerin eline geçiyor. Onun için Araplar, (Arap kavmiyetçiliğine değer vermediğinden) Mutasım’a çok kızarlar. (Selçuklularda ve Mısır’daki) Kölemen Ocağı’nın (ve Osmanlılardaki) yeniçeriliğin menşesi, (Abbasi Halifesi Mutasım’ın 834-835’te Samarra şehrinde Türklerden kurduğu) bu ordudur.

12. Müslüman-Türk Hakaniye Karahanlı ve Selçuklu Devletlerinin Farkları
(Türkler arasında İslamiyet, bilhassa, 920-960 senelerinde çok geniş olarak yayıldıktan) sonra, Selçukiler, (Horasan’dan başlayıp, İslam ülkelerini) fethe geldiler. İran’a (ve) Anadolu’ya yerleştiler. Daha evvel, Göktürklerin ve Uygurların gelişmiş medeniyeti ve yazılı millî edebiyatının vârisi olan, Kaşgar-Balasagun ve Fergana-Semerkant hâkimi Karahanlılar da denilen) Hakaniye Devleti (920-1212), (920’de Kaşgar’da) İslamiyeti kabul etmişti.
Demek ki Türkler, böyle büyük bir tarzda, İslamiyet âlemine girdiler. Selçukilerle gelen Oğuzlar, örfen (Türklerin yerleşik medeniyetine) malik olan kısmı değildi; göçebe hayatı yaşıyorlardı. (Bu yüzden ve “yabgu”luk devletinden geldiklerinden) hakanlık teşkil etmemişler. İşte (bu sebeple) bunlar, geldikleri zaman, (millî) yazıları yoktu; harsları, şifahi idi. (Selçukilerde, Türkçe yazma ananesi kökleşmemiş olduğundan) bunlar İran lisanını, devlet teşkilatında kabul ettiler. Divan lisanı, Farsça oldu; (çünkü vezirler ve kâtipler, İranlıydı).

2. KONFERANS
Malta, 27/28 Teşrinievvel 1919
KAVİM VE ÜMMET DEVİRLERİ / İSLAMLIĞIN TÜRKLERE TESİRİ / ROMA İMPARATORLUĞU’NUN HRİSTİYANLIĞA TESİRİ / OSMANLI İMPARATORLUĞU DÜZENİ / İSLAMİYETİN MİLLETLER CEMİYETİ’NE MÜSAİTLİĞİ

1. Kavim Devri ve Ümmet Devri
Kavim devrinde din, kavme tabidir, yani cemiyete tabidir. Cemiyetin örf (ve) âdeti arasında bir şeydir. Cemiyetin dairesi, kavmin dairesiyle mahduttur. Her kavim kendini, kâinatın mecmusu addediyor. Kendi kavminin tekevvünü içine, bütün kâinatı alıyor.
Mesela bir aşiret, fezayı, kendi karargâhından ibaret görüyor. Ve bütün mevcudatı, bu aşiret içine sokuyor. Amerika yerlilerinde (ve) Afrikalılarda da aynı hâli görüyoruz. Eski Türkler (de) Yunanlı ve Romalılarda (bile), aynı hâli görüyoruz. Yani, (bu cemiyetler) kendinden başka kavim, kabul etmiyor. İlahi ve kutsi mevcudiyete malik olan, kendisidir. Yalnız, (kendisinden ibaret) bir kavim var; hariçte başka bir şey yok(tur).
Bugünkü Cemiyet-i Akvam’ı, o zamanki kavim kabul edemez. Her kavim, diğer akvamı, kendi kadrosu dâhiline almaya çalışıyor. Kendi(ni) asil (hâkim), diğerlerini (mahkûm ve) tabi kabul (ediyor). Kavim devrinde, “beynelmilliyet” yoktur (ve) olamaz. (Çünkü) dinlerin mahiyeti buna mânidir.
Ümmet devrinde kavimlerin, cemiyetten müstakil bir dini var. (Bu büyük) dinin, emir ve nehiyleri vardır. Ümmet dinleri, birçok akvamı içine aldığı gibi, diğerlerini de kabul ediyor. Fakat kavim devrinde böyle değildir. Kavim devrinde, din ve hukuk-i hâkime, diğer kavme mesduttur. Yabancıyı, (daima kendinden) hariç tutuyor.
(Eski) Yunanlılar, (“Barbaroi” dedikleri) yabancıları, (kendi “Helenlik’’leri içine) katiyen almazlardı. Türkler(de) “tat”lar (ve “soğdak”lar), Türk’e karışamazdı.
Ümmet, bilakis, bütün akvamı (kendi dinine ve içine) davet ve hepsinde müsavatı kabul ediyor. (İslamiyette) bilhassa “Şuubiye”de, kavimler ümmet devrinde, “şa’b” namını alır. Ümmetin içinde bu şa’blar, müsavaten mevcuttur. Dine giren kavimler, bir şa’b olur.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ziya-gekalp/malta-konferanslari-69428641/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Buralara orijinal metinde üç nokta konmuştur.

2
Aslında cümle, böyle bırakılmıştır.
Malta Konferansları Зия Гёкальп
Malta Konferansları

Зия Гёкальп

Тип: электронная книга

Жанр: Маркетинговые исследования и анализ

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "Milliyet, bu esasa (göre), yani hakiki Cemiyet-i Milel husule gelmesiyle olabilir. İngilizler, kendi halklarına nasyonalist; fakat harice karşı emperyalisttir. Bütün Avrupa devletleri böyledir. Binaenaleyh, hakiki nasyonalizm, bütün milletleri kendi milleti gibi müsavi görmektir. O zaman, beynelmilel hukuk, kanun ve mahkeme yapılabilir. Fakat bugün, zamanı henüz gelmemiştir. Yapılan, onun yalancı (şekli)dir." Toplumsal sorunları açıklamak ve bu sorunlara çözümler getirmek iddiasıyla Batı’da gelişen bir bilim olarak sosyolojiye, o dönem türlü sorunlarla karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti içerisindeki problemlere çözüm arayışı içinde olan aydınların rağbet göstermesi kaçınılmaz bir durumdu. Bu aydınların başında gelen Ziya Gökalp, Türkiye’de sosyolojiyi -o zamanki adıyla içtimaiyat- kurmuş, Comte-Durkheim çizgisinde kalarak pozitivist sosyolojinin temsilcisi olmuş bir mütefekkir idi. Gökalp, bu çözüm arayışı içinde, Türk toplumunun kendine özgü ahlaki ve kültürel değerleriyle, Batı’dan aldığı bazı değerleri kaynaştırarak bir senteze ulaşma çabasına girdi. Düşüncesinin temelinde, “Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak” gayesi yatıyordu. Gökalp, bu gaye uğruna konferanslar vermiş, değişik edebî türlerde eserler kaleme almış, farklı gazetelerde birçok konuda makaleler yazmış, ilmî araştırmalar yapmış, Türkiye’de bilimin gelişmesi için büyük bir gayret sarf etmiştir. Millî edebiyatın kurulması ve gelişmesinde de önemli bir rol oynayan, siyasi ve toplumsal konularda sayısız makale kaleme alan, bir dönem Diyarbakır milletvekilliği yapmış Ziya Gökalp’ın sosyoloji anlayışı, Türkiye’de 1940’lara kadar, neredeyse tek egemen sosyoloji ekolü olmuştu. Gökalp benimsediği sosyoloji anlayışı ile Türk tarihi, millî edebiyat, şiir, roman, bilim, felsefe, içtimai hayat, toplumsal yapının bilimsel yöntemlerle incelenmesi, iş bölümü gibi konulara eğilmiş ve görüşleri ile Türk sosyal biliminde ve edebiyatında bugünlere kadar etkisini göstermiştir.

  • Добавить отзыв