Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak
Ziya Gökalp
"Memleketimizde üç fikir cereyanı vardır. Bu cereyanların tarihi tetkik olunursa görülür ki mütefekkirlerimiz iptida 'muasırlaşmak' lüzumunu hissetmişlerdir. Üçüncü Sultan Selim devrinde başlayan bu temayüle inkılaptan sonra 'İslamlaşmak” emeli iltihak etti, son zamanlarda ortaya bir de 'Türkleşmek' cereyanı çıktı." Toplumsal sorunları açıklamak ve bu sorunlara çözümler getirmek iddiasıyla Batı’da gelişen bir bilim olarak sosyolojiye, o dönem türlü sorunlarla karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti içerisindeki problemlere çözüm arayışı içinde olan aydınların rağbet göstermesi kaçınılmaz bir durumdu. Bu aydınların başında gelen Ziya Gökalp, Türkiye’de sosyolojiyi -o zamanki adıyla içtimaiyat- kurmuş, Comte-Durkheim çizgisinde kalarak pozitivist sosyolojinin temsilcisi olmuş bir mütefekkir idi. Gökalp, bu çözüm arayışı içinde, Türk toplumunun kendine özgü ahlaki ve kültürel değerleriyle, Batı’dan aldığı bazı değerleri kaynaştırarak bir senteze ulaşma çabasına girdi. Düşüncesinin temelinde, “Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak” gayesi yatıyordu. Gökalp, bu gaye uğruna konferanslar vermiş, değişik edebî türlerde eserler kaleme almış, farklı gazetelerde birçok konuda makaleler yazmış, ilmî araştırmalar yapmış, Türkiye’de bilimin gelişmesi için büyük bir gayret sarf etmiştir. Millî edebiyatın kurulması ve gelişmesinde de önemli bir rol oynayan, siyasi ve toplumsal konularda sayısız makale kaleme alan, bir dönem Diyarbakır milletvekilliği yapmış Ziya Gökalp’ın sosyoloji anlayışı, Türkiye’de 1940’lara kadar, neredeyse tek egemen sosyoloji ekolü olmuştu. Gökalp benimsediği sosyoloji anlayışı ile Türk tarihi, millî edebiyat, şiir, roman, bilim, felsefe, içtimai hayat, toplumsal yapının bilimsel yöntemlerle incelenmesi, iş bölümü gibi konulara eğilmiş ve görüşleri ile Türk sosyal biliminde ve edebiyatında bugünlere kadar etkisini göstermiştir.
Ziya Gökalp
Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak
ÜÇ CEREYAN
Memleketimizde üç fikir cereyanı vardır. Bu cereyanların tarihi tetkik olunursa görülür ki mütefekkirlerimiz iptida “muasırlaşmak” lüzumunu hissetmişlerdir. Üçüncü Sultan Selim devrinde başlayan bu temayüle inkılaptan sonra “İslamlaşmak” emeli iltihak etti, son zamanlarda ortaya bir de “Türkleşmek” cereyanı çıktı.
Muasırlaşmak (modernistation) fikri mütefekkirlerce asli bir akide hükmünde olduğu için muayyen bir naşire malik değildir. Her mecmua her gazete bu fikrin az çok müdafiidir.
İslamlaşmak fikrinin mürevvici “Sırat-ı Müstakim” (Sebilürreşat), Türkleşmek fikrinin mürevvici “Türk Yurdu”[1 - Türk Yurdu, yıl, 2, C. III, S. 11, s. 331-337 (Mart 1328). Türk Yurdu’nda bu başlık yoktur. Türk Yurdu’ndaki yazılar “Türkleşmek – İslamlaşmak – Muasırlaşmak” adı altında yayımlanmıştır.] mecmualarıdır. Dikkat olununca bu üç cereyanın da hakiki ihtiyaçlardan doğmuş olduğu görülür.
Tarde, milliyet fikrinin gazete ile başladığını iddia ve şu suretle izah ediyor: “Gazete, aynı lisanla konuşan insanları ‘amme’ (publique) hâlinde toplayarak onlara müşterek bir vicdan verir. Gazete, şuursuz ve iradesiz olarak yaptığı bu tesirden maada, sırf revacını temin maksadıyla, karilerinin iftihar ve hamiyet hislerini okşamaya, netice olarak millî ananeleri, millî mefharetleri hatırlatacak sözleri yazmaya mecburdur.”
Milliyet hissi, bir kavimde uyandıktan sonra mücavir kavimlere de kolayca sirayet eder. Çünkü milliyet duygusu uyanır uyanmaz sahiplerinde teavün, fedakârlık, mücahede hislerini artırarak ahlaki, lisani, edebî, iktisadi ve siyasi tealilere sebep olur. Bu hâle gıpta eden komşu kavimlerde dahi -halk dilinde yazan gazeteler de mevcut ise- milliyet fikrinin derhâl intişar etmesi gayet tabii bir hadise olur.
Milliyet “mefkûre”si (ideal) iptida gayrimüslimlerde, sonra Arnavut ve Araplarda ve en nihayet Türklerde zuhur etti. Türklerin en sona kalması sebepsiz değildir: Osmanlı Devleti’ni Türkler teşkil etmişlerdi. Devlet “vaki bir millet”in (nation de fait); milliyet mefkûresi ise “iradi bir millet”in (nation de volonte) cürsumesi demektir.
Türkler, ilkin hadsi (intuitif) bir ihtiyata tabi olarak, bir mefkûre için bir mevcudeyi tehlikeye düşürmekten çekinmişlerdir. Bunun için Türk mütefekkirleri “Türklük yok, Osmanlılık var!” diyorlardı.
Muasırlaşmak cereyanına tabi olanlar Tazminat fikirlerini yaydıkları sırada muhtelif unsurlardan ve mezheplerden mürekkep olan vaki bir milletten iradi bir millet yapmak mümkün olduğuna kani olmuşlar; bu kanaatle tarihî bir manayı haiz kadim “Osmanlı” tabiri yerine millî renklerden tamamıyla ari olmak üzere, yeni bir mana yakıştırmışlardı. Elim tecrübeler gösterdi ki “Osmanlı” tabirindeki yeni manayı Tanzimatçı Türklerden başka kabul eden yoktu. Bu yeni mananın ihtirası yalnız faydasız olmakla kalmıyordu; devlet ile unsurlar ve bilhassa Türkler hakkında gayet muzır neticeler veriyordu.
Dünyanın şarkı da garbı da bize celi bir surette gösteriyor ki bu asır, milliyet asrıdır; bu asrın vicdanları üzerinde en müessir kuvvet, milliyet mefkûresidir. İçtimai vicdanların idaresi ile mükellef olan bir devlet, bu mühim içtimai amili mevcut değil farz ederse vazifesini ifa edemez. Devlet adamlarında, fırka recüllerinde bu his mevcut olmazsa Osmanlılığı terkip eden cemaat ve kavimleri ruhi (psychologique) bir surette idare etmek kabil olamaz. Dört senelik bir tecrübe bize gösterdi: Sırf unsurların itilafı maksadıyla “Ben Türk değilim, Osmanlı’yım.” diyen Türkler, unsurların ne yolda bir itilafa muvafakat edebileceklerini nihayet gayet acı bir surette anladılar. Milliyet hissinin hâkim olduğu bir memleketi ancak milliyet zevkini nefsinde duyanlar idare edebilir.
Türklerin millet mefkûresinden içtinabı, devlet için muzır ve unsurlar için müziç olduğu gibi Türklüğün hususi mevcudiyeti için de mühlikti. Türkler milliyeti, vaki bir millet olan devlet ile bir manada telakki ettikleri için içtimai ve iktisadi mevcudiyetlerinin tereddi etmekte olduğunu bilmiyorlardı.
İktisadi ve içtimai hâkimiyetler başka unsurlara geçtiği sırada Türk, bir şey kaybettiğini anlayamıyordu; çünkü onun nazarında yalnız Osmanlı milletini terkip eden sınıflar vardı. Kendisinin bazı sınıflardan -velev ki bu sınıflar zamanımızda en ehemmiyetli tabakalar teşkil etsin-çıkarılmasına hiç ehemmiyet vermiyordu. Memlekette iktisadi ve fennî sınıfların vücudunu kâfi görerek kendisinin bunlardan hariç kalmasında bir beis göremiyordu. İşte bu gidişle Anadolu’da bile halk yahut ahali suretinde bir Türklük kalmadı; Türkler memur ve rençperler sınıflarına inhisar ettiler. Memurlar da bir nevi zihnî rençperler demek olduğu için Türklük içtimai manasıyla rençperlik demek oldu.
Çiftçi ve çoban, hayatın yaratıcı kuvvetinden istifade ile yaşadıkları için bizzat yaratıcı amil değildirler; koyunlar, hayatın dâhilî namiyesiyle çoğalır, ekinler, tohumların meknuz feyzleriyle tenebbüt eder. Memurların ise istihsalle hiçbir alakaları yoktur. Hâlbuki zihnî melekelerin, irade ve seciyenin inkişaf ve tekâmülü sanayi, imalat gibi faal meşgalelerle, ticaret ve serbest meslekler gibi iktirahî hirfetlerle husule gelir. Bundan dolayıdır ki köylü ve memur sınıflarına inhisar eden bir kavimden teşkilat yapmak iktidarı münselip olur. Hükûmet idaresindeki beceriksizliğimiz, Balkan mağlubiyetlerimize badi olan sevkulceyş ve levazım hususlarındaki iktidarsızlığımız bu sebepten neşet etmişti.
Memleketimizde kuvvetli bir hükûmet teessüs edememesi, Türklerin iktisadi sınıflardan mahrumiyeti yüzündendir. Hangi millette hükûmet iktisadi sınıflara istinat ederse orada hükûmet gayet kuvvetli olur; çünkü tüccar, sanatkâr, iş adamı sırf kendi faydası için hükûmetin kuvvetli olmasını ister. Hangi memlekette hükûmet, memurlar sınıfına istinat ederse orada hükûmet daima zayıftır; çünkü mazul memurlar iş başına geçmek, mansup memurlar daha yüksek bir mevkiye yükselmek için daima mevcut hükûmeti düşürmeye çalışırlar. Millî mefkûreden mahrumiyet Türkleri millî iktisadiyattan mahrum ettiği gibi lisanın sadeleşmesine, güzel sanatlarda millî üslupların tekevvün etmesine de mâni oldu. Bunlardan başka, millî bir mefkûre olmadığı için şimdiye kadar Türk ahlakı da ferdî ve ailevi bir şekilde kaldı; tesaüt, hamiyet ve fedakârlık hisleri aile, köy ve kasaba muhitlerini aşamamıştı. Ümmet mefkûresi çok vâsi, aile mefkûresi çok dar olduğu için Türk ruhu isar ve feragat hislerine istinatgâh yeri olacak zihayat ve şedit ahlaki bir ruhiyete yabancı kaldı. İktisadi, dinî ve siyasi müesseselerimizin inhilali bunun neticeleridir.
Türklük cereyanı, Osmanlılığın muarızı olmak şöyle dursun, hakikatte en kuvvetli müeyyididir. Yalnız her yeni cereyanın olduğu gibi bu mesleğin de bir kısım gençlerden mürekkep müfritleri vardır ki yanlış tefsirlere sebep oluyorlar. Türklük “kozmopolitlik”e karşı İslamiyet ve Osmanlılığın hakiki istinatgâhıdır.
Tarde, beynelmileliyet hissinin de “kitap”tan tevellüt ettiğini söylüyor. Gazete, halkın hissiyatına hitap ettiği için tekellüm lisanının canlı lügatlerini istimal eder. Kitap, âlimlerin ve müteallimlerin tecritçi müfekkirelerine hitap eder, bunun için lügatlerden ziyade ıstılahlara muhtaçtır. Istılahların halk lisanındaki lügatlerden yapılmaması, umumi bir kaidedir; çünkü lügatler, tabii ve zihayat mevcutlardır, ıstılahlarsa suni ve cansız mevcudiyetlerdir. Halk lisanının tabii kelimeleri zihayat ve hissî manalara malik olduğu için masnu ve mücerret manaları kabul edemez. Bundan dolayıdır ki her kavim ıstılahlarını, dinî kitabının yazılmış olduğu lisandan alır.
Avrupa milletleri İncil-i Serif’i Yunan lisanında muharrer olarak buldukları için ilim ıstılahlarını Yunancadan almışlardı. Bilahare Hristiyanlık noktasından Latin lisanı Yunancaya muavenet ettiği için Cermen ve İslav milletlerine Latinceden de birçok ıstılahlar geçti.
İslam kavimleri, ıstılahlarını Arapçadan kısmen de Faristen aldılar. Bugün bile asrın bütün ilimlerini lisanımıza naklederken Yunanca ve Latince ıstılahlar yerine Arapça ve Acemce ıstılahlar tasni ediyoruz.
Bir millette iptida din kitapları yazılır; sonra ahlak, hukuk, edebiyat, ilim, felsefe gibi marifet şubeleri dinden teşaupla teşekkül ettikçe bunlara ait kitaplar da yazılmaya başlar. O hâlde gazete, halkın içtimai ve mahallî hissiyatını yevmî ve hissî renklerle mülevven olarak tasvir ettiği için nasıl “milliyet” mefkûresini doğuruyorsa “kitap” da dinin ve dinden müştak olan sair marifet ve ilimlerin yani medeniyetin umde, kaide ve düsturlarını mücerret ve kati bir üslupla yazarak milletler arasında müşterek olan hayatı, yani beynelmileliyet ruhunu ibda eder.
İlk vakitlerde beynelmileliyet hissini bütün insanlara şamil zannetmek doğru değildir. Mesela Kurun-ı Vusta’da Avrupa’da bir beynelmileliyet hissi mevcuttur; fakat duyguyu tahlil edersek Avrupa’daki beynelmilel şefkat ve müzaheretin Hristiyan milletlere müncer olduğu, beynelmilel hukukun da Hristiyan devletlerin imtiyazları hükmünde bulunduğunu görürüz. Balkan Muharebesi, Avrupa vicdanının, bugün bile, Hristiyan vicdanından başka bir şey olmadığını gösterdi. Türklerin de vicdanları tahlil olunursa görülür ki bir Türk, kızını bir Arap’a, bir Arnavut’a, bir Kürt’e, bir Çerkes’e tevziç edebilir fakat katiyen bir Finlandiyalıya, bir Hristiyan Macar’a tezviç edemez; bir Budist Moğol’un, bir şamanî Tunguz’un da kızını İslam yapmadan alamaz. Trablusgarp, Balkan Muharebeleri esnasında Türklerin felaketine iştirak edenler Macarlar, Moğollar, Mançular olmadı; bilakis Çin’in, Hint’in, Cava’nın, Sudan’ın ismini bilmediğimiz Müslim kavimleri matemimize ortak oldular; manevi yardımlarını esirgemediler. Bundan dolayıdır ki Türkler, lisanca “Ural ve Altay” şubesine mensup olmakla beraber, kendilerini İslam milletlerinden addederler.
“Beşeriyat”a (anthropologie) göre aynı teşrihî enmuzece mensup fertler bir ırksa “içtimaiyat”a (sociologie) göre de bir medeniyete mensup milletler bir beynelmileliyettir. Türk lisanı da Türk kavmi gibi İslam medeniyetine girdikten sonra huruf ve ıstılahça İslami bir şekil aldı. O hâlde beynelmileliyet ruhunu ibda eden amil, “kitap” ve dolayısıyla “medeniyet”tir. Binaenaleyh Türklükle İslamlık, biri “milliyet” diğeri “beynelmileliyet” mahiyetlerinde oldukları için aralarında asla taarruz yoktur. Türk mütefekkirleri, Türklüğü inkâr ederek beynel’edyân bir Osmanlılık tasavvur ettikleri zaman İslamlaşmak ihtiyacını duymuyorlardı; hâlbuki Türkleşmek mefkûresi doğar doğmaz İslamlaşmak ihtiyacı da hissedilmeye başladı.
Mamafih, “milliyet”, gazeteden ve “beynelmileliyet” kitaptan tevellüt ettiği gibi asriyet (modernisme) de aletten (outil) tekevvün eder. Bir zamanın muasırları, o zamanda fen (technique) hususunda en müterakki olan milletlerin yaptıkları ve kullandıkları bütün aletleri imal ve istimal edebilenlerdir. Bugün bizim için muasırlaşmak demek, Avrupalılar gibi dritnavtlar, otomobiller, tayyareler yapıp kullanabilmek demektir; muasırlaşmak, şekilce ve maişetçe Avrupalılara benzemek değildir. Ne zaman malumat ve masnuat iktibas ve iştirası için Avrupalılara ihtiyaçtan müstağni olduğumuzu görürsek, o zaman muasırlaşmış olduğumuzu anlarız.
Türkleşmek, İslamlaşmak mefkûreleri arasında bir taarruz olmadığı gibi bunlarla muasırlaşmak ihtiyacı arasında da bir tenazu’ mevcut değildir.
Asriyet ihtiyacı bize Avrupa’dan yalnız ilmî ve amelî aletlerle fenlerin iktibasını emrediyor. Avrupa’da dinden ve milliyetten doğan, binaenaleyh bizde de bu membalardan taharrisi lazım gelen birtakım manevi ihtiyaçlarımız vardır ki aletler ve fenler gibi bunların da Garp’tan istiaresi iktiza etmez.
O hâlde her birinin nüfuz dairelerini tayin ederek bu üç gayenin üçünü de kabul etmeliyiz. Yahut daha doğrusu, bunların, bir ihtiyacın üç muhtelif noktadan görülmüş safhaları olduğunu anlayarak “muasır bir İslam Türklüğü” ibda etmeliyiz.
Mamafih, bir müddetten beri asri aletlerle fenlerin inkişafından doğan asri medeniyet, müspet ilimlere müstenit yeni bir “beynelmileliyet” husule getirmektedir. Gittikçe, dine müstenit olan beynelmileliyetler yerine ilme müstenit hakiki bir beynelmileliyet kaim olmaktadır. Bir taraftan Japonya’nın, diğer cihetten Türkiye’nin Avrupa milletleri arasına girmesi Avrupa beynelmileliyetine ileride göstereceğimiz veçhile “la-dini” bir mahiyet verdiğinden gittikçe beynelmileliyet dairesiyle “ümmet” dairesi de birbirinden ayrılmaktadır. Yani bugün Türk milleti Ural-Altay ailesine, İslam ümmetine, Avrupa beynelmileliyetine mensup bir cemiyetten ibarettir.
LİSAN[2 - Türk Yurdu, yıl 2, C. III, S. 12, s. 367-370 (21 Mart 1329).]
Cismin tulü, arzı, umku olduğu gibi içtimai vicdanının da üç bu’du var: Milliyet, beynelmileliyet, asırcılık. Bu kaziyenin ne derece doğru olduğunu iptida içtimai vicdanının inikas ayinelerinden biri olan lisanda arayacağım.
Dilimiz, elli altmış seneden beri genişlemek yolunu tutmuştur. Asrın şuaları ülkemize nüfuz ettikçe gözümüz yeni masnular, zihnimiz yeni mefhumlar görmekte devam ediyor. Bunlar isimsiz kalmayacağı için her gün birçok yeni kelimeyle lisanımız zenginleşiyor. Asrın mümessili olan milletlerin gazetelerinden, kitaplarından tercümeler yapıyoruz. Bu suretle irfanımızda mevcut olmayan birçok yeni mana natıkamızdan yeni lafızların ibdasını istiyor.
Lisanımız, müterakki delillerle karşılaştıkça, âdeta kelime be kelime onların taklidini yapıyor. Bazen “hurde-bin” (microscope), “dûrbin” (telescope), “şeh-kâr” (chef d’oeuvre), “mefkûre” (ideal) kelimelerinde olduğu gibi lafzi “istinsah”lar (calque) yapıyor. Bazı kere de “tayyare” (aéroplan), “tekâmül” (evolution), “meşrutiyet” (constitution), “bediiyat” (esthétique) tabirlerinde olduğu gibi manevi istinsahlar husule getiriyor.
Lisanımızın bu fiilî temayülü bize şunu gösteriyor:
Bir zaman gelecek ki Türkçemiz, Fransız, İngiliz, Alman lisanlarındaki bütün kelimelerin mukabillerine malik olacaktır.
Lafzi kelam, nefsi kelamın ifadesi olduğuna göre, asrın mefhumlardan mürekkep manevi bir lisanı vardır ki her dil ona intibak etmek mecburiyetindedir. O hâlde Türkçe ne zaman bu ihtiyacı tatmin ederse o vakit muasırlaşmış, asriyet cihetindeki ihtisasını ikmal etmiş sayılabilir.
Lisanımıza giren yeni kelimeler üç nevidir: 1. Ecnebi kelimeler, 2. Arapça ve Acemceden ibda yahut tervic olunan kelimeler, 3. Türkçe den ibda yahut tervic olunan kelimeler.
Birinci nevi kelimeler lisanımıza kaçak suretiyle giriyor. Lisani selikamız bu kelimeleri lisandan tard ederek yerlerine “ıstılah”salar Arapça yahut Farisîden, “lûgat”seler Türkçeden mukabiller buluyor.
Istılahların mukabillerini Arabi yahut Farisiden yaparak ecnebi kelimeleri kabul etmemek hassası Türkçeye münhasır değildir. Bütün İslam lisanları bu hasisada müşterektir. Dinî tabirlerde ve dinden iştikak eden sair ilimlere mahsus ıstılahlarda esasen müttehit olan bu lisanlar, bu vahdeti yeni ıstılahlarda da muhafaza etmek mecburiyetindedir. Çünkü mesela Rusya’daki Türkler ıstılahlarını Rusçadan, Çin’deki Türkler Çinceden, biz Fransızcadan alacak olursak Türkçelerimiz birbirinden uzaklaşır. Hâlbuki Arapça ve Acemceden yahut Türkçeden alırsak bilakis yekdiğerine yakınlaşır. Hristiyan ümmetinin ıstılahları Yunanca ve Latinceden alınmıştır. İslam lisanları bu ıstılahları aynen istiare etmekle aynı zamanda kendi ümmetliğini kaybetmekten korkuyor.
Mamafih, İslam lisanları, ıstılahlarını Arabi yahut Farisiden almakla, ümmet vahdetine ait vazifelerini ifa etmiş olmaz. Bu ıstılahlar her lisanda başka cezirlerden teşkil olunursa matlup olan vahdet hasıl olmayacağı için lisanın ümmetçiliği eksik kalır. Bundan dolayıdır ki diğer İslam lisanlarının kabul etmiş olduğu yahut kabul edebileceği tabirleri arayıp bulmak suretiyle ıstılah vazetmemiz lazım gelir. Bu maksadı temin için İslam ümmetine mensup her lisanda ıstılah vaz’ıyla meşgul cemiyetler teşekkül etmeli, bu cemiyetler muayyen zamanlarda ıstılah kongreleri suretinde toplanmalıdır.
İslam lisanlarının bütün ıstılahları bu kongreler marifetiyle müttehit bir surette taayyün ettikten sonra artık lisanımıza ümmet cihetindeki ittisasını da ikmal etmiş yani İslamlaşmış nazarıyla bakabiliriz.
Lisanımız İslam ümmetinin umumi lisanı olan bir ıstılahlar kamusuna malik olduktan sonra Arabi ve Farisiden de içtinap etmek mecburiyetindedir. Çünkü Türkçeye giren Arabi, Farisi kelimeler ıstılahlara münhasır değildir. Birçok lüzumsuz Arapça, Acemce lügatler de dilimize girmiştir. Hatta bu iki lisanın Türkçeye tesiri yalnız kelimeler itasından da ibaret değildir. Arabi, Farisi terkipler, edatlar da Türkçeye dâhil olmuş, Türk sarfını bu iki lisanın sarf ve nahiv kaideleriyle bir halita hâline getirmiştir.
Lisanımızı mana itibarıyla muasırlaştırmak, ıstılah ciheyitle İslamlaştırmak lazım olduğu gibi sarf, nahiv, imla hususlarında Türkleştirmek de lâbüttür. Türkçede ıstılahların gayri bütün kelimeler mümkünse Türkçe olmalı yahut Türkçeleşmiş bulunmalı. Arapça, Acemce terkipler, cemiler, edatlar, sigalar lisanımızdan çıkarılmalı, “şuara-i cedide” diyeceğimize “yeni şairler”, “edebiyat-ı Türkiye” diyeceğimize “Türk edebiyatı”, “tabiiyet” yerine “tabiilik”, “serbestî” yerine “serbestlik”, “muciz bir muharrir” yerine “icazcı bir muharrir”, “muciz bir ifade” yerine “icazlı bir ifade” demeliyiz. Mamafih, Türkçeleştirmeyi lügatlere hasretmek de doğru değildir. Mümkünse bütün ıstılahları da Türkçe kelimelerden yapmak daha iyidir. Fakat mümkün olmadığı takdirde, ıstılahlarımızın Fransızca yahut Rusça olacağına Arapça ve Acemce olması daha hayırlıdır. Her hâlde bütün Müslümanlar arasında olmasa bile bütün Türkler arasında -lügatler gibi- ıstılahların da müşterek olması, yani bütün Türklerin müşterek bir edebiyat ve ilim lisanına malik olması elzemdir. O hâlde, lisanımızı Türkçeleştirirken tedricen bütün soydaşlarımızın anlayacağı umumi bir Türkçeye doğru gitmek lazım geldiğini de unutmamalıyız. Fikrimizi hülasa edelim:
“Yeni mefhumlar” asrın, “ıstılahlar” ümmetin, “lügatler” milletin natıkasıdır.
Türkçe içtimai vicdanımızın bu üç safhasına tamamıyla muntabık hassas bir ayine olmadıkça teşekkül ve tekemmül etmiş bir lisan sayılamaz.
ANANE VE KAİDE[3 - Türk Yurdu, yıl 2, C. III, S. 15, s. 480-484 (2 Mayıs 1329)]
İçtimai hayatımızın hangi cihetine baksak iki muhtelif cereyanın çarpıştığını görürüz. Bunlardan biri cezrîlik (radikallik), diğeri muhafazakârlıktır. Birbirinin tamamıyla zıddı sanılan bu iki cereyan hakikatte aynı esasta birleşmiştir: Kaidecilik.
Muhafazakârlar, mevcut kaideleri lâyetegayyer hakikatler sırasında görerek değiştirilmesine küfür nazarıyla bakarlar. Cezrîler, makul kaideleri mutlak düsturlar idâdına koyarak, kabul etmeyenleri mürtecilikle itham ederler. Bu iki sınıftan hiçbirisi bu eski yahut yeni kaidelerin nereden çıkarak ne yolda tekâmül ettiğini, müteakip zamanlarda mütehalif muhitlere nasıl intibak ettiğini aramaya lüzum görmezler. Çünkü her iki tarafça da kaide, zamanlar fevkinde ve muhitlerin haricinde bir “kaim bi nefsihî”dir. Bu, bir cemiyette hayati tekâmülün muvakkat ve diğerlerine muttasıl bir merhalesi değil, zaman ve mekândan mücerret bir âlem olan “nefsül’emr”de sabit ve müteayyin ezelî bir hakikat, ebedî bir düsturdur.
Kaidelere mütabaat tekerrür ede ede itiyat hâline geçtiği için ihtiyarlar muhafazakâr olurlar. Gençlerse medeni ihtişamlarıyla parlak görünen müterakki milletlerin terakki etmelerinin sebeplerini tatbik etmekte oldukları kaidelerin doğruluğuna hamlettikleri için bunları taklit etmek hevesine düşerler; bundan dolayı kökten inkılapçılar sırasına geçerler.
Adı ister âdet ister moda olsun, ister adap ister etiket namı verilsin, ister itikat ister içtihat denilsin, fıkıh maddeleri yahut hukuk düsturları suretinde tecelli etsin, kaide daima aynı şeydir. Tekâmülün süreksiz ve mütereddit bir vakfesi addolunmayıp da camit ve sabit bir “ayn” addolunduğu anda cansız bir kadit hâlini alır. Hayatın özü yaratıcı bir tekâmüldür. Tekâmülsüz mevcutlar cemaatlerden ibarettir. Kaideciler neticeyi sebep yerine koyarlar. Kaide tekâmülün muvakkat bir neticesidir. Onlar bunu tekâmülün sebebi sanırlar. Sebep malum olduğu için artık tekâmülün tarihini tetkike lüzum görmezler.
Bu zihniyette olanlar kaideyi mutlak bir hükümdar gibi telakki ettikleri için tatbikattan bir fayda hasıl olmadığını görünce bütün mesuliyeti zavallı kaideye yükletirler. Derhâl cezrîler seslerini yükselterek muhafazakârları susmaya mecbur ederler. Yapılacak iş kolay: Eski kaideleri hallederek yerlerine yenilerini iclas etmek.
Fakat bunların hükümranlığı da çok sürmez; çünkü tatbikatta yine aksilikler görülmeye başlar. Bu kere itiyatçılar başlarını doğrultur. Ve taklitçileri meydandan çekilmeye davet eder.
İşte bizde daima böyle olmuştur! Türklüğün mazisi tetkik olunsun: Görülecek ki birbirine ittisali olmayan birçok tarih devreleri yaşamışız; müesseselerimiz muzafferiyet iğtinamlarıyla ani bir surette dolan fakat membasını millî bir iktisattan almadığı için yine ani bir surette boşalmaya mahkûm olan istila devletlerinin hazinelerine benzemiş. Tekâmülden doğma müesseselerimizi tarihî ittisallerini temin ederek canlı ananeler hâline sokacağımıza, bunları bir tarafa atarak her ülkeden “tarihsiz, ananesiz” kaideler suretinde müesseseler almışız.
İngilizler kaidesiz bir millettir; fakat tarihî ittisalleri, tekâmül itilafları malum ananeler en ziyade İngilizlerde görülür. İngilizleri terakki ettiren ananeciliktir.
Biz Türkler kaideci, fakat ananesiz bir milletiz. Türklüğe ve İslamlığa ait ananelerimizin tarihî silsilelerini aramadığımız gibi asrımızı temyiz eden terakkilerin memba ve tekâmülünü de tetkike lüzum görmeyiz. Bizim için yalnız neticeler lazım. Türklük, İslamlık mütevali medler ve cezirlerden sonra amelî ve itikadi kaideler suretinde rüsuplar bırakmış. Avrupa medeniyeti birçok itila ve inkılaptan sonra bize birtakım ilmî ve amelî umdeler suretinde tecelli ediyor.
Bir kısmımız o rüsupları istimal, diğer takımımız bu umdeleri iğtinam ederiz. Kaide ister itiyadi ister taklidî olsun ibda ve terakkiden mahrumdur. Çünkü munfasıl taklitler hem imtizaç ve terekküp edemezler hem de mazileri yoktur. Her biri müstakil ve mutlak bir âlem olan kaideler -oturdukları yerlerde- oldukları gibi kalırlar; bir istikbal vücuda getiremezler. Anane ise ibda ve terakki demektir. Çünkü anane muhtelif anları birbirleriyle zeveban etmiş bir maziye, arkadan muharrik bir kuvvet gibi ileriye doğru iten tarihî bir cereyana maliktir ki daima yeni inkişaflar, yeni initaflar tevlit edebilir. Anane kendi başına velut ve mübdi olmakla beraber, ona aşılanan yabancı yenilikler de damarlarındaki hayat nüsgundan feyiz alarak canlanır ve adi taklitte olduğu gibi çürüyüp düşmez.
Bergson, ferdin ruhunu hatıralarının mecmusundan, cesedini itiyatlarının mecmusundan ibaret görüyor. Bir milletin hatıraları, ananeleridir, itiyatları ise kaideleridir; demek ki bir milletin ananeler ruhunu, kaideler bedenini teşkil eder. İstinat noktasını, ananeci bir millet ruhunda, kaideci bir millet gövdesinde arar. Birincisi hayatın manalarını, ikincisi lafızlarını okur. Birincisi tarihî bir hürriyet, ikincisi coğrafi bir esaret içinde yaşar. Balkan Harbi’nde Bulgarlarla olan çarpışmalarımızda onlar ateşli ananelerinden, biz bârid kaidelerimizden mülhem olarak birbirimize saldırıyorduk. Netice tarihin coğrafyaya galebesi oldu.
O hâlde, şimdiye kadar yürüdüğümüz muhafazakârlık ve teceddüt yollarının ikisi de çıkmaz imiş. Yeni hayatta, bunların ikisinden de sakınmak gerek. Evvela Türklüğe mahsus müesseselerimizin ananelerini, tekâmül tarihlerini tetkik etmeliyiz. Türk edebiyatı ne Âşık Paşa ile ne de Nevai ile başlar. Edebiyatımızın membalarını bir taraftan taş mahlûkelerde, ciran derilerinde, diğer taraftan da halkın koşmalarında, masallarında, destanlarında aramalıyız. Millî veznimiz parmak usulüdür. Millî dilimiz yalnız Türk sarfına tabi olandır. Millî edebiyatımız, mevzularını, istiare zeminlerini Türk hayatından, Türk içtimai teşkilatından, Türk esatirinden, Türk menkıbelerinden almalı. Lisanımızdan yabancı terkipleri, şiirimizden yabancı vezinleri, edebiyatımızdan yabancı telmihleri atmalıyız. Lisan ve edebiyatımıza ananesinin mebdeinden başlarsak, uğradıkları muvakkat istilaların arızi ve marazi devreler olduğunu anlayacağız. Türk hukukunun tarihini, törelerin, yasaların, tüzüklerin tetkikiyle diriltmeliyiz. Türk mimarisi, Türk ressamlığı, ümmet devrinin binalarında ve yazılarında aransa bile, Türk musikisi de millî şiir ve edebiyatımız gibi halkın şifahî ananelerinde taharri edilmelidir.
Türklüğün kelimelerde, mesellerde, masallarda, destanlarda izleri kalmış bir millî mefkûresi vardır ki bunu bu dağınık enkaz arasından bulup çıkarmak ve bunda mündemiç olan kavmî “maba’dettarih”i keşfetmek en büyük vazifemizdir.
Saniyen İslamlığa ait müesseselerimizin ananelerini, tarihini tefahhus etmeliyiz. Kelamın, tasavvufun, fıkhın tarihlerini bilmeliyiz. Bu müesseselerin nasıl tekâmül ettiği, muhtelif muhit ve zamanlara ne yolda intibak eylediği malum olursa bu asırda hangi terakkileri kabul edeceği ve istikbalde ne şekilde bir tekâmül takip eyleyeceği de anlaşılabilir.
Anane, bir müessesenin muhtelif zamanlardaki şekilleri arasında ittisal ve ahenk tesis etmekle kalmaz… Bütün müesseselerin aynı asıldan ne suretle iştikak ettiğini de göstererek hepsini birbirine rapteder.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ziya-gekalp/turklesmek-islamlasmak-muasirlasmak-69429043/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Türk Yurdu, yıl, 2, C. III, S. 11, s. 331-337 (Mart 1328). Türk Yurdu’nda bu başlık yoktur. Türk Yurdu’ndaki yazılar “Türkleşmek – İslamlaşmak – Muasırlaşmak” adı altında yayımlanmıştır.
2
Türk Yurdu, yıl 2, C. III, S. 12, s. 367-370 (21 Mart 1329).
3
Türk Yurdu, yıl 2, C. III, S. 15, s. 480-484 (2 Mayıs 1329)