Türk Medeniyet Tarihi

Türk Medeniyet Tarihi
Ziya Gökalp
Avrupalı birçok seyyaha göre, Hive Türkmenleri dünyanın en demokrat bir kesimidirler. Gaston Richard diyor ki: “Bu kavimde müsavat, kemalin son derecesini bulmuştur. Çünkü Türkmenlerde ücretle müstahdem hizmetçiler yoktur. Esirlerse pek azdır.”

Ziya Gökalp
Türk Medeniyet Tarihi

Başlangıç

1. Medeniyet Neler Değildir?
Medeniyet ve medenilik: Bazılarına göre medeniyet, medenilik ve mütemeddinlik demektir. Etnografya taharrileri, bedevilerde, hatta vahşilerde, kendilerine mahsus bir medeniyet olduğunu meydana koydu. Mütemeddinlik ve medenilik ise tekâmül etmiş milletlere mahsustur. O hâlde, bu kelimelerin manalarını birbirinden ayırmak lazım gelir.
Istılahlar:
1) Medeniyet – La civilisation
2) Medenilik – La civilite
3) Mütemeddin – Civilise
4) Medeni – Civil
Medeniyet bir değildir: Bütün insanlar, aynı medeniyete mensup değillerdir. Medeniyet, bir değil, müteaddittir.
Hangi zamanda ve mekânda yaşarlarsa yaşasınlar, birbirine komşu oldukları için aynı müesseselere malik olan cemiyetlerin mecmununa “medeniyet zümresi” denilir (Medeniyet, bu cemiyetle arasındaki müşterek müesseselerin mecmunudur).
Medeniyet zümreleri de siyasi ve dinî cemiyetler gibi, tayini ilmen kabil hudutlarla birbirinden ayrılmışlardır. Medeniyet zümrelerinin de milletler gibi hususi tarihleri vardır. Bir medeniyet zümresi, muayyen bir mekân ve zaman içinde, doğar, yaşar ve ölür.
Meşhur medeniyetler: Avustralya adaları “Totemizm” dinine müstenit bir medeniyet dairesidir. Şimali Amerika’nın şark cihetindeki Hintliler de daha mütekâmil bir totemizme istinat eden, başka bir medeniyet dairesidir. Şimali Amerika’nın garp tarafında oturan Tlingitler, Haidalar ve Kwakiutllar da tabileriyle beraber totemlerin “Potlaç” müessesesi vasıtasıyla “Ferdile”[1 - Bundan maksat, herhâlde, totemin “ferdîleşmesi” olacaktır. Bk. “Totem ve Potlaç” bahsi] şubesine istinat eden, ayrı bir medeniyet dairesi teşkil etmişlerdir.
Kurûn-u ûlâda bir “Mısır Medeniyeti Dairesi”, bir “Elcezire Medeniyeti Dairesi” ve bunlardan Fenikeliler vasıtasıyla birçok müesseseler iktibas etmiş olan bir “Akdeniz Medeniyet Dairesi” vardı.
Kurûn-ı vustâda Avrupa’da bir “Hristiyan Medeniyet Dairesi”, Asya’da ve Afrika’yı şimalide “İslam Medeniyet Dairesi” teşekkül etti. Rönesans ve reformdan sonra da Avrupa’da “laik” bir medeniyet vücuda geldi. İşte bütün bu içtimai daireler, birer medeniyet zümresinin, birer medeniyet camiasının daireleridir. Bunların hepsine “medeniyet zümresi” namı verilir.
Bir cemiyet medeniyet dairesini değiştirebilir. Mesela, Türk kavmi iki kere medeniyet dairesini değiştirdi: İslamiyeti kabulden evvel, “Aksâyı Şark Medeniyeti Dairesi”ne mensuptu. İslam olduktan sonra “Şark Medeniyeti Dairesi”ne girdi. Geçen asırdan beri de üçüncü bir daireye “Garp Medeniyeti”ne, yani laik bir medeniyet dairesine girmeye çalışıyoruz.
Türk medeniyeti tarihinin devirleri: Türk Milleti, bu üç medeniyetin her birinde ayrı bir hayat yaşamıştır. Bu sebeple “Türk Medeniyeti Tarihi” üç devre ayrılır:
1) Eski devir: Türk kavminin zuhurundan itibaren Türklerin İslam dinine girmesi zamanına kadar.
2) Orta devir: İslam dinine girmesinden Garp Medeniyeti’ni kabulü zamanına kadar.
3) Yeni devir: Garp Medeniyeti’ni kabulden bugüne kadar.

2. Türk Harsı ve Türk Medeniyeti
Medeniyet ve hars: Bir medeniyet, müteaddit milletlerin müşterek malıdır. Çünkü her medeniyeti, sahipleri olan müteaddit milletler, müşterek bir hayat yaşayarak vücuda getirmişlerdir. Bu sebeple her medeniyet, mutlaka, beynelmileldir. Fakat bir medeniyetin, her millette aldığı hususi şekilleri vardır ki, bunlara “hars” adı verilir.
Medeniyetle harsın farkları:
1) Medeniyet beynelmilel olduğu hâlde, hars millîdir.
2) Medeniyet bir milletten başka bir millete geçebilir, fakat hars geçemez.
3) Bir millet, medeniyetini değiştirebilir; fakat harsını değiştiremez.
4) Medeniyet usul ve akıl vasıtalarıyla yapılır. Hars, ilham ve hads vasıtalarıyla yapılır.
5) Medeniyet; iktisadi, dinî, hukuki, ahlaki ilh. fikirlerin mecmunudur.
6) Hars; dinî, ahlaki, bedii duyguların mecmunudur.
7) Türklerde, bir cemiyetin içtimai bünyesi birdenbire yükselebilir. Bir kavmin içtimai bünyesi, az zamanda, aşiret bünyesinden il bünyesine, küçük ilden orta ile, orta ilden büyük ile, büyük ilden de en büyük ile kadar çıkabilir.
8) Bir kavmin siyasi bünyesi de tudunluktan yabguluğa, yabguluktan hakanlığa, hakanlıktan ilhanlığa yükselebilirdi.
9) Medeniyetini değiştiren bir millette hars da değişirdi. Fakat bu değişme, suni bir surette olmazdı. Tabii bir tekâmülle kendi kendini bir anda en yukarıya kadar aşarak çıkardı, kendi kendine husule gelirdi.
10) İktisadi silsileimeratibi de birer birer geçerdi.
a) Avcılar,
b) Sürü sahipleri,
c) Tarancılar (ekinciler, çiftçiler),
ç) Şartlar (tüccarlar),
d) Sanatkârlar.
Göktürklerle Oğuzların ataları demirci idiler. Demirciye Moğollar “Darhan” derlerdi. Dokuz atası demirci olan adam, “Şaman” olurdu. Şamanların büyüklerine “Tarhan” adı verilirdi. Bundan anlaşılır ki demircilik eski Türklerce sanatların en muhteremi idi.
Medeniyeti tetkikteki nisbî kolaylık: Harsı teşkil eden duygular, deruni ve samimi oldukları için görülmeleri ve tetkik edilmeleri pek güçtür. Medeniyetse, hariçte, tebellür etmiş mefhumlardan, kaidelerden hülasa, bir sürü müesseselerden mürekkep olduğu ve müesseseler harici bir gözle şeyi bir surette tetkik olunabildikleri için harsa nispetle daha kolay tetkik olunabilirler.
Bundan dolayıdır ki bir milletin harsına dair bir tarih kolayca yazılamaz. Fakat bir medeniyet hakkında tarih yazılabilir. Bir milletin geçirmiş olduğu medeniyetler tetkik olunurken bu beynelmilel hayatlar içinde her millette, millî harsın nasıl inkişaf ettiği ve nasıl istikametler aldığı sezilebilir; mesela, İslamiyetten evvelki Türk harsı:
1) Aksâ-yı Şark Medeniyeti’nde yaşayan bir Türk harsı idi.
2) İslamiyetle beraber devam eden Türk harsına “İslam Medeniyeti’ndeki Türk Harsı” dendi.
3) Tanzimat’la başlayan Türk harsına da “Garp Medeniyetindeki Türk Harsı” deniliyor.
Binaenaleyh, Türk Medeniyeti Tarihi’nin Kurûn-ı ûlâsında bunlardan birincisini, Kurûn-ı vustâsında ikincisini, Kurûn-ı cedidesinde üçüncüsünü göreceğiz.
Bu kitap, iki kısma taksim edildi. Aksâ-yı Şark Medeniyeti, ehemmiyetine mebni, birinci kısmı işgal etti. Şark ve Garp medeniyetlerinin her ikisini, bir tek kısım addetmek kâfi geldi. Muhteviyatı vasi olduğundan, bu eser, mufassal bir kitap hâlini aldı. Talebemiz için büyük olduğundan, bu eserin bir de küçüğünü vücuda getirmek lüzumu hasıl oldu.

3. Göçebelik ve Türk Töresi
İçtimai bünyeviyât: İçtimai bünyeviyât, öyle bir ilimdir ki bize, coğrafi muhitin cemiyetler üzerindeki tesirini öğretir.
Türklerin coğrafi sahası o kadar geniştir ki Türkler için yalnız bir türlü coğrafî muhit gösterilemez. Türklerden henüz Sibirya’nın buzlu çöllerinde yaşayan Yakutlar bulunduğu gibi, henüz Altaylarda yaşayan Barabalar[2 - Esas metinde “Barabiniz”dir. Doğrusu “Baraba” olmalıdır. Bk. Reşit Rahmeti Arat, Türkiyat Mecmuası, X (1951-1953) s. 59-138.] vardır. Bunların fevkinde Kara – Kırgızlar, Kırgız – Kazaklar, Başkurdlar, Kara – Kalpaklar ve Türkmanlar gelir. Bunlar henüz “İl” hayatı yaşamaktadırlar. Bunların fevkinde Tarancılar, Şartlar, Kaşgar Türkleri, Şimal Türkleri, Özbekler ve Türkiye Türkleri gelir.
Bugün, Çin Türkistan’ı olan Kaşgar ülkesinde üç renkte çadır görülür:
1) Kara Çadırlar (Mahkûm olan Kara Kemiklerindir).
2) Ak Otaklar (Hâkim olan Ak Kemiklerindir).
3) Kızıl Otaklar (Altun Kemiklerin yani Altun Kemik olan Tiginlerindir. Vaktiyle bütün hâkimiyet, bu Altun Kemiklere aitti).
İçtimai hayattaki tebeddüller: Leon Cahun,[3 - David Leon Cahun (1841-1900): XIX. yüzyıl sonlarında başlayıp XX. yüzyıl başlarında hızlanan “Türkçülük hareketleri üzerinde tesirleri bulunan ve “Gök Bayrak” adlı tarihî romanı dilimize çevrilen Fransız yazar ve tarihçisidir.] Kırgız kelimesine yanlış mana vermiştir. Ona göre, Kırgız kelimesinin manası “serseri” ve “derbeder”dir.
Hâlbuki Kırgızlar, illerinin ve adlarının menşeini “Kırk Kız”da görüyorlar. Bir hakan kızının maiyyeti olan bu kırk kız, bir gece sabaha doğru sultanları ile beraber kalkmışlar; tenezzüh için kıra çıkmışlar, parmaklarını altun ışığın lemasiyle parlayan bir ırmağın suyuna daldırmışlar ve bundan dolayı kırkı da gebe kalmış. Sarayda bunların gebe kaldıkları duyulunca kırkı da beraber bir dağa nefyedilmişler. Onların doğurdukları erkek ve kız çocuklardan, “Kırgız İli” vücuda gelmiş. Monageun[4 - Hakkında bilgi bulunamamıştır.] neşrettiği Fransızca yeni bir coğrafya kitabının beyanına nazaran, “Kazak” kelimesi “Kaz” toteminden müştakmış: Kazak “kazlı” demekmiş. Bu surette, Kırgız kelimesi, “Kırk Kaz” kelimesinin muharrefi olabilir. Kırgızlar bütün cemiyetlerde mevcut bir enmuzec değildir. İstiklalini çok seven ve bundan dolayı ilhanlıklardan uzak, dağlarda yaşayan bir ilin adıdır.
Kazaklık ne demektir?: Hükümdarlarla yahut iktidar mevki’nde bulunan beylerle geçinemeyerek çöle çıkan kaçaklara “Kazak” derlerdi. Mete, Attila, Selçuk, Cingiz, Timur, hürriyetleri için ilk evvel kendi metbûlarına karşı “Kazak” olmuşlardı.
Kazaklar, Kırgızlar gibi, hususî bir il değildi. Her il’in kaçaklarına “kazak” denilebilirdi. Kırgız Kazaklar, Ejderhan’daki Ak Ordu Devleti’nin kazakları idi. Sonra bunlar, Kırgız – Kazak namıyla yeni bir il vücuda getirdiler.
Leon Cahun’un bir hatası da eski Türklerin ziyafet günlerinden mada günlerde, hiç koyun, öküz ve at kesmemeleri idi. Bunun sebebi de sürünün azalmaması imiş.
Hâlbuki eski Türklerde her gün toylar (ziyafetler) ve şölenler (ziyafetli millî içtimailer) olduğu gibi, bunun haricinde de her ev kendi kendine ziyafet çekerdi. Eski Türkler, bütün zamanlarını güzel yemek, güzel giymek, güzel yaşamakla geçirirlerdi. Eski Türkler dünyanın en çok tehlike arayan bir kavmi olduğu gibi, en çok zevkler ve eğlenceler içinde yaşayan bir kavmi idi. Sürüsünün azalacağını hiç düşünmezdi. Hatta, sürüsünün yağma olunmasından da o kadar endişe etmezdi. Şu darbımesel, şu atasözü, bize: “Türkmen göçüdür vara vara düzelir.” diyerek sürüsü yağma edilmiş bir ilin ne suretle eski hâlini bulduğunu anlatır.
Leon Cahun, bir noktada daha aldandı: Ona göre eski Türklerin İslamiyeti pek sathi kalmıştır. Eski Türkler, Musevilik, Nestûrilik, Manîlik, Ateşpereştlik, Mecûsîlik gibi birçok dinlerden geçtiler. En nihayet İslamiyet’te karar kıldılar. Fakat onların fıtri temayülleri bunlardan hiçbirine müteveccih değildi. Türk, fıtraten “Budist” idi. Vecd ile kabul ettiği din, ancak “Budistlik” idi.
Leon Cahun, Şamanizmin ancak eski Türklerin sihri sistemi olduğunu, eski Türklerin dinî sisteminin ise Toyonizm adını verebileceğimiz hususi bir dinden ibaret bulunduğunu bilmiyordu. Eski Türklerin Budizme karşı değil işte bu Toyonizme karşı fıtri temayülleri vardı.
Bu hakikatin bir delili de Bilge Han’a kayınbabasının söylediği sözlerden anlaşılır: Bilge Han, kayınbabası olan bir Tarhan’a, Buda dinine girmek istediğini söyledi. Kayınbabası dedi ki: “Bu tasavvurunuz, iki sebepten dolayı caiz değildir:
1) Buda dini hayvan eti yemeyi meneder. Biz ise daima toylarımızda ve şölenlerimizde, av ziyafetlerimizde hayvan eti yeriz.
2) Buda dini, harbi kabul etmez, kan dökmenin şiddetle aleyhindedir. Bizim ise avcılıkla muhariplik, iki iktisadi istihsal menbamızdır. Biz yalnız millî mefkûreler için değil, biraz da güzel yaşamak ve karnımızı doyurmak için harb ederiz.”
Leon Cahun’un bir başka hatası daha vardır. Diyor ki: “Göçebeler, coğrafi muhitin icbariyle zaruri olarak göçebedirler. Bunlara oturmak imkânı hasıl olduğu dakikada, derhâl göçebeliği bırakıp oturak hâline girerler.”
Fakat, Leon Cahun bilmiyor ki; göçebeler nazarında, göçebelik hâli, onların hürriyet ve istiklalini temin eden içtimai bir vaziyettir. Bu hususta da Bilge Han’a, kayınbabasının verdiği cevap, göçebelerin ne düşündüğünü gösterir!
Bilge Han, kayınbabasına bir şehir tesis ederek milleti ile beraber orada yaşayacağını bildirdi. Kayınbabası dedi ki: “Şehirde ve köyde yaşamak, bizim işimize gelmez. Şimdiye kadar, hür ve müstakil kalmamız, göçebelik sayesindedir. Göçebe olduğumuz için, istediğimiz dakikada Çin’e akın ve çapul yaparız. Çinliler, işten haberdar olup seferberlik ilan edinceye kadar, biz aile çadırlarımızla beraber, Çinlilerin yetişemeyeceği uzak ülkelere çekilmiş bulunuruz. Bu suretle Çinliler, isterlerse beş yüz binlik, hatta bir milyonluk askerle üzerimize gelsin, bize hiçbir şey yapamaz.”
Bu sözler, Bilge Han’ı, şehir yapmaktan vazgeçirdi.
Selçukname müellifi de bu kitabında yazıyor ki: “Dayım daima bize nasihat ederdi, derdi ki: Sakın olmaya ki şehirlerde oturasınız, yerleşesiniz. Zira şehirde oturanların ili ve boyu malum olmaz, asalet ve şerâfeti kalmaz; beylik ve asalet, ancak göçebelikte ve Türkmenliktedir.”
Görülüyor ki göçebe, kendi hâlini oturakların hâline tercih ettiği içindir ki, “mukim” kalmamakta idi. Göçebelik, bir aşiretin, yahut bir ilin daimî seferberlik ilan etmesi demekti. Bu seferberlik ya taarruzi, yahut tedafüi olurdu. Bu seferberlik, tedafüi olursa meşru idi; tecavüzi olursa, bugünkü kanaatimize göre, meşru değildi. Fakat mütemeddin olmayan kavimler için, bu da bir iktisadi servet menbası idi. Eskiden beri birçok kavimler, iller ve aşiretler, akın ve çapullarla zengin olmuşlardı. Eski Türklerin geçinme yollarından biri de, maetteessüf, bunlardı. Charles Gide,[5 - Charles Gide (1847-1932): “Nimes Okulu” diye adlandırılan “Kooperatifçilik Okulu”nun kurucularından, Fransız iktisatçısıdır.] hırsızlığı bile iktisadi bir istihsal müessesesi addediyor. O hâlde, akın ve çapul da bir nevi iktisadi istihsal menbaları sayılabilir. Bunlar, eski medeniyetlerde “normal” müesseselerdi; fakat bugünkü medeniyette “normal” değil, “marazi”dir. Mamafih, bugünkü günde de en mütemeddin milletler harp esnasında, akın ve çapulun eşnasını yapmıyorlar mı?
Steinmetz’in[6 - Rudolf Steinmetz (1862-1940): Hollandalı sosyolog ve etnolog.] tasnifi: İnsanların iktisadi faaliyetlerine göre; “avcı”, “sürü besleyen”, “çiftçi” adları ile üçe ayrılması kaba bir tasniftir. Steinmetz adlı âlim, insanları bu noktainazardan yedi enmuzece ayırmıştır:
1) Âdi toplayıcılar: Bunlar, hiçbir alet, avadanlık yahut silah kullanmaksızın, yollarında rast geldikleri nebati mahsullerle küçük hayvanları toplayarak geçinirler.
2) Avcılar, mütenevvi bir zümre teşkil ederler: Bunların bir kısmı av avlarken, aynı zamanda, tabii mahsulleri iktitaf ederler. Diğerleri halis avcıdırlar. Bazıları da avcılık ve balıkçılık arasında dönüp dururlar. En sonkiler, avcılığa iptidai bir ziraat yahut iptidai bir sürü besleyicilik ilave ederler.
3) Balıkçılar, tabiatıyla avcıların taksimatını muhtevidir.
4) Göçebe çiftçiler yahut çiftçi avcılar.
5) Oturak çiftçiler: Henüz dûn bir mevkidedirler, tali olarak avla, nakliyecilikle, sürü beslemekle de meşgul olurlar.
6) Yüksek çiftçiler: Bunlar, gübre vermek, araziyi iska etmek, mütekâmil aletler kullanmak usullerini de tatbik etmektedirler.
7) Kendi sürüleri ile beraber dolaşan göçebe sürü sahipleri.
Türkler, bu yedi enmuzecten hangisine tekabül eder? Şüphesiz, yedincisine!
Eski Türkler, göçebe idiler; fakat aynı zamanda içtimai hayat itibariyle yüksek bir enmuzece mensuptular. Türk illerini, Arap, Kürt, Berber aşiretlerine benzetmek doğru değildir: Onlar, henüz aşiret devrini geçememişlerdir. Eski Türkler ise kaç kere siyasi hayatın tudunluk, yabguluk, hakanlık enmuzeclerinden geçerek ilhanlık enmuzecine kadar yükselmişlerdir. Türklerin en aşağı derecesi, ildir. İl ise bir aşiret değil küçük bir millettir.
Türk hayatının en tabii şekli ve en hakiki enmuzeci, “İlhanlık”tı. Eski Türklerin siyasi hedefi daima bu enmuzece ulaşmaktı. Mamafih, ilhanlık Türklerin elinden çıktığı zamanlarda da onların amcazadeleri olan Tatarların eline geçerdi. Yalnız bir kere Moğolların eline geçti. Fakat bu zamanlarda da umum Turan’da resmî lisan, ancak Türkçe olurdu. Resmî kanun da Türk töresinden ibaret bulunurdu.
Çingiz hükûmetinin törecisi de Dokuz Oğuzlardan “Ye-lu Ta-şi” adlı bir tigin idi. Bir gün bu prens Çingiz Han’a dedi ki: “Bir saltanat, at üzerinde tesis olunabilir; fakat at üzerinde idare olunamaz.”
Çingiz Han’ın hükûmeti, bir ilhanlık değil bir saltanat idi. Zira, bu devlet Moğolların Türklere musallat olmasından hasıl olmuştu. Türk ilhanlıkları, demokrat ve hürriyetperver oldukları hâlde, bu hükûmet, asıl illere “Kara Ulus” diyordu. Çingiz Hanlılar, Şarki Türkistan’da, Çağatay lisan ve edebiyatını; Şimal Türklerinde, “Altun Ordu” lisan ve edebiyatını yani Özbekçe ile Kıpçakçayı husule getirdiler. İlhanilere tabi olan İran’da da, Câmiu-t Tevârîh,[7 - 1248-1318 yılları arasında yaşamış, İlhanlılar devrinde Türk-Moğol tarihine dair büyük bir eser meydana getirmiş olan tabip ve devlet adamı Reşidü’d-Din’in eseri.]Cihângûşâ-yi Cüveyni,[8 - 1226-1282 yılları arasında yaşamış, İlhanlılar devri idare adamlarından, meşhur münşive tarihçi, Cüveynî’nin eseri.]Ravzatu’s-Safâ,[9 - 1433-1498 yıllarında yaşamış, İranlı tarihçi Mirhorid’un eseri.]Habibü’s-Siyer[10 - 1475-1535 yılları arasında yaşamış, son Umurlular devri tarihçilerinden Hondmir’in eseri.] gibi tarihler yazdırdılar. Bu tarihlerde, Çingiz Han’ın, “Türk Han” ve “Oğuz Han”ın torunlarından olduğunu gösteren şecereler düzdüler ve Türk hanları arasına “Moğol Han” adlı bir Moğol’u koyarak Oğuzlar’ı yani Türkmenleri ondan ürettiler.
Çingiz Yasası’nın, Timur Tüzüklerinin, hatta İslam devrindeki Hakâniyye, Selçukî, Osmanlı, Ak Koyunlu, Ramazan oğulları, İran’daki Afşar ve Kaçar devletlerinin ilk kanunnameleri, umumiyetler Göktürk töresinden ve Oğuz töresinden alınmışlardı.
Eski Türklerin göçebelikleri ile töreleri arasında bir münasebet vardı. Göçebelikleri törelerinden ve töreleri de göçebeliklerinden feyz alıyordu.
Coğrafi muhitin içtimai enmuzeclere tesiri: Türklerdeki muhtelif içtimai bünyeleri yapan, coğrafi muhittir. Eski Türklerin içtimai muhitlerindeki başlıca amilleri şunlardı:
1) Irmaklar ve dağlar: Tudunlukları vücuda getirdi.
2) Vahalar: Yabgulukları vücuda getirdi.
3) Çitler ve serhadlar: Hakanlıkları vücuda getirdi.
4) Çöl denizi: İlhanlıkları vücuda getirdi.
Irmaklar ve dağlar: Irmak boyları, Oğuz boylarının vesair Türk oğuşlarının ve oymaklarının kışlakları idiler. Dağlar da bunların yaylakları idi. Boyları, oğuşları, oymakları vücuda getiren bu yaylaklarla kışlaklardı.
Görüyoruz ki, bir nevi içtimai enmuzec, muayyen bir coğrafi muhitin mahsulüdür. Kışın kendileri ve sürüleri, kendi ırmaklarından su içer, ırmakları kenarında sürülerini otlatır, avcılık ve balıkçılık ederlerdi. Civarlarında yabancılar ve düşmanlar varsa onlara akın ve çapul yaparlardı.
Yaz gelince kendi yaylaları olan dağa giderek ormanlarda, kuş vesair hayvanlar avlayarak beslenirlerdi.
Vahalar: Her vahada, bu ırmaklardan ve dağlardan külliyetlice vardı. Her il kendi vahasında, kendi boyları, oğuşları, oymakları adedince ırmak ve dağ bulmak mecburiyetinde idi.
Vahalar, kum çölleri vasıtasıyla birbirinden ayrılmışlardı. Bir vahadan diğer bir vahaya geçebilmek için, gerek kendilerinin gerek hayvanlarının üç-dört günlük yiyecek ve içeceklerini beraberlerine aldıkları mekkâri hayvanlarına yükleyip, beraber götürmek mecburiyetinde idiler. Zira, bir vahadan diğer vahaya gidebilmek için en az üç-dört günlük yol vardı. Bu yolda ise ne bir damla su ne bir yaprak ot, ne de avlanacak en küçük bir hayvan bulunmazdı.
Demek ki vahalar, birbirinden kum çölü ile ayrılmış yeşil otlaklardı. Buralarda sudan başka her türlü ağaç, bostan, sebze ve yemiş bulunurdu.
Bundan başka, hesapsız av hayvanları ve lezzetli balıklar bulunurdu.
Bir vahaya giren, çiçekli, ağaçlı ve ırmaklı bir çemenzâra girdiğini anlardı. Burası çöllerin içinde bir mamure, cehennemlerin ortasında bir cennet gibi idi.
İşte, illerdeki maşerî vicdanın vahdetini, cemiyetin tesanüdünü vücuda getiren bu vahalardı. Vaha, harice karşı “kapalı” bir cemiyetti. Dâhile karşı da daima içtimai hâlinde bulunan büyük bir aile mesabesinde idi.
İzdivaç, ilin dâhilinde olmak lazım geldiği için ne yabancı bir erkek ne de yabancı bir kız, ilin içine giremezdi.
Vaha içinde, binicilikte birinci bulunan Türklerin bir iki saat zarfında birleşmeleri gayet kolay olduğu için her gün, hanlar hanı, beyler beyi, bir toy yahut bir şölen yaparak bütün ili davet ederdi. Bunlar yiyip içtikten, yeni elbiseler giyinip borçları da verildikten sonra, davet sahibinin teklifi ile evinde her ne var ise umum davetliler tarafından yağma edilirdi.
Bu hâl de gösteriyor ki, her il, daimi yardımlaşma hayatı yaşayan, harice karşı kapalı bir aile enmuzecinin teşkilatını muhafaza eden kapalı bir cemiyetti.
Toy ve şölen ziyafetlerini yapanlar bazen de şair beylerdi. Bir oğlu olmak isteyen, bir toy yaparak koyundan “koç”, attan “aygır”, deveden “buğra” kırdırır; tepe kadar et yığar, göl gibi kımız sağdırır, bütün İç-Oğuz’u, Taş-Oğuz’u davet eder; aç olanı doyurur, çıplak olanı giydirir, borçluların borcunu verirdi.
Eski Türklerde “İl teşkilatı” mukaddesti. İl beyleri kerametli idiler. Bunlar, ne zaman hep birden yüz göğe tutsalar, el kaldırıp dua etseler, duaları müstecâb olurdu. Zira o zamanda beylerin alkışı alkış, kargışı kargıştı. Yani, duaları dua idi, bedduaları beddua idi.
Görülüyor ki bütün illeri yapan, vahalardır. Vaha büyük olursa içindeki “il”de büyük olurdu. Vaha küçük olursa içindeki “il”de küçük olurdu. İl, vahanın aynası idi. Bir Türk ilini gördüğünüz zaman, onun nasıl bir vahadan çıktığını anlayabilirsiniz.
Çitlerden hakanlıklar nasıl doğardı? Hakanlıklar da çetelerden yahut çitlerden doğardı. Çin, Hint, İran, Rus, Finova, Macar, Ulah, Bulgar gibi, Türk serhaddinde bulunup da Türk hâkimiyeti altına girmeye kabiliyetli olan milletlere “Çit Milletleri” yahut “Çete Milletleri” unvanı verilirdi. İşte, hakanlıklar, Türk serhatlarındaki gibi mekel milletlerden doğardı. Türk hakanlığı, mutlaka, yakınında istismar edebileceği, iktisaden kuvvetli, askerlikçe zayıf bir iki millete muhtaçtı. Türk hakanlığını doğuran ve besleyen, işte bu zayıf milletlerdi. Görülüyor ki, Türk hakanlıkları da coğrafi bir vaziyetten doğuyordu.
İlhanlıklar nasıl doğardı? “Turan” yahut “Büyük Türkistan” dediğimiz vasi kıta, muazzam bir kum denizinden ibarettir. Vahalar, bu kum denizinin adalarıdır. Arabalar, develer, atlar, öküzler de bu denizin gemileridir.
Bu muazzam denizin adaları arasında seyrüsefere hiçbir mâni yoktur. Yolun zâd ve zahiresini beraber alan bir kervan, bu denizin bir ucundan öteki ucuna kadar gidebilir, turan kıtasının ülkeleri arasında gidip gelmek için hiçbir hail yoktur: Ne aşılmaz dağlar ne geçilmez ırmaklar, ne mürur edilmez göller ne de ubûr edilmez denizler yoktur. Macaristan’dan Mançurya’ya kadar, gayet geniş bir kıta vardır ki, bir Türk, atına binerek bu kıtanın bir ucundan öteki ucuna kadar hiçbir haile rast gelmeksizin gidebilir.
Türk ilhanlığının haliki işte bu denizdir. Bu kum denizi olmasaydı hiçbir vakit Türk ilhanlığı meydana gelmeyecek idi.
Mamafih, bu ilhanlığın teşekkülü ne kadar kolaysa inhilali de o kadar kolaydı; zira, ilhanlık, doğrudan doğruya fertlerden mürekkep olmayıp hakanlıklardan mürekkep idi. Hakanlık da fertlerden mürekkep olmayıp yabguluklardan mürekkepti. Yabguluk da doğrudan doğruya fertlerden mürekkep olmayıp yabguluklardan mürekkepti.
Türk hakanlığı ve ilhanlığı, bir ilden çıkar. Bu il, en büyük il ise iki misli büyük illerden mürekkeptir, büyük illerdense iki misli orta illerden terekküp etmiştir, orta illerdense iki misli küçük illerin birleşmesinden hasıl olmuştur.
Görülüyor ki, Türk cemiyeti, illerin tezâufu ile tekâmül etmiştir. Bu cemiyetin inhilali de tenâsuf tarikiyle olur.
Türk cemiyetinde, “tali zümreler” iyice erimemiş, cemiyet “kıt’avî” şeklinden çıkamamıştır. Tali zümreler iyi erirse “mesleki zümreler” vücuda gelmeye başlar. “İçtimai taksîm-i âmâl” mükemmellesin cemiyetin tali zümreleri bu mesleki zümreler olmuş olur. O zaman cemiyete de “müteazzî cemiyet” adı verilir.
Müteazzî cemiyetler kolayca inhilal etmezler. Çünkü bunların zümreleri, birbirleriyle zeveban ederek imtizaç etmişlerdir. Kimyadaki “imtizaç” da bunun gibidir.
Türk devletinin birdenbire parlaması ve sönmesi: Tudunluk hâlinde bir Türk devleti teşekkül ederse, onun, az zamanda ilhanlığa kadar çıkması mümkündü. Türk devleti, bir merdiven gibi idi. Onun bir basamağına ayağını basan, orada daimi surette kalamazdı. Mutlaka, ya inecek yahut son basamağa, yani ilhanlığa kadar çıkacaktı.
Türk milleti, başka milletlere benzemezdi. Başına bir kahraman gelirse siyasette ve medeniyette birdenbire parlar, siyasi ve medeni seviyesi birdenbire yükselirdi. Başında bir kahraman bulunmazsa inkısama ve inhilale başlardı. İnhitata başlayınca da bir an içinde sönüp giderdi.
Bu hâlin sebebini arayalım:
Türk devletinin inkırazını çabuklatan amil, hükümdarın vefatından sonra eyaletlerin şehzadeleri arasında taksim edilmesiydi. İslamiyet’ten sonra gördüğümüz misaller, İslamiyetten evvelki ahvali de bariz bir surette gösterir:
Kaşgar’daki Hakaniyye Devleti’nde, her eyaletin başında bir “tigin”in hükümran olduğunu görüyoruz. Selçukîlerde de her vilayeti idare eden bir “şehzade” idi. Harizmşâhîlerde, Çingiz Hanîlerde, Timurîlerde de aynı hâl görülür.
Yalnız Osmanlılar, bir şehzadeden fazlasını öldürmekle devletin merkeziyetini temin etmişlerdi. Fakat bu hareket de son derece vahşiyane idi.
Devletlerin birdenbire parlaması da, birleşmeleri de, gayet kolay teşkilatların yan yana bulunmasındandı.

4. Medeniyet ve Irk
Medeniyet zümresi ve ırk: Bazı müellifler, Türkleri bazı müesseselerinin yahut kelimelerinin müşterek olması dolayısıyla “Altay” ırkından veyahut “Ural-Altay” ırkından sayıyorlar. Bazı müesseselerin müşterek olması yahut adlarında iştirak bulunması, böyle bir ırkın mevcudiyetini temin edemez.
Irklar, birtakım teşrihî enmuzeclerdir ki, kafa tasının, uzun yahut yassı olmasıyla; saç, sakal ve bıyıklarının da siyah veyahut kumral olmasıyla taayyün eder.
Medeniyet zümresine gelince, bu teşrihî vasıflarla teşahhus etmez. İçtimai müesseselerin müşterek olmasıyla taayyün eder.
Türklerin akrabalığı aranırken medeniyet zümrelerinin bazı müşterek müesseselerine istinat ederek onlar vasıtasıyla akrabalık aranmamalıdır. Türkler, muhtelif zamanlarda, Çinlilerle, Tibetlilerle, Moğollarla, Tunguzlarla, Finovalarla, Macarlarla aynı ilhanlığın müşterek siyasi bayrağı altında, müşterek bir siyasi hayat yaşadıklarından ve müşterek bir medeniyet zümresi içinde, müşterek bir medeniyet hayatı yaşadıklarından, birçok müesseseleri müşterek olmuştur.
Siyasi ve medeni iştiraklerden doğan müşareketleri, ırki bir vahdetin tecellileri gibi görmemelidir.
Türklerin öteden beri kaç kere ve ne kadar müddet ilhanlık teşkil ettikleri malumdur. Hatta Tatarların ve Moğolların yaptıkları ilhanlıklar da asırlarca Türklerin -aynı bayrak altında- birleşmesini temin etti. Çünkü bu ilhanlıkların umumi ve resmî, hatta edebî lisanı Türkçe idi. Umumi harsı, Türk harsı idi.
Türkler, Altay ırkına ve Ural-Altay ırkına mensup değillerdi. Türkler, bunlarla uzun müddet, siyasetçe veyahut medeniyetçe beraber yaşamışlardı. Türklerin bunlarla görülen, az çok zahirî müşabehetleri, bu müşterek hayatın neticeleridir.
Türk ırkına dair tetkikatta bulunan Eugene Pittard[11 - Eugene Pittard (1867-1942): İsviçreli Antropolog. Cenevre Üniversitesi Antropoloji profesörü olup sözü edilen “Irklar ve Tarih” adlı eseri, 1924 yılında yayınlanmıştır.] “Irklar ve Tarih” adlı eserinde diyor ki: “Türkler, kendi başlarına bir ırktırlar. Başka ırkların birisinden ayrılmış değildirler. Türklerle Moğollar ve Tunguzlarla Tatarlar, aynı ilhanlıkların asırlarca devam eden müşterek terbiyesini almışlar ve mütekabilen birbirini temsil etmişlerdir.”
İlhanlıklar bulunmadığı zamanlarda da müşterek bir medeniyetin müşterek bir medeni hayatı bulunurdu. İşte, Türk âleminde “ırk” adı verilen, müşterek evsafın menşei, bu iki camiavî hayattır. Türklerin Moğol, Tunguz, Samoyed, Finova, Macar gibi kavimlerle olan bazı müşareketleri de şu siyasi ve medeni iştiraklerin neticeleridir.
Türklerin Menşei: Eski Türkler ayrı bir ırk oldukları için asıl ve menşeileri olamaz. Türkler, kablettarih zamandan beri müstakil bir ırktırlar. Müstakil bir ırk teşkil edecek kadar da çokturlar. Eugene Pittard diyor ki: “Türklerin kati menşeini bize kim söyleyecek?” Biz burada umum Türklerden bahsedeceğiz: Garbî Türkler, umumiyetle Oğuz ve Karluk hâkimiyeti altında yaşayan Türkmanlardır. Biz Türkman ile Türkmeni ayırıyoruz. Türkmanlar, “Salur Kara Han” ve “Çanak Han”, “Satık Buğra” ve “İlik Han” adlarını da taşıyan bir “Hâkâniyye Devleti” hükümdarının zamanında İslamiyeti kabul eden ve henüz İslamiyeti kabul etmemiş olan Şark Türkleri ile mücahede eden, bir iller ve kavimler müctemiâsı idi.
Türkman kelimesi: “Türk’e benzeyen” demekti. Aralarında din farkı olduğu için doğrudan doğruya “Türk’üz!” diyemiyorlardı.
Türkmenlere gelince bunlar, Türkmanlar arasında henüz “il hayatı” yaşayan ve hâlâ göçebeliği terk etmemiş olan bir Oğuz ilidir. Bunları Yörüklerle karıştırmamalı.
1) Çıtaklar: Bunlar, Selçukîlerle beraber gelmişlerdi.
2) Yörükler: Celâleddin Harizmşâh ile gelmiş olan Türkmenlerdir. Misal: Çavdarlar, Tekeler, Karamanlar, Sarılar, Kara Keçiler, Kanglılar, Kara-Papaklar, Yomutlar (Hamîd Oğulları), İlbeğliler, Köklenler, Salurlar ilh.
3) Azerî Türkmenler: Bunlar Ak Koyunlular ve Kara Koyunlularla beraber gelmişlerdi.
4) Çığlar: Bugünkü Türkmenlerdir. Bunlara hususi olarak, “Türkmen” demeli. Türkman hepsinin müşterek adıdır. Bu Türkmenlerden Maraş’ta “Dulkadırlar”, Adana’da “Ramazan Oğulları” devletleri teşekkül etti.
Istılahlar: Cemiyet kelimesi iki muhtelif manada kullanılmaktadır. La societe ve l’association manalarında bunlardan birincisi, tabii ve devamlı olan siyasi zümrenin adıdır. İkincisi, suni ve devamsız olan şair zümrelerin unvanıdır.
Camia Kelimesi: Bu kelimenin Fransızcası yoktur. Camia, birçok cemiyetleri muhtevi olan cemiyetler cemiyetidir. Mesela Aksâ-yı Şark Medeniyeti Camiası, Türk Camiası deriz. “Milletler Cemiyeti” yerine de “Milletler Camiası” demek daha doğrudur.
Hülasa, cemiyet, içinde yaşadığımız siyasi ve iktisadi zümredir. Camia ise cemiyetler cemiyeti demektir. Cemiyetin medeni, dinî, kavmi ilh. Camialarının cemiyet üzerinde tesirleri vardır, cemiyetin de kendi camiaları üzerinde tesirleri olduğu gibi.

1. Bölüm

1. İslamiyet’ten Evvel Türk Dini
Eski Türkçede Din Istılahları: Eski Türkler dine, “Nom”[12 - Kaşgarlı Mahmud, Divânı Lügâti’t-Türk, yay. Besim Atalay, TDK, Ankara, 1940-1943, C. m, s. 137. Notlarda bizim verdiğimiz sahifeler hep bu baskıya aittir.] adını verirlerdi. Din kitabına da “Nom” derlerdi.[13 - Cüveynî, Târih-i Cihângüşâ, yay. Muhammed Kazvînî, GMS, Leiden, 1911, C. 1, s. 10.] Türk dininin ruhani reislerine “toyon” adını verirlerdi. Kâhin ve sihirbaza da “Kam” derlerdi. “Şaman” kelimesi, bu “Kam” kelimesinden doğmuştur. “Şamanizm” eski Türklerde kehanetin ve ruhani tababetin ismi idi. Mamafih “Şamanizm” daha evvel mâderî totemizm devrinde bir “din” idi. “Toyonizm”den sonra sihir mahiyetine girdi. Bu sebeple sonraları Şamanizm, eski Türklerin dinî değil sihrî bir sistemi oldu. Avrupalılar, Türklerin bütün dinî sistemlerine “Şamanizm” demekle hataya düşmüşlerdir. Tarih sahnesine çıktıktan sonra eski Türk dinine, “Toyonizm” yahut “Nom” demek lazım gelir. Cihangüşâ’da, Türk dininde olanlara “Nomî, Nomiyân” deniliyor. Bu kitabın beyanına göre hakan huzurunda, Nomîler ile Kamlar imtihan olmuşlar. Nomîler, Kamları mağlup etmiş. Nomîlerin elinde “Nom” adlı bir kitapları da varmış. Eski Türkçede “Yalavı” sihir manasına idi. “Yalavaç” kelimesi, bu asıldan iştikak eder. “Yat”[14 - Divânı Lügâti’t-Türk, C. III, s. 3, 159, 307-8.] kelimesi de sihir demekti. “Yeşim” taşına, “Yat Taşı”, “Yada Taşı” denilirdi.
Eski Türklerde milletler din noktainazarından dört zümreye ayrılırdı: “Türk, Tat, Tatar, Tavgaç.”
“Türk” hem Türkçe konuşan hem de “Toyonizm” dininde olan milletlerdi.
“Tat”, Fârsîlere ve Türk olsun yahut olmasın umum kâfirlere ıtlak olunurdu.
“Tatar”, Türk dinine ve medeniyetine henüz girmemiş olan bedevi aşiretlere denilirdi. İhtimal ki; bunlar lisanca da Türk değildiler, Moğol, Tunguz yahut başka bir ırka mensuptular. Şimdiki Şimal Türklerine Tatar denilmesi yanlıştır. Tarihçe, yalnız, Avarlarla Suvarların ve Cücenlerin Tatar olduğu malumdur. Tatar kelimesi “Tat Eri” tabirinden doğmuştur. Türkler Tatarları millî düşman tanırlardı.
“Tavgaç” kelimesi “Tef” kelimesinden gelir. “Tef” kelimesi Mahmud Kaşgarî’ye[15 - Divânı Lügâti’t-Türk, C.I, s. 332.] göre “hiyle ve mekr” manasınadır. Binaenaleyh, “Tavgaç”, “hilekâr” demektir. Türkler Çinlilere “Tat” demezlerdi. Demek ki, din itibariyle Çinlileri kendilerinden ayırmazlardı.
Eski Türkler, Türkçe konuşmayan milletlere “sümlim” derlerdi. Hem lisanca, hem de dince Türk’e benzemeyenlere “Sümlim Tat” derlerdi. Bundan anlaşılıyor ki; “Türk” kelimesi Türkleri, diğer kavimlerden, yalnız, lisanca ve siyasetçe ayıran bir tabir değildi; onları din itibariyle de yabancılardan ayırıyordu. Zahiri iştikakına bakılırsa, “Türk” kelimesi, “Töreli” demektir. “Töre”, “teamül ve âdet”, “la coutume” manasınadır.
İlahların ve Ervahın Mahiyeti: Eski Türklerin dini bir nevi cemiyetsizlikti. Eski Türk dini, içtimai bünyenin tahavvüllerine tebean değişirdi. Eski Türk dininde her içtimai zümrenin maşerî vicdanı ya bir ilah yahut bir ruh suretinde idrak olunurdu. Binaenaleyh, içtimai zümreler ve cemiyet değiştikçe ilahlar da değişirdi. Eski Türklerde “Lâhût” tamamıyla “Nâsût”un bir makesiydi. Türk tarihine ait herhangi bir devrin ilahlarını bilirsek o devirde cemiyetin kaç aşiretten mürekkep olduğunu, bundan kolayca istinbat edebiliriz. Eski Türk dini “Totemizm” dini gibi bir “Cemiyetperestlik” idi. Fertler mensup oldukları cemiyete ve onun muhtelif zümrelerine taparlardı. Bunların maşerî vicdanları ferdî vicdanların fevkinde, gerçekten birer ilah gibiydi. Dinlerin mahiyetini anlamak için “Totemizm”e ait tetkikler kadar, Türk dininin tetkikatı da faideli olabilir. Fakat teessüf olunur ki, Avrupalılar, Türk dinini layık olduğu ehemmiyetle tetkik etmiyorlar. Biz burada, ilahların ve ervahın siyasi ve ailevi nasıl karşılaştığını ve her ilahın bir zümreye ait maşerî vicdana nasıl timsal olduğunu göstereceğiz. Bu tetkikler, siyasi cemiyet ve aile değiştikçe ilahların ve ervahın da aynı kanunlara tebean değiştiğini irâe edecektir.
Türk Dininin Mahiyeti: Eski Türk dini, zahirde bir naturizm yani “Tabiatperestlik”ti. Hakikatte ise bir “Sembolizm” yani “Timsalcilik”ti. Türkler, tabii mevcutlara ve hadiselere taparken bunların içtimai zümrelerin timsalleri olduklarını bilmezlerdi. Fakat bugünkü sosyoloji ilmi gösteriyor ki bütün eski milletler, cemiyete ve onun zümrelerine timsal ittihaz ettikleri eşyaya tapmışlardır. “Totemizm” devrinde bu timsaller, hayvanlarla nebatlardır. “Natürizm” devrinde, tabii mevcutlar ve hadiselerdir. “Politeizm” devrinde, teşahhus ettirilmiş ilahlardır. Fakat bunların hepsi maşerî vicdanların zahiri timsallerinden başka şeyler değildir. Bütün eski milletler, haberleri olmadan “Cemiyetperest” ve “Milletperest” idiler. Vatanperverlik ve aileperverlik, o milletlerde milletin vicdanına ve onun dâhilinde bulunan ailevi zümrelerin vicdanlarına tapmak suretinde tecelli etmişti. Onun için biz burada, dinî tekâmülün muhtelif safhalarını cemiyete ve aileye ait tekâmüllerle karşılaştırarak tetkik edeceğiz. Binaenaleyh, evvela Türk Devleti mebhasinde, gösterdiğimiz “İl”in, muhtelif tekâmül safhalarıyla dinin tekâmül safhalarını karşılaştıracağız.

2. Türk Medeniyetindeki İçtimai Tasnifler
Türk Medeniyetinin Esasları: Geçen fasıldaki sözlerden anlaşıldı ki, İslamiyet’ten evvel “Toyonist” Türkler, Fârsîlere kâfir nazariyle baktıklarından İran medeniyetine kıymet vermiyorlardı. Çinlilere karşı ise bir nevi ihtirazkâr hürmetleri vardı. Türklerin Çinlilere gösterdiği bu temayül, Çin harsı ile Türk harsı arasında bazı müşterek müesseselerin bulunduğunu ima eder. Milletler arasında müşterek olan müesseselerin mecmuu(nun), beynelmilel bir medeniyet vücuda getirdiğini yukarıda gördük. Acaba gerçekten Çinlilerle Türkler arasında müşterek müesseseler ve başka tabirle müşterek bir medeniyet var mıydı? Böyle bir medeniyet varsa başka milletler de buna dâhil olmamışlar mıydı?
Durkheim[16 - Emile Durkheim (1858-1917): Görüşleri Türkiye’de Ziya Gökalp tarafından temsil edilen ünlü Fransız sosyoloğu.] ile Mauss’un[17 - Marcel Mauss (1872-1950) Emile Durkheim’in yeğeni ve onun görüşlerinin takipçisi olan Fransız sosyoloğu.] “L’Annéé Sociologique”in VI. cildinde neşrettikleri “Tasnifin İptidai Şekilleri” unvanlı makale, bize Çinliler, Moğollar, Tibetliler, Kamboçlular, Siyamlılar ve Tunguzlar arasında müşterek olan birtakım iptidai tasnifler bulunduğunu göstermektedir. Vaktiyle “Millî Tetebbûlar Mecmuası”nın 3. sayısında neşrettiğim bir tetkiknamede, Türklerde de bu tasnifin bulunduğunu ve hatta Sibirya’nın Kuriyaklar ve Şukşalar gibi iptidai kavimleriyle Finovalar, Hintliler ve İranlılar arasında da bunun bazı izlerine rast gelindiğini göstermiştim.
Bu iptidai tasnifler ilk nazarda ehemmiyetsiz görünür. Bir medeniyetin temelini böyle esatire merbut tasniflerin teşkil edemeyeceğini itiraz olarak ileri sürenler bulunabilir. Fakat Durkheim ile Mauss, bu tasniflerin yalnız mevcudiyetini haber vermekle kalmadılar; bunların bir taraftan o zamanki içtimai mantığa esas olduklarını, diğer cihetten de içinde teşekkül ettikleri zamandaki içtimai teşkilatların doğru bir makesleri bulunduklarını meydana koydular. Sonradan Durkheim, “İlk Cemiyetlerde Dinî Hayatın İptidai Şekilleri” adlı kitabında, Mauss da Hubert’le[18 - Henri Hubert (öl. 1927): Durkheim Mektebi’ne mensup Fransız sosyoloğu.] beraber “Din Tarihine Dâir Tetkikler” adlı müşterek eserlerinde bu meseleyi tamik ettiler. Lâvy – Bruhl’da[19 - Lucien Levy-Bruhl (1857-1939): Fransız sosyoloğu.] “İptidai Cemiyetlerde Ruhî Ef’ûleler” adlı kitabında bu tasniflerin vücuda getirdiği iptidai mantığı tahlile ve bundan ilmî ve mücerred mantığa nasıl geçildiğini göstermeye çalıştı.
Bu iptidai tasnifler, Çin’de “Halk Taoizmi”nin esasını ve “Li-king” adlı mukaddes bir kitabın da mevzusunu teşkil eder. Çinliler eski zamandan beri “teknik”ler yani “fenniye”ler itibariyle çok ilerlemiş bir millet olduğu hâlde, bilgi noktainazarından bugün iptidai bir seviyededir. Çünkü Çin bilgisi hâlâ bu iptidai tasniflerin çerçevelerinden kurtulamamıştır. İleride görüleceği veçhile bir bina yapılacağı, bir mezar kazıtacağı, bir yolculuğa çıkılacağı zaman, hangi hareketin uğurlu yahut uğursuz olduğunu ancak bu tasnifler gösterir. Türklerin “Nom” adlı kitabıyla “Oğuzname” ismindeki kitabı kayboldukları için, bunlarda da, bir falnamenin mevcut bulunup bulunmadığını bilmiyoruz. Fakat Türklerde içtimai teşkilatın tamamıyla bu tasnife uygun olduğunu “Türk Devleti” ve “Türk Ailesi” mebhaslerinde gördük.

3. Türk Dininin Tekâmülü
Türklerde Dinî Tekâmülün Safhaları: Türk aşiretleri gittikçe tevahhud ederek “Küçük İl”, “Orta İl”, “Büyük İl” ve “En Büyük İl” safhalarından geçtiği gibi, Türk dini de tamamıyla bunlara mütenazır olmak üzere, “Küçük Natürizm”, “Orta Natürizm”, “Büyük Natürizm” ve “En Büyük Natürizm” safhalarından geçmiştir. Türk dininin bu tekâmülü ufkidir. Bir de amudi tekâmülü vardır ki, mükâfat ilahları olan yukarıki semanın tanrılarıyla mücâzât ilahları olan yer altı semasının ilahlarının tekabül etmesi suretinde inkişaf etmiştir.
Tsinlerin Dinî Sistemi / Küçük Naturizm ve Tsinlerdeki Tecellisi: Küçük Naturizm iptida “Tsin” kavminde görülmüştür. “Tsin” kavmi “Çin’e ismini veren ve Çin’de ilk defa olarak muhtelif hükûmetleri birleştirerek umumi bir imparatorluk kuran hanedanı vücuda getirmiştir. Edouard Chavannes’a[20 - Edouard Chavannes (1865-1918): Meşhur Fransız Sinolog ve Türkolog’u.] göre, “Tsin”ler Türk’tür. Bu kelime Türkçede “tosun” manasına yaklaşıyor. Türk kavimleri içinde “Tsin” ismine müşabih bir ad taşıyan “Tuhsin”lerdir. İhtimal ki; bu “Tuhsin”ler eski “Tsin”lerin bakiyyesidir.
Edouard Chavannes’nin Türkler Hakkında Nazariyesi: Edouard Chavannes “Türk Takvimi” adlı eserinde şöyle yazıyor: “Beş unsur nazariyesi” Çin’de doğmamıştır. Kablelmilat 370-335 tarihinde “Wei” ülkesinin hükümdarı olan “Houei” zamanında ve 311-279’da “Yen” ülkesinin hükümdarı “Tcav” zamanında yaşayan “Tseou-yen”dir ki; Çin memleketinde ilk defa olarak bundan bahsetmiştir. Fakat bunun telkinleri de aks-isedasız kaldı, Çinli ruhuna derin bir surette nüfuz edemedi.
Unsurların akidesi Çin tarihinde ancak “Che-hou-ang-ti”den sonra ehemmiyetli bir mevki alabildi. Filhakika “Su”yun bereketiyle hüküm sürdüğünü ilan ve bütün ölçüleri ve kanunları bu unsurların hassalarına göre tayin ve takrir etti. Bununla beraber, bu hükümdar atalarının misalini takipten başka bir şey yapmadı. Çünkü, unsurlar nazariyesinin esası “Tsin” hükümdarlarının çok eski bir zamandan beri aşağıdaki “Dört Hakan”a kestikleri kurbanlarda mündemiçtir: “Yeşil Han”, “Şan Han”, “Kızıl Han”, “Ak Han”.
O hâlde unsurlar nazariyesinin pek eski bir zamandan beri “Tsin” memleketinde mevcut olduğu görünür gibi oluyor. Fakat “Tsin” ülkesi, yabancı bir devlet olduğundan, “Tseou-yen” tarafından kendilerine öğretilinceye kadar Çinliler bunun cahili kaldılar ve ancak “Tsin” prenslerinin bütün Çin’e hâkim olarak, hariçten getirdikleri fikirleri Çinlilere ibram ile arz ettikten sonradır ki, Çinliler bunları kati surette kabul ettiler. Filvaki, “Tseou-yen” daha bidayette beş unsurdan bahsetti ve ondan sonra unsurlar daima beş sayıldı. Fakat pek eski zamanların itikatlarını değiştirmeden muhafaza eden din, “Tsin” ülkesinde yalnız dört hana ibadet edildiğini haber veriyor. O hâlde, o zaman yalnız dört unsur bulunduğu anlaşılıyor.
Vakta ki “Han” Sülalesi’nin müessisi olan Çinli “Lie-Qu-pang” “Tsin” ülkesini ele geçirdi; “Tsin” beylerinin yukarıdaki dört hana ibadet ettiklerini gördü (kablelmilat 205) ve taaccübünü bu suretle ifade etti: “Ben gökte beş sultanın olduğunu öğrenmiştim. Hâlbuki burada dört taneye inanılıyor. Bunun hikmeti nedir?” Kimse bu meseleyi izah edemediği için, kendisi şu yolda cevap verdi: “Anladım, bunların beşe baliğ olması için ben bekleniyordum.”
Edouard Chavannes, bu sözleri söyledikten sonra “Yukardaki Hanlar” unsurlar manzumesinin hususi bir hâli olduğunu ve unsurlar “Tsin”lerde dört iken, Çinliler’in ona bir beşinci ilave ettiklerini ve “Tsin”lerin ise Türk olduklarını, Türkler dört cihete merkezi karıştırmazken, Çinlilerin bu ananeyi Türklerden alarak dört cihete merkezi de ilave ettiklerini izah ediyor (Le cycle turc).

4. Dörtlü Timsallerin Türk Dinindeki Rolü
Dört Cihetin Totemizmle Münasebeti: Dört cihetin, evvela totemleri olduğu anlaşılıyor. Edouard Chavannes’in eserlerindeki bir kısa fıkra bize, dört cihetin ve merkezin totemlerini bildiriyor: “Li-Ki”’nin “Yue-ling” sahifesindeki aylık emirleri diyor ki: “Semanın oğlu ilkbaharın üç ayında ‘koyun’, yazın üç ayında ‘horoz’, senenin ortasında ‘öküz’, sonbaharın üç ayında ‘köpek’, kışın üç ayında ‘domuz’ eti yer.”
Dört Cihetin Dört Mevsimle Tekabülü: Vakıa, yukarıdaki ifadede totemler, mevsimlere ait görünür. Fakat dört mevsimin de dört cihetin timsallerinden başka bir şey olmadığı nazara alınınca totemlerin esasen cihetlere ait olduğu anlaşılır; “Tsin” dinine göre, şarkın mevsimi “İlkbahar”, cenubunki “Yaz”, garbınki “Sonbahar”, şimalinki “Kış”tır. Bu suretle, saydığım totemler, mevsimlerden ziyade cihetlerin totemleri olmak lazım gelir.
Dört Rengin Dört Cihetle Tekâbülü: Dört cihetin, timsallerinden biri de dört renktir. Şarkın rengi “Gök”, cenubunki “Kızıl”, garbınki “Ak”, şimalinki “Kara”dır.
Dört Hakanın İsimleri: Semanın dört manevi hakanı bu renklerle ifade olunmuştur:
Şarkta : Gök Han
Cenupta : Kızıl Han
Garpta : Ak Han
Şimalde : Kara Han
Dört Unsurun Cihetlere Tekabülü: Dört cihetin bir nevi timsalleri de unsurlardır. Şark’ın unsuru “Ağaç”, Cenup’unki “Ateş”, Garb’ınki “Demir”, Şimal’inki “Su”dur.
Timsaller aşiretlere aittir: Mamafih, bu timsallerin doğrudan doğruya dört cihete ait olmaları doğru değildir. Türk ilinin ilk safhası olan “Küçük İl” dört özden yani “aşiret”ten mürekkepti. Türk ili bir yerde konakladığı zaman, bu dört aşiretten her biri, dört cihetten yalnız bir yerde oturabilirdi veyahut hükmen o cihet kendisine aitti.

5. Türkçede “Mana”nın Mukabili
“Mana” Nedir? İptidai cemiyetlerde “Mana” denilen münteşir bir kuvvet vardır ki hangi cisme temas etse, ona, kudsiyet verir. İnsanlar, kudsiyet iktisap eden bu şeyi -ister bir ağaç yahut nebat olsun isterse Şair tabii mevcutlardan yahut hadiselerden bulunsun- ilah addederek ona taparlar. Eski Türklerde “mana” manasına delalet etmek üzere “kut” kelimesi vardı. “Kutlu” demek, “mukaddes” yahut “manalı” demekti. Kutlu olan mevcutlara ibadet edilirdi. Demek ki bunlar ilah mahiyetini haiz idiler. Eski Türkler, “kut”un bir nur sütunu şeklinde semadan indiğini görürlermiş. Tarafımdan “Altun Işık” tesmiye olunan bir nur sütunu her neye temas etse onu kutlu kılardı. Türklerin bir aşk-ı tabii geceleri de vardı. Bu gece esnasında, nur sütunu neye temas etse onu gebe bırakırdı. “Ak Kemik” ve “Altun Kemik” olan illerin hepsi bu suretle üremişlerdi.
Dört Renk “Mana”nın Dört Nev’ini Gösterir: Türk ili dört aşiretten mürekkep olduğu için “kut”un da dört nevi olmak lazım gelir. Her renk “kut”un bir nevini ifade eder.
“İl”in Timsalleri: Aşiretlerin birer totemi, unsuru, mevsimi, ciheti ve rengi olduğu gibi; dört aşiretten mürekkep olan “İl”in de bu neviden timsalleri vardı: Mesela “İl”in totemi “öküz”dü. (“Tibet Öküzü” denilen bir nevi “yak”tır. Türkçe adı “Kutas”tır. “İl”in rengi “sarı” yahut “altun”dur).
“İl”in Mevsimi: “Senenin ortası”dır. Bu sebeptendir ki kurban olan öküz senenin ortasında kesilir. Unsuru “toprak”tır. “Küçük İl” devrindeki Türkler, “İl”in umumi timsali olan mâbuda da “Oğan” adını verirlerdi. Altaylılara göre “Oğan”ın oğulları “Su Han” ile “Demir Han”dır.
“Su Han”ın “Kara Han”a ve “Demir Han”ın “Ak Han”a tekabül ettiği aşikârdır. (Bunlar arasında “Od Han”la “Ağaç Han” da olmalıdır ki sistem tamam olsun? fakat her nedense iki tanesi unutulmuştur).

6. “Yer Su”lar Nedir?
“Küçük Natürizm” devrindeki ilahlara “Yer S u” adı verilir. Bunlar “yer”in ve “su”yun hamileri hükmündedirler. “Küçük İl”de, “Yer Su”ların beş tane olduğunu gördük. Bunlardan, “Oğan” adlı olan bütün “İl”in timsalidir ve diğer “Yer Su”ların babasıdır. Küçük “Yer Su”ların, dört han olduğunu gördük:
Gök Han: Şarktaki aşiretin.
Kızıl Han: Cenuptaki aşiretin.
Ak Han: Garptaki aşiretin.
Kara Han: Şimaldeki aşiretin “yer su”larıdır.
“Yer Su”ların rolleri: Her “Yer Su” “kendi aşiretini, kan davasına, akıncılığa, harbe sevk eder. Mahmud Kaşgarî bunlara “Çıvı”[21 - Dîvân, C. III, s. 225.] adını verir. Ona göre, iki zümre kavga edecekleri günden evvelki gecede, bunların “çıvı”ları düello ederlermiş. Hangi “çıvı” galip gelirse, ertesi gün, onun çerisi[22 - Esas metinde, dizgi yanlışı olarak “ Çıvısı” denilmekle beraber “çerisi” olacağı açıktır.] galip gelirmiş. “Oğan”ın vazifesi kan davasına, akınlara mâni olmaktır: Bir ilin dâhilindeki aşiretler arasında akın ile kan davası olamaz. Akın, “İI” haricinde olur. “Oğan” bu kaidelerin nigehbânıdır. Rolü ile ait tesânüdü muhafaza etmektir.

7. “İl”in Mahiyeti ve Rolü
“İl” kelimesinin manaları: “İl”[23 - Divânı Lügâti’t-Türk, C. I, 9. 49,200.] kelimesinin en eski manası “sulh”tür. “Ilçi” kelimesi, bu manadan gelir; “Ilçi” bidayette “sulhçu” manasına idi. “Toyonizm” bir sulh dinidir. Bir cinsten olan aşiretler arasından kan davasını, akını ve muharebeyi bu din nehyetmiştir (Bir cinsten olan aşiretlerin mecmûnuna Şark Türkleri “budun” adını verirlerdi). “İl” dinî aşiret kavgalarına nihayet verince her “budun” ayrı bir hükûmet hâlini alırdı. Bu suretle “İl” kelimesinin ikinci manası da “devlet” oldu. “Orhun Kitabesi”nde “İl” kelimesi bu ikinci manada kullanılmıştır. Türklerin aşiret devri tarihten evvel geçmiştir. Tarih Türkleri “İl” hâlinde yani göçebe devletler şeklinde görmüştür.
“Küçük İl”de sulh mâbudu hangisidir? “Küçük İl”de sulh mâbudu “Ogan”dır; diğer “Yer Sular” aşiretlerini harbe teşvik ettikleri hâlde “Ogan” bunları harpten ve kan davasından meneder.
“İl” kelimesinin sonraki manaları: Sonradan “İl” kelimesi, Türk’ün her siyasi cemiyetine ıtlak olunmaya başladı. Bundan “halk” manası doğdu: “İl ile kara gün bayramdır.” Sonra bu halkın oturduğu ülke manasına gelmeye başladı: “İç-İl, Taş-İl, Rum İli” gibi. Daha sonraları; “yabancı” manasına gelmeye başladı: “Kâtib benim, ben kâtibin; il ne karışır.”

8. Türk Totemizmi
“Yer Su”lara ibadet nasıl yapılır?
Yukarıda gördük ki; mâbud ilkbaharda “koyun” yer. Demek ki bu mevsimde “Gök Han”a kendi totemi olan “koyun” kurban edilir. Diğerlerine kendi mevsimlerinde kendi totemleri kurban edilir. Totemler, “Totemizm” ibadetinin haricinde kesilemeyeceğinden bu kurban günleri, Avustralyalıların “İnti Şiyuma”sına muadildir.
Totemizmde Semiyyelerin Adları
Totemizm’de semiyyelerin adları totemlerin adları olmak gerek Halis “Totemizm” devrinde bu kaide mutlak surette caridir. Fakat Totemizm’in yalnız bazı izlerini muhafaza eden dinlerde, totem isimlerini semiyyelerde aramak lazım gelir. Bununla beraber, en eski Türk âleminde, bu totemlerin isimlerini taşıyan beş kavim görmekteyiz:
1) “Tuhsin” umumi il “tosun” manasınadır. Çinliler “Tsin” şekline sokmuşlardır. Bunlar müstakil Türk devleti yerine ilk defa olarak Çin’de büyük bir imparatorluk vücuda getirmişlerdir.
2) Hiung-nular, Hunlar, Kunlar gibi muhtelif adlarla anılan “Koyunlular”dır. Mahmud Kaşgarî’ye göre “Kun” kelimesi “Ârgu = Orhun” lehçesinde “koyun” manasınadır. Koyunlulardan “Mete” iki kere Çin İmparatorluğu eline geçmişken istemedi ve ilk defa olarak bir millî Türk İlhanlığı teşkil etti.
3) Şimalde Tunguzlara kendi ismini vermiş olan Türk şubesidir.
4) Garpta “İt Baraklar” ki “Oğuz Han” bunlarla harp etmiştir. Ve Çıçakları[24 - Bu kelime hakkında bk. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Selçuklu Târih ve Medeniyeti Enstitüsü yayınlarından, Ankara, 1971, s. 186.] üzerine göndermiştir. Bugün Birecik’te “Barak” isminde bir Türk ili vardır.
5) Cenuptaki “Yüeçiler” ki sonradan “Kuşan” adını aldılar. Bunların da “Kuşlar” olması mümkündür. Bu surette dört cihete ait totemler, dört cihetteki Türk kavminin isimlerini taşıdıkları gibi, merkezî totem de “umum il”in ismini yani “Tuhsin, Tuzun, Tosun” adını taşımakta idi.
Şu faraziyeye göre, kablettarih bir zamanda, Türkler böyle bir teşkilat hâlinde imişler:


Bu Tasnifin Çinlilerdeki Şekli: Bu tasnifin tafsilatını Çinlilerin “Taoizm” adlı dinî sistemlerinde görürüz. “Tao” Çince “tabiat” yahut “yol” demektir. “Taoizm” bir nevi “Tabiatçılık = Natürizm”dir. Bu, birbirine tedahül etmiş birtakım manzumelerden mürekkeptir. İstinat ettiği en esaslı umdelerden birisi fezanın dört asli cihetine göre taksimidir. Bu cihetlerden her birine, onun idaresine müvekkil olan bir hayvanın ismi verilir.
Şarkta : Gök Ejderha
Cenupta : Kızıl Kuş
Garpta : Ak Kaplan
Şimalde : Kara Kaplumbağa
Bu Tasnifin Çinlilerdeki Rolü: Her cihet, kendi hayvanının adını alır ve muhtelif hâllere göre uğurlu yahut uğursuz sayılır. Fezayı idareye memur olan timsali hayvanlar, sema gibi yeri idare ederler. Bir tepe yahut coğrafi bir teşekkül “Kaplan”a benzedi mi, “Taoizm”e göre, bu Kaplan’dır. Binaenaleyh garptadır. Bir “Ejderha”ya benziyor mu? O hâlde “Ejderha”dır ve şarktadır. Bir yerden göç edileceği zaman etraftaki eşyaya bakılır. Eğer bunlar kendi cihetlerine mütevâfık şekillere malik iseler, mesela garpta bulunanlar “Kaplan”a, şarkta bulunanlar “Ejderha”ya benziyorlarsa bu seyahat uğurludur.[25 - L’Annéé Sociologique, C. VI, s.– 56 (Z.G.).]
Türklerin “Tandırname Ahkâmı” ve “Keçe Kitâb” adlarını verdikleri kaideler, Çinlilerin “Taoizm” ahkâmına benzer. İkisi de aynı medeniyetin bakiyyeleridir.
Bu Tasnifler Türk’tür: Chavannes diyor ki: “Bu dörtlü tasnif Türklerde ve Çinlilerde başka başkadır. Çünkü evvela Çinlilerde unsurların sayısı beş olduğu hâlde, Türklerde dörttür. Sâniyen, Çinlilerde garbın unsuru “maden” olduğu hâlde, Türklerde “rüzgâr”dır. Türklerin dört unsuru Hintlilerin unsurlar tasnifine de benzemez. Çünkü Hintlilerde “ağaç” unsuru yerine “toprak” unsuru vardır. O hâlde, bu unsurlar hâlis Türk manzumesidir.
Bu tasnifte Türklerin dört hayvanı da Çinlilerinkilerden başkadır:


Türk Tasnifinin İcmâli: Türklerin dörtlü tasnifi şu veçhile ikmal edilebilir:


Bu tasniflerin esasları ve rolleri yalnız Türk teşkilatlarında vardır: Türklerde “Lâhûtî” tasnif, içtimai tasnifin aynıdır. Demek ki birinci ikinciden doğmuştur. Bu tasnifin en mühim rolü içtimai tesânüdleri takviyeye hadim olmasıdır. Çünkü içtimai tesânüd, mâbudlara yapılan ibadetlerle kuvvetlenir. İtikatlar da bu tesânüdlerin kuvvetlerini artırır. Çinlilerde ise bu tasniflerin içtimai teşkilatlarla hiçbir münasebeti yoktur. Demek ki bu tasnifler, Türk cemiyetinden doğarak sonradan Çinlilere geçmiş. Edouard Chavannes, bu tasniflerin “Tsin”ler tarafından Çin’e idhâl olunduğunu iddia ediyor. Bizim tetkiklerimiz de bu neticeye müncer oluyor.

9. Türk Takvimi
On iki Hayvan: Türk Takvimi de “Tsin” dininden doğmuş görünüyor. “Tsin” Türkleri her on iki seneye “Çağ” (Cycie) adını verirlerdi. Bu on iki seneyi on iki hayvanın adları ile ifade ederlerdi. Bu yılların adları: Tavuk, At, Tavşan, Öküz, İt, Domuz, Maymun, Yılan, Sıçan, Pars, Koyun, Timsah’tır.
Bir adam hangi hayvanın yılında doğmuşsa kendisine o senenin kudsiyeti isnat edilir. Mesela: “Falan adam koyun yılında doğmuş.” denildiği zaman âdeta totemi koyun imiş gibi addolunur. Bu takvim Çin’e, Tibet’e, Hind-i Cînî’ye, Mançurîlere ve Moğollara da girmiştir. Bunu da Çin’e sokanlar -Edouard Chavannes’e göre- “Tsin” Türkleridir. Hind-i Çînî’de bir hayvanın yılında doğan erkek ile kadın, başka başka “çağ”lara mensup olsalar bile birbiriyle evlenemezler. Yani erkek, birinci “on iki yıl”ın “Öküz” senesinde, kadınsa, ikinci “on iki yıl”ın yine “Öküz” senesinde doğmuş olsalar da yine birbirleriyle evlenemezler. Çünkü ikisi de “Öküz tevellüdlü”dürler. Mösyö Doolittle’in[26 - Hakkında bilgi bulunamamıştır.] beyanına göre, aynı hayvanın yılında doğanlar, birbirinin tedfin merasiminde bulunamazlar.[27 - L’Annéé Sociologique, C. VI, s: 56 (Z.G.).] Bu hâller gösteriyor ki, bu hayvanlar eski totemlerin bakiyyeleridirler. Zaten tetkik edilirse görülür ki dört cihetin totemleri de bu on iki hayvan arasındadır. Diğer isimler de bu dört hayvanın -Çinlilere nazaran- müteradifleridir. Mesela, “Pars” “Köpek”in müteradifidir. “Sıçan” “Domuz”un müteradifidir. Bu minval üzere bu on iki hayvanı dört cihetin üç takım hayvanlarına irca etmek mümkündür. Türk takvimindeki hayvanların isimleri şu veçhiledir:[28 - Bu listedeki isimler için bk; O. Turan, On iki Hayvanlı Türk Takvimi, İstanbul, 1941, s. 104-106.]


Ayların Adları: Türkler seneyi, dört cihetin totemleri ile ifade ettikleri gibi, senenin aylarını da yine dört cihetin totem isimleri ile ifade ederlerdi: Mahmud Kaşgarî’ye göre, Türkler İlkbahar aylarını “oğlak”a nispet ederlerdi (Malumdur ki koyun, kuzu, keçi, oğlak kelimeleri mukaddes mantıkça birbirinin müteradifleriydiler).
İlkbaharın birinci ayına “Oğlak Ay”, ikinci ayına “Ulu Oğlak Ay”, üçüncü ayına “Ulu Ay” denilirmiş. Diğer aylar da bu minval üzere, yani mevsimlerin totemleriyle adlanırmış.[29 - Kaşgarlı, Divân, C. I, s. 347.]

10. Hiung-nuların ve Oğuzların Dinî Sistemi
Bu sistemin müessisi kimdir?
Çin’in Orda vilayetinde milattan iki yüz dokuz sene evvel “Mete” adlı bir hükümdar vardı. Bu zat Hiung-nuların, yani Koyunluların hükümdarı idi. Bu zat yirmi dört tümen (On bin neferden mürekkep kıtaya eski Türkler “Tümen” derlerdi.) süvari askeri vücuda getirdi. Bunları iki kola ayırdı. Her kolu bir beylerbeyinin kumandasına verdi. Ve bunlardan başka, orduda altı büyük amirlik tesis etti. Yani yirmi dört boyu, altı büyük kısma ayırdı. Ananeye göre Türklerin menkıbevî bir hükümdarı vardır ki o da aynı teşkilatı vücuda getirmiştir.
Bu ananevi hükümdar “Oğuz Han”dır. “Oğuz Han” da “yirmi dört boy” vücuda getirmiştir. Güya Oğuz Han’ın altı oğlunun yani “Gün, Ay, Yıldız” ve “Gök, Dağ, Deniz” Hanların dörder oğlu olmuş ve “Oğuz Han”ın yirmi dört torunundan yirmi dört boy vücuda gelmiş.
“Gün, Ay, Yıldız” Hanlar büyük oğulları olup bunlardan “Sağ Kol” olan “Boz Oklar” üremiştir. Küçük oğulları olan “Gök, Dağ, Deniz” Hanlardan da “Sol Kol”u teşkil eden “Üç Oklar” vücuda gelmiştir.
Görülüyor ki “Oğuz Han” ile “Mete” birbirine benziyor. Hâlbuki müşabehet, bundan ibaret değildir. “Mete” ordusunu kuvvetlendirmek için ıslık çalan gayet müthiş bir ok icat etmiş ve ordusunu bu ok ile teslîh etmiş. “Oğuz Han”a gelince, bunun ismi olan “Oğuz” kelimesi “Ok” ve “öz” tabirlerinden mürekkeptir. Binaenaleyh bu tabirin manası “Ok Eri” yahut “Ok Aşiretleri”dir. “Mete”nin “Ok Eri” olması, meşhur ıslık çalan “ok”u icat etmesinden dolayıdır. Oğuzların da bu adı almaları, “Mete”nin tesis ettiği yirmi dört tümenin torunları olmalarındandır. İhtimal ki “Mete”, daha o zamanda ordusuna “Ok Erleri, Okçular” adını koymuştur. Oğuzların yirmi dört boyu, bu ordunun yirmi dört tümeninin devamından ibaret olduğu için, bu adı muhafaza etmişlerdir. “Ok” cevheri bilhassa Oğuz İli’nin iki koluna ait isimlerde tezahür ediyor: “Boz-Ok, Üç-Ok.”
“Oğuz Han” ile “Mete”nin aynı şahsiyet olduğuna başka delil de vardır: “Oğuz Han” babası ile harp etmiş ve babası bu harpte maktul düşmüş. “Mete” de Çin tarihlerine göre, babası ile harp etmiş ve babasını öldürmüştür.
İlk vakada da evlat ile babanın arasını açan bir anne yahut üvey annedir. Bundan başka “Mete” ile “Oğuz Han”ın aynı milletlerle muharebe etmeleri ve bütün Türk illerini bir hâkimiyet altında toplayarak bir “Turan İlhanlığı” vücuda getirmeleridir. En sonra ikisinin de yeni bir din ve yeni bir “Yasa” tesis ederek meydana çıkmalarıdır. Bundan başka, ananeye göre, “Oğuz Han” teşkilatını tamamlamaya muvaffak olan, veziri ve oğulları üzerinde vasisi, meşhur “Irkıl Ata”dır. Oğuz İli’ni yirmi dört boya ayırarak her birine bir ad, bir mâbud, bir ongun, bir sünük, bir damga veren “Irkıl Ata”dır.
“Orta İl” ve Bünyesi: “Oğuz Han”ın tesis ettiği yeni il, iki “Küçük İl”in birleşmesinden husule gelmiştir. Mesela “Boz Oklar” bir küçük ildir. “Üç Oklar” da diğer bir küçük ildir. Bunların birleşmesinden yeni bir il vücuda geldi. Bu ile “Orta İI” adını vereceğiz ki “Küçük İl” dört cihetten mürekkep olduğuna göre, “Orta İl”in sekiz cihetten mürekkep olması iktiza eder. Bu sekiz cihetten ikisi hakan ile hatuna, altısı altı oğula aittir.



11. Oğuz Teşkilatının Çin’deki Şekli
İkili, Dörtlü ve Sekizli Tasniflerin Çin’deki Mahiyeti:
Dörtlü ve sekizli tasnifler, Çin’de skolastik felsefenin, dinî falnamenin ve ananevi mantığın esasını teşkil ederler. Bu felsefeye göre “Yang” adını alan (-) işareti, erkek, ziya, hayır alametidir. “Yen” adını alan (– -) işareti dişi, zulmet ve şer alametidir.
Çinlilerde bu ikili tasnif, diğer tasniflerin esasıdır. Hatta, dörtlü tasnif bile Çinlilerde bu iki işaretin ikişer ikişer birleşmesinden husule gelir:


Bu kadroların muhtevaları şunlardır:
1) Güneş, hararet, zekâ, gözler, ilh.
2) Ay, burûdet, ihtiraslar, kulaklar, ilh.
3) Yıldızlar, fecir, şekil, burun, ilh.
4) Seyyareler, gece, insan, teselli, ağız, ilh.
Bu iki işaretin üçer üçer birleşmesinden de sekizli tasnif vücuda gelir:


Muhtevaları:
1) Gök, halis erkek.
2) Buğu, tesâudât, küller.
3) Ateş, hararet, ziya.
4) Yıldırım
5) Rüzgâr.
6) Su.
7) Dağlar.
8) Yer, halis dişi.
Bu iki işaret dörder dörder birleşir. Bu suretle de 64 şekil vücuda gelir. Çinlilerin beş kitabından biri olan “Yi-king” adlı kitap bu 64 şeklin tegayyüründen ibarettir.
Çinlilerde “Yang” ile “Yen”in Müsavi Olmaması: Çinlilerde ikili tasnifin iki haddi olan “Yang” ile “Yen” kıymetçe birbirine müsavi değildirler. Bu sebeple “Yang” olan şeyler “öz, yahşi, uğurlu” oldukları için “âlî”dirler. “Yen” olan şeyler de “yavuz, yaman, uğursuz” oldukları için “sâfil”dirler. Kadının Çin’de hukukça “dun” olmasına, bu tasnifteki vaziyeti de tesir etmiştir.
Türklerde İkili Tasnif: Türk tasnifi Türk ilinin demokrat olduğunu gösterir. İkili tasniften tutunuz on yedili tasnife kadar gördüğümüz tasniflerdeki kadrolar birbirine müsavi idiler. Mesela, dörtlü tasnifte “Gök, Kızıl, Ak, Kara” zümreleri birbirine müsavi idiler. Sekizli tasnif de böyledir.
Zümrelerin bu müsaviliğinden dolayıdır ki; Türk ili, esasen demokrattı. Türk ilinin feodal, aristokratik ve emperyalist olması, sonradan husule gelen marazi bir yeniliktir.
İkili tasnifin iki türlü olduğunu söylemiştik. Birisi Çinlilerin “Yang” ve “Yen” kelimelerine muadil olan “Ak” ve “Kara” tasnifidir.
“Ak” “Kara”dan “âlî” ve Kara, Ak’a nisbetle “sâfil” oldukları için, bu iki sınıf birbirine müsavi değildiler.
Tasniflerin ikincisini de “İç” ve “Dış” tabirleriyle ifade edebiliriz: “İç İl, Dış İl” gibi. Her il’in “kut”u kendisine mahsus olduğu için, yalnız kendi fertleri ona mahremdirler. Başkaları bunu mukaddes yapmakla beraber ona namahremdirler. İşte bu “İç” ve “Dış” kelimeleri “mahrem” ve “namahrem” manalarını ifade etmektedir. Kadınla erkek, bu tasnife girmişlerdir. Bu sebepledir ki, Türk hukukunda kadınla erkek, birbirine müsavi addolunmuşlardır.

12. Oğuz Dinindeki İçtimai Timsaller
Oğuz Dininin Bünyesi: Oğuzların teşkilatı tahlil edilince görülür ki; “Boz Ok” ve “Üç Ok” adlı iki küçük ilin birbirinin müsavi ve mütemmimi olmak üzere ittihat etmesinden, “Oğuz İli” vücuda gelmiştir. Bu ittihatta “Boz Oklar” sağ kolu, “Üç Oklar” sol kolu vücuda getirdi. Bu ittihat şu veçhile oluyor: Sol kolu teşkil eden küçük ilin beş, “Yer Su”yu olduğunu biliyoruz. Bunlardan yalnız “Oğan” ile “Su Han” ve “Demir Han” kalıyorlar. Diğer ikisi, ortadan çekiliyorlar. Fakat şurası da var ki; Oğuzlar da “Oğan”a “Gök Han”; “Su Han”a “Deniz Han” “Demir Han”a “Dağ Han” adları verilmiştir.
Sağ kolu teşkil eden “Boz Ok” adlı küçük ilin timsalleri semada aranıyor ve “Gün, Ay, Yıldız” birer tanrı olarak üç-öz (aşiret) ün timsalleri oluyor.
Görüyoruz ki; iki küçük il birleşirken üçlü oluyorlar. İkisinin mecmunu altı ediyor. Ve altı sayısının arkasında bir 8 adedi vardır. Hakan’la Hatun “Orta İl”i temsil etmek üzere, bu altıya ilave olunuyorlar. Hakan’la Hatun’un semavi timsalleri “Gök Tanrı” ile “Yer Su”dur.
Ongunlar: Eski Oğuzcada “ongun” “totem” demektir. Altı özün ongunları şunlardır:


Oğuzlarda her öz, kendi ongununu mukaddes tanır; ona ok atamaz, öldüremezdi. Totemler de böyledir. Yalnız, altı aşiret totemlerden ibaret olan adlarını terk etmişler yahut unutmuşlardır. Çünkü “boy” teşkilatı kuvvetlenerek “öz” teşkilatını gölgede bırakmıştır. Bu sebepledir ki ongunlar boylara isnat olunuyor, fakat her dört boyların aynı onguna ve aynı tanrılarla yer sulara malik olması, boyların kuvvetlenmesiyle özlerin ikinci safhaya çekildiğini gösterir.
Sünükler: Devlet bahsinde görüleceği veçhile, altı özden her birinin bir sünüğü (söğüşü) de vardı. Boy beyleri şölende (millî ziyafette) kesilen kurbanların her etini yiyemezdi. Her öze mensup boy beyleri etlerin yalnız muayyen bir parçasını yiyebilirlerdi. Sünükler şunlardır:
1) Hakan – Baş
2) Gün Han özü – Sağ karı yağrın ve ucayla
3) Ay Han özü – Sağ aşıklı
4) Yıldız Han özü – Üyegü (üyece)
5) Gök Han özü – Sol karı yağrın
6) Deniz Han özü – Sağ aşıklı
8) Hatun – Ucayla
7) Dağ Han özü – Karın
Sağ kan yağrın “sağ but “demektir. Aşıklı malum. Uca – Divanı Lügât’a[30 - Kaşgarlı, Divân, C. I, s. 87.] göre “sırt eti”dir. Üyegü “kaburga” tarafıdır.
Bu tasnif, Çinlilerin 8’li “Taoizm” tasnifiyle karşılaştırılırsa ikisi arasında münasebet ve belki de ayniyet olduğu görülür. Çinli tasnifinin birinci zümresinde “sema” mâbudiyle beraber “baş” sünüğünü görüyoruz. Sekizinci bölümünde, “Yer” mâbudesiyle “Karın” sünüğünü görüyoruz. İkinci bölümde de “güneş” mâbudiyle “uyluk” sünüğünü görüyoruz. Uyluk burada “but” manasınadır.
Çinlilerin “Taoizm” tasnifinden üç bölümüne misal:
1) Sema = Kien, Cenupta, ziya umdesi, erkek, hareketsizlik, kuvvet “baş”, gök kubbesi, baba, hükümdar, yuvarlaklık, cada taşı, maden, ayni, kızıl, iyi at, ihtiyar at, büyük at, bir eğri kılıç, ağaçların yemişi ilh.
2) Yer = Kwun, şimalde, zulmet umdesi, dişi, yer umdesi, itaat, mevâşî, kadın, ana yer, elbise, kazan, çokluk, kara büyük yük arabası.
3) Güneş, nüfuz, rüzgâr, orman, uzunluk, yükseklik, kümes hayvanı, uyluklar, büyük kız, ileri ve geri hareketler yüzde üç kazanç ilh.

13. Yakutların Dinî Sistemi
Eski Türk dini, Yakut Türklerinde hâlâ yaşamaktadır. Seroşevskiy’nin,[31 - Yakutlar üzerine yaptığı çalışmaları ile tanınan Rus Türkoloğu.] Fransızca “Dinlerin Tarihi Mecmuası”nda, Yakutlara dair neşrettiği tetkikname, bu din hakkında oldukça malumat vermektedir.
Yakutlara göre “il”, iki koldan mürekkep olduğu gibi ilahlar da iki kola ayrılır: Dokuz-Ağa Uza, Sekiz-Ağa Uza.
Dokuz-Ağa Uza: Mâbudların dokuz baba aşiretleri semadadır. Bu sebeple onlara, “tenger” yani “tanrılar” denilir. Her tanrı sağ kolun yani “Dokuz Ağa Uza”nın bir aşiretinin timsalidir.
Yakutlarda tanrılar millî ittihadın timsali, sulhun hamisi, saadetin menbâı, müsavi surette âdil ve umum için hayırhah olan bir ittihat meclisi mahiyetindedir. Dikkate şayandır ki, bu kola mensup olan ilahların hepsi, semanın yüksek tabakalarında ikamet ederler, insanların işlerine asla karışmazlar. Hayatın cereyanı üzerinde, bunların tesiri, aşağıdaki kola mensup olanlarınkine nispetle daha azdır. Aşağıdaki kolun ilahları hadidü’l-mizâc, intikamcû, yere çok yakın, kan rabıtaları ile insanlara akraba ve çok kuvvetli bir aşiret teşkilatına maliktirler. Rusların Yakut ülkesini fethetmelerinden evvel, Yakut milletinin reisi ve ittihad meclisi, Yakut hayatında, yukarıki kola mensup ilahların tesirine benzer bir tesir yapıyorlardı.
O zaman ittihat meclisinin başında “Tigin” unvanıyla sırf ismen mevcut bir reis vardı. Bunun gibi, semadaki ilahların başında da “Art Toyon Ağa” adlı büyük bir ilah vardır ki; semanın dokuzuncu tabakasında oturur (Yakutların bir rivayetine göre, semanın tabakaları on iki, diğer rivayetlere göre on yedi yahut beştir). “Art Toyon”, kudretli olmakla beraber, gayri müessirdir. Timsali olan güneş gibi nur saçar ve yıldırımın sesiyle tekellüm ederse de insanların işine pek az karışır. Yevmi ihtiyaçlar için ona müracaat beyhudedir: Ancak fevkalade zamanlarda onun huzuru ihlal edilebilir; mamafih, bu anlarda bile, insanların işine karışmak lütfunu pek az gösterir. Bu ilahın namına, ilkbahar iziyahîleri yani şenlikleri yapılır ki, bunlar, millî ittihadın bayramlarıdır. Gençler bu ilahın şerefine kımızla dolu olan dokuz kaseyi, dokuzar kere içmekle ve millî ittihadın “Ayhal, Uruy, Ayhal!” naralarını atmakla ona ibadet etmiş olurlar. Çünkü bu ilah kan dökülmesini sevmediği için, namına asla kurban kesilmez. Bu mâbud camia içinde intikam ilahı değil, ancak sulh ve barışıklık ilahıdır. Binaenaleyh ona yapılacak ibadet de kansız, vecdli, neşeli olabilir. Mamafih, kan dökülmesini istemeyen, yalnız bu ilah değildir. Semavi ilahların hiçbirisine kurban takdim edilmez. Bunlara mütevazi hediyeleri takdimi ile iktifa olunur. Yalnız, avcılık mâbudu olan “Bayanay” müstesnadır. Bununla beraber, bu semavi ilahlar arasında Yakutların hayatında mühim rol oynayanlar da vardır. “Dokuz-Ağa Uza”ya dahil olan semavi ilahlar dokuz aşirete münkasımdır. Birinci olan “Art Toyon”u anlattık. Diğerleri, şunlardır:
Yakutlarda Tanrılar: Yakutların dokuz kat gökteki tanrıları şunlardır:
1) Toyon Ağa.
2) Yaradan Ak Han (Yakutcası: “Ürüng Ayı Toyon”).
3) Tatlı Yaradan Anne (Nelbey Ayıı Kübey Hotun İye veya Nelben Ayıısıt).
4) Tatlı Doğurma Hanımı (Nalıgır Ayıısıt Hotun).
5) Yer Hanımı (Tarlaların, derelerin hanımı).
6) Cesegey Ayı. Yedi kardeşi vardır.
a) Korkunç Balta Han, Yıldırım Tanrısı (Sürdeeh Süge Toyon).
b) Işık ve Şimşek Tanrısı (Haan Caasın veya An Caasın).
c) Kader Tanrısı (Tanghasıt Cılga Haan).
ç) Savaş Tanrısı (İlbis Han).
d) Ruhların Öfkesinin Müjdecisi (Uordaah Casabıl veya Orduk Casabıl).
e) Lûtuflar Müjdecisi (Han İeyehsit Ecen Ayıı veya Han İeyehsit Erden Ayıı).
f) Kuşlar Tanrısı (Süng Haan, Süngken Erilik veya Ereli, Homporuun Hotoy Hotun).
7) Mevâşî Tanrısı (Moğol Toyon): Karısı Usun Kuobah Hatun (?). Beşinci gökte şarkta otururlar. Kudretli, zengin, hayırhahtırlar. Alacalı ve siyah hayvanı severler. Bu renklerdeki davarları besleyenler, bu iki karı koca tanrı nazarında teveccühe nail olurlar.
8) Avcılık Tanrısı (Baay Bayanay): Bir Tunguz gibi uzun saçları var. Bu evinden ziyade, çokça ormanlarda ve tarlalarda bulunan serseri bir tanrıdır. Avcılar avda muvaffak olamadıkları yahut içlerinden birisi hastalandığı zaman, bir siyah “manda” kurban ederler. Şaman, bu mandanın etlerini, bağırsaklarını yakar. Merasim esnasında, “Bayanay”ın bir tavşan pöstekisine sarılmış tahtadan bir tasviri, kesilen hayvanın kanı içinde yıkanır. Donların erimesi suları serbest bıraktığı zaman, suyun kenarına saçtan bir iple bağlanmış kazıklar çakılır. Bu ipe alacalı bezlerle saçlar asılır. Bundan başka suya tereyağı, çörekler, şekerler, paralar atılır. “Bayanay” bu armağanları arkadaşı olan Balıkçılar Tanrısı “Vondık (?)” ile paylaşır. Bu fakir olmakla beraber, daima şen, geveze, soytarıdır. Bundan başka, “Bayanay”ın daha yedi arkadaşı vardır ki, bunlardan üçü avcılara dost, diğerleri düşmandır.
9) Göğün yolunu bekleyen Tanrılar:
a) Kapıcı (Bosol Toyon) ve (Buomca Hotun).
b) Er Tanrısı (Bran Batır), domuzlar ahırının ve avlunun tanrısı (Alas Batır).
c) Muhtelif ateşlerin yedi kardeşi: Al Ot İccite, Bırca Bıtık, Kiriş Tölözer (?), Kündül Çagaan, Küre Çagaan, Hun Çagaan, Hatan Sütoya (?), Ilgın Arpaya (?). Bunlardan başka, “Moğol Toyon” ailesinden fakirler tanrısı “Mucera” (?) vardır ki bütün serveti şu türküde gösterilmiştir:
Üç balık tuzağı, üç ağ,
Üç beyaz inek,
Üç küçük kumral öküz.
Böyle fakir ailelerin tanrısı, yarım balıkçıların, yarım çobanların esirgeyicisidir. Yoksulların, kumral ve beyaz tüylü mevâşîsinin hamişidir.
Sekiz-Ağa Uza: Yakutlarda aşağı kola mensup ilahlar, yani “Yer-Su”lar, sekizdir.
1) Namütenahinin Ulu Hanı “Ulu Teye” veya “Ulu Toyon”.
2) Tunç Başlı Han “Altan Sabaray Toyon”.
3) “Talıırdaah Taan Taralıı Toyon” veya “Tasıırdaah Taan Taralıı Toyon”(?)
4) Günah Han “rah Toyon” (Aran “günah” demektir).
5) Balçık Yürekli Han “Bour Malaahay Toyon”.
6) Yakutlar Hastalığı “Terad” (?).
7) Çinli Baksay Han “Kıtay Bahsi Toyon”.
8) Namık Hanım “Namık Hotun”.
Aşağı koldaki ilahların reisi, “Ulu Toyon”dur.
“Ar Toyon Ağa” yukarıki kolun dokuz aşiret tanrılarına reislik eder. Kâinata kurbansız, ıstırapsız olarak yalnız tatlı bir saadet neşreder. Timsali olduğu müttehide reisi “Tigin” gibi iktidarsızdır. Aşiretlerin kan davası gibi ihtiraslarına timsal olan “Ulu Toyon” bilakis, yeryüzündeki ümitler, ihtiraslar, kederler, sevinçler, arzular, mücadelelerle dolu olan faal hayatı temsil eder. “Ulu Toyon” “hayat ve namütenahinin” füshatidir. “Ulu Toyon” esasen şerir değildir. Fakat insanlara yakın olduğu için, insaniyetin işlerine son derece alakadardır. Onu garpta üçüncü gökte aramak lazımdır. Fakat sebepsiz yere adını ağza almak caiz değildir. O ayağını yere basınca yer sarsılır. Yeryüzüne inen yalnız budur. O ayağını yere basarsa zelzeleler kopmaya başlar. Fani insan onun yüzüne bakacak olsa ödü kopar.

14. Altay Türklerinin Dinî Sistemi
Sağ Kol: Evvela, Altay Türklerindeki “Sağ Kol”u tetkik edelim. “Radloff”a göre Altay Türkleri dünyanın birçok tabakalardan mürekkep olduğuna inanırlar. Yukarıdaki on yedi semavi tabaka, “cennet” yani “ziya memleketi”ni teşkil eder; aşağıdaki yedi veya dokuz tabaka da “cehennem” yani “zulmet memleketini teşkil eder. Cennet ve cehennem tabakaları arasında insanların ikametgâhı olan “Yeryüzü” bulunur ki bütün sakinleri ile beraber her iki memleketin yani “cennet” ve “cehennem”in tesiri altındadır. Bütün iyi ruhlar, melekler, ilahlar, “ziya hükûmeti”nin en üst katlarında yaşarlar. Bunlar aciz insanları yaratır, himaye eder ve semaya alırlar. Çünkü ziya bütün insanların dostu, tabiatın bütün hayati tezahürlerinin bekçisidir. Zulmetin ait katlarında uğursuz ruhlarla insanlara zarar vermek isteyen, onları mahva çalışan ve nihayet bir çok mücadelelere rağmen onları aşağıya, ebedî zulmete çeken ilahlar bulunur.
Semadaki İlahlar: Semadaki on yedi tabakanın en yükseğinde, yani on yedinci tabakada bütün ilahların babası olan “Tanrı Kara Han”[32 - Bu isim, W. Radloff’un dilimize çevrilmiş bulunan (Sibiryadan, çev. Dr. Ahmet Temir, MEB, Ankara, 1954-1957) eserinde “Kayra” (C. II, kısım, I, s. 6-8) olarak geçmektedir.] sakindir. Oradan cihanın mukadderatını tayin eder.
“Kara Han”dan “tecelli=emanation” sureti ile üç büyük ilah vücuda gelir:
1) “Bay Ülgen” ki, göğün ön altıncı katında “Altun Dağ”da ikamet eder ve “Altun Taht” üzerinde oturur.
2) “Kızagan Tanrı” ki, göğün dokuzuncu katında oturur.
3) “Her şeyi Bilen[33 - Metinde bu kelimenin Almancası, “Allwissende”, kullanılmıştır ki Türkçesi: “Her şeyi bilen” demektir. Bk. Radloff, adı-geçen eser, C. II, kısım, I, s. 8.] “Mergen Tanrı” ki, göğün yedinci katında oturur. Yedinci katta göğü ve yeri aydınlatan “Gün Ana” adlı güneş mâbudesi oturur. Altıncı katta “Ay Tanrısı” oturur. Buna “Ay Ata” derler. Beşinci katta “en büyük yaradanlar yaradanı” olan “Kuday Yayuçı” oturur. “Yayuçı” “yaradan” manasınadır. Üçüncü katta “Bay Ülgen”in iki oğlu oturur ki, birincisinin Türkçe adı “Yayık”tır. Budistler buna “May Ene” derler. İkincisinin Türkçe adı malum değildir. Budistlerce adı “May Tere”dir. Yine bu katta “Süt Gölü” vardır ki, süt gibi beyaz olan bu göl bütün hayatların menşeidir. Onun yakınında “Yedi Kuday” yani “Yedi İlah”ın yurdu olan “Sürö-Dağı” vardır. “Yedi Kuday” tabileri olan “Yayuçı”larla beraber bu dağda yaşarlar. İnsanların cenneti olan “Ak” yani “Beyaz Ülke” de buradadır.
“Yer Su”lar on yedi handır. Bunlardan her biri büyük dağlardan birinin karlı tepesinde yahut bir ülkeyi sularıyla yeşillendiren bir ırmağın kaynağında oturur.
Bunların en kudretlisi, “Oğan”dır.[34 - Bu kelime Radloff da “Yö Kan” şeklinde geçmektedir. Bk. Adı geçen eser, C. II, kısım, I, s. 9.] O, yerin göbeğinde, yeryüzündeki ağaçların en yüksekleri biten, tepesi “Bay Ülgen”in yurduna kadar erişen bir çam ağacının bulunduğu, merkezî bir noktada oturur. Bu ağaç, “Ogan” gökteki en büyük tanrılara denk kılmak için bir timsaldir.
2 ve 3 “Oğan”ın iki oğlu vardır ki, birinin adı “So-Han”, ötekinin “Demir Han”dır. Bunlar insanların armağanlarını memnuniyetle kabul ederler.
4 “Talay Han” ki, deniz prensi ve ölenlerin hamisi olan bu mâbuda” “Yayık Han” yani “coşarak bayılmış su prensi” derler. “Talay Han”ın yurdu on yedi denizin dökülüp kavuştukları yerde olup yeryüzündeki bütün suların baş hükümdarıdır.
5 “Adam Han”dır.
6 “Mordo Han” yahut “Abakan Han” ki; Abakan Irmağı’nın kaynağında olup orada yağmur veren prens olarak kutlulanır.
7 Altay kavminin esirgeyicisi olan “Altay Han”dır ki; yurdu “Katunya” ve göklere yaklaşan “Beluha” kaynaklarındadır.
8 “Kemçik”in Yenisey kaynaklarının zengin sahibi olan “Kırgız Han”dır.
9 “Yabaş Han”dır.
10 “Eder Han”dır.
Diğer yedi “Yer Su” muhtelif illerde muhtelif tarzlarda adlanırlar. Şimali Altay’daki adlar, şu tarzdadır: “Yabır Han, Kara Han, Puysan Han, Perbi Han, Mansar Han, Pırçu Han, Oktu Han”dır.[35 - Bütün bu tanrı isimlerinin okunuşu için Radloff’un adı geçen eserine bakınız.]
Yeraltı dünyası: Yeraltındaki mâbuda Gök Türkler, “Yağız Yer”, Oğuzlar “Kara Yer” derler.

15. Yukarıdaki ve Aşağıdaki Tabakalar
İçtimai Tabakalar: Şimdiye kadar gördüğümüz totemler zümrelerin timsalleri oldukları gibi, sağ ve sol kollara ait tanrılarla yer sular da cemiyetin sağ ve solundaki “zümrelerin timsallerinden ibaretti. Aynı zamanda bu sağ ve sol totemlerle sağ ve sol mâbudlar birbirine müsavi idiler. Demek ki ilahlar aleminde demokratlık yani müsavat nehci caridir.
Fakat, vakta ki, cemiyet içinde, birbirine müsavi olmayan zümreler ve fertler vücuda gelmeye başladı; o zaman, totemler ve mâbudlar da zümrelerin timsalleri olmaktan çıktılar; fertlerin ve sülalelerin timsalleri oldular. Bu suretle, totemlerle mâbudlar da maşerî mahiyetlerini kaybederek ferdîleştiler ve sülalevi oldular. O hâlde, iptida, cemiyette husule gelen müsavatsızlığın, aristokratlığın, emperyalizmin ve feodalizmin menşeini arayalım.
Potlaç: “Potlaç”, iptidaî kavimlere mahsus gayet ehemmiyetli bir âdettir. Bu kaide, bilhassa, Şimalî Amerika’nın garp tarafında yaşayan “Tlingit, Haida, Kwakiutl” kavimlerinde kemaliyle caridir. Bu kaidenin esası, gayet müsrifâne, muhteşem bir ziyafettir. Bu ziyafette, misafirlerin yiyebileceklerinden çok fazla gıdalar, giyebileceklerinden çok fazla elbiseler ve bilhassa tepeler teşkil edecek kadar bakır kaplarla yorganlık pöstekiler vesaire yığılır. Davet sahibi, bütün bu şeylerin davetliler tarafından kaldırılıp götürülmesini teklif eder. Götürürler. Davetliler götüremedikleri takdirde bu yığılan eşya, sahibi tarafından tahrip olunur ve denize atılır. Mamafih, bu ziyafet, ilk nazarda görüldüğü gibi hasbi değildir. Bu ziyafet, davetlilere yapılan bir nevi meydan okumadır. Çünkü, âdet mûcibince, davetliler bu ziyafete çok faik bir ziyafetle mukabele etmeye mecburdurlar. Eğer davetliler, daha müsrifâne ve muhteşem bir ziyafetle mukabele edip evvelki ziyafete tefavvuk edemezlerse bütün haysiyet ve şereflerini kaybederler. O zaman ilk ziyafet sahibi, onlara ait maşerî totemi, kendi namına yahut sülalesi namı hesabına gasbeder. Bu suretle davet sahibi, davetine mukabele edemeyen zümreyi kendi hâkimiyeti altına alır.
“Totem”, maşerî vicdanın timsali olduğu gibi onun haiz olduğu velâyet-i âmmenin de timsalidir. Bir zümreye ait totemin bir ferd tarafından gasbedilmesi, o zümreye ait velâyet-i âmmenin kendi namına gasbedilmesi demektir. İptidaî cemiyetlerde “hâkimiyet” Totem’e sahip olanındı. Bu sahip, eğer bizzat cemiyetse, hükûmet, cumhurî ve demokrattı; eğer bir zümre ise hükûmet feodal ve aristokrattı, eğer bir ferd ise hükûmet otokrat ve emperyalist idi.
Umumiyetle, Totemizm’in ilk devrinde, semiyyeler, demokrat ve cumhurî idiler; hâkimiyet ferdî değil, maşerî idi. Demek ki; bütün cemiyetlerde, âmmeniruyelâyeti, ferdin velayetinden daha evvel teşekkül etmiştir. Çünkü bütün kavimler “İlk Totemizm” devrinden geçmişlerdir. Bunlar, cumhurî ve demokrat hâllerini Totemizmin ikinci devrinde kaybederler. Çünkü bu devrede “Potlaç” adlı yeni bir müessese zuhur ederek Totemlerin fertler tarafından, zümrelerden, kendi namlarına veyahut sülaleleri namına gasp edilmelerini intaç etti. Bu suretle cemiyetler, cumhurî ve demokrat hâlinden, feodal ve aristokrat şekline geçti. İleride göreceğiz ki; bu içtimai inkılâb, ilahlar ve ervah aleminde de yukarıki ve aşağıki tabakaları vücuda getirdi.
Potlaç ve Mukavele: Potlaç “mukavele”nin de menşeidir. Totemizm’in ilk devirlerinde, “mukavele” müessesesi de yoktu. Zümreler, kendilerine lazım olan eşyayı başkasından çalmakla yahut hibe tarikiyle malik olabilirlerdi. Potlaçta, bir tarafın kendi emvalinden hibe ettiği eşyaya mukabil, diğer taraf da kendisinin imal ve istihsal ettiği maddelerle mukabele etmek mecburiyetinde idi. Bu mukabeleyi yapamayan, derhâl maşerî prestijini, içtimai velayetini, umum arasındaki haysiyetini ve şerefini kaybederdi. Binaenaleyh, behemahal, mukabeleye mecburdu. “Sözünde durmak”, “ahde vefa” gibi şeyler bu suretle maşerî bir müeyyideye malik olmuşlardı.
Bugünkü Kürtlerde Potlaç: Potlaç’ın bir izine bugünkü Kürt aşiretlerinde tesadüf edilir: Bu iz “Kuryelik” müessesesidir. Bir baba oğullarını sünnet ettireceği zaman, evvela her çocuğuna bir “kirve” bulur.
“Kirve”nin iki vazifesi vardır:
Birincisi, çocuk sünnet olurken onu bir yastık üzerinde oturttuktan sonra çocuğu onun dizleri arasına verirler. “Kirve”, çocuk çırpınmasın diye kollarını elleriyle ve bacaklarını da bacaklarıyla muhkemce zapt eder. Bu sayede sünnetçi, işini büyük bir emniyet ile yapmaya imkân bulur.
“Kirve”nin ikinci vazifesi sünnet düğününün bütün masraflarını kesesinden harcaması ve sünnet yapan ailenin fertleriyle bütün davetlilere, hatta bütün köylülere, oba halkına ayrı ayrı hediyeler ve hilatlar vermesidir.
Fakat “kirve” bu masrafları büsbütün hasbi olarak yapmaz. Çocuğun babası “kirve”ye bu masraflarından daha kıymetli olmak üzere büyük hediyeler takdimine mecburdur.
Eğer çocuğun babası, “kirve”ye onun masraflarına faik hediyelerle mukabele etmezse halk arasında bütün şeref ve haysiyetini kaybeder. Binaenaleyh “kirve”nin büyük masrafları bir nevi ikraz mukavelesidir ki efkâr-ı âmmenin takbihi gibi, münteşir fakat çok kuvvetli bir müeyyideye malikdir. Bu müeyyide sayesindedir ki manen ikraz etmiş olduğu meblağları mürekkep faiziyle beraber almış olur.
Bundan başka “kirvelik” iki aile arasında akrabalıktan daha kuvvetli bir tesanüt ve teavün husule getirir, hatta, kadınlarla erkekler arasındaki kaçgöçü bile kaldırır.
Bu kaide, Cenubi Türkmenlerde de mevcuttur. Bunun Kürtlere, Cenubi Türkmenlerden geçmiş olması ve “sağdıç”lığın da bunun bir şekli olduğu, bazı emmârelerden anlaşılmaktadır.
Eski Türklerde Potlaç: Eski Türklerde potlaça benzer gayet müsrifâne, muhteşem bir ziyafet vardı ki adı “Toy”du:
“Dirse Han dişi ehlinin sözüyle ‘Ulu Toy’ eyledi, hacet diledi. Attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kırdırdı, İç Oğuz, Dış Oğuz beylerini üstüne yığınak etti.
Aç görse doyurdu. Çıplak görse donattı. Borçluyu borcundan kurtardı. Tepe gibi et yığdı. Göl gibi kımız sağdırdı.[36 - Dede Korkut kitabı, s. 5.]
Eski Oğuzların Hanlar hanı ve beylerbeyi ile beraber yirmi dört Oğuz beyini cami olan resmî toylarına “şölen” adı verilirdi. “Şölen” ziyafetlerinde de aynı masraflar ve israflar yapılırdı.
Eski Oğuzlarda mutlaka her gün, obaların birinde “şölen” vardı. Bütün beyler, bu “şölen”de toplanarak müzakereye ve ziyafete iştirak ederlerdi. Bu yerlerin halkı da resmî divanlara iştirak etmemekle beraber, ziyafete iştirak ederlerdi. Yerler, içerler, giyinir kuşanırlar, borçları verilirdi.
Mamafih bu ziyafetlerden hiçbiri “potlaç” mahiyetinde değildi. Eski Oğuzlarda “potlaç” müessesesini, tam olarak yalnız “Salur Kazan”ın evini yağmalatmasında görürüz.
“Salur Kazan”, “Korkut Ata” zamanında Oğuzların beylerbeyi idi. Hâkimiyet ismen “Bayındır Han”da olmakla beraber, fiilen “Salur Kazan”da idi. Bunun sebebi, “Salur Kazan”ın evini yağmalatması yani “potlaç” yapması idi:
“Üç Ok, Boz Ok yığınak olsa Kazan evini yağmalatırdı. Kazan bir gün yine evini yağmalattı. Ama Dış Oğuz beraber bulunmadı. Yalnızca İç Oğuz yağmaladı.”
“Ne zaman, Kazan evini yağmalatsa helalinin elini alır, dışarı çıkardı. Ondan sonra hazır bulunanlar yağma ederlerdi.”[37 - Dede Korkut Kitabı, s. 116.]
“Kazan”, bu suretle evini yağmalatmak sayesindedir ki; hem “İç Oğuz” hem de “Dış Oğuz” üzerinde bir prestij ve velayet sahibi olmuştu. Bu sebepledir ki, bu kere “Dış Oğuz”u yağma toyunda bulundurmamakla, onun üzerindeki velayetini derhâl kaybetti; “Dış Oğuz” beyleri bu haberi işitir işitmez, derhâl, “Kazan”a gelmeyi terk ettiler: “Dış Oğuz beylerinden Uruz, Emen ve kalan beyler bunu işittiler. Dediler ki: Bak bak! Şimdiye değin Kazan’ın evini beraber yağma ederdik. Şimdi neden beraber olmadık? İttifakla cemi Dış Oğuz beyleri Kazan’a gelmediler, adavet eylediler.”[38 - Dede Korkut Kitabı, s. 116.] Dış Oğuz beyleri, bununla da kalmayarak isyan hazırlıkları görmeye başladılar: “Uruz, gayet soht oldu. Dış Oğuz beylerine adam saldı: ‘Emen gelsin, Alp Rustem gelsin, Dönebilmez Dölek Evren gelsin, geri kalan beyler hep gelsin.’ dedi Dış Oğuz beyleri hep yığınak oldu.”[39 - Dede Korkut Kitabı, s. 117.] Uruz da “Dış Oğuz” üzerindeki velayetini kuvvetlendirmek için “potlaç”a benzer bazı şeyler yaptı: “Uruz ala bargâh otağlarını düze dikti. Attan aygır, deveden buğra, koyundun koç kırdırdı. Dış Oğuz beylerine ağırlık edip onları topladı.”[40 - Dede Korkut Kitabı, s. 117.] “Uruz, cümle beyleri hılatledi.”[41 - Dede Korkut Kitabı, s. 117.] Fakat Uruz evini yağmalatmadığı için, tam bir “potlaç” yapmış olmadı. İşte, görülüyor ki; eski Oğuzlarda hakiki bir “potlaç” vardı. “Kazan” iptida kendi boyuna evini yağmalatarak onları, yani “Salur” boyunu hâkimiyeti altına aldı. Ondan sonra kendi “kol”u olan “Üç Oklar”a yani “İç Oğuz”a evini yağmalatarak onların hepsini hâkimiyeti altına aldı. Daha sonra “Buz Oklar”ı yani Dış Oğuz’u da yağma toyuna idhâl ederek onları da hâkimiyeti altına aldı. Eski Oğuzların, iptida cumhurî ve demokratik iken sonradan aristokratik ve feodal olması, bu “potlaç”ların bir neticesidir.
Oğuzların umumi totemi “ok”tu : “Oğuz = Ok + Öz” tahlili de gösteriyor ki “Oğuz”, “Ok Aşireti” demekti. “Boz Ok” ve “Üç Ok” kollarının totemleri de isimlerinin müsemmalarıydı. Boyların totemleri de ongunları, sünükleri damgalarıydı. “Kazan” zümrelerin hâkimiyetini gasp için sırasıyla bu totemleri de gasbetmişti.
İkili Tasnif: Çinlilerde yalnız bir türlü “ikili tasnif” vardır. Bütün eşya, “Yang” ve “Yen” sınıflarına idhâ edilmiştir. Çinlilere göre “Yang” uğurlu, “Yen” uğursuzdur: Erkek ile kadın bu tasnife idhâl edilmiş erkek “Yang”, kadın “Yen” itibar olunmuştur. Bunun neticesi olarak Çinlilerde erkek “uğurlu”, kadın “uğursuz” addedilmiştir. “Sağ” ve “Sol” mefhumları da bu tasnife idhâl edilmiş: Sağ “Yang” sınıfına, Sol “Yen” sınıfına nispet olunmuştur. Bu suretle “Sağ” uğurlu, “Sol” uğursuz olmuştur.
Sonradan bu telakkilerin birçok içtimai neticeleri doğmuştur. Kadının hukukça dûn olması, erkekten kaçması gibi hâller “Yen” sınıfına mensup olmasındandır. Sol kolun sağ kola müsavi olmamasından da feodalizm ve emperyalizm doğmuştur.
Eski Türklerde ise iki türlü ikili tasnif vardı: Birisi, tamamıyla Çin tasnifinin aynı idi. Eski Türklerde “Ak” kelimesi “Yang”ın mukabilidir. “Kara” kelimesi de “Yen”in karşılığıdır. Çinlilerde olduğu gibi “Ak” uğurlu, “Kara” uğursuzdur.
İkinci ikili tasnif de “Sağ” ve “Sol” tasnifidir. Bu tasnifin iki tarafı da uğurludur, yani “Ak”tır.
Birinci tasnifte, iki taraf birbirine karşı “tabu”dur; yani birbirine karşı “tekin” değildir, çarpar.
İkinci tasnifde ise iki taraf birbirinin lazım ve mütemmimidir ve iki taraf birbirine müsavidir. Eski Türkler, erkeği “Sağ” sınıfına, kadını “Sol” sınıfına idhâl etmekle, kadın ile erkek birbirine karşı “tabu” olmak şöyle dursun, birbirinin lazım ve mütemmimi olmuştur. Binaenaleyh, gerek siyasi, gerek iktisadi ve bediî işlerde daima beraber çalışmaları icap ederdi.
Potlaçtan Sonra İçtimai Sınıflar: Eski Türkler, bidâyette, cumhurî ve demokrat idiler. O zaman, tabii “Ak” ve “Kara” tasnifine lüzum yoktu. Fakat “potlaç” müessesesi tabu edildikten sonra “Türk İli” içinde de “hâkim” ve “mahkûm” sınıflar husule geldi. Bilhassa, alınan esirler “mahkûm” sınıfını vücuda getiriyorlardı.
Bu iki sınıf husule gelince, “hâkim”lere “Ak Süyek = Ak Kemik”, “mahkûm”lara da “Kara Süyek = Kara Kemik” adları verildi.
Bu iki sınıf, içtimai tabakaların birinci derecesi idi: “Kara Kemik” (Demokratlar), “Ak Kemik” (Aristokratlar).
“İlhanlık” sülaleleri teşekkül edince, bu iki tabakanın fevkinde, üçüncü bir tabaka daha vücuda geldi: Bu da sülaleye mensup olan “Altun Süyekler = Altun Kemikler”di.
Türkistan ve Tibet’te sosyolojik bir seyahat yapan “Grenard” diyor ki: “Kaşgar dağlarında üç muhtelif renge malik çadırlar görülür: Kara Kırgızlar kara çadırlarda(…) ak çadırlarda, Çingiz sülalesinden olan Moğollar kızıl çadırlarda otururlar.”Kızıl çadır, “alturt atak”ları yerine kaim olmuştur.
Çadırların bu üç rengine, başka yerde de tesadüf olunur:
“Hanlar hanı Han Bayındır, yılda bir kere, toy edip Oğuz beylerini konuklardı. Yine toy edip attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kırdırmıştı. Bir yere ak otağ, bir yere kızıl otağ, bir yere kara otağ kurdurmuştu: Kimin ki oğlu kızı yok, kara otağa kondurun; kara keçeyi altına döşeyin, kara koyun yahnisinden önüne getirin. Yerse yesin, yemezse kalksın, gitsin demişti. Oğlu olanı ak otağa, kızı olanı kızıl otağa kondurun. Oğlu, kızı olmayanı, Tanrı kargamıştır (telin etmiştir) biz de kargarız. Belli bilsin” demişti.
Bu tabirler, coğrafya ıstılahı olarak da kullanılır: “Ak Kum, Kara Kum, Kızıl Kum”
İçtimai Tabakaların İlahlara Tesiri: “Potlaç”tan evvel, eski Türklerde, ilahlar arasında tabakalar yoktu. Tanrılarla “Yer Su”lar birbirine müsavi idiler. Fakat “Potlaç” neticesi olarak cemiyet içinde gayri müsavi tabakalar husule gelince, ilahlar arasında da gayri müsavi tabakalar vücuda geldi: Yer altındaki “Siyah Sema”da yaşayan ilahlar “Kara” tabakasını teşkil ettiler. “Yer Su”lar, kısmen “Ak” ve kısmen “Kara” sınıflarına mensup oldular. “Yukarıki Sema”ya mensup ilahlar da “Al-tun” sınıfına nispet edildiler.
Eski Türklerde “Lâhût”: Eski Türklerde “Lâhût” üç âlemden mürekkeptir: “Yukarıki Sema”, “Orta Dünya” “Aşağıki Sema” “Yukarıki Sema”da tanrılar, “Orta Dünya”da yersular, “Aşağıki Sema”da cehennem ve zulmet ilahları yaşarlar. Şimdiye kadar, yalnız “Yukarıki Sema” ile “Orta Dünya”dan bahsettik. Şimdi de “Aşağıki Sema”ya mensup ilahlar ve cinlerden bahsedeceğiz.

16. Aşağıki Sema
Oğuzlarda ve Gök Türklerde Aşağıki Sema: Oğuzlarda “Aşağıki Sema”ya ve orada hâkim olan ilaha “Kara Yer”, Gök Türklerde ise “Yağız + Yer” derlerdi.
Yakut Türklerinde “Aşağıki Sema: Radloff’a göre, Altay Türklerinde yukarıdaki on yedi tabaka “cennet” ve “ziya” memleketini teşkil eder. Altaylılara göre aşağıdaki yedi veya dokuz tabaka da “cehennem” yani “zulmet” memleketini teşkil eder. “Cennet” ve “cehennem” tabakaları arasında “Orta Dünya” bulunur ki; yeryüzünden ibarettir. Yakutların yeraltı hakkında fikirleri müphemdir. Onlara göre yeraltı bizim dünyamızın aynıdır. Burada karanlık bizden ziyadedir. Hava boz renktedir. Burada yaşayan muzır ruhların sayısı ve adları malum değildir. Çünkü gerek Şamanlar, gerek Cismânîler, bunların adlarını söylemekten korkarlar. Bununla beraber Seroşevskiy bazılarının adlarını öğrenebilmiştir.
1) “Kazr-Kağatan” (Kadir Kağan) Buray Toyon kudretli bir ruhtur. Yalnız “Ulu Toyon”a gücü yetmez. Göğün cenubi kısmında bulunur. Bu cihette ona beyaz alınlı boz bir at kurban edilir.
2) “Caday Bluh” ki insanların gözüne zarar verir. Buna kan kırmızısı bir kula inek takdim edilir. Bu inek kesilmez. Serbest olarak kıra bırakılır.
3) Garptaki ulusların kadını “Meleşin Ayıt” ile “Simigen Udagan” ki bir çıngırakla tahtadan bir kap taşır. “Udagan” “kadın Şaman” demektir. Bunların her ikisine, arkadan dizlerinin iç tarafı beyaz bir kula kısrak takdim edilir.
4) En kudretli kadın ruh “Düşün Dubah”. Buna da beyaz başlı bir altun kula kısrak nezir edilir.
5) “Kıvata Kız Hatun”. Buna da, maî ve beyaz benekli bir boz kısrak takdim edilir.
6) “Keleti Uyuhu Giyün Kır”. “Keleti”, Şamanlar tarafından çok hırpalanan ruhlardan biri. Gene kızlara ıstırap çektirir. Kanlarını bozar, onlara delilik getirir. Bunu teskin için, Şaman, yere bir tabi koyarak, kaymak üzerine erimiş tereyağı döker. Hatta para sikkeleri bile saçar.
Bu ruhların hepsi “Yenemi Yaya” adlı dev kadının hemşirelerdir. Bunlardan çok uzak olmayan bir yerde, gökte, kış güneşinin doğduğu yerde, “Daliyer Cunuk” adlı kadın ruh oturur. Göğün cenubunda oturan bütün ruhlar, çok kudretlidirler. Ekseriya insanlara zarar verirler. Onları en çok mahzur eden kurban, ağzının yarısı beyaz, burnu kül renginde, gözleri beyaz olan açık kula atlardır. Göğün garp tarafında, “Şamanlar Prensi” oturur. Bu, “Ulu Toyon” ailesinden bir “Şaman”dır. Buna kurban olarak çelik renginde beyaz lekeli gözleriyle burnu arasında başı beyaz bir av köpeği takdim edilir. Bu, evvelce “Nam” ulusundan bir “Şaman”dı. İnsanlara büyük felaketler gönderebilen korkunç bir ruhtur.
Şimale doğru ve yeraltında, “Yeraltındaki İhtiyar” (Allara Uguynur) oturur. Şimdi, buna, “Satana” adı veriliyor. Yakutlar, Hristiyanlığı kabul ettikten sonra “Art Toyon – Tangara”yı Hristiyan telakkisine göre “Allah” telâtakki ettikleri gibi, “Yeraltındaki İhtiyar” da, “Şeytan” sayıldılar. Buna, beyaz alınlı beyaz gözlü ve kırmızı çizgili, altıf, yaşında bir dana takdim edilir. “İhtiyar”la beraber, “Siyah Karga Çang” oturur. Bu “Karga”, zenginlerin evlerini ziyaret ederek “tabi” çalar ve bu suretle hizmetçileri hasta eder.
Şarka doğru, “Beyaz Tatlı Hanım” (Dopolo Bağlaç Hotun) oturur. “Baygantay” ulusundan olan bu kadın, baş ağrıları, mide hastalıkları, kemik içinde sancılar husule getirir. Buna da beyaz bir tay takdim edilir.
Altay Türklerinde Yeraltı Seması: Altaylılarda yeraltındaki “zulmet” memleketi dokuz tabakadır. Bu tabakaların kâffesinde cehenneme mahsus güneşin korkunç nuru münteşirdir. Bütün fena ruhlar, yani insanların peşine takılıp onlara daima fenalık etmeye çalışan ruhlar bulunur. Altaylılar, bu düşman kuvvetlerini, “Tün Seritüs” yani “Cehennem” adıyla anarlar ki; bu kelime, Türkçede “cehennem”, manasına olan “tamu” kelimesiyle alakalıdır. Bu ruhların muhtelif nevileri vardır: Cinler, Aynatar, Körmösler, Ötkerler, Yaman Üzütler. Cehennemin bütün bu sakinleri üzerinde hükümdar, göğün de hâkimi bulunan “Kara Han”dır. “Kara Han”dan sonra cehennemin hâkimi “Erlik Han”dır ki yeraltının beşinci yahut dokuzuncu tabakasında siyah bir taht üzerinde oturur. “Erlik”, “Yerlik” kelimesinin hafifi olabilir. “Yerlik” “yerli” demektir. O hâlde “Erlik Han” ile “Yağız Yer = Kara Yer” aynı şahsiyettir. “Erlik Han” gök altında kendi tabileri ve yukarıda adları geçen zararlı ruhlarla doludur. “Erlik Han”dan daha derinde “Kazırgan” vardır ki; orada dünyada günah işleyenler cürümlerinin adilane cezalarını görürler. “Erlik Han” hepimizin ona ait olmaklığımız ve en sonra onun tarafından mahvedileceğimiz için, “Erlik Baba” unvanını almasına rağmen insanların en korkunç düşmanıdır. İnsanlar, korkmakla beraber ona hürmet ederler ve ibadette bulunurlar.

17. Ervah Alemi
Animizm, “Kut” ve “Altun lşık”: Etnografların ve Sosyologların “Mana” dedikleri şeye eski Türker “Kut” derlerdi. “Kut” münteşir bir kudsiyettir ki hangi şeyin üzerine konarsa onu mukaddes kılar: Kutlu Dağ, Kutlu Maral, Kut Kent (Hokand) gibi.
Eski Türkler, “Kut”u gökten inen bir nur sütunu, bir “Altun Işık” suretinde tasavvur ederlerdi. Bu “Altın Işık” hangi insana, hangi hayvana, hangi şeye temas ederse onu gebe bırakırdı.
Bidayette yalnız maşerî ruh vardı ki “Kut”tan ibaretti. Ferdî ruh, ferdî toteme yani ferdî velayete malik olduktan sonra vücuda geldi. Ferdî ruha, eski Türkler “Eş” adını verirlerdi. “Eş”, insanın vesair mevcudların haricî olan ruhlarıdır. Dâhilî olan ruha, esasen “Nefs” manasına olan “Tin” adı verilir. Eski Türklerde “Eş”in “Kut”tan ayrılarak vücuda gelmesi, ferdî ruhun maşerî ruhtan ayrılarak vücuda gelmesinin bir timsalinden ibarettir.
“Çur”lar: “Çar”lar da bu manayadır. “Mana” haricinde bir takım ervaha da intikal ederek onları “izuk” yani “mübarek” kılar. Eski Türkler ervâh-i tayyibeye “Akl Çur” ve “Ak Çar”, ervâh-ı habîseye de “Kara-Çur” ve “Kare Çan” derlerdi.
Zaten “Yer Su”lar ve tanrılar da ervah hâlinde başlamışlardı.
Fetişler: “Kutlu cisimler” demektir. “Mana” bir takım camit cisimlere konmakla onlara kudsiyet verirdi. Kudsileşen bu cisimlere “Fetiş” adı verilir. Eski Türklerde çok “fetiş”ler vardır. Bunlar arasında bilhassa, “Yeşim Taşı = Yad Taşı” zikre şayandır. Güya “Yeşim Taşı” yağmur yağdırmak, yangını söndürmek, havayı güzelleştirmek gibi hassaları haiz imiş. “Yeşim Taşı” bu kudsiyeti “Altun Işık”tan almış. Güya, bir gece gökten inen bir nur sütunu bin “Kayın” ağacı ile bir “Fıstık Camı” üzerine inerek orada “Yeşim”den bir kaya vücuda getirmiş. Eski Türkler “Kutlu Dağ” diyerek tavaf ederlermiş. Türklerin şevket ve satvetine sebep de bu tavafmış. Bir Çin sefiri, bir Türk hakanını aldatarak bu kaya üzerine sirke döküp etrafındaki odunlara ateş vermiş. Kaya bu suretle yanınca parça parça dağılmış. Sefir bu parçaları araba ile Çin’e nakletmiş. Sihir kuvvetine malik olan bütün “Yeşim”ler, “Kutlu Dağ”ın dünyanın her tarafına dağılmış olan parçalarından ibarettir. Ve ondan dolayı sihir kuvvetini ve kutluluk hassasını haizdirler.
Koruk: “Koruk”, “tabu” demektir. “Mana” ile “Totemsin” doğurdukları bir hassa da bazı eşyanın “Koruk” olmasıdır. Bir şey “koruk” olduğu zaman ona “Tekin değil, çarpar” deriz. Eski Türklerde “Ak” unvanını alan şeyler “Tekin” idi, hiç kimseyi çarpmazdı. Yalnız “Kara” unvanını taşıyan “Tekin” değildi, temas ettiği insanları ve hayvanları çarpardı. Böyle olan şeylere, “Tabu” manasına olarak “Koruk” derlerdi. Mesela, hakan vefat edince adı “Koruk” olurdu. Binaenaleyh, senelerce, hiç kimse onun adını ağzına alamazdı. Aynı adı taşıyanlar, adlarını değiştirmeye mecburdurlar. Hakanı anlatmak için de ona bir ölüm adı verirlerdi. Eski Türklerde “Su” da “Koruk” idi. Bu sebepledir ki kaplar ve elbiseler su ile temizlenemezdi. Bazı hayvanları, hizmetlerine mükâfaaten serbest bırakırlardı. Bunlara da “İzuk” derlerdi. Anlaşılıyor ki “İzuk” kelimesi de hem “mübarek” manasına hem de “Tabu” manasınadır. Eski Oğuzlarda “Totem” karşılığı olan “Ongun” kelimesi de “mübarek” manasına olan “Onuk, Oynuk” kelimesinden gelmiştir. Yakutlarda Şamanların totemine “Kilâ”(?) denildiğini, yukarıda gördük.
Altay Türklerinde Türk Kozmogonisi: Türk Kozmogonisi’ni Altay Türklerinde görüyoruz. Bunlara göre, hiçbir şey yokken yalnız iki mevcut vardı: “Kara Han” ile “Su”. “Kara Han”dan başka görev “Su”dan başka görünen yoktu. “Su”, ezelden beri dalgalanan bir “Kao” mesabesinde idi, bir “amâ” bir “sevâd” idi. “Kara Han”, bir “ilm-i ezelî”, bir “kenz-i mahfî” hükmünde idi. “Kara Han” nihayet yalnızlıktan usandı. Kendisi gibi gören, bilen, yapabilen bir mevcudun da var olmasını istedi. “Kişi”yi yarattı. İkisi, iki kara kaz gibi “Su”yun üzerinde uçmaya başladılar. “Kişi” ruhen kanaatsızdı. Kara Han’dan daha çok yükseğe fırlamak, daha yüce yerlerde uçmak istiyordu. “Kara Han”, “Kişi”nin kalbinden geçen bu mağrurâne fikirleri görüyordu. Buna, ceza vermek lazım geldiğine hükmetti. Kişinin bilmek kudretini de uçmak iktidarını da nezetti. Zavallı “Kişi”, bir taş parçası gibi tabsız, tüvânsız suyun derinliklerine batmaya başladı. “Kişi” işinin fenalaştığını anladı. Tövbe etmeye, günahının affını niyaz etmeye başladı. “Kara Han” ona acıdı. Bilmek, toprak üstünde yaşamak kudretlerini kendisine tekrar verdi. Fakat “uçmak” iktidarını ona tekrar vermedi. “Kişi”nin yaşaması için şimdi bir toprak parçası lazımdı. “Kara Han” denizin altından bir yıldız yükseltti. “Kişi”ye, bu yıldızdan bir avuç toprak alarak “Su”yun yüzüne çıkmasını emretti. “Kişi” bu bir avuç toprağı alırken, kendisi için gizli bir dünya yaratmayı düşünerek, bir parça toprağı ağzında gizledi. Yukarı gelince, “Kara Han” elindeki toprağı Su’yun yüzüne at! dedi. “Kişi” elindeki toprağı attı. “Kara Han” toprağa “Büyü” diye emretti. Toprak büyümeye, büyük bir ada hâlini almaya başladı. Fakat aynı zamanda “Kişi”nin ağzındaki toprak da büyüyordu. Eğer, “Kara Han” işin farkında olarak “Tükür!” diye emretmese idi, “Kişi” tüküremeyecek, ağzı parça parça olacaktı. “Kişi”nin tükürdüğü toprak yerin üzerine saçılınca bundan dağlar, dereler vücuda geldi.
“Kara Han”, bu büyük adayı boş bırakmamak için adanın ortasında bir çam ağacı yükseltti. Bunun dokuz dalı vardı. Her dalın altında bir yeni adam yarattı. Bu dokuz adamdan insanların dokuz ırkı üredi. “Kara Han” insanlara kılavuzluk etmek üzere “Yayık” adlı bir melek gönderdi. “Yayık”, insanları doğru yola götürmeye çalışırken, “Kişi” onları baştan çıkarmaya, türlü türlü eğlencelere alıştırmaya uğraşıyordu. “Kara Han” bu ahmak insanlara kızdı. “Yayık”a “yeryüzünü tarumar et” diye emretti. “Yayık” yeryüzünü mızrağı ile altüst etti. Yeryüzündeki birçok delik deşikler de bu suretle vücuda geldi. “Kara Han”, “Kişi”yi de yeraltındaki semaya kovdu ve adını “Erlik Han”a tebdil etti.
“KaraHan”yeryüzünükendihâlineterkedinceyukarıdaonyedikatgöğü yarattı. Kendisi on yedinci katı mesken edindi Oğlu “Bay Ügen”i, on altıncı kat gökte, altun bir taht üzerine oturttu. Bu büyük ilah hem sulhun hem de adaletin en büyük ilahıdır. “Yayık”, “Bay Ülgen”in oğludur. Semanın her katına bir ilah yerleştirdi. Yedinci katta “Gün Ana”, altıncı katta “Ay-Ata” oturur. Türklerce “Güneş” kadındır, “Ay” erkektir. Çocukların hâlâ, “Ay Dede” demesi “Ay Ata” tabirinden kalmadır. Üçüncü katta da cenneti, “Süro Dağı”nı, “Süt Gölü”nü yarattı. “Yayucu”ları, bunların reisi olan “Yayık”ı, “Ayzıt”ı, hep burada yerleştirdi.
“Kara Han”, “Yukarıki Sema”da bu tekvinâti yaparken “Erlik-Han”da “Aşağıki Sema”da, kara bir “Güneş” yarattı. Orasını bu “Kara-Güneş”in siyah nurları ile tenvir etti. Kendisi kara bir taht üzerinde oturdu. “Körmös”leri “Kara Üzüt”leri “Ötker”leri yarattı. Bunlar da kendisinin, melekleri, cinleri, şeytanlarıdır. Bu suretle “Bay Ülgen”in mükâfat ilahı olmasına mukabil, “Erlik Han” da mücazat ilahı oldu. Dünyanın evvelinde, “Yukarıki Sema” ile “Aşağıki Semâ” arasında bu mücadeleler olduğu gibi, dünyanın sonunda da “Erlik Han” ile “Yayık” arasında korkunç muharebeler olacak. Yeryüzü bu muharebelerle altsüst olarak yıkılacak. İşte, eski Türklerce, kıyamet böyle kopacak. Bu Kozmogoni, “Ak” ve “Kara” unsurunun, “Bay Ülgen” ile “Erlik Han”ın, nasıl zuhur ettiğini gösterir.
İlhanlık Dini, bir “il”in diğer illeri ve budunları cebren kendisine tabi etmesi ile başlar. Çünkü bu siyasi tahavvülden cemiyetler içinde “hâkim” ve “mahkûm”, “hür” ve “esir” olmak üzere iki unsur husule gelir. Hâkim olan il “Ak”tır, efradı “Ak Kemikler” zümresini teşkil eder. Mahkûm olan budunlar “Kara”dır. Bunlara “Kara Ulus, Gün Oymak” da denilir: “İlini, ulusunu aldı gitti; ile güne karşı; il, oymak gibi.”
Bir ilin başka illere hâkimiyeti, ilhanlıktır. İlhanlıkta yalnız hâkim olan “il”in fertleri “su”dür. Vatandaş hukukuna maliktir. İşte “Ak” ve “Kara” mefhumları bu teşkilattan sonradır ki Türk teşkilatında bir cây-i tatbik bulabildi.

18. Menkabeler
Dokuz Oğuz Menkabesi: Bu menkabe bize hem Çin menbaları hem de İran menbaları tarafından naklediliyor. Bu hâl gösterir ki bu menkabe eski Türklerce gayet ehemmiyetli idi. Çünkü Türklerce büyük bir ehemmiyeti haiz olmayan bir şey, Çin ve İran gibi büyük milletlerin nazar-ı dikkatini celb edemezdi. Bundan başka bu menkabeyi, gerek Çinlilerin gerek İranlıların doğrudan doğruya Türklerden aldıkları da aşikârdır. Birbirinden bu kadar uzak bulunan bu iki millet bu menkabeyi birbirlerinden alamazlardı (Bu iki menbanın rivayetleri, Köprülüzade Fuad Bey’in “Türk Edebiyatı Tarihi” ismindeki eserinin Birinci Kitabının 71 ve 72. sahifelerinde muharrerdir).
Bu menkabeye göre Dokuz Oğuzlar evvelce “Kamlancu” adı verilen bir ülkede otururlarmış. Burada “Tuğla” ve “Selenge” adlı iki ırmak akarmış. Bir gece oradaki iki ağacın üstüne gökten bir nur sütunu indi. Bu ağaçlardan biri “Sumu” yani “Hûş” yahut “Kayın” ağacı (Boule-au), diğeri “Fusûk” yani “Cihângüşâ’ya”[42 - Cüveynî, C. I, s. 40.] göre “Çam Fıstığı”, Mahmud Kaşgarî’ye [43 - Divân, C. I, s. 382; C. III. s 347] nazaran “Fındık” ağacı idiler (Bu ağaçların ileride görülecek olan dinî ve sihri kudretleri bu nurdan gelmiştir). Bu ağaçlardan birinin karnı şişti. Dokuz ay on gün sonra ağacın karnında bir kapı açıldı. İçeride ağızlarında gümüş emzikler bulunan beş erkek çocuk göründü.
Daha çocuklar doğmadan, bu ağaçların etrafında otuz kadem nısfkutrunda gümüşten bir daire vücuda gelmişti. Ağaçlardan musiki sesleri işitilirdi (Musikinin dinî ve sihri bir kudrete malik olması da bundan ileri geliyor). Gökten inen nur sütunu orada “Yeşim”den bir kaya vücuda getirmişti (Yeşim’in dinî ve sihri kudreti de buradan gelir). O civardaki Türkler, bu çocukları büyüttüler. İsimlerini “Sungur Tigin, Kutur Tigin, Tükek Tigin, Or Tigin, Bögü Tigin”[44 - Bu isimlerin okunuşu için bk. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, s. 75.] koydular. Bunlar on beş yaşına gelince baba ve analarını sordular. Türkler onları iki ağacın yanına götürdüler: İşte bunlardan biri babanız, diğeri ananızdır, dediler (Hûş ağacının baba, çam fıstığının ana olması lazım geldiğini ileride göreceğiz). Çocuklar ağaçlara, büyük bir hürmet gösterdiler. Sevgili anamız, babamız! diye samimi muhabbetlerini arz ettiler. O zaman ağaçlar da dile gelerek, evlatları hakkında hayır duada bulundular.
Nihayet, bir gün halk toplanarak “Bögü Tigin”i “Han” intihap ettiler. Çünkü Bögü her boyun dilini ve obalarının sayısını biliyordu. Bögü’nün üç “Karga”sı vardı ki her yerde olup biten şeyleri kendisine haber verirlerdi (Çocukların hâlâ kargalardan haber sorması bundan ileri gelir).
Bögü Tigin bir gece rüyasında beyazlar giymiş ve elinde beyaz bir asa tutan ak sakallı bir adam gördü. Bu ihtiyar “fıstık” şeklinde bir yeşim taşı göstererek (Semavi nurdan husule gelen kaya olmalı!): “Türkler bu Kut Dağı’nı ellerinde tuttukça dört bucağa hâkim olacaklardır.” dedi.
Bögü Han bir gece otağında uyumak için yatağına girmişti. Birdenbire pencerenin açıldığını, içeriye semavi bir kızın girdiğini gördü. Bu kız, meleklerden daha güzel, perilerden daha cazibeli idi. Böğü Han neye uğradığını anlayamadığından gözlerini kapayarak kendisini uyur gibi gösterdi. Kız sağa döndü, sola döndü, Genç Hakan’ı uyandırmak için çok çalıştı. Fakat bir türlü uyandıramadı. Nihayet ümidini keserek pencereden çıktı, gitti. Ertesi gece kız yine geldi. Genç Hakan yine kendisini derin bir uykuya dalmış gibi gösterdi. Kız yine bu uykucu hükümdarı uyandıramayarak çekildi gitti. Sabah olunca, Bögü Han, kızın yine geleceğini düşünerek buna bir çare bulmak üzere işi vezirine açtı. Vezir dedi ki: “Hakan’ım, bunda korkacak bir şey yok. Belki hepimizin sevineceğimiz bir fâl-i hayr var. Bu kız bir ilahe olmalı. Gelişi size kutlu bilgileri öğretmek içindir. Yarın gece yine gelirse artık kendinizi uykuda göstermeyiniz. O zaman ne için geldiğini anlarsınız.”
Üçüncü gece kız yine geldi. Fakat bu kere Bögü Han onu ihtiramla karşıladı ve ona bir ilaheye arz edilmesi lazım gelen ihtiramı gösterdi. Bu kız; vezirin keşfettiği gibi, gerçekten bir ilahe idi. Bögü Han’a yeni bir din öğretmek için gelmişti.
“Gök-Kızı”, Bögü Han’a, “Arkamdan gel!” dedi, genç hükümdar ilaheyi takip etti. Az gittiler, uz gittiler. Dere tepe düz düz gittiler. Nihayet “Ak Dağ”a ulaştılar. Orada “Bögü Han”a yeni dinin gizli hakikatlerini anlatmaya başladı. Bundan sonra her gece Gök Kızı otağa gelir, Bögü Han’ı Ak Dağ’a götürürdü. Bu hâl yüzlerce geceler devam etti. Bögü Han yeni dinin bütün sırlarını öğrendi ve bütün dinî ve sihri kudretlere mazhar oldu. Bir gece, artık bu esrarengiz mülakatların son gecesi idi. Gök Kızı, veda ederken dedi ki: “Yerde, gökte ne varsa hepsini öğrendiniz, ben artık gelmeyeceğim. Yarından itibaren, dünyanın dört bucağını fethe başlayınız. Ve gösterdiğim yolda adalet yapınız. Size öğrettiğim hakikatleri, her tarafa yayınız!”
Sabah olunca Bögü Han, kardeşlerini çağırdı. Her birini bir orduya nasb ederek boyları dört bucağın fethine gönderdi. Kendisi de büyük bir ordu ile Çin’in üzerine yürüdü (Dört bucağın din kudsiyetini de ileride göreceğiz). Hepsi seferlerinde muvaffak oldular. Bögü Han kardeşlerine demişti ki: “Tabii insanlar ve güzel hayvanlar ve nebatlar gördükçe daima ileri gidiniz! Fakat başı insan, vücudu hayvan; yahut başı hayvan, vücudu insan olan çirkin mahluklar görmeye başladığınız anda artık ilerlemeyiniz. Çirkin mahluklu ülkeler bize yaramaz!” (Bögü Han çirkin olan mahlukları hâkimiyet altına almak istemiyordu. Türklerde bediî zevkin eskiliği bununla da anlaşılır). Nihayet mukarrer olan zamanda “Balasagun” sahrasında bütün ordular toplandı. Bögü Han esir edilmiş olan bütün hükümdarları birer birer huzuruna kabul etti. Bunlar hep güzel çehreli, fikirli, dirayetli insanlardı. Hepsini yerli yerlerine kendisine tabi bir “hidiv” olmak üzere iade etti. Yalnız Hint hükümdarı, çirkin bir adam olduğu için huzuruna kabul etmedi. Onu “hidiv” olarak memleketine de göndermedi (Bögü Han Dini, bediî bir din olduğu için, Bögü Han, çirkinleri hükümdarlık mevkine layık görmüyordu).
Bögü Han’dan otuz göbek sonra torunlarından “Yulun Tigin”[45 - Bu ismin başka okunuş şekilleri hakkında bk. Türk Mitolojisi, S 82-84.] tahta çıktı. O zaman Çin’de, “Tang Sülalesi” hâkimdi. Çinliler Türklerden korktukları için “Tapûr” “Kie-Lien” adlı kızını hakanın oğlu “Gali Tigin”e göndermeye karar verdi. Bir elçi refakatiyle prensesi gönderdi. Elçi yolda Türklerin satvet ve şevketinin Kut Dağı adlı bir Yeşim Kaya’dan ileri geldiğini öğrendi. Yulun Tigin’e dedi ki: “Hükümdarım size en kıymetli mücevherini gönderdi. Siz de karşılık olarak ona bir hediye göndermek isterseniz bizce makbule geçecek Kut Dağı kaya parçasıdır. Bu kayanın sizce hiçbir kıymeti yoktur. Bunu hükümdarıma hediye ederseniz çok makbule geçer.” Yulun Tigin, Çin medeniyetine kendi millî harsından ziyade kıymet veren, milliyetsiz bir hükümdardı. Kut Dağı’nın otuz batından beri Türklerin mukaddes bir matâfı olduğunu bile bilmiyordu. Türklerin millî mefkûresi, âdeta bu yalçın kayada temessül etmişti. Yulun Tigin bu millî timsali, bir kızın bedeli olarak Çin hükümdarına vermekte hiçbir beis görmedi. Yalnız bunu nasıl götürebileceklerini sordu. Çin elçisi kayanın etrafına odunlar yığdı. Üzerine fıçılarla sirke döktü. Odunlara ateş verince kaya pare pare dağıldı. Elçi bu parçaları dikkatle toplatarak arabalarla Çin’e şevketti. Orada sihirbazlar bunu yağma ettiler. Her parçası dünyanın bir köşesine gitti. Bunun bir parçası nereye gittiyse orada, feyz, bereket, saadet husule geldi. Türk yurdu ise bilakis bütün feyzini yümnünü birden kaybetti. Kut Dağı gidince Kamlancu’da bütün yeşillikler sarardı. Irmakların, derelerin suyu çekildi. Semanın rengi değişti, bir kasvet bağladı. Bütün kuşlar, yabani hayvanlar, ehlî hayvanlar, hatta memedeki çocuklar: “Göç, göç, göç!” diye bağrışmaya başladılar. Bir taraftan salgın hastalıklar insanları kırıyordu. Yedi gün sonra Yulun Tigin öldü. “Göç” sesleri devam ediyordu. Türkler anladılar ki bu ülkenin Yer Suları artık kendilerinin orada kalmasını istemiyor. Çadırlarını yıktılar. Eşyalarını, çoluk çocuklarını hayvanlara yüklediler. Göç etmeye başladılar. Akşam olunca “Göç!” sesleri duruyordu. Sabah ile beraber tekrar başlıyordu. “Turfan” ülkesine gelinceye kadar “Göç!” nidaları devam etti. Orada artık bu sesler kesildi. Demek ki buranın Yer Suları kendilerini kabul ediyordu. Turfan’da yerleştiler. “Beş Ordu”nun torunları, galiba beşli teşkilatı muhafaza ediyorlardı. Bundan dolayı olacak ki oturdukları yere “Beş Balık” yani “Beş Şehir” namını verdiler (Kaşgar’da evvelce altılı teşkilata malik bir budun oturmuş olacak ki, o ülkeye de, “Altı Şehir” namı verilirdi).
Bu menkabe, “Kut”un zuhurunu bildirdiği gibi, Türklerin ilk göçünün de “Kut”a kıymet vermemelerinden dolayı vukua geldiğini izah ediyor. Bizans müverrihlerinin rivayetine göre, Avrupa’ya gelen Hunların önünde de köpeğe benzer bir hayvan kılavuzluk edermiş ve: “Göç, Göç, Göç!” diye bağırırmış. Türkler ne zaman millî harsa kıymet vermeyerek ecnebi irfana kıymet vermişlerse ve kendi milletlerini beğenmeyip başka milletlerin mukallid ve perestişkârı olmuşlarsa böyle bir “Göç” felaketine uğramışlardır. Kut Dağı millî vicdanın bir timsalinden başka bir şey değildi. Onu Çinlilere feda etmek, gayet büyük bir günahtı. Göç bu günahın keffâreti idi.
Oğuz Han Menkabesi: Oğuz Dini “Oğuz Han” adlı bir kahramanla başlar. Türk ananesi Oğuz Han’ın şeceresini bu suretle zapt etmiştir: Türklerin ilk ceddi “Türk Han”, yahut “Ebülce Han”dır. Çadır yapmasını iptida düşünüp icat eden bu zattır. Bunun, Tutuk, Amlâk, Barsacar, Çigil[46 - Bu isimler hakkında bk. Türk Mitolojisi, s. 377.] namında dört oğlu oldu.
Türk Han’dan sonra yerine “Tutuk” geçti. Bir gün geyik avlamıştı. Geyiği kebap ederken bir parçası yere düştü. Meğer orası tuzlu imiş. Kebap tuzun verdiği çeşni ile gayet lezzetli oldu. Tutuk bu lezzetin topraktan geldiğini anladı. Bu suretle tuzu keşfetti.
Tutuktan sonra “Güyük Han” ve “İlci Han” reis oldular. Bunlardan sonra “Dib Yavku Han” tahta çıktı. Bunun “Bögü Han” olduğunu ve ilk Türk dininin bunun tarafından tesis edildiğini gördük.
Dib Yavku’dan sonra bir zalim hükümdar gelip geçiyor. Nihayet “Alınca Han” tahta çıkıyor. Bunun zamanında itikatlar bozuluyor, ibadetler terk ediliyor, mukaddesata riayet kalmıyor. Alınca Han’ın iki oğlu vardır: “Moğol Han”, “Tatar Han”. “Moğol” (Bögü İli), “Tatar” (Tat Eri) suretinde tahlif olunabilir. “Tat”, “câhilî” demektir. Demek ki bu devrede Türkler, mümin ve cânil namlarıyla iki kısma ayrılmışlar. Bu iki şehzadenin isimleri, bu iki kısmın unvanları olsa gerek.
Moğol Han’ı, şimdiki Moğolların ceddi addetme hatadır. Çünkü göreceğimiz veçhile Oğuz Han ve umum Türkler bunun torunları addolunuyor. Tatarların ise o zaman Mançurya’da sakin bulunan “Avar”, “Suvar”, “Cucuan” kavimlerinin ecdadı olduğunu göreceğiz.
Moğol Han’ın ahfadı ile Tatar Han’ın torunları arasında uzun zamanlarca muharebeler olduğunu da göreceğiz. Moğol Han’ın dört oğlu vardır: “Kür Han, Küz Han, Or Han, Kara Han”.
Oğuz Han işte bu Kara Han’ın oğludur. Oğuz dünyaya gelince üç gün üç gece anasının rüyasına geldi: “Hak dini kabul etmezsen açlıktan ölürüm de sütünü emmem.” dedi. Anası dini kabul etti. Oğuz ondan sonra sütünü emdi.
Oğuz, bir yaşına gelince, babası âdet veçhile bir ziyafet yaptı. Kavmin bütün büyüklerini davet etti. Bunlara: “Oğlumuz bir yaşına geldi. Buna bir ad koyunuz!” dedi. Bunlar söz söylemeye meydan bulmadan Oğuz derhâl lakırdıya başladı: “Benim adım Oğuz’dur.” dedi. Bunun üzerine ona bu adı verdiler.
Oğuz evlenecek yaşa gelince babası ona kardeşi Kür Han’ın kızını aldı. Oğuz, kızı kendi dinine davet etti. Kız babasının anasının dininden ayrılmayacağını söyledi. Oğuz bu kızdan ayrıldı. Babası ona ikinci amcasının, yani Küz Han’ın kızını aldı.
Onunla da aynı netice vukua geldi.
Oğuz bir gün avdan dönerken bir çeşme başında kızların çamaşır yıkamakta olduklarını gördü. Bunların arasında üçüncü amcası Or Han’ın kızını yanına çağırarak konuştu. Diğer amcaları kızlarından kendi dinine girmedikleri için ayrıldığını, eğer bu dini kabul ederse, kendisi ile izdivaç etmek istediğini söyledi. Kız dedi ki: “Ben hangi dinin hak olduğunu bilmem. Fakat sana itimadım var. Sen hangi dinde olursan ben de o dini tercih ederim.” Bunun üzerine babasına müracaat ederek bu üçüncü kızla evlendi.
Bir gün Oğuz uzak yerlere ava gitmişti, Kara Han ailesine bir ziyafet çekti. Söz arasında Oğuz’un niçin evvelki zevcelerini istemediğini sordu. Gelinler Oğuz’un teklifini anlattılar. Mesele tehlikeli idi. Kara Han, kavmin ulularını çağırarak müşavere etti. Oğuz’u avda yakalayıp öldürmeye karar verdiler. Kara Han haber göndererek kavmini ava davet etti. Bu meseleden haber alan küçük gelin Oğuz’a hemen işi bildirdi. Oğuz da kendi taraftarlarına haber gönderdi. Fakat bunlar azlıktılar. Kara Han’ın kardeşlerinin birçok oğulları vardı. Bu aralık onlar da hep Oğuz’un tarafına geçtiler. Oğuz onlara “Uygur” namını verdi. Nihayet muharebede Kara Han kimin attığı bilinmeyen bir ok ile vuruldu. Oğuz babasının tahtına çıktı.
Oğuz hükümdar olduktan sonra dinî muharebelerine başladı. Birer birer büyük Türk budunlarını kendi dinine idhâl etti. Bu muharebelerin tafsilatı, “Câmi’ü-t Tevârîh”te yazılıdır.
Oğuz Han’ın “Gün Han, Ay Han, Yıldız Han, Gök Han, Dağ Han, Deniz Han” namlarında altı oğlu oldu. Bunlardan “Oğuz İli”nin altı “oğuş”u vücuda geldi. İlki üç şehzadeden doğan oğuşlara “Boz Ok”, son üç şehzadeden doğan oğuşlara “Üç Ok” denildi. Birinciler “Oğuz İli”nin “Sağ Kol”unu teşkil etti. Menkabe bu taksimatın sebebini şu suretle anlatıyor. Bir gün Oğuz Han büyük oğulları Gün, Ay, Yıldız Hanları gün doğusu tarafına, küçük oğulları Gök, Dağ, Deniz Hanları gün batısı tarafına gönderdi. Bunlar birçok avla beraber buldukları şeyleri de getirdiler. Büyük kardeşler bir altın “yay”, küçük kardeşler ise üç altın “ok” bulmuşlardır. “Oğuz Han” altın yayı üçe taksim ederek, her birini büyük şehzadelerden birine verdi: “Size Boz Ok denilecek. Oğuz İli’nin Sağ Kol’unu teşkil edeceksiniz. Ok, yaya tabi olduğu için hükümdarlık sizin soyunuzda kalacak; küçük kardeşlerinizin soyları vezir ve emir olarak size “tabi olacaklardır.” dedi. Üç altın oku da küçük şehzadelere vererek ve “Siz de Oğuz İli’nin Sol Kol’unu teşkil edeceksiniz! Ve büyük kardeşlerinize tabi olacaksınız!” dedi. Sonra her şehzadenin dörder oğlu dünyaya gelmekle, her oğuş dörder boya ayrılmış ve Oğuz İli, yirmi dört boyu muhtevî olmuştur. Bu teşkilatın mahiyetini ileride göreceğiz.
Oğuz Han, Oğuz İli’ni tanzim ettikten sonra bunları altı müttefik buduna iltihak etti. Bunlar “Uygur, Karluk, Kanglı, Kıpçak, Kalaç, Ağaç Eri” budunları idi. Demek ki Oğuz ilinin altı oğuşu ile altı da ulusu vardı.
“Oğuz Menkabesi” Uygurca bir metinde başka bir şekilde anlatılıyordu. Radloff’tan naklen Köprülüzade Fuad Bey’in “Türk Edebiyatı Tarihi”nde şu suretle icmal edilmiştir:
“Oğuz doğduğu zaman yüzü mavi, ağzı ateş gibi kırmızı, gözü, saçı ve kaşları siyah bir dünya güzeliydi. Annesinin memesinden ilk sütü emdikten sonra bir daha emmedi. Yiyecek istedi, lakırdı etmeye başladı.
Kırk günde büyüdü, dolaşıp oynuyordu. Oğuz’un ayakları öküze, vücudu kurda, göğsü ayıya benzerdi. Böğürleri kıllı idi. At sürüsü güder, beygire binerek izinsiz avlanırdı. Günler geceler geçti. Delikanlı oldu. O sırada bu memlekette büyük bir orman vardı. İçinde dereler, ırmaklar akardı. Hayvanlar, kuşlar çoktu. Bu ormanda büyük bir canavar vardı, beygirleri parçalayıp yer, insanları yutardı. Kahraman Oğuz, bunu öldürmeye karar verdi. Bir gün mızrak, ok, yay, kılıç, kalkan ile beygire atlayarak ava gitti. Bir geyik yakaladı. Bu geyiği bir av kırbacıyla ağaca bağlayarak çekildi gitti. Sabah oldu. Gün doğarken oraya geldi. Lakin canavar onu almıştı. Bunun üzerine bir ayı yakaladı, altın işlemeli kemeriyle bir ağaca bağlayarak çekildi gitti. Sabah oldu. Gün doğarken oraya geldi. Lakin canavar onu da almıştı. Oğuz ağacın altına yerleşti. Canavar tekrar gelince başı ile Oğuz’un kalkanına çarptı. Oğuz, mızrağı ile onun kafasına vurarak öldürdü. Kılıcı ile de kafasını kesti, çekildi, gitti. Tekrar geldiği zaman bir akbabanın onun barsaklarını yemek için geldiğini gördü. Onu da öldürdü.
Oğuz bir gün Tanrı’ya ibadet ediyordu. Birdenbire ortalık karardı. Gökten mavi bir ışık düştü, güneşten ve aydan parlaktı. Oğuz ona karşı gitti. Bu ışığın ortasında, tek başına bir kız oturuyordu. Çok güzeldi, başında Kutup Yıldızı gibi yanan parlak bir işaret vardı. O kadar güzeldi ki gülünce mavi gök de gülüyor, ağlayınca mavi gök de ağlıyordu. Oğuz onu görünce aklı başından gitti. Sevdi, aldı. Günler, geceler geçti. Oğuz’un bu kızdan üç oğlu oldu, ‘Gün, Ay, Yıldız’ isimlerini verdiler. Oğuz, bir gün ava gitmişti. Uzaktan bir gölün ortasında bir ağaç kapısında yalnız bir kız gördü. O kadar güzeldi ki görenler bayılır, süt veya kımız olup akardı. Oğuz, onu görünce aklı başından gitti, sevdi, aldı. Günler, geceler geçti; Oğuz’un bu kızdan üç oğlu oldu. ‘Gök, Dağ, Deniz’ adını verdiler. Oğuz Han bir şölen (yani umumi bir ziyafet) yaptı. Şölenden sonra tiginlere ve halka emretti. Ve dedi ki: ‘Ben artık sizin hakanınızım, siz bana hizmet edeceksiniz.’ Sonra dört tarafa emirler vererek hakanlardan itaat diledi. ‘Bana tabi olanlara hediyeler verip onları dost bileceğim. Olmayanları düşman bileceğim.’ dedi.
O vakitler sağ tarafta ‘Altun Kaan’ vardı. Oğuz’a hediyeler, altınlar, gümüşler, akik ve zümrütler gönderdi. Sol’da ‘Urum Kaan’ vardı. Birçok ordulara, şehirlere malikti. Bu kaan, Oğuz’un fermanını dinlemedi. O vakit Oğuz ordusunu hazırladı. Sancağını çekti, atına bindi. Kırk gün sonra ‘Buz Dağ’ eteklerine geldi. Bir sabah Oğuz’un yurduna gün ışığına benzer bir ışık girdi. İçinde boz tüylü, boz yeleli erkek ‘Kurt’ göründü ve Oğuz’a yol göstermek istediğini söyledi. Ondan sonra kurdun arkası sıra gittiler. Nihayet kurt, ‘İdil Müren’ kenarında durdu. Oğuz’un askeri de durdu. Orada, siyah bir adada cenge giriştiler. Nehrin suyu, kan damarı gibi kıpkırmızı oldu. Nihayet ‘Urum Kaan’ kaçtı. Memleketi, hazinesi, halkı Oğuz’a kaldı. Onun ‘Urus Bey’ adlı bir kardeşi vardı. Urus Bey, oğluna dağ tepesinde Tering Müren, ‘Derin Irmak’ arasında müstahkem bir şehir ısmarlamıştı. Oğuz o şehre doğru yürüdü. Urus Bey oğlu haber gönderdi: ‘Bizim saadetimiz senin de saadetindir. Tanrı bu toprağı sana bağışlamış, ben sana başımı verir, saadetimi feda ederim’ dedi. Bundan onun adı da ‘Saklab’ oldu. Tekrar ordusu ile İdil’i geçti. Orada bir büyük hakan yaşıyordu. Oğuz onun da ardına düştü: ‘İdil Suyu’ndan akacağım.’ dedi. Orda ‘Uluğ Ordu Bey’ isminde bir tigin vardı. Orası çok ağaçlık bir memleket olduğundan onlardan kesti. Ağaçların üzerine binerek nehri geçti. Oğuz, gülerek dedi ki: ‘Sen de benim gibi bir hakan ol, ana Kıpçak densin.’ Tekrar yoluna devam etti. Bu aralık boz tüylü, boz yeleli kurt tekrar göründü: ‘Ordu ile yürüyerek tiginleri, halkı buraya getir, ben önden size yol göstereceğim.’ dedi. Yürüdüler. Oğuz Han, vadide bir aygıra bindi, onu pek seviyordu. Fakat at çölde gözden kayboluverdi. Burada yüksek bir dağ vardı. Tepesi daima karlı olduğundan ‘Buz Dağ’ derlerdi. Oğuz, atının kaçmasına çok kederlendi. Orduda büyük kahraman bir tigin vardı. Yüksek dağa tırmandı. Dokuz gün sonra Oğuz’a atını getirip verdi. Her tarafı kar ile bembeyaz olduğundan Oğuz ona birçok hediyelerle beraber ‘Karluk’ adını verdi. Ve birçok irinlerin üzerine Han yaptı. Tekrar yola düzüldüler. Yolda bir büyük ev gördü. Damı altından pencereleri halis gümüşten ve demirdendi. Kapısının anahtarı yoktu. Orduda, ‘Tumur Dukagul’ adlı akıllı bir adam vardı. Oğuz ona: ‘Burada kal, aç, sonra orduya gel.’ dedi. Ve ‘Kalaç’ adını verdi. Tekrar yola düzüldüler. Yine bir gün boz saçlı, boz yeleli kurt birdenbire durdu. Ordu da ona uydu. Burası ekilir bir ova idi. ‘Çürçit’ derlerdi. Burada büyük kavim yaşardı. Birçok beygirleri, sığırları, inekleri vardı. Birçok altın ve gümüşlere, elmaslara maliktiler. Bunlar, Oğuz’a karşı çıktılar. Ok ve kılıçla şiddetli bir cenk oldu. Oğuz galip geldi, Çürçit Hanı’nın başını kesti. Ahalisini itaata aldı. Burada birçok mallar ele geçti. Lakin yük hayvanları, katır, öküz pek azdı. Oğuz’un ordusunda, ‘Barmaklak Çözdüm Bilig’ adlı akıllı bir adam vardı. Hemen bir kağnı yaptı, malları oraya doldurdu. Hayvanları da koştu. Herkes onun gibi arabalar yapıp eşyasını yüklemeye başladı. Oğuz Han bunu görüp güldü ve ona ‘Kanglı (Kağnılı)’ adını verdi. Tekrar yürüdüler. Boz saçlı, boz yeleli kurt önde idi. ‘Tangut’ ve ‘Şakım’ memleketine geldiler. Birçok cenklerden sonra Oğuz, oraları da ele aldı. Gayet gizli bir köşede çok zengin, çok sıcak bir memleket vardı. Adına ‘Baçak’ derlerdi. Burada birçok vahşi hayvanlar, av kuşları yaşardı. Ahalinin yüzü siyahtı, hakanı ‘Mazar’ adlı birisi idi. Oğuz, onu da yendi, kaçırdı, memleketini zapt etti. Oradan atına binerek memlekine, yurduna döndü.
Oğuz Han tarafında beyaz sakallı, koyu saçlı, pek akıllı bir ihtiyar vardı. Pek anlayışlı, pek iyi düşünür bir adam idi. Bir bakıcı olan bu adamın ismi ‘Uluğ Türk’ idi. Bir gün rüyasında Altın Yay ve Üç Gümüş Ok gördü. Bu Altın Yay doğudan batıya kadar uzanıyor ve bu Üç Ok gece tarafına uçuyordu. Uyanınca bunları Oğuz’a bildirdi ve bir nasihat etti. Oğuz onun nasihatini tutarak ertesi sabah büyük kardeşleri, küçükleri çağırdı. Dedi ki: ‘Artık ihtiyarladım. Benim için artık hükümdarlık kalmadı. Gün, Ay, Yıldız, siz güneşin doğduğu tarafa; Gök, Dağ, Deniz, siz de gece tarafına gidiniz!’ Çocuklar bu emri yaptılar. Gün, Ay Yıldız çok hayvanlar ve kuşlar öldürdükten sonra ‘Altın bir yay’ buldular ve babalarına getirdiler. Oğuz, yayı üçe ayırdı: ‘En büyük kardeşler, yay sizin olsun, yay gibi oku göğe fırlatınız!’ dedi. Öbür üçü birçok hayvanlar ve kuşlar öldürdükten sonra çölde bir Gümüş Ok buldular ve babalarına getirdiler. Oğuz oku üçe ayırdı: ‘Ey küçük kardeşler, ok sizin olsun. Yay oku atar. Siz de ok gibisiniz.’ dedi. Bunun üzerine büyük bir kurultay topladı. Herkesi çağırdı. Obasının sağına kırk kulak uzunluğunda bir sırık dikti, tepesine bir altın tavuk ve tavuğun ayağına beyaz bir koyun, bağladı. Sol tarafına, kırk kulaç uzunluğunda bir sırık dikti. Tepesine bir gümüş tavuk ve tavuğun ayağına bir siyah koyun bağladı. Sağ tarafta Boz Oklar oturuyordu. Sol tarafta Üç Oklar oturuyordu. Böylece kırk gün, kırk gece eğlendiler. Bundan sonra Oğuz, yurdunu oğulları arasında taksim etti: ‘Ey oğullarım, çok yaşadım, mızrakla çok cenk ettim, çok ok attım, çok aygırlara bindim. Düşmanları ağlattım, dostları güldürdüm. Gök Tanrı’ya her şeyi feda ettim, size de yurdumu veriyorum’ dedi.”
Dede Korkut Kitabı’nın birinci Oğuznamesi’nin mevzuunu teşkil eden “Boğaç Han” da “Oğuz Han” olmak melhuzdur. Boğaç “boğa” kelimesinden müştaktır. Boğaç on beş yaşına gelinceye kadar adsızdı. Bu yaşta, dövüş için hazırlanmış bir boğayı mağlup ederek öldürdükten sonra Boğaç ismini aldı. Babasının kırk yiğidi Boğaç’ı kıskandıkları için “İzinsiz ava çıkıyor.” diye aleyhinde iftirada bulundular. Babası onu öldürmek için bir sürgün avı tertip etti. Avda oğlunu ok ile yaraladı. Halk kitapları arasında “Şah İsmail” isminde bir kitap vardır ki bunun kahramanı “Oğuz Han”dan başka bir kimse değildir. Şah İsmail de on beş yaşına kadar adsız kalıyor. Ona da babası düşman oluyor. O da Oğuz Han gibi üç kız ile evleniyor. Bu dört misalin mukayesesinden, Oğuz Han menkabesinin müşterek bir şekli çıkarılabilir.
Şane Menkabesi: Şane Türkleri “Cucuvan Tatarları”nın hâkimiyetinden kurtaran kahramandır. Şane, Moğolcada kudret manasınadır. Börteçine = Şane (Boz kurt) demektir. Türkleri Ergenekon’dan yani millî felaketten kurtaran, bu Şane adlı kahramandır. Hakaniyye Devleti’nin müessisi olan Karluk Hanları İslamiyet devrinde bile Şane’nin evladı olmakla iftihar ediyordu.
Kendilerini Şane’ye nisbet eden, yalnız Göktürkler değildi. Oğuzlar ve Çingiz zamanında Moğollar da kendilerini Şane evladı addediyorlardı. Zaten Moğollar halis Oğuz olduklarını iddia ediyorlardı. “Ergenekon” menkabesi yanlış olarak Göktürklere nispet edilmiştir. Sâmiü’tlevârih ve diğer menbalar Ergenekon’u Oğuzlara isnat ediyor. Mamafih Ergenekon Oğuzlarda, Göktürklerde, Karluklarda müşterektir. Çünkü hepsinin anane ve menkabesinde “Kurt halaskârlığı” vardır. Bundan başka, Cucuvanlara karşı ilk isyan edenler “Huey-hu”lar yahut Talaslar yani Oğuzlarla Dokuz Oğuzlardır (Deguignes). Türk istiklali bunların isyanı ile başlar. Göktürkler sonradan Cucuvan boyunduruğundan kurtulmuşlardır.
Huey-huIarda Kurt Menkabesi: “Hiung-nu” hüküm-darlarından birinin gayet güzel iki kızı vardı. Bir gün kendi kendine bu kadar güzel kızları, Âdemoğullarına vermek münasip olup olmayacağını düşündü ve nihayet onları doğrudan doğruya Tanrı’ya takdime karar verdi. Bu maksatla kendi imparatorluğunun hududu üzerinde, hâli bir mahal intihap ederek, çok yüksek bir kule yaptırdı. Ve Tanrı’dan kızlarını kendisine zevce olarak almasını niyaz ve istirham ederek onları götürüp kuleye bıraktı. Nihayet kulenin önünde ihtiyar bir kurt gözüktü. Kulenin dibine yapışarak gece ve gündüz ulumaya başladı, hatta orada kendisine bir in yaparak üç ay hiç kımıldamadan orada kaldı. Kızlardan biri, hemşiresine dedi ki: “Babamız bizi Tanrı’ya takdim için burada bıraktı. Sakın bu kurt Tanrı tarafından gelmiş olmasın?” Ve hemen kuleden inerek yanına gitti, onun zevcesi oldu. Çocuklar doğurdu ve Huey-hular, onun neslinden türedi.[47 - Köprülüzâde Mehmed Fuad, Türk Edebiyatı Târihi, C. f, s. 69 (Z.G.)]
Huey-huların bu menkabesi, bu kavmin kendisini Kurt neslinden addettiğini gösterir. Sancaklarının başında Kurtbaşı bulunması da bunu müeyyiddir.[48 - Köprülüzâde Mehmed Fuad, Türk Edebiyatı Târihi, C. m, s. 69 (Z.G.)] Gerek bunlar ve gerek Talaşlar, Kanglılar, Oğuzlar ve Göktürkler seslerinin kurt sesini andırdığını iddia ederler, kurt sesi çıkarmaya çalışırlar.
Ergenekon Menkabesi: Moğollara yani Oğuz soyuna “İlhan” padişah olmuştu. Tatarların hanı da “Sevinci Han”dı. Moğollar, o taraftaki bütün kavimlerden daha kalabalık oldukları için hepsini ayrı ayrı ezerlerdi. Moğollardan çok darbe yiyen Sevinç Han, Kırgız Han’ı ve sair illeri kandırdı, hep birden Moğollar aleyhine ayaklandılar. Nihayet hile ile onlara galebe eylediler. Moğollar hep bir arada yaşadıkları için düşmanları onları ortadan kaldırdılar. Yalnız İlhan’ın “Kıyan” isminde bir oğlu vardı. O sene evlenmiş idi. Bir de “Tokuz” adlı bir yeğeni vardı. Bunlar zevceleri ile beraber düşmanların ellerinden kaçıp bir memlekete geldiler. Orada at, davar, deve mebzuldu.
Bunlar bu malları sürerek bir sarp dağ içinde kar yığılı bir yola uğradılar. Bu yol çok tehlikeli idi, fakat oradan geçtiler. Yalnız tek yolu olan bu dağın içerisi geniş ve güzeldi. Akarsular ve çeşmeler, türlü sebzeler, yemişler, av hayvanları vardı. Hayvanların kışın etini, yazın sütünü yiyip içtiler. Derisini giydiler. Dağların karı eridi. Oraya “Ergenekon” dediler. Bu iki adamdan çok nesil üredi. Dört yüz yıl burada kalıp çoğaldılar. Nihayet buraya sığamayacaklarını anlayarak çıkmaya karar verdiler. Fakat yol bulunmuyordu. Bir demirci dedi ki: “Burada demirden bir dağ var, onu eritelim.” Hemen dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür koydular. Yetmiş deriden körük yapıp yetmişlere koydular. Birikip körüklediler. Derhâl, yüklü deve çıkabilecek kadar yol oldu. Çıktılar ve Tatarlardan intikam aldılar. Bu esnada hükümdarları “Börteçine = Bozkurt” idi.[49 - Köprülüzâde Mehmed Fuad, Türk Edebiyatı Târihi ,C. I, s. 67 (Z.G.).]
Tukyuların Menkabesi: Tukyuların, yani Göktürklerin menkabesi iki şekilde Çin tarihlerine geçmiştir:
1) Hiung-nularla aynı cinsten olan Tukyular Hiung-nu memleketinin şimalindeki “So” krallığından çıkmışlardır. Reisleri “Kapan Pu”nun on altı kardeşi vardır ki; bunlardan birisinin anası bir kurttu. Kurttan doğmuş olan “Y-ush-Nii Chouoctions”, rüzgârlara ve yağmurlara hükmediyordu. Düşmanları diğer kardeşlerini mahvettikleri zaman bu, tabi-atiyle o felaketten kurtuldu. Bunun iki zevcesi vardı, biri Yaz Tanrısı’nın diğeri Kış Tanrısı’nın kızı idi. Bunlardan da ikişer oğlu olmuştu. Kendi kavmi bu çocukların en büyüğü olan “Natüliu”yu hükümdar yaptılar; o zaman “Tukyu” adını aldı. Bunun on zevcesi olduğu için çocuklarından her biri analarının adını almışlardı. “Kurt = Assenae” bu isimlerden biri idi ve bu ismi ilk taşıyan hükümdar “A-hien-che” idi.
2) Tukyular iptida garp denizinin “Si-hai” veya Hazar Denizi’nin garp kenarlarında oturuyorlardı. Komşu bir kavim bunları kamilen mahvetti. Yalnız bir delikanlı kaldı ki onu öldürmeye cesaret edemeyerek ellerini ayaklarını kesip büyük bir bataklığa bıraktılar. Burada bir dişi kurt ona baktı, yiyecek getirdi, hayatını kurtardı. Bu esnada kurt, bundan gebe kaldı. Komşu kavmin hükümdarı gibi bunu öldürmek için bir asker tayin etti. Askeri gittiği zaman, kurdu delikanlının yanında gördü. Kurt bu aralık bir mâbudun yardımına mazhar olmuş gibi, delikanlıyı oradan alarak denizin şark tarafına geçirdi ve bir dağın üstüne indi. Bu dağ “Kao Cang” memleketinin şimali garbîsinde idi. Dağın eteğinde bir mağara vardı. Kurt oraya girdi. Orada yeşilliklerle mâlâmâl, iki yüz “Li”; vüsatinde bir saha buldu. Orada on oğlan doğurdu ki bunlardan biri aile ismi olarak “Asena = Şane” namını aldı. Diğer kardeşlerinin en zekisi olduğu cihetle, biraz sonra hükümdar oldu ve neslini unutmadığını göstermek için çadırının kapısı önüne, üzerinde bir kurt kafası bulunan bir bayrak dikti. Nihayet birçok nesillerden sonra “A-hien-che” bunlara hükümdar oldu ve kavmini oradan çıkararak “Cücen”lerin tâbiyyetine girdi.
Sair Menkabeler: Ustûreler, ilahlara taalluk eden maceralardır. Menkabeler de kahramanlara yani nîmilahlara isnat olunan sergüzeştlerdir. Gerek ustûrelerin gerek menkabelerin iki içtimai rolü vardır:
Birincisi, âyinî roldür. Yani bu ustûreler ve menkabeler bir içtimai esnasında manzum yahut mensur olarak musiki ve raksla müterafık ve gayrimüterafık okunursa hatta bazen dinî bir trajedi hâlinde oynanırsa sihriyyen dinî bir tesir icra eder, yahut büyük bir sevap kazanılmış olur. İkinci rolü itikadîdir. Bu rol de kıymet menkabenin mevzusunda ve manasındadır. Menkabenin naklettiği vaka herhangi bir teşkilatın yahut müessesenin ne suretle tekevvün ettiğini izah etmek ister. Menkabelerin birinci rolünü Dede Korkut Kitabı’nın Oğuzname’sinde görüyoruz. Ozan, bunları yirmi dört boy beyi şölende hazır iken hanların hanına hitaben inşat eder. Aynı zamanda kopuzunu da çalar. Müslümanlarda mevlid-i şerif tilâveti nasıl ayinî mahiyeti haiz ise bu Oğuz nameler de eski Oğuz Türkleri için öyle idi.
Menkabelerin izahkâr rolüne gelince bunu bilhassa İlhanlık dininde hâkim olan ilin hâkimiyetinin izahında görüyoruz. İlhanlıkta bir il, “Ak Kemik” tanınıyor ve diğerleri “Kara Kemik” itibâr olunarak bu ilin tâbiiyyeti altına giriyorlar. Hâkim olan ilin Ak Kemikliğini izah eden işte bu menkabelerdir. Yukarıda Dokuz Oğuzların ve Göktürklerin ne suretle ilahî ve kudsî bir mahiyeti haiz bir kudretten ürediklerine itikat olunduğunu gördük. Hâkim olan “İl”, velâyet-i âmmeyi haiz olmak için mukaddes olmak lazım gelir. Mukaddes olmak için de ya bir totemin ya bir ilahın sülalesinden gelmesi şarttır. İlah kadınlara ya bir nur sütunu, yahut bir hayvan ve bazen de bir insan suretinde tecelli eder. Bunların birisinden gebe kalan bir kadın, ilazadeler doğurur. Bunlardan türeyen bir “il” hâkimiyeti, velâyet-i âmmeyi haiz addolunurlar.
“Bögü Han” ve “Oğuz Han” menkabelerinde nur sütununun, totemlerin semavi kızların mevcudiyeti gösteriyor ki bütün Türk menkabeleri, İlhanlık dininin cersûmelerini haizdir. Her budunun, her ilin kendini mukaddes zannetmesi ve diğer zümrelere müreccah görmesi tabiidir. Zaten, budun ve il devrelerinde de izdivaç, cemiyetin dâhilindedir. Bir fert kendisine yalnız kendi budununun yahut kendi ilinin kızlarını küfüv görebilir. Bütün bu vakıalar, cemiyetin ilahî bir menşeden gelmesi itikadı ile izah olunabilir.
Alan Koa: Alan adlı bir melikenin çadırına gökten yeşil gözlü bir ilah iner. Alan Koa bundan gebe kalır. Kayı sülalesi, bunun iki oğlundan ürer.[50 - Ebû’l-Gâzi Bahadır Han, Türk Şeceresi, yay. Dr. Rıza Nur, İst, 1925,s. 64.]
Kırk Kız: “Sağın Han” adlı bir Kazak hükümdarının kızı bir sabah erken kırk cariyesi ile beraber gezmeye çıkarlar. Henüz güneş doğmamıştı. Bir ırmağın kenarına gelirler. Irmağın üzerine semanın nur sütunu indiği için suları gümüş gibi parlaktı. Kızlar suyun güzelliğine meftun olarak parmaklarını ırmağa daldırırlar. Bu temas neticesinde hepsi gebe kalır. Hükümdar, bunların hepsini bir dağa nefyeder. Orada bunların zümyeti çoğalarak “Kırgız” kavmini vücuda getirirler.
Hia Prensesi: Bu itikat Çinlilerde de vardır. Hia sülalesinin ilk validesi olan prenses, bir gece dolaşırken bir yıldızın şuasında hamile kalmıştır.[51 - Deguignes, C. I, kısım, I, s. 8 (Z.”G.).]
Ananeye göre Japon sülalesi, Güneş Kızı’yla bir Kuş’tan; Tibetliler, bir Prenses’le bir Maymun’dan; Kırgızlardan bir kabile, bir Prenses’le bir Kızıl Köpek’ten vücuda gelmişlerdir.
Eski Türkler, bu menkabeleri izah için senede bir kere, tabii şehvetin galeyanı ile vücuda gelen bir “aşk gecesi”ne inanırlardı. Bu “aşk gecesi”nde, kadın her neye dokunsa gebe kalırdı. Çünkü bu gece nur sütunu -ki buna “Altun Işık” da diyebiliriz- her şeyde mütecelli bulunurdu. “Altun Işık” bazen güzel bir erkek suretinde bir kadının harimine gelirdi (Alan-Koa). Bazen bir yıldızın şuası yahut bir ırmağın suyu vasıtasıyla temas ettiği bir ağacı, yahut bir kızı gebe bırakırdı.
Bu “aşk gecesi”, her ilin kendisine ilahî bir kudsiyet, semavi bir isabet vermesine hadim oluyordu. “Altun lşık”tan doğan insanlar “Ak Kemik” olurlardı, diğer budunlar ise “Kara Kemik” kalırlardı. Aşk gecesinde ilahlar, ilaheler ve insanlar arasında muaşakalar cereyan etmesinden, birtakım ustûreler doğmuştur ki birkaçını aşağıda zikredeceğiz.

19. Aşk Ustûreleri
Güneş Hanım: Yakutlara göre “Ulu Toyon”, “Ay Toyonsun” kızı “Güneş Hanım”a âşık olmuş; Ulu Toyon, Altaylılarda “Oğan”, Oğuzlarda “Gök Han”dır. Ay Toyon Altaylılarda “Bay Ülgen”, Göktürklerde “Gök Tanrı”, Hakaniyye Türklerinde “Bayat”tır. Ulu Toyon, babası “Seçen”e der ki: “Ay Toyon’un semasına çık. Bana onun kızı Güneş Hanım’ı iste! Ne kadar çok ağırlık isterse hiç esirgeme, kabul et.”
Seçen, hemen semaya çıktı, Ay Toyon’un otağına gitti: “Oğlum kızınızı sevmiş. Onu oğluma verir misiniz?” Ay Toyon: “Peki veririm fakat iki nişan isterim. Biri dalga, göl incisi; biri serap, çöl incisi.”
Seçen bu haberi getirdi. Ulu Toyon istenilen iki nişanın tedarikini kolay gördü. Yer üstünde ve yer altında ne kadar cinler, periler ve ruhlar varsa hepsini davet etti. Cümlesi geldiler. Ulu Toyon dedi: “Ey kahramanlar, içinizde benim istediğim iki armağanı bana getirmeyi kim üzerine alacak? Bu iki armağanı bulmak, getirmek gayet kolaydır. Biri dalga, göl incisi; biri serap, çöl incisi.”
Cemaattan bu teklifi kabul edecek hiçbir kahraman çıkmadı. Ulu Toyon teklifi tekrar etti. Yine cevap veren olmadı. Üçüncü teklifinde bir “kurt” ile bir “karga” meydana geldiler. Bu iki armağanı getirmeyi üzerlerine alıyorlardı. Fakat kurt dalgayı tutabilmek için uzun bacaklar istiyordu. Karga ise serabı görebilmek için keskin gözler talep ediyordu. Ulu Toyon istedikleri şeyleri onlara verdi. “Haydi kahramanlar! Gidin, bana dalga ile serabı getirin.” dedi.
Bu iki kahraman yola düştüler. Aradılar, taradılar, çalıştılar, uğraştılar. Ne kurt dalgayı tutabildi ne de karga serabı ele geçirebildi. Asırlar geçti bir türlü iki armağan gelmedi. Ulu Toyon, istenilen nişanları veremedi ve Güneş Hanım’ı alamadı.
Çalbu Hanım: Yakutlarca Zühre’nin adı “Çalbu Hanım”dır. Bu genç kız, Ülker yıldızını seviyor. Ülker de Çulbu Hanım için yanıp tutuşuyor. Ne zaman ki Çalbu ile Ülker bir hizada birleşirler; kalpleri atmaya, göğüsleri kabarmaya, nefesleri gürleşmeye başlar. Bu nefesler birer dalga olur. Derhâl kasırga çıkar, ortalığı birbirine katar. Bundan dolayıdır ki Yakut Türkleri Zühre ile Ülker bir hizaya geldiği zaman ürkerler.
Öksüz Kız: Bir kış günü, öksüz bir kız su almaya gidiyordu. Vücudu yarı çıplaktı. Üryan ayakları kardan şişmişti. Karnı açtı. Kulakları soğuktan donmuştu. Gözleri yaşlı idi. Elinde demir bir bakraç vardı. Çeşmeye gidiyordu. Birdenbire bir kasırga koptu. Ay, yukarıdaki köşkünden bu zavallı kıza bakıyordu. Dedi ki: “Mutlaka üvey anası bu kıza zulmediyor.” Kıza acıdı. Kız, o sırada bir çalının içinde yürüyordu. Ay, çalıya emretti: “Kızı al, gel!” dedi. Çalı derhâl, bir at oldu, bir yandan gök alçaldı, bir yandan çalı yükseldi. Kız bakracı ile beraber göğe geldi.
Şimdi, ayın hâlden hâle geçmesi hep öksüz kızın geçirdiği serencâmlara tabidir. İlk gece Ay, gümüş bir yay gibidir. Kız büyüdükçe Ay da büyür. Fakat bazen kız, otağa girer, halı dokumaya başlar. O zaman Ay, sevgilisini göremediğinden hasretle yüzü hilale döner. Bazen kızın keyfi coşarak bakracı ile beraber göle koşar. O zaman Ay’ın yüzü belirlenir.
Bundan başka gökte bir “Beyaz Ayı” vardır ki Öksüz Kız’ı sevdiği için Ay’ı tutup boğmak ister. Fakat ona gücü yetmez. Yirmi beş gün ay galiptir. Yalnız üç gün Ay’ı galebe çalar. İşte bu zamandır ki Ay görünmez.

20. Tsinlerde Dinî İbadetler ve Sihrî Ayinler
Tsinler: Tsin Türklerinde senede beş ibadet icra edilirdi; ilkbaharda Gök Han’a “koyun” kesilirdi, yazın Kızıl Han’a “kuş”, sonbaharda Ak Han’a “köpek”, kışın Kara Han’a “domuz” kurban edilirdi. Senenin ortasında da Ogan’a “öküz” kurban edilirdi.
Hiung-nularda senede üç büyük ibadet icra olunurdu :
1) Senenin ilk ayında Hakan ve Hatun’un riyaseti altında bütün Tiginler (prensler), şadlar, yabgular, tudunlar, tarhanlar, iç ve dış buyruklar, hülasa umum beyler; Ak Budun ve Kara Budun, hakanın ordugâhına toplanarak bayram yaparlardı. Bu bayramda kurban kesilerek zengin, fakir umuma ziyafet çekilirdi.
2) Senenin beşinci ayında, “Lung-Cheng”de ikinci bayram yapılırdı. Burada büyük bir kurultay şeklinde bütün beyler ve halk toplanırdı. Kurbanlar kesilip yenildikten sonra koşular ve oyunlar yapılırdı.
3) Üçüncü bayram sonbaharda yapılırdı. Atların besili olduğu bu zamanda “Tailing”de büyük bir içtima yapılırdı. Tanju’nun otağı Şamanlarca mukaddes tanınan solda kurulurdu. Otağın kapısı da garba bakardı. Bu içtimada, her ilin boyları, her boyun efradı, atları sürüleri sayılırdı. O sene zarfında husule gelen artma veya eksilme Tanju’ya ve Kurultay’a arz olunurdu. Kurultay devam ettiği müddetçe Tanju, her sabah Güneş’e ve her akşam Ay’a ibadet etmek üzere otağından çıkar ve herkes kendisine ittiba ederdi.
Cenaze Merasimi: Eski Türklerin dininde ecdada tapmak yani “Manizm” yoktu. Cenaze merasimini çok ihtişamlı yapmak, yalnız manizme mahsus değildir. Vefattan sonra ölülerin ruhları, akrabaları için çok tehlikeli olur. Bu tehlikeye mâni olmak içindir ki gayet tantanalı cenaze merasimi yapılırdı. Cenaze için toplanıp ağlamaya “Yuğ” adı verilirdi. Yuğa bütün bildiklerden “Yuğcular” ve “Sıgıtçılar” (nevvâheler) gelirdi. Bunlar, kendi kendilerini yaralayarak yüzlerini yırtarak, her taraflarını kan içinde bırakırlardı. Bilge Han’ın yuğuna Çin, Kırgız, Otuz Tatar, Dokuz Tatar, Türkeş vesair milletlerden yuğcular gelmişti. Bunlar dost hakanlardan birini “Balbal = Matem bayramının reisi” intihap ederek “Yuğ Merasimi”nin icrasını onun idaresine verirlerdi. Cenazelerin defninde de birtakım merasim icra ederlerdi: Tabut, cenazenin içtimai mevkine ve servetine göre altın, gümüş, mücevherat, vesair kıymetli şeylerle tezyin edilirdi. Cenaze kabire götürülürken hizmetçileri, cariyeleri beraber gider; efendilerinin hizmetine eskisi gibi hazır bulunurlardı. Cenaze nakledilirken birçok kahraman gençler de beraber bulunurlardı. Ay görünür görünmez, cılasınlar muharebe manevrasına başlarlar, Ay batıncaya kadar bu manevralara devam ederlerdi. Kunlarda mezar yükseltmek âdeti yoktu.
“Kül Tigin”in vefatı üzerine, şarkta Göktürkler’in metbusu sayılan “Çin imparatoru” yekpare bir sütun üzerine ölünün vekâyisinin yazılmasını ve Türklerde âdet olduğu veçhile heykelinin dikilmesini ve namına “Bark” yapılmasını emrederek sarayına mensup altı sanatkârı bu işe memur etmişti. Bilge Han’ın vefatından sonra taziye için memur gönderdiği gibi “Bark” yapılmasını ve dikilecek “Mengütaş”ın yazılmasını da emretmişti.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ziya-gekalp/turk-medeniyet-tarihi-69428191/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Bundan maksat, herhâlde, totemin “ferdîleşmesi” olacaktır. Bk. “Totem ve Potlaç” bahsi

2
Esas metinde “Barabiniz”dir. Doğrusu “Baraba” olmalıdır. Bk. Reşit Rahmeti Arat, Türkiyat Mecmuası, X (1951-1953) s. 59-138.

3
David Leon Cahun (1841-1900): XIX. yüzyıl sonlarında başlayıp XX. yüzyıl başlarında hızlanan “Türkçülük hareketleri üzerinde tesirleri bulunan ve “Gök Bayrak” adlı tarihî romanı dilimize çevrilen Fransız yazar ve tarihçisidir.

4
Hakkında bilgi bulunamamıştır.

5
Charles Gide (1847-1932): “Nimes Okulu” diye adlandırılan “Kooperatifçilik Okulu”nun kurucularından, Fransız iktisatçısıdır.

6
Rudolf Steinmetz (1862-1940): Hollandalı sosyolog ve etnolog.

7
1248-1318 yılları arasında yaşamış, İlhanlılar devrinde Türk-Moğol tarihine dair büyük bir eser meydana getirmiş olan tabip ve devlet adamı Reşidü’d-Din’in eseri.

8
1226-1282 yılları arasında yaşamış, İlhanlılar devri idare adamlarından, meşhur münşive tarihçi, Cüveynî’nin eseri.

9
1433-1498 yıllarında yaşamış, İranlı tarihçi Mirhorid’un eseri.

10
1475-1535 yılları arasında yaşamış, son Umurlular devri tarihçilerinden Hondmir’in eseri.

11
Eugene Pittard (1867-1942): İsviçreli Antropolog. Cenevre Üniversitesi Antropoloji profesörü olup sözü edilen “Irklar ve Tarih” adlı eseri, 1924 yılında yayınlanmıştır.

12
Kaşgarlı Mahmud, Divânı Lügâti’t-Türk, yay. Besim Atalay, TDK, Ankara, 1940-1943, C. m, s. 137. Notlarda bizim verdiğimiz sahifeler hep bu baskıya aittir.

13
Cüveynî, Târih-i Cihângüşâ, yay. Muhammed Kazvînî, GMS, Leiden, 1911, C. 1, s. 10.

14
Divânı Lügâti’t-Türk, C. III, s. 3, 159, 307-8.

15
Divânı Lügâti’t-Türk, C.I, s. 332.

16
Emile Durkheim (1858-1917): Görüşleri Türkiye’de Ziya Gökalp tarafından temsil edilen ünlü Fransız sosyoloğu.

17
Marcel Mauss (1872-1950) Emile Durkheim’in yeğeni ve onun görüşlerinin takipçisi olan Fransız sosyoloğu.

18
Henri Hubert (öl. 1927): Durkheim Mektebi’ne mensup Fransız sosyoloğu.

19
Lucien Levy-Bruhl (1857-1939): Fransız sosyoloğu.

20
Edouard Chavannes (1865-1918): Meşhur Fransız Sinolog ve Türkolog’u.

21
Dîvân, C. III, s. 225.

22
Esas metinde, dizgi yanlışı olarak “ Çıvısı” denilmekle beraber “çerisi” olacağı açıktır.

23
Divânı Lügâti’t-Türk, C. I, 9. 49,200.

24
Bu kelime hakkında bk. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Selçuklu Târih ve Medeniyeti Enstitüsü yayınlarından, Ankara, 1971, s. 186.

25
L’Annéé Sociologique, C. VI, s.– 56 (Z.G.).

26
Hakkında bilgi bulunamamıştır.

27
L’Annéé Sociologique, C. VI, s: 56 (Z.G.).

28
Bu listedeki isimler için bk; O. Turan, On iki Hayvanlı Türk Takvimi, İstanbul, 1941, s. 104-106.

29
Kaşgarlı, Divân, C. I, s. 347.

30
Kaşgarlı, Divân, C. I, s. 87.

31
Yakutlar üzerine yaptığı çalışmaları ile tanınan Rus Türkoloğu.

32
Bu isim, W. Radloff’un dilimize çevrilmiş bulunan (Sibiryadan, çev. Dr. Ahmet Temir, MEB, Ankara, 1954-1957) eserinde “Kayra” (C. II, kısım, I, s. 6-8) olarak geçmektedir.

33
Metinde bu kelimenin Almancası, “Allwissende”, kullanılmıştır ki Türkçesi: “Her şeyi bilen” demektir. Bk. Radloff, adı-geçen eser, C. II, kısım, I, s. 8.

34
Bu kelime Radloff da “Yö Kan” şeklinde geçmektedir. Bk. Adı geçen eser, C. II, kısım, I, s. 9.

35
Bütün bu tanrı isimlerinin okunuşu için Radloff’un adı geçen eserine bakınız.

36
Dede Korkut kitabı, s. 5.

37
Dede Korkut Kitabı, s. 116.

38
Dede Korkut Kitabı, s. 116.

39
Dede Korkut Kitabı, s. 117.

40
Dede Korkut Kitabı, s. 117.

41
Dede Korkut Kitabı, s. 117.

42
Cüveynî, C. I, s. 40.

43
Divân, C. I, s. 382; C. III. s 347

44
Bu isimlerin okunuşu için bk. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, s. 75.

45
Bu ismin başka okunuş şekilleri hakkında bk. Türk Mitolojisi, S 82-84.

46
Bu isimler hakkında bk. Türk Mitolojisi, s. 377.

47
Köprülüzâde Mehmed Fuad, Türk Edebiyatı Târihi, C. f, s. 69 (Z.G.)

48
Köprülüzâde Mehmed Fuad, Türk Edebiyatı Târihi, C. m, s. 69 (Z.G.)

49
Köprülüzâde Mehmed Fuad, Türk Edebiyatı Târihi ,C. I, s. 67 (Z.G.).

50
Ebû’l-Gâzi Bahadır Han, Türk Şeceresi, yay. Dr. Rıza Nur, İst, 1925,s. 64.

51
Deguignes, C. I, kısım, I, s. 8 (Z.”G.).
Türk Medeniyet Tarihi Зия Гёкальп
Türk Medeniyet Tarihi

Зия Гёкальп

Тип: электронная книга

Жанр: Маркетинговые исследования и анализ

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Avrupalı birçok seyyaha göre, Hive Türkmenleri dünyanın en demokrat bir kesimidirler. Gaston Richard diyor ki: “Bu kavimde müsavat, kemalin son derecesini bulmuştur. Çünkü Türkmenlerde ücretle müstahdem hizmetçiler yoktur. Esirlerse pek azdır.”

  • Добавить отзыв