Türkçülüğün Esasları

Türkçülüğün Esasları
Ziya Gökalp
Toplumsal sorunları açıklamak ve bu sorunlara çözümler getirmek iddiasıyla Batı’da gelişen bir bilim olarak sosyolojiye, o dönem türlü sorunlarla karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti içerisindeki problemlere çözüm arayışı içinde olan aydınların rağbet göstermesi kaçınılmaz bir durumdu. Bu aydınların başında gelen Ziya Gökalp, Türkiye’de sosyolojiyi -o zamanki adıyla içtimaiyat- kurmuş, Comte-Durkheim çizgisinde kalarak pozitivist sosyolojinin temsilcisi olmuş bir mütefekkir idi. Gökalp, bu çözüm arayışı içinde, Türk toplumunun kendine özgü ahlaki ve kültürel değerleriyle Batı’dan aldığı bazı değerleri kaynaştırarak bir senteze ulaşma çabasına girdi. Düşüncesinin temelinde, “Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak” gayesi yatıyordu. Gökalp, bu gaye uğruna konferanslar vermiş, farklı edebî türlerde eserler kaleme almış, farklı gazetelerde birçok konuda makaleler yazmış, ilmî araştırmalar yapmış, Türkiye’de bilimin gelişmesi için büyük bir gayret sarf etmiştir. Millî edebiyatın kurulması ve gelişmesinde de önemli bir rol oynayan, siyasi ve toplumsal konularda sayısız makale kaleme alan, bir dönem Diyarbakır milletvekilliği yapmış Ziya Gökalp’in sosyoloji anlayışı, Türkiye’de 1940’lara kadar, neredeyse tek egemen sosyoloji ekolü olmuştu. Gökalp benimsediği sosyoloji anlayışı ile Türk tarihi, millî edebiyat, şiir, roman, bilim, felsefe, içtimai hayat, toplumsal yapının bilimsel yöntemlerle incelenmesi, iş bölümü gibi konulara eğilmiş ve görüşleri ile Türk sosyal biliminde ve edebiyatında bugünlere kadar etkisini göstermiştir.

Ziya Gökalp
Türkçülüğün Esasları

Bu kitap “Nazari Kısım” ve “Amelî Kısım” diye ayrılmıştır. Nazari kısım, Türkçülüğün mahiyetini tetkik edecek; Amelî kısım, Türkçülüğün programını tespit etmeye çalışacaktır.

BİRİNCİ KISIM
TÜRKÇÜLÜĞÜN MAHİYETİ

I
TÜRKÇÜLÜĞÜN TARİHİ
Türkçülüğün memleketimizde zuhurundan evvel, Avrupa’da Türklüğe dair iki hareket vücuda geldi. Bunlardan birincisi, Fransızcada “Turquerie” denilen “Türkperestlik”tir. Türkiye’de yapılan ipekli ve yün dokumalar, halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri, mücellitlerin, tezhipçilerin yaptıkları teclitler ve tezhipler, mangallar, şamdanlar ilh. gibi Türk sanatının eserleri, çoktan Avrupa’daki nefaisperestlerin dikkatini celbetmişti. Bunlar Türklerin eseri olan bu güzel eşyayı binlerce liralar sarf ederek toplarlar ve evlerinde bir Türk salonu yahut Türk odası vücuda getirirlerdi. Bazıları da bunları başka milletlere ait bedialarla beraber, bibloları arasında teşhir ederlerdi.
Avrupalı ressamların Türk hayatına dair yaptıkları tablolarla, şairlerin ve feylesofların Türk ahlakını tasviri yolunda yazdıkları kitaplar da “Turquerie” dahiline girerdi. Lamartine’in, Auguste Comte’un, Pierre Lafayette’in, Ali Paşa’nın kâtibi bulunan Mismer’in, Pierre Lotti’nin, Farrère’in Türkler hakkındaki dostane yazıları bu kabildendir. Avrupa’daki bu hareket, tamamiyle Türkiye’deki Türklerin, bedii sanatlarda ve ahlaktaki yüksekliklerinin bir tecellisinden ibarettir.
Avrupa’da zuhur eden ikinci harekete de “Türkiyat” (Türkoloji) namı verilir. Rusya’da, Almanya’da, Macaristan’da, Danimarka’da, Fransa’da, İngiltere’de birçok ilim adamı eski Türklere, Hunlara ve Moğollara dair tarihî ve atikiyati taharriler yapmaya başladılar. Türklerin pek eski bir millet olduğunu, gayet geniş bir sahada yayılmış bulunduğunu ve muhtelif zamanlarda cihangirane devletler ve yüksek medeniyetler vücuda getirdiğini meydana koydular. Vakıa, bu son tetkiklerin mevzusu, Türkiye Türkleri değil, kadim Şark Türkleriydi. Fakat birinci hareket gibi, bu ikinci hareket de memleketimizdeki bazı mütefekkirlerin ruhuna tesirsiz kalmıyordu. Bilhassa, Fransız müverrihlerinden “Deguignes”nin Türklere, Hunlara ve Moğollara dair yazmış olduğu büyük tarihle İngiliz âlimlerinden “Sir Davids Lomley”nin Sultan Selim-i Salis’e ithaf ettiği “Kitab-ı İlmü’n-Nâfi” ismindeki umumi Türk sarfı, mütefekkirlerimizin ruhunda büyük tesirler yaptı. Bu ikinci eser, müellifi tarafından İngilizce yazılmıştı. Bir müddet sonra, validesi bu kitabı Fransızcaya tercüme ederek Sultan Mahmud’a ithaf etti. Bu eserde, Türkçenin muhtelif şubelerinden başka, Türk medeniyetinden, Türk etnografyasından ve tarihinden bahsolunuyordu.
Sultan Abdülaziz’in son devirleri ile Sultan Abdülhamit’in ilk devirlerinde, İstanbul, büyük bir fikir hareketine tecelligâh olmuştu. Burada, hem bir Encümen-i Daniş teşekküle başlamış hem de bir Darülfünun vücuda gelmişti. Bundan başka, askerî mektepler de yeni bir ruhla yükselmeye başlamıştı.
O zaman bu Darülfünun’da “Hikmet-i Tarih” müderrisi bulunan Ahmed Vefik Paşa idi. Ahmed Vefik Paşa, Şecere-i Türki’yi, Şark Türkçesinden İstanbul Türkçesine tercüme etti. Bundan başka “Lehçe-i Osmani” isminde bir Türk kamusu vücuda getirerek, Türkiye’deki Türkçenin umumi ve büyük Türkçenin bir lehçesi olduğunu ve bundan başka Türk lehçeleri bulunduğunu, aralarında da mukayeseler yaparak meydana koydu.
Ahmed Vefik Paşa’nın bu ilmî Türkçülüğünden başka, bir de bedii Türkçülüğü vardı. Evinin bütün mobilyaları, kendisinin ve aile fertlerinin elbiseleri umumiyetle Türk mamulatındandı. Hatta çok sevdiği kerimesi Avrupa tarzında bir terlik almak için çok ısrar gösterdiği hâlde; “Evime Türk mamulatından başka bir şey giremez!” diyerek bu arzunun husulüne mümanaat göstermişti. Ahmed Vefik Paşa’nın başka bir orijinalitesi de Moliere’in mudhikelerini Türk âdetlerine adapte etmesi ve şahısların isimlerini ve hüviyetlerini Türkleştirmek suretiyle Türkçeye nakletmesi ve millî bir sahnede oynatması idi.
Darülfünun’un bir müderrisi Türkçülüğün bu ilk esaslarını kurarken, askerî mekteplerin nazırlığında bulunan Şıpka kahramanı Süleyman Paşa da Türkçülüğü askerî mekteplere sokmaya çalışıyordu. Süleyman Paşa’nın Türkçülüğüne “Deguignes”nin tarihi müessir olmuştur diyebiliriz. Çünkü memleketimizde ilk olarak, Çin membalarına istinaden Türk tarihini yazan Süleyman Paşa, bu eserinde bilhassa Deguignes’yi mehaz edinmiştir. Süleyman Paşa, “Tarih-i Âlem”in methalinde, bu eseri niçin yazmaya teşebbüs ettiğini izah ederken diyor ki: “Askerî mekteplerin nezaretine geçince, bu mekteplere lazım olan kitapların tercümesini mütehassıslara havale ettim. Fakat sıra tarihe gelince bunun tercüme tarikiyle yazdırılamayacağını düşündüm. Avrupa’da yazılan bütün tarih kitapları ya dinimize yahut milletimize (Türklüğümüze) ait iftiralarla doludur. Bu kitaplardan hiçbiri tercüme edilip de mekteplerimizde okutturulamaz. Bu sebebe binaen mekteplerimizde okunacak tarih kitabının telifini ben üzerime aldım. Vücuda getirdiğim bu kitapta hakikate mugayir hiçbir söze tesadüf olunamayacağı gibi, dinimize ve milletimize muhalif hiçbir söze de rast gelmek imkânı yoktur.”
Avrupa tarihlerindeki Hunların, Çin tarihindeki Hiyong-Nular olduğunu ve bunların Türklerin ilk dedeleri bulunduğunu ve Oğuz Han’ın Hiyong-Nu devletinin müessisi “Mete” olması lazım geldiğini bize ilk defa öğreten Süleyman Paşa’dır. Süleyman Paşa, bundan başka Cevdet Paşa gibi lisanımızın sarfına dair bir kitap da yazdı. Fakat bu kitaba Cevdet Paşa gibi “Kavaid-i Osmaniye” adını vermedi, “Sarf-ı Türkî” namını verdi. Çünkü lisanımızın Türkçe olduğunu biliyordu. Ve Osmanlıca namıyla üç lisandan mürekkep bir dil olamayacağını anlamıştı. Süleyman Paşa, bu husustaki kanaatini, “Talim-i Edebiyat-ı Osmaniye” namıyla bir kitap neşreden Recaizade Ekrem Bey’e yazdığı bir mektupta açıkça meydana koydu. Bu mektupta diyor ki: “Osmanlı edebiyatı demek doğru değildir. Nasıl ki lisanımıza Osmanlı lisanı ve milletimize Osmanlı milleti demek de yanlıştır. Çünkü ‘Osmanlı’ tabiri yalnız devletimizin adıdır. Milletimizin unvanı ise yalnız Türk’tür. Binaenaleyh, lisanımız da Türk lisanıdır, edebiyatımız da Türk edebiyatıdır.”
Süleyman Paşa, askerî rüştiyelerinde okunmak üzere, “Esma-yı Türkiye” adlı kitabı da, Osmanlıcanın tesiri altında Türkçe kelimelerin unutulmaması maksadıyla yazmıştı.
Görülüyor ki Türkçülüğün ilk babaları Ahmed Vefik Paşa ile Süleyman Paşa’dır. Türk Ocakları’nda vesair Türkçü müesseselerde bu iki Türkçülük kılavuzunun büyük kıtada resimlerini talik etmek kadirşinaslık icabındandır.
Türkiye’de Abdülhamit bu kutsi cereyanı durdurmaya çalışırken, Rusya’da iki büyük Türkçü yetişiyordu. Bunlardan birincisi “Mirza Fethali Ahundof”tur ki Azeri Türkçesinde yazdığı orijinal mudhikeler bütün Avrupa lisanlarına tercüme edilmiştir. İkincisi “Tercüman” gazetesini çıkaran “İsmail Gaspirinski”dir ki Türkçülükteki şiarı “dilde, fikirde ve işte birlik” idi. Tercüman gazetesini Şimal Türkleri anladığı kadar Şark Türkleriyle Garp Türkleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı lisanda birleşmelerinin kabil olduğuna bu gazetenin vücudu canlı bir delildir.
Abdülhamit’in son devrinde, İstanbul’da Türkçülük cereyanı tekrar uyanmaya başladı.
Rusya’dan İstanbul’a gelen Hüseyinzade Ali Bey Tıbbiye’de Türkçülük esaslarını anlatıyordu. “Turan” ismindeki manzumesi, Panturanizm mefkûresinin ilk tecellisi idi. Yunan harbi başladığı sırada, Türk şairi Mehmed Emin Bey:“Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur.” mısrasıyla başlayan ilk şiirini neşretti. Bu iki manzume Türk hayatında bir inkılabın başlayacağını haber veriyordu. Hüseyinzade Ali Bey Rusya’daki milliyet cereyanlarının tesiriyle Türkçü olmuştu. Bilhassa, daha kolejde iken, Gürcü gençlerden son derece milliyetperver olan bir arkadaşı ona, milliyet aşkını aşılamıştı.
Türk şairi Mehmed Emin Bey’e Türkçülüğü aşılayan –mumaileyhin beyanatına göre– Şeyh Cemaleddin-i Efganî’dir. Mısır’da “Şeyh Muhammed Abduh”u, Şimal Türklerinden “Ziyaeddin bin Fahreddin”i yetiştiren bu büyük İslam müceddidi, Türk vatanında Mehmed Emin Bey’i bularak halk lisanında, halk vezninde milliyetperverine şiirler yazmasını tavsiye etmişti.
Türkçülüğün ilk devrinde “Deguignes” tarihinin müessir olduğunu görmüştük. İkinci devrinde de “Leon Cahun”ün “Asya Tarihine Medhal” unvanlı kitabının büyük tesiri oldu. Necip Asım Bey birçok ilaveyle bu kitabın Türklere ait olan kısmını Türkçeye nakletti. Necip Asım Bey’in bu kitabı her tarafta Türkçülüğe dair temayüller uyandırdı. Ahmed Cevdet Bey “İkdam” gazetesini, Türkçülüğün bir organı hâline koydu. Emrullah Efendi, Veled Çelebi ve Necip Asım Bey bu Türkçülüğün ilk mücahitleriydi.
Fakat İkdam gazetesi etrafında toplanan bu Türkçülerden bilhassa, Fuad Raif Bey’in Türkçeyi sadeleştirmek hususunda yanlış bir nazariyeyi takip etmesi, Türkçülük cereyanının kıymetten düşmesine sebep oldu. Bu yanlış nazariye “tasfiyecilik” fikriydi.
Tasfiyecilik, lisanımızdan Arap, Acem cezirlerinden gelmiş bütün kelimeleri çıkararak, bunların yerine Türk cezrinden doğmuş eski kelimeleri; yahut Türk cezrinden yeni edatlarla yapılacak yeni Türk kelimelerini ikame etmekten ibaretti. Bu nazariyenin fiilî tatbikatını göstermek üzere neşrolunan bazı makaleler ve mektuplar zevk sahibi olan okuyucuları tiksindirmeye başladı. Halk lisanına geçmiş olan Arabi ve Farisi kelimeleri Türkçeden çıkarmak, bu lisanı en canlı kelimelerinden, dinî, ahlaki, felsefi tabirlerinden mahrum edecekti. Türk cezrinden yeni yapılan kelimeler, sarf kaidelerini hercümerç etmesinden başka, halk için ecnebi kelimelerden daha yabancı, daha meşhuldü. Binaenaleyh, bu hareket lisanımızı sadeliğe, vuzuha doğru götürecek yerde, muğlakiyete ve zulmete doğru götürüyordu. Bundan başka, tabii kelimeleri atarak, onların yerine suni kelimeler ikamesine çalıştığı için, hakiki bir lisan yerine suni bir Türk Esperantosu vücuda getiriyordu. Memleketin ihtiyacı ise, böyle bir yapma Esperanto’ya değil, bildiği ve anladığı munis ve gayrisuni kelimelerden mürekkep bir mufahhame vasıtasına idi. İşte bu sebepten, İkdam’daki tasfiyecilik cereyanından, fayda yerine mazarrat husule geldi.
Bu sırada, Tıbbiye’de teşekkül eden gizli bir inkılap cemiyetinde “Pantürkizm, Panottomanizm, Panislamizm” mefkûrelerinden hangisinin daha ziyade şeniyete muvafık olduğu münakaşa ediliyordu. Bu münakaşa, Avrupa’daki ve Mısır’daki genç Türklere de intikal etmiş, bazıları Pantürkizm mefkûresini, bazıları da Panottomanizm mefkûresini kabul etmişlerdi. O zaman Mısır’da çıkan “Türk” gazetesinde Ali Kemal, “Osmanlı ittihadı” fikrini ileri sürerken, Akçuraoğlu Yusuf Bey’le Ferid Bey “Türk ittihadı” siyasetini tavsiye ediyorlardı.
Bu sırada Hüseyinzade Ali Bey İstanbul’dan ve Ağaoğlu Ahmed Bey Paris’ten Bakü’ye gelmişler ve orada mücahede için el ele vermişlerdi. Topçubaşı da bunlara iltihak etti. Bu üç zat orada, o zamana kadar hâkim bulunan Sünnilik ve Şiilik ihtilaflarını izale ederek Türklük ve İslamlık camiaları etrafında bütün Azerbaycanlıları toplamaya çalıştılar.
24 Temmuz İnkılabından sonra Türkiye’de Osmanlılık fikri hâkim olmuştu. Bu esnada, intişara başlayan “Türk Derneği” mecmuası, gerek bu sebepten, gerek yine tasfiyecilik cereyanına kapılmasından dolayı hiçbir rağbet görmedi.
31 Mart’tan sonra, Osmanlıcılık fikri eski nüfuzunu kaybetmeye başladı. Vaktiyle Abdülhamit’e İslam ittihadı fikrini vermiş olan Alman kayseri bu fırsattan istifade ederek, Sultan Ahmed Meydanı’nda “İslam ittihadı” namına bir miting yaptırdı. Bugünden itibaren, memleketimizde gizli “İttihad-ı İslam” teşkilatı yapılmaya başlandı. Genç Türkler Osmanlıcı ve İttihad-ı İslamcı olmak üzere iki muarız kısma ayrılmaya başladılar. Osmanlıcılar kozmopolit, İttihad-ı İslamcılar ise ultramonten idiler.
Her iki cereyan da memleket için muzırdı. Ben, 1326 kongresinde Selanik’te merkez-i umumi azalığına intihap olunduğum sırada siyasi ahval bu merkezdeydi.
Bu sırada, Selanik’te “Genç Kalemler” isminde bir mecmua çıkıyordu. Mecmuanın sermuharriri Ali Canip Bey’le bir gece Beyaz Kule Bahçesi’nde konuşuyorduk. Bu genç bana mecmuanın lisanda sadeliğe doğru bir inkılap yapmaya çalıştığını, Ömer Seyfeddin’in bu mücahedede pişva olduğunu anlattı. Ömer Seyfeddin’in lisan hakkındaki bu fikirleri tamamiyle benim kanaatlerime tevafuk ediyordu. Gençliğimde Taşkışla’da mahpus olduğum sırada, neferlerin mülazım-ı evvele “evvel mülazım”, mülazım-ı saniye “sani mülazım”, Trablus-ı Garp’a “Garp Trablusu”, Trablus-ı Şam’a “Şam Trablusu” demeleri bende şu kati kanaati uyandırmıştı:
Türkçeyi ıslah için bu lisandan bütün Arabi ve Farisi kelimeleri değil, umum Arabi ve Farisi kaideleri atmak. Arabi ve Farisi kelimelerden de Türkçesi olanları terk ederek, Türkçesi bulunmayanları lisanda ibka etmek.
Bu fikre dair bazı yazılar yazmış isem de, neşrine fırsat bulamamıştım. Nasıl ki Türkçülük hakkında yazı yazmaya da henüz bir fırsat elvermemişti. Daha on beş yaşında iken Ahmed Vefik Paşa’nın “Lehçe-i Osmanî”si ile Süleyman Paşa’nın “Tarih-i Âlem”i bende Türkçülük temayüllerini doğurmuştu. 1312’de İstanbul’a geldiğim zaman ilk aldığım kitap Leon Cahun’ün Tarih’i olmuştu. Bu kitap âdeta Pantürkizm mefkûresini teşvik etmek üzere yazılmış gibidir. O zaman Hüseyinzade Ali Bey’le temas ederek Türkçülük hakkındaki kanaatlerini öğreniyordum.
Hülasa, on yedi on sekiz seneden beri Türk milletinin sosyolojisini ve psikolojisini tetkik için sarf ettiğim mesainin mahsulleri kafamın içinde istif edilmiş duruyordu. Bunları meydana atmak için yalnız bir vesilenin zuhuruna ihtiyaç vardı. İşte, Genç Kalemler’de Ömer Seyfettin’in başlamış olduğu mücahede bu vesileyi ihzar etti. Fakat ben lisan meselesini kâfi görmeyerek Türkçülüğü bütün mefkûreleriyle, bütün programıyla ortaya atmak lazım geldiğini düşündüm. Bütün bu fikirleri ihtiva eden “Turan” manzumesini yazarak Genç Kalemler’de neşrettim. Bu manzume tam zamanında intişar etmişti.
Çünkü Osmanlıcılıktan da, İslam ittihatçılığından da memleket için tehlikeler doğduğunu gören genç ruhlar kurtarıcı bir mefkûre arıyorlardı. Turan manzumesi bu mefkûrenin ilk kıvılcımı idi. Ondan sonra, mütemadiyen bu manzumedeki esasları şerh ve tefsir etmeye uğraştım.
Turan manzumesinden sonra, Ahmet Hikmet Bey “Altın Ordu” makalesini neşretti. İstanbul’da “Türk Yurdu” mecmuasıyla “Türk Ocağı” cemiyeti teşekkül etti. Halide Hanım “Yeni Turan” adlı romanıyla Türkçülüğe büyük bir kıymet verdi. Hamdullah Suphi Bey Türkçülüğün faal bir reisi oldu. İsimleri yukarıda geçen yahut geçmeyen bütün Türkçüler, gerek Türk Yurdu’nda, gerek Türk Ocağı’nda birleşerek beraber çalıştılar. Köprülüzade Fuad Bey “Türkiyat” sahasında büyük bir mütebahhir ve âlim oldu. İlmî eserleriyle Türkçülüğü tenvir etti.
Yakup Kadri, Yahya Kemal, Falih Rıfkı, Refik Halit, Reşat Nuri Beyler gibi naşirler ve Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Hikmet Nazım, Vâlâ Nurettin Beyler gibi şairler yeni Türkçeyi güzelleştirdiler. Müfide Ferid Hanım gerek kıymetli kitaplarıyla, gerek Paris’teki yüksek konferanslarıyla Türkçülüğün yükselmesine büyük himmetler sarf etti.
Türkçülük âlemi bugün o kadar genişlemiştir ki bu sahada çalışan sanatkârlarla ilim adamlarının hepsinin isimlerini saymak ciltlerle kitaplara muhtaçtır. Yalnız, Türk mimarlığında Mimar Kemal Bey’i unutmamak lazımdır. Bütün genç mimarların Türkçü olmasında mumaileyhin büyük bir tesiri vardır.
Mamafih, Türkçülüğe dair bütün hareketler akim kalacaktı, eğer Türkleri Türkçülük mefkûresi etrafında birleştirerek büyük bir inkıraz tehlikesinden kurtarmaya muvaffak olan büyük dâhi zuhur etmeseydi! Bu büyük dâhinin ismini söylemeye hacet yok, bütün cihan bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa ismini mukaddes bir kelime addederek her an hürmetle anmaktadır. Evvelce Türkiye’de, Türk milletinin hiçbir mevkisi yoktu. Bugün, her hak Türk’ündür. Bu topraktaki hâkimiyet Türk hâkimiyetidir; siyasette, harsta, iktisatta hep Türk halkı hâkimdir. Bu kadar kati ve büyük inkılabı yapan zat Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat yapmak ve bilhassa muvaffakiyetle neticelendirmek çok güçtür.

2
TÜRKÇÜLÜK NEDİR?
Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir. O hâlde, Türkçülüğün mahiyetini anlamak için, evvelemirde “millet” adı verilen zümrenin mahiyetini tayin etmek lazımdır. Millet hakkındaki muhtelif telakkileri tetkik edelim:
1. Irki Türkçülere göre millet, “ırk” demektir. “Irk” kelimesi esasen mevaşi fenainin ıstılahlarındandır. Her hayvan nevi, teşrihi vasıfları itibariyle birtakım enmüzeçlere ayrılır. Bu enmüzeçlere “ırk” adı verilir. Mesela, at nevinin Arap ırkı, İngiliz ırkı, Macar ırkı adlarını alan birtakım teşrihi enmüzeçleri vardır.
İnsanlar arasında da, eskiden beri, beyaz ırk, siyah ırk, sarı ırk, kırmızı ırk namlarıyla dört ırk mevcuttur. Bu tasnif, kaba bir tasnif olmakla beraber, hâlâ kıymetini muhafaza etmektedir.
Beşeriyet ilmi Avrupa’daki insanları kafalarının şekli ve saçlarıyla ve gözlerinin rengi itibarıyla üç ırka ayırmıştır: Uzun kafalı kumral, uzun kafalı esmer, yassı kafalı.
Mamafih, Avrupa’da hiçbir millet, bu enmüzeçlerden yalnız birini muhtevi değildir. Her milletin içinde, muhtelif nispetlerde olmak üzere bu üç ırka mensup fertler mevcuttur. Hatta aynı ailenin içinde, bir kardeş uzun kafalı kumral, diğerleri uzun kafalı esmer ve yassı kafalı olabilir.
Vakıa bir zamanlar, beşeriyetçiler bu teşrihi enmüzeçlerle içtimai hasletler arasında bir münasebet bulunduğunu iddia ederlerdi. Fakat birçok ilmî tenkitlerle ve bilhassa bizzat beşeriyetçiler arasında en yüksek mevkide bulunan “Manouvrier” ismindeki âlimin, teşrihi vasıfların içtimai seciyeler üzerinde hiçbir tesiri olmadığını ispat etmesi, bu eski iddiayı tamamiyle çürüttü. Irkın, bu suretle, içtimai hasletlerle hiçbir münasebeti kalmayınca, içtimai seciyelerin mecmuu olan milletle de hiçbir münasebeti kalmaması lazım gelir. O hâlde milleti başka bir sahada aramak iktiza eder.
2. Kavmî Türkçüler de milleti “kavim” zümresiyle karıştırırlar.
Kavim, aynı anadan, aynı babadan üremiş, içine hiç yabancı karışmamış kandaş bir zümre demektir.
Eski cemiyetler, umumiyetle saf ve yabancılarla karışmamış birer kavim olduklarını iddia ederlerdi. Hâlbuki cemiyetler kablettarih zamanlarda bile, kavmiyetçe halis değildiler. Muharebelerde esir alma, kız kaçırma, mücrimlerin kendi cemiyetinden kaçarak başka bir cemiyete girmesi, izdivaçlar, muhaceretler, temsil ve temessül gibi hadiseler daima milletleri karıştırmıştı. Fransız âlimlerinden “Camille Julian” ile “Meillet” en eski zamanlarda bile saf bir kavmin bulunmadığını iddia etmektedirler. Kablettarih zamanlarda bile saf bir kavim bulunmazsa tarihî devirlerdeki kavmî hercümerçlerden sonra, artık saf bir kavmiyet aramak ayıp olmaz mı? Bundan başka, sosyoloji ilmine göre fertler dünyaya gelirken “laiçtimai” olarak gelirler. Yani içtimai vicdanlardan hiçbirini beraberlerinde getirmezler. Mesela lisani, dinî, ahlaki, bedii, siyasi, hukuki, iktisadi vicdanlardan hiçbirini beraber getirmezler. Bunların hepsini sonraları terbiye tarikiyle cemiyetten alırlar. Demek ki içtimai hasletler uzvi verasetle intikal etmez, yalnız terbiye tarikiyle intikal eder. O hâlde, kavmiyetin millî seciye nokta-i nazarından hiçbir rolü yok demektir.
Kavmî safvet, hiçbir cemiyette bulunmamakla beraber, eski cemiyetler, kavmiyet mefkûresini takip ederlerdi. Bunun sebebi dinî idi. Çünkü o cemiyetlerde, mabut, cemiyetin ilk ceddinden ibaretti. Bu mabut, yalnız kendi zürriyetinden bulunanlara mabutluk etmek isterdi. Yabancıların kendi mabedine girmesini, kendine yapılacak ibadetlere iştirak etmesini, kendi mahkemelerinde kendi kanunlarına göre muhakeme olunmasını arzu etmezdi. Buna binaen, cemiyetin içine muhtelif “tebenni” yollarıyla girmiş birçok fert bulunmakla beraber bütün cemiyet, yalnız mabudun zürriyetlerinden mürekkep itibar olunurdu. Eski Yunan medinelerinde, kablelislam Araplarda, eski Türklerde, hülasa henüz il devrinde bulunan bütün cemiyetlerde şu yalancı kavmiyeti görürüz.
Şurası da var ki; içtimai tekâmülün o merhalesinde yaşayan milletler için kavmiyet mefkûresini takip etmek normal bir hareket olduğu hâlde, bugün içinde bulunduğumuz merhaleye nispetle marazidir. Çünkü o merhalede bulunan cemiyetlerde, içtimai tesanüt yalnız dindaşlık rabıtasından ibaretti. Dindaşlık kandaşlığa istinat edince, tabiidir ki içtimai tesanütün istinatgâhı da kandaşlık olur.
Bugünkü içtimai merhalemizde ise içtimai tesanüt, harstaki iştirake istinat ediyor. Harsın intikal vasıtası terbiye olduğu için, kandaşlıkla hiçbir alakası yoktur.
3. Coğrafi Türkçülere göre, millet, aynı ülkede oturan ahalilerin mecmuu demektir. Mesela, onlara göre bir İran milleti, bir İsviçre milleti, bir Belçika milleti, bir Britanya milleti vardır. Hâlbuki İran’da Farisi, Kürt ve Türk’ten ibaret olmak üzere üç millet, İsviçre’de Alman, Fransız, İtalyan’dan ibaret olmak üzere yine üç millet, Belçika’da aslen Fransız olan Valonlarla aslen Cermen olan Flamanlar mevcuttur. Büyük Britanya adalarında ise, Anglosakson, İskoçyalı, Galli, İrlandalı namlarıyla dört millet vardır. Bu muhtelif cemiyetlerin lisanları ve harsları birbirinden ayrı olduğu için, heyet-i mecmualarına “millet” adını vermek doğru değildir.
Bazen bir ülkede müteaddit milletler olduğu gibi, bazen de bir millet müteaddit ülkelere dağılmış bulunur. Mesela, Oğuz Türklerine bugün Türkiye’de, Azerbaycan’da, İran’da, Harezm Ülkesi”nde tesadüf ederiz.
Bu zümrelerin lisanları ve harsları müşterek olduğu hâlde, bunları ayrı milletler telakki etmek doğru olabilir mi?
4. Osmanlıcılara nazaran, millet, Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan bütün tebaaya şamildir. Hâlbuki bir imparatorluğun bütün tebaasını bir tek millet telakki etmek büyük bir hatadan ibaretti. Çünkü bu halitanın içinde müstakil harslara malik müteaddit milletler vardı.
5. İslam ittihatçılarına göre, millet bütün Müslümanların mecmuu demektir. Aynı dinde bulunan insanların mecmuuna “ümmet” adı verilir. O hâlde Müslümanların mecmuu da ümmettir. Yalnız, lisanda ve harsta müşterek olan millet zümresi ise bundan ayrı bir şeydir.
6. Fertçilere göre, millet, bir adamın kendisini mensup addettiği herhangi bir cemiyettir. Filhakika, bir fert, kendisini zahiren şu yahut bu cemiyete nispet etmekte hür zanneder. Hâlbuki fertlerde böyle bir hürriyet ve istiklal yoktur. Çünkü insandaki ruh, duygularla fikirlerden mürekkeptir. Yeni ruhiyatçılara göre, hissî hayatımız asıldır, fikrî hayatımız ona aşılanmıştır. Binaenaleyh, ruhumuzun normal bir hâlde bulunabilmesi için, fikirlerimizin hislerimize tamamiyle uygun olması lazımdır. Fikirleri hislerine tevafuk ve istinat etmeyen bir adam ruhen hastadır. Böyle bir adam hayatta mesut olamaz. Mesela hissen dindar olan bir genç kendisini fikren dinsiz telakki ederse, ruhu bir muvazeneye malik olabilir mi? Şüphesiz, hayır! Bunun gibi, her fert hisleri vasıtasıyla muayyen bir millete mensuptur. Bu millet, o ferdin içinde yaşadığı ve terbiyesini aldığı cemiyetten ibarettir. Çünkü bu fert, içinde yaşadığı cemiyetin bütün duygularını terbiye vasıtasıyla almış, tamamiyle ona benzemiştir. O hâlde bu fert, ancak bu cemiyetin içinde yaşarsa mesut olabilir. Başka bir cemiyetin içine girerse, daüssılaya uğrar, hastalanır, hissen müşterek bulunduğu cemiyetin içine gitmek için hasret çeker. O hâlde, bir ferdin, istediği zaman milliyetini değiştirebilmesi kendi elinde değildir. Çünkü milliyet de harici bir şeniyettir. İnsan milliyetini, cehaletle tanıyamamışken, sonradan taharri ve tahkik vasıtasıyla keşfedebilir. Fakat bir fırkaya girer gibi sırf iradesiyle şu yahut bu millete intisap edemez.
O hâlde millet nedir? Irki, kavmî, coğrafi, siyasi, iradi kuvvetlere tevafuk ve tahakküm edebilecek başka ne gibi bir rabıtamız var?
İçtimaiyat ilmi ispat ediyor ki, bu rabıta terbiyede, harsta, yani duygularda iştiraktir. İnsan en samimi, en deruni duygularını ilk terbiye zamanında alır. Daha beşikte iken işittiği ninnilerle ana dilinin tesiri altında kalır. Bundan dolayıdır ki en çok sevdiğimiz lisan ana dilimizdir. Ruhumuza vücut veren bütün dinî, ahlaki, bedii duygularımızı bu lisan vasıtasıyla alırız. Zaten ruhumuzun içtimai hisleri, bu dinî, ahlaki, bedii duygulardan ibaret değil midir? Bunları çocukluğumuzda hangi cemiyetten almışsak, daima o cemiyette yaşamak isteriz. Başka bir cemiyetin içinde daha büyük bir refahla yaşamamız mümkün iken, cemiyetimiz içindeki fakrı ona tercih ederiz. Çünkü dostlar içindeki bu fakirlik, yabancılar arasındaki o refahtan ziyade bizi mesut kılar. Zevkimiz, vicdanımız, iştiyaklarımız, hep içinde yaşadığımız, terbiyesini aldığımız cemiyetindir. Bunların aksisedasını ancak o cemiyet içinde işitebiliriz.
Ondan ayrılıp da başka bir cemiyete intisap edebilmemiz için, büyük bir mâni vardır. Bu mâni, çocukluğumuzda o cemiyetten almış olduğumuz terbiyeyi ruhumuzdan çıkarıp atmanın mümkün olmamasıdır. Bu mümkün olmadığı için, eski cemiyet içinde kalmaya mecburuz.
Bu ifadelerden anlaşıldı ki millet, ne ırki, ne kavmî, ne coğrafi, ne siyasi ne de iradi bir zümredir. Millet, lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir. Türk köylüsü onu, “dili dilime uyan, dini dinime uyan” diyerek tarif eder. Filhakika, bir adam kanca müşterek bulunduğu insanlardan ziyade, dilde ve dinde müşterek bulunduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü insani şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddi meziyetlerimiz ırkımızdan geliyorsa, manevi meziyetlerimiz de terbiyesini aldığımız cemiyetten geliyor. Büyük İskender diyordu ki: “Benim hakiki babam Filip değil, Aristo’dur. Çünkü birincisi maddiyatımın, ikincisi maneviyatımın tekevvününe sebep olmuştur.” İnsan için, maneviyat, maddiyattan mukaddemdir. Bu itibarla milliyette şecere aranmaz. Yalnız, terbiyenin ve mefkûrenin millî olması aranır. Normal bir insan hangi milletin terbiyesini almışsa, ancak onun mefkûresine çalışabilir. Çünkü mefkûre bir vecd membası olduğu içindir ki aranır (hâlbuki terbiyesiyle büyümüş bulunmadığımız bir cemiyetin mefkûresi, ruhumuza asla vecd veremez). Bilakis, terbiyesini almış olduğumuz cemiyetin mefkûresi ruhumuzu vecdlere gark ederek mesut yaşamamıza sebep olur.
Bundan dolayıdır ki, insan terbiyesiyle büyüdüğü cemiyetin mefkûresi uğruna hayatını feda edebilir. Hâlbuki zihnen kendisini nispet ettiği yabancı bir cemiyet uğruna ufak bir menfaatini bile feda edemez. Hülasa, insan terbiyece müşterek bulunmadığı bir cemiyet içinde yaşarsa bedbaht olur. Bu mütalaalardan çıkaracağımız amelî netice şudur: Memleketimizde vaktiyle dedeleri Arnavutluk’tan yahut Arabistan’dan gelmiş millettaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş görüyorsak sair millettaşlarımızdan hiç tefrik etmemeliyiz. Yalnız saadet zamanında değil, felaket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizden hariç telakki edebiliriz. Hususiyle, bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler ifa etmiş olanlar varsa, nasıl olur da bu fedakâr insanlara “Siz Türk değilsiniz.” diyebiliriz. Filhakika, atlarda şecere aramak lazımdır, çünkü bütün meziyetleri sevkitabiiye müstenit ve irsi olan hayvanlarda da ırkın büyük bir ehemmiyeti vardır. İnsanlar ırkın içtimai hasletlere hiçbir tesiri olmadığı için, şecere aramak doğru değildir. Bunun aksini meslek ittihaz edersek, memleketimizdeki münevverlerin ve mücahitlerin birçoğunu feda etmek iktiza edecektir. Bu hâl, caiz olmadığından “Türküm.” diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa, cezalandırmaktan başka çare yoktur.

3
TÜRKÇÜLÜK VE TURANCILIK
Türkçülükle Turancılığın farklarını anlamak için, “Türk” ve “Turan” zümrelerinin hudutlarını tayin etmek lazımdır. “Türk” bir milletin adıdır. Millet, kendisine mahsus bir harsa malik olan zümre demektir. O hâlde, Türk’ün yalnız bir lisanı, bir tek harsı olabilir.
Hâlbuki Türk’ün bazı şubeleri Anadolu Türkleri’nden ayrı bir lisan, ayrı bir hars yapmaya çalışıyorlar. Mesela, Şimal Türklerinden bir kısım gençler bir Tatar lisanı, Tatar harsı vücuda getirmekle meşguldürler. Bu hareket, Türklerin başka bir millet, Tatarların başka bir millet olması neticesini verecektir. Uzakta bulunduğumuz için, Kırgızların ve Özbeklerin nasıl bir şiar takip edeceklerini bilmiyoruz. Bunlar da birer ayrı lisan ve edebiyat, birer ayrı hars vücuda getirmeye çalışırlarsa, Türk milletinin hududu daha daralmış olur. Yakutlarla Altay Türkleri daha uzakta bulundukları için, bunları Türkiye Türkleri’nin harsı dairesine almak daha güç görünüyor.
Bugün, harsça birleşmesi kolay olan Türkler, bilhassa Oğuz Türkleri yani Türkmenlerdir. Türkiye Türkleri gibi, Azerbaycan, İran, Harezm Türkmenleri de Oğuz uruğuna mensupturlar. Binaenaleyh, Türkçülükteki yakın mefkûremiz “Oğuz ittihadı” yahut “Türkmen ittihadı” olmalıdır. Bu ittihattan maksat nedir? Siyasi bir ittihat mı? Şimdilik hayır! İstikbal hakkında bugünden bir hüküm veremeyiz. Fakat bugünkü mefkûremiz, Oğuzların yalnız harsça birleşmesidir.
Oğuz Türkleri, bugün dört ülkede yayılmış olmakla beraber, hepsi birbirine yakın akrabadır. Dört ülkedeki Türkmen illerinin adlarını karşılaştırırsak görürüz ki, birinde bulunan bir “il”in yahut “boy”un diğerlerinde de şubeleri var.
Mesela, Harezm’de Tekelerle Sarıları ve Karakalpakları görüyoruz. Memleketimizde Tekeler bir sancak teşkil edecek kadar çoktur; hatta bir kısmı vaktiyle Rumeli’ye nakledilmiştir. Türkiye’deki “Sarılar” bilhassa “Rumkale”de otururlar. Karakalpaklar ise, “Kara-papak” ve “Terekeme” adlarını alarak Sivas, Kars ve Azerbaycan cihetlerine yerleşmişlerdir. Harezm’de Oğuz’un “Salur” ve “İmrali” boylarıyla “Çavda” ve “Göklen-Karluklardan Kealin” illeri vardır. Bu isimlere Anadolu’nun muhtelif noktalarında tesadüf edilir. Göklen, kendi adını Van’da bir köye “Gökoğlan” şeklinde vermiştir.
Oğuz’un Bayat ve Afşar boyları da gerek Türkiye’de, gerek İran’da ve Azerbaycan’da mevcuttur. Akkoyunlularla Karakoyunlular da bu üç ülkede yayılmışlardır. O hâlde Harezm, İran, Azerbaycan ve Türkiye; Türk etnografyası itibariyle aynı uruğun yurtlarıdır. Bu dört ülkenin mecmuuna “Oğuzistan” adını verebiliriz. Türkçülüğün yakın hedefi bu büyük kıtada yalnız bir tek harsın hâkim olmasıdır.
Oğuz Türkleri umumiyetle Oğuz Han’ın torunlarıdır. Oğuz Türkleri birkaç asır evveline gelinceye kadar mütesanit bir aile hâlinde yaşarlardı. Mesela Fuzulî bütün Oğuz şubeleri içinde okunan bir Oğuz şairidir. Korkut Ata kitabı Oğuzların; resmî Oğuznamesi olduğu gibi, Şah İsmail, Âşık Kerem, Köroğlu kitapları gibi halk eserleri de bütün Oğuzistan’a yayılmıştır.
Türkçülüğün uzak mefkûresi ise “Turan”dır. Turan bazılarının zannettiği gibi, Türklerden başka Moğolları, Tunguzları, Finuvalıları, Macarları da ihtiva eden bir “kavimler halitası” değildir. Bu zümreye, ilim lisanında “Ural-Altay” zümresi denilir. Mamafih bu son zümreye mensup kavimlerin lisanları arasında bir akrabalık bulunduğu da henüz ispat edilememiştir. Hatta bazı müellifler, Ural kavimleriyle Altay kavimlerinin birbirinden ayrı iki zümre teşkil ettiğini ve Türklerin Moğollar ve Tunguzlarla beraber Altay zümresine, Finuvalılarla Macarların da Ural zümresine mensup olduklarını iddia ediyorlar. Türklerin Moğollarla ve Tunguzlarla lisani bir karabeti olduğu da henüz ispat edilememiştir. Bugün ilmen sabit olan bir hakikat varsa, o da Türkçe konuşan Yakut, Kırgız, Özbek, Kıpçak (Tatar), Oğuz gibi Türk şubelerinin lisanca ve ananece bir vahdete malik bulunduğudur. Turan kelimesi, Turlar yani Türkler demek olduğu için, münhasıran Türkleri ihtiva eden camiavi bir isimdir. O hâlde, “Turan” kelimesini bütün Türk şubelerini ihtiva eden büyük Türkistan’a hasretmemiz lazım gelir. Çünkü “Türk” kelimesi bugün yalnız Türkiye Türklerine verilen bir unvan hükmüne geçmiştir. Türkistan’daki Türk harsına dahil olanlar, tabii yine bu ismi alacaklardır. Benim itikadımca, bütün Oğuzlar yakın bir zamanda bu isimde birleşeceklerdir. Fakat Yakutlar, Özbekler, Kırgızlar ayrı harslar vücuda getirdikleri takdirde, ayrı milletler hâlini alacaklarından, yalnız kendi isimleriyle anılacaklardır. O zaman bütün bu eski akrabaları kavmî bir camia hâlinde birleştiren müşterek bir unvana lüzum hissedilecek. İşte, bu müşterek unvan “Turan” kelimesidir.
Türkçülerin uzak mefkûresi “Turan”, namı altında birleşen Oğuzları, Tatarları, Kırgızları, Özbekleri, Yakutları lisanda, edebiyatta, harsta birleştirmektir. Bu mefkûrenin bir şeniyet hâline geçmesi mümkün mü, yoksa değil mi? Yakın mefkûreler için bu cihet aranırsa da, uzak mefkûreler için aranmaz. Çünkü uzak mefkûre, ruhlardaki vecdi namütenahi bir dereceye yükseltmek için, istihdaf edilen çok cazibeli bir hayaldir. Mesela Lenin, Bolşeviklik için, yakın mefkûre olarak kolektivizmi, uzak mefkûre suretinde de komünizmi ileri sürmüştür. Komünizmin ne zaman husule geleceğini soranlara şu cevabı vermiştir: “Komünizmin ne zaman tatbik olunacağını şimdiden kestirmek mümkün değildir. Bu, Hazreti Muhammed’in cenneti gibi ne zaman ve nerede görüneceği malum olmayan bir şeydir.”
İşte, Turan mefkûresi de bunun gibidir. Yüz milyon Türk’ün bir millet hâlinde birleşmesi Türkçüler için en kuvvetli vecd membaıdır. Turan mefkûresi olmasaydı, Türkçülük bu kadar süratle intişar etmeyecekti. Mamafih kim bilir? Belki, istikbalde “Turan” mefkûresinin husulü de mümkün olacaktır. Mefkûre, istikbalin halikidir. Dün Türkler için hayalî bir mefkûre hâlinde bulunan “millî devlet”, bugün Türkiye’de bir şeniyet hâlini almıştır.
O hâlde, Türkçülüğü, mefkûresinin büyüklüğü noktasından üç dereceye ayırabiliriz:
1. Türkiyecilik.
2. Oğuzculuk yahut Türkmencilik.
3. Turancılık.
Bugün şeniyet sahasında yalnız Türkiyecilik vardır. Fakat ruhların büyük bir iştiyakla aradığı “Kızılelma”, şeniyet sahasında değil, hayal sahasındadır. Türk Köylüsü Kızılelma’yı tahayyül ederken, gözünün önüne eski Türk ilhanlıkları gelir. Filhakika, Turan mefkûresi mazide bir hayal değil, bir şeniyetti. Milattan 210 sene evvel, Kun hükümdarı “Mete”, Kunlar (Hunlar) namı altında bütün Türkleri birleştirdiği zaman “Turan” mefkûresi bir şeniyet hâline girmişti. Hunlardan sonra Avarlar, Avarlardan sonra Göktürkler, Göktürklerden sonra Oğuzlar, bunlardan sonra Kırgız, Kazaklar, daha sonra Kür Han, Cengiz Han ve sonuncu olmak üzere Timurlenk, Turan mefkûresini şeniyet hâline getirmediler mi?
“Turan” kelimesinin manası şu suretle tahdit olunduktan sonra, artık Macarların, Finuvalıların, Moğolların Turan ile bir alakalarının kalmaması icap eder. Turan, bütün Türklerin mazide ve belki de istikbalde bir şeniyet olan büyük vatanıdır.
Turaniler, yalnız Türkçe konuşan milletlerdir. Eğer Ural ve Altay ailesi gerçekten varsa, bunun kendisine mahsus bir ismi olduğundan “Turan” adına ihtiyacı yoktur.
Bir de bazı Avrupalı müellifler, Garbi Asya’da aslen Samilere yahut Arilere mensup olmayan bütün kavimlere “Turan” adını veriyorlar. Bunların maksadı, bu kavimlerin Türklerle akraba olduğunu tasdik etmek değildir. Yalnız Samilerle Arilerden hariç kavimler olduğunu anlatmak içindir.
Bundan başka, bazı müellifler de Şehname’ye nazaran “Tur” ile “İreç”in kardeş olduğuna bakarak Turan’ı eski İran’ın bir kısmı addetmektedir.
Hâlbuki Şehname’ye göre Tur ile İreç’in üçüncü bir kardeşleri daha vardır ki adı “Selem”dir. “Selem” ise İran’dan bir şubenin dedesi değil, bütün Samilerin müşterek ceddidir. O hâlde, Feridun’un oğulları olan bu üç kardeş, Nuh’un oğulları gibi eski etnografik taksimatın adlarından doğmuştur. Bundan anlaşılıyor ki “Turan” İran’ın bir cüzü değil, bütün Türk illerinin mecmuu olan Türk camiasından ibarettir.

4
HARS VE MEDENİYET
Hars ile medeniyet arasında hem iştirak hem de ayrılık noktaları vardır. Hars ile medeniyet arasındaki iştirak noktası, ikisinin de bütün içtimai hayatlarının cami olmasıdır. İçtimai hayatlar şunlardır: dinî hayat, ahlaki hayat, hukuki hayat, muakalevi hayat, bedii hayat, iktisadi hayat, lisani hayat, fennî hayat. Bu sekiz türlü içtimai hayatların mecmuuna “hars” adı verildiği gibi “medeniyet” de denilir. İşte, hars ile medeniyet arasında iştirak ve müşabehet noktası budur. Şimdi de hars ile medeniyet arasındaki ayrılıkları, arayalım:
Evvela, “hars” millî olduğu hâlde, “medeniyet” beynelmileldir. Hars, yalnız bir milletin dinî, ahlaki, hukuki, muakelevi, bedii, iktisadi ve fennî hayatlarının ahenktar bir mecmuasıdır. Medeniyetse, aynı “mamure”ye dahil birçok milletin içtimai hayatlarının müşterek bir mecmuudur. Mesela Avrupa ve Amerika mamuresinde bütün Avrupalı milletler arasında müşterek bir “Garp medeniyeti” vardır. Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve müstakil olmak üzere bir İngiliz harsı, bir Fransız harsı, bir Alman harsı ilh. mevcuttur.
Saniyen, medeniyet usul vasıtasıyla ve ferdî iradelerle vücuda gelen içtimai hadiselerin mecmuudur. Mesela dine dair bilgiler ve ilimler, usul ve irade ile vücuda geldiği gibi ahlaka, hukuka, güzel sanatlara, iktisada, muakaleye, lisana ve fenlere dair bilgiler ve nazariyeler de hep fertler tarafından usul ve irade ile vücuda getirilmişlerdir. Binaenaleyh, aynı mamure dahilinde bulunan bütün bu mefhumların, bilgilerin ve ilimlerin mecmuu “medeniyet” dediğimiz şeyi vücuda getirir.
Harsa dahil olan şeylerse usul ile, fertlerin iradesiyle vücuda gelmemişlerdir, suni değillerdir. Nebatların, hayvanların uzvi hayatı nasıl kendiliğinden ve tabii bir surette inkişaf ediyorsa, harsa dahil olan şeylerin teşekkül ve tekâmülü de tıpkı öyledir. Mesela, lisan fertler tarafından usulle yapılmış bir şey değildir. Lisanın bir kelimesini değiştiremeyiz. Onun yerine başka bir kelime icat edip koyamayız. Lisanın, kendi tabiatından doğan bir kaidesini de değiştiremeyiz. Lisanın kelimeleri ve kaideleri ancak kendiliğinden değişir. Biz bu değişmeye seyirci kalırız. Fertler tarafından lisana yalnız, birtakım ıstılahlar yani yeni lafızlar ilave olunabilir. Fakat bu lafızlar mensup olduğu mesleki zümre tarafından kabul edilmedikçe, lafız mahiyetinde kalarak, kelime mahiyetini alamaz. Yeni bir lafız, bir mesleki zümre tarafından kabul edildikten sonra da zümrevi bir kelime mahiyetini alır. Ancak bütün halk tarafından kabul edildikten sonradır ki müşterek kelimeler arasına girebilir.
Fakat yeni lafızların bir zümre yahut bütün halk tarafından kabul edilip edilmemesi mucitlerinin elinde değildir. Eski Osmanlı lisanında Şinasi’den beri milyonlarca yeni lafız icat olunduğu hâlde, bunlardan cüzi bir kısmı zümrevi kelimeler sırasına geçebilmiştir. Müşterek kelimeler sırasına geçenlerse beş on kelimeye münhasırdır.
Demek ki harsın ilk numunesini lisanın kelimelerinde, medeniyetin ilk numunesini de yeni lafızlar suretinde icat olunan ıstılahlarında görüyoruz. Kelimeler içtimai müesseselerdir, yeni lafızlarsa ferdî tesislerdir. Bir ferdin icat ettiği bir lafız bazen ani bir intişarla halk arasında yayılabilir. Fakat bu intişar kuvvetini o lafza veren, onu icat eden adam değildir; cemiyetin fertlerce meçhul olan gizli bir cereyanıdır.
Bundan on beş sene evvel, memleketimizde yan yana iki lisan yaşıyordu. Bunlardan birincisi, resmî bir kıymete malikti ve yazıyı inhisar altına almış gibiydi. Buna “Osmanlıca” adı veriliyordu.
İkincisi, yalnız halk arasında konuşmaya münhasır kalmış gibiydi. Buna da istihfafla “Türkçe” adı veriliyordu. Ve umuma mahsus bir “argo” zannediliyordu. Hâlbuki asıl tabii ve hakiki lisanımız bu idi. “Osmanlıca” ise Türkçe, Arapça ve Acemceden ibaret olan üç lisanın sarfını, nahvini, kamusunu birleştirmekle husule gelmiş suni bir halitadan ibaretti. Bu iki lisandan birincisi tabii bir teşekkül ve teamülle kendiliğinden vücuda gelmişti. Binaenaleyh, harsımızın lisanı idi. İkincisi ise fertler tarafından usulle ve irade ile yapılmıştı. Bu lisani aşurenin içine yalnız bazı Türkçe kelimeler ve edatlar karışabilirdi. Demek ki Osmanlıcanın harsımızdan pek az bir hissesi vardı. Bundan dolayı ona medeniyetimizin lisanı idi diyebiliriz.
Memleketimizde bu iki lisan gibi, iki vezin de yan yana yaşıyordu. Türk halkının kullandığı Türk vezni, usul ile yapılmıyordu. Halk şairleri vezinli olduğunu bilmeden gayet lirik şiirler yazıyorlardı. Tabii bu ilham ile ibda ile oluyordu. Usulle ve taklitle yapılmıyordu. O hâlde, bu vezin de Türk harsına dahildi. Osmanlı veznine gelince, bu Acem şairlerinden alınmıştı. Bu vezinde şiir yazanlar taklitle ve usulle yazıyorlardı. Bundan dolayıdır ki “Aruz vezni” denilen bu vezin halk arasına nüfuz edememişti. Bu vezinde şiir yazanlar, Acem edebiyatını tedris tarikiyle öğreniyorlar, usul vasıtasıyla aruzu tatbik ediyorlardı. Binaenaleyh, aruz vezni millî harsımıza dahil olamadı. Acemlerde ise köylüler bile aruz vezninde şiirler söylerler. Binaenaleyh, aruz vezni İran’ın millî harsına dahil demektir.
Memleketimizde bunlardan başka, yan yana yaşayan iki musiki vardır. Bunlardan birisi halk arasında kendi kendine doğmuş olan “Türk musikisi”, diğeri “Farabi” tarafından Bizans’tan tercüme ve iktibas olunan “Osmanlı musikisi”dir. Türk musikisi ilham ile vücuda gelmiş, taklitle hariçten alınmamıştır. Osmanlı musikisi ise, taklit vasıtasıyla hariçten alınmış ve ancak usulle devam ettirilmiştir. Bunlardan birincisi harsımızın, ikincisi ise medeniyetimizin musikisidir. Medeniyet usulle yapılan ve taklit vasıtasıyla bir milletten diğer millete geçen mefhumların ve tekniklerin mecmuudur. Hars ise hem usulle yapılmayan hem de taklitle başka milletlerden alınamayan duygulardır. Bu sebeple, Osmanlı musikisi kaidelerden mürekkep bir fen şeklinde olduğu hâlde; Türk musikisi, kaidesiz, usulsüz, fen-siz melodilerden, Türk’ün bağrından kopan samimi nağmelerden ibarettir. Hâlbuki Bizans musikisinin menşeine çıkarsak bunu da eski Yunanlıların harsı dahilinde görürüz.
Edebiyatımızda da aynı ikilik mevcuttur. Türk edebiyatı halkın darbımeselleriyle bilmecelerinden, halk masallarıyla halk koşmalarından, destanlarından, halk cenknameleriyle menkıbelerinden, tekkelerin ilahileriyle nefeslerinden, halkın nekregûyâne fıkralarından ve halk temaşasından ibarettir. Darbımeseller doğrudan doğruya halkın hikmetleridir. Bilmeceleri de vücuda getiren halktır. Halk masalları da fertler tarafından düzülmemiştir. Bunlar Türk’ün esatir devrelerinden başlayarak ananevi bir surette zamanımıza kadar gelen peri masallarıyla dev masallarıdır. Dede Korkut Kitabı’ndaki masallar da ozandan ozana şifahi bir surette intikal ederek ancak birkaç asır evvel yazılmıştır. Şah İsmail, Âşık Kerem, Âşık Garip, Köroğlu kitapları da vaktiyle halk tarafından yazılmış halk masallarıdır. Türk tarihinde ve etnografyasındaki üstureler, légendeler, efsaneler de Türk edebiyatının unsurlarıdır. Cenknameler ve dinî menkıbelere gelince bunlar halk edebiyatının İslami devresine mahsus mahsulleridir. Halk şairlerinin koşmalarıyla destanları, mânileriyle türküleri de, yukarıda saydığımız eserler gibi, Türk halkının samimi eserleridir. Bunlar da usulle, taklitle yapılmamışlardır. Âşık Ömer, Dertli, Karacaoğlan’lar gibi şairler halkın sevgili şairleridir. Tekkeler de birer halk mabedi olduğu için, buralarda doğan ilahilerle nefesler de halk edebiyatına, binaenaleyh Türk edebiyatına dahildir. Yunus Emre ve Kaygusuz’la Bektaşi şairleri bu zümreye dahildir. Osmanlı edebiyatı ise, masal yerine ferdî hikâyelerle romanlardan, koşma ve destan yerine taklitle yapılmış gazellerle alafranga manzumelerden mürekkeptir. Osmanlı şairlerinden her biri, mutlaka, Acem devrinde bir Acem şairiyle, Fransız devrinde bir Fransız şairiyle mütenazırdır. Fuzuli ile Nedim bile bu hususta müstesna değillerdir. Bu cihetle, Osmanlı edipleriyle şairlerinden hiçbiri orijinal değildir, hepsi mukallittir, hepsinin eserleri bedii ilhamdan değil, zihnî hünerverlikten doğmuştur. Mesela nekregûluk (humour) nokta-i nazarından bu iki zümreyi mukayese edelim: Nasreddin Hoca, İncili Çavuş, Bekri Mustafa ve Bektaşi Babaları halkın nekregûlarıdır, Kani ile Süruri ise Osmanlı divanının mizahçılarıdır. Tabii nekrelikle suni mizah arasındaki fark bu karşılaştırma ile meydana çıkar.
Karagöz’le orta oyununa gelince, bunlar da halk temaşası yani, ananevi Türk Tiyatrosu”dur. Karagöz’le Hacivat’ın muarazaları, Türk’le Osmanlının yani o zamanki harsımızla medeniyetimizin mücadelelerinden ibarettir.
Ahlakta da aynı ikiliği görürüz. “Türk ahlakı” ile “Osmanlı ahlakı” birbirine zıt gibidir. Mahmud-ı Kaşgari Divan-ı Lugati’t Türk maddesinde, Türkleri muhtasaran tarif ediyor. Diyor ki: “Türk’te tasallüf ve tefahür yoktur. Türk büyük kahramanlıklar ve fedakârlıklar yaptığı zaman, bir fevkaladelik yaptığından habersiz gibi görünür.” “Cahiz” de Türkleri aynen bu suretle tefsir ediyor: ”Osmanlı enmüzecine bakarsak, eski şairlerinde fahriyelerin, yeni ediplerinden tasallüf ve tefahürlerin hâkim olduğunu görürüz. Servetifünun mektebi Osmanlı edebiyatının en parlak devridir. Bu mektebe mensup olan ediplerle şairler ekseriyetle reybî, bedbin, ümitsiz, hasta ruhlar suretinde tecelli etmişlerdir. Hakiki Türk ise yakinli, nikbin, ümitli ve sağlamdır.”
Hatta ulemamız arasında da bu ikiliği görürüz. Osmanlı ulemasının ananevi unvanı “ulema-yı rüsum” idi. Anadolu’daki ulema ise “halk uleması” idi. Birinciler rütbeli, fakat cahil idiler. İkinciler ilimli, fakat rütbesiz idiler. Siyaset ve askerlik sahasında büyük bir dâhi olan Afşarlı Nadir Şah bütün Müslümanları Sünnilik dairesinde birleştirmek ve umum sultanları Osmanlı padişahının riyaseti altına sokmak için müzakerede bulunmak üzere, İstanbul’a dinî ve siyasi bir heyet göndermişti. İstanbul’da bu heyetle müzakereye ulema-yı rüsum’u memur ettiler. İranlı ulema heyeti, bunlara söz anlatmaktan âciz kalınca sadrazama müracaat ederek dediler ki: “Bizim siyasi hiçbir rütbemiz, ilimden başka payemiz yoktur. Hâlbuki müzakerede bulunduğumuz zatlar büyük rütbeli zevat olduklarından, huzurlarında serbestçe söz söyleyemiyoruz. Bizi taşradaki rütbesiz ulema ile görüştürürseniz çok memnun oluruz.” Ragıb Paşa’nın “Tahkik-i Tevfik” adlı kitabında naklettiği bu mevsuk vakıa gösteriyor ki Nadir Şah’ın ilmî heyeti, Osmanlı ulemasına değil, Türk ulemasına kıymet veriyordu.
Eski devirlerin hatta siyasi ve askerî muvaffakiyetleri de halk arasından çıkmış cahil ve ümmi paşalara aittir. Bilahare, Ragıb Paşa ve Sefih İbrahim Paşa gibi Osmanlı maarifinde yüksek bir mevki ihraz edenler hükûmetin başına geçince, işler bozulmaya başladı. Mamafih, bu içtimai ikilikler yalnız fikrî faaliyetlere mahsustu. O zamanlar el işi avama mahsus sayıldığından, havas sınıfı tekniklerin bütün nevilerinden uzak duruyordu. Bu sebeple mimarlık, hattatlık, hakkâklık, mücellitlik, tezhipçilik, marangozluk, demircilik, boyacılık, halıcılık, çulhalık, ressamlık, nakkaşlık gibi amelî tekniklerin yalnız bir şekli vardı. O da halk tekniği idi. Demek ki, umumiyetle yüksek bir bediiliği haiz olan bu sanatlara münhasıran Türk sanatı namını verebiliriz. Bunlar Osmanlı medeniyetinin unsurları değil, Türk harsının unsurlarıydı. Bugün Avrupa, bu eski sanatlarımızın mahsullerini milyonlar sarf ederek parça parça topluyor. Avrupa’nın, Amerika’nın müzeleri, salonları hep Türk eserleriyle dolmaktadır. Avrupa’da bu Türkperestliğe “Turquerie” namı verilir. Avrupa’nın hakiki mütefekkir ve sanatkârları mesela Lamartine’leri, Auguste Comte’ları, Pierre Laffite’leri, Mismer’leri, Pierre Lotti’leri, Farrère’leri Türk’ün samimi sanatına, mahviyetli, gösterişsiz ahlakına, derin ve taassupsuz diyanetine, hülasa, kanaat ve teslimiyetle beraber daimî bir nikbinlik ve mefkûrelilikten ibaret olan fakirane, fakat mesudane hayatına meftundurlar. Lakin bunların âşık oldukları şeyler, Osmanlı medeniyetine dahil olan usuli ve taklidi eserler değil, Türk harsına mensup olan ilhami ve orijinal eserlerdir.
Yalnız memleketimize mahsus olan bu garip vaziyetin sebebi nedir? Niçin bu ülkede yaşayan bu iki enmüzeç, Türk enmüzeci ile Osmanlı enmüzeci, birbirine bu kadar zıttır? Niçin Türk enmüzecinin her şeyi güzel, Osmanlı enmüzecinin her şeyi çirkindir? Çünkü Osmanlı enmüzeci Türk’ün harsına ve hayatına muzır olan emperyalizm sahasına atıldı, kozmopolit oldu, sınıf menfaatini millî menfaatin fevkinde gördü. Filhakika, Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe, yüzlerce milleti siyasi dairesine aldıkça, idare edenlerle idare olunanlar ayrı iki sınıf hâline giriyordu. İdare eden bütün kozmopolitler “Osmanlı sınıfı”nı, idare olunan Türkler de “Türk sınıfı”nı teşkil ediyordu. Bu iki sınıf birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı, kendini milleti hâkime suretinde görür, idare ettiği Türklere milleti mahkûme nazarıyla bakardı. Osmanlı, Türk’e daima “eşek Türk” derdi. Türk köylerine resmî bir şahıs geldiği zaman, “Osmanlı geliyor!” diye herkes kaçardı. Türkler arasında Kızılbaşlığın zuhuru bile bu ayrılıkla izah olunabilir.
Şah İsmail’in dedesi olan “Şeyh Cüneyd” Oğuz boyları arasında “Evlat mı akdemdir yoksa ashap mı?” diyerek propaganda yapıyordu. Oğuz boyları Oğuz Han’ın evladı ve Kayıların amcazadeleri değil miydiler? Nasıl oluyordu da padişahın enderundan çıkan devşirmelerden mürekkep olan ashabı bunlara takdim ediliyordu? O tarihteki halk şeyhleri, Türklerin o zamanki mazlumiyetini vaktiyle ehlibeytin uğramış olduğu mazlumiyete benzetiyorlardı. O zaman Türkmenlerin büyük bir kısmı bu müşabehete aldanarak baba ocağından ayrıldılar. Kendi kendilerine ayrı bir edebiyat, ayrı bir felsefe, ayrı bir mabet yaptılar.
Mamafih, dinen Osmanlılardan ayrılmamış olan Sünni Türkler de, harsen Osmanlı İmparatorluğu’na tabi olmadılar. Bunlar da kendi kendilerine millî bir hars yaparak, Osmanlı medeniyetine karşı tamamiyle lakayıt kaldılar. Osmanlı medeniyetinin güzidelerine “havas” denildiği gibi, Türk harsının da ozanları, âşıkları, babaları ve ustaları vardı. Demek ki memleketimizde iki türlü güzide mevcuttu. Bunlardan birincisi, sarayı temsil ediyordu. Bu zümrenin maişetini temin eden de saraydı. Mesela Osmanlı şairleri saraydan caize almakla geçindikleri gibi, Osmanlı musikişinasları da sarayın verdiği ihsanlarla, maaşlarla geçinirlerdi. Halkın saz ve söz şairleri ise, halkın hediyeleriyle yaşarlardı. Ulema-yı rüsum namını alan Osmanlı uleması kazaskerlikte, kadılıklarda yüksek maaşlar ve arpalıklar alırlardı. Halk hocalarından ve şeyhlerinden ibaret olan Türk diniyatçılarını ise yalnız halk beslerdi. Bu sebeple, güzel sanatlarda vesair sanayide rehberlik eden ustalar, yiğitbaşılar ve Ahi babalar yalnız halk sınıfından yetişirler ve daima halk ve Türk kalırlardı.
Görülüyor ki; hars ile medeniyeti birbirinden ayıran, harsın bilhassa duygulardan, medeniyetin bilhassa bilgilerden mürekkep olmasıdır. İnsanda duygular usule ve iradeye tabi değildir. Bir millet diğer milletin dinî, ahlaki, bedii duygularını taklit edemez. Mesela Türklerin İslamiyetten evvelki dininde Gök Tanrı mükâfat tanrısıdır. Mücazata karışmaz. Mücazat ilahı “Erlik Han” isminde başka bir üsturevi şahsiyettir. Tanrı yalnız cemal sıfatıyla tecelli ettiği için, eski Türkler onu yalnız severlerdi; Tanrı’ya karşı korku hissiyle mütehassis olmazlardı. İslamiyetten sonra, Türklerde muhabbetullahın galip olması bu eski ananenin devamından ibarettir. Türklerde mahafetullah pek enderdir. İstanbul’da ve Anadolu’daki vaizlerin tecrübeleri gösteriyor ki güzelliğe, iyiliğe dair vaaz eden vaizlerin müdavimleri artıyor; cehennemden, zebanilerden bahseden vaizlerin samiileriyse daima azalıyor. Türklerin eski dinlerinde zühdi ibadetler yoktu, bedii ve ahlaki ayinler çoktu. Bunun neticesi olarak İslamiyetten sonra da, Türkler kuvvetli bir imana, samimi bir diyanete malik oldukları hâlde, zahidane ve mutaassıbane duygulardan azade kaldılar. Bu hususta Yunus Emre’yi okumak kâfidir. Türklerin camilerde ilahilere ve mevlid-i şerif kıraatine; tekkelerde ise şiire ve musikiye büyük bir mevki vermeleri bedii diyanet enmüzecine mensup bulunmalarındandır.
Eski Türk dininde, Türk tanrısı sulh ve müsalemet ilahı idi. Türk dininin mahiyetini gösteren “il” kelimesi, sulh manasına idi (Mahmud-ı Kaşgarî). İlci “sulhçu” demek olduğu gibi, ilhan “sulh hakanı” demekti. Türk ilhanları, Mançurya’dan Macaristan’a kadar daimî bir sulh vücuda getiren sulhperest mücedditlerden başka bir şey değillerdi.
En eski Türk devletinin müessisi olan Mete’nin yüksek ahlakını, sulhperverliğini, emperyalizmden içtinabını “Yeni Mecmua”da yazmıştım. Türk sulhperverliğinin müessisi Mete’dir.
Türklerin bu eski sulh ananesi sayesindedir ki Türk hükümdarları İslam devrinde de daima mağluplara şefkatle muamele etmiş, daima kendilerini beynelmilel bir sulh amili tanımışlardır. Türk tarihi baştan başa bu davaya şahittir. Avrupalıların o kadar itham ettikleri “Attila” bile yine onların rivayetince, mağlup milletler ne zaman sulh istemişlerse derhâl kabul etmiştir. Çünkü Attila da bir ilhan, yani cihan sulhunu temine çalışan bir mücedditti. Avrupalılar Attila’nın “Tanrı Kutu” unvanını, “Allah’ın belası” suretinde tercüme etmekle tarihî bir günah işlemişlerdir. Türklerin bütün sanat şubelerinde aşikâr olan bedii hususiyetleri de tabiilik, sadelik, zarafet ve orijinalliktir. Türk’ün halılarında, çinilerinde, mimarisinde, hüsnühattında tecelli eden hep bu bedii meziyetlerdir. Türk’ün güzel sanatlarında olduğu gibi diyanet ve ahlakında da hep bu meziyetlerin hâkim olduğu görülür.
Bu misalden de anlaşılır ki bir harsı teşkil eden müteaddit içtimai hayatlar arasında samimi bir tesanüt, deruni bir ahenk vardır. Türk’ün lisanı nasıl sade ise dinî, ahlaki, bedii, siyasi, iktisadi, ailevi hayatları da hep sade ve samimidir. Türk’ün hayatındaki sevimlilik ve orijinallik bu merkezî seciyesinin bir tecellisinden ibarettir. Fakat harsın unsurları arasındaki bu ahenge bakıp da medeniyetin de ahenktar unsurlardan mürekkep olduğunu zannetmek doğru değildir. Osmanlı medeniyeti Türk, Acem, Arap harslarıyla İslam dinine, Şark medeniyetine ve son zamanlarda da Garp medeniyetine mensup müesseselerden mürekkep bir halitadır. Bu müessese hiçbir zaman kaynaşarak, imtizaç ederek ahenktar bir manzume hâline giremedi. Bir medeniyet ancak millî bir harsa aşılanırsa, ahenktar bir vahdet hâlini alır. Mesela, İngiliz medeniyeti İngiliz harsına aşılanmıştır. Bu sebeple İngiliz harsı gibi, İngiliz medeniyetinin unsurları arasında da bir ahenk vardır.
Hars ile medeniyet arasındaki bir münasebet de şudur: Her kavmin iptida yalnız harsı vardır. Bir kavim, harsen yükseldikçe siyasetçe de yükselerek kuvvetli bir devlet vücuda getirir. Diğer taraftan da harsın yükselmesinden medeniyet de doğmaya başlar. Medeniyet, iptida millî harstan doğduğu hâlde, bilahare komşu milletlerin medeniyetinden de birçok müessese alır. Fakat bir cemiyetin medeniyetinde fazla bir inkişafın süratle husulü muzırdır. Ribot diyor ki: “Zihin fazla bir inkişafa mazhar olunca seciyeyi bozar.” Fertte zihin ne ise, cemiyette de medeniyet odur. Fertte seciye ne ise cemiyette de hars odur. Binaenaleyh, zihnin fazla inkişafı ferdî seciyeyi bozduğu gibi, medeniyetin fazla bir inkişafı da millî harsı bozar. Millî harsı bozulmuş olan milletlere “dejenere milletler” namı verilir.
Hars ile medeniyetin sonuncu bir münasebeti de şudur: Harsı kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf bir milletle, harsı bozulmuş, fakat medeniyeti yüksek olan diğer bir millet, siyasi mücadeleye girince, harsı kuvvetli olan millet daima galip gelmiştir. Mesela eski Mısırlılar, medeniyette yükselince harsları bozulmaya başladı. O zaman yeni doğan Fars devleti ise, medeniyette henüz geri olmakla beraber, kuvvetli bir harsa malikti. Bu sebeple, Mısırileri mağlup ettiler. Birkaç asır sonra, İran’da da medeniyet yükseldi. Tabiidir ki hars zayıflamaya başladı. Bu kez de iptida harsları henüz bozulmamış olan Yunanilere mağlup oldular. Bir müddet sonra, Yunan harsı da bozulmaya başladığından, gerek Yunaniler, gerek İraniler, kuvvetli bir harsla meydana çıkan medeniyetsiz Makedonyalılara mağlup oldular. Şarkta Eşkâniyan ve Sasaniyan sülalelerinin, garpta Romalıların, harsı bozulmaya başlayan Makedonyalılara galebesi de aynı suretle izah olunabilir. Nihayet, medeniyetten hiçbir nasibi olmayan, fakat harsta son derece kuvvetli olan Araplar meydana çıkarak hem Sasanilere hem de Romalılara galip geldiler. Fakat çok zaman geçmeden Arap milleti de medenileşmeye başladığından, harsını kaybederek siyasi hâkimiyeti Türkistan’dan yeni gelmiş olan töreli Selçuk Türklerine teslim ettiler. Töre, Türklerin millî harsından başka bir şey değildi. Türklerin şimdiye kadar müstakil kalması, Çanakkale’den İngilizlerle Fransızları kovması ve mütarekeden sonra İngiliz silahlarıyla ve parasıyla teçhiz edilmiş bulunan Yunanlılarla Ermenileri mağlup ederek manen İngilizleri yenmesi, hep bu millî harsın kuvveti sayesindedir.
Hars ile medeniyet arasındaki bu münasebetler anlaşıldıktan sonra, artık Türkçülüğün ne demek olduğunu ve bu memlekette ne gibi vazifelerin ifasına memur bulunduğunu tayin edebiliriz. Osmanlı medeniyeti iki sebeple yıkılmaya mahkûmdu: Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün imparatorluklar gibi muvakkat bir camiadan ibaret olmasıydı. Ebedî hayata malik olan zümrelerse, camialar değil, cemiyetlerdir. Cemiyetlere gelince, bunlar yalnız milletlerden ibarettir. Mahkûm milletler, millî benliklerini imparatorlukların kozmopolit idaresi altında, ancak muvakkaten unutabilirlerdi. Bir gün mutlaka, milletlerden ibaret olan hakiki cemiyetler, raiyelik uykusundan uyanacaklar, harsi istiklallerini ve siyasi hâkimiyetlerini isteyeceklerdi. Avrupa’da beş asırdan beri bu ameliye devam ediyordu. Binaenaleyh, bu ameliyeden azade kalmış olan Avusturya, Rusya ve Osmanlı imparatorlukları da, selefleri gibi, inhilale duçar olacaklardı. İkinci sebep, Garp medeniyeti yükseldikçe Şark medeniyetini büsbütün ortadan kaldırmak hassasını haiz bulunmasıdır. Rusya’da ve Balkan milletlerinde Garp medeniyeti, Şark medeniyetinin yerine kaim olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda da aynı hâl vukua gelecekti. Şark medeniyeti bazılarının zannettiği gibi gerçekten İslam medeniyeti değildi. Menşe itibariyle Şarki Roma medeniyetinden ibaretti. Nasıl ki Garp medeniyeti de Hristiyan medeniyeti değil, Garbi Roma medeniyetinin bir devamından ibaretti. Osmanlılar, Şarki Roma medeniyetini doğrudan doğruya Bizans’tan aldılar. Kendilerinden evvel, Müslüman Araplarla Acemler bu medeniyeti almış olduklarından, Osmanlılar onu bu dindaş milletlerden aldılar. Bundan dolayıdır ki bu medeniyeti, bazı mütefekkirler İslam medeniyeti zannettiler. Yukarıdaki “Medeniyetimiz” unvanlı mebhaste, Şark medeniyetinin Şarki Roma medeniyeti olduğunu tarihî delillerle ispata çalıştım. Bu husustaki deliller o kadar çoktur ki bir iki makalede değil, birkaç ciltlik bir kitapta ancak cem edilebilir.
Garp medeniyetinin her yerde Şark medeniyetinin yerine kaim olması, tabii bir kanun olunca, Türkiye’de de bu ikame hadisesinin vukuu zaruri demekti. O hâlde, Şark medeniyeti dairesinde bulunan Osmanlı medeniyeti, behemehâl ortadan kalkacak, onun yerine bir taraftan İslam diniyle beraber bir Türk harsı, diğer taraftan da Garp medeniyeti kaim olacaktır. İşte Türkçülüğün vazifesi, bir taraftan yalnız halk arasında kalmış olan Türk harsını arayıp bulmak, diğer cihetten Garp medeniyetini tam ve canlı bir surette alarak millî harsa aşılamaktır.
Tanzimatçılar, Osmanlı medeniyetini Garp medeniyetiyle telife çalışmışlardı. Hâlbuki iki zıt medeniyet yan yana yaşayamaz; sistemleri birbirine muhalif bulunduğu için ikisi de birbirini bozmaya sebep olur. Mesela, Garp’ın musiki fenniyle Şark’ın musiki fenni birbiriyle itilaf edemez. Garp’ın tecrübi mantığıyla Şark’ın skolastik mantığı yekdiğerleriyle barışamaz. Bir millet ya Şarklı olur ya Garplı olur. İki dinli bir fert olamadığı gibi, iki medeniyetli bir millet de olamaz. Tanzimatçılar, bu noktayı bilmedikleri için, yaptıkları teceddütte muvaffak olamadılar.
Türkçülere gelince, bunlar, esasen Bizanslı olan Şark medeniyetini büsbütün terk ederek Garp medeniyetini tam bir surette almak istediklerinden azimlerinde muvaffak olacaklardır. Türkçüler, tamamiyle Türk ve Müslüman kalmak şartıyla Garp medeniyetine tam ve kati bir surette girmek isteyenlerdir. Fakat Garp medeniyetine girmeden evvel, millî harsımızı arayıp bularak millî harsımızı meydana çıkarmamız icap eder.

5
HALKA DOĞRU
Türkçülüğün ilk esaslarından biri de şu “halka doğru” umdesidir. Vaktiyle, bu umdeyi tatbik etmek üzere, İstanbul’da “Halka Doğru” unvanlı bir mecmua çıkarıyorduk. Sonraları İzmir’de de aynı isimde bir mecmua neşrolundu.
“Halka doğru gitmek” ne demektir? Halka doğru gidecek olanlar kimlerdir? Bir milletin münevverlerine, mütefekkirlerine o milletin “güzideler”i adı verilir. Güzideler yüksek bir tahsil ve terbiye görmüş olmakla halktan ayrılmış olanlardır. İşte halka doğru gitmesi lazım gelenler bunlardır.
Güzideler halka doğru niçin gidecekler? Bu suale bazıları şöyle cevap veriyor: Güzideler halka hars götürmek için gitmelidirler. Hâlbuki geçen mebhasta gösterdiğimiz veçhiyle, memleketimizde hars denilen şey yalnız halkta mevcuttur. Güzideler henüz harstan nasiplerini almamışlardır. O hâlde harstan mahrum bulunan güzideler, harsın canlı bir müzesi olan halka, ne suretle hars götürebilecekler? Meseleyi halledebilmek için evvela şu noktalara cevap verelim: Güzideler neye maliktir? Halkta ne vardır? Güzideler medeniyete maliktir. Halkta hars vardır. O hâlde, güzidelerin halka doğru gitmesi şu iki maksat için olabilir: 1) Halktan harsi bir terbiye almak için, halka doğru gitmek 2) Halka medeniyet götürmek için, halka doğru gitmek.
Filhakika, güzidelerin halka doğru gitmesi bu iki maksat içindir. Güzideler, harsı yalnız halkta bulabilirler, başka bir yerde bulamazlar. Demek ki halka doğru gitmek, harsa doğru gitmek mahiyetindedir. Çünkü halk, millî harsın canlı bir müzesidir.
Güzidelerin çocukken aldıkları terbiyede millî hars yoktu. Çünkü içinde okudukları mektepler “halk mektebi” değildi. “Millî mektep” değildi. Bu sebeple memleketimizin güzideleri millî harstan mahrum olarak, gayrimillîleşerek yetiştiler. Şimdi bu eksikliği tamamlamak istiyorlar. Ne yapmalıdırlar? Bir taraftan halkın içine girmek, halkla beraber yaşamak, halkın kullandığı kelimelere, yaptığı cümlelere dikkat etmek; söylediği darbımeselleri, ananevi hikmetleri işitmek; düşünüşündeki tarzı, duyuşundaki üslubu zapt etmek; şiirini, musikisini dinleyerek raksını, oyunlarını seyretmek; dinî hayatına, ahlaki duygularına nüfuz etmek; giyinişinde, evinin mimarisinde, mobilyalarının sadeliğindeki güzellikleri tadabilmek, bundan başka halkın masallarını, fıkralarını, menkıbelerini, tandırname adı verilen eski töreden kalma akidelerini öğrenmek; halk kitaplarını okumak; Korkut Ata’dan başlayarak âşık kitaplarını, Yunus Emre’den başlayarak tekke ilahilerini, Nasreddin Hoca’dan başlayarak halk nekreciliğini, çocukluğumuzda seyrettiğimiz Karagöz’le orta oyununu aramak bulmak lazımdır. Halkın cenknameler okunan eski kahvelerini, ramazan gecelerini, cuma arifanelerini, çocukların her sene sabırsızlıkla bekledikleri coşkun bayramlarını yeniden diriltmek, canlandırmak lazım. Halkın sanat eserlerini toplayarak millî müzeler vücuda getirmek lazım. İşte, Türk milletinin güzideleri, ancak uzun müddet halkın bu millî hars müzeleri ve mektepleri içinde yaşadıktan ve ruhları tamamiyle Türk harsıyla meşbu olduktan sonradır ki “millîleşmek” imkânına nail olabilirler. Rusların en büyük şairi Puşkin, bu suretle millîleştiği içindir ki gerçekten bir millî şair oldu. Dante, Petrark, Jean Jacques Rousseau, Goethe, Schiller, D’Annunzio gibi millî şairler hep halktan aldıkları feyizler sayesinde sanat dâhileri oldular. İçtimaiyat ilmi de bize gösteriyor ki “deha” esasen halktadır. Bir sanatkâr, ancak halktaki bedii zevkin tecelligâhı olduğundan dolayı dâhi olabilir. Bizde dâhi sanatkârların yetişmemesi, sanatkârlarımızın bedii zevklerini halkın canlı müzesinden almamaları dolayısıyladır. Bizde şimdiye kadar halk bediiyatına kim kıymet verdi? Eski Osmanlı güzideleri, köylüleri “eşek Türk” diye tahkir ederdi. Anadolu şehirlileri de “taşralı” tabiriyle tezyif olunurdu. Umum halka verilen unvan “avam” kelimesinden ibaretti.
Havas, yalnız sarayın bendelerinden mürekkep bulunan Osmanlı güzideleriydi. Halka kıymet vermedikleri içindir ki bugün bu eski güzideler sanatının ne lisanı, ne vezinleri, ne edebiyatı, ne musikisi, ne felsefesi, ne ahlakiyatı, ne siyasiyatı, ne iktisadiyatı hasılı hiçbir şeyi kalmadı. Türk milleti, bütün bu şeylere yeniden her birinin elifbasından başlamak mecburiyetinde kaldı. Bu milletin yakın bir zamana kadar kendisine mahsus bir adı bile yoktu. Tanzimatçılar ona “Sen yalnız Osmanlısın. Sakın başka milletlere bakarak sen de bir ad isteme! Millî bir ad istediğin dakikada Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına sebep olursun.” demişlerdi. Zavallı Türk, vatanımı kaybederim korkusuyla “Vallahi Türk değilim, Osmanlı’dan başka hiçbir içtimai zümreye mensup değilim.” demeye mecbur edilmişti. “Boşo”ya karşı bu sözü her gün söyleyen mebuslarımız vardı.
Fakat bu Osmanlıcılar hiç düşünemiyorlardı ki her ne yapsalar, bu yabancı millet Osmanlı camiasından ayrılmaya çalışacaktır. Çünkü artık yüzlerce milletten mürekkep olan suni camiaların devamına imkân kalmamıştır. Bundan sonra her millet ayrı bir devlet olacak, mütecanis, samimi, tabii bir cemiyet hayatı yaşayacaktır. Şüphesiz, Avrupa’nın garbında beş yüz seneden beri başlayan bu içtimai tekâmül hareketi mutlaka, şarkında da başlayacaktı. Cihan Harbi’nde Rusya, Avusturya, Osmanlı imparatorluklarının yıkılması da gösterdi ki bu içtimai kıyamet pek yakınmış. Acaba Türkler, bu içtimai mahşer meydanına kendilerinin de “Türk” adlı bir millet olduklarını, Osmanlı İmparatorluğu içinde kendilerinin de hususi bir vatanları ve millî hakları bulunduğunu bilmeyerek, anlamayarak çıkmış olsaydılar, şaşkınlıktan ne yapacaklardı? Yoksa “Mademki Osmanlılık yıkıldı, bizim artık hiçbir millî ümidimiz, hiçbir siyasi emelimiz kalmadı” mı diyeceklerdi? Evvelce Türkçülüğe lakayıt kalan bazı insaf sahibi Osmanlıcılar, Wilson prensipleri ortaya atıldıktan sonra, “Türkçülük bize, Osmanlı İmparatorluğu’ndan müstakil, hususi ve millî bir hayatımız, hudutları etnografi ilmi tarafından çizilmiş millî bir vatanımız, bu vatanda kendimizi tam bir istiklalle idare etmekten ibaret olan millî bir hakkımız olduğunu vaktiyle birçoğumuzun zihnine ve ruhuna yerleştirmiş olmasaydı, bugün hâlimiz ne olacaktı?” demeye başladılar. Demek ki yalnız bir tek kelime, mukaddes ve mübarek “Türk” kelimesidir ki bu hercümerç içinde doğru yolu görmemize sebep oldu.
Türkçüler, güzidelere yalnız milletlerinin adını öğretmekle kalmadılar, onlara milletin güzel lisanını da öğrettiler. Fakat verdikleri ad gibi bu öğrettikleri güzel lisan da halktan alınmıştı. Çünkü bunlar yalnız halkta kalmıştı. Güzideler zümresi ise, şimdiye kadar bir “sair-fi’l-menam” hayatı yaşıyordu. Sair-fi’l-menamlar gibi iki şahsiyet sahibi olmuştu. Hakiki şahsiyeti “Türk” olduğu hâlde sair-fi’l-menamlık vehmi içinde kendini “Osmanlı” tanıyordu, öz lisanı Türkçe olduğu hâlde, sair-fi’l-menamlar gibi hastalık neticesi olarak suni bir dil kullanıyordu. Şiirde de kendi samimi vezinlerini bırakarak Acem’den aldığı taklit vezinlerle terennüm ediyordu. Türkçülük, tedavi-bi’l-ruh mütahassısı bir tabip gibi bu sair-fi’l-menama Osmanlı olmayıp Türk olduğunu, lisanının Türkçe ve vezinlerinin halk vezinleri bulunduğunu telkin etti. Hayır, telkin değil, hakiki tabiriyle, onu ilmî delillerle ikna etti. Bu suretledir ki, güzideler suni somnanbul hâlinden kurtularak normal bir surette düşünmeye ve duymaya başladı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ziya-gekalp/turkculugun-esaslari-69428272/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Türkçülüğün Esasları Зия Гёкальп
Türkçülüğün Esasları

Зия Гёкальп

Тип: электронная книга

Жанр: Маркетинговые исследования и анализ

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Toplumsal sorunları açıklamak ve bu sorunlara çözümler getirmek iddiasıyla Batı’da gelişen bir bilim olarak sosyolojiye, o dönem türlü sorunlarla karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti içerisindeki problemlere çözüm arayışı içinde olan aydınların rağbet göstermesi kaçınılmaz bir durumdu. Bu aydınların başında gelen Ziya Gökalp, Türkiye’de sosyolojiyi -o zamanki adıyla içtimaiyat- kurmuş, Comte-Durkheim çizgisinde kalarak pozitivist sosyolojinin temsilcisi olmuş bir mütefekkir idi. Gökalp, bu çözüm arayışı içinde, Türk toplumunun kendine özgü ahlaki ve kültürel değerleriyle Batı’dan aldığı bazı değerleri kaynaştırarak bir senteze ulaşma çabasına girdi. Düşüncesinin temelinde, “Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak” gayesi yatıyordu. Gökalp, bu gaye uğruna konferanslar vermiş, farklı edebî türlerde eserler kaleme almış, farklı gazetelerde birçok konuda makaleler yazmış, ilmî araştırmalar yapmış, Türkiye’de bilimin gelişmesi için büyük bir gayret sarf etmiştir. Millî edebiyatın kurulması ve gelişmesinde de önemli bir rol oynayan, siyasi ve toplumsal konularda sayısız makale kaleme alan, bir dönem Diyarbakır milletvekilliği yapmış Ziya Gökalp’in sosyoloji anlayışı, Türkiye’de 1940’lara kadar, neredeyse tek egemen sosyoloji ekolü olmuştu. Gökalp benimsediği sosyoloji anlayışı ile Türk tarihi, millî edebiyat, şiir, roman, bilim, felsefe, içtimai hayat, toplumsal yapının bilimsel yöntemlerle incelenmesi, iş bölümü gibi konulara eğilmiş ve görüşleri ile Türk sosyal biliminde ve edebiyatında bugünlere kadar etkisini göstermiştir.

  • Добавить отзыв