Hars ve Medeniyet
Ziya Gökalp
“Ziya Gökalp büyük bir düşünce adamıdır. Büyük düşünce adamları, toplumu etkiler. Fakat yeni ve karmaşık bir düşünce ürettikleri için de daima yanlış anlaşılma ve basmakalıp bir değerlendirme ile basite indirgenme tehlikesine maruz kalırlar. Toplum, büyük düşünce adamlarına ihtiyaç duyduğu dönemde onların ruhundan, tutkusundan ve kişisel özelliklerinden etkilenir. Ama sonradan gelenler o ruhu anlama ihtiyacını yeteri kadar duymadan, tasavvur dünyasında o tutkuyu kendileri de yaşamadan ve fikirlerin ayrıntılarına yeteri kadar dikkat etmeden o büyük düşünce adamına yaklaşırsa, basmakalıp övgüler, anlamsız saldırılar ortalığı kaplar ya da o büyük düşünce adamı görmezden gelinir. Düşüncenin verimliliği onun kişisel bir çeşni olmaktan kurtulmasıyla ve başka zihinlerle eleştirel işbirliği kurmasıyla mümkündür. Düşünceleri kendi köşelerinde kalmaktan kurtaracak bir düşünce geleneğine, eleştirel işbirliğine ihtiyaç vardır. Ziya Gökalp, kendi zamanında bunu yapmıştır. Bizim de onun fikirlerini birer müze eseri gibi saklamak yerine, o fikirlerle düşünmemiz ve gerektiğinde yeni fikirlere doğru ilerlememiz gerekiyor.”
Ziya Gökalp
Hars ve Medeniyet
Hars (Kültür) ve Medeniyet
İnsan toplumlarının bütün fertlerini birbirine bağlayan, yani kişiler arasındaki uyumu sağlayan kurumlar hars (kültür) kurumlarıdır. Bu kurumların tamamı o cemiyetin “hars”ını (kültür) oluşturur.
Bir cemiyetin üst tabakasını başka cemiyetlerin üst tabakalarına bağlayan kurumlar ise medeni kurumlardır. Aynı türden olan bu gibi kurumların tamamı medeniyet (uygarlık) adını verdiğimiz bütünü oluşturur.
Hars ve medeniyetin niteliklerinin açık bir biçimde ortaya konulması sayesinde, şimdiye kadar iyice anlaşılmamış olan birçok sosyal ikilem de açıklık kazanacaktır. Çünkü bir kavram kargaşasının sonucu olan bu ikilemler, ya harsla medeniyetin çatışmasından ya da cemiyet bünyesinde iki ayrı medeniyet akımının egemenlik kazanma savaşı yüzünden ortaya çıkmıştır. Millî hayatımızı tetkik edersek bu söylediklerimizi belgeleyecek pek çok örnek bulabiliriz. Selçuklu Devleti’nin sonlarına doğru, Anadolu Türklüğü, fikrî yönden olgunlaşmaya başlamıştı. Bir yandan Mevlânâ Celaleddin-i Rumî aruz vezniyle Farsça şiirler yazarken, diğer yandan Yunus Emre hece vezniyle ve halk Türkçesiyle ilahiler yazıp söylüyordu. Yunus Emre’nin ilahileri, bütün Anadolu Türkleri arasında vicdan birliği sağladığı, yani insanları birbirlerine bağladığı için bir “hars hareketi” idi. Oysa Mevlânâ’nın şiirleri, Anadolu’da olduğu gibi İran ve diğer İslam ülkelerinde de üst tabakaları birbirlerine bağlayıcı etki taşıdığı için bir “medeni cereyan”dan ibaretti.
Bu misalden anlaşılıyor ki Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan önce Anadolu’da; hars (kültür) dilimizle, medeniyet dilimiz, hars (kültür) veznimizle, medeniyet veznimiz birbirinden ayrılmış ve bu yüzden birtakım ikilemler ortaya çıkmıştı. Ayrıca bu ikilem, musiki alanında da belirmişti. Bir yandan aruz veznindeki şiirler Acem musikisiyle şarkı yapılırken, diğer yandan da Türk vezniyle yazılan ilahiler, Türklerin millî musikisiyle söyleniyordu. Demek ki harsî (kültürel) musikimizle, medeni musikimiz arasında bir ikilem doğmaya başlamıştı.
O dönemde Anadolu Türkleri’nin çok zengin bir harsı (kültürü) vardı. Oğuzname adı ile toplanmış birtakım millî destanlarımız vardı ki bunlardan yalnız on iki tanesini Dede Korkut kitabında görüyoruz. Türk’ün kendisine özgü bir tasavvufu, bir halk felsefesi vardı. O zamanlardan, yazılı olmayan örfümüz sayesinde, değişe değişe zamanımıza kadar gelebilen nefesler (Bektaşi tekkelerinde okunan manzumeler) ile darbımeseller (atasözleri), manilerle koşmalar, bize o devrin Türk harsını göstermek için yeterlidir. Osmanlı Devleti’nin kurulduğu dönemde, Anadolu’da Türk harsı ile İran medeniyeti, yani “Türkçülük” ile “taklitçilik” bu şekilde çarpışmaktaydılar. Osmanlılar, Selçuklu sultanları gibi “Keykubad, Keyhüsrev” gibi İranlı benzeri isimler almaktan sakındılar. Selçuklu Devleti’nin resmî dili Farsça olduğu hâlde, Osmanlı Devleti’nin resmî dili Türkçe oldu. Osman Gazi’nin millî veznimizin bir abidesi olan meşhur koşması, Osmanlılığın İran medeniyetinden çok, Türk harsına değer vereceğinin bir belgesidir.
Gerçi Osmanlılık ilk dönemlerinde ne kadar harsa değer veren nitelikte olursa olsun, Selçuklulardan kendilerine miras kalan medeniyetçilik cereyanı da memlekette devam etmekteydi. Resmî işlerde olduğu gibi edebiyatta da Türkçe, Farsça’nın yerine geçmekle birlikte, Âşık Paşa, aruz vezninde Türkçe şiirler yazmaktan geri durmamıştı. Bu hareket, hars ile medeniyeti karıştırmak ve onları bağdaştırmaya çalışmaktı. Zamanla, şiirdeki bu durum, nesir alanında da görülmeye başladı. Türkçe cümlelerin içine Arapça ve Acemce tamlamalar, edatlar ve deyimlerin katılması moda şeklini alıyordu. Demek ki harsçılıkla medeniyetçilik, şiirde olduğu gibi nesirde de karışmaya ve birleşmeye çalışıyorlardı. Fakat bu birbirlerine karışma hareketi toplumun bütün kesimlerinde yaygınlaşmış değildi. Tekkeliler, Yunus Emre’nin izinden geldikleri için, gerek şiirde ve gerekse nesirde harsçılık yapıyorlar, medreseliler ise, Arap ve Acem üstatlarının etkisinde bulundukları için, medeniciliğe yöneliyorlardı. Şiirde tekke edebiyatı, divan edebiyatına karşı harsçı edebiyatın temsilcisi olurken, nesirde de mesela tekke ürünü olan Âşık Paşazade Tarihi, medreseyi temsil eden Tâcüttevârih karşısında Türkçü edebiyatın bir abidesi sayılır. Gerçi o zamanlardaki Türkçü edebiyat yalnız bu tekke edebiyatından ibaret değildi.
Millî edebiyat, tekke şiirlerinden ve nesirlerinden başka, âşık destanlarında, Âşık Garip, Şah İsmail, Köroğlu gibi âşık hikâyelerinde, Âşık Ömer ve Dertli gibi halk şairlerinde, halk masalları ve atasözlerinde, mani ve türkülerinde de gittikçe kuvvetlenen bir hızla devam ediyordu. Bu devirdeki Türkçü edebiyatı yalnız tekkelerde âşıklara ve halka özgü saymak da doğru değildir. Sultan II. Murat’ın kesin emirler vererek “Kâbusname”yi Mercimek Ahmet’e saf bir Türkçe ile tercüme ettirmesi, o zamanlardaki sarayın hâlâ Osman Gazi düşüncesini taşıdığını gösterir.
Türk harsı, edebiyat ve musikiden başka mimarlıkta, hüsnühatta (güzel yazı), nakış ve tezhip (süsleme) işlerinde de özel zevkini sürdürüyordu. Hatta aşk konusunda bile, Türk harsı, kendi zevkini İran medeniyetinin etkisinden kurtarmayı başarmıştı. Divan şiirindeki aşklar Acem anlayışında ve etkisinde iken, âşık hikâyelerindeki halk masallarıyla türkülerindeki samimi aşklar daima erkekle kadın arasında idi ve genellikle evlilikle sonuçlanırdı.
Osmanlı hayatında İran medeniyetinin etkisi, o zamanki cemiyetin üst tabakasını oluşturan ince bir zara benzerdi. Bu ince zarın altında, kımıldayan, derinleşen, yükselen samimi bir hayat vardı ki Türk harsı işte o idi. Bu harsın gizli etkilerini, ara sıra divan şiirinde ve tumturaklı nesirlerin satırları arasında bile görmek mümkündür.
Gerçi o zamanlardaki Türk harsının, yalnızca güzel sanatlar alanında bulunacağını sanmak da yanlıştır. Osmanlıların kanunnameleri, toprak düzenleri, askerî ve mülki teşkilatları gibi hukuki kurumları da tamamıyla Türk harsına göre oluşturulmuştu. Dikkatle karşılaştırılınca, Abbasi Devleti’nin “Ahkâm-ı Sultaniyye” ve “Siyasetnâme”leri ile Osmanlı Devleti’nin kanunnameleri arasında büyük farklar görülür. Abbasi saltanatı eski İran şehinşahlığını taklit ettiği hâlde, Osmanlılar kendi harsımıza uygun bir yönetim biçimi ortaya çıkarmışlardı. O zamanki Osmanlı ordusunun gerek piyadesi, gerekse süvarisi tamamıyla orijinaldi. O zamana kadar hiçbir devlette ne yeniçeriye ne de sipahiye benzer bir asker örgütü görülmüş değildi. Mirî Arazi (Devlet Arazisi) usulü tamamıyla orijinal bir toprak düzeni idi. Eski Osmanlılık, teşrifatta ve üniformalarda da millî harsın verdiği ilhama uymuş, başka milletleri taklit etmemişti. Demek ki eski zamanlarda bizim çok zengin bir harsımız varmış. Bu durum, Türkçülüğün sonradan çıkarılan bir âdet değil, Osmanlılıkla beraber canlanmış olan eski bir anane olduğunu gösterir.
Osmanlı harsı, Tanzimat Devri’nde yeniden başka bir medeniyetin egemenlik alanına girmeye başladı. Çok eskiden Çin medeniyetinden kurtulup İran medeniyetine girmişti. Şimdi ise İran medeniyetinden kurtularak Avrupa medeniyetine giriyordu. Bunun anlamı ise şudur: İslamiyet’ten önceki Türk harsı Çin medeniyetiyle çarpışıyordu. İslam devrinde, İran ve Arap medeniyetiyle çarpıştı; bundan böyle ise Avrupa medeniyetiyle savaşacak demekti.
Bu iki devirde, yeniden bir medeni edebiyat, bir medeni musiki bir medeni mimari, bir medeni hukuk, ahlak vb. kazanmaya başladık, önceleri Türk zevkini bozmaya çalışan yalnız İran zevki iken, şimdi bir de ona Fransız zevki katıldı. Millî musikimizin rakibi önce yalnız Acem musikisi iken, şimdi bir de Fransız musikisi ortaya çıktı. Kısacası yeniden taklitçiliğe, medeniyetçiliğe başladık. Önceleri kültürel kurumlarımız yalnız medeni kurumlarla çarpışırken, şimdi İran ve Avrupa medeniyetlerinin kurumları da millî hayatımızda ve ruhumuzda birbiriyle çarpışmaya başladılar. Edebiyatımız, felsefemiz, siyasetimiz, ahlakımız Acem medeniyetiyle Avrupa medeniyetinin bir karışımı hâlini aldı.
Bilindiği üzere Çin medeniyetinden İran medeniyetine geçtiğimiz zamanın ürünü olan Kutadgu Bilig kitabı da Çin kurumlarıyla İran kurumlarının bir karışımından ibaretti. Medeniyet, milletler arasındaki ortak kurumlar olduğuna göre, medeniyetin hakiki unsurları müspet bilimlerle, ilim, teknik ve sanatlardır. Avrupa medeniyeti, bu konularda yüksek bir düzeye ulaştığı için, Avrupa medeniyetine girmek, milletimiz için yükselişin şartıdır. Avrupa’dan bilim ve teknolojiyi almakla, büyük ilerlemeler elde edeceğiz. Bundan başka, Avrupa medeniyeti eşsiz güzellikler ve ahlaki zevkler yönünden de üzerimizde olumlu etkiler yapacaktır. Fakat bu etkiler, bize Acem’den geçen felsefi, ahlaki ve estetikle ilgili zevkleri yıkmaya çalıştığı ölçüde faydalıdır. Yıktığı zevkin yerine kendisi geçmeye kalktığı anda, bu iki medeniyetin zevki de zararlı olur. Bir milletin güzellikle, ahlak ve felsefe ile ilgili zevkleri kendine özgüdür. Bunları asla dışarıdan alamaz. Dışarıdan yalnız ifade ve anlamlar, metotlar, teknikler alınabilir. Duygular, heyecanlar, zevkler harsın unsurları olduğu için tamamıyla millîdir.
Osmanlılar, Türk ve Müslüman bir millet olarak Avrupa medeniyetine giriyorlar. Bu medeniyetin hangi unsurları halkımız tarafından kabul edilirse, ancak o unsurlar harsımıza katılmış sayılabilir. Halkın hoş karşılamadığı kurumlar, yüksek tabaka tarafından kabul edilmiş olsalar bile, millî harsın dışında kalırlar.
Çünkü harsın içinde yer alan unsurlar, ancak cemiyetin bütün fertlerinde duygu birliği meydana getiren, yani cemiyetin fertleri arasında uyumu ve dayanışmayı sağlayan kurumlardır. Bir milletin fertlerini duygu birliğinden yoksun bırakan ya da fertler arasındaki iş bölümünü engelleyen kurumlar millî harsa zarar verir. Bizde levan-ten yahut kozmopolit adı verilen bir sınıf vardır ki bu sınıftan olanlar, Batı’nın ilmî metotları ve teknikleri yerine, estetik, ahlak ve felsefe ile ilgili inanışlarını ve genel âdetlerini, gösterişli hayatlarını ve huylarını almaya çalışırlar. Yani medeniyet adı altında, başka milletlerin millî harslarını yalan yanlış taklit etmeye kalkarlar.
Halk, millî harsını bırakıp başka milletlerin harsını taklit eden bu sınıfı kendinden saymadığı gibi bunlar da halkla zevk yönünden benzer olmayı kişilikleri için bir küçüklük sayarlar.
İşte, böyle bir sınıfın ve bu sınıfa ait millî olmayan kurumların varlığı, hem vicdan birliğine hem de iş bölümüne engel olur. Çünkü iş bölümü ancak ortak bir vicdana sahip olan cemiyetlerin fertleri arasında bulunabilir. Ayrı zevklere, ayrı vicdanlara sahip olan toplumlar, ayrı milletler kadar birbirlerine yabancıdır. Bu insanların dili ortak olsa bile, vicdanı ortak olmadığı için, aralarında uyum sağlanamaz. Milletimizin gerek cinsî ahlakta, gerek aile ahlakında kendine özgü bir örfü, bir yaradılışı ve anlayışı vardır. Bu örf ne eski ananelerin esiri kalabilir ne de kozmopolitlerin keyfine göre büsbütün Batılı şekillere girebilir. Kendi kendine değişir, gelişir; fakat zorla ne geriye ne de ileriye götürülemez. Millî hars herkesin razı olduğu bu tabii örflerin bütünüdür.
O hâlde millî geleneklerimizi arar ve özelliklerini belirlersek artık aramızdaki sosyal çekişmeler sona erer.
Edebiyatımızla musikimizin millî olmaması da harsdan çok medeniyete değer vermemizin bir sonucudur.
Servet-i Fünûn Edebiyatı, eski divan edebiyatı kadar bu milletin zevkine uygun gelmedi. Çünkü Servet-i Fünûn şairleri ve edipleri yalnız şekil yönünden değil, ruh yönünden de medeni eserler yazmaya çalıştılar. Avrupa edebiyatlarından yalnız usuller ve biçimleri alacakları yerde, lirizm ve zevk gibi toplumdan topluma taşınmaması gereken unsurları da almaya uğraştılar. Başka milletlere özgü olup bizim hayatımızla hiçbir yakınlığı olmayan heyecan ve tutkuları dile getirmek istediler. Duyguları sahte, ilhamları yapay ve düşünceye dayandığı için bu eserler ruhlarda coşku doğuran lirizmden ve samimi ahenkten yoksun kaldı.
Türkçülerin edebiyatı ise dil ve vezin yönünden halka doğru gitmeye çalıştıysa da, bu da yalnız düşünce alanında kaldı, uygulamaya geçemedi. Çünkü yazılan şiirlerin dili gerçek halk şiirleri değildi. Kullanılan vezinlerse genellikle ya yeni uydurulmuş hece vezinlerinden yahut başka milletlerden alınmış vezinlerden ibaretti. Halk şairlerinin halk türkülerinde uyguladıkları samimi halk vezinlerine rağbet edilmedi. Mesela, halk şairleri genellikle altı+beş veznini kullandığı hâlde, birtakım Türkçü şairlerimiz Fransızların “Aleksandrin” dedikleri altı+altı veznini canlandırmaya uğraştılar. Birtakımı da “sezür”leri kırmakla hece vezninde yenilik yapmak istediler. Oysa halkın kullandığı vezinler, millî şiirimiz için yeterliydi. Asıl hüner bu vezinlerle lirik şiirler yazabilmekti. Şairlerimizin bunu başaramaması vezinlerin kusurlu olmasından değil, belki şairlerin lirik olmamasından ileri geliyordu. Halk türkülerindeki gayet lirik parçalar gösteriyor ki bu vezinlerin hiçbir kusuru yoktur. Asıl kabahat şairlerimizin şekilde olduğu gibi ruhta da taklitçi ve medeniyetçi olmalarındandır.
Şairlerimiz Homeros’tan başlayarak bütün Avrupa şiirlerini okusunlar. Onlardaki bütün güzelliklerin sırrını aramaya çalışsınlar. Batı edebiyatından yalnız, usuller ve teknikler almakla yetinsinler, bize başka milletlerin zevklerini, anlayışlarını getirmeye sakın uğraşmasınlar. Şairlerimizin Avrupa sanatından alacakları terbiye, yalnız teknikle ilgili terbiye olmalıdır. Zevke ait terbiye yabancılardan değil milletimizden ve milletimiz içinde de en çok millî kalan halkımızdan almaya çalışmalıdırlar. Yunus Emre ile başlayan gayet zengin bir halk edebiyatımız var. Bunun bir kısmı yazılmış, bir bölümü ise söz hâlinde kalmıştır. Bu halk edebiyatını, ilahileriyle, sesleriyle, koşmalarıyla, masallarıyla, atasözleriyle birlikte inceden inceye tetkik etmeli, bunların bütün güzelliklerini özümlemeliyiz. Şairlerimiz teknik terbiyeyi Batı’dan ve zevkle ilgili terbiyeyi ise halktan aldıktan sonra ancak bugünün şairleri olabilirler. Şairlerimiz, aynı zamanda diğer Türk şiirlerine ait halk edebiyatlarından da istifade edebilirler. Hikâyecilerimiz de, Avrupa’nın tekniğini öğrendikten sonra, halk hayatını iyice tetkik etmeli, halk ürünlerini de doğru bir gözle görmelidirler. Bunun için de her şeyden önce halkı can ve gönülden sevmeleri gerekmektedir.
Millî musikimizi yüceltmek için de bir taraftan Avrupa’nın tekniklerini öğrenmek, diğer yandan dağlarda ve köylerde söylenen halk türkülerinin seslerini toplamak gereklidir. Ancak bu sayede Avrupa medeniyeti içinde Türk şiiri, Türk romanı, Türk musikisi yapabiliriz.
Hukuk, ahlak, felsefe ve iktisatta da kural ve sistemler Avrupai; fakat ruh tamamıyla halka, hayata uygun ve millî olmalıdır.
İşte, bu kurallara uymak şartıyla, Avrupa medeniyetini millî harsımızla bağdaştırabiliriz. Her millî hars, kendi istiklalini koruyabilmek için milletlerarası medeniyeti temsil etme bekleyişindedir.
Bir hars, içinde bulunduğu medeniyeti temsile çalışmazsa, o medeniyet, o harsı bozar, yok eder. Hars, canlı bir varlığa, medeniyet ise o canlıyı besleyen ortama benzer. Bu sebeple, harsın medeniyeti temsil etmesi ne kadar iyi ise, medeniyetin harsı temsil etmesi o kadar fenadır.[1 - ‘‘Yeni Mecmua’’, 5 Eylül 1918, Sayı:60.]
Hars (Kültür) ve Medeniyet
Hars (Kültür) ile medeniyet arasında hem birleşme hem de ayrık noktalar vardır. Kültür ile medeniyet arasındaki birleşme noktası, ikisinin de bütün sosyal hayatları içine almasıdır. Sosyal hayatlar şunlardır: Din, ahlak, hukuk, akıl, estetik, iktisat, dil ve teknikle ilgili yaşayışlar. Bu sekiz türlü sosyal hayatın bütününe kültür adı verildiği gibi medeniyet de denilir. İşte, kültür ve medeniyet arasındaki birleşme ve benzerlik noktası budur. Şimdi de kültür ile medeniyet arasındaki ayrılıkları, farkları arayalım:
Birinci olarak kültür, millî olduğu hâlde, medeniyet milletlerarasıdır. Kültür, yalnız bir milletin din, ahlak, hukuk, akıl, estetik, dil, ekonomi ve teknikle ilgili yaşayışlarının uyumlu bir bütünüdür. Medeniyet ise, aynı gelişmişlik düzeyinde bulunan birçok milletlerin sosyal hayatlarının ortak bir bütünüdür. Mesela Avrupa ve Amerika medeniyet çevresinde, bütün Avrupalı milletler arasında ortak bir Batı medeniyeti vardır. Bu medeniyetin içinde birbirlerinden ayrı ve bağımsız olmak üzere bir İngiliz kültürü, bir Fransız kültürü, bir Alman kültürü vb. vardır.
İkinci olarak medeniyet, yöntemler ve kişisel iradelerle oluşan sosyal olayların bütünüdür. Mesela dinle ilgili bilgiler ve bilimler, yöntem ve irade ile oluştuğu gibi ahlakla, hukukla, güzel sanatlarla, iktisatla, akılla, dille ve fenlerle ilgili bilgiler ve teoriler de hep insanın yöntem ve iradesiyle oluşturulmuşlardır. Bu yüzden aynı gelişmişlik çevresinde bulunan bütün bu kavramların, bilgilerin ve bilimlerin toplamı medeniyet dediğimiz şeyi meydana getirir.
Millî kültürün içine giren şeylerse, yöntemle ve insanların istekleri ile oluşmamışlardır. Yani, suni (yapay) değildirler. Bitkilerin, hayvanların organik yaşayışı nasıl kendiliğinden ve tabii olarak gelişiyorsa, millî kültür içine giren şeylerin oluşması ve gelişmesi de tıpkı öyledir. Mesela dil, fertlerin kullandığı yöntem ile yapılmış bir şey değildir. Dil kelimesini değiştiremeyiz. Onun yerine başka bir kelime uydurup koyamayız. Dilin kendi yapısından doğan bir kuralını da değiştiremeyiz. Dilin kelime ve kuralları ancak kendiliklerinden değişir. Biz ise bu değişmeye seyirci kalırız. İnsanlar dile yalnız birtakım terimler ve yeni sözler katabilirler. Fakat bu sözler, onu kullanacak olan meslek topluluğunca benimsenmedikçe, söz niteliğinde kalır ve kelime olamaz. Yeni bir söz, bir meslek topluluğunca benimsendikten sonra topluluğa ait bir kelime olur. Ancak, bütün halk benimsedikten sonradır ki halkın ortak kelimeleri arasına girebilir.
Fakat yeni sözlerin bir meslek topluluğu, ya da bütün halk tarafından benimsenip benimsenmemesi, onları ortaya atanların elinde değildir. Eski Osmanlı dilinde Şinasi’den bu yana milyonlarca yeni söz uydurulduğu hâlde, bunlardan çok az bir bölümü meslek topluluğunun kelimesi sırasına girebilmiştir. Halkın ortak kelimeleri sırasına geçenlerse beş on kelimeyi ancak bulur.
Demek ki millî kültürün ilk örneğini dilin kelimelerinde, medeniyetin ilk örneğini de yeni sözler biçiminde türetilen terimlerinde görüyoruz. Kelimeler sosyal kurumlardır, yeni sözlerse fertlerin eseridir. Bir kişinin bulduğu bir söz, bazen çok kısa zamanda halk arasında yayılabilir. Fakat bu yayılma gücünü o söze veren, onu bulan kişi değildir. Toplumun, kişiler tarafından bilinmeyen gizli gücü ve akımıdır.
Bundan on beş yıl önce, ülkemizde yan yana iki dil yaşıyordu: Bunlardan birincisi, resmî bir değere sahipti ve yazıyı tekeline almış gibiydi. Buna Osmanlıca adı veriliyordu.
İkincisi, yalnız halk arasında konuşulabilir durumdaydı. Buna da küçümseyerek Türkçe adı veriliyordu ve halka ait bir argo sanılıyordu. Ama asıl tabii ve gerçek dilimiz bu idi. Osmanlıca ise Türkçe, Arapça ve Acemcenin dil bilgisinin, söz diziminin, sözlüğünün birleşmesiyle ortaya çıkmış, yapay bir karışımdı.
Bu iki dilden ikincisi, tabii bir oluşumdu ve günlük hayatta kullanıla kullanıla kendiliğinden meydana gelmişti. Bu yüzden, millî kültürümüzün dili idi. Birincisi ise (Osmanlıca) insanlara ait yöntemle ve bilinçle yapılmıştı. Bu dil aşuresinin içine, yalnız bazı Türkçe kelimeler ve ekler karışabilirdi. Demek ki Osmanlıcanın millî kültürümüzde pek az bir payı vardır. Bundan dolayı, ona medeniyetimizin dili idi, diyebiliriz.
Ülkemizde, bu iki dil gibi iki vezin de yan yana yaşıyordu. Türk halkının kullandığı Türk vezni, yöntemle (usul) yapılmıyordu. Halk ozanları, ölçülü olduğunu bilmeden, çok güzel lirik şiirler yazıyorlardı. Tabii bu, bir ilham (esinleme) ve yaratıcılıkla oluyordu. Usul ve taklit ile yapılmıyordu. Öyleyse bu vezin de Türk kültürünün bir değeri idi. Osmanlı veznine gelince bu, Acem şairlerinden alınmıştı. Bu vezinle şiir yazanlar, taklit ve yöntemle yazıyorlardı. Bundan dolayıdır ki aruz vezni denilen bu vezin halk arasına girememişti. Bu vezinle şiir yazanlar, Acem edebiyatını ders alarak öğreniyorlar, bu yöntem ile de aruzun uygulamasını yapıyorlardı. Bu yüzden, aruz vezni, millî kültürümüze asla giremedi. Acemlerde ise, köylüler bile aruz vezni ile şiirler söylerler. Bu sebepledir ki aruz vezni İran’ın millî kültürü içinde sayılır.
Ülkemizde bunlardan başka, yan yana yaşayan iki müzik vardır. Bunlardan birisi halk arasında kendi kendine doğmuş olan Türk müziği, öbürü Farabi’nin Bizans’tan çevirme ve aktarma yoluyla aldığı Osmanlı müziğidir. Türk müziği ilham ile oluşmuş, taklitle dıştan alınmamıştır. Osmanlı müziği ise, taklit yolu ile dışardan alınmış ve ancak yöntemle sürdürülmüştür. Bunlardan birincisi (Türk müziği) millî kültürümüzün, ikincisi ise (Osmanlı musikisi) medeniyetimizin müziğidir. Medeniyet, yöntemle yapılan ve taklit yoluyla bir milletten diğerine geçen kavramların ve tekniklerin bütünüdür. Millî kültür ise, hem yöntemle yapılamayan hem de taklit yoluyla başka milletlerden alınamayan duygulardır. Bu sebeple, Osmanlı müziği kurallardan meydana gelen bir teknik biçiminde olduğu hâlde; Türk müziği, kuralsız, yöntemsiz, tekniksiz melodilerden, Türk’ün bağrından kopan içli ezgilerden oluşur. Ancak Bizans müziğinin kaynağına inmek istersek bunu da eski Yunanlıların kültürü içinde görürüz.
Edebiyatımızda da aynı ikilem vardır. Türk edebiyatı, halkın atasözleriyle bilmecelerinden, halk masallarıyla halk koşmalarından, halk cenknameleriyle destanlarından, tekkelerin ilahileriyle nefeslerinden, halkın güldürücü fıkralarından ve halk tiyatrosundan oluşur. Atasözleri doğrudan doğruya halkın hikmetli düşünceleridir. Bilmeceleri de oluşturan halktır. Halk masalları da kişiler tarafından düzülmemiştir. Bunlar, Türk’ün mitolojik çağlarından başlayarak geleneksel yolla zamanımıza kadar gelen peri masallarıyla dev masallarıdır.
Dede Korkut Kitabı’ndaki hikâyeler de ozandan ozana sözlü olarak gelmiş, ancak birkaç yüzyıl önce yazılmıştır. Şah İsmail, Âşık Kerem, Âşık Garip, Köroğlu kitapları da halkın yazdığı halk masallarıdır. Türk tarihinde ve etnografyasındaki mitler, lejantlar, efsaneler de Türk edebiyatının değerleridir.
Cenknameler ve dinî menkıbelere gelince bunlar, halk edebiyatının İslam dönemine ait ürünleridir. Halk şairlerinin koşmalarıyla destanları, manileriyle türküleri de yukarıda saydığımız eserler gibi Türk halkının içten gelen eserleridir. Bunlar da yöntemle, uygulamasıyla ve taklitle yapılmamışlardır. Âşık Ömer, Dertli, Karacaoğlan gibi şairler halkın sevdiği ozanlardır. Tekkeler de birer halk mabedi olduğu için, buralarda doğan ilahilerle nefesler de halk edebiyatına, dolayısıyla Türk edebiyatına girer. Yunus Emre ve Kaygusuz ile Bektaşi ozanları bu topluluktandır.
Osmanlı edebiyatı ise, masal yerine kişilere ait hikâye ve romanları; koşma ve destan yerine, taklitle yapılmış gazelleri, ayrıca alafranga şiirleri içine alır. Osmanlı şairlerinden her biri, mutlaka, Acem döneminde bir Acem şairine, Fransız döneminde bir Fransız şairine benzer. Fuzulî ile Nedim bile bu konuda ayrı tutulamazlar. Bu yönden, Osmanlı edebiyatçılarıyla şairlerinden hiçbiri orijinal değildir, taklitten asla kurtulamamışlardır; tümünün eserleri sanat ilhamıyla değil, akıl becerisi gösterme sonucunda doğmuştur. Mesela nüktecilik yönünden şu iki topluluğu karşılaştıralım: Nasreddin Hoca, İncili Çavuş, Bekri Mustafa ve Bektaşi Babaları halkın nüktecileridir; Kani ile Surûrî ise Osmanlı divanının mizahçı taşlamacılarıdır. Pek tabii nükte ile suni taşlama sanatı arasındaki fark bu karşılaştırmayla ortaya çıkar.
Karagöz’le Ortaoyunu’na gelince, bunlar da halk tiyatrosu, yani geleneksel Türk tiyatrosudur. Karagöz’le Hacivat’ın çekişmeleri, Türk’le Osmanlı’nın, yani o zamanki kültürümüzle içinde bulunduğumuz medeniyetin karşı karşıya gelmesidir.
Ahlakta da aynı ikilemi görürüz. Türk ahlakı ile Osmanlı ahlakı birbirine karşıt gibidir. Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lûgat’ın “Türk” maddesinde, Türkleri kısaca tarif ediyor. Diyor ki: “Türk’te kendini beğenmişlik ve övünme yoktur. Türk, büyük kahramanlıklar ve fedakârlıklar yaptığı zaman, üstün bir iş yaptığını bilmez görünür.” Arap şairi Câhiz de Türkleri tıpkı böyle anlatıyor. Osmanlı tipine bakarsak, eski şairlerinde fahriyelerin (kendini övme), yeni yazarlarında ise böbürlenme ve övünmenin hâkim olduğunu görürüz.
Servet-i Fünun topluluğu, Osmanlı edebiyatının en parlak bir dönemidir. Bu topluluğa bağlı yazarlarla şairlerin çoğu kuşkucu, karamsar, ümitsiz, hasta ruhlu gibi görünmüşlerdir. Gerçek Türk ise, inançlı, iyimser, ümitli ve sağlamdır.
Hatta, bilginlerimiz arasında da bu ikilemi görürüz. Osmanlı bilginlerinin geleneksel adı “ulemayı rüsum” (resmî bilginler) idi. Anadolu’daki bilginler ise halk bilginleri idi. Birinciler, rütbeli ama bilgisizdiler. İkinciler bilgi sahibi ama rütbesizdiler.
Siyaset ve askerlik alanında büyük bir dâhi olan Afşarlı Nadir Şah, bütün Müslümanlar’ı Sünnilik çevresinde birleştirmek ve bütün sultanları Osmanlı padişahının emri altına sokmak için görüşmelerde bulunmak üzere, İstanbul’a din ve siyasetle ilgili bir kurul göndermişti.
İstanbul’da bu kurulla görüşmeleri için resmî bilginleri görevlendirdiler. İranlı bilginler kurulu, bunlara söz anlatmakta güçsüz kalınca sadrazama başvurarak dediler ki:
“Bizim siyasi hiçbir rütbemiz, bilimden başka bir gayemiz yoktur. Oysa, görüşmelerde bulunduklarımız, büyük rütbeli kişiler olduklarından karşılarında serbestçe söz söyleyemiyoruz. Bizi taşradaki rütbesiz bilginlerle görüştürürseniz çok seviniriz.”
Ragıp Paşa’nın Tahkik ve Tevfik adlı kitabında anlattığı bu olay gösteriyor ki Nadir Şah’ın bilim kurulu üyeleri, Osmanlı değil, Türk bilginlerine değer veriyordu.
Eski dönemlerin, siyaset ve askerlik alanlarındaki başarıları da, halk arasından çıkmış bilgisiz ve okuryazar bile olmayan paşalarına aittir. Sonraları, Ragıp Paşa ve Sefih İbrahim Paşa gibi Osmanlı eğitiminde yüksek yer tutanlar hükûmetin başına geçince işler bozulmaya başladı.
Bununla birlikte, bu sosyal ikilemler yalnız fikir alanlarında sürüyordu. O zamanlar, el işi ayak takımına ait sayıldığından, yüksek tabaka tekniklerin bütün türlerinden uzak duruyordu. Bu sebeple, mimarlık, hattatlık, taş oymacılığı, çiftçilik, tezhib (süslemecilik), marangozluk, demircilik, boyacılık, halıcılık, çulhacılık, ressamlık, nakışçılık gibi pratik tekniklerin yalnız bir şekli vardı. O da halk tekniği idi. Demek ki genellikle yüksek bir güzelliği bulunan bu sanatlara katışıksız Türk sanatı adını verebiliriz. Bunlar Osmanlı medeniyetinin unsurları değil, Türk kültürünün unsurlarıydı. Bugün Avrupa, bu eski sanatlarımızın ürünlerini milyarlar harcayarak parça parça topluyor. Avrupa’nın, Amerika’nın müzeleri, salonları hep Türk eserleriyle dolmaktadır. Avrupa’da bu Türk hayranlığına “Turquerie” adı verilir. Avrupa’nın gerçek düşünür ve sanatçıları, mesela Lamartine’leri Auguste Comte’ları, Pierre Laffitte’leri, Mismer’leri, Pierre Loti’leri, Farrere’leri Türk’ün içten sanatına, alçak gönüllü ve gösterişsiz ahlakına, derin ve çok aşırı olmayan dine bağlılığına, özetle, durumuyla yetinmesi ve kaderine boyun eğmesiyle birlikte devamlı bir iyimserliği ve ülküsü bulunan, yoksul ama mutlu yaşayışına hayrandılar. Elbette, bunların hayran olduğu şeyler, Osmanlı medeniyetine giren yöntem ve taklitle yapılmış eserler değil, Türk kültürünün ilhamı ile meydana gelen orijinal eserlerdir.
Yalnız ülkemize has olan bu garip durumun sebebi nedir? Niçin bu ülkede yaşayan iki tip, Türk ile Osmanlı tipi, birbirine bu derece karşıttır? Niçin Türk tipinin her şeyi güzel, Osmanlı tipinin her şeyi çirkindir? Çünkü Osmanlı tipi Türk’ün kültürüne ve hayatına zararlı olan emperyalizm alanına atıldı, kozmopolit oldu, sınıf çıkarını, millî çıkarın üstünde gördü. Gerçekten de Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe, yüzlerce milleti siyasi sınırları içine aldıkça, yönetenler ile yönetilenler ayrı iki sınıf durumuna giriyorlardı. İdare eden bütün kozmopolitler Osmanlı sınıfını, yönetilen Türkler de Türk sınıfını oluşturuyorlardı. Bu iki sınıf birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı, kendini millet-i hâkime (hâkim millet-egemen millet) olarak görür, yönettiği Türklere ise millet-i mahkûme (mahkûm millet-ezilen millet) gözüyle bakardı. Osmanlı daima Türk’e “Eşek Türk” derdi.[2 - Ziya Gökalp bu konuda abartmak suretiyle Osmanlı Devleti’ne haksızlık etmektedir.] Türk köylerine resmî bir kişi geldiği zaman “Osmanlı geliyor.” diye herkes kaçardı. Türkler arasında Aleviliğin ortaya çıkışı bile bu ayrılıkla açıklanabilir.
Şah İsmail’in dedesi olan Şeyh Cüneyt, Oğuz boyları arasında “Oğul mu önce gelir, yoksa sebep olanlar mı?” diyerek propaganda yapıyordu. Oğuz boyları, Oğuz Han’ın oğulları ve Kayılar’ın amca çocukları değil miydiler? Nasıl oluyor da Padişah’ın “Enderun”dan çıkma devşirmelerden oluşan kişileri bunlardan önde tutuluyordu? O tarihteki halk şeyhleri, Türklerin o zamanki ezilmişliklerini, eskiden peygamber soyunun uğramış olduğu eziyet ve kıyıma benzetiyorlardı. O zaman Türkmenlerin büyük bir bölümü bu benzerliğe aldanarak, baba ocağından ayrıldılar; kendi kendilerine ayrı bir edebiyat, ayrı bir felsefe, ayrı bir tapınak yaptılar. Bununla birlikte, din bakımından Osmanlılardan ayrılmamış olan Sünni Türkler de millî kültür açısından Osmanlı emperyalizmine bağlanmadılar. Bunlar da kendi kendilerine millî bir kültür yaparak Osmanlı medeniyetine karşı tümüyle ilgisiz kaldılar. Osmanlı medeniyetinin seçkinlerine havas denildiği gibi Türk kültürünün de ozanları, âşıkları, babaları ve ustaları vardı. Demek ki yurdumuzda iki türlü seçkin vardı. Bunlardan birincisi, sarayı temsil ediyordu ve bunların geçimlerini sağlayan da saraydı. Mesela Osmanlı şairleri saraydan “caize”[3 - Caize: Eskiden şairlere, yazdıkları övgülere karşılık verilen para ve armağanlar.] alarak geçindikleri gibi Osmanlı müzisyenleri de sarayın verdiği bağışlarla, aylıklarla geçinirlerdi. Halkın saz ve söz şairleri ise, halkın armağanlarıyla yaşarlardı. Osmanlı bilginleri, kazaskerlikte, kadılıklarda yüksek aylıklar ve arpalıklar alırlardı. Halk hocalarından ve şeyhlerinden oluşan Türk din adamlarını ise, yalnız halk beslerdi. Bundan dolayı güzel sanatlarda ve diğer sanatlarda rehberlik eden ustalar, yiğitbaşılar ve Ahi Babalar yalnız halk sınıfından yetişirler ve her zaman halk ve Türk kalırlardı.
Görülüyor ki millî kültür ile medeniyeti birbirinden ayıran, kültürün, özellikle duygulardan, medeniyetin ise özellikle bilgilerden meydana gelmiş olmasıdır. İnsanda duygular şarta bağlanmaz ve isteğe uymaz. Bir millet, diğer bir milletin, ahlaki ve estetik duygularını taklit edemez. Mesela Türklerin İslamlıktan önceki dininde Gök Tanrı, ödül tanrısıdır. Cezalandırmaya karışmaz. Ceza tanrısı Erlik Han adında başka bir mitolojik varlıktır. Allah yalnız “cemal” (güzellik) sıfatıyla göründüğü için, eski Türkler onu sadece severlerdi. Allah’a karşı korku hissi duymazlardı.
İslamlıktan sonra, Türklerde Allah sevgisinin üstün olması, bu eski geleneğin sürdürülmesindendir. Türklerde Allah korkusu pek seyrektir. İstanbul’da ve Anadolu’daki vaizlerin denemeleri gösteriyor ki güzelliğe, iyiliğe ilişkin vaaz verenlerin dinleyicileri artıyor; cehennemden, zebanilerden söz edenlerin dinleyicileriyse devamlı azalıyor. Türklerin eski dinlerinde yobazca tapınmalar yoktu, estetik ve ahlakla ilgili törenler ise çoktu. Bunun sonucu olarak İslamlıktan sonra da Türkler, çok güçlü bir imana en içten bir din duygusuna sahip oldukları hâlde, yobazlık ve aşırı duygulardan uzak kaldılar. Bu konuda Yunus Emre’yi okumak yeterlidir. Türklerin camilerde ilahilere ve mevlit okunmasına; tekkelerde ise, şiire, müziğe büyük bir yer vermeleri estetik din duygusu örneğine uymalarındandır.
Eski Türk dininde, Türk tanrısı barış ve barışıklık tanrısıydı. Türk dininin özünü gösteren il kelimesi, “barış” anlamında idi (Kaşgarlı Mahmut). İlci, “barışçı” demek olduğu gibi İlhan “barış hakanı” demekti. Türk ilhanları, Mançurya’dan Macaristan’a kadar sürekli bir barış oluşturan, barışseverlik öncüleri idiler.
En eski Türk devletinin kurucusu olan Mete’nin yüksek ahlakını, barışseverliğini, emperyalizmden kaçınmasını Yeni Mecmua’da yazmıştım. Türk barışseverliğinin kurucusu Mete’dir.
Türklerin bu eski barışçılık geleneği sonucudur ki Türk hakanları, İslam döneminde de her zaman yenilgiye uğrayanlara karşı iyilikle davranmış, her zaman kendilerini milletlerarası barışın sorumlusu gibi görmüşlerdir. Türk tarihi baştan başa bu duruma tanıktır. Avrupalıların o kadar suçladıkları Attila bile, yine onların anlattıklarına göre, yenilen milletler ne zaman barış istemişlerse, derhâl kabul etmiştir. Çünkü Attila da bir ilhan, yani dünya barışını sağlamaya çalışan ileri fikirli bir öncüydü. Avrupalılar, Atilla’nın Tanrı-kutu adını, Allah’ın Belası diye çevirmekle tarihsel bir günah işlemişlerdir.
Türklerin bütün sanat dallarında görülen estetik özellikleri de tabiilik, sadelik, incelik ve orijinalliktir. Türk’ün halılarında, çinilerinde, mimarlık ve güzel yazı dalında görünen hep bu estetik üstünlüklerdir. Türk’ün, güzel sanatlarında olduğu gibi din hayatında ve ahlakında da hep bu üstünlüklerin egemen olduğu görülür. Bu örnekten de anlaşılır ki bir kültürü oluşturan türlü sosyal hayatlar arasında içten bir dayanışma, içten bir uyum vardır. Türk’ün dili nasıl sade ise din, ahlak, güzellik, siyaset, iktisat ve aile ile ilgili yaşayışları da hep sade ve içtendir. Türk’ün yaşayışındaki sevimlilik ve orijinallik, bu belirgin yapısının bir görünümünden başka bir şey değildir. Fakat millî kültürün unsurları arasındaki bu uyuma bakıp da, medeniyetin de uyumlu unsurlardan oluştuğunu sanmak doğru değildir. Osmanlı medeniyeti Türk, Acem, Arap kültürleriyle İslam dini, Doğu medeniyeti ve son zamanlarda da Batı medeniyeti kurumlarından oluşan bir karışımdır. Bu karışım, hiçbir zaman kaynaşarak, uyuşarak, uyumlu bir düzene kavuşamadı. Bir medeniyet ancak millî bir kültüre aşılanırsa, uyumlu bir birliğe kavuşur. Mesela, İngiliz medeniyeti, İngiliz kültürüne aşılanmıştır. Bu sebeple İngiliz kültürü gibi İngiliz medeniyetinin unsurları arasında da bir uyum vardır.
Millî kültürle medeniyet arasındaki bir diğer ilişki de şudur: Her budunun (kavmin) önce yalnız kültürü vardır. Bir budun, kültürce yükseldikçe siyasetçe de yükselerek güçlü bir devlet oluşturur. Diğer yandan da kültürün yükselmesinden medeniyet doğmaya başlar. Medeniyet, başlangıçta millî kültürden doğduğu hâlde, sonradan komşu milletlerin medeniyetinden de birçok kurumlar alır. Fakat bir toplumun medeniyetinde hızlı gelişimin süratli oluşması zararlıdır. Ribot diyor ki: “Bilinç, aşırı bir gelişime ulaşırsa karakter bozulur.” İnsanda bilinç ne ise, toplumda da medeniyet odur. Kişide karakter ne ise, toplumda da kültür odur. Buna göre bilincin fazla gelişimi de millî kültürü bozar. Millî kültürü bozulmuş olan milletlere dejenere (yozlaşmış) milletler denilir.
Millî kültür ile medeniyetin sonuncu bir ilişkisi de şudur: Millî kültürü güçlü fakat medeniyeti zayıf bir milletle, millî kültürü bozulmuş fakat medeniyeti yüksek olan başka bir millet, siyasi savaşa girince, kültürü güçlü olan millet her zaman galip gelmiştir. Mesela eski Mısırlılar, medeniyette yükselince millî kültürleri bozulmaya başladı. O zaman yeni doğan Fars devleti ise medeniyette daha geri olmakla birlikte, güçlü bir millî kültüre sahipti. Bu yüzden Farslılar, Mısırlılar’ı yenilgiye uğrattılar. Birkaç yüzyıl sonra, İran’da da medeniyet yükseldi. Buna karşılık millî kültür zayıflamaya başladı. Bu defa da millî kültürleri daha bozulmamış olan Yunanlılar’a yenildiler. Bir süre sonra, Yunan kültürü de bozulmaya başladığından, gerek Yunanlılar, gerek İranlılar güçlü bir millî kültürle ortaya çıkan ve medeni bile olmayan Makedonyalılara yenildiler.
Doğuda Eşkânî[4 - Eşkânî: Eski İran’da MÖ 256-230 yılları arasında 26 yıl hüküm süren üçüncü hükümdar sülalesi. Sasanîler tarafından yıkılmıştır.] ve Sasanî soylarının, batıda Romalıların, millî kültürü bozulmaya başlayan Makedonyalıları yenmesi de aynı şekilde açıklanabilir. Sonunda medeniyetten hiç pay almayan, fakat millî kültürde son derece güçlü olan Araplar ortaya çıkarak hem Sasanîleri hem de Romalıları yendiler. Ancak çok zaman geçmeden Arap milleti de medenileşmeye başladığından, millî kültürünü yitirerek siyasi egemenliği, Türkistan’dan yeni gelmiş olan töreli Selçuk Türklerine bıraktılar. Töre, Türklerin millî kültüründen başka bir şey değildi. Türklerin şimdiye kadar bağımsız kalması, Çanakkale’den İngilizlerle Fransızları kovması ve mütarekeden sonra, İngiliz silahlarıyla ve paralarıyla donatılmış bulunan Yunanlılarla Ermenileri yenerek manevi yönden İngilizleri yenmiş sayılması hep millî kültürün gücü sayesindedir.
Millî kültür ile medeniyet arasındaki bu ilişkiler anlaşıldıktan sonra, artık Türkçülüğün ne demek olduğunu ve bu ülkede ne gibi görevleri yerine getirmesi gerektiğini belirleyebiliriz.
Osmanlı medeniyeti iki sebeple yıkılmaya mahkûmdu: Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün imparatorluklar gibi geçici topluluklardan meydana gelmesiydi. Ölümsüz yaşayacak olanlar ise, geçici topluluklar değil, toplumlardır.
Toplumlara gelince, bunlar yalnız milletlerdir. Egemenliğini yitiren milletler, millî benliklerini imparatorlukların kozmopolit yönetimi altında ancak bir süre için unutabilirlerdi. Bir gün, mutlaka milletlerden oluşan gerçek toplumlar reayalık (uyruk olma) uykusundan uyanacaklar, kültürel bağımsızlıklarını ve siyasi egemenliklerini isteyeceklerdi. Avrupa’da beş yüzyıldan beri bu işlem sürüyordu. Bundan dolayı, bu durumdan uzakta kalmış olan Avusturya, Rusya ve Osmanlı imparatorlukları da, önceki benzerleri gibi dağılmaktan kurtulamayacaklardı.
İkinci sebep, Batı medeniyetinin, yükseldikçe Doğu medeniyetini ortadan kaldırmak özelliğinde olmasıdır. Rusya’da ve Balkan ülkelerinde Batı medeniyeti, Doğu medeniyetinin yerine geçtiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da aynı durum baş gösterecekti. Doğu medeniyeti bazılarının sandığı gibi yalnızca İslam medeniyeti değildi. Kaynağı bakımından Doğu medeniyeti idi. Nasıl ki Batı medeniyetinin de Hristiyan medeniyeti değil, Batı Roma medeniyetinin bir uzantısı olması gibi. Osmanlılar, Doğu Roma medeniyetini, doğrudan doğruya Bizans’tan almadılar. Kendilerinden önce, Müslüman Araplarla Acemler, bu milletlerden aldılar. Bundan dolayıdır ki bu medeniyeti, bazı fikir adamları İslam medeniyeti sandılar.
Batı medeniyetinin, her yerde Doğu medeniyetinin yerine geçmesi, tabii bir kanun olunca, Türkiye’de de sonucun öyle olması zorunlu idi. O hâlde Doğu medeniyeti çevresinde bulunan Osmanlı medeniyeti ister istemez ortadan kalkacak, onun yerine bir yandan İslam diniyle birlikte bir Türk kültürü, diğer yandan da Batı medeniyeti geçecektir. İşte Türkçülüğün görevi, bir yandan yalnız halkın arasında kalmış olan Türk kültürünü arayıp bulmak; diğer yandan Batı medeniyetinin tekniğini tam ve canlı bir biçimde ele alarak millî kültüre aşılamaktır.
Tanzimatçılar, Osmanlı medeniyetini Batı medeniyeti ile uzlaştırmaya çalışmışlardı. Oysa iki zıt medeniyet yan yana yaşayamaz; sistemleri birbirine aykırı olduğu için, ikisi de birbirini bozmaya sebep olurdu. Mesela Batı müziği tekniği ile Doğu’nun müzik tekniği birbiriyle uzlaşamaz. Batı’nın deneysel mantığı ile Doğu’nun skolastik mantığı birbiriyle barışamaz. Bir millet, ya Doğulu olur ya Batılı olur, iki dinli bir insan olmadığı gibi iki medeniyetli bir millet de olamaz. Tanzimatçılar, bu noktayı bilmedikleri için yaptıkları yeniliklerde başarı sağlayamadılar.
Türkçülere gelince, bunlar, kökü Bizanslı olan Doğu medeniyetini büsbütün bırakarak, Batı medeniyetini bütünüyle almak istediklerinden, girişimlerinde başarılı olacaklardır.
Türkçüler, tam anlamıyla Türk ve Müslüman kalmak şartı ile Batı medeniyetine kesinlikle girmek isteyenlerdir. Fakat Batı medeniyetine girmeden önce, millî kültürümüzü arayıp bularak, ortaya çıkarmamız gerekir.
Hars ile Medeniyet İlişkisi
Hars, cemiyetlerin özdeki gelişmelerinden, medeniyet ise çeşitli harsların birleşmesinden meydana gelir.
İlk cemiyetler, birbirleriyle ilişkiye girmekten çekinirlerdi. Her cemiyet dinini, kendine özgü bir üstünlük simgesi sayar, dininin inanç ve ayinlerini gizler, başkalarının bu dine girmelerine izin vermezdi. O dönemde hars, dinden ibaretti.
İlkel toplumlarda medeniyet belirtisi olarak ise yalnız “sihir”i görürüz. Çünkü sihir, din gibi belirli bir cemiyete özgü değildi. Bir sihirbaza, kendi cemiyetinden olmayan kişiler de başvurarak sihir yaptırabilirlerdi. Bu dönemde, her din, millî olduğu hâlde, sihir milletlerarası idi. Bundan başka, din aslında samimi ve çıkar karşılığı olmayan bir şey olduğu hâlde, sihir çıkar için yapılırdı. Bundan dolayıdır ki harsı meydana getiren bütün ülkücü unsurlar dinden, medeniyeti meydana getiren bütün teknik unsurlar da sihirden çıkıp yayılmış gibidir. Mesela metafizik, ahlak, hukuk ve estetik dinden türediği hâlde, yıldız ilmi, kimya, şamanlık sihirden doğmuştur. Bundan sonra; yıldız ilminden astronomi, simyadan da kimya ilimleri doğduğu gibi şamanlıktan da tıp bilimi ortaya çıkmıştır. O hâlde ‘’maddi ilimler sihirden, manevi ilimler de dinden doğmuştur” diyebiliriz.
İlk cemiyetlerde, din ile sihir görünüşte birbirlerine benzerlerdi. Çünkü ikisi de birtakım kutsal ve gizli kuvvetlerin yardımıyla iş görmeye çalışırdı. Fakat bu benzeyiş, o zamanki düşüncenin “mistik” olmasından ileri geliyordu. Bu devirde hadiseler arasında yalnız mistik bağlar görülüyor, tabii münasebetlerin ne olduğu asla sezilmiyordu. İlk cemiyetlerde din ile sihir arasındaki bu görünüşteki benzeyişi bir tarafa bırakırsak, bu iki oluşumun kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış ve birbirinin tersi olduklarını görürüz. Mesela, dinî ayinlerde sağ el kullanılırsa, sihirle ilgili ayinler kesinlikle sol elle yapılır. Dinî ayin sırasında hangi yöne dönülürse, sihri ayinde mutlaka onun tersi yönde dönülür. Dinî ayin gündüzleri yapılırsa, sihri ayinler geceleri düzenlenir. Dinî ayinler nerede yapılırsa, ikinciler kesinlikle onun tersi olan bir yerde yapılır. Dinî kuvvetlerin erkeklerde var olduğuna inanılırsa, sihri kuvvetler mutlaka kadınlara ait bir güç sayılır. Dinin kutsadığı şeyleri, sihir ise kirletmeye çalışır.
Özetle, dinî ayinlerle sihri işler, her hususta birbirinin tersi olan bir şekilde yapılır. İlk cemiyetlerde sosyal dayanışmayı oluşturan güçler, genellikle dinî kurumlardı. Sosyal dayanışmanın oluşmasına yardımcı olan diğer kurumlar da dinî alana girer. Sihri kurumlara gelince, bunlar sosyal bir dayanışma oluşturmazlar, insanları fertçiliğe yönlendirdikleri için, tersine bu dayanışmanın bozulmasına sebep olurlar. Bundan dolayıdır ki cemiyet sihre daima fena bir gözle bakmış, ona ancak dinî zamanların, mekânların ve yöntemlerin dışında yapılmak şartıyla katlanmıştır. Daha sonra din, kesin ibadet niteliği kazanınca ise, sihri büsbütün fena görerek yasak fiiller sırasına koymuştur.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ziya-gekalp/hars-ve-medeniyet-69428224/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
‘‘Yeni Mecmua’’, 5 Eylül 1918, Sayı:60.
2
Ziya Gökalp bu konuda abartmak suretiyle Osmanlı Devleti’ne haksızlık etmektedir.
3
Caize: Eskiden şairlere, yazdıkları övgülere karşılık verilen para ve armağanlar.
4
Eşkânî: Eski İran’da MÖ 256-230 yılları arasında 26 yıl hüküm süren üçüncü hükümdar sülalesi. Sasanîler tarafından yıkılmıştır.