Çınaraltı Konuşmaları

Çınaraltı Konuşmaları
Ziya Gökalp
“Ziya Gökalp büyük bir düşünce adamıdır. Büyük düşünce adamları, toplumu etkiler. Fakat yeni ve karmaşık bir düşünce ürettikleri için de daima yanlış anlaşılma ve basmakalıp bir değerlendirme ile basite indirgenme tehlikesine maruz kalırlar. Toplum, büyük düşünce adamlarına ihtiyaç duyduğu dönemde onların ruhundan, tutkusundan ve kişisel özelliklerinden etkilenir. Ama sonradan gelenler o ruhu anlama ihtiyacını yeteri kadar duymadan, tasavvur dünyasında o tutkuyu kendileri de yaşamadan ve fikirlerin ayrıntılarına yeteri kadar dikkat etmeden o büyük düşünce adamına yaklaşırsa, basmakalıp övgüler, anlamsız saldırılar ortalığı kaplar ya da o büyük düşünce adamı görmezden gelinir. Düşüncenin verimliliği onun kişisel bir çeşni olmaktan kurtulmasıyla ve başka zihinlerle eleştirel işbirliği kurmasıyla mümkündür. Düşünceleri kendi köşelerinde kalmaktan kurtaracak bir düşünce geleneğine, eleştirel işbirliğine ihtiyaç vardır. Ziya Gökalp, kendi zamanında bunu yapmıştır. Bizim de onun fikirlerini birer müze eseri gibi saklamak yerine, o fikirlerle düşünmemiz ve gerektiğinde yeni fikirlere doğru ilerlememiz gerekiyor.” Prof. Dr. Yılmaz ÖZAKPINAR

Ziya Gökalp
Çınaraltı Konuşmaları

Meçhul Bir Filozof
Evimin bir penceresi, uzaktan yeşil bir sırta bakar. Oraya tırmanmak için bir keçi yolu buldum. Dün öğleden sonra, o sırta kadar yürüyerek gittim. Orada, göğe kadar uzanmış bir çınar ağacının gölgesi altında, güzel bir istiğrak köşesi buldum. Uzaktan kanatlarını açmış bir kartal gibi görünen yüce ağaç, dünyanın hay ve huylarına çok uzak olmakla beraber yine o dünyadan geniş bir ufku kanatları altına almıştı. Burada, bir masa ile iki sandalyeden başka oturacak bir şey yoktu. Sandalyelerden birinde oturarak, uzak ufukları temaşaya daldım. Biraz sonra, ince bir Bağdat abasına bürünmüş, kırk beş yaşlarında, fesli ve pantolonlu bir zat gelerek selam verdi. Ve karşımdaki sandalyede oturdu. Sigara tabakasından iki sigara çıkararak birini bana uzattı.
Ben sigara içmediğimi söyledim. Kendi sigarasını tellendirdikten sonra, şu sözleri söylemeye başladı:
“Burası, insanoğlunun ayak basmadığı gizli bir köşedir. İnzivaya çekildiği günden beri her gün ikindi saatini burada geçiririm. Siz de benim gibi bir münzevi filozofsanız her akşam burada birleşebiliriz. Çünkü münzeviler de kendileri gibi dünyayı uzaktan seyreden insanlarla görüşmeye muhtaçtırlar.”
Biraz durduktan sonra tekrar söze başladı:
“Münzevi demek içtimai bir vazifesi olmayan bir insan demek değildir. Ben karşıdaki beyaz renkli binada ruh tabibiyim. Bu bina asabi hastalıkları tedavi eden bir sanatoryumdur. Yirmi seneden beri gayriuzvi sinir hastalıklarını tedavi etmekle uğraşıyorum. Demek ki eski zaman münzevileri gibi değilim. İnsanlardan uzak olmakla beraber insaniyetten uzak değilim.”
Ben merakla şu suali sordum:
“İnsanlarla insaniyet birbirinden ayrılabilir mi?”
“Evet, ayrılabilir. Bence insaniyet, ilim, sanayi, edebiyat, felsefe hülasa umumiyetle medeniyet adını verdiğimiz şeylerdir. Ben fertlerle hakiki bir dostluğa iştirak etmeksizin bu şeylerle meşgul olabilirim.”
“İnsanlardan kaçmanızın sebebi nedir?”
“İnsanlar, ekseriya insanlığı terk ederek ihtiraslı ve heyecanlı mücadelelere girişirler. Bense ihtirastan, heyecandan ıstırap duyarım. Hayatımı daima sekinet içinde, vect içinde geçirmek isterim. İşte insanlardan uzak yaşamamın sebebi budur. Hars ve medeniyet gibi insaniyet hazinelerine gelince, bunlardan da mahrum kalmaya razı değilim. Ruhumu vecitlerle dolduran insaniyetin büyük mefkûreleridir. Hülasa, ben yalnız ihtiraslardan, heyecanlardan kaçıyorum. Çünkü ben, rahatı ve huzuru sekinetli ve vecitli bir hayat içinde yaşamakta buldum.”
“Beni de bu hayatınıza iştirak ettirmek lütfunda bulunduğunuz için çok teşekkür ederim. Sizin umdelerinize tabi bir müridiniz olmaya çalışacağım. Çünkü hayat mücadelesinin bu asırda aldığı ihtiraslı ve heyecanlı şekil, beni de ruhumdan hasta etmiştir. Umarım ki günde bir saat kadar sizin kurtarıcı sözlerinizi dinlersem, bu hastalıktan tamamıyla kurtulacağım.”
“Pekâlâ, her gün ikindiden sonra buraya geliniz. Burada insanları hariçten beraber temaşa edelim. Ruhunuzdan kin, haset, dedikodu gibi garezleri çıkarmaya çalışınız. Az zamanda ruhunuzdaki hastalıkların tamamiyle şifa bulduğunu göreceksiniz.”
Her gün ikindiden sonra bu çınar altında birleşmeye karar verdik. Ayrılırken bu meçhul filozofa sordum:
“Burada konuştuğumuz sözleri Cumhuriyet gazetesine yazabilir miyim? Çünkü bu gazete için benden makale istiyorlar. Çok faydalı olan irşatlarınızdan başkalarının da faydalanmasına müsaade etmez misiniz?”
Şu cevabı verdi:
“İnsanlarla uzaktan konuşmayı ben de çoktan beri arzu ediyordum. Siz de buradaki konuşmalarımızı neşrederseniz benim de bu eski arzum tatmin edilmiş olur.”

    (Cumhuriyet, 8 Mayıs 1924)

Tebessüm
Dün akşam gene yüce çınarın altında meçhul filozofla birleştik. İnsanlığın ilk mümeyyiz alametinin ne olduğunu sordum. Şu cevabı verdi:
“Yeryüzünde, insanlık ‘tebessüm’ün ilk görünüşüyle beraber başlamıştır. İnsanlardan evvel, bu kara toprak üzerinde tebessümden eser görülmezdi. Tebessüm insana mahsustur. Hiçbir hayvan tebessüm etmez. Mantıkçıların insanı ‘hayvanı dahik’ diye tarif etmeleri bundan olsa gerek. Benim ruhlar üzerindeki tecrübelerime göre de tebessüm insanlığın mümeyyiz alametidir.
Ben hasta ruhları, sinirli insanları daima yüzlerinin tebessümlü olup olmamasıyla teşhis ederim. Sinirli adamların yüzleri gülmez, tebessümden mahrum bir çehre gördüğüm zaman derhâl bunun bir sinir hastasına ait olduğunu anlarım. Tebessüm, ruhun sağlamlığı kadar saadetin de müjdecisidir. Beşikteki çocuğun ilk tebessüme başladığı gün, aile saadetinin tamamlandığı gündür. Çocuğun ilk mürebbisi, annesinin tebessümüdür. Sonraları birçok gözyaşı akıtan aşkın ilk başlangıcı da tatlı bir tebessümdür. Dostlar arasındaki samimiliği gösteren de tebessümdür. Ben, milletlerin hayat kabiliyetlerini de fertlerindeki tebessümlerle ölçerim. Yazık ki bizde zahit babalarla zahit mürebbiler tebessümü yasak ettiklerinden, münevver Türkler en az tebessüm eden bir sınıf teşkil etmişlerdir. Eski Türkler daima mütebessimdiler, bundan dolayıdır ki halkımız güler yüzlüdür.
Bence yapacağımız inkılapların biri de ‘Tebessüm İnkılabı’ olmalıdır. Evet milletimiz daima şen ve şetaretli olmalıdır. Her işte muvaffak olmak için başlıca şart, müteşebbislerinin mütebessim olmasıdır. Yüzü gülmeyen adamlar hiçbir işte muvaffak olamazlar. Mesela yüzü gülmeyen bir avukat, en haklı bir davayı mutlaka kaybeder. Yüzünde tebessümü eksik olan bir aktris ne kadar güzel olsa şöhret kazanamaz. Yüzü gülmeyen bir muallim talebelerinin ruhuna hiçbir hakikat sokamaz. Yüzü gülmeyen bir tabip hastalarını tedavi edemez.
Bir balcı, dükkânını en âlâ ballarla doldurduğu hâlde gelen müşterilere hiç bal satamazmış. Bir gün arifin birine şikâyet etmiş:
‘En iyi ballar benim dükkânımda olduğu hâlde gelen müşteriler, ballarımı beğenmeyerek gidiyorlar. Hâlbuki komşularımın balları iyi olmadığı hâlde müşterileri hiçbir zaman eksik değildir. Bunun sebebi nedir?’ ”
Arif şu cevabı verir:
“Sebebi şudur ki sen bal satıyorsun, amma çehren sirke satıyor.”
“O hâlde, milletimizi tebessüme alıştırmak için ne yapmalı?” diye sordum.
“Evvela dinin zahitlik demek olmadığını herkese anlatmak lazımdır. Din hiçbir zaman tebessümü menetmemiştir. Peygamber efendimizin çehresi daima mütebessimdi. Bundan dolayıdır ki onu bir kere gören, artık yanından ayrılamazdı. İslamiyette zahitlik yoktur. Bu hâl, ‘la ruhbaniye fil İslam’ hadisi şerifiyle ilan edilmiş iken sonraları her nasılsa gittikçe koyulaşan bir zahitlik dinimize girerek onun ruhunu değiştirmiştir.
İslam ümmetinde musikinin, raksın, tezyinî sanatların, resimle heykeltıraşlığın inkişaf etmemesine sebep, dinimiz değil, ona fuzuli olarak girmiş olan zahitliktir.
Zahidin görüşüne göre ruha şetaret veren her şey haramdır. Hâlbuki İslamiyet, müstevli şetaretiyledir ki az zamanda dünyanın büyük bir kısmına intişar etmiştir. Menakıp kitapları gösteriyor ki evliyalar da peygamberler gibi daima mütebessim imişler.
Bugün halkı tetkik ediniz. Mütebessim vaizleri severler ve vaazlarına devam ederler.
Fakat kaşları çatık, yüzü gülmez bir vaiz herhangi bir camide vaaza başladı mı caminin müdavimleri günden güne eksilir. Demek ki bu millet tebessümsüz çehreleri sevmiyor.
Saniyen çocuklar, kadınlar ve halk üzerinde yapılan muhtelif baskılar yüzlerindeki bu tebessümleri uçurmuştur. Bir mektebe girdiğiniz zaman, bütün çocukların tebessümsüz olduğunu görürseniz muallimlerinin çocukların üzerinde baskı yaptığına derhâl hükmediniz. Bazı muallim çehreleri vardır ki falakadan daha korkunçtur. Babaların bazısı da kendi çocuklarına daima ekşi bir yüz göstermeyi itiyat etmişlerdir. Birçok kocanın da karıları üzerindeki tesiri aynı suretledir.
Amirin maiyetine, ustanın çırağına hele köy ağalarının köylülere gösterdikleri yüz daima huşunetlidir.
Cumhuriyetin en esaslı vazifesi, bütün baskıları kaldırıp yerine tatlı muameleleri koymaktır. Tatlı muamelelerin delilleri ise çehrelerdeki tebessümdür. Tebessümü münevver gençlerin çehrelerine yeniden iade ediniz, göreceksiniz ki bugünkü kesretli intiharlar da haddi asgariye inecektir.”

    (Cumhuriyet, 9 Mayıs 1924)

Velayet ve Sulta
Dün gene Çınaraltı’nda meçhul filozofla beraberdik, ona şu suali sordum:
“İnsanın en kudretli silahı olan tebessümü dudaklardan çalan hangi kuvvettir?”
“Fransızca ‘autorite’ kelimesini, bazı kimseler ‘sulta’, bazıları da ‘velayet’ diye tercüme ediyorlar. Bence bu iki tercüme de doğrudur. Çünkü ‘otorite’ iki türlüdür. Bir otorite vardır ki ona hürmetle ve muhabbetle itaat ederiz: ‘Velayet’tir.
Diğer bir otorite daha vardır ki ona korkarak, tiksinerek itaat ederiz. Bu da ‘sulta’dır.
Ahlakçılarla inkılapçılar, yalnız velayeti meşru görürler; onlarca ‘sulta’ gayrimeşru ve izalesi vacip olan bir kuvvettir.
İnsanlar totemli semiye devrinde iken, yalnız velayet vardı; ‘sulta’ yoktu. Semiyenin reisi ferdî hiçbir kuvvete malik olmayan bir memurdan, bir cumhur reisinden ibaretti. Avustralya vahşilerinde bu hâli görüyoruz.
Şimali Amerika’nın garp taraflarında ‘Tilnkit, Haida, Kuvakiult’ adlı kavimlerde semiyenin totemi, semiye reisi tarafından gasbedi-liyor. Totem, ferdîleşerek, hâkimiyet maşerden ferde geçiyor. ‘Velayeti amme’ yerine de ‘sultai hassa’ kaim oluyor. İşte derebeyliği böyle başlıyor.
Derebeyi iptida, kendi semiyesini, sonra kabilesine ait bütün semiyeleri, daha sonra, aşiretin diğer kabilesini sultasına alarak, nihayet bütün aşirete hâkim oluyor. Ailenin asabe enmüzecinde, zevilerham, asabenin sultası altına giriyor. Asabenin bir nevinde de ailenin reisi, bütün asabesini ve kendi çocuklarıyla karısını sultası altına alıyor. Yani bunları öldürmek ve astırmak kudretlerine malik oluyor. İşte bu aile enmüzecinedir ki ‘pederşahi aile’ adı veriliyor. Ve en nihayet bir aşiret beyi, bütün diğer aşiretleri ve şehirleri hâkimiyeti altına alarak ‘sultan’ adını alıyor. İşte, fertlerin ruhları üzerinde daimî bir tazyik icra ederek, ruhlarından neşeyi ve dudaklarından tebessümü kaçıran bir sultadır. Bununla beraber, sultalar yalnız siyasi sahalarda kalmıyor. Din ki en tatlı ve ruha en samimi şetareti veren bir müessesedir. Bu da zühdün ve taassubun ona hulul etmesiyle, sulta sahibi oluyor. Ahlak, cahil mürebbilerin ve muallimlerin elinde sultanlı bir hâkim vaziyetine giriyor. İktisadi hayat da bugün sermayedarları, yarın ameleleri sulta sahibi kılıyor. Gazeteler de bazen tehdit vaziyeti alarak sulta sahibi olmaya çalışıyor.
Hülasa, zavallı insanlar gerek aileler ve gerek cemiyet içinde birçok sultanın tahakkümü altında kalıyorlar. Bütün bu sultalar kalplerdeki şetaretin, dudaklardaki tebessümün düşmanıdır. Tebessümü milletin fertlerinde yeniden umumileştirmek için, bütün bu sultaları kaldırmak lazımdır.”
“Velayet, hürmet duygusu uyandırdığına göre onda da bir nevi sulta mahiyetinin bulunması lazım gelir. Çünkü hürmet duygusunu tahlil edersek bunun sevgi ile korkudan mürekkep olduğunu görürüz.”
“Korku iki türlüdür: Birincisi babamızdan korkmak, ikincisi yılandan korkmakla temsil edilebilir. Tabii babamızdan korkmak, yılandan korkmak gibi değildir. Babamızdan korkmamız onun sevgisini ve teveccühünü kaybetmek endişesinden ibarettir. Zahitleri istisna edersek, bizim Allah’a karşı olan korkumuz da babamıza karşı olan korkumuz gibidir. Çünkü Allah’a karşı olan korkumuz da onun muhabbet ve teveccühünü kaybetmek endişesinden ibarettir.
Bir çocuğa sormuşlar, Allah’tan mı korkarsın yoksa yılandan mı? Zeki çocuk şu cevabı vermiş: Allah’tan korkarım, yılandan da ürkerim. Demek ki bu çocuğa göre korku ile ürkmenin manaları ayrıdır. İşte, velayetle sulta da böyledir. Velayeti hem severiz hem de ondan korkarız. Sultadan ise ürker ve nefret ederiz.”
“Bu ifadelerinizden anlaşılıyor ki memleketin her müessesesinde sultayı kaldırmak, onun yerine velayeti ikame etmek lazımdır.”
“Cumhuriyetin hakiki manası da bu değil midir?”
“Evet cumhuriyet demek bütün bu sultaları kaldırmak demektir. Cumhuriyet velayetlere hürmet eder. Yalnız sultaları kaldırır.”
“Cumhuriyet aynı zamanda hürriyetin azami bir derecesi demektir. Velayetler, hürriyeti takyit ve tahdit etmezler mi? Nasıl oluyor da velayeti hürriyete münafi görüyorsunuz?”
“Velayet, hürriyetimize tamamiyle malik olduğumuz hâlde, hürmet ettiğimiz bir maşerî kudrettir. Velayet, hatta zerre kadar bile hürriyetimize tecavüz etse derhâl mahiyeti değişir, sulta hâlini alır. O hâlde, hürriyete mugayir bir velayetin tasavvuru bile gayrimümkündür. Velayet olmasa cemiyette inzibat olmaz. Hürriyet de olmasa terakki vücuda gelmez. Şimdi tamamiyle anlaşıldı ki Türklerde şetaretle tebessümü yeniden uyandıracak amiller sultasız bir velayet, mefkûreli bir hürriyettir. Çünkü şetaretin ve tebessümün bir membası da mefkûrelerdir. Bunu da yarınki musahabemizde izah edeceğim.”

    (Cumhuriyet, 10 Mayıs 1924)

Mefkûre
Dün yine meçhul filozofla birleştik. Ona gayriuzvi sinir hastalıklarının ne demek olduğunu sordum; şu cevabı aldım:
“Sinirler uzvi olduğu hâlde, gayriuzvi sinir hastalıkları tabirinde aşikâr bir tenakuz vardır. Fakat bunlara bizim sinir hastalığı dememiz ve Avrupalıların ‘nevroz’ demesi, asabi arızalarla tecelli etmelerinin neticesidir. Bazı tabipler bunların sebeplerini dahilî guddelerin az yahut çok faaliyetinde görüyorlar. Ben bu uzvi sebebi reddetmemekle beraber, içtimai sebeplerin de bunlar üzerinde müessir olduğunu tecrübelerimle meydana çıkardım.
Misal olarak ‘psychastenie’ hastalığını alalım, bunun manası ‘ruh zayıflığı’dır. Bu hastalığı Doktor Pierre Jeanne keşfetmiş ve ona bu ismi vermiştir. Cemiyet içinde bazı fertlerle temas etmek, insanı ruh zafiyetine uğratır. Bazı fertlerle temas etmek de, ruh zafiyetine duçar olmuş bir ferdi bu hastalıktan kurtarır. Mesela, kaynanaların gelinlerine daima kalp kıran ve gönül inciten sözleri ve çatık kaşlarıyla öfkeli çehreleri, gelinlerin ruhlarını daima bir tazyik altında bulunduran amillerdir. Bunun gibi bazen bir koca kendi karısına yahut bir anne kendi kızına, bir büyük kardeş, küçük kardeşine kaynanalık yapar.
Doktor Pierre Jeanne diyor ki: ‘Bana bir hasta getirdikleri zaman, hastanın ailesi içinde onu bu hâle getiren asıl ve büyük hastayı ararım. Hastalığı husule getiren amil bu büyük hastanın tazyikleridir. Büyük hasta, zayıf ve düşük olan ruhunun kuvvetini ve seviyesini yükseltmek için bir münebbihe muhtaçtır. Bu hasta ekseriya şu münebbihi, daima yanında bulunan birisi üzerinde tahakküm yapmakta bulur. Yaşlı bir kadın, ekseriya ruhu düşük bir kadındır. Bunun pençesi altına düşecek mahluk ya gelini yahut kızıdır. Kızını tazip etmeye ekseriya şefkati mânidir. Bu suretle, bütün tazyiklerini gelini üzerine çevirir. Böyle bir kadının gelini yoksa kendi kızı onun yerine geçer.’ Bir kadın dermiş ki: ‘Ben kızımı haksız yere azarladığımı biliyorum. Fakat böyle yapmasam ben hasta olacağım.’
Bazen de bir fertle temas etmek hasta bir ferdi tedavi eder. Yine Doktor Pierre Jeanne diyor ki: ‘İki genç kız ağır surette ruh zafiyetine uğramıştı. Bunlar bir gün birbirine rast gelir, dertlerini birbirine anlatır. Karşılıklı anlaşma neticesi birisi diğerine ‘Sen delisin!’ der, öteki de evvelkine ‘Sen de delisin!’ cevabını verir. Bu son hitaplar ikisine de derhâl şifa verir. Bunlar, beraber yaşamaya karar vererek aynı odada yaşamaya başlarlar. Beraber bulundukça ikisi de sağlam bir hayat yaşar. Fakat kötü zan sahibi komşular, bunlar aleyhine beraber yaşadıkları için dedikodu çıkarırlar. Kızlar ismetli oldukları için ayrılmaya mecbur olurlar. Fakat ayrılır ayrılmaz ikisi de tımarhanelik hasta olur.’ Doktor Pierre Jeanne bunlara der ki: ‘Halkın dedikodusuna bakmayınız. Vicdanlarınız sizi itham etmezse başkalarının ithamlarının hiçbir kıymeti yoktur. Siz ikiniz beraber yaşamaya mecbursunuz. Çünkü birbirinize olan tesiriniz hastalandırıcı değil, şifa vericidir.’ ”
“Bu hastalığın ilacı nedir?” diye sordum.
“Bu hastalığın ilacı, evvela hastalığın sebebini ortadan kaldırmaktır. Hastayı herhangi adamın tazyiki bu hâle getirmiş ise iptida onu hastanın yanından uzaklaştırmak lazımdır. Doktor Pierre Jeanne, evin içinde bazen bir kaynanayı yahut emektar bir kadını, meşum tesirinden dolayı evden çıkartmıştır.
Çok kere bir genç ile bir taze kız arasındaki nişan mukavelesini bozmaya ve bazen de evli iki genci birbirinden ayırmaya lüzum görmüştür.
Hastalığın menfi ilacı budur. Müspet ilaca gelince bu da münebbihlerden biridir. Hastanın ruhunu zafiyetinden kurtararak onun seviyesini yükseltecek, herhangi bir münebbihtir. Bazı hastalar üzerinde bir kadeh şampanya yahut bir şişe bira iyi bir tesir yapar. Fakat bence bu maddi münebbihlerin yerine manevi münebbihlere müracaat etmek daha faydalıdır. Bu manevi münebbihler ise, mefkûrelerdir. Mefkûre vecitle dolduran ve insana kendisi için hayatını, servetini, her şeyini feda ettiren bir yaşayış tarzıdır.
Mefkûre, galeyanlı içtimalardan doğar. Hususiyle, milletin büyük bir tehlikeye duçar olduğu yahut büyük bir zafer kazandığı zamanlarda milletteki bütün ruhları istilası altına alır. Böyle zamanlarda herkes mefkûrelidir. Çünkü mefkûre şeniyet hâlini almıştır. Fakat bu galeyanlı hâl devam edemez. Çünkü bir taraftan ruhları yorar, diğer cihetten iktisadi hayata mâni olur. İktisadi faaliyetler için, ruhların sekinetli ve sükûnlu olması lazımdır. Asıl hüner, içtimai galeyanlar olmadığı zamanlarda ruhunda mefkûreyi canlı olarak yaşatmaktır. İşte mefkûrenin bu şekli, ruh düşüklükleri için daimî bir münebbihtir ve gayriuzvi ruh hastalıklarını esaslı bir surette tedavi eder.”

    (Cumhuriyet, 11 Mayıs 1924)

Türklerin En Zayıf Noktası ve En Kuvvetli Noktası
Dün ikindiden sonra yine Çınaraltı’na gittim. Meçhul filozof orada idi. Selamdan, hâl ve hatır soruşlarından sonra, şu suali sordum:
“Türkler hangi noktada çok kuvvetlidir ve hangi noktada çok zayıftır? Buna dair fikirlerinizi lütfen söyler misiniz?”
“Türk milletinde maşerî vicdan çok kuvvetlidir, bu hususta sair Şark milletlerine benzemez. Diğer Şark milletlerinde, henüz aşiret ve feodalizm teşkilatı kalkmamıştır. Bu sebeple, onlarda yalnız zümre-vi vicdanlar kuvvetlidir. Türklerde ise aşiret ve feodalizm teşkilatları kalmadığı ve her Türk köyü Avrupa köyleri gibi bir komün mahiyetinde bulunduğu için umum millete şamil gayet kuvvetli bir maşerî vicdan vardır. Türkler, nice defa harp ve felaket zamanlarında, bu maşerî vicdan sayesinde, büyük kahramanlıklar ve fedakârlıklar göstererek, cihan efkârı ammesinde (halk efkârında) muhterem bir mevki kazanmışlardır. Türkleri askerlik hususunda birinci derecede bir millet yapan işte bu hususiyesidir (hassasıdır). Türklerin tehlike zamanlarında daima bir rehberin arkasında birleşerek harikalar göstermesi mümkündür. Hususiyle, bu rehber hem kahraman hem de dâhi olduğunu fiiliyatla ispat etmiş bulunursa bütün millet, tamamiyle tereddüt ve şüpheden ari olarak, her türlü tehlikeye onunla beraber atılmaktan çekinmez. Bu ruhi ve içtimai kudret, Avrupa’nın en kudretli milletlerinde bile bu derece kuvvetli değildir.
Tehlike ve harp anlarında daima Türk milletinin mucizeler göstermesini bekleyebiliriz ve Türklerin hiçbir millette görülmeyen fedakârlıkları yapacağından emin olabiliriz. Türk milletinin daima güvenebileceğimiz en esaslı kudreti budur.
Türklerin en zayıf noktasına gelince, bu da taksimi amalinin (iş bölümü) kâfi derecede derinleşmemiş olmasından ibarettir. Taksimi amal, fertlerin mütehassıs olmasını ve yalnız mütehassıslara kıymet verilmesini icap ettirir. Bizde şimdilik mütehassıslar azdır ve umumi malumat sahiplerine, hezarfenlere daha çok kıymet veriliyor.
İşte en zayıf noktamız da budur. Bundan dolayıdır ki en yüksek mefkûrelere doğru atıldığımız ve en cezrî inkılapları yapmak cüretini gösterdiğimiz hâlde, her işin mütehassıslarını bulamamak yüzünden, tatbikatta süratli ve hatasız olamıyoruz. Bu noktadaki eksikliğimizi itiraf ederek derhâl çaresine tevessül etmeliyiz. Mütehassıs yetiştirmek için Avrupa’ya çokça talebeler göndermemiz ve yetişmiş mütehassıslarımız varsa onlara dört elle sarılmamız lazımdır.
Gustave Lebon başka bir filozoftan naklen diyor ki:
‘Fransa’nın birinci derecedeki elli mühendisi, elli kimyageri, elli mimarı, elli tabibi, elli ziraatşinası, elli erkânıharbi, elli hukukçusu, elli iktisatçısı, elli maliyecisi birdenbire vefat etse Fransa milleti bir an içinde mahvolur; fakat ihtisasla alakadar olmayan bütün idare heyeti bir an içinde hayatı terk etse Fransız milleti bunların yerine daha iyilerini bularak, yine eskisi gibi yaşamaya devam edebilir.’ Biz, maşerî vicdanımızın çok kuvvetli olması sebebiyle, Avrupa’nın en kudretli milletlerinden biriyiz.
Fakat taksimi amalimizin henüz başlangıç devresinde bulunması ve az miktarda bulunan mütehassıslarımıza da kâfi derecede kıymet vermeyerek en ziyade iş görecekleri mevkilerden uzaklaştırmamız, milletimizi terakki sahasında daima yerinde sayar bir hâle getirmiştir ve bu yolu takipte ısrar edersek hiçbir zaman asri bir millet olamayacağımızdan ve Avrupa medeniyeti camiasına giremeyeceğimizden emin olmalıyız.”
Yine sordum:
“Bu milletin en büyük mefkûreleri nelerdir?”
Şu yolda cevap verdi:
“Bu milletin en büyük mefkûrelerini dört mefkûrede icmal edebiliriz: 1. Milliyetçilik, 2. Halkçılık, 3. Garp medeniyetçiliği, 4. Cumhuriyetçilik.
Türk milleti bu gayelere ulaşmak için maşerî vicdan kuvvetiyle, neler yapmak mümkünse hepsini yaptı. Fakat yalnız ihtilaslar, taksimi amal ve mesleki teşkilatla yapılması lazım gelen şeylere henüz başlamadı bile! Bu eksikliğimizi tamamlamaya çalışmak en büyük borcumuzdur. Bunun en süratli çaresi ve en kolay tedbiri Avrupa’dan mütehassıslar getirtmektir. Ben, Avrupa sermayesinin memleketimize girmesinden korkmadığım gibi Avrupa’nın siyasi mahiyette olmayan hakiki mütehassıslarına da tamamiyle güvenirim. Medeniyet beynelmilel olduğu gibi onun mümessilleri olan hakiki mütehassısları da beynelmilel insanlardır. Mesela Pasteur’ün keşiflerinden bütün milletler fayda görmüşlerdir. Diğer bütün kâşiflerin ve muhterilerin faydaları da günden güne bütün medeniyet âlemine şamil olmaktadır.”
Ben yine sordum:
“Taksimi amal bu kadar ehemmiyetli bir amil olduğuna göre, onun derinleşmesinin büyük içtimai değişmelere sebep olması lazımdı. Bu değişmeleri niçin görmüyoruz?”
Şöyle cevap verdi:
“Avrupa’da Rönesans’la başlayan bütün inkılaplar, taksimi amalin cemiyet hayatında yeni bir amil olarak tesire başlamasının tabii neticelerinden ibarettir. Mesela ‘Rönesans’ medeniyette inkılap olduğu gibi, ‘reform’ dinde inkılap, ‘renovasyon’ felsefede inkılap, ‘revolüs-yon’ siyasette inkılap, ‘feminizm’ kadınlıkta inkılap, ‘sosyalizm’ iktisatta inkılap ve “içtimai terbiye” terbiyede inkılap demektir.
Taksimi amalden evvel bu inkılaplara dair hiçbir ize tesadüf edilmezdi. O zaman, yalnız maşerî vicdandan doğan maşerî müesseseler ve mefkûreler mevcut olabilirdi. O zamanki insanlar yalnız maşerî vicdana ve maşerî şahsiyete maliktiler. Ferdî vicdanla ferdî şahsiyet henüz fertlerde teşekküle başlamamıştı. Fakat taksimi amal derinleştikten sonra, iptida, mesleki vicdan, sonra da ferdî vicdan vücuda gelmeye başladı. Ferdî vicdan, ferdin cemiyetteki din, ahlak, hukuk, sanat, lisan, siyaset, aile gibi müesseseleri kendine mahsus bir nüansta görmesi, millî zemin üzerinden kendi doğan nakışları işlemesi demektir. Ferdî şahsiyet sahibi esaslarda kendi milletiyle mütesanit olmakla beraber, bunların tefsirinde tamamiyle şahsidir.
Taksimi amalden doğan bu yeni ruha ferdin istiklali denilir ki Avrupa’da bugünkü terbiyenin üç hedefinden biridir. Diğer iki hedef de çocukların inzibatlı ve fedakâr olarak yetiştirilmeleridir.
Görülüyor ki taksimi amal, içtimai tekâmülü iki büyük kısma ayıran en mühim amildir. İçtimaiyat ilmi, cemiyetleri, taksimi amalli olup olmamalarına göre iki büyük cinse ayırmıştır:
Kıtavi cemiyetler, müteazzi (organize) cemiyetler.
Bunlardan kıtavi cemiyetlerde yalnız müşterek vicdan vardır. Henüz, taksimi amal kâfi derecede vücuda gelmemiştir. Müteazzi cemiyetlerde ise maşerî vicdandan başka, taksimi amal ve onun neticesi olan ihtisas da teşekkül etmiştir. Yukarıda saydığımız inkılaplar milletlerin kıtavi cinsinden müteazzi cinsine geçtiği zamanın zaruri ve tabii neticeleridir. İşte, bugün Türkiye bu merhalede bulunuyor. Düne kadar kıtavi bir cemiyettik. Bugünden itibaren müteazzi bir cemiyetiz. Şu kadar ki bu yeni hayatın henüz başlangıcındayız. Taksimi amalde ileri gittikçe yeni hayatta daha zengin olacağız ve gittikçe daha ziyade müteazzi bir cemiyet oldukça, Avrupa milletlerine medeniyetçe de müsavi olacağız.”

    (Cumhuriyet, 12 Mayıs 1924)

Teşkilatçılar
Meçhul filozofa sordum:
“Mademki Avrupa sermayesinden ve Avrupalı mütehassıslardan istifade edebiliriz; bunlardan başka bizde de az çok sermaye ve mütehassıs vardır. Tabii servetlerle rençper ve amelelerimizin çalışkanlığı ise her yerden ziyadedir ve o hâlde niçin askerî ve siyasi hayatta olduğu gibi iktisadi hayatta da büyük bir muvaffakiyet gösteremiyoruz?”
Şu cevabı aldım:
“İktisadi muvaffakiyetlerin sırrı bu saydığınız şeyler değildir.
Vakıa klasik iktisat kitapları, istihsal için yalnız üç amil gösterir: Tabiat, say, sermaye. Fakat bence, istihsal için bu üç amil kâfi değildir.
Filhakika, bizde tabiat çok zengin. Sermayeyi ve mütehassıslarla ameleleri de gerek hariçten ve gerekse dahilden tedarik edebiliriz. İstihsal sahasında amil mevcut olduğu hâlde niçin hiçbir iş yapamıyoruz? Demek ki bunlardan başka, mühim bir amil vardır ki henüz eksiktir. Amillerin en ehemmiyetlisi olan bu dördüncü unsur ‘teşkilatçılar’dır. İktisat sahasında bunlara ‘müteşebbisler’ adı verilir.
Filhakika, bizim memleketimizde tabiat zengin olmakla beraber, sermaye ve say da yok değildir. Fakat müteşebbislerimiz azdır. Ve onlar da küçük çaptadırlar. Biz ekseriya, memleketimizde sermaye yok, mütehassıs yok diye şikâyet ederiz. Hâlbuki her şeyden evvel bizi iktisatta geri bırakan büyük müteşebbislerimizin yok olmasıdır. Müteşebbis, alelade çalışkan bir adam değil, herhangi bir sermaye sahibi de değil, yaratıcı bir adamdır. Bu yaratıcı adamın yalnız bir kuvveti vardır: O da teşebbüsünde muvaffak olacağına payansız bir iman ve ümide malik olmasıdır. İman ve ümit. Bu ruhi kuvvetler, yalnız iktisat sahasında değil, başka sahalarda da büyük teşkilatçılar vücuda getirmiştir.
Mesela, başımızda Gazi Paşa gibi İsmet Paşa gibi büyük teşkilatçılarımız olmasaydı gösterdiğimiz askerî ve siyasi mucizeler husule gelebilecek miydi? Hiç de zannetmem. Millî Müzemizi kendi başına yalnız bir teşkilatçı sanatkârımız vücuda getirmedi mi? Hilali Ahmer Cemiyeti’nin bu kadar faydalı işler görebilmesi, başındaki teşkilatçılar sayesinde değil midir? Bu teşkilatçıların hepsinin yaratıcı olması, iman ve ümitlerinin payansız ve layemut olmasının neticeleri değil midir? Şüphesiz, Avrupa’da ve Amerika’da böyle teşkilatçı ruhlar azdır. Mesela bir Mussolini’nin zuhuru İtalya’yı keşmekeşten kurtardı. Bir Lenin’in teşkilatçılığı Rusya’daki bir devletin esaslarını kurdu. İmansız ve ümitsiz bir Wilson ise cihan sahnesine çıkardığı prensiplere hayat veremedi. Çünkü evvelkilerde iman ve ümit olduğu hâlde, bu hasta ruhta bu kuvvetlerin ikisi de mevcut değildi.
Hakiki imanla gerçekli ümidin yaratıcı olması, bu iki kuvvetin istilakâr bir hassaya malik bulunması sayesindedir. Bu kuvvetler, iptida, bir ferdin ruhunda doğar. Fakat bir kere doğdular mı artık hiçbir kuvvet onları durduramaz, bir an içinde birçok ruha sirayet ederler ve çok geçmeden bütün bir heyeti, bütün bir milleti, bütün bir ümmeti, hatta bütün bir medeniyet dairesini istilaları altına alırlar. Peygamberler, buna en nezih misaller değil midir? Onlardaki iman ve ümit kuvvetleri değil midir ki bugün hâlâ yüzlerce milyon insanı arkalarında koşturuyor.
Türkler pek yakında, bu ruhi kuvvetlerin askerî ve siyasi feyizlerini gördüklerinden, bunların mucizevi tesirlerini kabul için tarihî ve içtimai delillere muhtaç değildirler.
Fakat bugün Türkleri şaşırtan, dünkü askerî ve siyasi mucizelerden sonra iktisat sahasında değil, mucize ve harikalar, hatta en yabancı muvaffakiyetlere bile nail olamamalarının sebebini bir türlü anlayamamalarıdır. Evet, o sahalardaki o büyük kudretin yanında, bu sahadaki iktidarsızlık nereden geliyor? Şüphesiz, öteki sahalarda teşkilatçılarımız mevcut olduğu hâlde, bu son sahada henüz bir teşkilatçımızın yetişmemesinden!”
“Acaba iktisadi teşkilatçılarımız zuhur ederlerse, sermayemizin ve tekniklerin bu fıkdanı devrinde ne iş yapabilirler?”
“Bunlar evvela, anonim şirketler yahut kooperatifler tesis ederler. Mademki bunların iktisadi iman ve ümitleri istilai bir feyze maliktir; bu tesisler üzerinde, umum halkın –vaktiyle, millî tehlike zamanında Gazi Paşa’nın arkasından gittikleri gibi büyük bir coşkunlukla– bu iktisat gazilerinin de arkalarından koşacaklarına hiç şüphe yoktur. Ondan sonra, sermaye ile teknisyenleri gerek hariçte, gerek dahilde kolayca bekleyebilirler.”
“Fakat neden memleketimizde bu iktisat gazileri henüz yetişmiyor?”
“Çünkü memleketimizde ‘askerî iman’ ve ‘siyasi iman’ eskiden beri tenmiye edildiği hâlde, ‘iktisadi iman’ henüz yeni başlamaktadır. Bizde yalnız ferdî menfaat duygularının iktisadi bir intibahı doğurabileceğini zannedenler hata ediyorlar. Dinî, ahlaki, hukuki, siyasi, bedii, lisani, felsefi intibahlar gibi, iktisadi intibah da yeni bir iman hamlesinin, yeni bir ümit hamlesinin feveranına muhtaçtır.”
İnsanların bazen şu gayelere, bazen de başka hedeflere kıymet vermeleri, maşerî iman ve ümitlerindeki değişmelere tabidir. Türk milletinin şimdiye kadar iktisadi bir mefkûresi yoktu. Bu asırda, bir milletin hürriyet ve istiklalini temin eden, refah ve saadetini hazırlayan, şeref ve namusunu kurtaran amilin, başlıca iktisadi muvaffakiyetler olduğunu bilmiyordu. Bugün Türk milletinin ruhunda iki kuvvetli imanın tenebbüt etmeye başladığını görmekte müftehiriz: Bu iki iman, terbiyevi imanla iktisadi imandır. Fakat bunlar henüz yeni feyizlenmeye başladılar. Bu yeşil filizlerin, çok geçmeden şu kocaman çınar gibi Türk milletini, refahlı gölgeleri altına alacağını göreceğiz.
Türk milletinin ruhu, öyle yerinde sayan milletlerin ruhu gibi kısır değildir. Türk milletinin ruhu manevi bir kimyahaneye benzer. Hangi his oraya girerse ümide, hangi fikir oraya dahil olursa imana munkalip olur. Hatta diyebilirim ki eğer, ahir zaman dini İslamiyet olmasaydı, yeni bir dinin meşimesi ancak Türk ruhu olabilirdi. Çünkü Türk milletinin ruhunda o derece coşkunluk ve taşkınlık vardır. Nasıl ki yeni bir ahlakın, yeni bir hukukun, yeni bir sanatın beşikleri de ancak Türk milletinin ruhu olabilir. Çünkü Türk’ün maşerî ruhu o derece feyizlidir.
Ben ümit ediyorum ki yakında bizde de iktisadın gazileri o büyük teşkilatçılar, yani iktisadi müteşebbisler yetişecektir. Gençlerimiz bir kere bunu kendilerine en büyük gaye ittihaz etsinler, az zamanda muvaffak olacaklarına eminim. Hiç şüphem yoktur ki bugünkü Türk gençliği, hangi gayeleri istihdaf etse az zamanda, hedefe vasıl olur. Yalnız, Türk gençlerine, milletimizin hürriyet ve istiklalini tamamlamak için terbiyevi ve iktisadi mücahitler namıyla, daha iki büyük mücahit sınıfına muhtaç olduğumuzu ve bunları yetiştirmek için de kalplerimizi terbiyevi imanla iktisadi imana mukaddes bir mabet yapma iktiza ettiğini bildirmemiz kâfidir. Türk genci gayelerini bildikten sonra onlara ulaşmakta gecikmez.”

    (Cumhuriyet, 15 Mayıs 1924)

Aile Adları
Dün meçhul filozofa, “Ailenin kuvvetlendirilmesi için ne yapmalı?” diye sordum. Şöyle cevap verdi:
“Bence evvela aile adlarından başlamalıdır. Bütün medeni milletlerde her aileye mahsus bir unvan var ki ekseriya şahsi addan sonra gelir. Friedrich List, Victor Hugo gibi. Bu mürekkep isimlerdeki birinci kelime şahsi adı, ikincisi aile adıdır. Milletimizde ise bugün muntazam bir aile adı yoktur. Değil iki amcazadenin, hatta iki kardeşin bile aynı aileden oldukları isimlerinden anlaşılamaz. Sair milletlerde ise aile adı muntazam olduğundan, kim kimin akrabası olduğu kolayca anlaşılır. Bu isim iştiraki, akrabalar arasındaki tesanüt ve samimiliği de kuvvetlendirir.”
“Bizde aile isimleri yok gibidir diyorsunuz. O hâlde bunları hangi kuvvet vücuda getirebilir?”
“Nüfus kanunu bu işi yapabilir. Yeni nüfus kanunumuza şöyle bir ibare ilave edilebilir: Nüfusa tescil edilirken, her aileden bir aile adı kabul etmesi istenilir. Bir aile ismi gösteremeyenlere Kommon meclisince münasip bir aile ismi verilir. Bundan sonradır ki nüfus defterine her fert aile ismi ile beraber ailesinin sayfasına kaydolunur. Ondan sonra, resmî muamelelerde hep şahsi ismi ile beraber aile isminin beraber zikredilmesi ve yazılması şart kılınır. Bu suretle aile isimleri bizde de birleşmiş olur.”
“Türklerde aile ismi hiçbir zaman mevcut olmamış mı?”
“Bilakis eski Türklerde aile ismine çok ehemmiyet verirlerdi. Sonraları bu aile isimlerinin şekilleri değişmiş de esası gene baki kalmıştır. Yani her devirde aile ismi ailenin başka bir dairesine izafe edilmiştir. Türklerde aile isminin tarihi, aldığı muhtelif şekillere göre altı devre ayrılır:
1. Boy devri: Eski Oğuzlarda, aile adı (boy) isminden ibaretti.
Oğuz ili yirmi dört boydan mürekkepti. Bir adamın kim olduğunu tanıtmak için ‘Hangi boydansın?’ diye sorulurdu. O da mesela, ‘Beydili boyundanım.’ derse hangi aileye mensup olduğu anlaşılmış olurdu. ‘Boy’ eski Oğuzlarda ailenin en büyük ve en çok tesanütlü olan dairesiydi. Fakat eski Oğuzlarda bugünkü Avrupa milletlerinin aksine olarak boy ismi şahsi addan evvel gelirdi.
Salor, Kazan, Yükdürür, Amen gibi (Dede Korkut kitabı)… Bunlardaki ‘Salor’ ve ‘Amen’ tabirleri birer Oğuz boyunun adıdır.
Şu kadar var ki Macarlarda da aile ismi şahsi addan evvel gelir. Bu benzeyiş de Türklerle Macarlar arasında kadim bir münasebet olduğunu gösterir.
Bununla beraber, Eski Oğuzlarda boy adının şahsi isimden sonra geldiği de görülmüştür: Yunus Emre, Tapdık Emre gibi. Emre bence Oğuz boylarından ‘Emre’dir ki bugün Emrali demekteyiz. O hâlde Türklerde de bugünkü Avrupa milletlerinin isimlerine benzer adlara rast gelmiş oluruz.
2. Soy devri: Boyların inhilalinden sonra onların yerine ‘soy’lar gelir. Bu devrede soy ismi evvel getirilir, ondan sonra ‘oğlu’ yahut ‘oğullarından’ tabiri, bundan sonra da şahsi ad getirilirdi. Karaman oğlu Mehmet Bey, İsfendiyar oğlu Şemsi Paşa, Aydın oğullarından İsa Paşa gibi. Soyadı soyun müessisi olan bir dedenin adına istinat ederdi. Türkler İslam devletleri arasında ‘boy’ teşkilatını kaybettikten sonra, bu ikinci devir başladı.
3. Osmanlı devri: Osmanlı devrinde ‘oğul’ yerine ‘zade’ tabiri getirildi. Bekir Paşazade Tevfik, Müftizade Osman, Kâtipzade Hasan gibi. Bugün ekseriyetle bu şekil muteberdir. Fakat Türkçülük cereyanından sonra yeniden ‘zade’ yerine ‘oğul’ kullanılmaya başlamıştır.
4. Muhles devri: Dördüncü devirde aile adı yerine şahsi addan sonra ‘muhles’ denilen bir ad getirilmiş ve aile adı ikinci planda kalmıştır. Tevfik Fikret, Tahsin Nahit gibi. Bu devirde aile isimlerinin ihmale uğradığını, şahsi isimlerin çifteleştiğini görüyoruz.
5. Yanlış taklit devri: Bu devirde Avrupa milletlerinde olduğu gibi aile adı yerini tutan ‘babanın ismi’ getirilmeye başlandı. Ve güya ‘babanın ismi’ bir aile adı oldu. Fakat her nesilde baba değiştiğinden aile adının da değişmesi lazım geldi: Akil Muhtar, Halil Ethem, Hamdullah Subhi gibi.
6. Avrupai devir: Avrupai devirde dedelerinden birinin şahsi ismi yahut hirfetinin ismi, Avrupa’da olduğu gibi aile ismi itibar olunarak bütün nesillerde şahsi isimden sonra getirilmek suretiyle başlayacaktır. Ali Çapan, Ahmet Avunduk gibi mesela Hamdullah Subhi olacaktır.
İşte yeni nüfus defterlerinde esas olacak olan aile ismi şu son tarzda olmalıdır. Bu şekilde hem aile ismi birçok nesil devam eder hem de ilk devir, yani boy devrine tetabuk eder. Hem de ‘oğlu’ ve ‘zade’ gibi fazla tabirlerden azade bulunmuş olur.
Münevverlerimiz, kanundan evvel bunu kabul etseler daha iyi olur.”

    (Cumhuriyet, 18 Mayıs 1924)

Türk Ailesi Nasıldı, Nasıl Olacak?
Dün meçhul filozofa sordum:
“Türk ailesi, aile enmüzeçlerinden hangisine mensuptur ve onu ne suretle ıslah etmeliyiz?”
Şöyle cevap verdi:
“Aile iptida, maderî semiye hâlinde başlamıştır. Bu devirde, çocuk anasının semiyesine nispet edilirdi; babasının semiyesiyle hiçbir akrabalığı yoktu. Semiyenin inkısamıyla, bu müşterek kütükten üç dal ayrıldı: Maderî aile, asabevi aile, pederî aile.

1. Maderî aile:
Bu enmüzece yalnız iptidai cemiyetlerde rast gelinir. Bunda da maderî semiyede olduğu gibi nispet yalnız ana cihetinden muteberdir; babanın aile içinde hiçbir mevkisi yoktur. Bazıları bu enmüzece, ‘maderşahi aile’ derseler de, doğru değildir. Çünkü bu ailelerde velayet anada değil, dayıdadır; bu sebeple buna ‘halaşahi aile’ denilebilir. Ailenin en eski şekli bu ‘dayılık’ devridir.

2. Asabevi aile:
Bu enmüzece pederî semiyenin inkısamından husule gelir. Asa-be, baba cihetinden olan erkek akrabalardır. Asabevi aile davası tesanütten doğmuştur. Bu sebeple, kan, yalnız kan davası mücadelelerinde işe yarayan kadınları muhtevi değildir. Hatta asabeden olup da eli silah tutmayan çocukları da mirastan mahrum etmesi, bu nevi ailenin doğrudan doğruya kan davası mücadelesinden doğduğunu gösterir. Maktulün diyetini alan, onun babası yahut kardeşleri değil, bütün asabedir. Diyeti vermek de yine yalnız yakın akrabaların borcu olmayıp bütün asabenin borcudur. İntikam da yalnız katilden değil, onun asabesine mensup herhangi bir fertten alınabilir. İntikam almakla mükellef olanlar da asabenin bütün fertleridir.
Asabevi aile bir cins olup bundan üç aile nevi doğar: a) Biraderler arasında zevcelerin taaddüdü, b) Taksim görmemiş asabe, c) Pederşahi aile.
a) Biraderane taaddüdü ezvac:
Bu enmüzecde, babanın mirası yalnız büyük kardeşe kalır, yani miras taksim olunmaz. Fakat bundan başka, evlenmek salahiyeti de yalnız büyük kardeşe aittir. Büyük kardeş müteaddit zevcelere malik olabilir. Diğer kardeşler aile malından istifade hakkına malik oldukları gibi büyük kardeşin zevcelerinden de intifa hakkına maliktirler. Hatta her bir zevcelerinden birini benimseyebilirler.
İstrabon, Yemen’de bu nevi ailenin bulunduğunu haber veriyor. Bugün Tibet’teki aile de bu enmüzece mensuptur.
b) Taksime uğramayan aile:
Bu ailede de babadan kalan miras taksim olunmaz. Bir dedenin torunları aynı evde yaşarlar ve aynı mutfaktan yemek yerler. Fakat bunlar arasında taaddüdü zevcat kaidesi yoktur. Her erkek kendi hesabına evlenmek hakkını haizdir. Slavlarla eski Araplarda aile bu enmüzece mensuptur. Slavlar buna ‘zadroga’ derler, Araplar ‘ehl’ adını verirler.
c) Pederşahi aile:
Taksim olunmamış asabenin emvali, umum asabe zümresine ait olduğu hâlde, bazı cemiyetlerde, bu emval aile reisinin şahsi malı mahiyetini alır. O zaman, aile reisine ‘pederşah’ denildiği gibi, bu aileye de ‘pederşahi aile’ denilir. Bu ailenin reisi yalnız ailenin emvaline maliki mutlak olmakla kalmaz, aileye mensup bütün asabelerin, hatta kendi zevcesiyle çocuklarının hayatı üzerinde de istediği gibi tasarruf eder, bunları satabilir ve öldürebilir. Eski Roma ailesiyle şimdiki Çin ailesi bu enmüzece mensuptur.

3. Pederî aile:
Buna pederî aile denmesi, en başta babanın bulunmasından dolayıdır. Ana, babaya hukukça müsavi olmakla müsaviler arasındaki birincilik babaya bırakılmıştır. Bu aile enmüzeci maderî semiyenin pederî semiye ile imtizacından doğmuştur. İptidai cemiyetlerde, çocuk ya yalnız annesinin yahut yalnız babasının semiyesine nispet edilirdi. İki semiyenin yan yana yaşaması mümkün değildi. Çünkü çocuk yalnız bir dine mensup olabilirdi. Her semiyenin ayrı bir dini olduğundan, çocuğun iki semiyeye nispeti iki inhisarcı dine mensubiyeti demek olurdu.
Fakat bazı cemiyetlerde, ‘din’ pederî semiyeye, ‘sihir’ maderî semiyeye ait olduğu için, bu iki semiye yan yana yaşanmak imkânına malik olmuştur. Bu cemiyetlerde, dinle sihir birbirine müsavi olduğu için, pederî semiye ile maderî semiye de birbirine müsavidir. Bu esasın neticeleri olmak üzere baba anaya, zevç zevceye, amca dayıya, hala teyzeye, birader hemşireye, hülasa erkek kadına müsavidir. Bu müsavatlardan, en demokratik aile enmüzeci doğmuştur. Eski Türklerle Germenlerde bu aile enmüzeci mevcuttur. Türkler, bu aileye ‘soy’, Germenler ise ‘zippe’ adını verirler. Eski Türklerde ana soyu ile baba soyu birbirine müsavidir. Bunun neticesi olarak kadın da erkekle müsavi oldu.
Sonraları, soy inkısama uğrayarak, ‘pederî aile’ adını alan daha küçük zümreleri doğurdu. Pederî ailede ailevi bir cumhuriyet olup, baba bu cumhuriyetin reisi, ana da reisesi hükmünde idi. Velayet ikisi arasında müşterekti. Baba, hiçbir vakit ananın muvafakati olmaksızın kızını bir erkeğe veremezdi. Aileye ait bütün işlerde ananın reyinin alınması lazımdı. Çocukların da hukuka tecavüz olunmazdı. Binaenaleyh, pederî aile, pederşahi aileye hiç benzemez. Aralarında cezrî bir fark vardır ki müsavatla hürriyetten ibarettir.
Pederî ailenin inkısamından, (izdivacı aile) enmüzeci doğdu. İzdivaci ailede esas, dolaşırken, gerek güveyinin ve gerek gelinin babalarının ve analarının oturdukları evleri terk ederek, yeni bir ev kurmaları suretinde başlar. Eski Türklerde, bu kaide mevcuttu. Fakat bu kaidenin bir ‘töre’ hâlinde mevcut olması kâfi değildir. İzdivaci ailenin asıl temeli, asri bir devlet tarafından yapılmış asri bir aile kanunundan doğmasıdır. Avrupa milletlerinde bugünkü ailenin menşei, Roma hukuku değildi. Cermenlerin ananevi töreleridir. Fakat Avrupa milletlerinde asri devlet teşekkül edip de asri aile kanunları yapılmasaydı, Avrupa’nın Cermen milletlerinde bile izdivaci aile teşekkül edemeyecekti. Latin ve Slav milletlerde aileler pederşahi ve zadroga enmüzeçlerine mensup olduklarından, bunlarda kendi kendine izdivaci ailenin doğması hiç mümkün değildi. Demek ki bugün Avrupa milletlerinde ailenin (izdivaci aile) enmüzecinde olmasını temin eden asri aile kanunlarıdır. Bu kanunlar, eski törelere ve ananelere nihayet vererek, hürriyet ve müsavat kaidelerine muvafık ve bugünkü demokrat aileleri vücuda getirmiştir. Bu sebeple, eski Türklerde izdivaci ailenin fiilen mevcut olması, ta o zamanlarda bile, milletimizin izdivaci aile devrine atlamış olduğunu ispat etmez. O zaman, Türklerde asri bir devlet tarafından yapılmış bir aile kanunu olmadığı için, yalnız töreye istinat eden bu kaidenin müstakar bir mahiyeti yoktu. Bundan dolayıdır ki biz, izdivacı aile devrine ancak yeni yapılacak aile kanunu ile geçebiliriz. O hâlde, yapacağımız aile kanunundaki veçhemiz, en eski ananelerimizde, yalnız fiilî bir anane suretinde mevcut olan izdivaci aile sistemini, hukuki müeyyidelere malik bir esas olarak kabul etmemizdir.”

    (Cumhuriyet, 27 Mayıs 1924)

20. Asrın En Mühim Müessesesi Gazetedir
Dün akşam yine meçhul filozofla beraberdik.
“Bu asrı karakterize eden en asri müessese hangisidir?” diye sordum. Şu cevabı verdi:
“On dokuzuncu asrı Alfred Fouillée’ye göre karakterize eden ne tayyarelerdir ne tahtelbahirlerdir ne de otomobiller, tanklardır. Bunlar olmasaydı yine asrımız, on dokuzuncu asır olabilirdi. Medeniyet müesseselerinin diğerlerini de birer birer kaldırabiliriz. Asrımızın on dokuzuncu asır olmasına yine bir halel gelmez. Fakat maazallah bir de gazetenin ortadan kalkmasını tasavvur edelim. Bütün diğer medeniyet müesseseleri yerinde dururken, yalnız gazetenin yok olması bizi on dokuzuncu asırdan uzaklaştırarak Kurunu Vusta’ya (Orta Çağ) doğru atar. Demek ki bu asrı karakterize eden en belli başlı medeniyet müessesesi ancak gazetedir. Alfred Fouillée’nin bu sözleri yirminci asır için de doğrudur. Mesela gazetesiz bir millet meclisi farz edelim. Bu neye yarar? Hiçbir şeye yaramaz.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ziya-gekalp/cinaralti-konusmalari-69428275/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Çınaraltı Konuşmaları Зия Гёкальп
Çınaraltı Konuşmaları

Зия Гёкальп

Тип: электронная книга

Жанр: Маркетинговые исследования и анализ

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Ziya Gökalp büyük bir düşünce adamıdır. Büyük düşünce adamları, toplumu etkiler. Fakat yeni ve karmaşık bir düşünce ürettikleri için de daima yanlış anlaşılma ve basmakalıp bir değerlendirme ile basite indirgenme tehlikesine maruz kalırlar. Toplum, büyük düşünce adamlarına ihtiyaç duyduğu dönemde onların ruhundan, tutkusundan ve kişisel özelliklerinden etkilenir. Ama sonradan gelenler o ruhu anlama ihtiyacını yeteri kadar duymadan, tasavvur dünyasında o tutkuyu kendileri de yaşamadan ve fikirlerin ayrıntılarına yeteri kadar dikkat etmeden o büyük düşünce adamına yaklaşırsa, basmakalıp övgüler, anlamsız saldırılar ortalığı kaplar ya da o büyük düşünce adamı görmezden gelinir. Düşüncenin verimliliği onun kişisel bir çeşni olmaktan kurtulmasıyla ve başka zihinlerle eleştirel işbirliği kurmasıyla mümkündür. Düşünceleri kendi köşelerinde kalmaktan kurtaracak bir düşünce geleneğine, eleştirel işbirliğine ihtiyaç vardır. Ziya Gökalp, kendi zamanında bunu yapmıştır. Bizim de onun fikirlerini birer müze eseri gibi saklamak yerine, o fikirlerle düşünmemiz ve gerektiğinde yeni fikirlere doğru ilerlememiz gerekiyor.” Prof. Dr. Yılmaz ÖZAKPINAR

  • Добавить отзыв