Türk Töresi

Türk Töresi
Ziya Gökalp
"Kut kelimesinin, Anadolu’da hâlâ “ruh” manasında kullanıldığı vardır. Mesela kut kurdu denilir. Kut kelimesi hem isim hem sıfat gibi kullanılır. Kut Dağ, Kutlu Maral kelimelerinde, sıfat gibi istimal edilmiştir. Hokand, Kut Kent demektir. Kotasın kut uz demek olduğunu evvelce görmüştük. Bazen, kutun hangi ilahın kutsiyeti olduğu da gösterilir. Oğuz dininde göreceğimiz veçhile, hakana Tanrı Kutu yahut İdi Kut denilir. Demek ki hakandaki kutsiyet ve velayet-i amme, ona ilahi bir hak olarak, Tanrı tarafından verilmiştir. Şamanda tecelli eden kendi İye Kila’sının yahut amagatının kuvvetidir. Eski Türklerde bütün hakan sülaleleri, neseplerini bir ilaha yahut toteme kadar çıkarırlardı. Sebebi, bu ilaha yahut toteme ait olan kuta vâris olmaktır." Toplumsal sorunları açıklamak ve bu sorunlara çözümler getirmek iddiasıyla Batı’da gelişen bir bilim olarak sosyolojiye, o dönem türlü sorunlarla karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti içerisindeki problemlere çözüm arayışı içinde olan aydınların rağbet göstermesi kaçınılmaz bir durumdu. Bu aydınların başında gelen Ziya Gökalp, Türkiye’de sosyolojiyi -o zamanki adıyla içtimaiyat- kurmuş, Comte-Durkheim çizgisinde kalarak pozitivist sosyolojinin temsilcisi olmuş bir mütefekkir idi. Gökalp, bu çözüm arayışı içinde, Türk toplumunun kendine özgü ahlaki ve kültürel değerleriyle, Batı’dan aldığı bazı değerleri kaynaştırarak bir senteze ulaşma çabasına girdi. Düşüncesinin temelinde, “Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak” gayesi yatıyordu. Gökalp, bu gaye uğruna konferanslar vermiş, değişik edebî türlerde eserler kaleme almış, farklı gazetelerde birçok konuda makaleler yazmış, ilmî araştırmalar yapmış, Türkiye’de bilimin gelişmesi için büyük bir gayret sarf etmiştir. Millî edebiyatın kurulması ve gelişmesinde de önemli bir rol oynayan, siyasi ve toplumsal konularda sayısız makale kaleme alan, bir dönem Diyarbakır milletvekilliği yapmış Ziya Gökalp’ın sosyoloji anlayışı, Türkiye’de 1940’lara kadar, neredeyse tek egemen sosyoloji ekolü olmuştu. Gökalp benimsediği sosyoloji anlayışı ile Türk tarihi, millî edebiyat, şiir, roman, bilim, felsefe, içtimai hayat, toplumsal yapının bilimsel yöntemlerle incelenmesi, iş bölümü gibi konulara eğilmiş ve görüşleri ile Türk sosyal biliminde ve edebiyatında bugünlere kadar etkisini göstermiştir.

Ziya Gökalp
Türk Töresi

TÜRK TÖRESİNE DAİR TAHARRİLER
BAŞLANGIÇ

1. TÖRE NE DEMEKTİR?
Selçukilerle ilk Osmanlılar devrelerinden kalma teamüllere “Oğuz töresi” derlerdi. Lütfi Paşa Tarihi Osman Gazi’nin Oğuz beyleri tarafından hanlığa intihabını şu suretle anlatıyor: “Siz ‘Kayı’ neslindensiniz! Bu, Oğuz Han’dan sonra Oğuz beylerinin ağaları ve hanları idi. ‘Gün Han’ vasiyeti, Oğuz töresi mucibince Oğuz neslinden kimse olmayınca hanlık ve padişahlık ‘Kayı’ soyu var iken özge boy soyuna düşmez.”[1 - Ahmet Rasim, “Osmanlı Tarihi”, c. I, s. 41.]
Her ne kadar kulaklarımız “töre” kelimesini, “Oğuz” ismiyle beraber işitmeye alışmışsa da “töre” yalnız Oğuzların teamüllerinden ibaret değildir. Orhun Kitabesi’nde de bu kelimeyi görüyoruz: “İkin ara idi oksuz Kök-Türk anca olurur ermiş. Bilge Kağan ermiş, alp kağan ermiş. Buyrukı yime bilge ermiş erinç, alp ermiş erinç. Begleri yime budunı yime tüz ermiş. Anı üçün ilig ança tutmış erinç. İlig tutup törüg itmiş.”[2 - Thomsen, “Inscriptions de l’Orkhan”, s. 98.]
Şu ibareyi bugünkü Türkçeye çevirirsek şu şekli alır: “İkisi arasında Gök Türkler efendisiz (yani hür ve müstakil olarak) oturuyordu. Bilici hakanlar idiler, kahraman hakanlar idiler. Bütün buyrukları bilici idiler, alp idiler. Bütün beyleri, bütün halkları doğru idiler. Bunun içindir ki bu kadar büyük bir devleti idare edebiliyorlardı ve devleti idare ederken kanunlar yapıyorlardı.”
Thomsen buradaki “törüg” kelimesini “kanun” diye tercüme etmiş. Hâlbuki başka bir yerde “müesseseler” (les institutions) manasını almış: “Türk Oğuz beyleri, budun eşidin. Üze Tengri basmasar, asra yir telinmeser, Türk budun, ilingin törüngin kim artatı?”[3 - Age., s. 105]
Şimdiki Türkçeye nakli: “Türk Oğuz beyleri ve halkları işitiniz! Yukarıdan gök basmadıysa, aşağıdan yer delinmediyse sizin devletinizi ve müesseselerinizi kim yıktı?”
“Törü” ve “il” kelimelerini bu misallerin birincisinde, “törüg” ve “ilig” şekillerinde kaf’lı (g’li), ikincisinde “törün” ve “ilin” şekillerinde nun’lu (n’li) görüyoruz. Bunlardaki g ve n harfleri, lahikalardan ibarettir.
“Töre” kelimesinin Şark Türkçesinde “törü” şeklinde olduğunu bize Dîvânu Lugâti’t-Türk de gösteriyor: Bu kitabın üçüncü cildinin 167. sayfasında “törü” maddesini şu tariflerle görüyoruz:
Törü – Resm (kaide). Şu darb-ı mesel bu manayı [ifade] eder: “El bırakılır, törü bırakılmaz.” Bu mesel ataların âdetine riayetin lüzumu mevkinde darp olunur. Manası, “Devlet yahut ülke terk edilebilir, hars terk edilemez.” Türklerin düşman eline geçen yerlerden millî töresinin hâkim olduğu yere göçmesi, bu meselin hâlâ ifade edilmeksizin ruhlarda yaşadığına delalet eder.
Yukarıki misaller, bize “töre” kelimesiyle “il” kelimesinin ekseriya beraber kullanıldığını da gösteriyor. İl “devlet” manasında, töre “kanun” manasında olunca bu ikili kelimenin ekseriya beraber zikredilmesi tabii olur. Bununla beraber, töre kelimesinin medlulü “kanun” kelimesi gibi mahdut değildir. Yazılmış yasalardan başka yazılmamış teamüller de törenin içindedir. Hatta hukuki töreden başka, dinî ve ahlaki töreler de vardır. O hâlde Türk töresi, eski Türklere atalarından kalan bütün kaidelerin mecmusu demektir. Töre kelimesinin, Türk kelimesiyle bir cevherden olması da hatıra gelebilir. Başka yerlerde de yazdığım veçhile, “Soğdak” kelimesi “Soğdlu” manasında olduğu gibi “Türk” kelimesi de “töreli” manasında olabilir. Kaf “ka” harfi gibi kef “ke” harfi de nispet ve vasfiyet edatıdır. Bu faraziyeye göre, Türk kelimesi töre kelimesinden çıkmıştır. Mamafih bu faraziye henüz Türkiyatçılar tarafından kabul edilmediği için şahsi bir fikirden ibarettir.

2. TÜRK, KENDİSİNİ BAŞKALARINDAN NASIL AYIRIYORDU?
İslamiyetten evvel, Türk, kendisini iki nokta-i nazardan sair halklardan ayırıyordu:
1) Lisan nokta-i nazarından,
2) Din nokta-i nazarından.
Türk, lisan nokta-i nazarından kendisine benzemeyenlere yani Türkçeden ayrı bir dil konuşanlara “sumlım” adını veriyordu. Dîvânu Lugâti’t-Türk’te bu kelimenin manası, şu veçhile gösteriliyor:
Sumlım Tat: Asla Türkçe bilmeyen İranlı. Bundan başka, Türkçe bilmeyen her ferde de “sumlım” adı verilir.[4 - C. I, s. 403 (I, 486).]
O hâlde, Arap’ın nazarında Acem ne ise Türk’ün nazarında da sumlım odur: Türkçe konuşmayan bütün kavimler sumlımdırlar.
Türk, din nokta-i nazarından kendisine benzemeyenlere de “tat” adını veriyordu. Divan’da bu kelimeye şöyle mana veriliyor:
Tat: Bütün Türklere göre Farsî yani İranlı. Şöyle bir darb-ı mesel vardır: “Tatın gözüne vur, dikeni kökünden çıkar.” Bu mesel tatların vefasızlığını gösterir. Dikenin hakkı kökünün çıkarılması olduğu gibi, tatın hakkı da gözüne vurulmasıdır. Başka bir meselde de şöyle deniyor: “Tatsız Türk olmaz, başsız börk olmaz.” Yani Fars Türksüz olamaz.
Tat: Yağma ve Tuhsi kabilelerine nazaran, “Uygur kâfirleri” demektir. Onların diyarında bunu işittim. Bu hususta birçok söz vardır. “Tat tawgaç” tabirleri beraber kullanıldığı zaman manası, “Uygur ve Çinli” demektir.[5 - C. II s. 224 (II, 280)]
Bu ifadelerden anlaşılıyor ki Farsîlere “tat “denildiği gibi, o zaman Buda dininde olan Uygurlara da “tat” deniliyordu. Demek ki Türk olanlar da başka dinde bulununca, “tat” tabirine layık görülebiliyordu. O hâlde, tat olanlar, Türk’ten lisanca farklı olanlar değil, belki dince ve törece ayrı olanlardı. Arap nazarında kâfir ne manaya idiyse Türk nazarında da “tat” o manaya idi.
“Tat ve tawgaç” terkibinden de Çinlilere “tat” nazarıyla bakılmadığı anlaşılıyor. Demek ki eski Türklerle Çinliler arasında, dinî ve medeni bir müşareket vardı. Çinli, harsça Türk’ten ayrı olduğu için ona Türk denilemezdi. Medeniyetçe Türk’le müşterek olduğu için ona, Farsiler gibi “tat” da denilemezdi. Bundan dolayıdır ki Çinliler, tawgaç adıyla ikisinden de ayırt ediliyordu. Tawgaç kelimesi Dîvânu Lugât’e göre Çinli manasına geldiği gibi, kadimden kalma azim masnuat manasına da gelir. Bundan başka, mülkü azim ve kadim olan hükümdara da “Tawgaç Han” denildiğini söylüyor.
O zaman Türkistan’daki telakki bundan ibaretmiş. Fakat İslam diyarında tat ve tawgaç tabirini, Farsî ve Türk manasına telakki ederlermiş. “Divan-i Lügat”, birinci telakkinin doğru olduğunu, fakat ikisinin de güzel olduğunu söylüyor.[6 - C. I, s. 378 (I, 454)]
Tawgaç kelimesi tew cevheriyle gaç vasfiyet edatından mürekkeptir. Tew kelimesi Dîvânu Lugât’e göre “mekr ü hile” manasındadır.[7 - C. I, s. 278 (I, 332)]
Bu suretle tawgaç kelimesi “fendli” manasına gelir. Orhun Kitabesi’nde, Çinlilerin fendiyle Türklerin birbirine geçtiği anlatılırken “fend” manasına teb kelimesi kullanılmıştır; Thomsen bu kelimeyi “cazibe ve füsun” (aménité et charme) suretinde tercüme etmiştir.[8 - Orhun Kitabeleri, s. 99.]
İslamiyetten evvel, Türkler, Çinlileri yegâne olarak “ayık ve bilgili” tanıyorlardı. Orhun Kitabesi, Çinlilerin Türklere kendi “ayık” ve “bilig”lerini verdiğini söylüyor. Thomsen, ayık kelimesini “medeniyet”, bilig kelimesini “bilgi” suretinde tercüme etmiştir.[9 - Age., s. 116.]
Orhun Kitabesi’nde Göktürklerin Çinlilerle siyasi münasebetlerden başka medeni rabıtaları da olduğu anlaşılıyor. Çin İmparatoru’nun kitabelerin yazılması ve barkların yapılması için sanatkârlar ve yuğlara mümessiller göndermesi de bunu gösterir. Uygurlar ise Çin medeniyetine daha büyük kıymet verilerdi. Kitabü İlm-in-Nâfi’, bu ciheti güzelce aydınlatıyor:
“Uygurların eski edebiyatından pek az şey kalmıştır. Avrupa âlimlerince malum olan Uygur lehçesinde yazılmış bu az miktarda el yazılarının hepsi, İslamiyetin kabulünden sonra yazılmıştır. Ve malik bulunduğumuz en eski el yazısı birinci miladi asra kadar çıkabilir. MaTuan-Lin adlı bir Çin müellifinin, alakadar bir velayetin (autorité), miladi 1200 tarihine doğru yazdığı bir takriri evvelce görmüştük. Bu takrir bize diyor ki Uygurlar da Çinlilerin Şi – Kingler, Lokaylidler (Lokaylidler?), Hiyao – Kingler namındaki kitaplarıyla sülalelerin, şairleri ve müverrihleri mevcuttu. Uygur gençliği ve reislerin oğulları terbiyelerini mektepte alırlardı. Bunlar yalnız okumayı öğretmekle kalmazlardı. Beyitler ve şiirler ibdasına da muktedir olurlardı.”[10 - Sahife XVIII.]
Türklerin Çinlilerle münasebeti milattan iki yüz sene evvel hüküm süren Hiung-Nu yani Hun namındaki Türk devleti zamanında da mevcuttu. Milattan 174 sene evvel, Çin’den Türk hükümdarına bir prenses getirmek üzere Türk sarayına gelen Chung-hang Yüeh ismindeki Çinli sefir, Türklerin Çin medeniyetine karşı gösterdikleri taklit temayülünü Türk hayatı için muzır gördü. Bu zat, Türkleri sevdiği için Türk sarayında kaldı, bir daha Çin’e dönmedi. Bu zamanda Türkler muzafferiyet ve millî ittihat neticesi olarak zenginleşmişlerdi. Önlerinde Çin harsı gibi alayişe, debdebeye dalmış yeni bir dünya görüyorlardı. Bu harsın yiyecekleri, giyecekleri, modaları yavaş yavaş Türklerin arasına girmeye başlamıştı. Çinli vezir, bu hâlin tehlikelerini gösteriyor, onları uyanmaya davet ediyordu. Türk’ün bütün işi gücü ya sık ağaçlı ormanlarda ava gitmek yahut ovalarda sayısız sürülerini otlatmaktı. Böyle bir hayat yaşayanlara, Çin’de dokunulan ipekli kumaşlar değil, kendilerinin yaptıkları deriden ve kürkten elbiseler elverişli idi. Yoğurt, kımız, peynir, tereyağı, kaymak gibi sütten yapılan yiyecekler, leziz av etleriyle sürülerinin besili hayvanları Çin yemeklerinden daha faydalı ve güzeldi. Eğer Türkler, Çinlilerin âdetlerine uyarlarsa onların hububat ve zahirelerine, ipekli elbiselerine alışacaklarından, bir gün Çin devletinin hâkimiyeti altına girmeyi o kadar fena görmeyeceklerdi.
Çinli sefir daima hükümdara, Türk elinin atalardan kalma törelerden ayrılmamasını öğüt veriyordu. Çünkü bu törelerdir ki o şanlı ataları yenilmez kahramanlar derecesine çıkarmıştı. Bu öğütlere başka nasihatler de ilave ediyordu. Hükümdar, tebaasının ne kadar nüfustan ibaret olduğunu, muhtelif boyların, obaların ne kadar sürüleri bulunduğunu bilmeli idi. Çünkü nüfus ve emvalin miktarı malum bulunursa bir gün Çin aleyhine sefer açıldığı zaman, büyük ve mühimmatlı ordular toplanması mümkün olacaktı.
Çinli sefir, Çinlilerin gururunu kırmak için Çin elçilerine fazla azamet göstermesini de Tan-ju’ya (Türk hükümdarına) tavsiye ediyordu. Çin imparatoru, Tan-ju’ya mektup yazdığı zaman böyle başlardı: “İmparator, Hiung-Nuların Tan-ju’sundan ihtiramla rica eder ki…” Varakanın büyüklüğü muayyen bir kıtada olurdu. Çinli sefir, Tan-ju’ya, mektup yazarken, bundan daha büyük kıtada varakalar kullanmasını ve mektubun başına: “Gök ile Yer’in doğurduğu, Güneş’le Ay’ın tahta geçirdiği Hiung-Nuların büyük Tan-ju’su, Çin İmparatoru’ndan rica eder ki…” diye yazmasını tavsiye etti. Chung-hang Yüeh, her fırsatta, Tan-ju’nun sarayında bulunan ve bilhassa Çin İmparatoru tarafından bir memuriyetle gönderilmiş olan Çinlilere karşı, Türklerin faziletini övüyordu, Türklerin harsça Çinlilerden daha yüksek olduğunu söylüyordu. Çinliler ona itiraz olarak, “Türklerin ihtiyarları hakir gördüklerini” beyan ediyorlardı. Sefir cevaben, “Çin’de birçok hizmetlerden sonra geçinecekten mahrum bırakılmış nice ihtiyarlar bulunduğunu” söylüyordu. “Eğer, Türkler yalnız muharebe ile meşgul iseler bu, milletin selamet ve saadeti içindir. İhtiyarlar ve zayıflıktan dolayı harbe gidemeyenler yaşamak levazımına malik bulunurlar ve düşmana karşı emin bir vaziyettedirler. Baba ile evlatlar karşılıklı olarak birbirini tutarlar. Binaenaleyh, Türkleri ihtiyarlara hakaret etmekle itham etmek haksızdır.”
Çinliler, Türklerde babalarla oğulların aynı otağda utanmaksızın beraber yattıklarını, babanın vefatında oğlunun üvey annesini alabilmesini, biraderin vefatında kardeşinin, yengesini alabilmesini zikrederek Türkleri zemmediyorlardı. Chung-hang Yüeh ise daima Türklerin Çinlilerden üstün olduğunu ispatlamaya çalışıyordu. Diyordu ki: “Türkler hayvan etlerinden başka bir şey yemezler, sütten başka bir şey içmezler. Deriden başka bir şey giymezler. Sayısız sürülerini otlaklarda, ırmak kıyılarında gezdirirler. Mevsimler değiştikçe onlar da yerlerini değiştirirler. Yiyecekleri kalmadı mı derhâl ata binerek ava giderler. Bolluk içinde iseler keyiflerine bakarlar; hiçbir şeyin kaygısını çekmezler. Kaidelerini değiştirmekten hoşlanmazlar. Bir oğlun, üvey annesiyle, kardeşinin, yengesiyle evlenebilmesi, ocakların zürriyetsiz kalarak sönmemesi içindir. Şimdiye kadar Hiung-Nular arasında, bu kadar karışıklıklar çıktığı hâlde, hiçbir zaman, eski sülale yerine, başka bir aileden bir beyin tahta geçirildiği işitilmemiştir. Çin’de ise bilakis, öteden beri sülaleler birbirini boğazlamakla uğraşmışlardır. Daima yeni bir mütegallip çıkarak, eski sülaleyi kaldırmış, kendisi yeniden bir imparatorluk hanedanı kurmuştur.
Bundan dolayıdır ki Çin’de, daima bütün eski kaidelerin yıkıldığını görüyoruz. Çinliler halkı düşman tehlikesinden emin bir hâle koymak için, surlarla tahkim edilmiş şehirler yapıyorlar; fakat halk hücuma uğradığı zaman, yine surlar yüzünden kendisini müdafaa edemeyerek teslim bayrağı çekmeye mecbur oluyor.[11 - De Guignes, c. I, Kısım: 2, s. 37.]
Bu ifadeler bize Türklerin, Çin’den medeniyet almaya tehalük gösterdiklerini; fakat Türk harsının yerine Çin harsını ikame etmekten sakındıklarını gösteriyor. Orhun Kitabesi’nde Bilge Kağan, kendi milletine bu gayeyi ne güzel anlatıyor:
“Ey Türk milleti, eğer o ülkeye gidersen öleceksin. Fakat içinde ne zenginlik ne de keder bulunan Ötüken ülkesinde kalarak kervanlar ve kafileler gönderirsen ebedî bir saltanatı muhafazada devam edeceksin!”[12 - Thomsen, Orhun Kitabeleri, s. 117.]
Şüphesiz, Türklerin Çin’e gitmeleri, Çin harsı içinde bel’ olunmaları demekti. Hâlbuki Ötüken’de kalarak kervanlar, kafileler göndermeleri, millî Türk harsını kaybetmeden, Çin medeniyetinden faydalanmayı temin ederdi.
Türklerin millî hars hakkındaki bu endişeleri, menkıbelerde, efsanelerde bile görülür. Bogu Han menkıbesinin nihayetinde Yulun Tigin adlı bir Türk hakanının Kut Dağı’nı, oğluna verilen Çin Prensesi’ne mukabil, Çin İmparatoru’na hediye ettiğini ve bundan dolayı üzerinde oturdukları toprağın, hükümdarla beraber milletini üzerinde oturmaktan men ederek göçe icbar ettiğini ifade ediyor.[13 - Kitab-ü İlm-in – Nâfi] O zaman Türk Devleti’nin zafer tılsımı tanılan bu Kut Dağı’nı, millî harsın bir timsali sayarsak haksızlık mı etmiş oluruz?
LAHİKA
“Tatar” kelimesi, “tat eri” tabirinden murahhas olsa gerek. Dede Korkut Kitabı’nda “tat eri” tabiri var. Türkler tatar sıfatını, cahil yani töresiz olan Moğollarla Tunguzlara isnat ederlerdi. “Tat” ile “tatar” arasındaki fark, Arap lisanında “kâfir” ile “cahil” arasındaki gibidir. Tatarlarda kan davası, gazve gibi aşiret âdetleri henüz yaşıyordu. Türk’ün cahiline, Tatar denilip denilmediğini bilmiyorum.

3. İÇTİMAİ TASNİFLER
Geçen fasıldaki sözlerden anlaşıldı ki İslamiyetten evvel, Türkler, Farsi-lere kâfir nazarıyla baktıklarından, İran Medeniyeti’ne kıymet vermiyorlardı. Çinlilere karşı ise bir nevi ihtirazkâr hürmetleri vardı. Türklerin Çinlilere gösterdikleri bu temayül, Çin harsı ile Türk harsı arasında müşterek bazı müesseselerin bulunduğunu ima eder. Milletler arasında müşterek müesseseler ve başka tabirle müşterek bir medeniyet var mıydı? Böyle bir medeniyet varsa başka milletler de buna dâhil olmamışlar mıydı?
Durkheim ile Mauss’un L’Année Sociologique’in altıncı cildinde neşrettikleri “Tasnifin Bazı İptidai Şekilleri” unvanlı makale, bize Çinliler, Moğollar, Tibetliler, Kamboçlular, Siyamlılar arasında müşterek olan birtakım iptidai tasnifler bulunduğunu göstermektedir. Vaktiyle Millî Tetebbular Mecmuası’nın üçüncü sayısında neşrettiğim bir tetkiknamede, Türklerde de bu tasnifin bulunduğunu ve hatta Sibirya’nın Koyaklar ve Şukşalar gibi iptidai kavimlerinde bunun izlerine rast gelindiğini göstermiştim.
Bu iptidai tasnifler, ilk nazarda ehemmiyetsiz görünür. Bir medeniyetin temelini böyle esatire merbut tasniflerin teşkil edemeyeceğini itiraz olarak ileri sürenler bulunabilir. Fakat Durkheim ile Mauss, bu tasniflerin yalnız mevcudiyetini haber vermekle kalmadılar, bunların bir taraftan o zamanki içtimai mantığa esas olduklarını, diğer cihetten de içinde teşekkül ettikleri zamandaki içtimai teşkilatların doğru bir makesleri bulunduklarını meydana koydular. Bilahare, Durkheim, Dinî Hissiyatın İptidai Şekilleri adlı kitabında, Mauss da Hubert’le müştereken neşrettikleri Din Tarihine Dair Tetkikler namındaki eserde bu meseleyi tamik ettiler. Levy-Bruhl de İptidai Cemiyetlerde Ruhi Üfûleler adlı kitabında bu tasniflerin vücuda gösterdiği iptidai mantığı tahlile ve bundan ilmî mantığa nasıl geçildiğini göstermeye çalıştı.
Bu iptidai tasnifler, Çin’de halk Taoizminin esasını ve Yi-King adlı mukaddes bir kitabın da mevzusunu teşkil eder. Çinliler eski zamandan beri teknikler yani fenniyeler itibarıyla çok ilerlemiş bir millet olduğu hâlde, bilgi nokta-i nazarından bugün bile iptidai bir seviyededir. Çünkü Çin bilgisi, hâlâ bu iptidai tasniflerin çerçevelerinden kurtulamamıştır. İleride görüleceği veçhile, bir bina yapılacağı, bir mezar yeri intihap edileceği, bir yolculuğa çıkılacağı zaman hangi hareketin uğurlu yahut uğursuz olduğunu ancak bu tasnifler gösterir. Çinliler bu falnameye müracaat etmeden hiçbir işe başlamazlar.
Türklerin eski kitapları kaybolduğu için bunlarda da bir falnamenin bulunup bulunmadığını bilmiyoruz. Fakat Türklerde içtimai teşkilat tamamıyla bu tasniflere uygun olduğu gibi Türklerin dinî, hukuki, ahlaki töreleri de bu tasniflerden müteessirdir. Ben bu kitapta, İslamiyetten evvelki Türklerin: 1) Dinî töresini, 2) Hukuki töresini tetkik edeceğim. Bu töreleri tetkik ederken, Aksa-yı Şarka (Uzak Şark’a) mahsus olan bu müşterek tasniflere tesadüf ettikçe, medeniyet taş olan kavimlerin tasnifleriyle mukayeseler yapacağım. Türklerin vaktiyle dâhil bulunduğu bu müşterek medeniyete Uzak Şark Medeniyeti denilebilir. Türkler, İslamiyetten sonra bu medeniyeti bırakarak, Şark Medeniyeti’ne girdiler. Tanzimat’tan beri de Garp Medeniyeti’ne girmeye çalışıyorlar. Demek ki Türk harsının tarihini yapabilmek için evvela onun bu üç medeniyetle ayrı ayrı teşkil ettiği mütekabil intibakları tetkik etmek lazım!

BİRİNCİ KİTAP
ESKİ TÜRKLERDE DİN

1. TSİNLERİN DİNİ
Tsinlerin dini, dörtlü tasnife istinat eder. Aşağıda göreceğimiz veçhile Çinliler buna merkezi de ilave ederek, “beş unsur” sistemini vücuda getirmişlerdir. Bu itikadın menşesini arayan Edouvard Chavannes, bu tasnifi, merbut bulunduğu dinle beraber Türklerin vücuda getirdiğini ve Tsin Türklerinin bunu Çin’e ithal ettiğini, şu suretle bildiriyor:
Beş unsur nazariyesi, Çin’de doğmamıştır. Kablelmilat 370-335’te Wei ülkesinin hükümdarı Tchou zamanında yaşayan Tseou-Yen’dir ki Çin memleketinde ilk defa bundan bahsetti. Fakat bunun telkinleri aks-i sadasız kaldı, Çinli ruhuna derin bir surette nüfuz edemedi.
Unsurlar akidesi Çin tarihinde ancak Che-Houang-Ti’den sonra ehemmiyetli bir mevki alabildi. Filhakika, bu hükümdar Çio (Chi’ih-yo) unsurunun bereketiyle hüküm sürdüğünü ilan ve bütün ölçüleri ve kanunları bu unsurun hassalarına göre tayin ve takrir etti. Bununla beraber bu hükümdar atalarının misalini takipten başka bir şey yapmadı. Çünkü unsurlar nazariyesinin esası Toin hükümdarlarının çok eski bir zamandan beri yukarıdaki dört hükümdara kestikleri kurbanlarda mündemiçtir: Yeşil Han, Sarı Han, Kızıl Han, Ak Han. O hâlde unsurlar nazariyesinin pek eski bir zamandan beri Tsin memleketinde mevcut olduğu görünür gibi oluyor. Fakat Tsin ülkesi yabancı bir devlet olduğundan Tseou-Yen tarafından kendilerine öğretilinceye kadar Çinliler, bunun cahili kaldılar ve ancak Tsin prensleri bütün Çin’e hakim olduktan ve hariçten getirdikleri bu fikirleri bunlara zorla kabul ettirdikten sonradır ki kati surette kabul ettiler.
Mamafih, Çinliler bunu tebdil ettikten sonra kabul ettiler. Filvaki Tseou-Yen, daha bidayette beş unsurdan bahsetti ve ondan sonra daima unsurlar beş sayıldı. Fakat pek eski zamanların itikatlarını değiştirmeden muhafaza eden din, Tsin ülkesinde yalnız yukarıdaki dört hana ibadet edildiğini haber veriyor. O hâlde, o zaman yalnız dört unsur bulunduğu anlaşılıyor.
Vakta ki han sülalesinin müessisi olan Çinli Lieou-Pang Tsin ülkesini ele geçirdi, Tsin beylerinin yukarıdaki dört hana ibadet ettiklerini gördü (kablelmilat 205), taaccübünü bu suretle ifade etti: “Ben, gökte beş sultanın bulunduğunu öğrenmiştim. Hâlbuki burada dört taneye inanılıyor. Bunun hikmeti nedir?” Kimse bu meseleyi izah edemediği için kendi şu yolda cevap verdi: “Anladım, bunların beşe baliğ olması için, ben bekleniyordum.” E. Chavannes, bu sözleri söyledikten sonra semadaki hanlar, unsurlar manzumesinin hususi bir hâli olduğunu, unsurlar Türklerde dört iken Çinlilerin ona bir beşinci unsur ilave ettiklerini, Tsinlerin Türk olduğunu,[14 - Edouard Chavannes, “Le Cycle Turc de Douze Animaux Leide”, 1906, s. 18-50.] Türkler dört cihete merkezi karıştırmazken, Çinlilerin bu ananeyi Türklerden alarak dört cihete merkezi de ilave ettiklerini anlatıyor.[15 - Tsinler, Tuhsiler olabilir. Bu kelimelerin tüzün-tosun kelimesine ircası da farz olunabilir. Çin ismi Tsin unvanından husule gelmiştir.]
Bu tasnifin tafsilatını Çinlilerin Taoizminde görürüz. Tao, Çince “tabiat” yahut “yol” demektir. Taoizm bir nevi tabiatçılıktır (naturisme). Bu din, birbirine tedahül etmiş birtakım manzumelerden mürekkeptir. İstinat ettiği en esaslı umdelerden birisi, fezanın dört asli cihete göre taksimidir.[16 - “L’Année Sociologique”, c. VI. s. 56.]
Bu cihetlerden her birine, onun idaresine müekkel olan bir hayvanın ismi verilir:


Her cihet, kendi hayvanının adını alır ve muhtelif hâllere göre uğurlu yahut uğursuz sayılır. Fezayı idareye memur olan timsalî hayvanlar, sema gibi yeri de idare ederler. Bir tepe yahut coğrafi bir teşekkül, bir ejderhaya benziyor mu? O hâlde ejderhadır ve şarktadır. Bir yerden göç edildiği zaman etraftaki eşyaya bakılır. Eğer bunlar kendi cihetlerine muvafık şekillere malik iseler, mesela garpta bulunanlar kaplana, şarkta olanlar ejderhaya benziyorlarsa bu göç, uğurlu demektir.[17 - Age., c. VI., s. 56.]
Fezanın dört ciheti, birer birer senenin dört mevsimine tekabül eder:[18 - Levy-Bruhl, “Les Fonctions Mentales Dans Les Societes Inferiurs”, s. 222.]


Fezanın merkezi de nazar-ı itibara alınınca dört cihetle beraber mecmusu beş olur. Bu suretle beş unsurdan her biri bu beş semtten biriyle irtibat peyda eder. Bunun bir misalini Tibet ananelerinde görüyoruz:
“Bu hususi ilahların fevkinde, bulutların ve ihtimal ki umumi bir surette muzlim semanın taşahhusundan ibaret olan Gök Ejderha vardır ki fırtına koparır, hayırkâr yağmurlar yağdırır, suları tuğyan ettirir; taunlar, salgın hastalıklar gönderir. Bu, tamamıyla Moğolların ve Çinlilerin ejderhasıdır. Bunun yeryüzünde bir düşmanı vardır ki Kızıl Kaplan’dır. Bu kaplan ekseriya beş timsal ile irae olunur: Biri serkerdedir ki toprağı temsil eder. Diğerleri dört cihette olup ağaç gök, maden kızıl, ateş ak, su kara renklerindedir. Bunlar Türkler, Moğollar, Çinliler, Annamlılar nazarında müştereken muhterem tanılan beş unsurdur.”
“Bu beş unsur hâlâ, resmî sahirlerin ayinlerini icra ederken taşıdıkları beş yaprakta, Sa-Kia-Pa lamalarının kendi zaviyelerini telvin ettikleri beş renkte ve bilhassa Buda’nın tecellileri olan Beş Efendi’nin müteakip zümrelerinin izlerini muhafaza ediyor.”[19 - Grenoird, “Le Turkestan et Le Tibet”, s. 902.]
Seyyarelerden her biri de bu beş unsurdan birine merbuttur: Zühre madenin, Merih ateşin ilk yıldızlarıdır.[20 - “L’Année Sociologique”, t: C., s. 58.] Bu beş unsur da beş semt gibi uz ve yavuz, kuvvetli ve zayıf, vâlid ve mevlûddurlar.[21 - Age.] Acaba dört cihetin bu unsurlarla, renklerle, mevsimlerle, dört hayvanın isimleriyle ne münasebetleri vardır? Edouard Chavannes’ın kitabındaki kısa bir fıkra, bize bu muammanın anahtarını veriyor: “Li Ki’nin Yne Ling sayfasındaki alış emirleri diyor ki, semanın oğlu, ilkbaharın üç ayında koyun, yazın üç ayında horoz, senenin ortasında öküz, sonbaharın üç ayında it, kışın üç ayında domuz eti yer.”[22 - Age., s. 33]
Bundan anlaşılıyor ki Tsinler daha aşiret hayatı yaşarken, aşiret, dört batından mürekkepti. Her batın, ordugâhın bir cihetini kendisine tahsis ettiği için, cihetler, batınların timsali renkleriyle mülevvendir. Her batnın bir totemi var ki bir hayvan ismidir. Her batın kendisine bir mevsimi mukaddes zaman ihtiyar ettiğinden, kendi totemini hususi mabuduna ve yine kendine has olan mevsimde kurban eder. Unsurlardan her biri de batınlardan birinin timsalidir. Umum aşiretin totemi ise öküzdür; bundan dolayıdır ki senenin ortasında dört mabudun babasına öküz kurban edilir.
Bu izah, Durkheim’ın yukarıda zikrettiğimiz iki eserinde kabul ettiği izah tarzından alınandır. Durkheim, iptidai cemiyetlerdeki dinî tasniflerle içtimai teşkilatı karşılaştırarak, birincilerin ikincilerden doğduğunu ispat etmiştir.
Dört unsurun temsil ettiği mabutlara, Orhun Kitabesi’nde Yer-Sular adı veriliyor. Radloff’a göre, Altay Türklerinde 17 had vardır. Bunların en merkezde bulunanı Ugan adını taşıyor. Ugan’ın iki oğlu vardır ki birisi Demir Han, diğeri Su Han’dır.[23 - Oğuzlarda Ugan’a Gök Han, Demir Han’a Dağ Han, Su Han’a Deniz Han adları verilir.] İki unsurun mabutluğunu bu isimlerde görüyoruz. Bidayette Ağaç Han ile Od Han’ın mevcut olduğu, bu iki isimden istidlal olunabilir. Zaten Yer-Suların bidayette dört iken sonradan üçe, daha sonra sekize ve en sonra da on yediye nasıl çıktığını sebepleriyle beraber göreceğiz. Chavannes diyor ki; bu dörtlü tasnif, Türklerde başka, Çinlilerde başka türlüdür. Çünkü evvela, Çinlilerde unsurların sayısı beş olduğu hâlde, Türklerde dörttür. Saniyen Çinlilerde garbın unsuru maden olduğu hâlde Türklerde rüzgârdır. Türklerin dört unsuru, Hintlilerin unsurlar tasnifine de benzemez. Çünkü Hintlilerde ağaç unsuru yerine toprak unsuru vardır. O hâlde bu unsurlar manzumesi halis Türk manzumesidir.
Bu tasnifte Türklerin dört hayvanı da Çinlilerin hayvanlarından başkadır. Türklerce


O hâlde, Türklerin dörtlü tasnifi, şu veçhile icmal edilebilir:



2. TÜRK MANTIĞININ MAKULÂT-I ERBAASI
-Zihnin Müdir Umdeleri-
Yukarıki tasnifler gösteriyor ki eski Türklerce, cihetlerin, mevsimlerin ve ilahların renkleri vardı. Bu telakkinin izlerini şimdiki lisanımızda görebiliyoruz. Cihetlerin renklerini deniz adlarında görebiliriz:


Mevsimlerin rengini, karakış tabirinde görüyoruz. Milattan 199 sene evvel Hiung-Nu Türk Devleti’nin Hükümdarı Mete, Çin İmparatoru’nun karargâhını dört yüz bin süvari askerle muhasara etti. Mete bu askeri, dört livaya taksim etmişti. Her biri dört cihetten birine ikame edilmiş olan bu dört süvari livası, Türk mantığına tevfikan teşkil edilmişti:


renklerinde olmak üzere intihap edilmişlerdi.[24 - De Guignes, c. II, s. 29.]
Yakutlarda, küçük şamanlar çoktur. Fakat baş şamanlar, her biri dört cihetten birine hâkim olmak üzere yalnız dört olabilir.[25 - “L’Année Sociologique”, c. VII, s. 223]
Kutadgu Bilig dört fasia mükasemdir ki mevzuları şunlardır: Adalet, Kudret, Akıl, İtidal.

Bu dört meleke, dört şahıs vasıtasıyla temsil edilmiştir:


Kitap bu dört şahsın mübahase ve münakaşasını muhtevidir.[26 - “Kitabü İlm-in-Nâfi”, s. 111.]
Ordunun tabiyesi de bu tasnifi gösterir:


Tasavvuftaki dört kutup, dört Yer-Su’yu andırır. Eski Türklerde, büyük hükümdarların oğulları yahut kardeşleri dörttür ve bunlardan Mesela Türk Han’ın dört oğlu vardır:
1. Çigil
2. Barsacar
3. Tutuk
4. Amlak

Moğol Han’ın da dört erkek evladı vardır:
1. Kara Han
2. Or Han 3. Kür Han
4. Küz Han

Bogu Tigin’in dört kardeşi vardır ki hepsinden Beş Balık vücuda gelmiştir:
1. Or Tigin
2. Kotur Tigin
3. Yukak Tigin
4. Sungur Tigin

Bogu Tigin Menkıbesi’nin bu dinin zuhuruyla alakadar olduğunu aşağıda göreceğiz.
Bu eski mukaddes tasnifin izleri bilhassa buradaki dört rengin tetkikinden anlaşılır. Evvela başka renklerin lisanımızda müteradifleri olmadığı hâlde, bu dört rengin kadim isimlerine sonradan müteradif ilave edilmiştir:


Mesela sarı, yeşil, mor gibi diğer renklerin, ikinci isimleri yoktur.
Saniyen, bu müteradif kelimelerin manaları arasında aşikâr bir fark vardır. Gök, kızıl, ak, kara kelimeleri, eski klişeler müstesna olmak üzere, maddi renkleri, manevi keyfiyetleri ifade ederler. Bunların müteradifleri ise maddi renkleri ifade içindir. Zaten bu dört rengin kadim isimleri, hakiki manalarını kaybederek, mecazi manalara delalet ettikleri içindir ki bu müteradiflerin teşkil ve ibdasına ihtiyaç hasıl olmuştur. Çoğu kimse bu çift kelimeleri tamamıyla müteradif sanırlar: Bu zan doğru değildir. Mesela yüzü ak tabiriyle beyaz çehreli tabiri aynı manada değildir. Nasıl ki yüzü siyah tabiriyle yüzü kara tabiri başka manalardır. Çünkü siyah çehreli bir adamın yüzü ak olabilir. Beyaz çehreli bir adamın yüzü kara olabileceği gibi.
Bu ifadelerden anlaşılıyor ki aklık manevi ve mecazi bir beyazlıktır, karalık ise manevi ve mecazi bir siyahlıktır. Fakat Karagöz, Karahisar gibi klişeler tabii müstesnadır. Çünkü bu klişeler icat edildiği zaman siyah ve beyaz kelimeleri henüz lisanımızda umumileşmemişti.
Bunun gibi Kızılelma tabiriyle kırmızı elma tabiri de aynı manada değildir. Nasıl ki mecaz olarak kızıl sosyalist denilebilir, kırmızı sosyalist denilemez. Bunlar gibi Gök Tanrı ve Gök Türk denilebilir. Mavi Tanrı ve Mavi Türk denilemez.
Bu dört renk tabiri, vaktiyle birer ayrı kutsiyetin timsalleri idiler. İlk zamanlarda aşiret, dört batna münkasımdı. Her batnın ayrı müşterek vicdanı, ayrı tesanüdü, ayrı mefkûresi vardı. Bu ayrılıkları, cihetlerden, mevsimlerden, unsurlardan, hayvanlardan, renklerden ittihaz edilen dört nevi timsallerde görüyoruz. Bu dört batından her birinin ayrı bir kutsiyeti vardı. Kutsiyetin dört nevi, bu dört çeşit timsallerden tecelli ederdi.
Batın, ailenin en eski ve büyük dairesidir. Nasıl ki aşiret de cemiyetin en eski ve en küçük dairesidir. İçtimai tekâmül bu iki daireden başlar; fakat bu daireler makus bir inkişaf takip ederler:


Bu iki şema gösteriyor ki içtimai tekâmül esnasında cemiyet, aşiretten başlayarak gittikçe tevessü ettiği hâlde, aile oktan (phratrie) başlayarak gittikçe küçülmektedir.
Bundan anlaşılıyor ki Tsinlerin dini bilhassa aile tesanüdünü vücuda getiren ve kuvvetlendiren bir dindir. Her Yer-Su, kendi batnının hususi hamisi, Rabb-i hâsıdır.
Bu din bir taraftan, aileye ve totemizme merbut olduğu hâlde, diğer cihetten de maderî nesepe müstenittir. Buna, kadın unsuruna bahşettiği imtiyazlardan dolayı kadın dini unvanı da verilebilir. Bu kadın dini sistemi, bilahare erkek dini sistemiyle birleşerek il dinini vücuda getirmiştir. İleride göreceğimiz veçhile, Avrupalıların şamanizm dedikleri din, Türklerin yalnız bu kadın dini sisteminden, yani dörtlü tasnife istinat eden Tsin dininden ibarettir.

3. TSİN DİNİNİN ESASI
Tsin dini: Bu dine, şamanizm adı da verilir. Bu dinin ruhanileri kamlar yahut kamanlardır. Şaman kelimesi bundan çıkmıştır. Şamana, Yakutlarda oyun namı verilir ki Oğuzlardaki ozan kelimesiyle aynı asıldandır. Bu suretle ozanın da kadim zamanda şaman olduğu anlaşılıyor. Yakutlarda kadın şamana odakan derler.
Erkek şamanlar da yaptıkları dinî yahut sihrî ayinlerde muvaffak olmak için kadın gibi saçlarını uzatırlar, kadın elbisesi giyerler, ince sesle konuşurlar, hatta kendilerinin gebe kaldıklarına, birtakım balık, karga ilh. gibi şeyler doğurduklarına kail olurlar. Bu hâller gösteriyor ki bu dinin kuvve-i kutsiyesi kadında mütecellidir. Şaman, kadına ne derece çok benzerse manevi kudreti o kadar çok olur. Bu kadınlaşma mecburiyet-i diniyesi şamanları makus cinsiyete kadar sevk ettiği söyleniyor. Zaten gebe kalmak, doğurmak vakıaları da bunu gösterir.
Şamanizmin kadın unsuruna istinat ettiğini gösteren bir cihet de şamanların totemleriyle müzleridir. Yakutlarda her şamanın İye Kila adlı bir totemi vardır. İye “ana” demektir. Kila “hayvan” demektir. Bu suretle İye Kila “ana hayvanı” manasındadır ki maderî totem demektir.
Mamafih bu maderî hamiyeler şamanlara mahsus değildir. Yakutlarda laiklerin de birer İye Hezit’i vardır. Bu tabirde iye “ana” demektir. Hezit bir edattır ki -ci manasındadır, -ci’ye, Yakutçada ekser kelimelerde ilave olunan t harfi ilhak edilince bu edat husule gelebilir. O hâlde bunun da şimdiki Türkçede mukabili anacıdır. Bu da dişi bir ruhtur ki laik olan ferdin hamiyesidir. Görülüyor ki şamanizm teşkilatındaki gerek totemler gerek hami ruhlar hep dişidir. Bu dinin kadın dini olduğu, bununla da sabit olur.
Altay Türklerinde iki türlü kurban ayini vardır. Biri huş ağacına mahsus bir ormanda icra olunur. Bu ayinde yalnız erkekler bulunabilir. Kurban edilecek hayvanın da açık renk olması şarttır. Hâlbuki evde yahut mezarlıkta icra edilen diğer bir kurban ayini daha vardır ki bunda kadınlar hazır bulunabilir. Görülüyor ki birinci nevi kurban ayini erkek dinine, ikince nevi ise kadın dinine aittir.
Kırgızlarda ve Kaşgar Türklerinde, evin ocağında iki peri yaşar ki biri dişi, diğeri erkektir. Birincisine Od Ana, ikincisine Od Ata adlarını verirler.
Moğolistan Türklerinde her evde iki sanem vardır ki, biri inek memeli, öteki kısrak memelidir. Birincisi odanın sol tarafına, ikincisi sağ tarafına asılıdır. Soldakine ev sahibesinin kardeşi, sağdakine ev sahibinin kardeşi namları verilir. Bu perilerden ve sanemlerden birincilerin kadın dinine, ikincilerin erkek dinine ait olduğu anlaşılıyor. İleride beyan edeceğimiz birçok vakıalar daha vardır ki bunların hepsi, ayrıca bir kadın dini bulunduğunu, bu dinî sistemde yalnız kadınların hâkim ve müessir olduğunu teyit edecektir.

4. TÜRK TAKVİMİ
Türk takvimi de Tsin dininde doğmuştur. Tsin Türkleri her on iki seneye çağ (cycle) namını verirlerdi. Bu on iki seneyi on iki hayvanın isimleriyle ifade ederlerdi. Bu hayvanların isimleri Tavuk, At, Tavşan, Öküz, İt, Domuz, Maymun, Yılan, Sıçan, Pars, Koyun, Timsahtır.
Bir adam hangi hayvanın yılında doğmuşsa kendisine, o senenin kutsiyeti isnat edilir: Mesela Koyun Yılında doğmuş denildiği zaman âdeta totemi koyun imiş gibi addolunur. Bu takvim Çin’e, Tibet’e, Hindiçini’ye, Mançurilere ve Moğollara da girmiştir. Bunu Çin’e ithal edenler, Edouard Chavannes’a göre Tsin Türkleridir. Hindiçin’i de bir hayvanın yılında doğan erkekle kadın başka başka çağlara mensup olsalar bile birbiriyle evlenemezler. Yani erkek birinci on iki yılın Öküz Yılında, kadın ikinci on iki yılın Öküz Yılında doğmuş olsalar bile öküz tevellüdü oldukları için totemdaş insanlar gibi birbiriyle izdivaç edemezler. Bu hâl delalet eder ki bu hayvanlar bir nevi totemîlerin bakiyesidir. Zaten tetkik edilirse görülür ki dört cihetin totemleri de bu on iki hayvan arasındadır. Diğer isimler de bu dört hayvanın -Çinlilere nazaran- müteradifleridir. Mesela pars köpeğin müteradifidir. Sıçan, domuzun müteradifidir. Bu minval üzere bu on iki hayvan dört cihetin totemlerine icra edilebilir. Türkler seneyi bu hayvan isimleriyle ifade ettikleri gibi ayları da yine dört cihetin hayvan isimleriyle ifade ederlerdi. Mahmut Kaşgarî’ye göre Türkler ilkbahar aylarını, oğlaka nispet ederlerdi (Malumdur ki koyun, kuzu, keçi, oğlak kelimeleri mukaddes mantıkça birbirinin müteradifleri idiler.).
İlkbaharın birinci ayına Oğlak Ay, ikinci ayına Ulu Oğlak Ay, üçüncü ayına Ulu Ay denilirmiş. Diğer mevsimlere ait aylar da bu suretle adlanırmış.
Türk takvimindeki hayvanların isimleri, şu veçhiledir:




5. DÖRT UNSUR
Tsin dininin esasını teşkil eden dört unsur ağaç, su, demir, ateştir, Yunanlıların anasır-ı erbasından bu sistemde yalnız su ile ateş vardır. Bu dört unsurun makulat-ı erbaaya nasıl dâhil olduğunu gördük. Bunların dördü de aynı derecede mukaddestirler. Fakat her birinin kutsiyeti başka nevidir. Bu dört makulenin hem mütesavi hem de mütehalif olması, şamanizmi tesciye eden mühim bir keyfiyettir.
Ağaç: Tarih-i Cihan-güşâ Uygurlardan bahsettiği sırada, bunların evlerinde duvara tersim edilen bir şecere-i melunenin mevcudiyetini zikreder. Altay Türkleri erkek dinine mahsus zükûrî ayinleri yalnız huş ağacının ormanında yaparlar. Yine Altay Türklerinde arzın merkezinde Yer-Suların reisi olan Ugan’ın makamında on altıncı göğe kadar yükselmiş bir çam ağacı vardır. Bu çam ağacının yüksekliği Ugan’ın on altıncı kat gökte sakin bulunan Bay Ülgen’e müsaviliğini gösterir. Yine Altay Türklerinin kozmogonisine göre Tanrı Kara Han, yeryüzünün ortasında dokuz dallı ağaç yaratmış, bunun her dalının altında bir adam halk etmiştir. Bu dokuz adamdan, insanların esası olan dokuz ırk üretmiştir. Bu dokuz adama Dokuz Dedeler denilir.
Dokuz -Oğuz Menkıbesi

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ziya-gekalp/turk-toresi-69428638/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Ahmet Rasim, “Osmanlı Tarihi”, c. I, s. 41.

2
Thomsen, “Inscriptions de l’Orkhan”, s. 98.

3
Age., s. 105

4
C. I, s. 403 (I, 486).

5
C. II s. 224 (II, 280)

6
C. I, s. 378 (I, 454)

7
C. I, s. 278 (I, 332)

8
Orhun Kitabeleri, s. 99.

9
Age., s. 116.

10
Sahife XVIII.

11
De Guignes, c. I, Kısım: 2, s. 37.

12
Thomsen, Orhun Kitabeleri, s. 117.

13
Kitab-ü İlm-in – Nâfi

14
Edouard Chavannes, “Le Cycle Turc de Douze Animaux Leide”, 1906, s. 18-50.

15
Tsinler, Tuhsiler olabilir. Bu kelimelerin tüzün-tosun kelimesine ircası da farz olunabilir. Çin ismi Tsin unvanından husule gelmiştir.

16
“L’Année Sociologique”, c. VI. s. 56.

17
Age., c. VI., s. 56.

18
Levy-Bruhl, “Les Fonctions Mentales Dans Les Societes Inferiurs”, s. 222.

19
Grenoird, “Le Turkestan et Le Tibet”, s. 902.

20
“L’Année Sociologique”, t: C., s. 58.

21
Age.

22
Age., s. 33

23
Oğuzlarda Ugan’a Gök Han, Demir Han’a Dağ Han, Su Han’a Deniz Han adları verilir.

24
De Guignes, c. II, s. 29.

25
“L’Année Sociologique”, c. VII, s. 223

26
“Kitabü İlm-in-Nâfi”, s. 111.
Türk Töresi Зия Гёкальп
Türk Töresi

Зия Гёкальп

Тип: электронная книга

Жанр: Маркетинговые исследования и анализ

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "Kut kelimesinin, Anadolu’da hâlâ “ruh” manasında kullanıldığı vardır. Mesela kut kurdu denilir. Kut kelimesi hem isim hem sıfat gibi kullanılır. Kut Dağ, Kutlu Maral kelimelerinde, sıfat gibi istimal edilmiştir. Hokand, Kut Kent demektir. Kotasın kut uz demek olduğunu evvelce görmüştük. Bazen, kutun hangi ilahın kutsiyeti olduğu da gösterilir. Oğuz dininde göreceğimiz veçhile, hakana Tanrı Kutu yahut İdi Kut denilir. Demek ki hakandaki kutsiyet ve velayet-i amme, ona ilahi bir hak olarak, Tanrı tarafından verilmiştir. Şamanda tecelli eden kendi İye Kila’sının yahut amagatının kuvvetidir. Eski Türklerde bütün hakan sülaleleri, neseplerini bir ilaha yahut toteme kadar çıkarırlardı. Sebebi, bu ilaha yahut toteme ait olan kuta vâris olmaktır." Toplumsal sorunları açıklamak ve bu sorunlara çözümler getirmek iddiasıyla Batı’da gelişen bir bilim olarak sosyolojiye, o dönem türlü sorunlarla karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti içerisindeki problemlere çözüm arayışı içinde olan aydınların rağbet göstermesi kaçınılmaz bir durumdu. Bu aydınların başında gelen Ziya Gökalp, Türkiye’de sosyolojiyi -o zamanki adıyla içtimaiyat- kurmuş, Comte-Durkheim çizgisinde kalarak pozitivist sosyolojinin temsilcisi olmuş bir mütefekkir idi. Gökalp, bu çözüm arayışı içinde, Türk toplumunun kendine özgü ahlaki ve kültürel değerleriyle, Batı’dan aldığı bazı değerleri kaynaştırarak bir senteze ulaşma çabasına girdi. Düşüncesinin temelinde, “Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak” gayesi yatıyordu. Gökalp, bu gaye uğruna konferanslar vermiş, değişik edebî türlerde eserler kaleme almış, farklı gazetelerde birçok konuda makaleler yazmış, ilmî araştırmalar yapmış, Türkiye’de bilimin gelişmesi için büyük bir gayret sarf etmiştir. Millî edebiyatın kurulması ve gelişmesinde de önemli bir rol oynayan, siyasi ve toplumsal konularda sayısız makale kaleme alan, bir dönem Diyarbakır milletvekilliği yapmış Ziya Gökalp’ın sosyoloji anlayışı, Türkiye’de 1940’lara kadar, neredeyse tek egemen sosyoloji ekolü olmuştu. Gökalp benimsediği sosyoloji anlayışı ile Türk tarihi, millî edebiyat, şiir, roman, bilim, felsefe, içtimai hayat, toplumsal yapının bilimsel yöntemlerle incelenmesi, iş bölümü gibi konulara eğilmiş ve görüşleri ile Türk sosyal biliminde ve edebiyatında bugünlere kadar etkisini göstermiştir.

  • Добавить отзыв