Gönülden Gönüle

Gönülden Gönüle
M. Turhan Tan
Gerçek olaylardan temel alınarak yazılan eserde Tan’ın kurgusal kimliği ön plana çıkıyor. Onun pek çok eserinde gördüğümüz tarihî kaynak kullanımına bu romanında da rastlıyoruz. O, Hammer’ın Osmanlı Tarihi’nden aldığı bilgileri dipnotlarla okurlarına sunuyor. Bu eserde, Osmanlı'nın 14. yüzyılda Bizans tarafından nasıl görüldüğünü, Orhan Gazi devrini, devletleşme sürecinde olan beyliğin fetih ruhunu ve alperenlerini Türkçü bir söylem geliştirerek anlatıyor. Aydos Kalesi’nin zaptı için uğraşan Orhan Gazi ve silah arkadaşları; Konur Alp, Akça Koca ve Abdurrahman’ın Samandıra hâkimi ile mücadelesine, Bizans’ın kimliklerine sirayet etmiş entrikalarına ve Aydos hâkiminin kızı Teofano’nun yardımlarına şahitlik edeceksiniz… Abdallar da… dedi. Alplar gibidir. Doğru görür, doğru duyar ve doğru söylerler. Yüreklerine ne toz konar ne kir bulaşır. İşte Duğlu Kardeş de böyle. Hak önünde irkilmez, çekinmez, düşünmez, hemen boyun kırar. Türk okuyucusu tarafından pek bilinmeyen M. Turhan Tan, tarihî roman geleneğimizin en önemli isimlerinden biridir. Birçok önemli memuriyetlerde bulunduktan sonra Sivas mebusluğu da yapmış ve 1922 yılından itibaren kendini tamamıyla yazı hayatına adamıştır. En önemli eserlerini ise tarihî romancılık alanında vermiştir. Bazı eserleri Almanca, İngilizce ve Yunanca gibi dillere çevrilen, tarihî gerçeklikleri berrak ve sürükleyici bir üslupla aktaran Tan, Türk tarihinin zengin mirasını eserlerine ustalıkla taşımış ve okuyucusuna tarihî romanları keyifle okutan bir yazar olarak Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Turhan Tan’ın ölümünden sonra unutulan ve Türk yazın hayatından çekilen eserleri, Türk okuyucusunun özellikle son zamanlarda ilgisini çeken ve neredeyse güncelleşen konulara değinip ele aldığı dönemlere ışık tutmakta, günümüzdeki kimi tartışmalara cevaplar getirmektedir.

M. Turhan Tan
Gönülden Gönüle

M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır’da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı.
Babasının vefatı üzerine Sivas’ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul’a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerine Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa’nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay’ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan M. Turhan Tan’ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile birlikte tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini vermeye başladı. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…

ALPLAR VE ABDALLAR
Tam altı yüz sene evvel (728/1328) bir yaz sabahı, Bursa’dan Uludağ’a giden yol üzerinde üç kişinin sessizce yürümekte olduğu görülüyordu. Başlarında beyaz keçeden mamul ve kayık şeklinde kabartmalı sarıkla mestur külah, üstlerinde geniş ve uzun yenli kaftan bulunan bu üç arkadaş, boyunlarında birer kılıç ve ellerinde birer topuz taşıyorlardı. Yürüyüşlerinde bariz, çok bariz bir hususiyet vardı.
Bu hususiyet, adımların genişliğinden mi yoksa geometrik düzen ve ahenk içinde olunmasından mı doğuyordu? Burası tayin edilmemekle beraber onların önlerindeki mesafeyi sihrengiz bir surette kısalttıkları hissediliyordu. Herhangi bir piyade, onlara hempa olabilmek için ne yapıp yapıp koşmalıydı. Hâlbuki onlar koşmuyorlar, yürüyorlardı!
Bu yolcular taşıdıkları başlığın delaletiyle anlaşılıyordu ki Türk’tü. İki seneden beri o diyarı ellerine geçirmiş olan Türkler, göçebe Türkmenlerden temyiz olunabilmek için kırmızı keçe külahı bırakmışlar, beyaz külah giymeye başlamışlardı.
Bursa’dan çıkarılmış ve civar mahallelerde henüz ikamet eden Rumlar, sıra işleme (!) külah taşıyorlar, Türk’ün adil idaresinde para kazanmakla iştigal eden Yahudiler ise -Bizans imparatorlarına has olan- mavi renkte başlık ve pabuç kullanıyorlardı. Bununla birlikte şu yolcuların milliyeti, yüzlerinden, bakışlarından, silahlarının -kol gibi, bacak gibi tabii bir uzuv uygunluğuyla- bedenlerine yakışmasından ve adım atışlarından da belliydi. O tunç çehre, o keskin nazar, o sağlam adım ancak bir Türk’e yakışırdı.
Acaba bu sabah yolcuları, mesafeleri adım adım önlerinden kaçıran bu aslan yapılı ve aslan yürüyüşlü Türkler kimdi? İçindeki kapkara evlerle bir şehre benzemekten ziyade, kalesi haricindeki çadırlarla bir ordugâha benzeyen Bursa’dan böyle sabah erkenden çıkıp nereye gidiyorlardı?
Rumlardan bir harabe hâlinde alınan Bursa, henüz alındığı gibi duruyordu. Bugünkü yeşil ve güzel Bursa, o gün bir yığın enkazdan ibaretti.
Şimdi seve seve temaşa ettiğimiz yüzlerce evabid, henüz Türk’ün filizlenen hayalinde, filizlenen azminde bulunuyordu.
Çekirge’yle Bursa arasındaki şirin ve canfeza kaplıcalar; o boyu güzeller, gönlü ferahlar, hepsi -sıcak yaşlar döken birer çeşmi yetim gibi- sessizce kaynayıp gidiyordu.
Uludağ’a doğru uzanan yolun etrafında ve dağın etekleriyle üst taraflarında bugün görülen rengin buk’alar; insanlığın hayal gücünü geçmiş asırların kucağına sürükleyen abideler de yoktu. “Türk’e şehir içi zindan gelir.” misali Bursa’nın o günkü hâli düşünülürse yerinde darbolmuş gibiydi.
Acaba şu yolcular da şehrin kasvetli sükûnundan ve çadırların dar ufuklarından sıkılarak Uludağ’ın engin ve güzel yollarında bir gezinti mi yapmak istiyorlardı?
Yürüyüş ve hele o aralıksız sükût, üç arkadaşın gezinti için yola çıkmadıklarını açık açık gösteriyordu. Eğlenmeye gidenler, eğlenerek giderler! Bunlar, derin bir düşünce içinde yol alıyorlar, etrafa değil birbirlerinin yüzlerine bile bakmıyorlardı.
Bu sükûnetli ve heybetli, vakur yürüyüş, uzunca bir müddet devam etti; küme küme meşe, kestane, çam ve ceviz ağaçları sessizce geçildi. Ancak Pınarbaşı mevkisindedir ki üç yolcudan biri ansızın durdu:
“Konur.” dedi. “Abdalları nerede buluruz?”
Çatık kaşlı, sık ve parlak sakallı, son derece sağlam yapılı olan Konur, sert bir sesle şu mukabelede bulundu:
“Bre Koca! Sana yüz yol dedim, benim adımı babam Konur Alp koydu. Bana salt Konur denmez.”
Kıvrık burunlu, dolgun bıyıklı ve Konur gibi güçlü adaleli Akça Koca’nın gözlerinde belli belirsiz bir tebessüm parladı:
“Baban…” dedi. “Çayı görmeden paçayı sıvamış. Kanadın var mı yok mu anlamadan seni alplığa uçurmuş! Alplık, baba ağzından alınmaz, kılıçla alınır!”
“Ya benim kılıcım kör müdür, kesmez mi, eğri Horasan! Yalnız adına ilişiyorum.”
“Aygut Alp, Saltuk Alp, Hasan Alp, Turgut Alp, benden yaman kişiler miydi?”
“Onlar dünyadan el çektiler, gözlerini yumup göçtüler. Ölülere söz, horata olmaz.”
“Ya diri olsalar da seninle şurada yüz yüze gelseler, böyle ilgilenir miydin?”
“Doğru söyleyeyim mi? Onların alplığına Çalap bile hak verir. Sen de bir Saltuk ol, en önce ben elini öpeyim.”
Konur Alp, âdeta müteessir ve öfkeli, haykırdı:
“Benim ne eksiğim var? Gözümü budaktan mı sakındım, kâfir önünden yüz mü çevirdim? Sesimi işiten düşmanda can, yumruğu yiyen kişide derman mı kalır? Bana da alp denmezse kime denir?”
Akça Koca, sesindeki çelik ahengi bozmadan ağır ağır cevap verdi:
“Okla kaplan vurup kuyruğunu bileğine mi taktın, bir atımda yine okla gökten kuş düşürdün de başına sorguç mu geçirdin, kaleler yıkıp atının boynuna altın püskül mü astın? Bileğin boş, başın boş, atın çıplak!”
Konur Alp, bir hakikat ifade eden bu sözlerden son derece müteessir oldu, gözlerinde bulutlar uçuştu, alnı kırıştı, gayriihtiyari dört tarafına bakındı, sanki kahramanlığın şu geleneksel gerekliliklerini oracıkta elde etmek, ana karnında namzetlendiği alplığın zahirî noksanlarını da tamamlamak için vurulacak kaplan, düşürülecek kuş, yıkılacak kale arıyordu.
Akça Koca, silah arkadaşını lüzumu kadar kızdırdığını anladı ve gözlerinde gizlenen tebessümü bu sefer dudaklarına intikal ettirerek:
“Konur.” dedi. “Seni bağırtmak istiyorum da böyle takılıyorum. Yoksa en büyük Alplar bile senden üstün yaratılmadı. Bir alpın yüreği muhkem, kolu demir, atı yörük, yayı sağlam, kılıcı keskin, yurt sevgisi derin olur derler, atalarımızdan böyle işittik. Senin yüreğinden sağlam yüreği Allah nerede yarattı, şu pazıların eşini âdemoğlu nerede gördü? Atının çıkardığı toz bazen bulut olur da güneşi karartır. Kılıcından kan damlamadığını gören yok, yurdunu dinin kadar seversin, sana alp denmez de kime denir?”
Konur Alp’ın yüzü eski rengini aldı:
“Hele.” dedi. “Yüreğim yerine geldi. Lakin yalvarırım sana, bir daha böyle yârenlik etme, içim üzülüyor.”
Akça Koca yine takıldı:
“Sen de Alp’ım diye tepemizde çadır kurmaya kalkışma. Adın Alp olsun ama yine sen alçak gönüllü ol. Düşün ki el elden üstündür, ta arşa varınca!”
“Sen yanlış anlıyorsun Koca! Benim deyişim şu ki babamın koyduğu ada kir getirmiş olmayayım. Yoksa ben haddimi bilirim. Eski Alpların ellerinin eriştiği yere bizim oklarımız erişmiyor.”
O vakte kadar iki arkadaşın konuşmasını sessiz sessiz dinleyen üçüncü yolcu, bıyıklarını parmaklarıyla birkaç kere taradıktan sonra söze karıştı:
“Yaşa be Koca!” dedi. “Bizim Konur Amca’yı Alparslan yapıp çıkardın. Babaların kulağa üfürmesiyle insan alp oluyorsa yarın al, benden de sıra sıra Alpları!”
Konur bu müdahaleyi husumetle karşıladı:
“Hele sen sus! Sekiz-on alpın atını tımar etmeden söze karışma. Kundaktaki miyavlamaların hâlâ kulağımda!”
Akça Koca, kendi açtığı bahsin böyle bir mecraya dökülmesini hoş görmeyerek Konur Alp’ın sözünü kesti:
“Bre Abdurrahman.” dedi. “Konur Alp senin babanla silah arkadaşlığı yaptı, otuz yıl birlikte savaşa girdi. Senin ona takılman töreye uymaz. Küçük, küçüklüğünü; büyük, büyüklüğünü bilmeli. Ben ona takılıyorsam beşiğinin başında kımız içtiğim içindir.”
Abdurrahman mırıldandı:
“Haydi, iki koca el ele verin de beni çocuk yapıp çıkarın. Ata binen, kılıç kuşanan erkek, kimsenin küçüğü değildir. Öyle olmasa on beş senedir yanınızda işim ne?”
“Sana er değilsin demedik, çocuksun dedik!”
“İstersem benim de şimdi çocuğum olur, bana nasıl çocuk dersiniz?”
İki yaşlı Türk gülümsediler. Akça Koca:
“Hele!” dedi. “Tarlayı bul, başağını sonra devşir. Fakat şunu şimdiden bil ki alp yetiştiren tarlalar, Türkistan’da kaldı. Burada bol bol çavdar yetişiyor.”
Abdurrahman, pervasız cevap verdi:
“O, tohuma göredir. Ne ekersen onu biçersin.”
Yine Akça Koca mukabele etti:
“Demin adını andın, demek ki beğeniyorsun; bir tarla sahibi olursan, kolunu sıva, Yaradan’a sığın, bir Alparslan yetiştir. Ömrümüz olursa biz de görüp önünde eğilelim.”
Konur Alp:
“Canım.” dedi. “Alparslan’ın adını duymuş; onun neler yaptığını ne bilir ki?”
Abdurrahman saffetle itiraf etti:
“Doğru söyledin. O adamın adını duydum ama işini işitmedim. Rumlara iyi satır atmış diyorlar, daha ötesini bilmiyorum.”
Akça Koca, yanı başında yavaş yavaş bir irtifa ile yükselen dağa doğru gözlerini kaldırdı, mahzun bir sesle:
“Türk’ün…” dedi. “Binbir destanı var. Biri de Alparslan üstüne düzülmüş. Ne yazık ki onu Rum keferesi bizden daha iyi biliyor.”
Konur Alp hemen atıldı:
“Bilmezlerse ayıp, o destan Rumların derisine yazıldı.”
Akça Koca, yirminci asrın Dempseylerine parmak ısırtacak kadar güçlü olan yumruğunu Abdurrahman’ın omuzuna vurdu:
“Bre çocuk!” dedi. “Sözü neden buraya çevirdin de bana babamı, dedemi hatırlattın? Gözümün önünde şimdi onların güleç yüzleri uçuyor! Hey, dünya hey! Horasan’da doğ, Ahlat’ta öl! Dedem bunu rüyada görse inanmazdı. Babam da bizim aşiret çadır bozduktan, yurdunu yad ellere bırakıp yola çıktıktan sonra gözünü dünyaya açmış, beşiği at sırtı olmuş! Elifi elifine tam yüz yıl oluyor. Yüz yıl! Dile kolay ama bir de onu yaşayanlara sor. Her gün savaş, her gün boğuşma… Bu yüz yıl içinde babalarımızın şu dağlarda, şu ovalarda attıkları okları bir yere toplasan, içine gün girmez koca bir orman olur. Her neyse; babam da yeni yurtta durmadan didişti. Vurdu, vuruldu. En sonunda can verip gitti. Bakalım ben nerede uyuyacağım!”
Abdurrahman:
“Emmi.” dedi. “Sözü asıl sen sapıttın. Alparslan’ı anlatacaktın, deden için ağlamaya koyuldun.”
“Anlatayım oğul, anlatayım. Oğuz Destanı’nı nasıl bellemişsen bunu da öyle öğren, yüreğinde sakla!”
Şimdi Koca’nın sesi değişmiş, muhip bir tını hasıl etmişti, ağır ağır anlatıyordu:
“Her Türk bir alptır; Alparslan, alpların alpıdır. Bu adamın yaptığı işleri yeryüzünde kimse işlemedi. Atları gün doğan yerde çayırlarsa sürüleri gün batıda otlardı. Bir elini sağa, bir elini sola uzatmış, yeryüzünü sanki kucaklamıştı. Arap, onun önünde diz çökerdi. Acem, onun buyruğuyla yatar, kalkardı. Ulu Hakan’ın önüne en sonunda kim çıksa beğenirsin! Rumlar! Tavşanların aslana el kaldırdığı görülmemiş ama Rum sürüleri bu işe yeltendi. Büyük tekfur, on kere yüz bin çeri düzüp Hakan’la savaşa hazırlandı. O tekfurun adı Romanos’tur. Lafı uzatmayalım. Alparslan bu hazırlığı işitince güldü: ‘Sürgün avı çok yaptık, bir de sinek avlayalım!’ dedi. Tekfuru karşıladı. Ulu Hakan’ın bayrakları görünür görünmez tekfurun aklı başına geldi ama iş işten geçmişti. Kaçmakla değil uçmakla bile kurtulmaya imkân yoktu. Alparslan o derme çatma kâfir alayını görünce hemen yere sıçradı, atın kuyruğunu kendi eliyle kesti, zırhını çıkarıp beyazlar giyindi. Yayını, okunu atıp sade kılıç kuşandı, eline gürzünü aldı, tekfurun üzerine saldırdı. Yarım saat mi geçti, bir saat mi geçti, orası bilinmez ancak iki tarafın boğaz boğaza gelmesinden biraz sonra Rum askeri içinde tekfurdan maada sağ kişi kalmadı. O da Türk çerisinin çevrelediği ulu meydanda Ulu Hakan’ın ayağını öpüyordu!”[1 - Büyük Selçuk Hükümdarı Alparslan’la Bizans İmparatoru Romanos Diyojen arasındaki harbin tafsilatı Hammer tarihi tercümesinde (Cilt I, s. 59) vardır.]
Abdurrahman bilaihtiyar Akça Koca’nın sözünü keserek heyecanla sordu:
“Sonra?”
“Alparslan, Romanos’un ayağını yalamasına bir zaman ses çıkarmadı ve sonra ayağını hızla çekip tekfurun başına koydu, kendi yoldaşlarına bağırdı:
‘Bakın! Şu başa ve ona basan ayağa iyi bakın. Bundan geri, Türk’ün kuvvetli ayağı bu korkak kavmin başından kalkmayacaktır!’ İşte o gün bugün, Rum keferesi Türk’ün sillesini yer durur.”
Konur:
“Hey kurnaz Koca!” dedi. “Yine taşı gediğine koydun. Alparslan’ı anlatırken bana pay çıkardın. Öyleyse kulağını aç, sözümü belle: ‘Bir tekfurun başına da ben ayağımı koymazsam yuh bana!’ ”
Koca, ciddiyetini bozmadan cevap verdi:
“Dedim ya, her Türk bir alptır. Tekfurun dediklerini de boy boy, sürü sürü sözünü yerine getirmezsen benden yana da yuh sana!”
Yine yürümeye, kayın ağaçları arasından yukarıya doğru yükselmeye başlamışlardı. Oraya kadar bir kaplan çevikliğiyle yol alan kahramanlar, şimdi -süzüle süzüle bulutların fevkine yükselen- bir akbaba tavrı takınmışlar gibiydi.
Adım atışlarında bir uçuş, havayı dalgalandıran bir kanat darbesi seziliyordu. Ağaçların kademe kademe süslediği o dolambaçlı yol, bazen dikleşiyor, bazen düzleşiyor fakat yolcuların pervazındaki cazip ahenk hiçbir suretle bozulmuyordu.
Laleler, sümbüller, reyhanlar, güller, ağaçların köklerinde emin birer köşe bularak kokularını, çemenlerin yeşil göğüslerine akıtıyorlardı. Dağın eteğinden hafif bir nefes gibi çehrelere temas eden rüzgâr, buralarda sert bir ahenkle aralıksız nağmeler yaratıyor ve çemenlerin göğsünden topladığı kokuları avuç avuç fezaya savuruyordu.
Yolcular, ne ağaçların şurada -birbirlerine bir şeyler hikâye eder gibi- sarmaş dolaş durmalarına ne beride -yekdiğerine küskün gibi-dallarını kendi gövdelerine sarıp somurtmalarına ehemmiyet veriyorlardı. O renk renk ve boy boy çiçekler; o, daima raksan çemenlere hiç bakmıyorlardı. İri ve kuvvetli ağaçları titreten rüzgâr, onların tunç yüzlerinde bir buse tesiri bile uyandırmıyordu. Harp içinde doğmuş ve harp içinde yaşayıp büyümüş olan bu dilaverler, tabiatın şu zarif lakin zayıf cilvelerine kapılmaya tamamıyla ilgisizlerdi. Onların zevki harp, emeli ve hedefi harpti. Şimdi de dağın zirvesine doğru uçar gibi çıkarlarken zihinlerinde hep harp hatıraları dolaşıyor, gözlerinin önünde hep kanlı ve canlı sahneler oynaşıyordu. Bu hayalin ve bu temaşanın zevkini kaçırmamak içindir ki yine susmuşlar, birbirlerinin varlığını bile unutmuşlardı.
Sekiz yüz metrelik bir irtifa bu pervazımsı yürüyüşle kısa bir zaman içinde alınmış, Gazi Yaylası’na gelinmişti. Yolcular, basit bir yürüyüş yapmışlar gibi dinç ve tersizdi. En küçük bir yorgunluk bile hissetmedikleri yüzlerinden, heykelleşmiş vaziyetlerinden anlaşılıyordu.
Bilmeyiz ki aziz okuyucularım, şu tafsilatımda mübalağaya zahip olurlar mı? Bizim yürüyüşümüzü, adım atışımızı, dağlara tırmanışımızı, Akça Koca ve arkadaşlarının yahut o ayarda kahramanların meşyi muhibiyle, aslan gibi heybetli yürüyüşleriyle mukayese edersek aldanırız. Böyle bir mukayese, zaaf ile kuvveti hatta sükûn ile hareketi karşılaştırmak gibi bir şey olur. Şurası unutulmamalı ki fikrî hayat ve medeni anlayış itibarıyla ecdadımızdan ne kadar ileriysek bedenî nitelik ve hamasi tabiatlarımız itibarıyla da kendilerinden o kadar geriyiz. Bizim yorulduğumuz yerde o kudretli insanlar hatta terlemezlerdi.
Biz, kasıtlı olarak tafsilatımızla hep bu hakikati göstermek istiyoruz. Avrupa, öfkeli Roland’ın şarkılarını hâlâ bir yiğitlik destanı olarak anlatıyor. Roland kimdir ve ne yapmıştır? Bu sualin en doğru cevabı “Hiç!”tir. Şarlman’ın yeğeni olduğu bile henüz layıkıyla tevsik edilmeyen bu efsanevi adamın bıyığından kılıcına kadar her şeyi için bir neşide, bir şarkı vücuda getirilmiş ve bunlar on asırdan beri koca bir kavmin dilinde gezmekte bulunmuştur. Hâlbuki bizim alplarımız, bizim kahramanlarımız ne uydurmadır ne hayal ürünüdür! Kocaeli vilayetimiz, Akça Koca’nın ölümsüz bir heykeli hâlinde yanı başımızda duruyor. Daha düne kadar Abdurrahman Gazi’nin ismini taşıyan Kartal kazası, o büyük kahramanın birçok hatıratını köylerinde muhafaza ediyor. Bizim için onların yüksek hareketlerini ispat etmek değil, o hareketlerin bu asırda da milletimize şeref getirecek kısımlarını yapmaya çalışmak lazımdır.
Şimdi hikâyemize geri dönüyoruz. Kesif bir kestaneliğin yanı başında dalgalana dalgalana uzanan yayla, açık bir tarih sayfası gibi yolcuların gözlerini cezbetti. Üçü de orada yakın, çok yakın bir mazinin rengin safhalarını okumak ısrarına kapıldı.
Evet; Akça Koca’nın “Her biri bir alptır.” dediği Türklerin şu yeni yurda geldikleri günden beri ele geçirmek için en çok uğraştıkları şehir, “Bursa” olmuştu. Aktemir’le Balaban, tam on sene bu büyük kalenin önünde çarpışmışlardı. Akça Koca, Konur Alp hatta onlara nispetle pek genç bulunmasına rağmen Abdurrahman, birçok defa şiddetli çarpışmalara iştirak etmişti. Atranus’un düşmesinden sonra Bursa’yı ne yapıp yapıp almak azmiyle Uludağ’da toplandıkları zaman işte bu yaylada şehrin krokisi çizilmiş, hücum noktaları tespit olunmuştu. Mevkinin Gazi Yaylası unvanını alması da alpların oradaki şu içtimasından ileri gelmişti:
Üç yolcu, iki buçuk sene evveline ait olan şu hatırayı yaylanın dalgalı sinesinde satır satır ve aynı hassasiyetle okumuşlardı. Akça Koca derin derin içini çekerek gür sesiyle hayale dalmış arkadaşlarını ikaz etti:
“Geçmişi bırakalım da geleceği düşünelim. Küffar elinde dağ da çok, bağ da. Bizim borcumuz o bağların üzümünü yemek, o dağların her birinde bir Gazi Yaylası yaratmak.”
Ve müteakiben Konur Alp’a sordu: “Hani ya alp, babalardan kimse yok!” “Belki Bakacak’tadırlar.”
“Yücelelim mi?”
“Hemen.”
“Haydi!”
Hep o mühip yürüyüşle Bakacak’a doğru yürüyorlardı. Yine sessiz, yine vakurlardı. Sobran mevkisini durmadan geçtiler. Şimdi dağ; laleler, sümbüller, reyhanlarla dopdolu görünüyordu. Yol, uzun bir çiçek demeti hâlindeydi. Yol, dağın eteğinde cilvekâr hatlar çizerek sağa-sola atılacak olan deli çaylar; alişirler, nilüferler bu uzun ve çok rengin demetin sinesinde beyaz birer iz resmederek aşağı doğru bazen sakin, bazen pür enin koşuyorlardı.
Dağın irtifası, yolcuların ayakları altında mahsus bir hürmetle alçala alçala Bakacak göründü.
Zirveye hailsiz bakılabilmeye müsait bulunduğu için Bakacak namını alan kaya, bizatihi temaşaya değerdi. Gazi Yaylası’ndan, Sobran’dan beri tatlı bir kesafet ve aralıksız bir imtidat içinde toprağı süsleyen o payansız dağ çiçekleri bu kayanın eteğinde birdenbire kesilir ve Uludağ burada ansızın çıplaklaşır. Nazarı hayal, bu yalçın kayada tuhaf bir galatı rüyete uğrar, dağın zirvesinden nasılsa sukut eden ilk devrei arz fiilinden birinin hortumunun taş hâlinde oraya asılmış, kalmış olduğuna zahip olur.
Bu kayanın etrafındaki serbülent kayalar da garip garip şekiller gösterir. Kimi gemiye, kimi kartala, kimi bir başka hayvana benzer!
Üç yolcu, Bakacak’ta etrafı gözlemeye zaman bulmadan karşılarına bir adam dikildi.
Beline kadar uzanan gümrah saçlarıyla göğsünü örten siyah sakallı, lime lime ve parça parça hırkasından daha evvel celbi nazar eden bu adamın başı açık, ayakları da çıplaktı. Bakışında öyle bir ciddiyet, o bir kucak sakalıyla o uzun saçında ve çıplak ayaklarında o derece bariz bir temizlik vardı ki görenlerin vehleten sevgiye yakın bir duygu hasıl etmemesi ve hele o perişan kıyafetle eğlenmek meylinden uzak kalmaması mümkün değildi.
Bu, meşhur Abdal Murat’tı. Bilahare Yalova’nın fethinde Türk muhariplerine rehberlik ettiği görülen Murat, temizliğe fartı itinasıyla saç ve sakalının gümrahlığıyla şöhret olduğu kadar taşıdığı kılıçla da ünlü idi. Tahtadan fakat dört arşın uzunluğunda bir iki kılıç ki beşiklerinin kenarı kılıç demirinden yapılan, emeklemeden kurtulur kurtulmaz kılıç taşımaya başlayan Alplar bile bu tahta parenin kıymetine gıpta ederlerdi. İstanbul yolunu kendilerine açmak, milletlerinin bayrağını tarihin o güne kadar hiçbir kavim için kaydetmediği ülkelere, kıtalara, gözle görülmeyen noktalara götürmek azmiyle yıllardan beri kılıç sallayan Türk muharipleri bu tahta kılıcın en sağlam demirleri bile keseceğine inanıyorlardı.
Ancak o uzun tahtanın Abdal Murat’ın bileğine merbut oldukça bu kıymeti ve ehemmiyeti aldığını da bilirlerdi.
Üç arkadaş; bir elinde ölü ve pek iri iki yılan, boynunda şanlı tahta kılıç, önlerine çıkan Abdal Murat’ı görünce hemen koşmuşlar, sağ elini öpmüşlerdi. Alpların o ele eğilmeleri, bulutların yüksek bir ağaca süzülmeleri gibi ulviydi. Dik doğmuş ve dik yaşamış olan bu üç baş; Abdal Murat’ın eline doğru eğilirken irtifalarından, azametlerinden bir zerre kaybetmiyorlar, yine birer bulut gibi muhteşem görünüyorlardı.
Üç arkadaş sırasıyla ve aynı samimiyetle acayip adamın elini öptükten sonra Akça Koca:
“Erenler!” dedi. “Sizi görmeye geldik. Duğlu Baba’yı. Geyikli Dede’yi, Abdal Musa’yı da görmek dileriz. Danışacak işimiz var.”
Abdal Murat, berrak ve son derece munis bir sesle:
“Alplarla Abdallar…” dedi. “Kurultay mı yapacak? O hâlde Duğlu’ya gün doğdu demek. Çanağını, çömleğini dizer, bize yollu yolunca bir şölen verir.”[2 - Kurultay malumdur. Şölen, umumi ziyafet demektir. Millî mahiyetteki büyük av merasimine “sığır”, matemli toplanmalara “yuğ” derlerdi.]
Ve sonra eliyle yolu işaret ederek ilave etti:
“İşte kendisi de iniyor. Sürüsünü kaynaklarda suvarmayı (sulamayı) sever!”
Gerçekte de insanlar arasında Tavlı Baba diye anılan Duğlu Baba, yukarıdan geliyordu. Bu geliş, Abdal Murat’ın orada görünüşünden daha nazarrübaydı. Beli eskimiş bir kuşakla sıkıştırılmış, uzun bir gömlekten başka üzerinde hiçbir şey bulunmayan Duğlu, güzel bir ineğe binmiş, kucağına da bir sevimli buzağı almıştı.
Süvar olduğu hayvan, rakibini incitmemek ister gibi itinalı adımlarla yürüyor, dört-beş ineğe de kılavuzluk ediyordu.
Duğlu, hürmetkâr bir kafileyi müridan önünde veya bir cemiyeti ihvan başında yürür gibi sevinçli ve güler yüzlüydü. Üç silahşorla Abdal Murat’ın önüne gelir gelmez:
“Dur evlat!” dedi.
Ve emre hemen itaat eden inekten inerek bekleyenlerin yanına geldi:
“Merhaba aziz, merhaba balalar!”
Aziz kelimesi, Abdal Murat’a ait ve çocuk manasında kullanılan bala kelimesi de alplara aitti. Boylu poslu endamına, çelik sertliğindeki vücuduna, saçında, sakalında tek bir ak kıl görünmemesine rağmen yaşı hayli geçkin olan Akça Koca, bu iltifata karşı gülmekten nefsini menedemedi. Yarım bir kahkahayla:
“Merhaba Duğlu Baba.” dedi. “Elini öpmeye geldik.”
Silahşorlar, biraz evvel Murat’a yaptıkları gibi şimdi de Duğlu’nun elini öpüyorlardı. O, hakiki bir baba vakarıyla bu riyasız ihtiramı kabul etti ve hemen rakip olduğu (bindiği) ineğin beline asılı heybeden bir çanak ve bir de ibrik çıkardı.
İptida Abdal Murat’a, müteakiben yaş sırasıyla üç silahşora birer ayran sundu. Murat, o gün öldürmüş olduğu iri yılanları şöyle bir tarafa atıp sunulan ayranı bir hamlede içmiş ve Duğlu’ya hitap etmişti:
“Geçmişlerinin canına değsin ama ayranı tamam harcetme. Birazdan bize şölen vereceksin.”
Duğlu, çanağını tekrar doldurup Akça Koca’ya uzatırken gözlerini de sorarcasına Abdal Murat’a çevirdi. Bu sessiz istizahı bittabi anlayan Murat, kısaca latifesini izah etti:
“Şu üç yiğit bizimle konuşmak isterler, dört abdal, üç alp birleşince bir kurultay olur. Sonunda da elbet şölen verilir.”
Duğlu, kemali ciddiyetle cevap verdi:
“Şöleni ineklerim verecek. Yaradana hamdolsun. Onların yürekleri gani, cicikleri (memeleri) dolu!”
Akça Koca bahse karışarak sordu:
“Ya Abdal Musa’yla Geyikli Baba’yı nerede buluruz?”
“Ahi Musa, balıklarla haşrü neşr olur gider, Kırkpınar’dan ayrılmaz. Öbürü daha yüksektedir, geyiklerine ot yerine kar yedirir!”
Duğlu Baba, şimdi ineklerini terhis ediyordu. Parmağıyla verdiği bir işaret, altı hayvanı harekete geçirmiş ve gösterilen istikamette dörtnala koşturmuştu. Kucağında taşıdığı buzağı da aynı hızla kafilenin ardından gidiyordu.
Duğlu, bu hüneriyle daima övünürdü. Hayvanlarını anlamak, bir insan derecesine yükseltmekten büyük bir neşe, daimî bir sevinç duyuyordu. O, bütün ruh sahiplerinin meratibi mütehalife dairesinde kabili terbiye olduğuna inanmıştı. Terbiye görmeyen, idraki tenmiye edilmeyen insanları, hassasiyetçe yükseltilen hayvanlardan aşağı tutardı ve tabiatın zulmüne uğradıkları kanaatiyle kendi hayvanlarına insanlardan daha fazla bağlıydı. Onları bir işaretle yeme, suya ve uykuya sevk edebilmekle fıtratın buhlünü tamir ettiğine inanırdı.
Duğlu’nun bu yoldaki sayini, didinmesini Ahu Baba’ya karşı rekabet suretinde de sayanlar vardı. Hâlbuki Uludağ’ı meva ittihaz eden bu iki aziz, hayvanları insanlara takrip vadisinde hemmeslek olsalar bile yekdiğerine rakip tanınmaktan çok uzak bulunuyorlardı.
Her ikisi de derin bir feragati nefs içinde yaşadıkları için ruhen cüce yaratılanlara has olan kıskançlık gibi duygulardan tamamen yoksun yaşıyorlardı. Zaten hayvanlara muhabbet ciheti bertaraf olunursa, Duğlu’yla Geyikli arasında büyük bir meşrep farkı vardı. Duğlu, harp işlerine sade duayla ve harbin kızgın demlerinde muhariplere ayran dağıtmak suretiyle iştirak ederdi. Geyikli’yse bizzat muharipti. Beslediği geyiklerden birine bindiği gibi süvarilerin önüne düşer, düşman saflarını dehşet içinde bırakırdı.
Bu hakikati pekâlâ bilmekle beraber Abdal Murat, Duğlu’ya takıldı; ineklerin, aldıkları işarete ittiba ederek aşağı doğru koşmaya başlamaları üzerine:
“Duğlu!” dedi. “Ahu Baba şu kerameti görse imrenirdi. Dağ sığırını adam etmiş bırakmışsın.”
Duğlu, ciddi bir lisanla cevap verdi:
“Sığırı adama çevirmekten ne çıkar! Kendim adam olmalıyım. Hâlâ nefsimi körletemedim. Aş kokusu alınca burnum uzuyor, eli ayağı düzgün bir nesne görsem gözüm ışılıyor!”
“Ya Ahu nicedir, acep ermiş midir yoksa o da senin gibi ham mıdır?”
“İçyüzünü Allah bilir ama mertebesi ali görünür.”
Abdal Murat da ciddileşti. Kendini bilmezlerin rakip sandığı şu iki ibadet ve feragat ehli adamdan birinin diğeri hakkındaki hüsnü şehadetinden duygulandı. Akça Koca’ya dönerek:
“Abdallar da…” dedi. “Alplar gibidir. Doğru görür, doğru duyar ve doğru söylerler. Yüreklerine ne toz konar ne kir bulaşır. İşte Duğlu kardeş de böyle. Hak önünde irkilmez, çekinmez, düşünmez, hemen boyun kırar.”
Ne Akça Koca ne arkadaşları, şimdiye kadar böyle bir tahlili nefse, tahlili ahlakiye lüzum görmemişlerdi: Abdal Murat’ın şu sözleri üzerine gayriihtiyari bir düşünce geçirmeye başlamışlardı. Evet; onlar da dedeleri, babaları ve bütün Türk muharipleri gibi kendilerinden yüksekleri, kendilerinden kuvvetli olanları kıskanmamışlar, doğruluktan zerre kadar inhiraf etmemişler, yalan söylememişler, hiçbir yerde ve hiçbir sebeple ikiyüzlülük göstermemişlerdi.
Hâlbuki içine düştükleri yeni muhit, sık sık temas ettikleri halk, baştan başa kötüydü. Bu kanı bozuk halkın küçükleri, kendilerinden büyük olanların küçülmesine, zelil olmasına çalışıyorlar, büyükler de küçüklerin bir kat daha küçülmesi, yerlerde -aç ve çıplak- sürünmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Üç silahşor, harp ede ede dolaştıkları yerlerde neler, ne iğrenç rezaletler görmüşlerdi! Şimdi o müşahedelerini tahattur ederek insanlık namı hesabına sıkılıyor ve müttehit bir lisanı ruhla dua ediyorlardı:
“Ya Rab! Oğullarımızı, torunlarımızı bizim gibi temiz yaşat. Şu dilli solucanların kiri onların diline, eline ve yüreğine bulaşmasın!”
Abdal Murat, açtığı bahsin ika ettiği tesiri ruhiyi gördü. Akça Koca’nın omzuna elini koyarak:
“Koca.” dedi. “Geniş ol! Türk kanı ne sulanır ne bulanır. Onun kaynağı, yedi kat göğün de üstündedir. Hele biz yürüyelim.”
Beş Türk, Bakacak’tan ayrılırken, yükseklerden yere bakan kartallar gibi ufkun enginliğine göz gezdirdiler. Manzara cidden muhipti. Cenupta Kütahya, şarkta Söğüt dağları, garpta Gelibolu’ya kadar Boğaz ve İstanbul görünüyordu. Onlar ne şarka ne cenuba göz kaydırmayarak geniş bir tülbent gibi uzanan İstanbul Boğazı’na ve bir altın külçe gibi pırıldayan büyük şehre bakıyorlardı.
Uludağ’ın bu noktasından, bir adımda geçilecek gibi dar ve üzerinde uzanılıp yatılabilecekmiş gibi durgun görünen Boğaz iki abdalla üç alpın gözlerinde kuvvetli parıltılar yaratıyordu. Şuradan, şu yüksek noktadan uçmak, o sakin denizi bir hamlede geçmek, beyaz sarıklarına kendi kanlarından bir hilal işleyerek o nadide bayrağı, yıkılmaz bir zafer nişanı hâlinde büyük şehrin ortasına dikmek için içlerinde yakıcı bir arzu duyuyorlardı.
Alplar da Abdallar da bu arzunun heyecanı altında yürüyerek yükseldiler. Kırkpınar mevkisine geldiler. Yer yer kaynaklar, dağın bu en dilfirip noktasında birer elmas benek gibi yayılıyor, kıvrak ve berrak dereler, hâkî kehkeşanlar hâlinde ve seyyal bir iltima[3 - Parıldama.] içinde akıp gidiyorlardı.
Duğlu, keskin gözleriyle ta uzaktan tanıdı:
“İşte!” dedi. “Ahi Musa, belli ki balıklara testere zikri öğretiyor.”[4 - Testere zikri, zikri erre, zikri minşarî- denilen tarzı tehlil. Yesevi tarikatına has olan bir şekildir. Ahmet Yesevi bu tarikatın piri ve ilk Türk mutasavvıfıdır. Bizim abdallar hep o tarikat mensuplarıydı.]
Hakikaten de Abdal Musa, bir dere kenarında yüzükoyun uzanarak balıklarla meşgul bulunuyordu. İki çömez, mihrap önündelermiş gibi abdalın arkasında diz üstü oturarak derin bir murakabe geçiriyorlardı. Üçü de o derece mütefekkir ve kendi meşgale veya düşüncelerine o mertebe murtabıt bulunuyorlardı ki beş Türk’ün yanlarına yaklaştıklarından haberdar olmamışlardı.
Abdal Murat, sekiz-on adım uzaktan kuvvetli kuvvetli öksürdü:
“Öhö, öhö!”
Abdal Musa ve çömezlerde hareket görülmedi, güya uyuyorlardı. Bu sefer Duğlu seslendi:
“Merhaba erenler, merhaba su palazları!”
Abdal Musa, yattığı yerden başını çevirdi ve gülümsedi:
“Oo… Hoş geldiniz, safa getirdiniz. Ehlen ve sehlen!”
Çömezler hemen kalktılar, ellerini çıplak göğüslerine koydular, derin bir tavrı ihtiram aldılar. Akça Koca’yla iki arkadaşı, Murat’la, Duğlu’ya yaptıkları gibi Abdal Murat’ın da önüne diz çöküp elini öptüler. Diğer iki abdal, kendilerinden mertebeten ali gördükleri Baba Musa’ya aynı suretle arzı hürmet ediyorlardı.
Kırkpınar sularında nihayetsiz bir mülahaza mevzusu bulan; kaynakların mütevali ter taneleri gibi toprağın pinhan mesamatından zerre zerre çıkışında hilkatin binbir sırrını sezen, alabalıkların sersem bir ok gibi ileri geri oynayışlarında, aşağı yukarı çıkıp inişlerinde kudreti fatıranın rengin inceliklerini gören bu filozof mizaçlı dede, alplarla Abdalların el ele verip yanına gelmelerindeki sebebi anlamak ister gibi bir müddet düşündü, iptida alpların yüzüne baktı:
“Burada savaş yok. Alplarla Abdallar neden birleşiyor?”
Akça Koca cevap verdi:
“Bizim bir kaygımız var. Sizinle hâlleşip kendimize yol çizmek isteriz. İzninle Geyikli’yi de bulalım, önünüzde yüreğimizi açalım.”
“Ha, anladım. Sofranın ayağı aksamasın diyorsunuz, Geyikli’yi de istiyorsunuz. O, Karlık’ta!”
Akça Koca, Murat’la Duğlu’ya baktı. Onlar, bulundukları yerden kendilerine iltihak etmekte tereddüt etmemişlerdi.
Biri o günkü gazasının mahsulü olan yılanları atarak, öbürü hayvancıklarına ruhsat vererek dağın şu yüksek yerine kadar gelmişlerdi.
Abdal Musa, fartı vekar ile müştehirdi. Ne emir ne şehriyar tanırdı. Feleğe boyun eğmez, hiçbir devletliye ehemmiyet vermezdi. Yalnız alplarla -harp oldukça- selamlaşır, Abdallarla da tesadüf ettikçe bir nebze konuşurdu. Gazaya gitmediği zamanlar Kırkpınar balıklarından dersi hikmet alırdı.
Böyle bir adamı; şu kapısız, bacasız, altı çemen, üstü gök olan hücrei itikâfından kaldırmak hayli müşküldü. Birlikte Geyikli’nin yanına gitmek mi yoksa Geyikli’yi ona davet ettirmek mi münasipti?
Akça Koca, bu husustaki tereddüdünü bir bakışla Abdal Murat’a anlattı, o da bir göz işaretiyle sükût tavsiye ettikten sonra tahta kılıcına dayanarak:
“Ya Musa!” dedi. “Bize ‘buyur’ etmedin. Yoksa gelişimiz hoşuna mı gitmedi?”
Abdal Musa, sitemkâr bir lisanla:
“Haşa.” dedi. “Başım üstünde yeriniz var. Lakin buyur diyecek yerimiz yok. Bastığın yeşil kilime oturmak için benden izin mi bekliyorsunuz?”
Abdal Musa bu sözü söylerken ratıp çemenleri işaret ediyor ve henüz ayakta duran beş misafiri, oturmakta teahhur gösterdiklerinden dolayı tahtie etmiş oluyordu. Misafirler, bu ihtar üzerine onun etrafına çevrelendiler ve Abdal Murat bahsi tazeledi:
“Şu yiğitler, bizimle görüşmek istiyorlar. Geyikli bulunmazsa meclis tamam olmaz. Onu bulmak için Karlık’a yücelsek nice olur?”
Abdal Musa biraz düşündü:
“Ahu.” dedi. “Alçak gönüllüdür. Üç alpla üç abdalı ayağına götürmez, kendi lütfedip gelir.”
Ve cevap beklemeden çömezlerden birine emir verdi:
“Şurada kor vardı, biraz getirin.”
Ekmek tabhı için yakılan kömürden üç kızıl parça, iki dakika sonra abdalın önüne getirildi. Koca Musa, hırkasının bir tarafından bir avuç pamuk çıkardı, bir taş parçası üstünde getirilmiş olan ateş parçalarını pamuğun içinde koyarak çömezin diline tutuşturdu:
“Bunu Karlık’a iletin, Ahu Baba’ya verin. Cevap verirse getirin, kendi gelirse ardında yürüyün.”[5 - Müverrih Hammer de bu hadiseyi Abdal Murat gibi tefsir ediyor ve aynen şu satırları yazıyor: “Abdal Musa pamukla ateş toplatmıştır. Bu hâl onun kuvvet ve hilimden ibaret iki hassai hakîmesine bir telmihi serairengizidir.” (Türkçe tercümesi, C. I., s. 161)Hammer’in tevilinde ve tefsirinde isabet olmadığı biraz sonra anlaşılacaktır.]
Duğlu ile Murat mütebessim, Akça Koca ve arkadaşları mütehayyirdi. O kıpkızıl ateşin pamuğu yakmaması muharipleri hayret içinde bırakmıştı, Abdal Murat’ın tahta kılıçla gösteregeldiği marifetler, şu keramet yanında pek kuru kalıyordu; suyun ateşi söndürmemesi, ateşin de pamuğu yakmaması âdeten muhal olduğuna göre Abdal Musa pek parlak bir hüner göstermiş oluyordu.
Alplar, bu akıl alıcı manzarı irfan önünde küçüldüklerini hissediyorlardı. Onlar; ne dağların heybetli irtifasından ne suların öldürücü dalgalarından ne kalelerden akıtılan kızgın ateşlerden ne zehirli oklardan ne keskin kılıçlardan korkarlardı. Lakin suyun boğacağını, zehrin öldüreceğini, okun deleceğini, kılıcın parçalayacağını, ateşin de yakacağını bilirlerdi.
Ömürlerinde görmedikleri ve işitmedikleri bir hâl olmak üzere, ateşin yakmak, pamuğun da yanmak kabiliyet ve hasiyetini kaybettiğine şahit oluyorlardı. Bu harikai marifet hepsini lal etmiş, ebkem etmişti.
Fakat Abdal Musa, kayıtsızdı. Yaptığı iş alelade bir şeymiş gibi sakindi. Muharipler, onun mütevazıyane sükûnetinden bilhassa mütehayyir oluyorlardı. Başka biri bu işi yapsa gururundan ağzı kulaklarına varır, kendisini takdir ettirmek için bakışıyla herkesi zorlardı. Baba Musa, hiç de oralarda değildi, ne çalım satıyor ne göz süzüyordu.
Muharipleri düşündüren bir nokta daha vardı. Pamuk içindeki ateş, acaba neye delalet ediyordu. Revişi hâle göre Abdal Musa, Geyikli Dede’ye mektup göndermiş oluyordu. Bu garip mektubun meali neydi?
Şu müşahede, alplarla abdallar arasında bir ayrılık daha tespit ediyordu. Alplar, yekdiğerine bu şekilde haber salmaz, salamazlardı. Onlar, düpedüz konuşurlar, anlaşırlardı. Abdallar ise işte başka bir lisan kullanıyorlardı.
Üç muharip, birbirinin yüzüne hayran hayran bakarlarken Abdal Murat:
“Yiğitler!” dedi. “Şaşmayın. Buna dede dili derler, anlayana ne mutlu!”
Abdurrahman dayanamadı:
“Doğrusu ya, biz anlamadık. Acep siz anladınız mı?”
“Biraz!”
“Bize de anlatsanız!”
“Anlatayım: Ateş kuvvettir. Pamuk, yumuşaklıktır. Benim anlayışım doğruysa Ahi Musa, yerinde coşmayı, yerinde susmayı bildiğini söylüyor.”
“Ne çıktı bundan?”
“Onu Geyikli anlar.”
Duğlu, hiçbir şey ifade etmeyen bu tefsir üzerine söze karıştı:
“Attın Koca Murat, attın. Alpları da kandıracaktın. Dede dilini sen bu kadar mı anlarsın!”
Abdal Murat kızmadı:
“Haydi ben yanlış anlamış olayım. Doğrusunu sen söyle.”
Duğlu, kemali ciddiyetle:
“Onu…” dedi. “Ahi Musa bilir!”
Abdal Murat bilaihtiyar güldü:
“Vay ayrancı, vay!” dedi. “Bu akılla mı kervana katılıyorsun? Deredeki balıklar da ancak bu cevabı verir. Ferasetin şu dağdan bile yüksekmiş. Aklınla yaşa.”
Abdal Musa, kendi eseri irfanı hakkındaki münakaşayı işitemiyor gibiydi. Gözlerini yere eğmiş, yün hırkası içinde büzülmüş, düşünüyordu. Abdal Murat’ın iri sesle konuşmaya başlaması üzerine tahayyülatından ayrıldı:
“Bizim çömez.” dedi. “Keklik gibi seker. Neredeyse Karlık’a varmıştır.”
Karlık, malum olduğu üzere Uludağ’ın zirvesini teşkil eden iki sivri tepenin eteğidir. Kırkpınar mevkisi (1800), Karlık (2000) metre irtifadadır. Yaz mevsimleri Bursa’ya kar taşıyan katırlar, buraya kadar gelirler ve hamulelerini bu mürtefi noktadan tedarik ederler. Kırkpınar’dan Karlık’a kadar uzanan mesafe çıplak bir irtifadan ibarettir. Dağın eteğini seyyal bir şerit, oynak bir zincir hâlinde çevçeveleyen Agraslar, Karaoğlanlar, Deliçaylar hep Kırkpınar’dan nebean eder. Karlık’a doğru çıkıldıkça ne çimen ne su görünür. Tedricî bir fazlalıkla yalnız kar kümelerine tesadüf olunur. Yamaçlarında seksen kadar küçük mağara vardır. Vaktiyle İstanbul keşişleri tarafından hücrei riya, hücrei cer olarak kullanılan bu irili ufaklı kaya kovukları Keşiş Dağı’nın Türk elinde ihtidasından sonra kar mahzeni hâline ifrağ edilmişlerdir.
Geyikli Baba, işte bu 2000 metre irtifada bulunuyordu ve Abdal Musa’nın garip davetnamesini orada alacaktı.
Ateşle pamuğu, bir hamlei marifetle imtizaç ettiren Baba Musa, çömezinin seriüsseyr olduğunu söylemekte yanılmamıştı. Alplarla Abdallar gönderilen davetnamenin meali hakkında henüz bir fikri salim edinemeden ve aralarında uzun boylu muhavere cereyan etmeden çömez göründü. Hızlı adımlarla çıplak kayalardan sekerek iniyor ve elinde bir toprak kâse taşıyordu. Çömez, Baba Musa ile misafirlerin oturdukları yere gelince derin bir rükû hareketi yaptı ve elindeki çanağı Abdal Musa’ya uzattı. Çanak, yarısına kadar süt doluydu.
Alpların da iki Abdalın da gözleri dört açıldı. Hayran hayran Geyikli Dede’nin gönderdiği cevaba bakıyorlardı. Gelen cevap da giden mektup gibi tuhaftı. Pamuk içindeki ateşe karşı yarım çanak süt! Mektup çapraşık bir lügat; cevap karışık bir muammaydı.
Abdal Musa, zirveden gelen süte şöyle bir baktıktan sonra:
“Duğlu!” dedi. “Sen sütten iyi anlarsın. Bu ne sütü?”
Ayrancı Baba çanağı aldı, içindeki mayiye göz gezdirmekle beraber burnunu da yaklaştırarak kokladı ve cevap verdi:
“Halis geyik sütü.”
Abdal Musa, bu cevap üzerine bir nebze düşündü ve müteakiben yerinden fırladı:
“Koca Ahu!” dedi. “Bizi haptetti. Kalkın yanına gidelim, gönlünü alıp buraya getirelim.”
İki abdalla üç alp, Baba Musa’ya imtisalen kalktılar, zirve istikametinden yürümeye başladılar. Kırkpınar’daki lâyezal yeşillikle zirvede ve eteklerinde görünen kar, tabiatın rengin bir cilvei tezadı, şuh bir melabei sanatı gibiydi. Yerde, gökte durmadan işleyen o gizli el, burada da zıt işler yapmış, ötede yeşil ve dilrüba bir sahne vücuda getirirken beride beyaz ve soğuk bir köşe resmetmişti.
Altı yoldaş, manzaradaki tahavvüle lakayıt zirveye tırmanıyorlardı. Kuytu yerlerde beyaz bir bohçaya, yamaçlarda lekesiz bir perdeye benzeyen karlar, hiçbirini alakadar etmiyordu. Abdal Musa’dan maadası Geyikli’ye giden mektupla onun gönderdiği cevabın mefhumunu düşünmekle meşgul bulunuyordu.
Abdal Murat, yolun yarısında dayanamadı:
“Hoş gör ya Musa!” dedi. “Bu anlaşmayı biz anlamadık. Ne söyledin, ne söyledi?”
Marifetli ihtiyar, yegâne mameleki olan hırkasının göğsünü kavuşturdu:
“Anlaşılmayacak şey değil ama ağzımdan işitmek istiyorsunuz. O hâlde söyleyeyim. Ben pamuğa ateşi sarıp Geyikli’ye şaka yaptım, şu manayı anlattım: ‘Biz himmeti pir ile insanın ruhuna tahakküm ederiz. Ziyaretimize gelmek şanınıza noksan vermez.’ O bana geyik sütü göndermekle şu cevabı vermiş oldu: ‘Ben vahşi mahlukatı hükmüme ram eyledim, onların sütü ile gıdalanıyorum. Siz benim ziyaretime gelin!’ Zevilervaha ve bilhassa tab’an vahşi olanlara nüfuz etmek cemadata tahakkümden daha yüksek bir iş olduğu için Ahu Baba bizi ilzam etmiş oldu. O sebeple ayağına gidiyoruz.”[6 - Zübdetülvekayi – [Fatih] Millet Kütüphanesi- yazma nüsha bu hadiseyi aynen şöyle anlatıyor: “Bir cemre dâhiline ateşle pamuk koyup Geyikli Baba’ya göndermişler. O dahi bir kâseye bir miktar lebeni ham vazile cevap düzmüşler. Cemadı teshirden ahuyu ram eylemek müşkül ¡düğüne telmihtir.”Aynı tafsilatı Evliya Çelebi Seyahatnamesi (C. 2. s. 46) Güldestei Riyazi İrfan (s. 220) Şekaik tercümesi (s. 31) Tacüttevarih’de (C. 2, s. 401) de görüyoruz. Hammer, yalnız Neşri ile Âli’yi mehaz gösterir.]
Alplar, hakkalinsaf söylenirse, o muhabere ve şu muhavereden hiçbir şey anlamamışlardı. Onlarca, ateşi pamuğa sarmak bir hüner, geyik sütü sağmak ise alelade bir işti. Koluna güvenen, yerinde aslan sütü de sağabilirdi. İş, ateşi yakmaz bir hâle getirmekteydi. Binaenaleyh Abdal Musa’nın Geyikli’yi yüksek görmesi tuhaflarına gidiyordu. Ruh ve ruha nüfuz meselesi onların düşünmedikleri, düşünemedikleri şeylerdendi. Alplar, harbin silahla kazanılacağını, hastalığın ilaçla geçeceğini bilirler, kuru duaya kulak asmazlardı. Abdallara muhabbet ve hürmetleri onların bilgiçliklerinden, iyi gören ve iyi düşünebilen insanı kâmil olmalarından ileri geliyordu.
Doğrusu abdallar da birer cihangirdi. Kimi Horasan’dan, kimi İran’dan gelen bu zeki Türkler, uzun ömürlerinin her anını bir tecrübe ve bir müşahedei arifaneyle geçirdikleri için görüşlerinde isabet, reylerinde rezanet vardı. Taşıdıkları muharip ruhuyla muhite intibak ettikleri gibi zekâlarındaki yükseklik, tecrübelerindeki genişlikle de hem muhit oldukları insanların fevkinde yükseliyorlardı.
Alplar, işte bu saik altında olanlardan fikir alıyorlar ve onlara itimat besliyorlardı.
Musa Dede’nin gösterdiği hüneri beğenmekle beraber ona verilen manayı ihata edemiyorlardı. Şu kadar ki ince eleyip sık dokumaya da lüzum görmüyorlardı.
Abdal Murat’la Duğlu, bittabi alplar gibi düşünmüyorlardı. Onlar, Baba Musa’yla Geyikli arasındaki dervişane cilvenin inceliğini anlamışlar ve Geyikli’ye de hak vermişlerdi. Bütün hüneri, tahta kılıcıyla Rum kafası parçalamaya ve iri yılan öldürmeye inhisar eden Abdal Murat iki dedenin şu mücavebesine hayran ve Duğlu da aynı suretle gıptakârdı. Binaenaleyh Musa’nın verdiği izahatı dinledikten sonra her ikisi boyun kırarak mırıldanmışlardı:
“Geyikli haklı. Hepimiz elini öpsek yeri var.”
Ahu Baba, üç abdalla üç alpı, karlı bir sahada ve bir sürü geyik arasında kabul etti; elini öpenlerin omuzlarını okşayarak iltifatta bulundu ve içlerinden Abdal Musa’yı muhatap ittihaz ederek:
“Ne dersin ya Ahi!” dedi. “Nice demdir ararım, bir kar kurdu bulamadım.”
“Bir zayıf mahluk için bu zahmet neden?”
“Şu büyük suyu geçip karşı yakada mızrak parlatacak ilk yiğit için arıyorum.”
“Ne olacak?”
“Kurdu bir çanak kımıza koyacağım ve onu o yiğide sunacağım. Yeryüzünde kimse öyle bir kımız içmedi.”
“Tat mı verir?”
“Hayır; soğutur fakat Kevser gibi soğutur!”
Alplar yekdiğerinin yüzüne bakıştı. Geyikleri yerinde at, yerinde inek gibi kullanan, taşıdığı altmış okka sıkletindeki kılıçla, kütle kütle Rum halkının rüyasını yıldırımla dolu mahşerlere çeviren bu bahadır dedenin, uzun günlerini bir kar kurdu bulmak için şu soğuk tepede geçirmesine apaçık izharı hayret ediyorlardı. Mahaza, onun, bu bilgisi yüksek ve bileği çelik adamın o kurdu bir muharibe hediye vermek için araması da hoşlarına gidiyordu. Suyu Kevser gibi soğutacağını söyleyen şu kurt, bir nevi zafer mükâfatı oluyordu.
Alplar ani bir hâhişi ruh içinde o mükâfata nefislerini namzet yapıvermişlerdi. Üçünün de yüreği, büyük denizi geçen ilk yiğit olmak için titriyordu. Dünyada kimsenin içmediği o bir çanak kımızı içmekle, içebilmekle ünlerinin bir parça daha yükseleceğini düşünerek âdeta sabırsızlanıyorlardı.
Bir alp için bu, gayet tabiiydi. Harple zaferle alakadar olan her şey, onları tahrik ve tahriş ederdi. Şimdi de Geyikli Dede’nin kar kurdu ile soğutacağı kımıza imreniyorlardı. O şarabı millîyi, işitilmemiş şekilde soğutulmuş olarak ve hakkı zafer hâlinde içmek için İstanbul sahillerine geçmek mi lazımdı? Onlar, senelerden beri zaten bu emelle bikarar bulunuyorlardı. Bakacak’tan, birkaç saat evvel ayrılırken bile aynı hülyanın takatşiken tazyikini ruhlarında hissetmişlerdi. Bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün mutlaka bu işe teşebbüs edecekler, atlara yol vermeyen o durgun ve derin dereyi nasıl olsa geçeceklerdi.
Akça Koca ile arkadaşları bu düşünce ile bulundukları yerden Boğaz istikametine gözlerini çevirmişlerdi. Küme küme bulutlar, alaca renkli turna sürüleri gibi Bursa’nın üzerinde uçuşuyor, ufuktan uzaklaşmak isteyen güneşin göğsünden dökülen kıvrak hatlar, İstanbul’un ve Gelibolu’ya kadar Boğaz’ın üstünde oynaşıyordu. Cenuptaki Kütahya, şarktaki Söğüt Dağları, boyunlarını kaldırarak Boğaz’dan geçecek ilk Türk dilaverini güya seyre hazırlanıyordu.
Geyikli Baba, alpların bakışındaki ateşli iştahı, hasretengiz heyecanı anladı:
“İmrendiniz, değil mi?” dedi. “O hâlde ölmeye, çabuk kakırdamamaya bakın. Şu suyu aşın; karşıda at oynatın. O vakte dek ben de bir kar kurdu bulur, kımızı hazırlarım. Kevser’i yeryüzünden içmek daha tatlı olur!”
Duğlu sordu:
“Kar kurdunu çocukluktan beri duyar dururum. Lakin ne kendini gördüm ne bulanı tanıdım! Acemlerin Hüma’sı gibi bu da ismi var cismi yok bir şey olmasın?”
Geyikli, yüzünü ekşitti, o nadide kılıcını dizleri üstüne uzatarak ağır ağır cevap verdi:
“Ben boşuna mı çığlara parmak atıyorum. Kar kuyularını karıştırıyorum. Kurdun varlığına inanmasam onu bir yiğite adar mıyım?”
Duğlu, tarziyekâr bir sesle hemen atıldı:
“Celallenme kardeş!” dedi. “Sözümde dokunacak bir şey yok. Ben kar kurdu görmedim, göreni de görmedim. Öğreneyim diye sordum. Nicedir o mübarek?”
Alplar, muhavereyi can kulağıyla dinliyorlardı. Kurt, Türk’ün çok iyi tanıdığı bir hayvandı. Millî şarkılarda, millî destanlarda, bozkurdun ismi daima zikrolunurdu. Hatta kurdun millî hikâyelere bu kadar karışmış olmasına hürmeten Türkler, yemişlere ve ağaçlara musallat olan kurtlara böcek demeyi tercih ederlerdi. Atılgan, yerine göre hassa ve pençesine mutemet cesur bir mahlukun, bir kiraz tanesinin dar ve kapalı kucağında miskince tagaddi eden yahut bir ağaç kabuğunda yuva tutan cılız, renksiz ve kıymetsiz hayvancıklarla hemnam olmasını hoş görmezlerdi.
Bu nükteyi, birçok Türk’ten daha iyi bilen Geyikli’nin, kar yığınları arasında gayri meri ve hatta meçhul bir hayat yaşayan bir böceği kurt olarak tarif etmesi, ona müstesna bir mahiyet izafe ederek günlerce ele geçirmeye uğraşması ve hele onu en şerefli bir iş görecek olan bir Türk muharibine adaması meraklarını tahrik ettiğinden verilecek izahatı sabırsızlıkla bekliyorlardı.
Geyikli Dede, üç alpın ve üç abdalın bariz bir merak içinde kar kurdu için malumat beklediklerini görünce tatlı tatlı anlatmaya koyuldu:
“Aradığım kurt, Kudretullah’tan garip bir numunedir. Ulu Tanrı, o küçük mahluka ne süs ne kuvvet vermiştir. Bilseniz şaşarsınız. Bu kurdun esrarını ne Ebu Ali Sina ne Eflatun anladı. Gelip geçen hükema, ulema ve bütün dehriler (filozoflar) kar kurdunun bir âlem, akıllara hayret veren bir âlem olduğunu söylerler!”
Akça Koca esnedi. Diğer alplar da ellerini ağızlarına götürdüler. Abdal Murat:
“Görüyorsun ya Geyikli.” dedi. “Kar kurdu masalı uyku getiriyor. Ulemayı, hükemayı bırak da şu böcek nicedir, onu anlat.”
Geyikli, iri gözlerini hiddetle açtı ve derakap tehevvürünü yenerek mırıldandı:
“Men lem yezük, lem ya’rif!”
Duğlu, iki elini havaya kaldırarak bağırdı:
“Âmin!”
Abdallar gülüştü, alplar mütehayyirane bakıştı. Kar kurdu mevzusu bahsolunurken Geyikli’nin birdenbire dua okuması, Duğlu’nun âmin demesi ve sonra gülüşmeleri hayretlerini mucip oldu. Bu ağırbaşlı bilgiçler, bu çelik yürekli ihtiyarlar, dağ başında şakalaşmaya mı girişmişlerdi?
Abdal Murat, onları hayrette bırakmamak için anlatmaya lüzum gördü:
“Ben Geyikli’ye ‘Sözü kısa kes.’ dedim. O da gençliğinde ders görmüş ya, o günleri hatırladı, hocasından aldığını bize sattı, Arapça bizi azarladı.”
Akça Koca sordu:
“Ne dedi?”
“ ‘Sağır, davuldan ne anlar.’ dedi.”
“Ya Duğlu, niçin âmin okudu?”
“Türk meclisinde Arapça yakışmaz, demek istedi.”
Geyikli, altmış okkalık kılıcını, hafif bir sopa gibi sağdan sola çevirdi:
“Bu soğuk horata yeter.” dedi. “Dinleyecekseniz söyleyeyim yahut siz söyleyin ben dinleyeyim.”
Alplar bir ağızdan yalvardılar:
“Hele sen söyle!”
“Kar kurdu, bazı bilgiçlerin dediğine göre dut tırtılı (ipek böceği) gibi kırk ayaklıdır. Sırtında kırk benek vardır, her benek ayrı bir boyadadır. Böyle bir deri ne kaplanda ne yaban kedisinde ne de başka bir hayvanda görülmüştür. O çeşit çeşit beneklerin bu küçük cüssede parlaması akıllara şaşkınlık verir, gözleri kamaştırır.
Kurdun gözleri de acayiptir. Zümrüt taşı gibi yeşildir, pırıl pırıldır. Lakin bazen görülür, bazen görülmez. Var mıdır, yok mudur, fark edilmez. Ama vücudu gayet mevzundur.”
Akça Koca sordu:
“Bu hayvancık salt su mu soğutur?”
“Hayır! Onun hassaları çoktur. Suyu Kevser gibi soğutmasına gelinceye kadar daha neleri var neleri!”
“Söyleyin de biz dahi öğrenip şad olalım.”
“Bu kurdun en büyük hassası piri, civan etmesidir. Bir adam erkekliğini tüketse, amelden kalsa; bir hatun hayzü feyzden kesilip işe yaramaz olsa bu kurdu yemekle biemrillâh tazeleşirler, çiftleşmeye, döl alıp vermeye derman bulurlar. Gençler, kar kurdunu yeseler, pazıları çelik, bilekleri demir kesilir; kolları bükülmez, sırtları yere gelmez olur. Sizin anlayacağınız bu mübarek kurt değil, iksiri azamdır. Sönmüş yürekleri ateşlendirir, kurumuş kaynakları yeni baştan canlandırır. Onun gözleri keskinleştirdiği de rivayet olunur.”[7 - Evliya Çelebi merhum, bütün efsaneler gibi bu masala da inanmış görünmektedir. Seyahatname’sinde (C. 2. s. 46) böceğin evsafını bizim naklimiz gibi yazmaktadır.]
Abdal Murat gülümseyerek:
“Öyleyse.” dedi. “Pirin yardımcı, bahtın açık olsun. İnşallah bir değil, birkaç tane kar kurdu bulursun da birisini bizim Duğlu’ya verirsin. Aşağıda acı acı dert yanıyordu, akça pakça bir nesne görürse içine baygınlık geldiğini söylüyordu. Şu kurttan bir tane yutarsa civanlaşır, sürüsüne bakacak çobancıklar üretir!”
Geyikli:
“Sen eğlenegör.” dedi. “Ben bir kurt bulursam yapacağımı bilirim. Şimdi siz anlatın bakalım. Buraya niçin geldiniz?”
Bu suale Abdal Murat cevap verdi:
“Alçak gönüllülük edip bize yoldaş olursan Kırkpınar’a ineriz. Bir iki lokma alırız, sonra alpları dinleriz. Onlar tan yeri ağaralı taban tepip yürürler, bizimle dertleşmek isterler.”
Geyikli, yine Arapça bir muvafakat cümlesi savurdu:
“Allere’si vel’ayn!”
Duğlu da ayağa kalkarken mırıldandı:
“Âmin, âmin, âmin!”

ALPLARIN DERDİ
Ay, fezada dolaşmaktan yorulmuş da şânı âsümanisile mütenasip bir tevakkuf noktası arıyormuş gibi Uludağ’ın zirvesine yaklaşmış, o mualla noktada gümüş bir top gibi parlamaya başlamıştı. Şen ruhlu abdallar ve vakur alplar Dede Musa’nın misafiri sıfatıyla Kırkpınar’a inmişler, bir dere kenarına gelişigüzel oturmuşlardı. Çömezler, yeşil çimenler üstüne demet demet kül pidesi, bir çanak tereyağı ve bir külek taze bal koyarak mehtap altındaki kır sofrasını ikmal etmiş bulunuyorlardı. Geyikli Baba’nın sürüsündeki mevzun boyunlu, dilber bakışlı geyikler de uzandıkları yerde geviş getirerek o güzel sahneye tam bir dağ çeşnisi veriyorlardı.
Muhtasar lakin iştihaâver olan yemek yenilip buz gibi sular içildikten sonra o bezmin riyaset mevkisinde bulunan Geyikli Baba müzakereyi açtı:
“Dileğiniz nedir yiğitler? Kulağımız sizde.”
Akça Koca bir-iki öksürdü:
“Üçümüzün de tasası başka. Yaşça ben bunların büyüğüyüm. Önce kendi yüreğimdekini söyleyeyim: Ben yapılan işleri beğenmiyorum!”
Geyikli, Karlık’ta kar kurdu arayan ve bu muhayyel böcek hakkında yarı mizahi malumat veren latifeci adam vaziyetinden çıkmıştı. Gayet abus, bir hâkim gibi abus idi. Diğer abdallar da yüzlerine tunçtan bir örtü almış gibi ağır ve pür vekar bulunuyorlardı.
Akça Koca’nın sert ve müşteki bir sesle ortaya attığı mevzu üzerinde dört abdalın gözleri mütecessisane açıldı. Geyikli’nin ağzından mütehayyir bir sual fırladı:
“Neyi beğenmiyorsun ve niçin beğenmiyorsun?”
“Dili dilimize, dini dinimize uymayan ne idiği belirsiz çocuklardan çeri düzülmesini beğenmiyorum. Ha tavşandan tazı çıkarmak, ha Rum’dan çeri yapmak! Sonra ortada bir sürü ayrılışlar, büyüklükler, küçüklükler, karmakarışık işler var.”
“Peki bu işleri beğenmiyorsun. Ne yapmak diliyorsun?”
“İşin biçimsizliği işte orada ya! Hem beğenmiyorum hem ağız açamıyorum.”
“Neden açamıyorsun? Akça Koca’yı dinlemeyecek Türk yurdunda kulak mı var? Sen sesini çıkar, irili ufaklı herkes kulak kesilir.”
“Belki öyledir. Fakat benim görüşüm yanlışsa, bu çeri işi hayırlıysa o vakit ters söz söylemiş olmaz mıyım?”
“Demek ki Çandarlı’nın yaptıklarını hoş görmüyorsun.”
“Kendim için değil, bizden sonra gelecekler için hoş görmüyorum. Can çıkmadıkça huy değişmez derler. Ya kan değişir mi? Koca Çandarlı hiç oralarda değil. Her gün bir ‘yasa’ düzüyor. Başı büyüktür, bilgiçtir filan ama şu çeri işinde adımı ters attı sanıyorum. Aslan yuvasına böcek dolduruyorlar, yarın bizim çocuklarımız bunlarla nasıl bağdaşır?
Bu iş bana ağır geliyor. Sizin görüşünüz keskindir. Beni kandırın. İçimden şu üzüntü gitsin. Yarın öbür gün savaşa gideceğiz. Tanrı biliyor ya, şu çeri işini düşündükçe elim ayağım eksiliyor, isteğim azalıyor. Eğer benim görüşüm doğruysa söyleyin. Çandarlı’yla da Alettin’le de göğsümü gere gere karşılaşayım. Yaptıkları işi yine kendilerine bozdurayım. Ben yanlış görüyorsam yine söyleyin içim ferahlasın, güle güle savaşa gideyim.”
“Bu kadar mı?”
“Evet.”
Geyikli, Konur Alp’a döndü:
“Yiğit yoldaş, senin dileğin ne?”
“Benim sıkıntım da aşağı yukarı Akça Koca’nınkine benziyor. Ben de Rum kızlarının Türk erlerine, hem de alp oğlu alplara nikâhla avrat oluşuna içleniyorum. Kendi kavmine, kendi kabilesine yâr olmayan bu eksik eteklerden Türk’e ne hayır olacak sanki? Çok düşündüm, bu sırra aklım ermedi. Bir patavatsızlık etmemek için sesimi kısıyorum. Lakin yüreğim yanıp duruyor. Bir Türk’ün Rum kızı aldığını işitince içime ateş düşüyor. Bence yılanı gebe etmek, Rum kızlarından döl almaktan daha iyi. Hiç olmazsa onun rengi belli, zehiri belli. Bunların her şeyi karışık! Sizden akıl alırsam belki içim rahatlaşır. Ya bu işte hayır var der susarım yahut Rum kızı alınmasını yasak ettirmek için uğraşırım.”
“Bu kadar mı?”
“Evet.”
Geyikli şimdi Abdurrahman’a soruyordu:
“Ya sen babayiğit, neden huylanıyorsun?”
“Benim huylandığım filan bir şey yok. Ben artık evlenmek istiyorum. Bana kimi yakıştırırsanız zahmet edip dünür olun diyeceğim.”
“Âlâ. Şimdi biz anlaşalım. Ne dersin bakalım Ahi Musa?”
Abdal Musa, evvelce de işaret ettiğimiz veçhile, tab’an filozoftu. Hikmeti eşyayı tamik etmekten zevk alırdı. Bütün ömrünü müteselsil “niçin”ler içinde geçirmişti. Alpların zahiren safdilâne, hakikatte milliyet perverâne olan kaygılarını can kulağıyla dinlemiş, derin derin düşünceye dalmıştı.
Geyikli’nin suali üzerine ağzını açmadı. Parmağıyla Duğlu’yu gösterdi.
Ahu Dede, onun iptida küçükten başlanarak fikir toplamasına taraftar olduğu zehabıyla sualini Duğlu’ya tevcih etti. Hâlbuki, o düşünmek istiyordu, silsileimeratip kaydında değildi.
Duğlu, kendine ciro edilen suali kabul ederek:
“Akça Koca da Konur da.” dedi. “Yanılıyor, yapılan işler doğrudur.”
“Neden doğru?”
“Atıldığımız yol, hem geniş hem uzun. Bu yolda gelişigüzel yayılırsak izimizi kaybederiz, sesimizi birbirimize duyuramayız. Yeniçeri düzmek o sebeple lazımdır. Bu çeriler bizim izimizi doldururlar. Onların asıllarını düşünmek boş şey. Benim hayvancıklarım, Geyikli’nin ahuları söz anlar olduktan, asıllarını unutup bize ısındıktan sonra devşirmeleri adam etmek güç mü?
Konur Alp tasası büsbütün hava! Mahsulü yetiştiren tohumdur. Tarla, çorak olmasın da ne olursa olsun. Mesele tohumun temiz olmasıdır.”
“Abdurrahman’ı evermek için kimi münasip görürsün?”
“Kendi gibi ünlü bir yiğidin kızını.”
Geyikli, Abdal Murat’a eğildi:
“Sen ne dersin kardeş?”
“Ben şu iki yiğide hak veririm. Aslan izinde tavşan yürüyemez, kaplan koynunda kurbağa yakışık almaz. Cinsi cinsine, dengi dengine. Bu sözüm Abdurrahman’a da cevap!”
“Sıra sende ya Musa!”
Abdal Musa, zeki gözlerini açtı, alplarla abdalları ayrı ayrı süzdü:
“Bilmem dedi, hiç rast geldiniz mi? Bazı adamlar kırmızıyı tanımaz, siyahı görmez, yeşili seçmez.[8 - Abdalın bu sözü, “Amayı elvan, Achromatopsie” namıyla felsefeye giren ve bilhassa “idrak-perceptioıı” bahsiyle alakadar olan haleti mahsusaya kuvvetle temas eder.] Bizim alplar o adamlara benziyorlar. Yalnız beyazı görüyorlar, başka boya tanımak istemiyorlar. Kendileri kâhil olduğu için biraz da haklıdırlar. Ağaç ihtiyarlayınca aşı tutmaz olur. İnsanlar da kâhil olduktan sonra yenilikleri kolay kolay kabul edemezler.[9 - Koca Musa, bu izahıyla da bugünkü felsefenin “adaptasyon-intibak” ve “adultekâhil” bahsine temas etmektedir.] Hâlbuki şu çeri işi ve yapılan öbür işler, Zeyd’in, Amr’in, Ali’nin, Veli’nin ela gözünün hatırı için değil, milletin hayrı için yapılıyor. İşte burasını unutmamalı. Sonra da şunu bilmeli ki renk bir değildir. Çeşit çeşittir. Her rengin yakışık aldığı yer vardır. Ayağa yeşil, başa sarı yakışmaz, insanların yaşayışı da tıpkı renkler gibidir. Yerinde değişmelidir.
Biz Türkler yeryüzünde büyük bir değişiklik yapıyoruz. Temeli sarsılmış, sıvası dökülmüş, çatısı eğilmiş bir evi çökmekten kurtarmaya savaşıyoruz. Bu çürük çatı ‘rub’u meskûn’dur, şu geniş toprağın üstüdür. Eğer başladığımız büyük işi kendi başımıza başarmak istersek çabuk yoruluruz, çabuk tükeniriz. Çünkü iş büyük, ırgat az. Hâlbuki yıkılmaktan kurtarmak istediğimiz büyük yapı salt bizim değil. İçinde yüz türlü millet var.
Konur Alp’a da nice din ulularının, nice ulu hakanların kendi asıllarından olmayan kadın aldıklarını, onlardan çocuk yetiştirdiklerini söyleyeceğim. Daha dün, Gazan Han’a büyük Rum tekfurunun kızı nişanlanmadı mı, o kız da Hakan’a güvenip bize çalım satmadı mı? Daha evvel Abak da Hülâgu Han da tekfurun kızına nişanlanmamışlar mıydı?[10 - Bizans İmparatoru Andronikos Paleolog, anasının piçi ve kendisinin gayrimeşru hemşiresi olan Mari’yi, Gazan Han’a teklif etmişti. Gazan Han’ın vefatında bu kız Hüdabende’ye arzolunmuştur.Elli sene evvel de Hülâgû ve Abaka Hanlara kezalik bir Rum prensesi takdim kılınmıştı. Rumlar, Türk savletini tevkif için ancak ve ancak bu yolu, kadın kuvvetine dayanmak yolunu bulmuşlardı. Hilkî sülliyetlerinden başka türlü ilham alamıyorlardı.]
Abdurrahman’ın kaygısı öbürlerinden büyük iken kimse aldırmadı. O dava sudan geçildi. Hâlbuki evlenme işi yaman iştir, baştan savma cevapla o işe karar verilmez. Bana kalırsa çok düşünmek lazım. Zira gönüle uyup, hevâ ve hevese kapılıp bir dişiyi eve kapamak başka, düşüne taşına evlenmek yine başkadır. Orhan gibi, Kara Ali gibi Rum kızı almak var, çadır ardında sadak (ok torbası) hazırlayacak, at sırtında yay taşıyacak hatun almak var!
Gelişigüzel kız almak, onu beğenmeyince bir daha ve bir daha almak, sonra topunun ayağındaki bağı çözüp yerine yenilerini getirmek bize kolay görünür. Hâlbuki bu, hüner değildir, erlik de değildir. Alınan kadın, döşekte kendisine yer verilen kadın teneşire yatıncaya dek bırakmamak gerek. Kısır olana sözüm yok. O gibisi salt kaşık düşmanıdır. Öyleyken o da kovulmaz, sürülmez. Köşeye oturtulup duası alınır. Şimdi soruyorum: Abdurrahman’a ne çeşit kadın yakışık alır?”
Abdallar bu suale cevap vermediler. Evvelce fikirlerini söyledikleri cihetle bu bahis üzerinde tekrar ağız açmayı istemiyor gibiydiler. İki alpsa bu meselede bitaraf bulunuyorlardı. Kendileri yaşlarını, başlarını almışlar, unlarını eleyip eleklerini çengele asmışlardı. Artık harpten başka bir şey düşünmüyorlardı. Abdurrahman’ın kendilerini dinlemeyip bulacakları kızı almaya razı olmayıp abdallara müracaat etmesine de biraz kızıyorlardı. Onun gibi bir yiğidin yine kendisi gibi yiğit kızı almasını -Duğlu’nun da söylediği veçhile- gayet tabii buluyorlardı.
Geyikli, alpların da abdalların da sükût ettiklerini görünce yine kendisi söze başladı:
“Eski bir kıssayı hatırladım. Horasan’da bu kıssayı çok söylerler. Baba, oğlunu evermek isteyince yiğit oğlan sormuş:
‘Baba çün meni everim dersin. Mene layık kız nece olar?’
Baba cevap vermiş:
‘Sen yerinde durmadan durmuş ola; sen karakoç ata binmeden evvel o binmiş ola; sen kâfir eline varmadan o varmış, sana baş getirmiş ola![11 - Kitab-ı Dede Korkut, s. 96.] Bizim yiğit yoldaş için işte böyle bir hatun bulmalı, hemen kutlulayıp baş göz etmeli.’ ”
Abdurrahman, geniş bir tebessümle:
“Öyleyse.” dedi. “Yaya kaldım. Böylesi kadın bizim elimize değil düşümüze bile girmez.”
Geyikli, vakarını muhafaza ederek ağır ağır cevap verdi:
“Ben böyle diledim fakat hüküm bahtındır. Biz ne dersek diyelim, ezelde nasibin neyse önüne o çıkar.”
Duğlu, kemali heybetle bağırdı:
“Kengeş (müşavere) bitti. Artık yârenlik başlayacak.”
Alplar da abdallar da gülüştüler ve başka şeylerden bahse başladılar. O günün en mühim mevzusu, yurdu genişletmek ve her gün biraz daha genişleyen yeni yurda yerleşmek meselesiydi. Oğuz Türkleri’nin yeni yurda verdikleri ehemmiyet pek büyük olmakla beraber, her yeni alınan yer, şarkta, göz görmez el ermez uzaklıklarda kalan asıl yurdun hicranını tazeleyen bir vesile oluyordu.
Babalarından, dedelerinden eski yurdun melali ziyamı tevarüs eden alplar ve abdallar, aziz bir hayal hâlinde şarkı düşünmekten hâli kalamazlardı.[12 - “Türk nereye gitse asıl yurdu unutmazdı.” Türkçülüğün Esasları, Ziya Gökalp, s. 138.] Bu hayal ve bu tahayyül, kendi aralarında millî efsanelerin, millî vakaların sık sık yâd olunmasını intaç ederdi.
Ay, zirveden ayrılarak Kırkpınar kaynaklarında yıkanmak ister gibi o sahaya temayül etmişti. Kendisi suya girmekten ürküyor gibi yüksekte duruyor ve ancak aksini derelere, membalara atarak çeşit çeşit cilvei raks, cilvei ziya yaratıyordu. Yedi Türk; süslü, canfeza bir serinlik içinde ve bu dilrüba işvei mahitap altında yâdı mazi ile gönül eğlendiriyordu.
Söz ebesi Abdal Musa’ydı ve eski Türk’ün yüksek vatanperverliğini anlatarak Hunların ilk emiri meşhur Mete’yi misal getiriyordu:
“Mete yurt için, yurdun çiğnenmemesi için neler çekti ne ağular yuttu. Düşmanlar onun yurduna saldırmak için bahane arayıp duruyorlardı. İptida Mete’nin göz bebeği kadar sevdiği atını istediler. Bu at saatte bin fersah -dört bin kilometreden fazla- yol alırdı.
Mete, tek Türk’e zarar gelmesin diye atını feda etti. Düşmanlar işi azıtarak Mete’ye ‘Karını gönder.’ dediler. Bütün beyler, bu edepsizliğe kızdılar, kurultayda tolgalarını atarak bağırdılar.
‘Harp, harp!’
Mete gözünün yaşını yüreğinin ateşinde kuruttu, yüzünün sarartısını tolgasının gölgesinde sakladı, beylere cevap verdi:
‘Ben yurdumu aşkım için çiğnetemem. Varsın karım da yurduma feda olsun.’
Yurt için yurttan atılan kadın düşman sınırının kenarında kendine kıydı, orada yine kendi yurdunun bir köşesine gömüldü, düşman bu sefer Türk toprağından bir parça istedi. Kurultay, harp olmasın diye razı oldu.
Fakat Mete, atını ve karısını yurt için feda eden Mete, bir dolu bulutu gibi karardı ve gürledi:
‘Yurt kimsenin malı değildir! Mezarda yatan babalarımızın, kıyamete kadar doğacak çocuklarımızın bu mübarek toprak üzerinde hakları vardır. Yurdumuzdan bir karış yer vermeye kimsenin hakkı yoktur. Artık harp edeceğiz. İşte ben atımı düşmana sürüyorum. Arkamdan gelmeyen tıpkı yurt düşmanı gibi ölecektir.’ ”
Abdal Musa yurt sevgisinin bu beliğ misalini anlattıktan sonra sözü tesanüt lüzumuna intikal ettirdi:
“Türk’e çok yara açtı, bizi de yurdumuzdan ayırdı ama Cengiz’in büyüklüğü inkâr olunmaz, onun el birliği işinde verdiği öğüt ne kadar güzeldi! Bilmem işittiniz mi? O yüce adam öleceği zaman dört oğlunu başına topladı. Sadaktan bir ok çıkardı ve kırdı. Sonra birçok ok daha çıkararak birleştirdi: ‘İçinizde bunu kıracak var mı?’ dedi. Dört demir bilek o bir deste oku kıramadı. O vakit Cengiz, unutulmaz öğüdünü verdi: ‘Siz dedi, bu oklara benzersiniz. Birleşirseniz kimse sizi sındıramaz. Birleşmezseniz tek bir ok gibi ayrı ayrı kırılırsınız.’ Türk, bu öğüdü unutmamalı, el birliğinden ayrılmamalı.”
Alplar, ta beşikteyken aldıkları ve hiçbir zaman unutmadıkları bu nasihatleri Abdal Musa’nın ağzından dinlemekle memnun oluyorlardı. Dil birliği, din birliği, yurt birliği gibi el birliği de onlar için çok kıymetli ve çok ehemmiyetli bir umdei hayat, umdei harekâttı. Mamafih, yeni bir şey işitiyorcasına Abdal Musa’yı dinliyorlar ve toprağa karışmış analarının aynı meali terennüm eden ninnilerini duyuyor gibi heyecanlanıyorlardı.
Abdal Musa’dan sonra Murat ve Geyikli harp menkıbeleri anlattılar, tatlı tatlı konuştular. Ay, Kırkpınar’dan uzaklaştığı zaman Akça Koca izin istedi:
“Bize ruhsat, yerimize dönelim. Sizi yorduksa hoş görün. İçimiz ferahladı. Tasalı geldik, tasasız dönüyoruz.”
Geyikli Dede:
“Maasselâme!” dedi.
Abdal Musa:
“İşini, aşını, eşini bil!” darbımeselini tekrarladı.
Abdal Murat sadece: “Uğurlar olsun.” cümlesiyle veda eyledi.
Duğlu:
“Ben sizinle bileyim. Gaziler Yaylası’nda size birer ayran sunarım. Geyikli’nin soğuk kımızı hazırlanıncaya kadar bizim ayran Kevser sayılır.” diyerek alplara arkadaşlık edeceğini anlattı. Biraz sonra üç alpla Duğlu, Kırkpınar’dan ayrılmıştı. Kuvvetli bir mehtabın tenvir ettiği yollardan Uludağ’a iniyorlardı. Dağa çıkışları gibi inişleri de muhipti. Mesafeler yine bu heybetli adımlar önünde kısalıyor, düz yerler ve meyilli noktalar, aynı huşu içinde siliniyor, önlerinden sanki kaçıyordu. Gaziler Yaylası’nda biraz durdular; üçer dörder çanak ayran içtiler ve sonra mükrim ayrancıya veda ederek yola revan oldular. Bursa önündeki çadırlı karargâha geldikleri zaman güneş doğuyordu.

NENOFAR’DAN TEOFANO’YA
Güzel Çocuk!
Mektubunu, iyi bir satıcı rolü yapan dadının elinden mücrim bir vesika gibi aldım ve memnu bir eser gibi gözden geçirdim.
Bir Türk evinde Rumca mektup! Çok sevdiğini sık sık söylediğin saçlarımdan kuru bir ağaç dalına asılmak için ne güzel vesile!
Bilmem, Rumca bir mektubun tıpkı bir Rum gibi iğrenç göründüğü temiz ve mağrur bir muhitte yaşadığımı niye düşünmedin? Yoksa beni canından bezmiş, dünyadan usanmış, ölümüne susamış bir talihsiz sandın da öbür âleme gitmeme lütfen zemin ihzar etmek mi istedin?
Evet güzel çocuk. Bana Rumca kâğıt göndermek ve hele bu kâğıdı gizli vasıtalarla yollamak beni haşmetpenah zevcimin yanında töhmet altına sokmak demektir. Atanais’in elma hikâyesini elbette bilirsin. O güzel vasilisa,[13 - İmparatoriçenin Rumcası.] zevcinin gönderdiği bir nadide elmayı âşığına yollamış, o da bilmemezlikle elmayı İmparator’a hediye ederek mahrem bir gönül macerasının meydana çıkmasına sebebiyet vermişti. Senin mektubun o meşum elmadan daha muzır! Çünkü Atanais, Kudüs’e seyahatle mezardan kurtulmuştu. Benim, Rumlarla muhabere ettiğimin anlaşıldığı gün, henüz yürümeye ve babasının silahlarıyla oynamaya başlayan oğlum Süleyman öksüz kalacaktır.
Sakın bu sözlerimden telaşa düşme, gönderdiğin mektubun ele geçmesi ve beni de öbür dünyaya göçürmesi ihtimalini düşünüp titreme. Koynumda gizli bir mektupla kocamın koynuna girmek elimden gelemeyeceği ve buraya geldim geleli doğrulukla, açık sözlülükle ve temiz özlülükle benliğimde kâmil bir ünsiyet hasıl olduğu için daha dadın odamda karnını doyururken mektubunu kocama gösterdim.
Ay, yüzün mü sarardı? Mektubunu görür görmez haşmetpenahın gazaba gelip beni yerlere attığını mı zannettin? Aman korkma, zehabım da tashih et. Kocam Rum prensi değil, Türk ulusudur. Harp sahnesinde hakiki bir ejder, kendi yuvasında tam bir melektir. Bu, onun için bir meziyet değildir. Çünkü her Türk aynı meşrep ve aynı kuvvettedir. Şu sizin ismi var, cismi yok Agamemnonlarınız, Aşilleriniz, Herkülleriniz, celadette, hamasette, erkekliğe ait herhangi bir meziyette zevcimin de arkadaşlarının da kâ’bine varamaz. Tamamen ciddi olarak söylüyorum ki evimizdeki at uşakları sizin mitolojik kahramanlarınızdan daha yüksek insanlardır. Onları masal gibi okuduk, bunları birer hakikat olarak temaşa ediyoruz.
Affedersin, bahsi biraz değiştirdim. Mektubu zevcime verdiğimi söylüyordum, değil mi?
Evet, verdim ve emri üzerine aynen okudum, harfiyen de tercüme ettim. İşin gücün olmadığı için mektubunu malûmatfüruşâne kaleme almışsın. Zevcim, birçok noktaları istizaha mecbur oldu. Mesela, “Kaldıralık Boğazı”[14 - Kaldıralık Boğazı, Bilecik hâkiminin elinden menkûhası Nilüfer’in alındığı yerdir. Bu hâkim, Türklere hainane pusu kurmak isterken kendisi pusuya düşmüş; mülkünü, karısını ve hayatını kaybetmiştir. Vaka pek meşhur olduğu için daha fazla izaha lüzum yoktur.] hadisesini Sabinlerin kaçırılmasına benzetmişsin. Meleknihat zevcim, bu teşbihe müstenit sözlerini dinlerken sordu:
“Sabinler kim?”
Hocamızdan vaktiyle öğrendiğim kadar bu eski hikâyeyi anlattım. Romüs, Romülüs efsanesini, Sabin kızlarının kaçırılmasını ve şimdiki Roma şehrinin eski hâlini uzun uzun söyledim. Zevcim bütün bu sözleri kemali ciddiyetle dinledikten sonra:
“Tuhaf şey dedi, bizim Bozkurt, Roma’da dişi kurt olmuş. Demek ki Türk masalları gün batan yerlerde de söyleniyor. Roma dediğin yer rimpapanın oturduğu şehirdir. Biz ona Kızıl Elma deriz.”
Burada nasıl yaşadığımı, tantanamın, debdebemin yerinde bulunup bulunmadığını, zevcime tenimi mi, yüreğimi mi verdiğimi soran satırları dinlerken kuvvetli erkek gülümsedi:
“Ya imreniyor ya merak ediyor.” dedi. “Herhâlde duygulu kız!”
Ve sonra iri ela gözlerini ebedî malikânesine, benim yüreğime tevcih ederek sordu:
“Bu kız güzel mi?”
Cevap verdim:
“Son derece!”
“Huyu nasıl? Titiz mi, uysal mı?”
“Huyu da yüzü gibi güzeldir. Çalışkandır, elinden her iş gelir.”
“Öyleyse onu bir Türk’e verelim. Er nasıl olur görsün, tasadan kurtulsun.”
Tabiidir ki ben bu sözü latifeye hamlettim. Fakat zevcim, mütemmim izahatıyla ciddi konuştuğunu anlattı:
“Lülü!” (Zevcim bana Nenufar yahut Türklerin dediği gibi Nilüfer demez, Lülü diye hitap eder.) “Rum kızları mezbeleye düşmüş güle benziyorlar; onları çöplükten birer birer kurtarmak istiyorum. Güzel bir kız için, en şerefli yastık bir Türk’ün göğsüdür. Şu senin Teofano’yu da miskin, korkak ve sarsak bir Rum’un karısı olup ölünceye kadar üzüntü çekmekten kurtaralım, kadın kıymeti bilen ve erkek kıymetini de karşısındakine bildirebilen bir babayiğite verelim.”
Senin güzel yüzün o dakikada gözümün önüne geldi. Zevcimin uzaktan gördüğüm arkadaşlarını da aynı zamanda düşündüm ve birer birer gözümün önünden geçirdim. Belki kızarsın, belki darılırsın. Lakin sana muhabbetim her türlü mülahazaya galebe ettiğinden zevcime bilâihtiyar şu cevabı verdim:
“Teofano’yu mesut ediniz. Ben de minnettarınız olurum.”
Zevcim bu cevap üzerine emretti:
“Öyleyse kendisine yaz. Bir gün buraya gelsin, seninle görüşsün, anlaşsın. İşine gelir ve kabul ederse münasip bir arkadaşa onu nikâh ederiz, bizim gelinimiz olur.”
Ben vallahi sevindim. Zevcimi Kaldıralık’ta ilk gördüğün gündeki zevki ruhiyi yeni baştan hisseder gibi oldum. Bence, bir Türk’ün karısı olmak, Olimp’in zirvesinde oturduklarına vaktiyle inandığımız riyakâr, yalancı, zani ve müfteri hudalarla hembezm olmaktan daha büyük bir mazhariyettir. Binaenaleyh, zevcim bu fikrini, bu lütufkâr ve belki rehakâr fikrini derakap sana tebliğe müsaraat ettim. Dadını biraz daha alıkoyarak kalemi elime aldım, şu mektubu yazmaya başladım. Mektubunu dinleyen zevcim, benim cevabımı görmek istemedi, dilediğimi yazmakta beni hür bıraktı. Bu müsaadenin tazammun ettiği itimat, benim için ne büyük şereftir!
Güzel Teofanocuğum, şimdi beni dinle. Fakat kilisede falsolu bir erganun dinler gibi esneyerek değil, bir seher rüzgârının gül yapraklarına fısıldadığı teraneyi dinler gibi dinle. Bülbüllerin yekdiğerine okudukları şiiri kalbi dinler gibi dinle. Çünkü benim sözlerim de bir şiirdir ve bu şiir, kör Homer’in bir dilim ekmek alabilmek için kapı kapı dolaşıp okuduğu efsanevi şiirler, süslü yalanlar değil. Her kelimesi hakikat denilen İlahi membalardan alınmadır.
Teofano! Elbette hatırlarsın. Sen ve ben, güya terbiye görmek için Bizans Sarayı’na gönderildiğimiz zaman bir sürü malayaniyat arasında felsefe dersi de almıştık. Hocamız, Pisagor’dan “Pythagoras”, İksenefon’dan “Xenophanes”, Eflatun’dan, Sokrat’tan bahsederken sen esnerdin, ben gülerdim. Elea Mektebi, İtalya Mektebi, Yunan Mektebi[15 - Eski felsefede (L’école d’Elée) (L’école italique) (L’école lyonique) denilen muhtelif meslekler ki bugünün felsefesinde de az veya çok izleri mahsustur.] gibi taksimat, bizi ya uyutur ya güldürürdü. Hocamız, uzun ve kirli sakalını sıvazlaya sıvazlaya ve çapaklı gözlerini bizim terü taze yüzlerimizde yıkaya yıkaya akliyunu anlatırken başımızı kaşır, hissiyyûnu söylerken birbirimizi çimdiklerdik.
Şimdi o derslerden birini hatırlıyorum. Felsefe muallimi bir gün “Arhitipos, Archetype.” tabirini anlatıyordu. “İlk şekil nedir?” diye kendi kendine bir sual soruyor ve cevabını da yine kendi vererek tam bir saat çene oynatıyordu. Bu uzun bahis sırasında küçük bir mud-hike geçmişti. Eflatun’un mu, başka bir filozofun mu, her kiminse ortaya attığı “Afto, to, kalon-bizzat iyi.” nedir sualine hocamız cevap isteyerek iptida -yaşça küçük olduğun için- sana hitap etmişti.
“Cevap veriniz.”
Sen “Afto, to, kalon; afto, to, kalon!” diye bir müddet mırıldandın ve cevabı yapıştırdın:
“Oynamak!”
Hocanın çapaklı gözleri biraz bulandı ve bana döndü:
“Siz söyleyiniz.”
“Uyumak!”
Hoca, kitabını alıp, cübbesini toplayıp pis bir çehreyle savuşmuştu. O zamandan beri, bu masum mudhikeyi sık sık tahattur ederim ve şu “Afto, to, kalon”un ne olacağını düşünürdüm. Kaldıralık Boğazı’nda, hayatımın o dönüm noktasında bütün hislerim, bütün fikirlerim, bütün kanaatlerim değiştiği gibi idrakim de genişlemiş olacak ki o meşhur sözün ihtiva ettiği düşündürücü sualin cevabını derin bir imanla ve şüphe yok ki büyük bir isabetle buldum:
“Bizzat iyi, bizzat güzel, bizzat muhteşem, Türk’tür.”
Evet çocuğum! Eflatun Türkleri bilseydi, onların meziyetlerini, kıymetlerini tetkik ve tamik edebilmek şerefini kazansaydı “afto to kalon” için ancak benim verdiğim cevabı kabul ederdi. Kâinat, felsefe dersinde gördüğümüz veçhile, bir hayalî muğfilse Türk bu her dem mütehavvil eşkâlü eşya arasında tek bir hakikati sabitedir. O büyük, her türlü büyüklüklerden büyük hakikatin gölgesinde yaşamak paha biçilmez bir bahtiyarlık ve o hakikatin kucağına yükselmekse muhayyel ilahelerin değil, ervahı tayyibenin de kıskanacağı bir saadettir.
Ben sana işte böyle bir saadet müjdeliyorum; kabul etmekte küçük bir tereddüt gösterirsen ahmaklık, körlük ve hayvanlık etmiş olursun.
Kelimelerim sana ağır gelmesin. Yarhisar tekfurunun kızı, Aydos hâkiminin kızına, çocukluklarının en tatlı seneleri birlikte geçmiş iki hemşirei ruhtan büyüğü küçüğüne, bir hakikati kabul ettirmek için her şeyi söyleyebilir.
Sen benden yalnız bir noktayı istizahta haklısın. Zaten mektubunda da ona temas etmişsin. Benim nasıl yaşadığımı, debdebe ve tantanamın yerinde olup olmadığını sorarak dolayısıyla Türk hayatının içyüzünü anlamak istemişsin.
Aynı muhitte doğup büyüdüğümüze, aynı terbiyei fikriyeyi aldığımıza göre beni meşhur ve mesut eden bir âlemin seni de teshir ve bahtiyar etmemesine imkân yoksa da cehlini izale için, ulvi meçhuller hakkında seni tenvir ve ikaz için gördüklerimi, öğrendiklerimi, anlayabildiklerimi söyleyeyim.
Bilmem ki sen, benim prensesliğimi ne şekilde tasavvur ediyorsun! Şüphe yok ki gördüklerine ve bildiklerine kıyasen benim hayatıma bir renk veriyorsun.
Mesela; Bizans Sarayı’ndaki prensler dairesi gibi bir daire, rengin dibalar, ipekli kumaşlar, kıymetli halılar serili sofralar, mermerleri üzerine pembe gül yaprakları serpilmiş koridorlar; mozaiklerle örtülü duvarlarında genç kızların gözlerini yere eğdiren manalı tablolar asılı salonlar; arkalarındaki gümüş zırhlar, ellerindeki altın kalkanlar ve omuzlarındaki iki tarafı keskin baltalarla, nazarrüba bir şekil alan bölük bölük muhafızların çevrelediği tahtlar ve bu tahtların ayak ucunda altın aslanlar, mineli altın kuşlarla müzeyyen yine altından mamul ağaçlar, altın orglar!
Sen, Bizans Sarayı’nı göz önüne getirerek bir Türk prensinin de ona mümasil ve hiç olmazsa müşabih bir ikametgâha malik olduğuna hükmedebilirsin. Nitekim ben de İmparator I. Vasilyos’un Bizans’a yadigâr bıraktığı yeni sarayla kendi evimi ara sıra mukayese etmekten büyük bir zevk duyuyorum. O tarihî sarayın yeşil ve kırmızı mermer sütunlarla müzeyyen geniş salonlarında az mı dolaştık? Hele imparatorla imparatoriçenin yatak odasını; bir mabet kadar rengin ve hülyaaver gördüğümüz o vuslatlar karargâhını nasıl unuturum! Şimdi bile düşündükçe tuhaf bir duygu içinde kalıyorum.
Hafızam beni aldatmıyorsa o oda, sarayın en güzel, en muhteşem ve en dilrüba noktası, âdeta bir harikaydı. Tavanı, gökyüzü gibi yıldızlarla müzeyyendi; döşeme tahtası sade mozaikti, orta yerde mülevven tüylü bir tavus ve her köşede yeşil mermer üzerine işlenmiş, kanatları açık, uçmaya müheyya bir kartal resmi vardı.
Bizans Sarayı’nı hatırlarken “İncili daire”yi de unutmuyorum. Hele vasilisaların çocuk doğurmalarına tahsis olunan saltanat odası hiç gözümün önünden gitmiyor. Bu odanın, biliyorsun ya, kapıları fildişi ve gümüşle tezyin edilmişti. Yerlere sırma işlemeli, hayvan ve çiçek resimlerini havi halılar serilmişti.
Bu nuranur dairelerdeki zihayat debdebei gafleti de unutmuyorum. Sırma elbiseli, beyaz mantolu, yüksek başlıklı nedimler, harem ağaları, kilerciler, şaraptarlar, mabeyinciler ve maskaralar![16 - Bizans sarayları hakkında en güzel izahat, Ahmet Refik Bey’in Bizans İmparatoriçeleri isimli eserinde vardır.]
Sofralardaki ihtişam, altın sahanlar, kaşıklar, billur tabaklar ve bunların üstünde rengârenk nakışlar oynatan binbir kandilli avize, yemekten sonraki ahengi safa… Bunların hepsi, hepsi gözümün önündedir.
Vasilisa’nın “Sen Etyen Kilisesi”ne gidişini de tafsilatına kadar tahattur ediyorum.
Onun yüzlerce kadından ve sürü sürü hadımdan mürekkep bir alayla, manolyalar arasında zerrin bir kelebek gibi saraydan çıkışı; ahalinin, büyük rütbeli adamların yüzlerini topraklara sürerek bu altın tüylü dişi önünde diz çökmeleri; pencerelerden atılan çiçekler, kiliseden eğilen başlar ve çalınan erganunlar, hulus elmas, altın, sırma ve çiçekten müteşekkil bir manzara ki unutulması muhal.
İşte bu hatıralara kıyasen benim de haşmetli bir sarayım, alay alay hizmetçilerim bulunduğuna, sokağa çıktıkça bütün halkın önümde eğildiğine zahip olursun, değil mi?
Hayır Teofo, hayır. Türk’ün başı yıldırımların velvelesi karşısında bile eğilmez, bir fâniye karşı kölece serfürû etmeyiyse onlar rüyalarında görseler çıldırırlar. Bu büyük milletin muhabbeti ancak kalbî oluyor. Çocukları bile yüreklerinden sevip zahiren lakayıt görünüyorlar. Sanki sevgilerini, en meşru ve en mukaddes sevgilerini dilleriyle söylemekten bir riya çirkinliği seziyorlar.
Demek ki benim alaylarım ve küme küme sacitlerim yok. Acaba sarayım nasıl? Elyevm çadırda oturduğumuzu söylersem kastı haşmetimi de anlamış olursun!
Evet yavrum, şimdilik çadırda oturuyoruz. Bursa’ya, bu yeni hükûmet merkezine gelmezden evvel Yenişehir’de iyi bir evimiz vardı. Burada henüz öyle bir mesken tedarik edemedik. Zevcimin sözüne bakılırsa yakında beş altı odalı şık bir ev sahibi olacağız. Rum malı ve Rum yapısı evlerde oturmayı haşmetmeap zevcim -nedense- istemiyor, yeni bir ikametgâh yaptırmak fikrini besliyor. Eğer harpten, idari ve içtimai bir sürü işten zaman bulursa birkaç ay içinde bu fikrini yerine getirecektir.
Mamafih, çadır hayatımız cidden şahane, yani bahtiyaranedir. Hele ben o kadar memnunum ki ömrümün sonuna kadar haymenişin kalsam sıkılmayacağım. Çünkü bu çadırlar içindedir ki Türklüğün ulvi varlığını yakından tetkik edebiliyorum. Demirleri eriten, kayaları paçavra gibi parçalayan bu ateşin ruhlarının, minimini bir çadıra sığışları, bizim Uludağ’ı mendile sığıştırmak gibi hayretengiz bir şey…
Maahaza onların, bu dünyaya sığmayan o ejderlerinde, birer kuzu hilmü sükûnuyla içinde barındıkları şu mütevazı çadırlarla sizinkileri sakın kıyas etme. Bizim çadırlarımız müzeyyen değil lakin mükemmeldir, metindir, dilnişindir. Hepsi pamuk bezinden yapılmıştır. Askerlerimizinki bir direklidir, mahrutidir, üstleri bir kat bezdir. Alpların ve kumandanların çadırları iki direklidir, iki kat bezlidir.
Bizim on çadırımız var. Biri kocama, biri bana, biri seyislere, ikisi misafirlere mahsustur. Biri mutfak çadırıdır. Dört tanesi silah ve mühimmat içindir. Bunlardan maada iki çadır daha vardır, iki de “kurbağa” dedikleri hamam çadırına malikiz. Görüyorsun ya. Bizans saraylarında mermer döşeli, rengârenk kurnalı hamamlara mukabil bizim de kurbağalarımız var. Öbürlerinde yalnız yıkanılmıyor: Beşeriyetin dişilik ve erkeklik cinslerini neviyetlerinden şüpheye düşürecek fazayıh irtikâp olunuyor. Bizim kurbağalar, içinde yıkananlar gibi temizdir, hiçbir çirkinliğin şahidi olmamışlardır ve olmayacaklardır.
Sözü başka bahse kaydırarak mesut ikametgâhımızın mefruşatını söylemeyi unuttum. Şimdi o noktayı da yazayım, seni meraktan kurtarayım: Zevceminki de misafir çadırları da bizim çadır da koyun, ayı ve geyik postlarıyla döşelidir. Sofralarımız, çadırlarımızın ortasında kurulur.
İkametgâhımı, mefruşatımı, soframı galiba beğenmedin. Öyleyse çok gafil ve cahil bir mahluksun. Şunu iyi bil ki hayatın, insani hayatın zevki, fıskiyeli havuzlar kenarında, sırmalı elbiseler içinde, mürai nedimler ve ruhsuz köleler arasında değil, yüksek yaratılmış insanların semalar kadar geniş ve yine semalar kadar temiz varlıklardan tereşşuh eden vicdanfirip lemalar arasında iktitaf olunabiliyor.
Bizans sarayını da Türk haymelerini de gördüğüm için bu hükmümü bilerek ve anlayarak veriyorum. Saraylardaki hayat, süfliyetin sırmalara bürünmesinden başka bir şey değildir. Buradaki yaşayışsa insaniyetin şekli aslisile ve şekli asilile tecellisi demektir.
Bugünkü ikametgâhımı öğrendin, şimdi nelere malik olduğumuzu da anlatayım. Zevcimin babası öldüğü zaman miras olarak tek bir altın ve tek bir gümüş bırakmadı. Onun bir kaşığı, bir tuzluğu, bir işlemeli kaftanı, yeni bir sarığı vardı. Bunlardan başka mebzul silah yığınları, kıymetli atlar, birkaç tane çift hayvanı ve üç sürü koyun terk etmişti.[17 - Hammer tercümesi, C. I., s. 126; Ahmet Mithat Efendi merhumun Mufassal’ın-da daha fazla tafsilat vardır.]
Zevcimin bu basit mirasa ilave ettiği eşyanın da aynı mahiyette ve aynı kıymette olduğunu maaliftihar söyleyebilirim.
Lakin bu fakr içinde ne büyük bir serveti hissiye ne muhteşem bir gınayı kalp var! Bizans İmparatorluğu’nun payitahtı bile zevcimin bir bakışıyla zelzele geçirirken ve civarımızdaki kaleler, şehirler birer birer Türk silahına ram olup giderken ne kocamın ne arkadaşlarının yüzlerinde gururun galiz gölgesi görülmez. Kibir, çalım, nümayiş ve tefahür, tıpkı altın ve elmas gibi onlarca menfur.
Evet Teofacığım; Türkler süslenmeyi, sırmalara bürünüp saraylarda salınmayı, sokaklarda boy göstermeyi ve bunlara mümasil zevkleri mağluplara bırakıyorlar. Kendileri yalnız zafer hazzıyla, galibiyet hazzıyla iktifa ediyorlar. Önlerinden kaçan; karılarını, kızlarını bırakıp kaçan mağlupların yaldızlarından bihakkın iğrenerek kendi silahlarının engin iltimaını mas ile zevkyap oluyorlar. Onların bu hâlinde, mağlupların tantanaları vakur bir istihzayla seyredişlerinde, derisine yaldız sürülen bir yengecin gülünç tavrını temaşa eden muhip aslanların bakışı sezilir.
Sana hayatımın kabataslak resmini ve hiç olmazsa o hayatın ana hatlarını çizdim sanıyorum. Benim gibi birkaç asırlık prens kanı taşıyan bir kadında bile esirane incizap uyandıran diğer esbabü avamilin kalemle izahını çok müşkül görüyorum. Şu kadar söyleyeyim ki üç buçuk kalem darbesiyle çiziverdiğim şu hayat çerçevesi içinde ben, tamamıyla mesut bir noktai ziruh gibiyim. Kendimi, şen gözlerini semaya kaldırarak kartalların azametli uçuşlarını -heyecanla- temaşaya dalan bir kuşa benzetiyorum.
Doğrusu, siz de sık sık kartal görüyorsunuz. Lakin sizin kartallar, bir ressamın veya heykeltıraşın elinden çıkan cansız şeylerdir.
Benim, heybetli tayaranlarına en yüksek bir hazzı ruhlanigeran olduğum kartallarsa gagalarına küreyi takmak ve kanatlarının gölgesi altında bütün kâinatı almak istidadına haiz Türk yavrularıdır.
Biliyorum; sen şu mektubu okuduktan sonra güleceksin. “Nenofar, zevcine âşık olmuş, hayale kapılmış.” diyeceksin. Beş-altı odalı bir eve veya iki direkli basit bir çadıra sığan haşmetpenahın göz değil, ruh kamaştırıcı ihtişamına hayraniyet gösteren, sarayların hudutsuz zevkini istihfaf eden şu çocukluk arkadaşının selameti aklından iştibah edeceksin.
Senin bu manasız düşünceni doğrultmak benim için pek kolaydır. Çünkü karısının ismini bir lahzada tarihin ve hatta tabiatın alnına nakşeden bir zevcin kudretinden şüpheye düşmek, binnefis, tarihi inkâr etmek demektir. Bu sözümü, galiba anlamadın. Senin “Jebes” diye bellediğin “Istrabon”dan beri o yolda yâd olunduğunu okuyup öğrendiğin büyük su, bugün benim ismimi taşıyor. Artık Bursa ovasında Jebes yok, Nilüfer Nehri var!
Görüyorsun ki Türkler, eski ve birçok sayfaları kirli tarihi silerek yeni bir tarih yazarken coğrafyayı da tashih ve tezyin ediyorlar. Dünya yüzünde kaç erkek tasavvur edersin ki karısına bu kadar layemut ve bu kadar pürşeref bir hediyei muhabbet takdim edebilsin!

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/m-turhan-tan/gonulden-gonule-69429460/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Büyük Selçuk Hükümdarı Alparslan’la Bizans İmparatoru Romanos Diyojen arasındaki harbin tafsilatı Hammer tarihi tercümesinde (Cilt I, s. 59) vardır.

2
Kurultay malumdur. Şölen, umumi ziyafet demektir. Millî mahiyetteki büyük av merasimine “sığır”, matemli toplanmalara “yuğ” derlerdi.

3
Parıldama.

4
Testere zikri, zikri erre, zikri minşarî- denilen tarzı tehlil. Yesevi tarikatına has olan bir şekildir. Ahmet Yesevi bu tarikatın piri ve ilk Türk mutasavvıfıdır. Bizim abdallar hep o tarikat mensuplarıydı.

5
Müverrih Hammer de bu hadiseyi Abdal Murat gibi tefsir ediyor ve aynen şu satırları yazıyor: “Abdal Musa pamukla ateş toplatmıştır. Bu hâl onun kuvvet ve hilimden ibaret iki hassai hakîmesine bir telmihi serairengizidir.” (Türkçe tercümesi, C. I., s. 161)
Hammer’in tevilinde ve tefsirinde isabet olmadığı biraz sonra anlaşılacaktır.

6
Zübdetülvekayi – [Fatih] Millet Kütüphanesi- yazma nüsha bu hadiseyi aynen şöyle anlatıyor: “Bir cemre dâhiline ateşle pamuk koyup Geyikli Baba’ya göndermişler. O dahi bir kâseye bir miktar lebeni ham vazile cevap düzmüşler. Cemadı teshirden ahuyu ram eylemek müşkül ¡düğüne telmihtir.”
Aynı tafsilatı Evliya Çelebi Seyahatnamesi (C. 2. s. 46) Güldestei Riyazi İrfan (s. 220) Şekaik tercümesi (s. 31) Tacüttevarih’de (C. 2, s. 401) de görüyoruz. Hammer, yalnız Neşri ile Âli’yi mehaz gösterir.

7
Evliya Çelebi merhum, bütün efsaneler gibi bu masala da inanmış görünmektedir. Seyahatname’sinde (C. 2. s. 46) böceğin evsafını bizim naklimiz gibi yazmaktadır.

8
Abdalın bu sözü, “Amayı elvan, Achromatopsie” namıyla felsefeye giren ve bilhassa “idrak-perceptioıı” bahsiyle alakadar olan haleti mahsusaya kuvvetle temas eder.

9
Koca Musa, bu izahıyla da bugünkü felsefenin “adaptasyon-intibak” ve “adultekâhil” bahsine temas etmektedir.

10
Bizans İmparatoru Andronikos Paleolog, anasının piçi ve kendisinin gayrimeşru hemşiresi olan Mari’yi, Gazan Han’a teklif etmişti. Gazan Han’ın vefatında bu kız Hüdabende’ye arzolunmuştur.
Elli sene evvel de Hülâgû ve Abaka Hanlara kezalik bir Rum prensesi takdim kılınmıştı. Rumlar, Türk savletini tevkif için ancak ve ancak bu yolu, kadın kuvvetine dayanmak yolunu bulmuşlardı. Hilkî sülliyetlerinden başka türlü ilham alamıyorlardı.

11
Kitab-ı Dede Korkut, s. 96.

12
“Türk nereye gitse asıl yurdu unutmazdı.” Türkçülüğün Esasları, Ziya Gökalp, s. 138.

13
İmparatoriçenin Rumcası.

14
Kaldıralık Boğazı, Bilecik hâkiminin elinden menkûhası Nilüfer’in alındığı yerdir. Bu hâkim, Türklere hainane pusu kurmak isterken kendisi pusuya düşmüş; mülkünü, karısını ve hayatını kaybetmiştir. Vaka pek meşhur olduğu için daha fazla izaha lüzum yoktur.

15
Eski felsefede (L’école d’Elée) (L’école italique) (L’école lyonique) denilen muhtelif meslekler ki bugünün felsefesinde de az veya çok izleri mahsustur.

16
Bizans sarayları hakkında en güzel izahat, Ahmet Refik Bey’in Bizans İmparatoriçeleri isimli eserinde vardır.

17
Hammer tercümesi, C. I., s. 126; Ahmet Mithat Efendi merhumun Mufassal’ın-da daha fazla tafsilat vardır.
Gönülden Gönüle М. Турхан Тан
Gönülden Gönüle

М. Турхан Тан

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Gerçek olaylardan temel alınarak yazılan eserde Tan’ın kurgusal kimliği ön plana çıkıyor. Onun pek çok eserinde gördüğümüz tarihî kaynak kullanımına bu romanında da rastlıyoruz. O, Hammer’ın Osmanlı Tarihi’nden aldığı bilgileri dipnotlarla okurlarına sunuyor. Bu eserde, Osmanlı′nın 14. yüzyılda Bizans tarafından nasıl görüldüğünü, Orhan Gazi devrini, devletleşme sürecinde olan beyliğin fetih ruhunu ve alperenlerini Türkçü bir söylem geliştirerek anlatıyor. Aydos Kalesi’nin zaptı için uğraşan Orhan Gazi ve silah arkadaşları; Konur Alp, Akça Koca ve Abdurrahman’ın Samandıra hâkimi ile mücadelesine, Bizans’ın kimliklerine sirayet etmiş entrikalarına ve Aydos hâkiminin kızı Teofano’nun yardımlarına şahitlik edeceksiniz… Abdallar da… dedi. Alplar gibidir. Doğru görür, doğru duyar ve doğru söylerler. Yüreklerine ne toz konar ne kir bulaşır. İşte Duğlu Kardeş de böyle. Hak önünde irkilmez, çekinmez, düşünmez, hemen boyun kırar. Türk okuyucusu tarafından pek bilinmeyen M. Turhan Tan, tarihî roman geleneğimizin en önemli isimlerinden biridir. Birçok önemli memuriyetlerde bulunduktan sonra Sivas mebusluğu da yapmış ve 1922 yılından itibaren kendini tamamıyla yazı hayatına adamıştır. En önemli eserlerini ise tarihî romancılık alanında vermiştir. Bazı eserleri Almanca, İngilizce ve Yunanca gibi dillere çevrilen, tarihî gerçeklikleri berrak ve sürükleyici bir üslupla aktaran Tan, Türk tarihinin zengin mirasını eserlerine ustalıkla taşımış ve okuyucusuna tarihî romanları keyifle okutan bir yazar olarak Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Turhan Tan’ın ölümünden sonra unutulan ve Türk yazın hayatından çekilen eserleri, Türk okuyucusunun özellikle son zamanlarda ilgisini çeken ve neredeyse güncelleşen konulara değinip ele aldığı dönemlere ışık tutmakta, günümüzdeki kimi tartışmalara cevaplar getirmektedir.

  • Добавить отзыв