Safiye Sultan

Safiye Sultan
M. Turhan Tan
Safiye Sultan… Kanuni’nin oğlu Sarı Selim’in gelini, Üçüncü Murat’ın “Safo”su, Üçüncü Mehmet’in validesi bir Venedik güzeli… Osmanlı sarayına adım attığı günden beri türlü entrikalara karışmış, Nuru Banu Sultan’ın önüne geçmiş, devlet idaresinde söz sahibi olmuş ve gücüne güç, servetine servet katmış bir dilber-i rana… Ancak o güçlendikçe, devlet güç kaybediyor; servetini artırdıkça Osmanlı fakirleşiyor… Yalnız güçten düşen, servetini kaybeden Osmanlı’da, bu dönemde dahi filmlere konu olacak, kitaplara geçecek türlü olaylar yaşanıyor: Kardeş katlleri, Sokullu Mehmet Paşa’nın öldürülmesi, ünlü Kanije Kalesi Müdafaası, Şehzade Mahmut’un öldürülmesi, sipahiler ile yeniçeriler arasında baş gösteren anlaşmazlıklar, Osmanlı devlet erkânında bozulmalar… Tüm bu olaylar yaşanırken Osmanlıda Kösem Sultan ile zirvesine çıkan “kadınlar saltanatı”nın kapısı aralanıyor. Ve bu kapıyı aralayan da Safiye Sultan oluyor.

M. Turhan Tan
Safiye Sultan

M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı.
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerine Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan M. Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile birlikte tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini vermeye başladı. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…

I
DELİ CAFER’LE KARA KADI
Türklerin İtalya topraklarına asker döktükleri, Polya bölgesinde at koşturup cirit oynadıkları ve papayı can korkusuna düşürerek hicret hazırlığı yapmaya mecbur bıraktıkları tarihten beri 87 yıl geçmişti. Venedikliler bu uzun devre içinde Türklerden çok sille yemişler fakat Türk karakterini iyiden iyi bellemişlerdi. Türk’ün güler yüze, tatlı söze ve kirsiz öze çok değer verdiğini artık biliyorlardı, onun için de Türklere karşı candan dost görünmeye çalışıyorlardı.
Fakat onların Akdeniz’de “efendi” geçinmek hülyasından feragat etmemeleri, Kıbrıs ve Girit gibi her bakımdan mühim adaları ellerinde tutmaları, o denizin gerçekten efendisi olan Türkleri sinirlendirmekten geri bırakmıyordu. Hele Malta korsanlarını Venedik’in daima himaye etmesi ve o adayı Türklerin muhasarası sırasında el altından şövalyelere yardımda bulunması, Türklerde büyük bir hınç uyandırmıştı. Bununla beraber İstanbul henüz nezaketini, soğukkanlılığını muhafaza ediyordu, öç alma temayülleri göstermiyordu. Hatta Kanuni Sultan Süleyman’ın ölmesi ve yerine Selim’in geçmesi üzerine Çavuş Kubat’ı Venedik’e göndermekten de -saray ve sadrazam- çekinmemişlerdi, sulhperverlikte mümkün olduğu kadar sebat edeceklerini hissettirmek istemişlerdi.
Venedik işte bu elçiyi ağırlamakla meşguldü. Bütün şehir bayraklarla süslenmiş, büyük kanala fenerler dizilmiş, Sen Marko Meydanı’nda taklar kurulmuş, duçeler sarayı baştan aşağı çiçekle ve fenerle örtülmüş bulunuyordu. Bir haçlı seferi esnasında, İstanbul’dan aşırılıp Venedik’e getirilen tunç atlar abidesinin zirvesinde de Türk bayrağı dalgalanıyordu.
Venedik halkı, üst üste yığılmak suretiyle ve yedisinden yetmişine kadar, büyük meydanda toplanmıştı. Gecelerini, gündüzlerini orada geçiriyorlardı. Bu heyecanlı merak, yalnız elçi Kubat Çavuş’u görmek arzusundan doğmuyordu. O sırada Venedik’e bir Türk yelkenlisi de gelerek Halep alacası, Bursa dokuması gibi Türk işi eşya getirmiş ve gemideki tacirler, büyük meydanda sergi kurup mal satmaya girişmiş olduklarından halk, bu küçük sergiyi de temaşa iştiyakına kapılmıştı. Birbirlerini çiğneyerek, Türk kumaşlarını görmeye koşuyorlar ve bu temaşa sırasında satıcı Türklerin kılıklarıyla, bedenî tenasüpleriyle de ilgileniyorlardı.
Türk gücünün samedanî kudretlerle boy ölçüşecek kadar engin ve derin olduğunu bilmelerine rağmen Venedikliler, kendi şehirlerinde bir Türk sergisi açılmasına kolay kolay rıza göstermezlerdi, o sergiyi açmak isteyenlerin başına mutlaka çorap örerlerdi. Lakin bir Türk elçisinin Venedik’te bulunduğu sırada Türk tacirlerine yan gözle bile bakmak hadleri değildi. Onun için büyük meydanda yapılan alışverişe göz yumdukları gibi sergiye konulan mallardan gümrük resmi almaya da cüret gösteremiyorlardı.
Türk’e saygı, hele bir Türk elçisinin Venedik’e şeref verdiği günlerde, hükûmetin yegâne düşüncesi, yegâne emeli ve yegâne işi olmuştu. Duçe Jerom Priyoli başta olmak üzere on iki has müşavirin, senatoyu teşkil eden yüz prigadi’nin, Büyük Meclise dâhil 470 azanın hepsi elçiye kavuk sallamak, hulus çakmak[1 - Hulus çakmak: Dalkavukluk etmek, yaranmaya çalışmak. (e.n.)] yolunda yenilikler keşfetmeye uğraşıyorlardı. Bu cemileperverlik müsabakası sırasında bulunan “hoşa gitme” çarelerinden biri de Venedik limanına demir atmış ve karaya gümrüksüz mal çıkarıp açık sergi usulüyle alışverişe başlamış olan iki kıranta Türk’ü büyük sarayda elçi şerefine verilecek ziyafete davet etmek düşüncesiydi. Duçe ve bütün Cumhuriyet ricali, seçkin bir kafadan doğan bu fikri alkışlarla kabul ettiklerinden hemen harekete geçmişler ve Sen Marko Meydanı’ndaki sergi sahipleriyle resmî surette temas etmek çarelerini araştırmaya girişmişlerdi.
Türk, tacir değil seyis bile olsa Venedikliler için korkunç bir mahluktu. Bütün İtalyanlar o devirde, Vesuve’nün lav püskürmesinden, ateş kusmasından ne kadar çekinirlerse Türk’ün de gazaba gelmesinden o kadar korkarlardı. Bu sebeple Venedik ricali, büyük meydanda mal satan tacirleri damdan düşer gibi ziyafete davet etmeyi doğru bulmadılar, bu işi güzel bir ağzın sihirli tebessümüne yüklemeyi tercih ettiler.
Bir Türk’ü teshir edecek kadar güzel ağız?.. Bunu bulmak da güçtü. Fakat Onlar ve Yüzler Meclisi, uzun bir toplantı ve sıkı bir müzakere sonunda bu müşkülü yendi, Venedik’in en güzel kızını seçti, Sen Marko Meydanı’nda mal satan iki Türk’ü büyük sarayda verilecek büyük ziyafete çağırmak vazifesini o kıza verdi.
Venedik’te senato ve hükûmet kurulalıdan beri bu kadar isabetli bir karar verilmemiş, hiçbir seçimde bu derece dürüst netice elde edilememişti. Türk elçisine ve dolayısıyla Türk gücüne cemile göstermek kaygısından alınan ilhamla has müşavirlerin de senatörlerin de idraki âdeta genişlemiş gibiydi ve iki Türk tacirini ziyafete gelmek yolunda kandırmak için en münasip vasıta işte bu sayede bulunmuştu.
Kararın isabeti gerçekten söz götürmezdi. Çünkü Sen Marko Meydanı’nda sergi kuran iki kıranta Türk’e gönderilmesi münasip görülen davetçi, Korfu Valisi Sinyor Leonardo Bafa’nın kızı Sinyorita Agrippine Bafa’ydı. Bu aile bir yandan senatoya, has müşavirler meclisine aza yetiştirmekle bir yandan da İtalya’ya güzel kızlar doğurmakla şöhret almıştı. Gerçi Bafalardan o güne kadar Julia Gonzaga veya Gionna d’aragona ayarında bir kız yetişmiş değildi.[2 - Bu iki hemşire hakkında bir Frenk tarihinde şu satırlar vardır: ‘‘Barbaros Hayrettin Paşa 1534 senesi yazının ilk günlerinde Akdeniz boğazından çıkıp İtalya sahillerine yelken açtı. Messina Boğazı’nda biraz oyalanarak Regyo’yu aldı. Ertesi gün Sen Losido Kalesi’ni alarak gemilerine sekiz yüz esir getirdi ve kaleyi yaktı. Çitraro Kalesi’yle limanında bulunan on sekiz kadırgayı da ateşe verdi ve oradan Napoli sahillerine doğru yoluna devam etti. İsprilonga yağma edildi. Barbaros’un bu sahillerde dolaşmaktan maksadı Fondide Vespazyo Kola’nın zevcesini ansızın ele geçirmekti. Jülya Gonzaga namında olan bu genç kadın -bütün İtalya şairlerinin güzelliğini terennüm ettikleri- Yuannadi Aragonya ismindeki güzellik kraliçesinin kardeşi olup onun da sabahati hemşiresi derecesinde ve güzellikle şöhreti kemalde olduğundan Türk sarayına revnak vermeye layık kıymetli bir avdı. Hayrettin Paşa askerlerinin karaya inmeleri çok sessiz vukuya gelmekle beraber Jülya, kendini bekleyen felaketi haber alabildi ve yalnız bir gecelik gömleğiyle örtülü olduğu hâlde bir atın üzerine atlayıp Fondi’den uzaklaştı. Bir şövalyeden başka muhafızı yoktu. Sonraları Jülya, bu adamı, o sayılı gecede birtakım sarkıntılıklarda bulunmuş yahut lüzumundan fazla şeyler görmüş olduğu için öldürtmüştür. Yuanna’nın güzelliğindeki incelik İtalya’nın en büyük şair ve ressamlarına ilham kaynağı teşkil ettiği hâlde kardeşinin güzelliği Barbaros’un bu taarruzundan dolayı şöhret bulmuştur. Yuanna’nın bugün dahi Louvre’da, Kravford’da, Oksfort’ta, Viyana’da, Roma’da birer resmi vardır ve hayret toplamaktadır.] Fakat Sinyorita Agrippine biraz daha serpilip geliştiği takdirde, o iki ölmez şöhreti gölgede bırakacak gibi görünüyordu ve şimdiden yüzlerce erkeği köleleştirip rikabında[3 - Rikab: Büyük bir kimsenin huzuru, önü, makamı. (e.n.)] yürütüyordu.
Kendisine birçok şeyler vadolunan Bafa, görünüşte basit, hakikatte ise ağır bir hizmet olan davetçiliği kabul etti; senato tarafından hazırlattırılan zarif sediyeye bindi, on iki silahşorun çizdiği mızraktan çerçeve içinde Türk sergisine gitti. Büyük meydandaki kalabalık, silahşorların zoruna değil, onun deniz kadar yeşil ve deniz kadar derin gözlerindeki sihre mağlup olarak sediyeye yol veriyorlar ve ardından “Bafa, güzel Bafa!” diye alkışa tutuyorlardı.
Sergi önünde toplanan dişili erkekli seyirciler de onun önünde tek bir kucak gibi açılmışlardı. Bafa, o kucağın içine düşer gibi sediyeden süzüldü, yere indi ve duçe sarayından yanına katılmış olan tercümana emir verdi:
“Bu efendilere, kendileriyle üç beş gizli kelime konuşmak istediğimi söyleyiniz!”
Yalnız saygı değil, sevgi de görmek ve insan kılığında çelikten yapılmış iki heybetli kuvvet abidesine benzeyen Türkleri kendi güzelliğine hayran etmek istediği için gözlerine azami mikyasta bir tebessüm, dudaklarına ölçüsüz bir tatlılık işlemişti, bakışlarıyla o iki kıranta Türk’ü ısıra ısıra öpüyor, dudaklarıyla de o hırçın buselerin acısını yalayıp gideriyor gibiydi.
Şapkasını çıkararak yerlere kadar eğilmiş, biraz da helecana kapılmış olan tercüman, kırık ve gülünç bir Türkçeyle Sinyorina Bafa’nın sözlerini tercümeye yeltenirken sergi sahibi iki Türk’ten biri kumaş topları arkasından ayağa kalktı, omuz başına kadar çıplak kollarından birini tercümanın yüzüne doğru uzattı, nefis bir İtalyanca ile onu Türkçeye gadretmekten alıkoydu:
“Sus!” dedi. “Biz senin kadar, belki senden daha iyi İtalyanca biliriz. Onun için Türkçeyi hırpalamaktan vazgeç, bizi küçük hanımla baş başa bırak.”
Ve yüzünü Bafa’ya çevirerek ilave etti:
“Bana Deli Cafer, arkadaşıma da Kara Kadı derler. Bir zamanlar korsandık, rahmetli reisin emri altında iş görüyorduk. Yine onunla devlet hizmetine girdik, birçok savaşlarda bulunduk. Fakat reisimiz iki yıl önce Malta’da vurulunca dünya gözümüze kara göründü. Devlet işinden ayrıldık, ticarete başladık. Karadeniz kıyılarından aldığımızı Marmara iskelelerinde, oradan topladığımızı Akdeniz limanlarında satıyoruz. Buraya da Halep alacası, Bursa dokuması getirdik. Dönüşte ayna, kadife ve çuha alacağız. Acaba sen de bizimle alışverişe mi geldin?”
Deli Cafer, gürler gibi konuşmaya başlamış, kekeler gibi sözünü bitirip susmuştu. Ona bu ahenk değişikliğini veren küçük Bafa’nın büyük güzelliğiydi. Eski korsan o toy kızda saç, kaş, göz, yanak, ağız, diş, gerdan ve endam olarak yan yana gelmiş, temaşasına doyulmaz bir birlik vücuda getirmiş olan güzellikleri ilkin ayrı ayrı, sonra toptan seyrederken garip bir heyecana kapılmış, sesindeki sert tıyneti derece derece kaybederek âdeta kekelemeye başlamıştı.
Kara Kadı da onunla hemhâldi, bulunduğu yerde uzun uzun yutkunuyordu. En keskin kılıçlara göğüslerini açmaktan çekinmeyen, alev alev tutuşmuş gemilerde yanmadan dolaşan, korkunç fırtınaların akıl alıcı uğultularına ıslıkla tempo tutan bu ünlü deniz kurtları, genç bir kızın taşıdığı olgun güzellik önünde işte sersemleşmişlerdi, için için la havle çekip Allah’ın yaratıcı kudretindeki azametine hayraniyetlerini belirtiyorlardı.
İlk büluğ rüyasını belki pek yakınlarda görmüş fakat ezel âleminde olgun kadın olarak yaratılıp o meziyet ve hassasiyetle anasından doğmuş olan Bafa, her iki Türk üzerinde uyandırdığı derin tesiri kavramakta güçlük çekmedi, gözlerindeki bayıltkan tebessümü genişletti, dudaklarındaki büyülü duruma çıldırtıcı bir biçim verdi, yürümekle süzülmek arasında bir eda ile Deli Cafer’in yanına kadar sokuldu, en güzel hanımeli çiçeklerinden daha zarif ve daha muattar olan elini kart denizcinin nasırlı parmakları arasına bıraktı:
“Oh!..” dedi. “Ne tatlı konuşuyorsunuz. İtalyanca, sizin ağzınızda enikonu musiki oluyor.”
Parmaklarının tutuştuğunu sezerek kaşlarını çatan Deli Cafer, onu tashih etti:
“Kasırga deseniz daha doğru olur. Çünkü biz, kelimelerin ağzımızdan gürleyerek döküldüğünü biliyoruz. Musiki dediğiniz şey, sizin ağzınızda küçük hanım.”
Kara Kadı, bu güzellik güneşinden uzak kalmaya tahammül edemediğinden aralıksız tahta bir iskemle yakaladı, küçük Bafa’nın yanına bıraktı.
“Buyurun.” dedi. “Oturunuz, siz ayakta durdukça bizim yüreklerimiz de yerlerinden ayrılıp dışarı fırlamak, karşınızda el pençe divan durmak istiyor. Onları bu çılgınlıktan korumak için olsun oturunuz.”
Bafa, riyalı bir rol oynamaya azmetmişti. Venedik cumhurreisiyle müşavirlerinin, senatörlerin Türk elçisine cemile göstermek için ziyafette bulundurmak istedikleri bu iki tacir Türk’ün sebepsiz ve zaruretsiz Frenk sofrasında bulunmayı kabul etmemeleri pek mümkün olduğundan kendisini kandırıcı bir rol yapmayı taahhüt etmiş bulunuyordu. Bu rolün kalple ilgisi yoktu, tamamıyla zekâya bağlı bir işti. Ondan ötürü Bafa, yalandan gülüyordu, yalandan neşeli görünüyordu ve yüreğinden değil, beyninden emir alan dudaklarıyla konuşuyordu.
Fakat Deli Cafer’in de Kara Kadı’nın da şiir diliyle ve terennümü andıran bir şive ile konuştuklarını görünce birden irkildi, kendilerini kandırıp ziyafete götürmeye memur olduğu iki kıranta Türk’ü alıcı bir gözle süzmeye koyuldu.
Bunlar kısa şalvar, kolsuz cepken giymiş, kırmızı börk üzerine Trablus ipeklisi sarınmış, bellerine iki karış ende şal dolamış ve bu şalın ortasına birer karakulak sokmuş kimselerdi. Kasıklarından sekiz on parmak ilerisi açık duran bacaklarında çok ağır şeyler taşımayı vadeden demir bir salabet damar damar göze çarpıyordu. Bitevi çıplak duran kollarda da kan yerine tabiat laboratuvarlarında eritilmiş çelik dolaştığı apaçık görülüyordu.
Bafa, beşerden üstün bir kuvvet taşıdıklarına, bir lahzalık inceleme sonunda kanaat getirdiği bu Türklerin bilhassa gözlerini temaşaya layık bulmuştu. Çünkü bu gözlerin eşi, bütün İtalya’da hatta kızın bir aralık babasıyla giderek görmüş olduğu Fransa topraklarında yoktu. Herkesin gözüne benzeyen bu gözler, aynı zamanda hiçbir göze benzemiyorlardı ve bu hususiyet onlara, bakışlarını yüzden öze, karşılarındaki adamın ta ruhuna ulaştırabilmelerinden doğuyordu. Bafa, Deli Cafer’in elini tutarken ve Kara Kadı’nın sözlerini dinlerken bu hakikati -garip bir iç titreyişiyle- kavramış ve her iki Türk’ün kendi yüreğini okuduklarını lahza lahza anlamıştı.
Fakat buna, bu hâlete şaşmış değildi. Çünkü beşiğe düştüğü günden beri ya ninni ya masal olarak Türkler hakkında çok şeyler dinlemişti. Onların harp sahnelerinde bazen silah kullanmaya tenezzül etmeyerek düşmanlarını işte bu bakışlarla sersemlettiklerini, “İn attan herif!” emriyle küme küme silahşorları ipe sardıklarını biliyordu. Lakin bir Türk’ün şiir diliyle konuşabileceğini o güne kadar duymamıştı. Bu küçük hanımın kanaatine göre, Türklerin ağzında şiir, çınarlarda gül gibi garipti. Güller ancak kendi hacimlerine uygun dallarda açılabildikleri gibi Türk ağızlarında da o ağzın azametiyle, gururuyla, vakarıyla mütenasip sözler ve daha doğrusu naralar, kükremeler, gürlemeler görülmek icap ederdi. Hâlbuki Venedik’in Sen Marko Meydanı’nda izinsiz sergi kurup pervasız mal satmakta bulunan bu iki Türk çok ince düşünüyorlar ve çok zarif konuşuyorlardı.
Güzel Bafa, işte bu hâletten hayrete düştü, kıranta Türkleri derin derin süzdükten sonra Kara Kadı’ya sordu:
“Sizin yüreğiniz her kadın önünde böyle şahlanır mı?”
Deniz kurdu, gülümseyerek cevap verdi:
“Niçin soruyorsunuz?”
“Çünkü her kadının ayağına düşmek isteyen gönüllerin kıymeti olmaz. Sizinkilerin de böyle kıymetsiz olup olmadığını anlamak istedim.”
“Hayır küçük hanım, hayır. Biz Türkler yalnız ‘güzellik’e gönül veririz. Dişi, erkek, canlı cansız diye güzellikte ayrılık gayrılık aramayız. Güneşin doğuşunu veya batışını, ayın büyüyüp küçülüşünü, dağların göklerden öpüş aramasını, çimenlerin rüzgârları iliklerine geçirip vecde gelişlerini, denizin kabına sığmayarak başka bir dünya arar gibi coşup taşmasını, çiçeklerin her nefes alıp verişte havaya güzel kokularıyla vergi ödeyişlerini, bir gözde bir kalbin dile gelmesini, bir bakış önünde yine bir kalbin ya ölüm acısı ya bahtiyarlık tadı duymasını biz ‘güzel’ buluruz ve bunlarla benzerlerinin karşısında gaşyoluruz. Fakat güzel bir kadında doğup batan güneşten, büyüyüp küçülen aydan, göklerden öpüş arıyan yüksek dağlardan, rüzgârlarla sevişip vecde kapılan çimenlerden, sakin veya coşkun denizlerden, yüreklere tercüman olan gözlerden, hayat veren veya hayat deviren bakışlardan eserler, izler vardır. Kadını, her güzellikten üstün tutuyorsak sebebi budur, onda birçok güzelliklerin toplandığına inanışımızdır.”
Güzel kız, kendi eline kelimelerden işlenmiş bir aşk danteli sunuluyormuş gibi zevkle, hazla bu sözleri dinlerken Deli Cafer söze karıştı:
“Biz…” dedi. “Ulu Tanrı’nın güzel olduğuna, güzelliği de sevdiğine iman etmişizdir. Allah güzel olmasaydı, bu kadar güzel şeyler yaratamazdı, güzelliği sevmeseydi, bir kadın saçına bin yüreğin dolanıp sarılmasını mümkün kılmazdı.”
Ve birden sesini değiştirdi, karakterine en uygun düşen ahengi takındı:
“Fakat…” dedi. “Buraya gelişiniz bizi güzeller ve güzellikler hakkında imtihan için olmasa gerek. Ben de arkadaşım da yetmişi aşmış, dünyayı dolaşmış denizcileriz. Sevdik de sevildik de. Lakin hiçbir güzel bizim gönlümüzü denizden alamadı. İlk sevgilimiz denizdi, son sevgilimiz de deniz olacaktır ve biz onun, kir tutmayan kucağında gözlerimizi kapayacağız. O hâlde küçük hanım, geveze ozanlar ağzını bırakalım da dürüst konuşalım: Bizden ne istiyorsunuz?.. Yanınızda bir tercüman, sekiz on silahşor bulunduğuna göre, bu şehrin tanınmış hanımlarından biri olduğunuza şüphe yok. Bize bir şey mi ısmarlayacaksınız, yoksa bizden bir şey mi alacaksınız? Adamlarınız sergiye gelmek, alışveriş yapmak isteyenleri hep geriye sürüyor, sizinle bizi baş başa bırakıyor. Yüzünüz güzel, endamınız güzel. Yanımızda bulunmanızdan zevk almamak kabil değil. Lakin alışverişimizin kesilmesi de tatsız. Onun için meramınızı hemen açığa vurun ki meraktan kurtulalım, alışverişe başlamak imkânını bulalım.”
Bafa, belli belirsiz içini çekti.
“Beni…” dedi. “Duçe hazretleriyle senatörler buraya gönderdiler, her ikinizin yarın akşam büyük sarayda verilecek ziyafette hazır bulunmanızı rica ediyorlar. Bu ziyafet, bir haftadan beri Venedik’te bulunan Türk elçisi Ekselans Kubat Çavuş’un şerefine veriliyor. Kendisi sofrada iki hemşehrisini görürse elbet memnun olacaktır.”
Deli Cafer, Kara Kadı’nın yüzüne baktı ve onun gözle verdiği işaret üzerine şu cevabı verdi:
“Çavuş Kubat’ı tanırız, yabancımız değildir. Sizin gibi mayası gülden alınmış, kanına amberler, miskler karıştırılmış bir güzelin yaptığı daveti kıramayız. Duçenize hem teşekkürlerimizi hem ziyafette hazır bulunacağımızı söyleyebilirsiniz!”
Bafa, yetmiş yaşını aşmış olduklarını söylemelerine ve yataklı kır bıyıklarına rağmen henüz otuz yaşında imişler gibi çevik ve kıvrak görünen Türklerin ellerini sıkarken gözlerini onların gözleri içinde uzun uzun dolaştırmaktan ve çelik muhafaza içine konmuş zambağı andıran bu sağlam yapılı, bükülmez bilekli, yılmaz yürekli fakat ince ruhlu adamların özlerine yükselmeye çalışmaktan kendini alamadı. Fakat onun bakışları her iki Türk’ün gözleri içinde, engin göklerde avareleşmiş bir çift güvercine benziyordu ve o enginliğin azameti arasında sersemleşiveriyordu.
***
Duçeler sarayında verilen ziyafet gerçekten mükemmeldi. Venedik’in malik olduğu canlı ve cansız bütün elmaslar, inciler, yakutlar oradaydı. Yeşil gözler, iri iri zümrütlerle, kızıl dudaklar en zarif yakutlarla o ziyafet gecesi yarışa çıkmış gibiydi. Öyle boyunlar vardı ki takındıkları inci gerdanlıkları birer dizi ter tanesi zannettirmekteydi ve görenlere o tane tane terleri bayıla bayıla içmek için yanık bir iştiha getirmekteydi. Öyle alınlar vardı ki taşıdıkları ter katreleri uzaktan eşsiz birer inci gibi görülmekteydi.
Senatörler başta olmak üzere bütün siyasi şahsiyetler helecan ve bütün kadınlar heyecan içindeydi. Çünkü Türk elçisinin bu ziyafetten hoşnut veya nahoşnut çıkması Venedik’in mukadderatı üzerinde pek büyük tesirler yapabilirdi. Osmanlı tahtında vukuya gelen değişikliği haber vermek için Venedik’e gelmiş görünen bu elçi, birçok da ihtarlar getirmişti. Hükûmet, elinden geldiği kadar küçülerek, mümkün olduğu derecede dalkavukluk ederek o ihtarları geçiştirmek istiyordu, Venedik güzellerini de bu maksatla seferber etmiş bulunuyordu. Her devlet adamı, Türk elçisinin arzusuna göre oturup kalkmakla, düşünüp konuşmakla mükellef olduğu gibi, saraya getirilmiş bulunan seçme güzeller de iradelerini elçinin iradesine ram etmek emrini almışlardı.
Kadınlar için böyle bir emre lüzum da yoktu. Çünkü on beş yaşına henüz girenlerden kırkını çoktan dolduranlara kadar her Venedikli dişi, Türk elçisinden bir göz busesi, bir dil çimdiği koparabilmek şerefi uğrunda bir hayli şey feda etmeye razıydı. Bu iştiyak, onlarda irsî gibi bir şeydi, Fatih Sultan Mehmet devrinde Venedik’e gelen bir elçi, bütün kadın gönüllerinde sönmez yangınlar yaratmış ve bu yangınlar nesilden nesile geçerek Venedik kadınları için müşterek bir humma hâlini almıştı. Her yeni elçi bu gönül ateşlerini üç beş gün yelpazelediği cihetle humma dediğimiz yangın sık sık tazeleniyordu.
Bununla beraber şu ziyafet gecesinde bir başkalık ve o müşterek hummada da taptaze bir feveran vardı. Çünkü duçe namına hareket eden memurlar her kadının kulağına -perde diplerinde, kapı aralarında ve koridorlarda- bir vazife fısıldamışlar ve bu vazifeyi başaran kadın isminin altın kitaba -müstesna olarak- geçirileceğini anlatmışlardı. Venedik cumhurreisiyle has müşavirlerinin vatandaş kadınlardan istedikleri şey, Don Mikez adlı Yahudi’nin, Osmanlı tahtına henüz çıkmış olan İkinci Sultan Selim nezdindeki hakiki mevkisini elçi Kubat Çavuş’a söyletmekten ibaretti. Don Mikez’in Venedik aleyhine entrikalar çevirdiği İstanbul balyosu[4 - Balyos: Elçi, ara bulucu. (ç.n.)] tarafından hemen her gün duçeye bildiriliyordu. Fakat bu Musevi siyaset dalaverecisinin mesela bir suikasta uğratılması hâlinde padişahın müteessir olup olmayacağı, maktul Yahudi’nin öcünü almak kaygısına kapılıp kapılmayacağı malum değildi. Venedik güzelleri işte bu meçhulü elçinin ağzında malum yapmak vazifesiyle mükellef tutulmuşlardı.
Elçiden güzel bir buse, hafif bir el okşaması, hülyalı bir temas çalmak isteyen kadıncıklara böyle bir iş yüklemek reva değildi. Lakin vadolunan mükâfat her muhteris yüreği hoplatacak kadar mühim olduğundan kadınların hepsi Türk elçisini kafese koymak ve Don Mikez hakkındaki bilgilerini söyletmek için zekâlarını seferber etmekte tereddüt etmemişlerdi. İşaret ettiğimiz veçhile bu işte muvaffak olan kadının adı altın kitaba yazılacaktı. Bu kitap, vatanperverlikte en yüksek dereceyi kazananların isimlerini ihtiva etmekte olup belki yüz yılda tek bir Venedikli adının oraya geçtiği görülebiliyordu.[5 - Romanımızda Don Mikez’in rolü yoktur. Fakat bu adamın Osmanlı tarihindeki yeri çok büyüktür. Bu sebeple bir Frenk tarihinden iktibas ederek kendisini okuyucularımıza tanıtmayı gerekli gördük. O tarih şöyle diyor: “Osmanlı silahlarının ikinci defa olarak Arabistan’ı fethetmelerinden sonra Sultan Selim [Yavuz Selim değil, Sarı Selim] veliahtlığı zamanından beri arzu etmekte olduğu Kıbrıs meselesiyle uğraşmaya fırsat buldu. Ona bu işi telkin eden bir Yahudi’dir ki birkaç vezirden ziyade nüfuza, kudrete malik olmuştur. Jozef Nasi denilen bu adam Portekiz’de doğdu ve orada Don Mikez adıyla yaşadı. Görünüşte Hristiyan olan takımdandı. Kanuni Süleyman devrinde İstanbul’a geldi hem zengin hem güzel bir Yahudi kızına âşık oldu, bu münasebetle yalandan taşıdığı Hristiyan dinini bıraktı, yeniden Museviliğe girdi. Sonra kıymetli taşlar takdim etmek, ödünç para vermek, nefis şaraplar sunmak suretiyle veliaht Selim’in teveccühünü kazandı ve bu teveccühten istifade ederek veliahdı Kıbrıs’ın fethi tasavvuruna alıştırmaya başladı. Bu yolda o kadar muvaffak oldu ki bir gün fazlaca Kıbrıs şarabı içmiş olan Selim -eski dinine döneliden beri Jozef Nasi adını almış- nedimini kucaklayarak ‘Ben padişah olursam sen de Kıbrıs kıralı olacaksın!’ dedi. Sarhoşça verilen bu söze Jozef Nasi pek kıymet verdi ve hemen evine ‘Kıbrıs Kralı Jozef’ hitabesini ve Kıbrıs armasını astı.Selim, Kanuni Süleyman’dan sonra padişah olunca Jozef Nasi’yi servete boğdu, birçok malikâneler verdi ve nihayet onun zoruyla Kıbrıs üzerine sefer açarak adayı Venediklilerden zapt etti. Lakin Sadrazam Sokullu’nun engelliği yüzünden Jozef’i adaya kral yapamadı.”Şu hâle göre Venedik devlet ricalinin Don Mikez’den kuşkulanmalarını yerinde bir hareket olarak kabul etmek lazım gelir. (y.n.)]
Bununla beraber kadınları iliklerine kadar heyecan içinde tutan yalnız bu mesele değildi. Ziyafette elçiden başka iki Türk’ün daha bulunacağı kulaktan kulağa yayıldığından bu aristokrat Havva yavruları ayakta rüya görmeye başlamışlardı, annelerini ve büyükannelerini yıllarca kıvrandıran Türk kokusu hasretinden o gece biraz sıyrılabileceklerini umar olmuşlardı. Çünkü her güzel Venedikli, gece yarılarına, belki de sabaha kadar sürecek kabul resmi, dans ve eğlence arasında üç Türk’ten birini ağa düşüreceğini zannetmekte, bu zehap ile de sarhoşlatıcı bir hülya içinde uçup gitmekteydi.
Küçük Bafa da bu zümredendi. Büyük meydanda ulu orta sergi açıp alışverişe girişen iki Türk’ü ziyafete gelmek için kandırabilmiş olmak, bu güzeller güzeli mahlukun kıymetini, itibarını çoğalttığından duçeyle has müşavirler ve senatörlerin ileri gelenleri Elçi Kubat Çavuş’a da bilhassa onu musallat etmek istiyordu. Kız da sertlikle yumuşaklığı, ateş kudretiyle pamuk zaafını inanılmaz bir uygunlukla nefislerinde birleştirmiş olan Türklere karşı garip ve tahlili güç bir ilgi beslemeye başladığından hükûmetin tekliflerini münakaşasız kabul etmiş bulunuyordu.
İşte bu hissî ve -tabir caiz ise- fikrî dekor içinde herkes Türklerin gelmesini bekliyordu. Erkeklerin meraktan, kadınların heyecandan hafakanlar geçirmeye başladıkları bir sırada uşaklar -aralarındaki nizamı da unutarak ve birbirlerini çiğneyerek- büyük salona üşüşmüşler, iki Türk’ün gelmekte olduklarını haber vermişlerdi. Belki bin, belki bin beş yüz göz, bu haber üzerine tek bakış hâlinde salon eşiğine dikildi, misafir Türkleri kucaklamaya hazırlandı.
Onlar, kendi yurtlarında, ayrı ayrı birer kıymet teşkil etmekte olan bu küme küme kadınların, bu yığın yığın erkeklerin nasıl bir heyecan içinde bulunduklarını sezmiş görünmeyerek ağır ağır yürüyorlar, önlerinde eğilenleri belli belirsiz bir tebessümle selamlayarak salonun boş iskemleler sıralanmış köşesine doğru gidiyorlardı.
Dikkat uyandıracak hatta yabancı gözleri kamaştıracak kadar renkli giyinmişlerdi. Başlarında külah üstüne geçirilmiş -makdem denilen- birer fes ve feslerin üstünde saçaklı birer puşu vardı. Bir çeşit sarık demek olan puşular Hint’in en nefis ve en kıymetli kumaşlarından seçilmişti. Arkalarında fermene adıyla anılan kolsuz birer salta ve onun altında kısa birer şalvar vardı. Bellerindeki kuşaklar, başlarındaki puşunun kumaşındandı, pek zarifti. Kuşağa sokulan birer çift tabancayla biri kısa, biri uzun bıçak ise altın yaldızlıydı, bıçak kabzalarında elmas dahi görülüyordu.
Ziyafet salonundaki kalabalığı bilhassa ilgilendiren onların üzerlerine aldıkları yağmurluklardı. En pahalı ve en güzel çuhadan bornoz biçiminde yapılan bu üstlüklerin etrafı ağır harçla süslü olup yakalarından birer düğmeyle ilikleniyor ve sağ etekleri sol omza atılıyordu. Bu durum, eski Romalıların togalarını andırdığından salondaki halka neşe vermiş ve Türklerin böyle bir benzerlik hatırı için o üstlükleri giydikleri zannolunduğundan kendileri uzun alkışlara layık görülmüştü.
Elçiye ayrılan yerin yakınında iki yaldızlı koltuk da Deli Cafer’le Kara Kadı’ya tahsis edilmişti. Baş teşrifatçı kendilerine yerlerini -yerlere kadar eğilerek- gösterdiği vakit Kara Kadı, elini bıçaklarından birinin kabzasına koydu ve sordu:
“Bizi buraya çağıran küçük kız nerede?”
Bu suali salon dışında bulunanların bile işitecekleri bir sesle teşrifatçının kulağında gürlettiği için kendi seviyesindeki asilzade kızlarla bir köşeye çekilerek yan gözle Türk misafirleri süzen Bafa, telaş ve sevinç içinde bağırdı:
“Buradayım ekselans, huzurunuzda eğilmek üzere hemen geliyorum!”
Duçelerin, Venedik’e komşu hükûmetçiklerin başında bulunan dükaların, prenslerin secdemsi inhinalarla[6 - İnhina: Eğrilme, bükülme. (e.n.)] selamladıkları bu güzeller güzeli kız dediğini de yaptı, büyük bir kral veya imparatorun huzurunda bulunuyormuş gibi sol dizini kırarak ve kollarını açarak o heybetli iki misafiri selamladı ve Deli Cafer’in “Yanımızda otur, uzağa gitme.” demesi üzerine de bir iskemle alıp ikisinin arasına yerleşti.
Âdeta sevinç ve kıvanç duyuyordu. İçinde, tabiattan üstün ve tabiattan kuvvetli iki kartal arasında oturan bir güvercinin heyecanı vardı. Binbir yuvayı bir demde tarumar etmek kudretinde bulunan bu büyük mahlukların kendine karşı nazik davranmalarından, saygı göstermelerinden zevk alıyordu. Sonra bu çelikten yapılmış insanların özlerini görebilmek, sönük bir yanardağ sükûneti altında sakladıkları lavları, alevleri keşfetmek için de dayanılmaz bir merak duyuyordu. O sebeple gözlerini en son hadde kadar manalaştırarak, dudaklarını elinden geldiği derecede tatlılaştırarak Türkleri söyletmeye çalışıyor ve aklına geleni soruyordu. Deli Cafer de Kara Kadı da onun boyuna öten sevimli bir serçe gibi aralarında cıvıldayıp durmasından hoşlanıyorlardı, her sualine -fakat kısa kısa- cevap veriyorlardı.
Bafa, bir aralık, millî vazifesini de hatırladı, Deli Cafer’in kulağına eğildi.
“Yeni padişahınız…” dedi. “Çok şarap içermiş, öyle mi?”
Bu başlangıçla sözü, Yahudi Don Mikez’e getirecekti. Fakat Deli Cafer, padişah sözünü duyar duymaz şöyle bir doğruldu, kendine çekidüzen verdi.
“Her koyun…” dedi. “Kendi bacağından asılır. Adını andığın kişi de günah işliyorsa cezasını çeker. Biz kendi işimize bakalım.”
Ve o bahse hiç taalluku olmayan bir sual ile mevzuyu değiştirdi:
“Burada ev sahibi kim? Seni yanımıza çağırmasaydık, galiba kalabalık kervansaraya konmuş garipler gibi burada pinekleyip duracaktık.”
Kız, duçenin ve elçi beyin henüz gelmediklerini ve onların teşrifleriyle beraber tanışma merasiminin yapılacağını söyledi, sonra sözü hüsnü aşka çevirdi. Fakat Deli Cafer’le Kara Kadı’nın heyecan göstermelerine, o nazik mevzu üzerinde -sergide yaptıkları gibi- uzun uzun söylenmelerine zaman kalmadı, salon kapısından baş teşrifatçının sesi yükseldi:
“Türk elçisi asaletlu Kubat Çavuş Hazretleri, Venedik doju fehametlu Jerom Priyoli Hazretleri…”
Duçe, Türk elçisinin konuklandırıldığı yere kadar gitmiş ve kendisini alıp -muhteşem bir alayla- büyük saraya getirmişti. Biri o devirde dünyanın en kuvvetli hükûmetini, biri de entrikada gerçekten üstat tacir bir Cumhuriyet’i temsil eden bu iki zat yan yana yürüyerek salona girmişlerdi. Elçi Kubat bu durumda müteharrik bir mezar taşına yoldaşlık eden korkunç bir ehrama benziyordu: Duçe o kadar cılız ve çelimsizdi, kendisi o derece boylu boslu ve heybetli idi.
O, kılık ve kıyafet bakımından da duçeyi silik ve çok silik bir seviyeye düşürüyordu. Çünkü bir kavsıkuzahı kumaş olarak kullanmış ve o kumaştan elbise yaptırıp giyinmiş gibi göz kamaştırıcı bir renk bolluğuna bürünmüştü.
Başında beyaz keçeden bir külah vardı ve bu külahın alt tarafı sarı sırma ile süslenmiş olup sivri ucu arkaya doğru kıvrıktı, ön tarafta da alacalı tüyden bir sorguç bulunuyordu.
Arkasına dolama dedikleri kırmızı kaftanı almış, içine mavi entari giymiş, dizine yine kırmızı şalvar geçirmiş, ayaklarını sarı renk çizmelere sokmuştu. Belinde lahuri şaldan bir kuşak ve yalnız elmas kabzalı bir hançer vardı. Bu renk renk kumaşlar içinde o, dediğimiz gibi kavsıkuzaha sarılmış gibi görünüyordu. Fakat sorguçlu külahından, sarı çizmelerinden ziyade belinin iki yanına asılı parlak sahtiyandan bir çift kutu dikkat uyandırıyordu. Onlar, o kutular ne kalem mahfazası ne piştov kuburu olamazdı. Çünkü bir değil, yüz kalem alacak kadar büyük oldukları gibi piştov kılıflarında olduğu misillu iki yanları açık değildi. Bu sebeple merak uyandırıyorlar ve o lahur kuşağın üstünde de hayli kaba görünüyorlardı.
Lakin salonda ve dehlizlerde bulunanlar Kubat Çavuş’un uzunca bir lahza elbisesiyle meşgul olduktan sonra, bütün dikkatlerini onun yüksek endamına ve bu endama engin bir mana ilave eden güzel yüzüne bağlamışlardı. Erkekler sarsılmaz bir sıhhat ve solup bozulmaz merdane bir taravet numunesi seyretmekten hem haz hem eza duyuyorlardı. Çavuşta en yüksek derecesi görülen erkek güzelliği, erkek olgunluğu, onların cinsî gururunu okşuyordu. Fakat onun yanında kendilerinin bir sürü kediye dönmesi güçlerine gidiyordu.
Kadınlar, böyle iki cepheli bir duygu taşımıyorlardı. Onlar, biraz önce gelen Deli Cafer’le Kara Kadı için nasıl samimi bir hayranlık duymuşlarsa Kubat Çavuş hakkında da aynı suretle mütehassis olmuşlardı. Hepsi, istisnasız hepsi onun haşmetli endamını seyrederken ruhi rüyalar görüyorlar ve yüreklerini bu rüyalar sırasında kademe kademe onun endamındaki irtifa üzerinde yükseltiyorlardı. Yine hepsi, kendilerine yüklenen vazifeyi nasıl göreceklerini düşünerek ızdıraplı bir heyecan geçiriyorlardı. Çünkü Kubat Çavuş onların gözüne uçsuz bucaksız bir güzel vadi gibi görünüyordu ve zavallıların idraki bu renk dolu, ziya dolu vadinin sonsuzluğu içinde sersemleşiyordu.
Duçe de sersemdi, bir çınar dibine düşmüş cılız bir sarmaşık durumunda olduğunu seziyor ve bu kudretsizlikten utanıyordu. Bununla beraber vazifesini, çevirmek istediği dolapları unutmuyordu. Onun için salona girer girmez çehresini ciddileştirdi, küme küme yerlere eğilen başlara keskin bakışlarıyla cüret ve zekâ dağıtmaya koyuldu, sonra Kubat Çavuş’a sokuldu.
“Asaletmeap…” dedi. “Size bir sürpriz hazırladık.”
Ve onun sormasına meydan vermeden eliyle salonun en uzak köşesini gösterdi:
“İki Türk misafirimiz daha var. Umarım ki Venedik’te ve duçeler sarayında iki hemşehri görmek, ana dilinizi duymak hoşunuza gidecektir.”
Kubat Çavuş, haber verilen cemilenin kıymetini geniş bir tebessümle duçeye hissettirdikten sonra başını çevirdi.
“Bir değil…” dedi. “İki hatta üç sürpriz. Çünkü davet ettiğiniz adamlar gelişigüzel birer Türk olsaydı, yine memnun olacaktım. Hâlbuki onlar bizim yurdumuzda adları masallara geçmiş babayiğitlerdir, çok ünlü denizcilerdir. Birine Deli Cafer, birine Kara Kadı derler. Akdeniz’in dalgaları da balıkları da onları tanır. Kendilerini önüme çıkarmakla iki sürpriz birden yapmış oluyorsunuz. Çok teşekkür ederim.”
Merakını yenemeyen Duçe sordu:
“Üç sürpriz var buyurmuştunuz?”
Kubat Çavuş, iki Türk denizcisinin oturduğu köşeye doğru elini uzattı:
“Bizim kurtların…” dedi. “Yanındaki kuzuyu kastediyorum. Kurt kucağında kuzu görmek de mühim bir sürpriz değil midir?”
Küçük Bafa’yı gösteriyordu. Elçinin bu körpe güzelliğe daha uzaktan numara verişi, alaka gösterişi, duçeyi sevindirdiğinden hemen anlatmaya koyuldu:
“Korfu Adası’ndaki valimizin kızıdır. İki üç güne kadar babasının yanına gidecektir.”
Ve sesini son derece hafifleterek ilave etti:
“Ben bu güzel kızın İstanbul’u görmesini, Türk hayatına alışmasını isterim. Hatta babasını balyoslukla İstanbul’a göndermeyi de tasarlamıştım. Lakin yaptığım istimzaca garip bir cevap verdiğinden fikrimde ısrar edemedim.”
Salonun ortasında durmuş ve kulağına fısıldar gibi konuşan duçeyi dinlemeye koyulmuş olan Kubat Çavuş bu bahse büyük bir ilgi gösterdi ve sordu:
“Korfu valisinin garip bulduğunuz cevabını eğer bir mahzur yoksa öğrenebilir miyim?”
“Sizi başka elçilerle bir tutmuyoruz, dost ve kardeş tanıyoruz. Onun için söyleyebilirim: Korfu Valisi Sinyor Leonar dö Bafa, Osmanlı İmparatorluğu mukadderatında Portekizli bir Yahudi’nin müessir olduğunu duymuş, balyoslukta o Yahuda ile temas etmek zorunda kalırsa müteessir olacağını hesaplamış. İşte şu güzel kıza nefis bir şark seyahati yapmak fırsatını kaçırtan sebep!”
Kubat Çavuş cevap vermedi, yürüdü, kendilerine kılavuzluk eden baş teşrifatçının delaletiyle ilerledi, Deli Cafer ve Kara Kadı’nın bulundukları köşedeki hususi mevkiye kadar geldi. Denizci Türkler, ayağa kalkmışlar ve bir ellerini bıçaklarının kabzasına koyarak elçiyi -güler yüzle- karşılamışlardı. Kubat, her iki Türk’ün ayrı ayrı ellerini öptü. “Sizi burada görmek ne mutlu!” diye sevincini açığa vurdu ve onları resmî surette duçeye, duçeyi de onlara tanıttıktan sonra Bafa’ya yaklaştı:
“Dikenle…” dedi. “Gül arasında tabiat bir yakınlık yaratmıştır. Bu hâlden cüret alarak size sokuluyorum: Sizi çok nefis bulduğumu söylemekliğime müsaade eder misiniz?”
Kara Kadı gülümseyerek söze karıştı:
“Bizi istersen şahit göster. Hem kalbimizi hem kalıbımızı basarak bu küçük hanımın yeryüzünde eşi olmayan bir güzel idüğine şehadet ederiz.”
Bafa, yarım saat önce Deli Cafer’le Kara Kadı’ya yaptığı gibi bu sefer de Kubat Çavuş’un önünde diz kırdı, şuh bir reverans yaptı:
“Cariyenizim…” dedi. “İltifatınızdan iftihar duyuyorum!”
Şimdiki kurtlar üçleşmiş ve duçeye bu üç kurdun tek bir kuzuya gösterdikleri derin sevgiyi muvazeneli tutmak vazifesi düşmüştü. O, kendine pek çetin görünen bu işi nasıl başaracağını düşünürken Kubat Çavuş “Davetlilerinizi tanıyalım.” dediğinden tanıma ve tanıtma merasimi başladı. Salonda bulunan erkekler ve kadınlar, uzak veya yakın birer alakadar istifade ederek çift bir durum alıyorlar ve o hâlde Kubat Çavuş’un önünden geçiyorlardı. Baş teşrifatçı her çifti kısaca elçiye tanıtıyor ve bu tanımadan, tanınanların göz bebeklerinde kalan yadigâr, Kubat Çavuş’un küçük bir tebessümü oluyordu. Bununla beraber o, Venedik asilzadelerinden bir kısmının isimlerine aşina çıkmaktan geri kalmıyordu. Mesela Antuvan Grimani, Mark Antuvan, Jerom Pesaro gibi isimlerle kendine takdim olunan kimselerin vaktiyle yapılmış harplerde, Türklere karşı silah kullanan kumandanlara mensup olduklarını hatırlıyor ve o gibilerle bir iki kelime konuşmak tenezzülünde bulunuyordu.
Bu merasim bittikten ve biraz daha konuşulduktan sonra, yemek odasına gidildi. Şeref mevkisi, duçe tarafından elçiye bırakılmıştı. Elçi de bu mevkiyi Kara Kadı’ya terk ettiğinden bütün program altüst oldu. Lakin küçük Bafa, uzun bir lahza süren hercümerce rağmen iki denizcinin arasından çıkmadı. Onun sağında Kara Kadı, solunda Deli Cafer, karşısında da Kubat Çavuş oturuyordu.
Sofralar bir değil, birkaç taneydi. Fakat -Şark usulüne göre- baş sofra demek olan elçi sofrasına kadınların en güzelleri oturtulmuştu. Bu suretle midelerden ziyade gönüllere ziyafet çekilmiş ve damaklardan çok daha fazla ruhlar doyurulmuş oluyordu. Muhtelif tipte ve çapta güzelliklerden sofraya dökülen rengü nur gerçekten sarhoşlatıcı bir hava ve sahne yaratıyordu. Duçe bu havanın ve bu sahnenin tesirini çoğaltmak için şarap sürahilerini ve billur bazuları harekete geçirmekte istical gösterdiğinden sofradaki yüksek vakar, yavaş yavaş bulutlanmak üzereydi.
Şimdi her kadın, muaşeret kaidelerini ve cinsî gurur icaplarını ayak altına alarak, elçiye ve iki tacir Türk’e şarap sunmak kaygısına düşmüştü. Bu tehalükten çok kıvrak bir kargaşalık, boy boy ve renk renk kolların uzanıp çekilmesinden, birleşip çözülmesinden doğma yumuşak ve muattar bir anarşi vücuda geliyordu. Her Türk’ün ağzına üç beş yalvaran tebessüm ve üç beş kadeh birden uzanıyordu.
İşte bu neşeli haylar, huylar arasında Kubat Çavuş, sofradan bir ara geri çekildi.
“Hanımlar…” dedi. “Boş yere yoruluyorsunuz, beni de üzüntü içinde bırakıyorsunuz. Her elçi, ne kadar büyük salahiyet sahibi olursa olsun, nihayet bir emir kuludur. Ben de şevketlu efendimin iradesine, fermanına göre hareket etmeye mecburum. Benim kudretlu, azametlu padişahım Venedik’te bulunduğum müddetçe, kendi has hazinelerinden verilen altın tası kullanmaklığımı emir buyurmuşlardır. Başta Duçe Hazretleri olmak üzere hepiniz bilirsiniz ki Sultan Fatih devrinden beri Venedik’e gelen Türk elçileri hep bu tasla su, şerbet ve şarap içmişlerdir. Aynı şeyi yapmaklığım ferman buyurulduğundan güzel ellerinizle sunduğunuz kadehleri kabul edemedim, üzüldüm. Müsaade ederseniz o ziyanları telafi edeyim.”
Ve belindeki sahtiyan kutulardan birini açtı, yarım kilo şarap alabilecek büyüklükte görünen altın bir tas çıkardı, Bafa’ya uzattı.
“Lütfen doldurunuz!”
Altın kitaba Bafa adının yazılması ihtimalini düşünerek hep birden kıskançlığa kapılan öbür kadınlar, başka yoldan aynı hedefe yürümek düşüncesiyle teker teker veya çifter çifter yerlerinden fırlıyorlardı. Bir kısmını içmiş oldukları kadehlerini Deli Cafer’e, Kara Kadı’ya sunuyorlardı. Onlar zaten naz etmiyor, niyaz da ettirmiyorlardı. Her sunulan kadehi tek cür’a[7 - Cür’a: Bir yudumluk su. İçim, yudum. (e.n.)] bırakmadan içiyorlardı. Fakat sofra halkı -Kubat Çavuş’la duçe müstesna- çakırkeyif kesildikleri hâlde bu çok yaşamış genç Türklerde küçük bir değişiklik görülmüyordu.
Fakat neşeliydiler, boyuna Bafa’yla şakalaşıyor ve onu kahkahayla güldürüyorlardı. Elçinin altın tası güzel kıza uzattığını görünce el çırptılar, bir ağızdan takıldılar:
“Kubat Çavuş kanatlanmak istiyor, kanadı da küçük hanımın elinde arıyor.”
Fakat elçi, bu latifeye cevap vermedi, Bafa’nın doldurduğu tası bir çırpıda boşalttıktan sonra, başka bir kadına uzattı ve gelen doluyu boşaltır boşaltmaz üçüncü bir madamın sakiliğine çanak tuttu. Kubat Çavuş altın kadehi sıra ile her kadına doldurtarak içiyordu. Bu çılgın hareketin sonu şüphe yok ki tavus kuyruğuyla karışık iğrenç bir sızış olacaktı. Fakat kadınların sevine sevine, duçenin düşüne düşüne, Deli Cafer’le Kara Kadı’nın da üzüle üzüle bekledikleri bu netice belirmedi. Kubat Çavuş vakarından bir zerre dahi kaybetmedi, yalnız yüzünü ekşitti, altın tası bir havlu ile güzelce kurutup kutusuna soktuktan sonra iskemlesini sofradan biraz daha uzaklaştırdı.
“Biz Türkler…” dedi. “Bir çanak ayranın hakkını kırk yıl tanırız. Şu hâlde benim duçe hazretlerinden, senatörlerden, müşavirlerden ve hele madamlardan gördüğüm ikramı ömrüm oldukça unutmaklığıma imkân yoktur. Her fırsatta Venediklilerin kibarlığını söylemekten ve Venedik hükûmetine elimden gelen yardımları yapmaktan geri kalmayacağım. Fakat biz Türkler, doğru özlü ve doğru sözlüyüz de. İçimiz neyse dışımız da odur. Düşündüğümüzü saklamayız, açığa vururuz. Onun için -yine başta duçe hazretleri olmak üzere has müşavirlere, senatörlere ve iltifatlarını görmekte olduğum güzel madamlara- küçük bir öğüt vermek isterim.”
Öbür sofradaki erkekler ve kadınlar da sıra sıra gelmişler, baş sofra etrafında heyecandan titreyen bir halka çevirmişlerdi. Kubat Çavuş, kısa bir lahza düşündükten sonra sözüne devam etti:
“Şevketlu efendimin ahırında birkaç bin at, bahçesinde üç beş bin it bulunduğu gibi, çeşit çeşit hizmetlerini görmek için beslenen sayısız uşakları vardır. O atların, o itlerin şevketlu efendime bir fikir aşılamaları, haşa ve haşa yol göstermeleri nasıl hatıra gelmezse o uşaklardan herhangi birinin padişahımıza akıl öğretmesi de hatıra gelmemek lazım gelir. Hiç yerin göğe ışık saldığı görülmüş müdür? Kulun da mevlasına fikir vermesi mümkün değildir. Hâlbuki Venedik’te garip garip rivayetler dolaşıyor. Güya Don Mikez adlı bir Yahudi uşak, şevketlu efendimin zihnine girmiş ve padişahı Venedik’in aleyhine kışkırtmaktaymış!”
Birden sesini yükseltti:
“Bunlar yalan, tamamıyla yalandır. Şimdi Jozef Nasi diye adlanan Don Mikez’i tanırım. Bir at uşağı, bir seyis neyse o da şevketlu efendimin hizmetkârları arasında öyledir. Devlet işlerinde yol göstermek sadece onun değil, hiç kimsenin haddi değildir. Zaten Venedikli ile aramızda bugün bir tatsızlık da yok. Zanta için beş yüz, Kıbrıs için sekiz bin duka vergi veriyorsunuz. Arnavutluk gibi, Dalmaçya’daki hudutlarımıza da saygı gösteriyorsunuz. Balyoslarınız nazik adamlar. Nabza göre şerbet vermeyi biliyorlar. Şevketlu efendim size neden incinsin, neden kızsın? Josef Nasi’yi Kıbrıs’a kral mı yapacağız? Rodos gibi, Sakız gibi Kıbrıs’tan hiç de aşağı olmayan adalara kral koymadık da bizim olmayan Kıbrıs için mi kral seçeceğiz… Böyle sözlerin konuşulması çirkin, yayılıp duyulması da tehlikelidir. Aslanla şakalaşılmaz. Bunu da unutmamalıyız.”
Kubat Çavuş, Osmanlı sarayında dönüp dolaşan dedikoduları Venediklilerin omzuna yüklemekle büyük bir siyaset gösteriyor, aynı zamanda o küme küme kadına verilen vazifeyi kıymetten düşürüyordu. Zeki Çavuş, duçeden en küçük rütbeli Venedikliye, Bafa’dan en çirkin kadına kadar herkesin bu Don Mikez işiyle ilgili olduğunu, kendisini tuzağa düşürüp söyletmek istediklerini kavramıştı. İşret âleminde sinirlenerek bir veya birkaç kadının kalbini kırmamak için meseleyi kökünden söküp atmak istiyordu.[8 - Kubat Çavuş’un hikâye etmekte olduğumuz elçiliği 1566 yılının sonlarına doğru vuku bulmuş olsa gerektir. Çünkü İkinci Sultan Selim, babasının ölümü üzerine 24 Eylül 1566’da İstanbul’a gelip tahtı ve saltanatı tesellüm etmişti. Fakat Kubat Çavuş’un 1569 yılı sonunda da Venedik’e gittiğini biliyoruz. O vakit duçeye ve Venedik Cumhuriyeti’ne Osmanlı sarayının birtakım şikâyetlerini tebliğe memur edilmiş bulunuyordu ki bunların içinde Dalmaçya hududundaki sarkıntılıklar, birkaç Türk korsanına yapılan işkenceler ve Kıbrıs Adası’nın Hristiyan korsanlara sığınak yapılması birinci planda geliyordu. Kubat Çavuş, bir efendinin uşağına karşı dahi kullanmakta tereddüt edeceği derecede küçültücü bir lisan ile yazılan “name-i hümayun”u, senatonun toplu olduğu bir sırada duçeye verdi ve okunurken de hazır bulundu, Frenk tarihleri bu hadiseyi naklederken “Bu kadar amirane bir surette yapılan taleplerin senatoda müzakeresi caiz olmadığından ret ile cevap verildi. Halk, o kadar heyecan gösteriyordu ki Çavuş’un hayatı tehlikede kalmamak için sarayın arka kapısından çıkarılmasına mecburiyet geldi.” diyorlar. Fakat bu, hakikate uygun değildir. Çünkü Venediklilerin Türk elçilerine, yürekleri titremeden bakmalarına bile imkân yoktu. Nerede kaldı ki her biri bir ejdere benzeyen o elçilere hücum etmeyi zihinlerinden geçirebilsinler!Yine tekrar edelim ki Kıbrıs’ın alınması meselesi bu romanın çerçevesi dâhilinde değildir. Yalnız Bafa’yla tanışma sırasında o meseleye de temas edilmek zarureti hissedildiğinden bu notları kaydediyoruz. (y.n.)]
Bu açık sözler, Don Mikez hikâyesi üzerinde ısrarı manasızlaştırmakla beraber altın kitaba girmek ümitlerini de silip süpürdüğünden kadınlardan bir kısmı neşesizlenmişti. Fakat Venedik millî hazinesindeki altın kitaptan daha kıymetli olan bir kitapta, Elçi Kubat Çavuş’un yüreğinde bir satır, bir cümle hatta bir kelime veya bir nokta olmak iştiyakını taşıyan madamlar, Don Mikez işinin bu şekilde neticelenmesinden bilhassa memnun olmuşlardı. Çünkü hükûmet hesabına değil, kendi hesaplarına hareket etmek ve heybetli elçiden bir hatıra uğrulamaya çalışmak imkânına kavuşmuş oluyorlardı.
Fakat Kubat Çavuş, hadiselerin dizginini kendi elinde tutuyordu. Kimseye hamle fırsatı vermiyordu. Nitekim siyasi nutkunu bitirdikten sonra şu veya bu taraftan mukabele edilmesine veya bir teklifte bulunulmasına da imkân bırakmadı. Yüzünü Deli Cafer’e çevirdi.
“Ammi…” dedi. “İzin verirsen bir ricada bulunacağım.”
Ve onun tavrını bozmadan “Söyle evlat!” demesi üzerine şu dileği ileri sürdü:
“Rahmetli Turgut Reis’le bile Cebre çemberinden nasıl kurtuldunuzdu?.. Zahmete katlanıp hikâye edersen bu hanımlar, bu efendiler sayende tatlı bir kıssa dinlemiş olurlar.”
Deli Cafer, naz etmedi. Fakat gurura da kapılmadı. Sanki herkesin elinden gelir bir işten bahsediyormuş gibi gösterişsiz bir lisanla meşhur Cebre menkıbesini anlattı. Malum olduğu üzere bu menkıbe, Türk denizcilik tarihinde hatta bütün dünya denizciliği tarihinde yegâne sayılan vakıalardandır, bir deha hamlesidir ve şu suretle tekevvün etmiştir:
Turgut Reis henüz korsanlık hayatı yaşarken Tunus civarındaki Mehdiye Limanı’nı ele geçirmişti. Oradan İspanya, Sicilya ve Napoli sahillerini tehdit ediyordu. İmparator Şarlken, krallar kralı ve taçdarlar taçdarı vaziyetini takınan, tam manasıyla el kıran ve baş koparan kesilip koca Akdeniz’i avcu içine alan bu meşhur Türk’ü o limandan çıkarmak istedi, uzun hazırlıklar yaptı ve bütün Hristiyan âleminin güneşi sayılan Andreya Dorya kumandasında bir donanma yollayarak Mehdiye’yi ansızın muhasara ettirdi.
Turgut Reis o sırada İspanya sahillerinden vergi topluyordu. Baleara adalarına da aynı salgını tattırarak Mehdiye’ye döndüğü vakit şehrin ve limanın ateşten bir çember içine alındığını gördü, Cerbe Adası’na çekildi.
Oradan sık sık Tunus kıyılarına geliyor, dört yüz gemiden mürekkep bir filo ile on binlerce kişiden teşekkül eden bir kara ordusuna haftalardan beri kapıları kapalı tutan Mehdiye’ye yardım etmeye savaşıyordu. Bu küçük şehir, o büyük düşman kuvvetlerine karşı tam beş ay göğüs gerdi, her şehide bedel en azından yirmi İspanyol neferi feda ettirdikten sonra bir yığın toprak hâlinde İmparator Şarlken ordusuna teslim oldu.
Şimdi sıra Turgut’la boy ölçüşmeye gelmişti. Amiral Anderya Dorya, sayısı yüzleri aşan donanmasını Cerbe Adası’na -umulmaz bir günde- götürdü ve meşhur korsanı -kırk yedi gemilik filosuyla-orada bastırdı. Hesap, mantık, akıl, muhakeme ve her şeyi Turgut Reis’in orada ya yanıp kül olmasını yahut Anderya Dorya’ya boyun eğmesini zaruri gösteriyordu. Harbe girişmek düpedüz delilikti ve bu delilikten hayırlı bir netice çıkmasına asla imkân yoktu. Fakat gücünün şiarı muhali mümkün kılmaktı ve o gücün harekete geçtiği yerlerde alevin yakmak, suyun boğmak, kasırganın yıkmak hassalarını kaybettiği çok görülmüştü. Onun için Anderya Dorya’nın limana doğru sürmek istediği gemilere Turgut tarafından yol verilmedi, karaya çıkarılan bataryaların isabetli ateşiyle filo açıklara sürüldü.
Bununla beraber tehlike, dört yüz harp gemisi hâlinde, Cerbe Limanı’nı göz hapsine almış demekti. Bugün değilse yarın veya öbür gün bu büyük filo o küçük adayı kuru bir çıra gibi mutlaka tutuşturacak, alev alev yakacaktı. Bu vaziyette Turgut Reis’le arkadaşlarına ve gemilerine nasip olacak akıbet ise o çıra yangını içinde tutuşup mahvolmaktan başka bir şey olamazdı.
Amiral Anderya, bu kanaatteydi, ona yoldaşlık etmekte bulunan kara askeri kumandanı General Toledo bu kanaatteydi, müstakil bir fırkaya başbuğluğuyla şeref veren Sicilya Hıdivi Vega bu kanaatteydi. Minimini bir şehri bir Türk korsanının elinden -fakat o korsanın bulunmadığı bir günde- almak şerefine ortak olmak hırsıyla Mehdiye önlerine alay alay asker getirmiş olan eski Rodos Şövalyeleri bu kanaatteydi. Hatta millî İspanya kahramanlarından Lui Vargas -bir Türk kurşunuyla vurulup ölmeden önce- bu kanaatteydi.
Belki Cerbeliler de bu kanaatteydi. Fakat başta Turgut Reis olmak üzere Türkler başka bir iman besliyorlardı. Anderya Dorya’ya yenilmeyeceklerine şüphe etmiyorlardı. İşte bu iman onları hep birden harekete geçirdi ve tarihin eşini kaydetmediği bir hamleyle o tuzaktan kurtulmak imkânını kendilerine verdi.
Hamlenin şerefi, şüphe yok ki Turgut’a aittir. Lakin arkadaşlarının da o şerefte büyük bir hisseleri vardır. Çünkü düşünen başa, yapan el yardım etmezse düşünülen şey, ekseriya hülyadan ibaret kalır. Cerbe’de de Turgut Reis, bütün filonun -düşman ateşine açık duran- limandan kaldırılıp adanın öbür tarafına, düşman donanmasına görünmeyen yönüne götürülmesini düşündü ve bütün reisler, kaptanlar, leventler bu fikri münakaşasız kabul ederek tahakkuk sahasına çıkarmak için ortaya atıldı.
Fatih’in -İstanbul’u muhasara sırasında- Türk donanmasını karadan yürüterek Haliç’e indirdiğini biliyoruz. Turgut da aynı işi Cerbe’de yapmış gibi görünürse de her iki büyük Türk’ün bu hamlelere giriştikleri sırada bağlı bulundukları şartlar göz önüne getirilirse Turgut’un kazandığı şerefin daha büyük olduğunu kabul etmek lazım gelir. Çünkü Fatih Sultan Mehmet’in yapmak istediği işe engel olacak bir kuvvet yoktu. Ve emri altında on binlerce insan bulunuyordu. Hâlbuki Turgut, korkunç ve hemen hemen hücuma hazır bir donanmanın tehdidi altındaydı, silah arkadaşlarından başka da yardımcıya malik değildi.
Öyleyken bu yaman işi yapmaya girişti. Bataryaları sık sık işleterek düşmanın gözünü oyaladığı sırada Türk filosunun bulunduğu limandan adanın öbür yakasına kalın tahtalardan geniş bir yol döşetti, bu tahtaların üstüne yağlı bir madde döktürmek suretiyle kayganlık husule getirdikten sonra gemileri tekerlekler üzerine aldırarak geceleyin yürüttü, serbest bir limana indirdi ve hemen yelkenleri şişirip enginlere açıldı.
O esnada -Turgut Reis’in bütün filosuyla- Anderya Dorya’ya teslim oluşunu seyretmek üzere Sicilya’dan birkaç yüz asilzade geliyordu. Turgut, denize açılır açılmaz onları taşıyan büyük gemiye rastladı ve bir kuru sıkı topla gemiyi durdurarak zapt, içindekileri de esir etti. Anderya Dorya, bu işler olup biterken Cerbe Limanı önünde Turgut’a yapılacak muameleyi kararlaştırmak üzere meclisler kurup dağıtmakla meşguldü.
Menkıbe, Deli Cafer’in ağzında sadelikle karışık müessir bir azamet alıyordu. Onun, mesela tahtadan yol döşenmesini tarif ederken vakıayı basit göstermeye özenişi dinleyenler üzerinde ters tesir yapıyor ve o yol ziyafet salonunda binlerce amelenin alın teriyle ve yorulmuş adaleleriyle döşeniyormuş gibi herkesi hülyalı bir hayret sarıyordu. Hele kadınlar, büyülenmiş sanılacak kadar beht[9 - Beht: Şaşkınlık, hayranlık. (e.n.)] içindeydi. Fakat bu şaşkınlığın onları mahzuz ettiği de anlaşılıyordu. Başka türlü nasıl olabilirdi ki, karadan filolar yürüten Türkler, gökten yere inmiş veya denizlerin dibinden fırlayıp şuraya buraya dağılmış kimseler değildi. Her milletin efradı gibi onlar da bir babayla bir ananın vücuda getirdiği mahluklardı. Lakin düşünce, duygu, cüret ve hareket bakımından kimseye benzemiyorlardı, tabiata tahakküm için yaratılmış görünüyorlardı, işte bu üstünlük, o menkıbenin anlatılması sırasında, her kadının idrakinde derece derece tebarüz ettiğinden topunu birden tatlı bir şaşkınlık istila edivermişti. Koca koca harp gemilerini karada yürüten Türklerin bir kadın kalbini ne yükseklere ve ne derinliklere götürebileceğini o şaşkınlık arasında düşünmeye savaşanlar ve bu düşüncenin hazzıyla yarı baygınlaşanlar da vardı.
Deli Cafer, işte bu umumi ve derin hayret içinde sözünü bitirdi, yüzünü Bafa’ya çevirdi:
“Turgut Reis’in yanında o gün ben de vardım, Kara Kadı da vardı. Bir koyun sürüsünü suya götürür gibi şarkı ırlıyarak gemileri yürütmüştük. Fakat kuvvet bizim değildi, Turgut’undu. Ona da bu iktidar aşktan geliyordu.”
Bafa, ruhları dalgınlaşan o cemaat içinde ilk uyanan idrak oldu ve mahmur mahmur sordu:
“Turgut Reis âşık mıydı?”
“Evet, âşıktı.”
“Kime?”
“Savaşa!”
Bu kısa cevabın en büyük bir hakikat taşıdığını -aşkla, şevkle-anlatmaya da girişecekti. Fakat Türk celadetini, Türk hamasetini, Türk dehasını tek bir menkıbenin canlı çerçevesi içinde Venediklilere seyrettirmeyi siyaset bakımından doğru ve gerekli bularak Cerbe vakasını Deli Cafer’e naklettirmiş olan Elçi Kubat Çavuş araya girdi:
“Kara Kadı amca…” dedi. “Senden de Nasuh ile Cafer’in hikâyelerini dinleyelim. Bir harp hikâyesinden sonra tatlı bir kıssa dinlemek sinir yatıştırır.”
Ve duçeye hitap ederek nasıl bir mevzu seçtiğini izah etti:
“Nasuh ile Cafer, Kara Kadı amcanın cüceleridir. Ne Osmanoğulları sarayında ne Çin-i Maçin’de ne de bir başka yerde onlardan daha küçük boylu insan yoktur. Rahmetli Sultan Süleyman bu minimini mahlukları haber alınca kendilerinin değil, sahibi olan Kara Kadı’nın ağırlığınca altın verip onları sarayına almak istedi. Fakat o sırada bu ammiler devlet hizmetini bırakıp savuşmuşlardı. İzlerini bulmak, cüceleri almak mümkün olmadı.”
Kara Kadı’ya bakarak sustu, o da bu bakıştaki manayı anlayarak anlatmaya koyuldu:
“Nasuh’la Cafer, bir boydadır, bir çaptadır. Teraziye koyuşumda ağırlıkları bir gelir. Ne yarım dirhem aşağı ne yarım dirhem yukarı. İkiz olmadıkları hatta bir memleket halkından bulunmadıkları hâlde, birbirlerine denk olmaları, yüzce de benzer görünmeleri şaşılacak bir şeydir. Ben her ikisini birlikte terbiye ettim, okuttum, yetiştirdim. Şimdi Nasuh kaç dil bilirse Cafer de o kadar dil bilir. Cafer ata ne kadar iyi binerse Nasuh da o kadar güzel at kullanır. Nişancılıkta, cirit oyununda, yüzmekte, gemi kullanmakta ikisi de birinci sınıf ustalardandır. Fakat biri öbürkünden üstün değildir. Zavallıların beceremedikleri tek bir sanat var: Pehlivanlık! Cüsseleri müsait olmadığından o sanatta yaya kaldılar.”
Herkes bu uzun övüşleri -alık alık ve ağızları açık- dinlerken Bafa sordu:
“Cücelerinizin boyları ne kadar?”
“Benim elimin ölçüsüyle üç karış!”
Bafa’nın gözü Kara Kadı’nın kalın ve kuvvetli eline kaydı, koca koca gemileri birer kuzu uysallığıyla karada yürüten o elin kalınlığına ve kuvvetliliğine rağmen fazla bir uzunluk taşımadığını gördü:
“Benim elimle…” dedi. “Beş karış demek. Çok küçük şeyler. Nerede buldunuz bunları?”
Kubat Çavuş müdahale etti:
“Nerede bulunduğunu öğrenmekten bir şey çıkmaz. Şimdi nerede bulunduklarını sorunuz ki talihiniz varsa kendilerini görebilirsiniz.”
Kara Kadı, derin derin Bafa’nın yüzüne baktı ve ağır ağır cevap verdi:
“Cücelerim gemidedir, gemi de biliyorsunuz, Venedik limanındadır. İsteyen teşrif eder, cücelerimi görür, kendileriyle konuşur.”
Bafa, içini çekti.
“Yarın…” dedi. “Yorgunum, öbür gün hazırlıklarımı tamamlamaya mecburum, daha öbür gün yolcuyum.”
Deli Cafer de Kara Kadı da -heyecanla- sordular:
“Ay yolculuk mu var?.. Nereye?”
“Korfu’ya, babamın yanına gidiyoruz. İki gün sonra Venedik’ten ayrılacağız.”
Elçi Kubat Çavuş’un kaşlarını kısa bir lahza çatıklaştıran heyecanlı tavırlarının manasızlığını, daha doğrusu yersizliğini anlamış olan deniz kurtları, soğukkanlılıklarını ele almışlardı. Bafa’nın yolculuğunu vesile yaparak ve onun dilbaz, canbaz, sihirbaz, dekkebaz cüceleri görmekten korktuğu için Korfu’ya kadar kaçmaya hazırlandığını söyleyerek şakalaşıyorlardı. Kubat Çavuş bir müddet bu şakalaşmayı dinledi, sonra kendi de latife ediyormuş gibi görünerek bahse başka bir mecra verdi:
“Sevgili amcalarım…” diyordu. “Küçük hanım bilinmez ve bulunmaz bir yere gitmiyor ki. Korfu, hepimizin bildiğimiz bir yer. Otuz yıl önce, Venedikli dostlarımızla orada küçük bir güreş de yapmıştık, galip, mağlup belli olmadan ayrılmıştık. Siz, dilediğiniz zaman adaya gider, küçük hanıma cücelerinizi gösterebilirsiniz.”
Ve sonra kafataslarının içine, yüreklerin en gizli köşelerine bakar gibi görünen kudretli gözlerini Bafa’nın latif yüzüne dikti.
“Ben…” dedi. “Duçe cenaplarına rica edeyim, siz de babanızı balyosluğu kabul için kandırınız, Korfu’dan İstanbul’a gidiniz. Orada, harp filolarını, koyun sürüsü gibi ıslık çala çala yürüten şu babayiğitlerin binlercesine, hikâyelerini dinlerken ağzınızın sulandığını duyduğunuz cücelerin daha mükemmellerine ve her şeyin en iyisine rast geleceksiniz. İstanbul, Türk olalıdan beri, Tanrı’nın beğendiği yerlerden biri olmuştur, Orada şimdi hava, biraz cennet kokusu taşır. Su, enikonu kevserleşir. Güneş ise bütün İstanbulluları örten kızıl ipekten işlenmiş bir mantoyu andırır. Bu manto, büyülü olduğu için yazın serinlik, kışın sıcaklık hissettirir ve hiçbir mevsimde üşütmez, terletmez. Ya mehtapları…
Sizi inandırmak için dinime yemin ederek söylüyorum: İstanbul’un her mehtabı hemen hemen sizin kadar güzeldir.”
Bafa “Ne güzel yalan söylüyorsunuz elçi bey!” diye kahkahayı koparırken Kubat Çavuş, etrafındakileri telaşa düşürecek derecede ciddileşti.
“Dinime…” dedi. “Yemin ettiğimi söylediğime göre, sözlerime inanmanız lazım gelir. Siz, buralardan görünen mehtaplar kadar değil, İstanbul’un akıllar alan, yürekler hoplatan mehtapları kadar güzelsiniz. Öğüdümü kabul eder de İstanbul’a giderseniz her ay beş altı gün göğe asılan o nurdan aynada kendinizi görebilirsiniz.”
Bunlar, bu sözler Bafa’nın şuuru üzerinde silinmez izler bırakıyor ve sinirlerine karışıklık veriyordu. Deli Cafer, Kara Kadı ve Kubat Çavuş, efsunlu bir müselles gibi dimağında hep birden yer almış olup o dimağ, cazip olduğu kadar garip ve garip bulunduğu kadar da cazip olan bu müsellesin incitmeyen sıkleti altında tatlı tatlı sallanıp duruyordu.
Türkleri, toy kalbinin bütün temizliğiyle artık güzel ve yüksek buluyordu. Türklüğe karşı -müstesna bir zümrüt, eşsiz bir inci için duyulan incizaplara benzer- bir temayül hissediyordu.
Bu hızlı kapılışta, aralarına düştüğü üç Türk’ün bedenî olgunluklarıyla terbiyevi yüksekliklerinin, durumda ve tutumda belirttikleri gösterişsiz zarafetin tesiri pek tabii olmakla beraber, onu kısa bir lahza içinde Türk’e âşık yapan kuvvetli amillerden biri de ziyafet salonunda toplanan hemşehrileriyle o üç Türk arasındaki yaradılış farkıydı. Bafa, o güne kadar, bir duçe başını, bir duçe sarayı kadar muhteşem görüyordu. Bir senatör, bir has müşavir, onun gözünde yarı ilahlaşmış şahsiyetlerdi. Fakat bu gece, o görüş, o telakki temelinden değişivermişti. Çünkü -Sen Marko Meydanı’nda arşınla kumaş satan ve korsanlıktan gelme olduklarını söylemekten çekinmeyen- Deli Cafer’le Kara Kadı’nın, onlarla aynı hamurdan yaratıldığı anlaşılan Kubat Çavuş’un Venedik devlet adamlarını her bakımdan sıfır seviyesine indirdiklerini gözüyle, şuuruyla, kalbiyle görmüş bulunuyordu.
Türkler, duçenin vakarına bakarak, senatörlerin çalımını pabuçlarına çiğneterek, has müşavirleri uşağa çevirerek yürüyorlar ve onlarla konuşurken aslanların tavşanlara birkaç mırıltı ikram etmelerini andıran bir ağız kullanıyorlardı.
İşte bu müşahede, genç kızın idrakinde garip bir değişiklik, kanaatlerinde yaman bir yıkılış vücuda getirmişti. Evvelce korkunç olarak tanıdığı Türkler, şimdi ona başları yıldızların kucağına yaslanmış dağlar kadar azametli görünüyordu. Bu dağlarda çimenin, çiçeğin, rengin ve ıtırın en güzeli vardı ve onların eteğinde dolaşmak bile insanı bahtiyar bir sarhoşluğa kavuşturabilirdi. O sarhoşluğa ki insani ve vicdani olduğu için gelişigüzel uyanıklıklarla ölçülemezdi, tartılamazdı.
Bafa, Türk cazibesine kapılmanın benliğinde uyandırdığı kargaşalıklar arasında gemileri karada yürüten kahramanlarla bin Venediklinin toptan beceremeyecekleri işleri bir karış boylarıyla başarıveren cüceleri de sık sık düşünmekten kendini alamıyordu. Henüz müphem, henüz renksiz ve silik olmakla beraber, genç kızın içinde o kahramanların eliyle itilmek, yürütülmek, uçurulmak ve o cücelerin hünerleriyle hayretten hayrete düşürülmek için bir iştiyak var gibiydi.
Bu rüşeymî duyguda o, yalnız değildi. Salonları dolduran renk renk kadınlar da aynı müphem incizabın, iştiyakın ve ihtiyacın hummasını yaşıyorlardı.
Bununla beraber Bafa, ruhi bir silkinişle kendini toplamaktan geri kalmadı, Kubat Çavuş’a cevap verdi:
“İltifat ediyorsunuz, beni şımartıyorsunuz ekselans. Fakat anlıyorum ki benim İstanbul’a gitmemi gerçekten istiyorsunuz. Bu arzunuz acaba benimle sık sık görüşmeye yol bulmak düşüncesinden mi doğuyor?”
Elçi, litrelerle şarabın sersemletemediği vakur başını şöyle bir kaldırdı. Sofrayı saran kadınları birer birer gözden geçirdi:
“Türk ili dile alındığı zaman biz Türkler kendimizi unuturuz. Ben de memleketimin güzelliklerini saymaya savaşırken kendimi düşünemezdim ve düşünmemiştim.”
“O hâlde ekselans?”
“O hâlde hakikat şudur: Biz Türkler, her şeyin en güzelini memleketimize layık görürüz. Siz de kadın güzelliğinin en yüksek numunelerinden birisiniz, istiyorum ki yurdumuzun bir köşesi sizinle aydınlansın ve sizin ciğerlerinize bizim yurdun temiz havası girsin!”
Manalı manalı Deli Cafer’in, Kara Kadın’ın yüzlerine baktı.
“Siz de…” dedi. “Benim gibi düşünüyorsunuz, değil mi? Öyleyse, ulu Tanrı’nın şu güzel Bafa’yı Türk yurduna nasip etmesi için candan, yürekten dua edelim, sofradan da kalkalım!”
Kadınlardan fazla sarhoş olanlar, “Kıskandık ekselans. Bizi güzel bulmuyorsunuz demek.” gibi sözlerle sarkıntılığa yeltenirlerken, Kubat Çavuş kalktı, Bafa’yı Deli Cafer’in koluna taktı, çakırkeyif madamlardan birini de Kara Kadı’ya yoldaş etti, kendisi duçenin koluna girdi.
“Siz…” dedi. “Yalnız dinlediniz, biz de boyuna konuştuk. Şimdi vaziyetlerimiz değişecek: Dinleme nöbeti bize, konuşma sırası size gelecek!”
Duçe Jerom, iliğine kadar sevinç içindeydi. Çünkü Don Mikez’in Topkapı Sarayı’ndaki seyislerden farksız olduğunu öğrenmiş ve Kor-fu valisinin İstanbul’a balyos olarak gönderilmesi hâlinde birçok kazançlar elde edileceğini de sezmiş bulunuyordu. Bu büyük müjdeleri kendiliğinden vermiş olan elçi Kubat Çavuş’u memnun etmek için günlerce konferans vermeye, nutuklar sıralamaya razıydı. Hâlbuki ziyafet programı, kendisine öyle bir külfet yüklenmesine imkân bırakmıyordu. Yemekten sonra müzik vardı. En şöhretli üstatlar, en kıymetli besteleri -elçi bey şerefine- terennüm edeceklerdi. Daha sonra komik ve trajik sahneler gösterilecekti, arada dans edilecekti.
Duçe, bütün bunları elçi beye hatırlattı ve programın madde madde tatbik edilmesi için izin istedi. Kubat, kendi dolabını çevirmekle meşgul olduğundan bu ricaya ciddi bir ilgi göstermedi, sade bir “hayhay” deyip Kara Kadı ile gizli bir muhavereye girişti. İki Türk ana dilleriyle fakat dudak dudağa konuşuyorlardı. Kelimeleri yanı başlarındaki Deli Cafer’e bile duyurmaktan çekiniyorlardı. Garip olan nokta, Deli Cafer’in -tek kelimesini duymadan- o muhavereyi anlar gibi davranması ve ara sıra Kara Kadı’ya gözüyle, kaşıyla fikirler telkin etmesiydi. Yetmişlik deniz kurdu, bu telkinleri yaparken, diz dize oturduğu güzel Bafa’ya bir şey sezdirmemeyi de göz önünde tutuyor ve eski Türk düğünlerini anlatmak suretiyle toy kızın idrakini kendi iradesi altında bulunduruyordu.
Program işte bu vaziyette madde madde tatbik ediliyordu. Elçi beyle hemşehrilerini eğlendirmek yolunda her zahmet ihtiyar olunuyordu. Bir kısım kadınların programa dâhil olmayan numaraları ise gerçekten eğlenceliydi. Venedik hazinesinin altın kitabına adlarını sokmak fırsatını kaçırmış olduklarını anlayan bu madamlar, şaraptan aldıkları ilham ve kuvvetle, üç Türk’ten birinin mahrem hatıraları arasında yer almaya çalıştıkları için programa bağlı oyunları kıymetsizlendirecek hünerverlikler gösteriyorlardı, akla ve hayale sığmaz vesileler bulup elçinin, Deli Cafer’in, Kara Kadı’nın kolları arasına yükselmeye savaşıyorlardı.
Onlar, istihzaya da tenezzül etmekten uzak bir durumdaydılar, sadece vakur idiler, düzinelerle kadın gözünün -her çeşit sadakayı kabule hazır- birer keşküle döndüğü ve o kadınlardan birçoğu -çeşit çeşit kelime oyunları yaparak- aşk dilenciliğini açığa dahi vurdukları hâlde Elçi Kubat da denizci Türkler de temiz bir mermer kayıtsızlığı içinde kendi muhaverelerine devam ediyorlardı.
Hücuma geçen kadınlar son hamlelerini dansa saklıyorlardı. Fakat Türkler, alafranga oyun bilmediklerini ileri sürerek raksa kalkmadıklarından o hamleler de ancak yüreklerde kaldı. Zaten vakit de ilerlemişti, tan yeri yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Kubat Çavuş bu vaziyette, meftur gönüllere merhem sürmek nezaketini gösterdi. Belindeki kuşağa takılı kutulardan ikincisini açtı, önündeki masaya küçük çapta birçok şişeler saçtı.
“Hanımlar…” dedi. “Bu şişelerde memleketimin en güzel kokularından birer parça vardır, gelin yağma edin!”
Ve çığlıklı kısa bir lahza içinde şişelerin yağma edilmesi üzerine iki elini göğsüne kavuşturarak şöyle bir tebliğ yaptı:
“Gevşek davranıp yahut beceriksizlik edip koku alamayanlar benim konukladığım eve gelebilirler, diledikleri kadar koku alırlar. Şimdilik bize izin.”[10 - Osmanlı elçilerine Avrupa payitahtlarında ve devlet merkezlerinde nasıl hayranlıklar gösterildiğini tevsik için -İnhitat Devri’nde Paris’e giden- iki elçinin maceralarından birer ikişer satır alıyoruz.Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi, XV. Lui nezdine elçi olarak gittiği vakit bütün Paris ayağa kalkmıştı, resmî ziyafetlerden sonra kral ava gideceği zaman davet olunur, Paris’in en seçme ve kibar kadınlarıyla at üzerinde ava gidiyor, geçit resimleri temaşa ediyordu. Yirmisekiz Çelebi, Paris halkını o derece cezp etmişti ki herkes onun şahsıyla meşgul olmayı az görerek Türk hayatını incelemeye de koyulmuşlardı. Artık roman kahramanları Türklerden seçiliyordu ve bütün romanlarda korsanlardan, saraylara kapatılmış genç cariyelerden, odalıklar kaçıran sipahilerden, kıskanç ağalardan bahsolunuyordu.Yirmisekiz Çelebi’nin oğlu Sait Mehmet Efendi’nin Paris’e elçi olarak gelişi daha mühim tesirler yaptı. O, sık sık tiyatroya gittiğinden halk da ardından tiyatrolara doluyorlardı. Opera veya komedi Fransez ilanlarında “Türk imparatoru hazretlerinin elçisi Sait Efendi Hazretleri de oyunumuza teşrifleriyle mübahi kılacaklar.” müjdesi her gün görülüyordu. Kendisinin ziyaretine her gün Paris’in en zarif kadınları geliyorlar, billuri kahkahalarıyla enine boyuna sarhoş ediyorlardı. Kadınlar Türk elçisine kıymetli hediyeler de getiriyorlardı. Madamlardan biri de bir gün ona bir fiyango takdim etmişti.Bunların içlerinde Türklerin niçin birden ziyade kadın aldığını merak edenler ve meraklarını Sait Mehmet Efendi’nin cevabıyla tatmin etmek isteyenler de görülüyordu.İşaret ettiğimiz veçhile bunlar Osmanlı İmparatorluğu’nun diş ve tırnağı dökülmüş, gücü kuvveti son derece azalmış bir aslana döndüğü devirdeki elçileridir. Kubat Çavuş ise Türklerin bütün cihan mukadderatını avuçlarında tuttukları bir devrin elçisi idi. (y.n.)]
Duçe, basit bir teşrifat memuru gibi yan yan yürüyerek elçi beye yol göstermek kaygısına düştüğü sırada Kubat Çavuş, Deli Cafer’le Kara Kadı’ya ve Bafa’ya döndü:
“Buyurun öne düşün. Bize düşen ardınızda yürümektir. Fakat sizi ve bizi saatlerden beri nur içinde yaşatan küçük hanıma da ‘Yine görüşelim.’ demeyi unutmayalım. Hepimizin yolu ayrı ama ulu Tanrı’nın ne yapacağı bilinmez. Ben İstanbul’a gideyim derken İngiliz adalarına düşerim, siz Fas yoluna dümen kırmışken Kıbrıs’a düşersiniz. Matmazel de Korfu’ya giderken İstanbul’a düşebilir.”
Bafa gülümsedi.
“Böyle bir yanlışlığın…” dedi. “Vukuya gelmesini temenni ederim ekselans!”
“Tanrı işitsin küçük hanım!”
Duçeyle Kubat, iki deniz kurdunu büyük kanalın bir köşesinde bekleyen kayıklarına kadar teşyi ettiler, oradan geri döndüler. Elçi, ertesi gece için kendilerini yemeğe davet etmek istemişti. Deli Cafer, İtalyanca olarak af diledi, “iyi rüzgâr eserse yola çıkmak istediklerini” söyledi. Duçe, “Pek çabuk, değil mi?” diye söze karışmış ve onların hiç olmazsa on gün daha Venedik’te kalmalarını ricaya koyulmuştu. Türkler kısa bir cevap ile o uzun yalvarışı kestiler, kayığa atlayıp açıkta demirli duran gemilerine doğru yollandılar.
Kürekte üç Türk denizcisi vardı, denize duyurmadan kayığı uçuruyorlardı. Onların pençelerinde kürekler, nazik bir kola dönmüştü, açılıp kapanırken okşadıkları sevgiliyi bir buse kadar bile incitmiyorlardı. Kara Kadı, büyük kanala serpilmiş gondolların arasından süzülüp çıktıktan sonra Deli Cafer’in omzuna bir yumruk indirdi.
“Kubat Çavuş’la…” dedi. “Neler konuştuğumuzu biliyorsun, değil mi?”
“Duymadım ama anladım!”
“Verdiğimiz kararı beğendin mi?”
“Beğenmeye beğendim lakin ava kim sahip olacak?”
“Kubat’a kalırsa hünkâr. Bana kalırsa biz!”
Deli Cafer, bir nebze düşündükten sonra sağ elini ağır ağır kaldırdı, arkadaşının omzuna koydu.
“Hayır.” dedi. “Kubat da yanlış düşünmüş, sen de. Allah nasip eder de avı yakalarsak Manisa’ya götürelim. Doğacak güneş, batmak üzere olan güneşten daha hayırlıdır. Batacak güneşin ışığındaki hastalık da caba!..”

II
BAHT YOLU MU TAHT YOLU MU?
Galerya denilen harp gemilerinden biri, denize düşmüş yüzgeç ve şişman bir güvercin gibi Adriyatik’ten cilveli bir yalpalayışla süzülüp cenuba doğru iniyor. Deniz sanki heyecanlı bir göğüs, kabarıp kabarıp duruyor, titiz ve hırçın değil. Şu galeryayı yavaş yavaş sallanan beşiğe benzetmemiş olsa sakin bile sanılacak. Bu zararsız oynaklık gemide bulunanlara da gülüp oynamak ihtiyacı aşılamış olmalı ki güverte düğün salonunu andırmada. Gülen gülene, oynayan oynayana…
Bu neşenin müdürü kaptan gibi görünüyorsa da gönüllerin başka bir mihraka bağlı ve fikirlerin başka bir mihraba takılı olduğu belli. Kaptan, mabetlerdeki resmî önder durumunda, cemaatin onunla değil, azametine ve kudretine iman taşıdıkları mabut ile ilgilendikleri belli!
Orada o harp gemisi güvertesinde mabut, Venedik’te tanıdığımız Bafa’dır. Tacir ve siyaset bakımından facir Cumhuriyet’in en şöhretli kaptanlarından Venyeri Loredano’nun kumandası altındaki bu kıvrak gemi, duçeyle senatonun mühim emirlerini, Korfu’ya, Kıbrıs’a ve Girit’e götürmek için yola çıkarmıştır. Loredano, aynı zamanda, Sinyorita Agripin Bafa’yı babasına teslim etmek vazifesini yüklenmiş bulunuyor. Fakat Cumhuriyet, kendisinden birçok siyasi hizmetler beklediği Bafa’nın yolda bir aşk kazasına uğramasından yahut deniz tutması gibi bir arizanın ızdırabı arasında başka bir tutkunluğun hummasına da yakalanmasından korktuğu için yanına birbirini kıskanan ve birbirinin aleyhinde yıllardan beri dolap çevire gelen asil ailelere mensup iki de muhafız katılmıştır. Bunlardan birinin adı Viktor Suranço, öbürününkü Piyetro Kapitano’dur.
Her iki asilzade, dediğimiz gibi, birbirinin kanına susamış vaziyettedir. Gerçi görünüşte dostturlar hatta kardeş sanılacak kadar samimidirler. Lakin siyaset yolunda biri öbürüne daima kuyu kazmak, pusu kurmak ister. Vatana taalluk eden herhangi bir mevzuda -belki bir asırdan beri- Suranço ve Kapitano ailelerinin dil birliği, fikir birliği gösterdikleri görülmemiştir. Onlardan birinin ak dediğine öbürü mutlaka kara der. Yalnız bir noktada Suranço çocuklarıyla Kapitano mensuplarının birleştiği vakidir. Loredanolulara düşmanlık! Venedik duçesiyle baş müşavirleri işte bu hakikati göz önünde tutarak ve Bafa’yı herhangi bir kazadan korumayı emel edinerek Korfu’ya gidecek harp gemisine Loredano ailesinden bir kaptan seçmişler, onu kontrol için de yanına Surançolardan, Kapitanolardan birer asilzade tayin etmişlerdi..
O devirde İtalya’nın ne yaman bir ahlak bozukluğu içinde bulunduğunu kavrayabilmek için meşhur Makyavel’in (Machiavelli) hikâyemize rastlayan tarihten kırk yıl evvel öldüğünü ve onun siyasette yalancılığı, ikiyüzlülüğü, fitnekârlığı, nifakçılığı tavsiye eden eserinin basılmasından ise -Bafa’nın Korfu’ya doğru yollandığı yılda-henüz otuz altı sene geçtiğini hatırlamak kâfidir. Venedikliler başta olmak üzere bütün İtalyanlar o sırada Makyavel’e layık bir vatandaş olmaya çalışıyorlar ve İncil’i bir köşeye atıp bütün dikkatleriyle Makyavel’in “Prens”ini okuyorlardı.
Bu meşhur ahlaksız adam, malum olduğu üzere, kuvveti yegâne ilah olarak tanımış ve kuvvetlenmek uğrunda -dinî, içtimai, ahlaki- her türlü mukaddes mevzuların inkâr edilmesini caiz görmüş idi. Onun mezhebinde aile bağlılığı, ahdüpeyman kaygısı, şeref ve haysiyet endişesi, vicdan düşüncesi yoktur. Siyasetin manası onca “muvaffak olmak”tan ibarettir ve bu manayı tahakkuk ettirmek için de her şeyin -yalancılıktan muhabbet tellallığına kadar her kepazeliğin- yapılması caizdir.
Fakat Makyavel, siyasette muvaffak olmak meselesini her şeyden ziyade “tefrika”dan bekleyen bir diplomattır. Bundan dolayı şakirtlerine ve vatandaşlarına, “İlkin parçala, dağıt. Sonra ez, hâkim ol!” demişti. Venedik Cumhuriyeti -Makyavel’in adı sanı ortada yokken-bu çeşit siyaseti takip etmekte ve bütün muvaffakiyetlerini de o siyasetteki maharetine borçlu bulunmakta idi. Makyavel’in eserleri, birer ahlaksızlık İncil’i gibi İtalya’nın her köşesine yayılınca dost devletlerin, komşu hükûmetlerin idari ve içtimai ahengini -bin türlü entrikalarla- bozmak, o devletler halkını parti parti ayırarak boğaz boğaza getirmek siyasetinde kullanılacak eller bulmak daha kolaylaşmıştı. Venedik politikacıları bu kolaylıktan dâhilî siyasette de istifade etmeyi düşündüklerinden Makyavelizmin kendi aralarında da tatbikine girişmişlerdi, mükemmel bir casus şebekesi kurarak ve asil aileleri birbirine düşman etmekten başlayarak öz yurtlarında yaman bir tefrika vücuda getirmişlerdi.
İşte Akdeniz adalarından birkaçını dolaşacak olan fakat ana vazifesi güzel Bafa’yı Korfu’ya götürmekten ibaret bulunan şu harp gemisinde birbirine düşman üç aileden birer kimsenin bulunması da o tefrika siyaseti yüzündendi. Fakat duçeyle senato, Loredano’yu Suranço’nun, onu Kapitano’nun ve Bafa’yı da her üçünün murakabesi altına korken tam Makyavelvari davrandığı için gemide kimsenin vaziyetten haberi yoktu. Ondan ötürü de umumi neşe yerindeydi, asilzadeler ve gemi zabitleri -heyecanlı bir göğüs gibi kabarıp kabarıp inen- mavi deniz üzerinde gülüyorlar, eğleniyorlardı.
Gemidekiler -garip bir tesadüf(!)– hep gençti, Kaptan Loredano henüz otuz yaşındaydı. Kıbrıs Kumandanı Marko Antonio Bragadinoya, senatonun mahrem emirlerini tebliğe memur olduğunu söyleyip duran Viktor Suranço, Loredona’dan üç yaş küçüktü. Korfo’daki istiratyotlara (muntazam süvari) kumandan tayin edilmiş olan Piyerto Kapitano ise her iki asilzadeden büyük olup otuz beş yaşlarında görünüyordu. Gemi zabitleri ortalama bir hesapla aynı yaşlarda bulunduğundan güvertedeki umumi neşeyi tabii görmek lazım geliyordu.
Lakin bir hakikati de unutmamak gerek: Geminin kaptanı, topçubaşısı, silahendazlar başbuğu, dümencisi, hesap memuru, bunların muavinleri, asaletmeap Viktor Suranço ve Piyerto Kapitano, aralarında Bafa bulunmasaydı, yine böyle kahkahalar savurarak, çeşit çeşit oyunlar yaparak mı seyahatlerine devam edeceklerdi? Muhakkak ki hayır. Onları böyle harekete geçiren hep o yavrucağızın güzelliğinden yüreklere sızan, yayılan alevlerdi. Herkes, büyük ve küçük rütbede herkes, ona yaranmak ve kendini beğendirmek istiyordu. Lakin kız, her yere ışığını döküp de hiçbir yerin kaygısını taşımayan güneş gibi onların hülyalarına karşı kayıtsızdı, oturduğu yerden gözlerini denize vererek derin derin düşünüyordu.
Bir dişi, otuz erkek!.. Bu, bir kemik ve otuz köpek demekti. Fakat ortadaki nimetle o nimete midelerini açanlar arasında şuurun hâkim oluşu hırlama, boğaz boğaza gelme gibi vaziyetlerin belirmesine mâni oluyordu, Yani kemiğe herkes geviş getiriyor fakat kimse pençe atamıyordu. İşte insanla hayvanı ayırt eden kuvvetlerden biri de budur. İnsan, kalabalıkta veya kanunun tazyiki altında ihtirasına hâkim olur. Hayvan, böyle bir ihtiyatkârlık gösteremez!
Bununla beraber kemiğe göz dikenler, yavaş yavaş ve derece derece şuurlarını da kaybetmek istidadındaydılar. Engin bir deniz, ılık bir hava, hudutsuz bir gök, hüsnün cazibesini çoğaltmakta, kalbin mukavemetini azaltmaktaydı. Tabiat denizin sesinde, göğün renginde, havanın ılıklığında hep aynı emri fısıldıyor; “Seviniz, sevişiniz!” diyor gibiydi. Kulağa değil, kalbe ve iradeye hitap eden bu sesten heyecana gelmemek imkânı yoktu.
Lakin Bafa’nın kayıtsızlığı bütün bu heyecanları sersemletiyor, hedefsizleştiriyor, şuursuzlaştırıyordu. Bütün erkekler, o kayıtsızlığı yıkmak kudretini nefsinde göremediklerinden aptal aptal gülüp duruyorlardı. Ağlasalar, şüphe yok ki daha iyi yapmış olacaklardı. Fakat birbirlerine gülünç olmamak için hep birden gülüyorlardı.
Bu hâl, Bafa’nın kendi kendini dinlemekten yorulmasına ve gözlerini sersemler kafilesine çevirerek her erkeği bir lahza süzmesine kadar devam etti. Şimdi büyük, küçük bütün o avareler, keskin ziyadan örülme bir ağ içine düşmüşler gibi üzerlerinden geçen bakışın ışığına sarılmışlardı. Yeni bir sersemliğin vecdini yaşıyorlardı.
Kaptan Loredano, en cesur dil oldu ve yılışa yılışa Bafa’ya sokularak yaltaklandı:
“Otuz erkek…” dedi. “Gözünüzü denizden çeviremedi. Çok dalgındınız, galiba Venedik’i düşünüyordunuz?”
Asil Suranço, Lerodano’yu kıskandı. Başka bir ağza düşmek üzere bulunan kemiğe sokulmakta tehalük gösteren mahluklar gibi hemen atıldı:
“Sinyoritanın…” dedi. “Korfo’yu düşündüğüne eminim. Çünkü istikbal, geride değil ileridedir. Gemi de bizi adım adım ileri götürüyor.”
Genç Kapitano da bir şeyler söylemek ve hiç olmazsa harharasını hissettirmek istiyordu. Fakat Bafa, aptal kadınlar yüreğinden başka hiçbir duygu kaynağı üzerinde dalga yaratamayacağına kanaat beslediği bu üç miskin heyecanı zarif bir dudak bükümüyle tezyif ettikten sonra, yüzü denize çevrili olduğu hâlde düşüncelerinin hakikatini onlara bildirdi:
“Ne düşündüğümü keşfedemediniz. Şu engin denize saatlerce kapanan bir muhayyile, ne Venedik ne de Korfo üzerinde bu kadar uzun müddet oyalanabilir. Hele genç bir kızın şuurunu saatlerce esir eden mevzu mutlaka deniz kadar engin olmak lazım gelir. Venedik böyle bir vaziyette bir parça köpük, Korfo da bir tutam su hükmünde kalır.”
Ve ortaya atacağı hakikatin, o budalaları bir kat daha alıklaştırması için kelimelere yüksek bir tınnet vererek ilave etti:
“Türkleri düşünüyordum!”
Kıza hayli sokulmuş olan üç asilzade gibi gerilerde kalan erkeklerin de yüzleri soldu, gözleri bulandı, derileri üzerinden bir soğuk seyyale geçti ve bütün başlar ihtiyarsız denize çevrildi. Hepsi, istisnasız olarak hepsi, gözlerinin görme hududu dışında Türk korsan gemilerinin dolaştığını kuruntuluyorlar ve engin bir boşlukla uzanıp giden denize korka korka bakıyorlardı.
Ne ileride ne geride ne sağda ne solda bir yelken hatta bir gölge görünmemesi -yine öbürlerinden önce- Loredano’yu cesaretlendirdi ve dillendirdi. Fakat asilzade kaptan, Bafa’nın Türkleri yükselten sözlerini, o ilk korku sırasında, unutuverdiğinden mevzuyu tahrifle söze girişti:
“Sinyorita…” dedi. “Bu nasıl söz? Karşınızda Loredanoların kanını taşıyan bir kaptan var. Hangi Türk korsanı, bir ‘Cali Bey’ olmak ister ve önüme çıkmak alıklılığını gösterir?”[11 - 16 veya 29 Mayıs: 1416’da Gelibolu önünde vukuya geldiğini Frenk tarihlerinin -dil birliği ile- yazdıkları bu deniz harbinde Osmanlı donanmasına Cali Bey, Venedik filosuna da Amiral Piyetro Loredano kumanda ediyordu. Neticede Osmanlılar mağlup olmuşlar, Cali Bey de dâhil olmak üzere üç bin şehit vermişler ve Venediklilerin eline beş galerya ile dokuz galyot bırakmışlardır. Fakat bu harbin siyasi hadiseler üzerinde hiçbir tesiri olmamış ve Osmanlılar -eskiden olduğu bibi- Venediklilerin ensesinde çorba pişirmeye devam etmiştir. (y.n.)]
Bafa, acır veya iğrenir gibi budala gencin yüzüne uzun uzun bakarken Kapitano, deminki sükûtunun elemini merhemlemek istedi, söze karıştı:
“Muhterem Loredano, dedesinin babası tarafından bir buçuk asır evvel Gelibolu önlerinde kazanılan deniz zaferini hatırlatmak istiyor. Müsaade ederseniz ben de aynı yıllarda bir ‘Kapitano’nun Osmanlıları Kesendire’den tart, Kristopolis Kalesi’ni (Kavala) onlardan zapt ettiğini size hatırlatmakla müftehir olacağım. Söylemeye hacet yoktur ki o Kapitano’nun asil kanı, hiç bozulmadan bu kölenizin damarlarında dolaşıyor.”
Suranço, bir suçlu gibi kötü kötü düşünüyor ve öbür asilzadelerden -cesur kan itibarıyla- geri kalmaktan ürkerek -işe yarar bir tarih hatırası bulmak için- hafızasını yorup duruyordu.
Bafa da gözlerini ona dikmişti ve maskaralık yarışında bu sersemin nasıl davranacağını öğrenmek istiyordu. Suranço, işte bu müstehzi bakış altında bir iki asır evvelki Venedik tarihini hatırladı, dedelerinin o devirlerde neler yaptıklarını göz önüne getirebildi ve üç beş kere öksürdükten sonra, “budala mağrurlar” kafilesine katılarak şu cevheri yumurtladı:
“Asil arkadaşlarıma son derece müteşekkirim. Çünkü dedelerini yüksek huzurunuzda münasebet getirerek anmakla beni de büyük ceddim Civani Suranço’nun aziz hatıraları arasına sürüklediler, heyecanlandırdılar. Loredano da Kapitano da bilirler ki Gelibolu ve Kesendire zaferlerini kolaylaştıran büyük ceddim olmuştur. Çünkü o, Venedik’ten kalkarak ve bin türlü güçlükler yenerek Konya’ya kadar gitmiş, Karamanoğulları’nı, Osmanoğulları aleyhine ayaklandırmıştı.”
Bafa, yüzlerine tükürmek istediği bu şımarık gençlerin o biçim davrandığı takdirde utanacak yerde, kıvanç duyacaklarını sezdiğinden tükürüklerini heder etmedi. Lakin ölülerin kahramanlığını kendilerine mal etmeye savaşan budalalara edep ve izan dersi vermekten de kendini alamadı:
“Gelibolu nerede, Kesendire nerede, Konya nerede ve yüz elli yıl evvel yurtlarına alın açıklığıyla hizmet eden Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar nerede?.. Cüret, zekâ, haysiyet, bilgi ve namus; para gibi, ev gibi, ad gibi soydan soptan miras kalsaydı, dünyada hiçbir değişiklik olmazdı. Ne yazık ki Gelibolu önünde bir deniz harbi kazanan Loredano’nun torunları henüz bir zafer kazanmamışlar hatta harbin yüzünü görmek imkânını bulamamışlardır. Kesendire kahramanının torunları da aynı durumdadır. Şu hâlde bir tarih satırını bütün bir ömür ve bütün bir aile, zerre zerre yemekten vazgeçmeli, kabilse, o satıra birkaç kelime ilave etmeli.”
Bir lahza durdu, sonra yüzünü buruşturarak içindeki bulantıyı kelime hâlinde heriflerin idrakine kustu:
“Dedelerinizi tanıyorum, Türklerin de nasıl bir cihan olduklarını öğrenmiş bulunuyorum. Fakat siz, mümkün olsa da kendileriyle övündüğünüz dedelerinizle yüz yüze gelseniz, onların kanını taşıdığınızı güç ispat edebilirsiniz. Onun için tarihi rahatsız etmeyelim, susalım.”
Asil olmayanlar yüreklerinde bir tat dolaştığını duyarak için için gülümsediler. Asalet gururuyla bir gemi güvertesinde tarihî hatıraları şahlandırmaya çalışan budalalar ise sillelenmiş gibi kızardılar, sustular. Bafa’yı gücendirmemek kendilerince zekâ borcu ve hülya vecibesi olduğundan şu ağır hakarete tahammül ediyorlardı. Önlerine bakıp dilsizleşiyorlardı. Zaten bahsin münakaşaya tahammülü de yoktu. Bafa, kendilerinden belki daha asil bir ailenin çocuğuydu. O, geçmiş günlerle gıdalanmanın ahmaklık olduğunu söyledikten sonra, kendilerine ancak susmak düşerdi.
Bafa, Türklerin ismini andığı zaman saygı göstermeyen ve bu edepsizlikle de iktifa etmeyerek Türklerin ufak mikyastaki askerî talihsizliklerini dile alan budalalara güzel bir ders verdiğinden dolayı memnundu, sırtını onlara ve yüzünü denize çevirerek gülümsüyordu.
Yarım saat evvelki velveleyle şimdiki sükût garip bir tezat teşkil ediyordu. O geniş güvertede sinek uçsa vızıltısı herkesin kulağına çarpabilirdi. Çünkü bütün erkekler ve onların iradesini topuğuna bağlamış olan Bafa, susuyordu.
Koca gemiye enikonu ıssızlık havası dolduran bu sükûnet belki yarım, belki bir saat sürdü. Tayfadan birinin alı al, moru mor bir durumda ansızın ortaya çıkıp ve Kaptan Loredano’nun önüne gelip “Sinyor, sağımızda bir gemi var!” diye verdiği haber, ortalığı telaşa vermeseydi daha da sürecekti.
Fakat o beş kelime, beş gülle gibi ortalığı altüst etmişti, herkes elini siper yapıp gözünün bütün kudretiyle denizi tarassuda girişmişti ve çenelere bir gevezelik musallat olmuştu. Konuşmayan yoktu, dinleyen görünmüyordu. Yarım saat sonra görünen geminin Türk bayrağı taşıdığı anlaşıldığından vaziyet büsbütün değişti, kaptandan en basit nefere kadar bütün erkekleri korkuyla karışık bir heyecan kapladı.
Gerçi Türklerle Venedikliler o sırada dosttular. Hatta bir Türk elçisi -bildiğimiz veçhile- Venedik’te cumhurreisinin misafiriydi, tantanalı ziyafetlerle ağırlanıp duruyordu ve şu hâle göre de Türk bayrağı taşıyan bir gemiye uzaktan korka korka bakmak manasızdı. Lakin bütün Akdeniz’de dolaşan gemiciler, Türk korsanlarının Osmanlı İmparatorluğu ile Venedik Cumhuriyeti arasındaki sulhe -otuz yıldan beri- iştirak etmediklerini ve nerede Venedik gemisi görürlerse köpürmüş, kabarmış bir hınç denizi gibi amansızlaştıklarını biliyorlardı.
Bunun sebebi, Venediklilerin iki namert hareketleri olup Türk korsanları -Topkapı Sarayı tarafından ilan olunan sulhe ve affa rağmen-o sefil hamleleri unutmuyorlardı, Venedik bayrağını Akdeniz’de dolaştırmamak azmini besliyorlardı. Korsanların hakları da vardı. Çünkü Venedikliler 1536’da İskenderiyeli genç Mürabit diye anılan meşhur bir Türk denizcisini, sebepsiz ve haksız pusuya düşürerek ölüm derecesinde yaralamışlardı, kumanda ettiği bütün filoyu da zapt etmişlerdi. Vakıanın çirkinliği, elli altmış gemi ile genç Mürabit’in yedi sekiz kadırgalık küçük filosuna hücum eden namerdin Venedik amirallerinden biri olmasından ve bu baskın yapılırken de Osmanlılarla Venediklilerin sulh hâlinde bulunmasından ileri geliyordu.
Genç Mürabit, bire karşı on gemi ile ve pusu kurmak suretiyle hücum eden düşmana boyun eğmedi, her Türk’ün yapacağı şekilde hareket ederek harbi, yani ölümü kabul etti. İlkin amiral bayrağı taşıyan kendi gemisi, sonra iki kadırgası yandı, bin beş yüz Türk, bu yangınlar içinde küle çevrildi. Bizzat Mürabit sekiz on yerinden yaralıydı, gemisi batarken denize atılmıştı. Venedik donanması kumandanı Proveditör Cirolamo Cenapları, bir zafer alayında boynuna zincir vurup teşhir etmek için olacak, yaralı aslanı sudan çıkarttırdı, gemisine aldı. Fakat meramına erip de onu Venedik sokaklarında gezdirttiremedi. Zira duçe ve senato, yurtlarının Türk çizmesi altında tarumar olacağını düşünerek pusucu amirali azlettikleri gibi genç Mürabit’in de yaralarını tımar ettirmişler, elini ayağını öpüp affını dilemişler ve iyileşince emrine mükemmel bir filo verip Afrika sahillerine göndermişlerdi. Osmanlı hükûmeti, Mürabit hakkında yapılan son muameleleri tarziye olarak kabul ettiğinden bu hadiseden harp çıkmadı. Fakat Türk korsanları Venedikli kanında nasıl bir yılan zehri dolaştığını anlayıp intikam hırsına kapıldılar, Sen Mark bayrağı altındaki gemileri uzun müddet düşman teknesi saydılar.
Venedikliler ancak ihtiyatlı hareket etmek ve toplu bir durumda sefer yaptırmak suretiyle gemilerini Türk korsanlarının öç ateşinden koruyabiliyorlardı. Arada sırada da -denizin dili yok diyerek- zayıf buldukları gemilere baskın yapıyorlardı. Mesela buğday yüklemek üzere limanlarına gelen tüccar teknelerini zapt etmekten ve bu şakavet, İstanbul’a aksedince de elçi üzerine elçi yollayıp tarziyeler vermekten, tazminat ödemekten geri kalmıyorlardı. Fakat bir filo kumandanlarının -Venedik’e gelmekte olan- bir Türk elçisini denizde -öldürmek, yok etmek kastıyla- takibe cüret etmesi Venediklilerin sulh için içtikleri andın kıymetini, sözlerindeki değeri bir kere daha meydana koyduğu gibi Türk korsanlarının hıncını da sekiz on kat ziyadeleştirdi.
Bu elçi, Yunus Bey adlı bir Türk diplomatıydı. Bir Türk gemisinin Korfo sularındaki Venedik donanması tarafından zapt edilmiş olmasından dolayı, ihtarlarda ve tazminat talebinde bulunmak üzere Venedik’e gidiyordu. O, üç kadırgalık küçük bir filo ile yola çıkmıştı. Cumhur’un dolgun mevcutlu bir donanması -yine denizin dili yoktur kanaatiyle- bu küçük filoyu yok etmek hevesine kapıldı, açık denizde taarruza geçti.
Yunus Bey’i getiren filo, harp için hazırlanmamış ve dost bir devlet merkezine doğru yola çıkmanın verdiği emniyetle zayıf bir durumda bulunmuş olduğundan Cumhur donanmasının hücumuna karşı koyamadı, kaçmaya çalıştı, Himara sahillerinde karaya oturdu. Ora halkı, Türklere saygı göstermediler, hayli sıkıntı verdiler ve Yunus Bey’in rütbesine öğrenince edepli davrandılar.
Bu hadise, Venedik aleyhine harp açılmasını zaruri kılacaktı. Lakin Venedik duçesi, senatosu -İstanbul’un vakayı haber almasından önce- harekete geçti, Yunus Bey’in kadırgaları üzerine yürüyen Kont Grade Niko’yu zindana attı, Korfo sularında bir Türk gemisi zapt eden filo kumandanı Proveditör Kontarini’yi de muhakeme altına aldı, İstanbul’a etraflı tarziyeler verdi, rüşvetler sundu. Fakat Türk korsanları, silahsız elçilere bile hücum etmeyi kabul eden Venedik ahlaksızlığını affetmedi, öç alma siyasetini kuvvetlendirdi.
İşte Bafa’yı taşıyan gemideki asilzadeleri ve kaptanından dümen neferine kadar bütün o cesur denizcilerini renkten renge sokan, telaş içinde bırakan sebep buydu. Görünen geminin korsanlara ait olması ihtimaliydi. Eğer o ihtimal doğru çıkarsa harp muhakkaktı. Yani Türklerin Venedik gemisine saldırmaları yüzde yüz beklenebilirdi ve bu, felaket kelimesiyle de ifade olunamayacak kadar büyük bir talihsizlik olacaktı. Çünkü iki kere ikinin dört etmesi nasıl tabii ise tek bir Türk gemisinin yine tek bir Venedik gemisini haklaması da o ayarda tabiiydi. Hatta manevi veya maddi bir sebeple, göze görünmeyen ve akla sığmayan bir amilin zoruyla iki kere iki bazen beş yahut üç olabilir. Fakat bir Türk’ün bir yahut iki yahut üç Venedikliyi bir çırpıda mağlup etmesi, tepelemesi, daima doğru çıkan ve çıkacak olan bir hakikatti.
Korfo’ya doğru süzülen galeryadaki asilzadeler, askerler, tayfalar, kürekçiler de işin böyle olacağını bildiklerinden sararıp soluyorlardı. Bayılıp ayılıyorlardı. Herkes sersemlediği için gemi de başıboş kalmıştı. Gelişigüzel deniz üzerinde yuvarlanıp gidiyordu. Hâlbuki enginde görünen Türk gemisi, nereye doğru süzüleceğini tespit etmişe benziyordu. Gittikçe büyüyen bir deniz ejderi hâlinde Venedik teknesinin üzerine doğru koşa koşa geliyordu.
Erkeklerin telaşına, manasız kekelemelerine karşı gözünü ve kulağını kapamış görünen Bafa, deniz üstünde belirişi bir tehlike işareti olarak kabul olunan geminin gerçekten Türklere ait olduğuna kanaat getirdikten sonra yüzünü kaptan Loredano’ya çevirdi.
“Bu geliş…” dedi. “Avcı gelişine benziyor. Harp edecek misiniz?”
Daha bir iki saat önce, tarihî hatıralardan gurur hissesi almak isteyen ve Türklere -tek bir Türk’ün bulunmadığı yerlerde- meydan okuyan Loredano’nun ilkin dudakları, sonra çenesi titredi, dişleri arasından şu miskin birkaç kelime döküldü:
“Kuvvetler arasındaki nispeti bilmiyorum, şerefimizi tehlikeye düşürmekten korkuyorum.”
Bafa’nın gözleri Kapitano’nun yüzüne dikilince o, asilzade hemşehrisinden daha akıllı davrandı, korkaklığın ağırlığını güzel kızın varlığına yükledi:
“Harp etmek kolay. Fakat sizi muhataraya düşürmek meselesi var.”
Suranço da bu ara mırıldandı, Kapitano’nun yumurtladığı cevhere cila verdi:
“Biz ölmeye hazırız. Sizin yaşayacağınıza emin olmak şartıyla!..”
Bafa, İtalyan kamusunda bulunan en ağır kelimeleri bir araya getirerek ve onları tükürükten bir zarfa koyarak sırayla şu üç asilzadenin yüzüne fırlatmak için hafızasını yoruyordu. Yüreği bulana bulana tahkir cümleleri hazırlamaya savaşıyordu. Fakat top menziline girmiş olan Türk gemisinden uçup gelen ilk gülleyle galeryadaki Venedik bayrağı uçup gidince ihtiyarsız titredi, hakaret etmek istediği gençleri o suretle küçültmekten vazgeçti; cesaretlendirmeye yeltendi:
“Haydi!” dedi. “Ne duruyorsunuz? Vazife başına geçsenize! Yoksa teslim mi olmak istiyorsunuz?”
İkinci, üçüncü ve dördüncü gülleler yelkenleri, direklerden bir kısmını tarumar ederken Loredano, Bafa’nın önünde diz çöktü, yalvardı:
“Emri siz verin, topçulara siz kumanda edin. Ben size baka baka, harp işareti veremeyeceğim.”
Güzel kız, gözlerini göğe kaldırarak ilahtan bir şeyler niyaz etmek isterken gemi mürettebatının grandi direğine beyaz bayrak çektiklerini gördü, iliğine kadar titreyerek o işareti Loredano’ya gösterdi:
“Askeriniz sizi iyi tanımış! İşte bu tanımanın vesikası da çirkin çirkin sallanıyor!”
Ve yüzüne enikonu renk gelen, yüreğine neşe dolan Loredano’nun yakasını tutarak olanca kuvvetiyle sarstı:
“Şimdi, şimdi…” dedi. “Yolumuzu kaybediyoruz, başka bir yola düşüyoruz. Bu yeni yolun adını olsun söyleyecek kadar cesaretin var mı?”
Zillet yolu, esaret yolu, hakaret yolu, felaket yolu gibi bir cevap alacağını umuyordu. Fakat Loredano, küstah küstah sırıttı, şu sözleri söyledi:
“Baht yolu sinyorita, baht yolu! Biz fâniler hep bahtımızın esiri değil miyiz? Burnumuzun dibinde sandığımız Korfo’ya giderken Türklerin taarruzuna uğrayıp yolumuzu şaşırmamız da baht işidir. Gam yemeyin, tahammül gösterin!”
O sırada Türk gemisi de pek mahirane manevralar yaparak, muhtelif genişlikte daireler çizerek galeryaya yanaşmak üzereydi. Bafa, mukadderata boyun eğmişti ancak kendisinin gençliğine, güzelliğine, zekâsına ve bütün benliğine tasarruf edecek şahıs veya şahısları görmek ihtiyacını duyarak nemli gözlerini, mağlup ve namert galeryaya rampa etmek üzere bulunan Türk teknesine çevirmişti. Birden o nemli gözler büyüdü, solgun dudaklar titredi ve güzel Bafa -sevince de hayrete de delalet eder bir sesle- bağırdı:
“Deli Cafer Reis, Deli Cafer Reis!”
Doğru görüyor ve doğru söylüyordu. Dört gülleyle koca bir galeryayı teslime mecbur eden Türk gemisinin güvertesinde Deli Cafer’in heybetli endamı yükseliyordu. Üç gün önce Venedik’te arşın arşın kumaş satan, duçeler sarayında harp hikâyeleri, düğün masalları anlatan iri boy Türk, bu korsan gemisi güvertesinde -o kırmızı cepkeniyle, kırmızı fesiyle ve kuşağıyla- kızıl kana boyanmış bir harp ilahı gibi muhteşem görünüyordu.
Bafa, bu müşahedede hakikati de görmüş oluyordu. Çünkü Deli Cafer’le karşılaşmak, Adriyatik Denizi’nin ağzında tekevvün eden şu vakıanın sırrını okumak demekti. Evet, Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar ve bu harp gemisi, tesadüfün zoruyla değil duçeler sarayında üç Türk’ün baş başa vererek yaptıkları anlaşma üzerine işte “baht yoluna” düşüyorlardı. Daha doğrusu Türkler, kendini yakalamak için Venedik Cumhuriyeti’nin bir gemisini ve bir sürü Venedikliyi esir ediyorlardı.
Bu vaziyette ne yapmak lazımdı? Bafa, baygınlık verecek kadar artmış bir heyecan içinde o suale cevap bulamıyordu. Esirdi ve esirlerin mutlak bir itaatten, mutlak bir inkıyattan başka hakları olamadığını biliyordu. Lakin kendini esir eden kuvvetin daha dün yine kendi güzelliği önünde ne samimi hayranlıklar gösterdiğini düşününce sade ve miskin bir esirden bambaşka bir şey olduğunu anlıyordu. Başını dik tutmak istiyordu. Bununla beraber Türklerle yan yana gelince ağlamak mı somurtmak mı yoksa gülümsemek mi şence görünmek mi lazım geleceğini kestiremiyordu.
Böyle sık dokuyup ince elemeye vakit de müsait değildi. Korsan gemisi kancaları atarak galeryayı kendine bağlamıştı. Manga manga askerlerini mağlupların yanına göndermek üzere bulunuyordu. Bundan ötürü Bafa, hadiselerin inkişafını beklemeye ve göreceği muameleye göre hareket etmeye karar verdi.
Deniz harplerinde, hele o devirde, kara harpleriyle kıyas kabul etmeyecek derecede hızlı davranılırdı. Çünkü deniz, kazanılmış bir zaferi hezimete çevirmeye muktedir unsurlardandı. Muharipler, onun ansızın coşup haileler vücuda getirmesinden korktukları için iş başında pek çevik hareket ederlerdi. Türkler ise süratin, atılganlığın, çabuk iş görürlüğün birinci sınıf numunelerini teşkil eden bir milletti. Denize bile “emrivaki”ler yapmak fırsatını kolay kolay vermezlerdi.
Bu sebeple Bafa çok beklemedi, bir bölük kadar Türk askerinin galeryaya sıçradığını gördü. Önlerinde Deli Cafer vardı, eli yatağanının kabzasında olduğu hâlde -teslim bayrağı çekildikten sonra sessizce sıralanmış olan- gemi mürettebatının yüzüne bile bakmadan hızlı hızlı yürüyordu. Askerler, ondan emir almaksızın vazifelerini yapmaya başladıkları, Venedik dilaverlerini ikişer ikişer yakalayıp kendi gemilerine götürdükleri için Deli Cafer’in ardında sekiz on kişilik bir manga kalmıştı.
O, işte bu muhtasar takımın başında yürüdü, yürüdü, Bafa’nın yanına geldi, çelikten bir dağ parçasının reverans yaptığı zehabını uyandıran heybetli bir eda ile eğildi.
“Küçük hanım…” dedi. “Sizi esir edenlerin kendilerini size karşı esir saymakla iftihar ettiklerini söylemekliğime müsaade eder misiniz?”
Ve kızın konuşmasına meydan vermeden ilave etti:
“Belki korktunuz. Fakat yanınızda gemiciler vardı. Onların, düşmanca davranmak ve düşman gemisi batırmak isteyen Türklerin bizim yaptığımız gibi davranmayacaklarını size söyleyeceklerini umarak o üç dört gülleyi savurduk. Yanınıza da çabuk geldik, kendimizi tanıttık.”
Bafa, kaşlarını çattı.
“Yanımıza…” dedi. “Geldiniz. Lakin dost gibi değil.”
Ve elini uzatarak gemiden götürülen dilaverleri gösterdi:
“Arkadaşlarımdan ayrılıyorum. Bu, dost işi midir?”
Deli Cafer, yüksek bir heyecan içinde on kat daha güzelleşmiş olan Venedik dilberini uzunca bir lahza süzdü, kelimeler üzerinde dura dura sordu:
“Arkadaşlarınızın esir edilmemesini mi istiyorsunuz?”
“Tabii!”
“Venediklilerin Türk gemilerine namertçe baskın yaptıklarını bile bile mi bunu istiyorsunuz?”
Kız, göz bebeklerinin içine kadar kızarmakla beraber tereddüt etmeden cevap verdi:
“Evet!”
“Bu geminin de serbest bırakılmasını arzu ediyor musunuz?”
“Tabii!”
“Ya kendiniz için ne düşünüyorsunuz?”
“Baht yolunda gözü kapalı yürümeyi!”
Deli Cafer, derin derin düşündü. Sonra bir elini Bafa’nın omzuna koydu.
“Biz…” dedi. “Size baht yolu değil, taht yolu açıyoruz. Çünkü sizi şevketlu padişahın büyük oğluna armağan götüreceğiz. Osmanlı tahtı ona kalacağı için siz de er veya geç, imparatoriçe olacaksınız. Ben şimdiden sizi o sıfatla selamlıyorum, emirlerinizi kabul ederek gemiyi de içindekileri de serbest bırakıyorum. Yalnız siz, lütfen bizim gemiye buyurun!”
Bafa, Osmanlı sarayında Bizanslı, Sırbistanlı, Rusyalı prenseslerin ne muhteşem hayat geçirdiklerini -masal gibi- dinlemiş ve henüz yakın bir tarihte ölen Hürrem Sultan’ın yaptığı işler hakkında da epeyce bilgi elde etmiş bulunuyordu. Kubat Çavuş’la Deli Cafer’i, Kara Kadı’yı Venedik’te gördükten sonra -yerinde izah ettik- Türklere büyük bir incizap beslemeye başlamıştı. Fakat hiçbir zaman hatırına imparatoriçe olmak gelmediği gibi Türklerin arasına düşmek de hayalinden geçmiş değildi. Bu sebeple, duygularında garip bir kargaşalık vardı. Yurdundan, yuvasından, anasından ve babasından ayrılacağını düşündükçe içine sızılar yayılıyor, gözleri dolu dolu oluyordu. Dünyanın en kuvvetli, en zeki, en nazik, en güzel milleti olan Türkler arasında o kuvveti, o zekâyı, o nazikliği, o güzelliği bol bol hissederek ve onlardan kalbiyle, ruhuyla hatta etiyle istifade eyleyerek yaşayacağını düşününce de içine yayılmış sızılar geçiyor, yerine tatlı bir helecan geliyor, gözleri de gülmeye başlıyordu. Deli Cafer’in sözleri, bu duygu kargaşalığını birden giderdi, genç kızı hayal ve heyecan âlemlerine sürükledi. Bütün benliğine neşeli bir uysallık getirdi. Artık -suni olarak da- somurtamıyordu, tatlı bakışlarıyla heybetli Türk’ü kucaklayarak durumundan mahzuz ve mesut görünüyordu.
Deli Cafer, toy kızın esirlik felaketini saadet olarak telakki etmekte gecikmediğini görünce yana çekildi.
“Buyurunuz…” dedi. “Bizim gemiye geçelim. Orada esirleri siz azat edersiniz.”
İki üç dakika sonra, onu Kara Kadı karşılıyordu. Lakin genç ruhlu ihtiyar korsan bu istikbal sırasında yalnız değildi, duçeler sarayında kıymetleri Kubat Çavuş tarafından ballandıra ballandıra anlatılan iki meşhur cüce de yanındaydı. Bafa, o canlı insan minyatürlerini görünce -nasıl bir vaziyette bulunduğunu unutarak- ellerini şımarık şımarık çırptı, şen şen bağırmaya girişti:
“Aman, ne güzel şeyler, ne zarif oyuncaklar!”
Ve cüceleri uzun uzun muayene ettikten, evire çevire seyreyledikten sonra Kara Kadı’yı selamladı.
“Affedersiniz…” dedi. “Cüceleriniz, o kadar hoşuma gitti ki sizi selamlamayı unuttum.”
Ve biraz sıkılarak Deli Cafer’in kulağına fısıldadı:
“Bu cüceleri arkadaşınız bana verir mi?”
O, boyun kırdı:
“Yarın imparatoriçe olacak bir hanımın en küçük arzusunu yerine getirmek bizim için en büyük vazifedir. Şu hâlde cüceler sizindir efendim!”[12 - Sagredo’dan ve Gerlach’dan naklederek Hammer, Bafa’nın Türkler eline geçişini şu suretle anlatır: ‘‘Venedik’in asil Bafo ailesine mensup olan Safiye Sultan henüz pek genç iken Venedik’ten -babasının valiliğinde bulunduğu- Korfu’ya azimeti sırasında Osmanlı korsanlarının eline geçmiş ve Şehzade Murat’ın haremine alınmış idi.” (C: 7, s. 13)]
Bafa, tehlikeden kaçmanın ve ne şekilde olursa olsun yaşamanın şeref gibi, haysiyet gibi, namus gibi şeyler uğrunda ölmekten çok daha akıllıca bir iş olduğunu ispat etmiş olan Venedik dilaverlerini gemilerine geri yollattıktan sonra kendi evinde bulunuyormuş gibi harekete başladı, imkân nispetinde açılıp saçıldı, Deli Cafer’le ve Kara Kadı ile Türk hayatına dair konuşmalara girişti. En çok temas ettiği mevzu, Osmanlı veliahdının şahsı ve sarayı idi. Evirip çevirip sözü oraya getiriyordu. Şehzade Murat’ı görmeden tanımak hırsıyla bin türlü sualler sıralıyordu.
Fakat cücelerden de ayrılmıyordu. Türkçeden başka birer düzine dil bellemiş ve her birini o dille konuşan bir anadan doğmuş gibi tekellüm etmekte bulunmuş olan bu canlı minyatürler aynı zamanda mükemmel birer mukallit, mükemmel birer hokkabaz olduklarından Bafa’yı kendilerine hayran edip bırakmışlardı. Maymundan file kadar her hayvanın, sekiz on millete mensup -dişili, erkekli- insanların -gerçeğinden ayırt edilmesine imkân olmayan bir sıhhatle- seslerini ve birtakım karakteristik hareketlerini taklit etmekle, gözden sürme çekmek derecesinde ustalıkla da hokkabazlıklar yapmakla genç kızı âdeta büyülemişlerdi.
Deli Cafer’le Kara Kadı onun yurdundan ve yuvasından ayrılmak elemiyle hırçınlaşmamasını, ağlayıp sızlamamasını, kendi hesaplarına uygun bir durum olarak kabul etmekle beraber, ibrete değer bulmaktan da geri kalmıyorlardı. Çünkü beniâdem denilen mahluklara Allah’ın, tabiatın ve bahtın tattırabileceği en büyük acı -iki deniz kurdunun inancına göre- esir olmaktır, yurttan ve yuvadan uzak kalmaktır. Yine onların kanaatlerince, bir erkek veya bir kadın, herhangi bir iğrenç hastalıktan, bir esirin tattığı ızdırabı duyamaz. Etleri parça parça dökülen, ciğerleri tutam tutam burunlarından düşüp dağılan, gözleri sönen, yürekleri delinen hastaların hissettikleri acı, düşman eline düşmüş ve vatandan cüda kalmış bir esirin duyduğu elemle ölçülemez. Çünkü esir olmak, cennetten cehenneme düşmektir. Esir olmak havasızlığa mahkûm kalıp her nefes alıp verişte bir kere boğulmaktır. Ondan dolayıdır ki yurdunda ekmek bulamadığı ve esir olarak yaşadığı memlekette refaha kavuşturulduğu hâlde gözü hep vatanına çevrili kalmak esirlerin belli başlı şiarıdır. Esir, o sıfatla altın köşklerde yaşamaktan ise yurduna kavuşup çöplükte yaşamayı tercih eder.
Hâlbuki Bafa, kendini baba kucağına götürecek bir yoldan zorla ayıranlarla bir lahzada kaynaşmıştı. Gülüp eğleniyordu ve en küçük bir ızdırap duymuyordu. Acaba bu kayıtsızlık millî bir redîe miydi yoksa iğrenç bir terbiyenin neticesi miydi?..
Deli Cafer’le Kara Kadı ne sosyologdular ne psikolog. Yalnız “insan ruhunun ne gibi tecellilerle temiz ve ne gibi tezahürlerle pis sayılması lazım geleceğini” Türk içtimai heyeti içinde yeni ve yabancı misallerle öğrenmişlerdi.
Değişmesine imkân olmayan o bilgiye istinat ederek Bafa’nın esirlikten elemlenmemesini ruhi bir pislik olarak telakki ediyorlardı, enikonu tiksiniyorlardı. Eğer o, birkaç gün ağlayıp sızlamış olsaydı, hiç de böyle düşünmeyeceklerdi ve kıza tesliyet vermek için ellerinden geleni yapacaklardı. Fakat şimdi derin bir hayret ve derin bir iğreniş içinde onun varlığına karşı kayıtsız kalmak zorunu duyuyorlardı.
Kara Kadı bir aralık insaflı bulunmak istedi. Deli Cafer’in yanında Bafa’yı müdafaaya yeltendi:
“Canım…” dedi. “Haksızlıkta ileri gitmeyelim. Bu Venedikli kız, nihayet bir çocuktur. Şöyle eğilip koklarsak ağzında henüz süt bulunduğunu görürüz, Böylesi bir çocuğa, yakında Osmanlı padişahının karısı olacaksın, dersek onda akıl kalır mı, fikir kalır mı?”
Deli Cafer başını salladı, bu mülahazayı beğenmediğini hissettirdi ve sonra cevap verdi:
“Yanılıyorsun kardeşim. Çünkü oyuncak, ağlayan çocuğu belki susturur. Fakat o çocuğa anasını, babasını unutturamaz. Biz de bir oyuncak sunar gibi, ona büyük şehzadenin karısı olacağını -bol keseden- müjdeledik. Yüreği temiz olsaydı, bu müjdemizden haz almakla beraber anasını anarak, babasına yanarak bir iki saat olsun ağlardı, hâlbuki kahpenin zil takıp oynamadığı kaldı! Kahkahadan neredeyse çenesine ağrı yapışacak!”
Ve birden kaşlarını çattı, arkadaşının yüzüne gözlerini dikti:
“Sultan Süleyman melek gibi bir adamdı, kimseyi incitmek istemezdi. Moskof illerinden bir Hürrem çıkageldi, o melek padişahı ifrite çevirdi, evlat katili yaptı, torun katili yaptı. Bu Bafa da bir gün Topkapı Sarayı’nda hüküm yürütmek yolunu bulursa efendisi olan hünkârı mutlak maskaraya çevirir, kepaze eder.”
“O hâlde kahpeyi Mısır’a, Trablus’a yahut Fas’a götürelim, esir pazarına verelim, haraç mezat satalım.”
Deli Cafer’in ağlayan sesi bu mülahazayı da beğenmeyip reddetti:
“Kubat Çavuş’a söz verdik, bu kızı padişaha armağanlamayı üzerimize aldık. Sonra seninle düşündük, doğacak güneşin batacak güneşten daha kıymetli olduğunu hatırlayarak kızı Manisa’ya götürmeyi, büyük şehzadeye armağan etmeyi kararlaştırdık. Babayla oğul arasında teklif olamayacağı için Kubat Çavuş’a verdiğimiz söz bozulmamış demektir. Lakin kızı bir esir pazarında satılığa çıkarırsak ünümüzü lekeleriz, üç beş yüz altın için adımıza kir getirmiş oluruz. Kararımız karardır, Bafa, Manisa’ya gidecektir. Yalnız şu var; şehzade dediğimiz devletlu, gafil olmamalı, nasıl bir mala sahip olduğunu anlamalı. Yoksa bu kız onu daha tahta çıkmadan teneşir tahtasına düşürür. Çünkü yaman, çok yaman bir şey!”
Bafa, iki kıranta Türk’ün kendi hakkında edindikleri kanaatten bihaber, eğlencelerinde ve kahkahalarında devam ediyordu. Cücelerine çeşit çeşit numaralar yaptırmakla vakit geçiriyordu. Deli Cafer’le Kara Kadı’nın biraz uzak dolaştıklarını sezmekle beraber bu durumdan kuşkulanmış değildi. Onların gemi idaresiyle meşgul olmak yüzünden kendisini fazlaca ihmal ettiklerini sanıyordu. Zaten cüceler varken o ihtiyar kurtlara ihtiyaç da hissetmiyordu. Çünkü o insan komprimeleri de Deli Cafer kadar, Kara Kadı kadar vukuf ile şehzadeden bahsedebiliyorlardı, onu hülyalarında şevke getirebiliyorlardı.
İşte korsan gemisi, sahipleriyle güzel tutsak arasında -cibillet farkı ve ahlak telakkilerindeki benzemezlik yüzünden- vukuya gelen ruhi ayrılığın gün başına çoğalıp durmasına rağmen arızasız yoluna devam etti, Rodos Adası’na yanaştı, oradan Anadolu yakasına doğru süzülerek Marmaris Limanı’na girdi.
O devirde bütün Anadolu limanlarına sık sık korsan gemileri uğrardı, malzeme ve hatta tayfa tedarik ederlerdi. Fakat Deli Cafer gibi, Kara kadı gibi adları yıllardan beri dillerde dolaşan kahraman denizcilerin limanlarda görülmesi pek seyrek vukuya gelen hadiselerdendi. Onun için Rodoslular da Marmarisliler de büyük bir heyecan göstermişler ve iki meşhur kaptanı alkışlamak için kıyılara dökülmüşlerdi. Bu heyecan onların Manisa’ya gideceklerinin ve büyük şehzadeye kıymetli harp ganimetleri sunacaklarının yayılmasıyla bir kat daha ziyadeleşti.
Deli Cafer’le Kara Kadı, at ve tahtırevan bulmak ve bir kervan kurmak zorunda oldukları için şehzade sarayına gideceklerini Marmaris memurlarına söylemeyi gerekli görmüşlerdi. O memurlar bu noktayı öğrendikten sonra telaşa düşmüşlerdi. Ünlü reislerin istedikleri şeyleri tedarik etmeye koyulmuşlardı. Halk da yine bu yüzden Manisa’ya bir dünya güzelinin götürüleceğini öğrendiklerinden korsan gemisini âdeta göz hapsine almışlardı. Gece ve gündüz murakabe ediyorlardı.
Bafa da cücelerle bile avunamayacak kadar sabırsızlanmıştı. Bir ayak önce karaya çıkmak istiyordu, Deli Cafer’le Kara Kadı’yı sıkıştırıp duruyordu. Nihayet kara hazırlıkları bitti. Venedikli güzele kalın tülden uzun bir peçe örtüldü, büyük bir ihtimamla gemiden çıkarılıp kıyıya götürüldü. İhtiyar korsanlar, onun karaya ayak basmasıyla beraber tahtırevana girebilmesi için lazım gelen tedbirleri almışlardı. Fakat halkın gösterdiği büyük ilgi yüzünden bütün tedbirler altüst oldu ve Bafa -bir kısmı Rodos’tan kayıkla Marmaris’e gelmiş olan-yüzlerce adamın ortasında kaldı.
Bu meraklı kitle, şehzade sarayına gitmekte olan bir kadına el sürecek kadar kaba davranmak temayülü göstermiyordu. Lakin “dünya güzeli” olarak kendilerine uzaktan tanıttırılan nefis bir mahluku yakından görmek iştiyakını da hiçbir sebeple feda etmek istemiyordu. Bundan ötürü onu kademe kademe sıkıştırıyorlar ve bir çalımına getirip peçesinden ayırmaya savaşıyorlardı.
Deli Cafer’le Kara Kadı ve yanlarındaki leventler, o kalabalığın bu durumundan sinirleniyorlar, bir dilim cazibe kıvraklığıyla halkı gıcıklayan Bafa’yı tahtırevana sokmak azmiyle didinip duruyorlardı. Kız, halkın dilini anlamadığı hâlde meramlarını sezmişti, pabuçlarının üstüne kadar uzayan tülün altında, fıkır fıkır gülüyordu. Hamlesiz lakin hararetli bir kitlenin ruhundaki heyecan onun da şuhluk damarlarını şahlandırmış gibiydi, zararsız cilve oyunlarıyla o halkı, biraz daha çileden çıkartmak, biraz daha delirtmek istiyordu.
Fakat korsanlar sert pazılarının ve onlar kadar kuvvetli bakışlarının yardımıyla kalabalığı yardıklarından Bafa’nın düşüncesi yetim kalmaya mahkûm görünüyordu. Bunu kendisi de anladığından iki yanında yer alan Deli Cafer’le Kara Kadı’nın adımlarını birden ve bir sözle sendeletti:
“Bu zavallılar…” dedi. “Ne istiyor?”
Söylerken durduğu için korsanların sessiz lakin yorucu bir mücadele sonunda elde ettikleri kazanç kaybolmuştu. Tahtırevana gidecek kısa yol yine uzaklaşıvermişti. Çünkü yoldan çekilenler Bafa’nın durmasından istifade ederek yine araya sokulmuş bulunuyorlardı.
Deli Cafer, nasıl bir işvebazlığa mağlup olduklarını anlamakla beraber soğukkanlılığını korudu, cevap verdi:
“Sizin yüzünüzü görmek istiyorlar.”
“Onlar için bu, zahmete değer bir şey mi teşkil ediyor?”
“Öyle olmasa böyle davranırlar mıydı?”
Bafa, bir el darbesiyle peçeyi sol omzuna attı, hafifçe terlemiş olan “gümüşten beyaz ve gülden yumuşak” yüzünü o muattar jaleler ile birlikte halka gösterdi, üstelik bir tebessüm yağmuru içinde o kalabalığı sersemletti, sonra sağına soluna selam vererek yürüdü. Korsanların demir omuzlarına karşı koyarak yerlerini uzun dakikalardan beri muhafaza eden kalabalık, onun açık yüzle yürümeye başlaması üzerine güneş görmüş çığlara döndü, âdeta eridi ve Bafa, kısa bir lahza içinde tahtırevana ulaştı.
Deli Cafer’le Kara Kadı, onun yüzünü açmasından, halka tebessümler dağıtmasından sinirlenmişlerdi. Lakin kalabalığın tazyikinden ancak bu sayede kurtulduklarını da göz önünde tuttuklarından kıza bir şey söylemiyorlardı. Yalnız somurtuyorlardı. Bafa, güzel şallarla süslenmiş olan tahtırevana binerken o somurtkanlığı da gidermek istedi:
“Dostlarım…” dedi. “Venedik’te herkesin gördüğü bir çehrenin burada herkese kapalı kalması saçmadır. Sizin de benim gibi düşündüğünüzü sanıyorum.”
Ve telaşlı bir tavır alarak korsanlara sordu:
“Cücelerim nerede, onlar mutlaka benim yanımda, dizlerimin dibinde bulunmalıdır.”
Deli Cafer, isteksizliğine rağmen gülümsedi, tahtırevanın perdesini açarak küçük çapta bir hasır sandık gösterdi:
“Onlar, bu sandığın içinde. Kendilerini açıkta getirseydik bir hücuma daha uğrardık. Belki herifçikleri ezdirirdik. Onun için sepete koyup taşıttık.”
Biraz sonra kafile hareket etti. On korsan atlı olarak tahtırevanın önünde ve ardında yürüyorlardı. Manisa’ya doğru yol alıyorlardı. Venedik’i ve Venediklileri bütün Avrupa’da eşi olmayan bir güzele sahip olmak zevkinden, saadetinden mahrum ve o güzeli Türk yurduna mal etmek kaygısı işte, Deli Cafer’le Kara Kadı’yı -yetmişinden sonra- böyle sıkıntılara düşürüyordu. Onların yeryüzünde kimseden pervaları ve kimseye sunulacak dilekleri yoktu. Hür bir hayat içinde mertçe ve pek mesut olarak yaşıyorlardı. Fakat her şeyin en güzelini vatanlarına layık gördükleri için Bafa’yı da -Kubat Çavuş’un ihtarı üzerine- Türkiye’ye götürmeye karar vermişlerdi. Şimdi, o kararı yerine getirmek için at üzerinde seyahat külfetine katlanıyorlardı. Gemilerini bırakıp karada dolaşıyorlardı.
Bafa, dizlerine oturtarak masallar söylettiği, taklitler yaptırdığı cücelerin sayesinde zaman ve mekân mefhumlarını unutmuş gibiydi. Lakin ardı arası kesilmeyen kahkahalarına, sonsuz neşesine ve yolculuk zahmetlerini duymaz görünmesine rağmen göz bebeklerinde sık sık bulutlar dolaşıyor ve gün geçtikçe neşesine bir sahtelik rengi bulaşıyordu. O, kanatlanıp uçmak ve uça uça baht yolundan taht yoluna geçmek istiyordu. Bunun imkânsızlığını ve mukadder olan hedefe tahtırevan katırlarının adımıyla ulaşmaktan başka çare olmadığını düşününce işi kayıtsızlığa vuruyor, cücelerle oyalanmaya koyuluyordu.
İşte bu suretle Kargasekmez Boğazı aşıldı, Gökova geçildi, Karabağ’a ulaşıldı, nihayet Yamanlar Dağı göründü. Manisa o dağın eteğinde ve dağdan dökülüp gelen üç ırmağın ortasında sakin ve bahtiyar uzanıyordu. Deli Cafer’le Kara Kadı, atlarının başını şehzade sarayına doğru çevirmişlerdi. Doğrudan doğruya o devletluya konuk olmak ve Bafa’yı hanlarda halkın merakına açık tutmamak istiyorlardı.
Onlar, Türk yurdunda her kapıyı kendilerine açtıran bir anahtar taşıyorlardı: Şöhret! Ege, Akdeniz, Marmara, Karadeniz, Kızıldeniz kıyılarında olduğu gibi Bağdat’a, Viyana yakınlarına kadar uzayan iç ülkede de Deli Cafer ve Kara Kadı adını duymayan hemen hemen yoktu. Barbaros’un adını ölmezleştiren ve onun açtığı yolu genişleten deniz hamlelerinin çoğuna bu iki yiğit Türk de iştirak ettiklerinden kendileri de pek derin bir ün almışlardı. Ondan ötürü şehzade sarayına pervasız gidiyorlardı ve şehzadeyi teklifsizce göreceklerinde şüphe etmiyorlardı.
Sarayda rastladıkları ilk muamele onların ümidine uygundu. Kapıcılar güler yüz göstermişler, kafileyi içeri almışlar, hayvanlarını ahırlara çekmişler ve korsanlarla cüceleri -yüzü peçeli olarak tahtırevandan inen Bafa’yla beraber- bir daireye yerleştirmişlerdi. Fakat şehzadeyle görüşmek meselesi ortaya konulunca birtakım teşrifat başladı ve korsanların sinirleri bozuldu. Misafirlerle meşgul olan memur, nazik olduğu kadar kati bir lisanla, ilkin Kadı Üveys veya Şeyh Şüca Hazretleri’nden biriyle görüşmek, şehzadeye arz olunacak haceti evvela onlara anlatmak lazım geldiğini ihtar etmişti.
Deli Cafer’le Kara Kadı -kısa bir müzakereden sonra- Şeyh Şüca ile görüşmeyi tercih ettiklerinden konuklar memuru olan zat kendilerini sarayın başka bir dairesine götürdü, uzun bir gidip geliş sonunda -terli terli- korsanların yanına gelerek müjde verdi:
“Şeyh hazretleri sizi bekliyor!”
Korsanlar, Afrika şimalinde yıllarca dolaşmış ve Türk yurduna da oralardan, Arap diyarından sirayet eden şeyhlik sanatının ne derece revaçta bulunduğunu görüp anlamış takımdan oldukları için Osmanlı padişahının büyük oğlu yanında başmüşavir gibi bir durum kazanmış olan Şeyh Şüca’yı ne hissen ne fikren yadırgamadılar. Herifin elini öperek birer mindere iliştiler. Büyük bir odanın başköşesine kurularak harıl harıl tespih çeken şeyhin elleri -sanki kırk yıl çapa kullanmış gibi- nasırlıydı. Bakışında öbür şeyhler gibi efsunlu bir kudret sezilmiyordu. Giyimce de garip bir biçim taşıyordu.
Korsanlar, yanına gelenlere saygı telkin etmekten ziyade kahkahalarla gülmek ihtiyacı aşılayan şeyhin, tuhaf bir adam olduğunu anlamakla beraber ağır davranıyorlardı. Süklüm püklüm oturuyorlardı. Şeyh Şüca, uzun bir zaman tespihle meşgul olduktan sonra, yüzünü onlara çevirdi.
“Hoş geldiniz şehbazlar…” dedi. “Yolculuk nereden?”
Kara Kadı, iki elini dizleri üstüne koyarak -bir mürit saygısıyla-cevap verdi:
“Venedik’ten!”
Şeyh Şüca’nın gözleri parladı, dudaklarında geniş bir tebessüm ve şu sözler belirdi:
“Demek devletlu şehzadeye güzel kadifeler, cins cins çuhalar, çeşit çeşit aynalar getirdiniz. Acep beni de hatırlayıp bir şeyler aldınız mı?”
İçin için la havle okumaya başlayan Deli Cafer, ağır bir küfür savurmaktan ve densizlik etmekten kendini korumak için tırnaklarını avuçlarına batıradururken Kara Kadı dile geldi, vaziyeti anlattı:
“Şeyh efendi biz tacir değiliz, korsanız. Venedik’e vurgun malları satmak, sağı solu dinleyip işe yarar haberler uğrulamak için uğramıştık. Elçilikte kullanılan Kubat Çavuş da orada idi. Gözümüze hasna, müstesna bir parça ilişti. Sanki ayla güneş evlenmiş, bu yavru dünyaya gelmiş. Ne yalan söyleyelim, bu yaşta ağzımız bir karış açık kaldı. Yalnız biz mi ya?.. Kubat’ınki de öyle. Ey, serde Türklük var. Önümüze böyle bir cennet kaçağı çıksın da biz alık alık duralım ha! Bu, doğru değildi. Nitekim biz de kendimizi tutamadık, Kubat Çavuş’la baş başa verip kızı aşırmayı kararlaştırdık. Zaten kız, Kor-fu adasına gidecekti. Biz de fırsatı kaçırmadık. O yola çıkmadan Venedik’i bıraktık, denizde bir müddet dolaştık. Nihayet onu taşıyan Venedik kadırgasını yakaladık.”
Şeyh Şüca, büyük bir sırra akıl erdirmiş gibi sabırsızlık göstererek korsanın sözünü kesti:
“Ganimet…” dedi. “Yaman. Gelgelelim ki paylaşılmasına imkân yok. Ortaklaşa gönül idaresi de müşkül. Onun üzerine düşündünüz, kırk yıllık dostluğu bir kız uğrunda feda etmemek için onu devletlu şehzadeye satmayı tasarladınız. Çok akıllı kişilermişsiniz. Yalnız şehzade sarayının korsan artığı yosmalar için kurulmadığını düşünmemişsiniz.”
Ve iki diz üstü geldi, bar bar bağırmaya koyuldu:
“Tez, çıkın, gözümün önünden yıkılıp gidin! Yoksa şimdi cellatlar getirtirim, derinizi yüzdürürüm!”
Deli Cafer de Kara Kadı da behtbaht içindeydiler, bön bön herifin yüzüne bakıp susuyordular. Çünkü böyle bir kabule uğramak hatırlarından geçmemişti, kendilerine çirkin işler ve maksatlar atfolunacağını asla düşünmemişlerdi. Fakat herif gittikçe feryadı arttırdığından ve çok ağır kelimeler kullanarak kendilerini tahrike giriştiğinden o beht ve hayret silindi, iki yiğit denizcinin gözleri büyüdü, renkler uçtu ve üç beş saniyelik bir zaman içinde kerametlu Şeyh Şüca Hazretleri, oturmakta bulundukları posttan yere atıldı, bir yumruk yağmuruna tutuldu.
Korsanlar, öküz deviren cinsten yumruk taşıyorlardı. Şeyh Şüca, -bir iki öküz kuvvetinde görünmesine rağmen- bu müthiş yumruklara uzun müddet dayanamadı. Küfrü ve feryadı bırakarak ayak öpmeye koyuldu. O koca gövdesiyle yerde sürüne sürüne Deli Cafer’in topuklarına ağzını koyuyor ve bir lahza sonra aynı ağzı Kara Kadı’nın pabuçlarına sürüyordu. Lakin kopardığı feryat bütün daireye aksettiğinden şu ve bu dayak sahnesinin cereyan etmekte olduğu odaya gelmeye başlamıştı. Şeyh, faciayı bilmeyerek seyre gelenlerin hayli kabarık bir yekûn tuttuğunu -yüzükoyun süründüğü sırada- görmekten geri kalmadığı ve korsanlar da gazaplarını yenemeyerek yumruk sallamakta devam ettikleri cihetle sahne birden değişti, topuk öpüp duran ağız bu sefer, daire halkından yardım dilenmeye koyuldu. Kerametmeap, ayağa kalkmamakla, kalkamamakla beraber, adamlarını imdada çağırıyordu: “Katilleri tutun, şehzade sarayına baskın yapanları yakalayın!” diye bağırıp duruyordu.
Odaya dolanlardan bir kısmı, Deli Cafer’le Kara Kadı’nın adını, konuklara memur olan adamdan duyup öğrenmişlerdi. O sebeple kendilerine el kaldırmaktan utanıyorlardı, çekiniyorlardı. Bu iki ünlü denizcinin hüviyetini henüz öğrenmeyenler ise Şeyh Şüca’nın vaziyetinden ibret alarak araya girmek istemiyorlardı. Ancak bir iki bedbaht, şeyhten ikram görmek düşüncesiyle korsanların yakasına yapıştığından biraz güldürücü olan sahneye fecaat bulaştı, o bedbahtların birer yumrukta dişleri boğazlarına aktığından şeyhin feryadına kanlı harharalar da karıştı.
Vaziyet ne gibi safhalardan geçecek ve nasıl bir neticeye erecekti? Bunu ne dayak atanlarla o dayağı yiyenler ne de seyredenler biliyordu. Fakat eşik önünde durarak dövenlere ve dövülenlere uzaktan merhaba demeyi tercih edenlerden birinin ansızın “Şehzade hazretleri geliyorlar!” demesi üzerine durum değişti, Şeyh Şüca -inanılmaz bir hamle ile- yerinden fırlayıp kapıya koştu, dişleri dökülenler dudaklarındaki kanlı salyaları mendillerle silerek birer tarafa çekildi, korsanlar da bu değişiklikten hayrete düşerek oda ortasında dikilekaldılar.
Şehzade Murat, birçok dualar sıralayan Şeyh Şüca’nın önünde yürüyerek odaya girince şöyle bir bakındı, sonra yüzü gözü bere içinde bulunan şeyhe yüzünü çevirdi.
“Ne o hazret…” dedi. “Burada güreş mi vardı, yoksa dövüş mü?”
Ve korsanları göstererek ilave etti:
“Yoksa seni şu hâle koyan bu yiğitler mi? Onları nereden buldun, hele güreş yapıp da maskara olmayı nereden hatırladın? Şeyhlikle pehlivanlığın münasebeti ne? Yoksa fazla tespih çekmek yüzünden kaçırmaya mı başladın?”
Şeyh Şüca bu bir sürü suale nasıl cevap vereceğini henüz kestiremeden Kara Kadı, şehzadeye doğru ilerledi, mertçe selamladı.
“Şehzadem…” dedi. “İzin verirsen kaziyeyi anlatayım. Yalnız şu kalabalık dışarı çıksın!”
İkinci Selim’in oğlu, Şeyh Şüca’dan başkalarını bir işaretle odadan dışarı sürdükten sonra bir köşeye oturdu, merak ile ve hatta heyecan ile Kara Kadı’yı dinlemeye koyuldu. O, inandıran ve itiraz kabul etmeyen selis bir ifade ile macerayı anlattı, sonunda sesini yükselterek şu ricada bulundu:
“Şimdi sen elini yüreğine koy doğru söyle: Suç ölende mi öldürende mi? Biz, Venedik kadırgasıyla cenkleşip bir esir tutuyoruz, onu senin hizmetine layık buluyoruz, birçok zahmetlere katlanıyoruz, denizde yürüyoruz, karada yürüyoruz, saraya geliyoruz. Bu adam bize ağız dolusu sövüyor, üstelik derimizi yüzdürmeye kalkışıyor! Biz, rahmetli dededen Süleyman Han’ın devrinde ün almış, Barbaros’la dolaşmış, Turgut’la yoldaşlık etmiş denizcileriz. Bu şeyh gidisi gibilerin bize küfür etmesine nasıl tahammül ederiz?”
Şehzade Murat, heyecan duymak için çok şeyler feda eden bir adamdı. Masal olsun, sahih olsun canlı bir vaka dinlerken âdeta gaşyolurdu. Şimdi Kara Kadı’nın hikâyesini derin bir heyecan ile dinlemişti. İhtiyar korsanın susması üzerine kendini ancak topladı.
“Hakkınız var…” dedi. “Şeyhim size yakışıksız davranmış. Fakat siz de insafsızlaşmışsınız, onun pestilini çıkarmışsınız. O hâlde şeyhe yahut size ceza vermeye lüzum yoktur. Ödeşmiş bulunuyorsunuz.”
Ve Şeyh Şüca’nın yüzüne bakmadan ilave etti:
“Şimdi o kadar övdüğünüz kızı görelim. Nerede bu haspa?”
“Burada, bizi koydukları dairede.”
“Zahmet olmazsa gidiniz, kendisini alıp buraya getiriniz!”
Beş on dakika sonra Osmanlı veliahdı ile Venedikli Sinyorita Bafa karşı karşıya gelmişlerdi, birbirlerini gözlerinin olanca görüş, seziş ve anlayış kabiliyetiyle süzüyorlardı.
Erkek, tabiatıyla pervasızdı, anasının karnından beşiğe değil, yüzlerce halayığın kollarından teşekkül eden pamuk ve muattar bir kucağa düşmüş, bütün hayatını aynı kucakta geçirmiş olmaktan gelme bir alışkanlıkla karşısına getirilen kızın açık ve gizli bütün güzelliklerini keşfe çalışıyordu. Lakin Bafa da cesurdu. Yarı dünyayı avuçları içinde tutan Türklerin imparator mevkisinde bulundurdukları bir haşmetpenahın oğluyla karşılaşmamış da müsavi seviyede biriyle yüzleşmiş gibi iradesine sahip, vakarına sahip, gururuna sahip bulunuyordu. Onu kısa bir baş işaretiyle selamlamış ve sonra gözlerini, sarsılmaz bir sebatla, şehzadeye dikip incelemeler yapmaya koyulmuştu. Ona, bu yaman cüret, şuurunun üstünü ve altını saran meraktan, aynı zamanda “bahtını bütün açıklığıyla okumak” ihtiyacından geliyordu.
Merakını tahrik eden, şehzadenin bünyece taşıdığı kıymetlerin veya kıymetsizliklerin mahiyetiydi. Bunları bir çırpıda görmek, kavramak ve öğrenmek için ruhunda enikonu bir kıvranış, bir sabırsızlanış vardı. Bahtını okumak ihtiyacı ise gayet tabiiydi. Çünkü taht yolunda ricate mahkûm olmamak için bahtının falso yapmaması, şehzadenin -kayıtsız ve şartsız- kendini beğenmesi lazımdı.
İşte bu sebeple kirpiklerini kıpırdatmadan, göz bebeklerini küçük bir hedef inhirafına uğratmadan şehzadeyi tepesinden tırnağına kadar süzüyor ve bu süzüş sırasında genç prensin bünyevi kıymetlerini de ölçüyordu.
Hemen haber verelim ki aşk kadını olarak doğan bu tam dişi mahluk, uzun uzun üzülmeden merakını neşeye çevirmek ve yüreğine tutam tutam haz dökmek imkânını bulmuştu. Çünkü şehzadeyi bünyece arzusuna uygun gördüğü gibi kendi güzelliğinin, cinsî cazibesinin bu delikanlı üzerinde derin tesirler yaptığını da sezmişti.
Görüşü doğruydu. Çünkü Şehzade Murat, o sırada henüz yirmi dört, yirmi beş yaşlarında bulunuyordu. Boyu kısa olmakla beraber, endamsız bir genç değildi. Teni beyazdı, kaşları açık kumraldı. Bıyıkları az ve sarı, dudakları -çirkin görünmeyecek bir nispette- kalın, burnu kıvrıktı. Mahzun gibi duran mavi gözlerinde hayli bir derinlik hissolunuyordu.[13 - Peçevî (C: 2. s. 3) Şehzade Murat dediğimiz Üçüncü Sultan Murat’ı şöyle tarif eder: “Kasirden balaca alçak boylu, beyaz tenli, ela gözlü, ebrüleri ve mehasini letafetnümunları kumral ve lahmü şahmede vasatülhal idiler.”Fakat Viyana İmparatorluk Kütüphanesi’nde Mafey Venyeri’nin el yazısı ile mevcut bir seyahatnamedeki tarif şöyledir. “Orta boyludur, teni beyazdır. Saçları ve sakalı sarıdır. Sakalı çenesinin altından geçerek bir şakağından öbür şakağına kadar uzar, bıyıkları azdır, dudakları kalındır, burnu kıvrıktır, gözleri mavidir, kaşları mukavves ve kısadır.” Bu tarif padişahlık zamanına aittir. Şehzade iken sakalsız olduğunu söylemeye lüzum yoktur.]
Bafa, o dudaklarla o gözleri -candan, yürekten- beğenmişti. Daha şimdiden kendi ince dudaklarını şehzadeninkilerin üzerinde tatlı tatlı dinlendireceğini ve o mavi gözlerin derinliklerinde de kendi yeşil gözlerini uzun uzun dolaştıracağını düşünerek iliğine kadar neşeleniyordu.
Sezişi de doğruydu. Çünkü Şehzade Murat, elmasın ve zümrütün iyisini bir bakışta anlayan usta bir kuyumcu dikkatiyle kızı süzerken tabii durumunu bir lahzada kaybetmiş ve eşi bulunmaz bir metaya rastlamış gibi heyecana düşmüştü. Gerçi bir şey söylemiyordu, vakarını muhafaza ediyordu. Lakin ucu kıvrık burnunun deliklerinde garip garip açılıp kapanmalar, mahzun bakışlı gözlerinde sık sık doğup sönen pırıltılar, kalın dudaklarında belli belirsiz titremeler vardı ve bunlar Bafa’nın gözünden kaçmıyordu.
Şehzade, kendini beğendirmek zorunda olmadığı ve hangi millete mensup hangi içtimai seviyeye bağlı olursa olsun, bütün kadınların kendisini sevmeye mecbur oldukları kanaatini taşıdığı için Bafa’ya hulus çakmak, cemileler göstermek lüzumunu hissetmiyordu. Onca gerekli olan şey, önüne getirilen metayı beğenmekten ibaretti. Bu meta bir at, bir tazı, bir papağan, bir zümrüt olabileceği gibi, bir kadın da olabilirdi ve hoşuna giden metanın bedelini ödedikten sonra -cinsine, kabiliyetine, mahiyetine göre- vazifesini tayin etmek hakkı -hiçbir istişare zaruretiyle mukayyet olmaksızın- kendinindi.
Bu sebeple kızın düşünceleriyle, duygularıyla ilgilenmiyordu hatta onun fikir ve terbiye bakımından da değerini araştırmaya lüzum görmüyordu. Kendine lazım olan genç ve temiz bir etle uzun boy, kıvrak endam, parlak göz, renkli yanak, kusursuz diş olup bazen bu kıymetli şeylerden ikisini, üçünü şahsında toplayabilmiş halayıklar için avuçlar dolusu altın feda ettiği de görülmüştü. Hâlbuki Venedik’ten aşırılıp huzuruna çıkarılan kız inci gibi, elmas gibi, zümrüt gibi pahalı satılıp alınan nesnelerin en güzellerinin bir araya getirilmesiyle vücut bulmuş bir gerdanlığa benziyordu. Kendi hazinesinde bu ayarda bir meta yoktu. Yarı dünyaya hükmetmiş olan dedesi Sultan Süleyman’ın sarayında da böylesinin görülmediğine emin idi. Çünkü -büluğa ermediği bir devirde- o saraya -dedesi tarafından misafir olarak- davet olunduğu vakit gecesini, gündüzünü halayıklar koğuşunda geçirmiş ve ihtiyar padişaha güzelliklerini dirhem dirhem satan o yüzlerce dişinin hepsine münasip birer kıymet biçmişti.
Bir yıldan beri tahtta bulunan babasının da şu kıratta canlı bir elmas parçası görmediğine şüphe etmiyordu.
Zira sarayda bulunan casuslarından aldığı raporlara göre, o baba, harıl harıl “güzel halayık” aratıyordu ve canevinde yer alacak bir güzel bulduramadığı için de boyuna şarap içip gecesini, gündüzünü sızgın geçiriyordu.
Bu hâlde kendisi Kanuni Sultan Süleyman’dan da oğlu Sultan Selim’den de bahtiyardı. Çünkü onların eline düşmeyen bir güzellik hazinesine malik oluyordu, eşsiz bir zevk âleminin anahtarını elde etmiş bulunuyordu.
Şehzade Murat, hayretten hazza, hazdan sarhoşluğa intikal ederek Bafa’yı süzerken, işte bu mülahazaları da perişanlaşmış kafasında dolaştırıyordu, sevinçle gururu birbirine karıştırarak garip bir istiğrak içine dalıyordu. Fakat korsanlara bir şey söylemek, gökten ayrılmış bir melek olduğuna inanıverdiği Venedik dilberini de ayakta ve erkekler arasında durmak sıkıntısından kurtarmak lazımdı. Ondan ötürü, sersemleşmiş iradesini müşkül bir iç hamlesiyle topladı, dardağan bir biçimde bulunan kavuğunu yay şeklindeki kumral kaşlarının üstüne yıktı.
“İhtiyarlar!” dedi. “Çektiğiniz zahmetin yerinde olduğuna inandım, getirdiğiniz armağanı da beğendim. Kız, hemen içeri götürülsün, Raziye Kalfa’ya teslim edilsin. Siz de birkaç gün konuğum olunuz, sarayımda dinleniniz. Sonra işinizin başına -güle güle- gidiniz. Hazinedarım sizi birazdan görecektir.”
Deli Cafer, deminden beri kabaran sinirlerini bir nebze olsun yatıştırmak iştiyakıyla hemen atıldı:
“Şehzadem…” dedi. “Hazinedarınızla görüşmemize sebep yok. Çünkü biz buraya halayık satmaya, ihsan almaya, bahşiş toplamaya gelmedik. Sayenizde bizim dahi birer hazinemiz var. Fırsat düştükçe yoksullara ikram ediyoruz, gönül kazanıyoruz, dua alıyoruz. Onun için izin ver de elini öpelim ve sen yataktan çıkmadan biz yola düşelim.”
Şehzade, bir ayak önce kızı hareme yürütmek istediği için bu mevzu üzerinde tevakkufa lüzum görmedi, kelimeleri birbirine karıştırarak son emrini vermeye yeltendi:
“Peki, peki. Sizin dediğiniz olsun. Ben adlarınızı unutmam. Siz de başınız sıkılırsa bana arzuhâl sunmaktan çekinmeyiniz. Haydi uğurlar olsun!”
Korsanlar onun elini öperek, Bafa’yı da “Hoşça kal, bahtın gibi alnın da açık olsun.” diye selamlayarak ayrılırlarken güzel kız, yüzünü ciddileştirdi.
“Durunuz…” dedi. “Acele etmeyiniz. Prensiniz ne diyor, beni yanında alıkoymak mı yoksa başka bir yere mi göndermek istiyor? Burada alıkoyacaksa vaziyetim ne olacak? Beni, esir pazarından üç beş altın verilerek alınan kızlarla bir mi tutacaklar? Yoksa taşıdığım asil kana hürmet mi edecekler? Sonra cücelerimden ayrılacak mıyım? Bütün bu meçhuller üzerinde beni tenvir etmeden gitmenize rıza göstermem. Çünkü ben, size itimat edip buraya güle güle geldim. Aynı itimadı asaletmeap prens de bana telkin etmezse burada bir dakika bile durmam, ardınıza takılıp giderim!”
Şehzade Murat yepyeni bir istiğrak rakikası yaşıyordu. Çünkü kızın sesinde bambaşka bir güzellik bulmuş ve o sesin konuşurken bile terennüm hissettirdiğine iman getirerek ruhi bir küçülüş içinde bu muhayyel terennümü dinlemeye koyulmuştu. Kelimelerle alakası yoktu. Zaten İtalyanca da bilmiyordu. Fakat Bafa’nın ağzından bir ahenk şelalesi döküldüğünü sanarak kulaklarını, kalbini, ruhunu ve bütün benliğini bu ahenge açık tutuyordu.
Kara Kadı, tercümanlık yapmak suretiyle onu bu garip sarhoşluktan uyandırdı, kızın sözlerini kelime kelime tercüme etti ve sonunda sordu:
“Ne emrediyorsunuz şehzadem, kıza nasıl cevap verelim?”
İradesini çoktan Bafa’nın yeşil gözlerine feda etmiş, yüreğini onun sarı saçlarına atıvermiş olan Murat, hiç düşünmeden şu cevabı verdi:
“Kendileri esir değildir, çok kıymetli bir dosttur ve sarayımın ebedî süsü hatta ışığı olacaklardır. Hareme girer girmez dairelerinin hazırlandığını, önlerinde dizi dizi halayıkların diz çöktüğünü göreceklerdir. Bu vaziyetin, ben sağ oldukça devam edeceğine inanmalarını rica ederim. Cücelerim dedikleri şeyler, ufak ufak adamlar ise sarayımda onlardan üç beş tane vardır. Kendilerininkini de onlara katarız.”
Kara Kadı bu cevabı İtalyancaya çevirip Bafa’ya anlattı, o da değme aklın tahammül edemeyeceği kadar zarif bir tebessümle memnun kaldığını hissettirdikten sonra, elini Şehzade Murat’a uzattı, bir imparatoriçe vakarıyla ve amir bir sesle vazifesini hatırlattı:
“Elimi tutunuz, beni daireme kadar götürmek lütufkârlığında bulununuz!”
Korsanlar, bu laubalilikten şaşırıp kalmışlardı. Hele Şeyh Şüca küçük ve büyük dillerini yutmuş gibi derin ve muzdarip bir hayret içinde sahneye bakıyordu. Fakat Şehzade Murat ne şaşırdı ne kızdı. Kendine uzatılan zarif eli mesut bir heyecanla tuttu, odadaki üç erkeğe selam vermeyi dahi hatırlatmayan bir neşeli telaş içinde Bafa’yı yürüttü, uzaklaşıp gitti.
O, Şeyh Şüca’nın dairesinde ve korsanların yanında memnu bir meyve, memnu bir çiçek durumuna düşen Venedik dilberini helal bir meyve ve helal bir çiçek hâline çevirebilmek için kendi odasına hemen kapanmak ihtiyacındaydı. Bafa’nın bir çift kızıl yakut üzerinde belirttiği tebessüm o ihtiyacı coşkunlaştırmış, elini uzatması ise şehzadede şuur namına bir şey bırakmamıştı. Aç bir yürek ve aç bir ruh ile dairesine doğru koşuyor, iliklerine kadar gülümseyen Bafa’yı da kendine uydurup koşturuyordu.
Odadakiler uzun bir lahza bu şahane maskaralığın hayretini taşıdılar, sonra birbirlerinin yüzüne baktılar. Deli Cafer’le Kara Kadı, kısa bir bakış içinde kanaatlerini mübadele etmişlerdi ve bu kanaatler aynı şekilde olup şehzadenin bir kadın delisi olduğunu gösteriyordu.
Fakat Şeyh Şüca’nın düşüncesi başkaydı. O da korsanlar gibi şaşkındı, şöyle böyle mürit edindiği şehzadenin bir Frenk kızına çarçabuk tutkunluk göstermesine akıl erdirememişti. Lakin şimdi onları düşünmüyordu. Kendi budalalığını ölçerek elemleniyordu ve korsanların ağızlarını kapamak için çareler araştırıyordu.
Budalalık değil. Çünkü şeyh, Bafa’yı gördükten sonra yaptığı densizlikten bilhassa nedamet getirmişti. Kız onun da mufassal bir dayak yemesine rağmen sarsılmamış olan şuuru üzerinde derin tesirler yapmıştı. Korsanları kızdırmayarak kızı şehzadeden önce niçin görmediğine ve görür görmez de niçin gizli bir köşeye kapamadığına hayıflanıyordu. Fakat iş işten geçmişti, artık o bir içim suyu şehzadenin dudağından geri çekmek mümkün değildi. O hâlde yapılacak şey, korsanların her dolaştıkları yerde şu dayak hadisesini anlatmamalarını ve kendi haysiyetini yıkmamalarını temin etmekten ibaret kalıyordu.
Şeyh Şüca işte bu düşünce ile -henüz odadan ayrılmayan- korsanlara yanaştı.
“Yiğitlerim…” dedi. “Sikkeme ve cübbeme saygı göstermediniz, beni incittiniz. Lakin bir şeyh kin tutmaz, kimse için hınç taşımaz. Ben de işlediğiniz günahı unutacağım, sizi pirime havale edip cezalandırmayacağım.”
Deli Cafer, acı acı gülerek onun sözünü kesti:
“Bizi…” dedi. “Pirine mi havale edeceksin? Ulan, pirin yerin dibine geçsin! Biz de seni ulu Tanrı’ya havale ederiz!”
Ve kollarını kavuşturarak sert sert sordu:
“Pirini, pireni bırak da ne istediğini söyle. Çünkü dilinin altında bir bakla döndüğünü görüyoruz.”
Şeyh Şüca bu ihtar üzerine dileğini açığa vurdu, şurada burada adının hakaretle anılmamasını ve dayak yediğinin kimselere söylenilmemesini rica etti. Deli Cafer, dövülmekten değil de dövüldüğünün duyulmasından korkan bu eli nasırlı şeyhe bakıp bakıp başını sallıyordu, nihayet dayanamadı.
“Sen…” dedi. “Budala mısın nesin! Biz, işimizi gücümüzü bırakıp seni mi düşüneceğiz? Yoksa adam dövmek hüner midir ki onunla diyar diyar övünelim? Bununla beraber işin gülünç tarafı var: Bizim şu eşikten çıkar çıkmaz seni unutacağımıza şüphe yok. Fakat dayak yediğin sırada bizi çevreleyip seyre dalanların ağzını nasıl kapayacaksın?”
Şeyh efendi, onları da susturmaya çalışacağını söylediğinden iki yiğit denizci odadan ayrıldılar, sofada dolaşan uşaklardan birini önlerine katarak dairelerine doğru yollandılar. Sarayın bütün selamlık dairelerinde, ahırlarında, mutfaklarında, bahçelerinde, odunluklarında, çamaşırhanelerinde, muhafız koğuşlarında bulunanlar, Deli Cafer’le Kara Kadı’nın şeyh efendi hazretlerine dayak attıklarını, şehzadeyle de senli benli görüştüklerini duymuşlardı. Onun için adım başında üç beş kişi kenara çekilerek boyun kırıyorlar ve ünlü korsanlara saygılarını hissettirmeye savaşıyorlardı.
Onların bu selamlarla ve selamlanmalarla ilgilendikleri yoktu. Her boyun kıran kümeye veya adama “Aleykümselam.” demekle iktifa edip yollarına devam ediyorlardı. Fakat boylu boslu, pek yakışıklı ve pek zarif giyimli bir delikanlının verdiği selam onları avlunun ortasında âdeta mıhladı, ayaklarını yürümekten alıkoydu. İkisi de onu tanıdıklarına zahip olmakla beraber umulmayan bir tesadüfün verdiği hayretle duralayıvermişlerdi. Hâlbuki o güzel ve şık genç, kendilerini tanımamış gibi görünerek adım adım uzaklaşıyordu.
Bu vaziyete Kara Kadı, hafıza hatasıyla elemlenmek istemedi, hemen seslendi:
“Bire doğancı, savuşma, dur!”
Genç erkek başını çevirdi, geri dönmeye lüzum görmeden sordu:
“Beni mi çağırıyorsunuz?”
“Hele anladın. Bari beri gel de bizim kim olduğumuzu dahi anla!”
O, sırmalı kostümünün içinde salına salına fakat nahoşnut, döndü, denizcilerin yanına geldi.
“Ne istiyorsunuz ağalar…” dedi. “Bana bir emriniz mi var?”
Kara Kadı, kaşlarını çatarak onu isticvaba girişti:
“Sen, Beşinoğlu Kaya Bey’in yanında değil miydin?”
“Evet!”
“Bir zamanlar adın da Artin’di. Sonra sünnet oldun, hak dinine girdin, Mehmet adını aldın. Bu da doğru değil mi?”
“Evet!”
“Ey, burada ne arıyorsun?”
“Kaya Bey beni doğancı yapıp yetiştirdikten sonra şevketlu hünkâra armağan etti. O da devletlu şehzadenin av merakını düşünüp beni buraya yolladı. Şimdi şehzade hizmetindeyim. Adım da Kara Mehmet’tir.”
“Memnun olduk. Lakin bizi henüz tanımadığını da görüp şaştık.
Ben korsan Kara Kadı değil miyim, yoldaşım da yine korsan Deli Cafer değil miydi? Kaya Bey’in çiftliğine az mı gelirdik?”
Kara Mehmet, dalgınlığının affedilmesini rica etti, denizcilerin elini öptü.
“Vallahi…” dedi. “Sizlerin buraya kadar geleceğinizi ummazdım. Hatta iki deniz kurdu bir Venedik kuzusunu yakalayıp devletlu şehzadeye getirmişler, Şeyh Şüca’yı da ısırmışlar diye kulağıma demin bir laf çalınmışken incelemedim, ‘nemarek – neme gerek’ deyip adınızı bile sormadım. Meğer koca sarayı ayağa kaldıran sizmişsiniz! Gerçekten memnun oldum.”
Belki bir el daha öpüp ayrılacaktı. Fakat Deli Cafer onun koluna girerek ayrılmasına imkân bırakmadı:
“Biz…” dedi. “Şu karşıki odalarda konuğuz. Yarın erkenden yola çıkacağız. Ancak içimizde birkaç düğüm peyda oldu. Onları çözmek zahmetine sen katlanacaksın. Bizimle gel, o düğümleri çöz!”
Kendi cemaziyülevvelini çok iyi bilen denizcileri kızdırmak Ermeni’den dönme doğancının elinden gelemezdi. O sebeple “Hayhay!” demek zorunda kaldı ve kendileriyle birlikte yürüdü. Fakat korsanlar onu uzun müddet tutmak niyetinde değillerdi. Bu sebeple odaya girer girmez sorguya giriştiler:
“Bize ilkin şu Şeyh Şüca’yı anlat. Kimin nesidir, hangi dergâhın şeyhidir bu herif?”
Genç doğancı, hemen kapıyı kapadı, korsanların da güç duyabilecekleri bir sesle cevap verdi:
“O şeyh filan değildir, bahçıvanlıktan gelmedir. Haremde Raziye adlı bir kâhya kadın var. Şeyhin çalıştığı bahçeye -hava almak için- gittikçe onu görür, beğenirmiş. Şüca, hayırsever bir adamın himmetiyle küçüklüğünde biraz mürekkep yalamış, anasından da akıllı doğmuş bir adamdır. Kâhya kadının kendisine tatlı tatlı baktığını görünce meyve devşirip sunmaya, soğuk ayranlar hazırlayıp içirmeye başlar. Sonunda ikisi arasında bir dostluk yüz gösterir. Şüca, Çinganlardan öğrenerek bakla falı açar, kâğıt üzerinde de remil atarmış. Hele rüya tabirinde herkesi kafese kormuş. Bir gün devletlu şehzadenin gördüğü düşü de -Raziye Kadın’ın yardımıyla- hoşça tabir ettiğinden şehzade efendimize çatar. Şimdi burada dairesi, şehirde ayrıca konağı vardır. Bir dediğini devletlu şehzade iki etmez.”[14 - Peçevî bu rüya vakıasını (C: 2. s. 34) şöyle anlatır: “Bir gece yirmi basamaktan fazla bir merdivene çıktıklarını, yirmi otuz kadar yüksek kubbelerin ayakları altında kaldığını görürler. Ol mahalde şehzadeleri Sultan Mehmet ve Sultan Mahrut’u görmek isterler, göremezler. Ol merdivenden üç dört basamak inerken uyanırlar. Ertesi gün harem dairesinde bu rüyayı anlatırken kethüda Raziye Hatun, Şeyh Şüca’yı bilir ve vakıa tabir ettiğini işitirmiş. Şehzadeden izin alır ve rüyayı yazılı şeyhe gönderir. O da merdiven basamaklarının her biri bir yıl demek olduğunu, şehzadenin o basamaklar sayısınca padişahlık yapacağını, dört basamak inişin de 4 güne veya 4 haftaya kadar saltanat müjdesi geleceğini bildirir. Gerçek de böyle çıkar ve o günler içinde saltanat müjdesi gelir.”Bu kayda göre Seyh Şüca’nın Bafa’dan sonra şehzadeye intisap etmiş olması iktiza ederse de yazma bir Peçevî tarihinde ve bu rüyanın hikâyesi sırasında şehzadelerden bahsedilmediğine, inilen merdiven basamakları da on olarak gösterildiğine göre bahçıvanın daha Kanuni Süleyman ölmeden ve İkinci Selim tahta çıkmadan önce Şehzade Murat’a intisap ettiği anlaşılıyor. Zaten basma Peçevî’deki “Raziye Hatun’un terbiyesi mukarenetiyle bir iki defa şehzade meclisine girer ve bilcümle saadetlu padişahın bervechile hüsnü itimadına bais olurken kutbi alem ildüğünde iştibahı kalmaz ve İstanbul’a bile gelirler.” diye bir kayıt var. Bundan da istidlal olunur ki Şeyh Süca, dört gün veya dört haftalık bir müddet içinde Şehzade Murat’la anlaşmış değildir. Bununla beraber şu rüya işi üzerinde uzun uzun durmaya lüzum yok. Biz. Şehzade Murat’ın muhitini ve karakterini tebarüz ettirmek için o mevzuya temas ettik. Zaten Frenk tarihçileri de rüyanın uydurma olduğunu anlayarak eserlerinde ona yer vermemişlerdir. (y.n.)]
“Peki. Devletlu şehzadenin yanına girip çıkanlar arasında hatırı sayılan daha kimler var?”
“Kadı Üveys.”
“Ne kadısı bu?”
“Tire kadısıydı. Bir gün devletlu şehzadeyle ava giderken Yamanlar Dağı’nın eteğinde buna rastladık. Kerli ferli bir adamdı. O koca sarığıyla uzaktan çok heybetli görünüyordu. Meğer herif, göründüğü gibi kaba değilmiş, yol ve erkân bilir kişilerdenmiş. Çünkü şehzade efendimizi görür görmez atından sıçrayıp yere indi, cübbesinin göğsünü kavuşturdu, el pençe divan durdu ve şehzade yaklaşınca bağıra bağıra bir şeyler okumaya başladı. Baba tutmuş siyah köleler gibi sağına soluna sallanıyor, başını hiç durmadan eğip kaldırıyor, ellerini ayaklarını hokkabazca oynatıyordu. Devletlu şehzade, böyle maskaralıkları çok sever. Onun için atlarının başını çektiler, herifin yaptığı oyunu güle güle seyre daldılar. O, aşk ile şevk ile oyununa devam etti, tadını kaçırmadan da bağırıp çığırmayı bıraktı, şehzadenin üzengisine dudaklarını yapıştırdı, şapır şapır ve uzun uzun öptü sonra geri çekildi.[15 - Peçevî (C: 2. s. 6) Kadı Üveys ile Şehzade Murat’ın tanışmasını şöyle hikâye eder: “Tire kadısı iken bir gün saadetlu şehzade hazretlerine av sırasında heminanlık (dizginbaşı beraber yürümek) şerefi elverir. Adabı müluktan haberi olan bir kişi olmakla şehzadenin gönlüne girer. Tesadüf, o esnada defterdarları vefat etmekle pederi büzürkvarlarına arz edip defterdarlıkların kendiye verdirir.”]
‘Kulun…’ dedi. ‘Tire kadısı Üveys’im. Aşo’yu Bekir’e boşatmaktan, Hasan’ın bıraktığı malı mirasçılara bölüştürmekten, Mehmet’in alacağını Mahmut’a ödemekten bunaldıkça kılkuyrukcağızımı önüme katarım, ava çıkarım. Çektiğim çile artık dolmuş olacak ki şevketlu, kudretlu, mehabetlu şehzademe rastladım. Bundan geri bana ne mahkeme ne muhakeme gerek. Senin ahırında seyislik edip felekten kâm alacağım.’
Devletlu şehzade kıs kıs gülüyordu. Kadı susunca sordu:
‘Kılkuyruk yoldaşın nerede?’
Üveys av borusu kadar kuvvetli bir ıslıkla oraları inletti ve koşa koşa gelen bir tazıyı göstererek cevap verdi:
‘Yoldaşım işte budur. Fakat ehliyetli mahluktur. Ne tavşana göz açtırır ne kekliğe. Hele ava çıkmadan önce iyi bakılmış olursa turna sürüsüne bile süzülmek ister!’
Şehzade efendimiz, avcı kadıyı da köpeğini de beğenmişlerdi ve hemen emir vermişlerdi:
‘Efendi bundan böyle dairemiz halkındandır. Sarayda odası olacak ve bizden ayrılmayacaktır.’
O gün, bugün Kadı Üveys bizimledir. Bir hafta kadar oluyor, devletlu şehzadenin iltiması üzerine şevketlu hünkârın fermanı geldi, kadı eskisi hoca, dairenin defterdarı oldu.”
Ve sesini biraz daha kısarak ilave etti:
“Size de malumdur ki şehzade katında defterdar olanlar, devletin, başdefterdarlığına kendilerini nişanlamış sayılırlar. Onun için Kadı Üveys biraz ağırlaştı. Fakat halvet âleminde kürkü ters giymekten, kafayı çekip raksa kalkmaktan geri kalmaz.”
Kara Mehmet sustu, fazla gevezelik ettiğine zahip olarak biraz da korktu. Bununla beraber yakasını kurtaramadı. Çünkü Deli Cafer yine sormuştu:
“Dışarıda yahut içeride daha kimlerin borusu ötüyor?”
“Ben gelmeden önce devletlu şehzadenin hocası öldüğünden Hasan Canoğlu Hoca Sadettin’i İstanbul’dan hoca yaptılar. Devletlu şehzade ona çok saygı gösteriyor. Hoca da şaka bilmez, kimseden perva etmez bir yaman kişi. Ben anlamam ama anlayanlar onun bilgisini derin, kalemini hançer gibi keskin buluyorlar.”
“Başka?”
“Haremde de Raziye Hatun var. Kendisi kâhya kadındır. Sarayın haremine de selamlığına da hükmü geçer. Şeyh Şüca, onun emriyle oturup kalktığı gibi Kadı Üveysler, hazinedarlar, imrahorlar ve herkes sayar. Daha doğrusu şerrinden korkar. Çünkü şehzade hazretleri, onun her dileğini yerine getirir.”
Bu isticvap belki biraz daha sürecekti. Fakat oda kapısı ansızın açıldı, içeriye sellemehüsselam bir harem ağası girdi, kendine mahsus şiveyle bir irade tebliğ etti:
“Şehzade efendimiz ferman buyuruyorlar, yeni gelen halayığın oyuncaklarını istiyorlar.”
Cüce Nasuh ve Cafer Ağalar da o odadaydılar. Yan yana büzülüp uyku kestiriyordular. Kara Kadı’nın biraz yüksek sesle “Yavrular, uyanın!” demesi üzerine yerlerinden sıçradılar, “Lebbeyk, lebbeyk!” diye korsanların karşısına dikildiler. Kara Kadı, şefkatli bir baba elemiyle içini çekti.
“Eh…” dedi. “Kader yerini buluyor, ayrılmamız lazım geliyor. Şimdi devletlu şehzadeden emir geldi. Hareme, Bafa’nın yanına gideceksiniz. Artık oradan ayrılmak yok. Bahtınız Bafa’nın bahtına, şehzadenin de keyfine bağlı, gözünüzü dört açın, kendinizi sevdirin, şımarıklık yapmayın, etliye sütlüye karışmayın.”
Kara Mehmet, o sırada yavaşça sıvışmış, ağaların yanından uzaklaşmıştı. Deli Cafer onun, haremden gelen ağadan korktuğunu sezdi ve kaçışının farkında olmamış gibi davrandı. Aynı zamanda cücelere yapılan öğütleri de fazla buldu:
“Yeter kardeş…” dedi. “Yeter! Nasuh da Cafer de akıllı kişilerdir. Başlarına konan devlet kuşunun elbette kıymetini bilirler, alıklık edip o kuşu kaçırmazlar. Sen boş lafı koy da kendileriyle helalleş.”
Cüceler de Kara Kadı da samimi bir teessür içinde öpüştüler, koklaştılar. İhtiyar korsan yere çömelmek suretiyle bu musafahayı mümkün kılmıştı. Fakat Deli Cafer onun gibi davranmadı. Minimini dostlarının ikisini birden kucağına aldı, yüzlerini gözlerini öptü ve kendi yüzünü de onlara öptürdü, sonra kendilerini yere bıraktı:
“Haydi…” dedi. “Uğurlar olsun!”
Yalnız kalınca kaşlarını çatmışlardı, birbirlerine küsmüşler gibi birer köşeye çekilip somurtmuşlardı. Önlerine sofra kurulurken, yemek yenirken hatta yataklar serilirken, bu çatık kaşlılık devam ediyordu. Ancak yatağa girecekleri sırada vaziyetleri değişti, başlar yan yana geldi ve Deli Cafer, arkadaşına fısıldadı:
“Başımızdan büyük bir iş gördük. Tekkesiz şeyhlere, mahkemesiz kadılara sakalını kaptırmış bir devletluya kız armağanladık. Üstelik cüceleri de elden çıkardık. Niçin, neden?..”
Kara Kadı, derin derin ahladı, pufladı:
“Niçini, nedeni var mı ya, Venedikli kıza tutulduk, aynaya bakınca da utandık. Onu unutmak, unutabilmek için çare aradık, kendisini bir daha açamayacağımız, içine bakamayacağımız bir mezara gömmeye karar verdik. Şimdi o mezarın eşiğinde işlediğimiz suçun ağırlığını duyup bunalıyoruz. Fakat tahammül gerek!”
“Ya cüceler?”
“Onlar, kendi dileğimizle saray denilen ışıklı mezara gömdüğümüz kızın yoluna feda ettiğimiz kurbanlardır. Haydi, sus. Ebkem ol!”

III
ÇIRA GİBİ TUTUŞAN GÖNÜL!
Harem halkı -güllere, zambaklara, karanfillere el sürmeyi zül sayan, en güzel kızlara ayağını öptürdükten sonra lütfen yanağını uzatan- şehzade hazretlerinin bir kadınla el ele ve güle güle geldiğini görünce hayretten parmaklarını ısırmaya koyulmuşlardı. Gece yarısından sonra olsa efendilerinin fazla içtiğine ve ne yaptığını bilmediğine hükmedip şu hâlini hoş göreceklerdi. Fakat daha gün batmadan onun böyle küçükleşmesini havsalalarına sığdıramadıklarından şaşkın tavuğa dönmüşlerdi, bulundukları yerde kalakalıvermişlerdi.
Onların, o dizi dizi ve düzine düzine kızların, kadınların, harem ağalarının idraklerini altüst eden bu hadise aynı zamanda zavallıları kıskançlık ateşine atmıştı. Şehzadenin güpegündüz bir kızla sarmaş dolaş oluşunu -çünkü bu zavallılar bir erkeğin bir kadına el vermesini sarılıp oynaşmaktan farksız görürlerdi- değil, bir kızın şehzadeye hâkimiyet ihsas eden bir durum taşımasını kıskanıyorlardı. Harem ağaları da bu kıskançlıkta müşterekti. Zira şehzadenin bütün dünya kadınlarıyla sevişmesini terviç eden hatta gerekli bulan bu zavallılar aynı adamın tek bir kadın tarafından zebun edilmesine tahammül edemezlerdi ve efendilerinin ancak kendi nüfuzları altında yaşamasını isterlerdi. Şimdi bir kadının saadetlu şehzadeyi meclup etmiş gibi göründüğüne şahit oluyorlar ve için için kuduruyorlardı.
Bu, ilk tahassüsler idi. Bir lahza sonra duygular büsbütün mahlut bir hâle geldi. Çünkü şehzade tarafından sürüklendiği hâlde şehzadeyi ardında sürüklüyormuş hissini uyandıran kızın güzelliği de sersemleşmiş, şaşılaşmış gözlere çarptı ve yürekler bir daha sızladı. Şimdi şehzadenin küçükleşmesiyle ilgilenmiyorlar, bir kızın kendilerinden üstün tutulmasına içleniyorlardı. Ka’bına varılmaz bir güzelliğin ışığı içinde derin ve ızdıraplı bir hayret dakikası geçiriyorlardı.
Göklerde uçtuğuna inanan Şehzade Murat bir ayak önce son menzile ulaşmak azminde, iştiyakında idi. Kamaşmış gözler, yanık yürekler arasından süzülüp geçiyor, Bafa’yı da beraber uçuruyordu. Fânilerle münasebetli ve fânilerle ihtiyacı olduğunu ancak kendi dairesi önünde hatırladı, sabırsızlığını hissettire hissettire duraladı, halayık ve köle kümelerine başını çevirip haykırdı:
“Kâhya hatun nerede? Tiz yanıma gelsin!”
Ve dairesinin esrarlı boşluğuna dalar dalmaz Bafa’yı belinden yakalamak, doymaz bir iştiha ile sevip okşamak istedi. Şeyh Şüca’nın odasında içine düşen ihtiras kıvılcımı, kızın parmaklarından sızan ateşle beslene beslene üç beş dakika içinde yaman bir yangına münkalip olmuştu ve acıktığı yerde sofrayı kurdurmaya, susadığı yerde pınarları akıtmaya alışkın olan genç prensin iradesi bu yangında yanıp kül olduğundan işte bu hamleyi yapmıştı.
Tanrı’nın tek yarattığına inandığı kızın o eşsiz güzelliğinde temessül eden tat hazinesinden orada ve ayaküstü bir iki yudum almak istiyordu. O hazineyi iradesine mahkûm, keyfine ram bir vaziyette telakki ederek işte acele etmişti. Bir ve hatta yarım saniye içinde dudaklarının -tabiat çerçevesine henüz girmemiş- ilahi bir tatla mesut olacağına kani bulunuyordu.
Fakat o telakkiler ve bu kanaatler -yine bir saniye içinde- eridi, tat hazinesinin bir meyve dolabına, bir mutfak kilerine benzemediği anlaşıldı. Çünkü Bafa, beline dolanmak isteyen ihtiras çemberinden -bir dilim nur gibi- sıyrılmış, uzaklaşmış ve üç adım ileride durarak İtalyanca haykırmıştı:
“Uslu durunuz!”
Şehzade kırılmış bir kemer gibi iki yanında sarkıp duran kollarında bir sızı tevehhüm ediyor, hain kızın o kolları sınf ile çözüp kaçtığını sanıyor ve muzdarip bir öfkeyle Venedik dilberini süzüyordu. Onun ne dediğini anlamış değildi. Fakat durumundan kendine kolayca ram olamayacağını anlıyordu.
Bu hâlet, onun idrakine çok aykırı gelen bir şeydi. Fatih’in, Yavuz’un, Kanuni Süleyman’ın torunu ve onlar gibi şehinşah olmaya namzet bir şehzadeden dudağını, yanağını hatta hayatını esirgeyecek bir kadın yeryüzünde -onun zu’muna göre- mevcut olamazdı. Gerçi Bafa da güzellik bakımından yegâne denilebilecek bir seviyede idi. Lakin yine bir kadındı ve bu saraya zorla getirtildiği için de nihayet bir esir idi. Bu durumda bir dişinin, kendisine naz etmesi inanılamayacak cüretlerdendi.
Bununla beraber, öfkesi, soğukkanlılığını kaybettirecek kadar feveran etmiyordu. O sebeple biraz adil düşünmek istedi. Henüz yol yorgunluğunu çıkarmamış, yeni bir âleme girmek üzere bulunmak dolayısıyla da sersemleşmiş toy bir kıza böyle sofalarda ulu orta saldırmanın manasız olduğunu hatırladı ve kızın o hamleden korktuğunu sanarak acıdı.
“Haydi…” dedi. “Odaya gidelim. Korkma seni incitecek değilim.”
Kızın Türkçe bilmediğini unutuyor ve bu sözlerinin anlaşıldığını zannediyordu. Lakin Bafa, onun gözlerinde insaflı davranmak temayüllerini okuduğundan elini uzattı, yine emir verdi:
“Rehberim olunuz fakat çocukluk etmeyiniz.”
Bu emre karşı idraki hissiz kalan Murat’ın iradesi o pençeye takılmakta gecikmedi ve iki genç el yine birleşti. İşte tam bu sırada kâhya hatun Raziye de yetişmişti. Şehzadeyi etekleyerek, Bafa’yı da selamlayarak rehberliğe başlamıştı. Fettan bir mahluk olduğu bakışlarından, gülümseyişlerinden kolayca anlaşılan kâhya hatun, bir yandan yan yan yürüyor, bir yandan da soruyordu:
“Efendimiz büyük odaya mı çinili sofaya mı hamamlı daireye mi teşrif etmek istiyorlar?”
Şehzade Murat, elindeki muattar eli ihtiyarsız sıktı, hülya dolu gözlerini Bafa’nın muhteşem endamı üzerinde dolaştırarak cevap verdi:
“Hamamlı daireye! Elbette sen hamamı yaktırmışsındır, değil mi?”
“Yaktırmaz olur muyum hiç? Her gün ilk işim efendime dua etmek ise ikinci işim hamamı yaktırmaktır. Güneş söner, efendimizin hamamı sönmez!”
Şehzade Murat’ın karakteristik zevklerinden biri de hamam eğlencesi idi, padişah olduktan sonra Topkapı Sarayı’nda yaptırdığı zarif ve muhteşem dairenin yanı başında da hamam vardı. Manisa’da ise İstanbul gibi son derece geniş bir muhite ve son derece bol eğlence vasıtalarına sahip olmadığından, gününün, gecelerinin büyük bir kısmını saray hamamında geçirirdi.[16 - Topkapı Sarayı’nın mimari kıymeti belki yüksek değildir fakat tezyinî sanat bakımından o sarayda çok kıymetli köşeler vardır ve Üçüncü Sultan Murat dairesi işte o nefis köşelerin en mühimlerinden biridir. İstanbul’da oturan veyahut İstanbul’a gelip giden sanatseverlerin bu daireyi bir değil, birkaç kere görmeleri -yine güzel sanatlara sevgi namına- lazımdır kanaatindeyim. (y.n.)]
Şimdi Bafa’ya da ilk sevgi nişanesi olmak üzere bir hamam safası teklif edecekti. Kızın deminki sert durumunu unutmuştu. Sefih bir düşünce ile onu, tanıştıklarının birinci saati içinde, tellak durumuna düşürmek istiyordu. Asıl garip olan nokta bu çirkin teklifi, Venedikli güzelin fahr ile sevinçle kabul edeceğine inanmasıydı. Dediğimiz gibi şehzadelik bu zavallı delikanlıda çok garip kanaatler tekevvün etmesine sebep olmuştu. O cümleden olarak her düşündüğünü mutlaka yapacağına ve yaptıracağına inanıyordu.
Hamamı, kafesli bir kapı ardında olduğu için yabancı gözlere kolay kolay görünmeyen mükellef daireye girildiği vakit Bafa, elini şehzadenin elinden çekerek bir sedire oturuvermiş ve tavandaki, duvarlardaki çinileri, resimleri seyre girişmiş idi. Murat Sultan onun böyle teklifsiz davranmasından, ömründe görmediği bir şey olduğu için hoşlanıyordu. Yan gözle kızın durumunu süzüp gülümsüyor ve aynı zamanda Raziye Hatun’la konuşuyordu.
“Nasıl bir kız?”
“Efendimize layık bir güzel, hemen ulu Tanrı safayı hatır versin, güle güle eğlenin.”
“İyi ama Türkçe bilmiyor. Ona yıkanıp temizlenmesini, bizim âdetimize göre taranmasını, kokular sürünmesini, giyinip kuşanmasını nasıl anlatacağız?”
Kâhya kadın, çapkın bir tebessümle efendisine baktı ve cevap verdi:
“Buraya gelen kızların hangisi Türkçe bilir ki?.. Lakin biz Babil Kulesi’nde kâhyalık ediyormuşuz gibi hiç telaş etmeyiz. Almanca konuşana da Rusça söyleyene de başka dil geveleyene de üç beş ay içinde Türkçe öğretiriz. Bu kızcağızı da onlar gibi terbiye ederiz, efendimizin hizmetine veririz. Zaten zavallı, kaba büyütülmüş. Bakın huzurunuzda nasıl oturuyor?”
Şehzade kaşlarını hafifçe çattı:
“Yoook…” dedi. “Bu kız halayıklar koğuşuna gitmeyecek, benim dairemde kalacak. Dil meselesini ben düşünürüm, hallederim. Kendisinin oturmasına, kalkmasına da kimse karışmayacak. Çünkü öyle sözleştik. Onun için sen dadılığa hazırlanma. Yalnız şu hamam işini başar.”
Kendi elinden geçmeden, kendi hizmetinde geceler geçirmeden bir halayık parçasının -ne kadar güzel olursa olsun- şehzade dairesinde yer almasına Raziye Hatun bin yıl yaşasa akıl erdiremezdi. Çünkü ortada kanun vardı, teamül vardı, anane vardı ve bunlar herhangi bir cariyenin gözdelik nimetine erebilmesini birçok kayda, şarta bağlı bulunduruyordu. Sonra şehzadelerin, padişahların kendi dairelerinde hiçbir kadın, tek başına kalamazdı ve o daireye her gözde, her haseki nöbetle girip çıkabilirdi hâlbuki Şehzade Murat, ne idüğü belirsiz bir kızı terbiye ettirmeden yanına almak ve yanında alıkoymak istiyordu. Şu vaziyette öbür gözdelerin, hasekilerin hakları ve koğuşlarında ikbal güneşinin doğmasını, şehzadenin bir kere de kendilerini okşamasını bekleyen kızların istikbali ne olacaktı?
Raziye Hatun bir lahzada bunları düşünmekle beraber mütalaa yürütmeye -tabiatıyla- cesaret edemedi, yalnız göz ucu ile Bafa’yı hain hain ısırdı, sonra efendisine döndü:
“Siz…” dedi. “İstirahat buyurun, işi cariyenize bırakın.”
Ve emir beklemeden Bafa’ya yaklaştı, sahteliği pek belli bir tebessümle onu okşadı, eliyle de “Benimle beraber gel.” manasını ifade eden birtakım işaretler yapmaya koyuldu. Kız, bu basit işaretleri hemen anlamış olduğu hâlde acele yahut merak edip yerinden kımıldamadı, henüz ayakta duran şehzadenin yüzüne baktı. Gözlerinde vuzuhla konuşan bir hâlet vardı. O bir çift yeşil zümrüt dile gelmiş gibiydi. Murat, birçok şairlerin yazılarından daha beliğ olan bu bakışların mefhumunu kavradı, gülerek bir tasdik işareti yaptı, Bafa da -kaşları hafifçe çatkın olarak- ayağa kalktı, Raziye Hatun’un ardına düştü, odadan çıktı. Eşiği atlarken başını döndürüp prense bakmış ve onun hayran bakışlarla kendini teşyi ettiğini görünce, eliyle selam işareti yaparak iltifatta bulunmuştu.
Kâhya kadın, şu hamam faslı sırasında kendi kuvvetini, kendi ehemmiyetini genç Venedikliye hissettirmeyi tasarladığından yüzünü ciddileştirmişti, ağır bir tavır almıştı. Hamama gelince yüzünü Bafa’ya çevirdi, “Beni takip et.” işaretini tekrarladı ve mermer döşeli methalde duralayarak -kendi aklınca- anlatmaya koyuldu: “Ben senden büyüğüm, beni kızdırırsan, seni döverim!” demek istiyor ve kızın yavaşça kulaklarını çekiyordu. Sonra soyunulacak yere geçerek kızı sedire oturttu, işaretle tarif etmek suretiyle soyunmasını teklif etti. Bafa, sessizdi ve dikkatle etrafını tetkik ediyordu, içeriden sızıp gelen sıcak hava onun tenine çarçabuk jaleler sıralamıştı. Altın tacının telleri dibinde katre katre inciler peyda oluyordu. Sükûtuna rağmen kafası işliyordu. Çünkü Raziye Hatun’un kendisini nasıl bir yere getirdiğini ve soyunmasını teklif etmekle nasıl bir maksat güttüğünü anlamıştı. Yalnız aldanmamak ve yapacağı işte hataya düşmemek istediğinden hissine hâkim olmaya çalışıyordu.
Raziye, şehzade sarayında kâhya kadın olmanın ve yüzlerce halayığa, her dediğini yaptırmanın kendine verdiği gururla, âdeta sabırsızlanıyor ve kızın hemen soyunmasını istiyordu. Onun kayıtsız ve sessiz durmakta inat ettiğini görünce kaşlarını çattı, işaretlerini tekrarladı ve emrini, hızla yaptırmak için de şehzadenin dahi oraya gelmek üzere bulunduğunu anlatmaya koyuldu. Eliyle bıyık işareti yapıyor ve o bıyık sahibinin, hamama geleceğini ifhama çalışarak kızı harekete geçirmek istiyordu.
Bafa bu son işaretleri alınca kalktı, hamamın iç taraflarını örten kapıyı açtı, kurnaları ve küçük mikyastaki mermer göbeği gördü, sonra döndü, Raziye’nin yanına geldi, ondan iğrendiğini göstermek istiyormuş gibi bulantı işaretleri yaptı ve kadıncağızın bir kulağını yakalayarak hamamdan dışarı sürümeye başladı. Raziye, hiç ummadığı bu hücum karşısında şaşırdığından bağırmayı da beceremiyordu, ulumakla inlemek arasında bir besteyle genç kızı takip ediyordu.
Hamamla Şehzade Murat’ın beklediği oda arasında on on beş adımlık bir koridor vardı. Bu kısa mesafeyi Bafa somurta somurta, Raziye de uluya uluya geçmişlerdi. Kulağını genç parmaklardan kurtaramayan kâhya kadın, şehzadenin yanına varır varmaz, bu işkenceden halas olacağını hatta zalim ve had bilmez kızın cezalandırılması suretiyle kendinin hoşnut edileceğini umduğundan Bafa’yı takipte acele ediyordu.
Lakin zavallının ümitleri tamamıyla boşa çıktı. Çünkü Bafa, yakaladığı kulağı şehzadenin önünde de bırakmadı, Raziye Hatun’u salon kapısına kadar götürdü, orada biçarenin beline bir tekme savurdu, sofanın ortasına kadar fırlattı.
Şehzade hayran hayran vakıayı seyrediyordu. O anda umulmaz bir oyun seyretmenin verdiği hazla hoş bir şaşkınlık geçiriyordu. Ne dövülenin lehinde ne dövenin aleyhinde bir düşüncesi yoktu. Fakat Raziye’yi sofaya fırlatıp attıktan sonra yanına gelen, sert sert bir şeyler söylemeye koyulan Bafa’yla baş başa kalınca şehzadeliğini, saray kanunlarını, harem nizamını hatırladı, büyük bir suç işlemiş olan güzel kıza sertçe kelimelerle öğüt vermek istedi.
Kendisinin İtalyanca, Bafa’nın da Türkçe bilmemesi değil, en nefis bir musiki ahengiyle harıl harıl terennüm eden ağzın güzelliği, o ağza yakışan bir letafetle pırıldayan gözlerin cazibesi, bu arzuyu gelip geçen bir düşünceden ibaret bırakmıştı. Artık Şehzade Murat, Raziye Hatun’un dayak yemesiyle, harem nizamına, saray ananelerine vurulmuş olan darbeyi düşünmüyordu, Bafa’nın lahuti sesine ruhunu vererek ondaki saçların nuru, ondaki gözlerin zarafeti, ondaki dudakların tadı, ondaki gerdanın şiiri ve ondaki endamın sihri içinde gaşyolup gidiyordu.
Lakin bu temaşa, güzel Venediklinin heyecanına karşı kayıtsız kalmayı mümkün kılamazdı. Çünkü o heyecanda da başka bir güzellik, başka bir cazibe vardı. Bu sebeple şehzade, cesur ve pervasız halayığın ne istediğini, neden gazaba geldiğini anlamak istedi, manalı manasız işaretler sıralamaya girişti. Bafa, bir müddet o işaretlere gelişigüzel mukabelede bulundu fakat bu şekille anlaşamayacağını anlayınca, şehzadenin önünde çömeldi, iki eliyle cücelerinin boylarını çizdi, o muhayyel çizgileri yürütmek suretiyle kendilerini hatırlattı, içeriye getirttirilmelerini anlattı.
Cüceler, harem ağaları gibi saraylarda kadınlarla temas etmeleri caiz görülen mahluklardır. Şu şartla ki hadım ağalar, harem dairesinde yatıp kalkmaya da mezun oldukları hâlde, cücelere bu izin verilmemiştir. Onlar, davet vuku buldukça hareme girerler, hokkabazlık ve maskaralık yaparlar, kadınları -padişahın ve şehzadelerin huzurunda- güldürüp eğlendirirler, sonra bahşişlerini alıp koğuşlarına dönerler. Şu hâle göre, Bafa’nın dileğini yerine getirmekte bir mahzur yoktu. Şehzade Murat da böyle düşündü, dairesi kapılarına henüz ne bir köle ne bir halayık getirmediği için koridora kadar çıkmak zorunda kaldı, oradan el çırpmaya koyuldu. Daire dışındaki sofalarda emir bekleyen dişili erkekli hizmetçilerden nöbeti olanların, bu işaret üzerine hemen koşacaklarını biliyordu. Fakat ilk el çırpmaya, koridorun bir köşesinden kâhya hatunun iniltisi cevap verdiğinden şehzade onun yanına kadar yürüdü:
“Hâlâ…” dedi. “Ağlıyor musun? Ayıp be! Kalk, gözlerini sil, kapıma iki üç kızla, iki üç köle yolla. Bu macerayı da unut.”
Fettan kadın, efendisinin ayaklarına kapanarak -gözyaşları döke döke- yalvarmaya koyuldu:
“Sarayında yüzden artık kız var. Hepsinin çiçeği burnunda. Beğen beğen, hizmetine al. Dilersen ben yollara düşeyim, diyar diyar dolaşayım, sana istediğinden âlâ kızlar bulayım. İstersen kendimi de senin keyfine, senin zevkine feda edeyim. Tek şu hain kızı kov, ırzımı tekmil et.”
Şehzade Murat, ayaklarını huşunetle çekti.
“Alık!” dedi. “Senin göğe çıkıp Zühre yıldızını yakalaman, bana getirmen mümkün mü ki ben kendi ayağıyla sarayıma gelen bu canlı yıldızdan vazgeçeyim. Sen, yediğin dayağı, attığın dayaklara say. Her kuşun eti yenmez olduğunu öğrenip bundan geri önüne gelene kamçı sallama!”
Kadın, inledi:
“Ben ona el bile kaldırmadım!”
“Dilinle, gözünle bir halt etmişsindir. Her ne olmuşsa artık unutman gerek. Sen, haydi kalk, dediğimi yap! Yoksa bir dayak da benden yersin!”[17 - Aziz okuyucularım, ileride ve Murat’ın padişahlığı zamanında göreceklerdir ki Raziye Hatun, Bafa’dan yediği dayağı bütün ömrünce unutmamış ve Bafa ile açıktan açığa mücadele edebilecek bir kuvvet -Murat’ın anası Nurbanu’yu kastediyoruz- bulunca ona dayanarak Bafa’dan intikam almaya çalışmıştır. Pek heyecanlı olan bu hadiselere yavaş yavaş sıra gelecektir. (y.n.)]
İşte cüce Cafer’le Nasuh, şehzadenin bu emri üzerine selamlıktan alınıp içeri getirilmişlerdi ve doğruca Bafa’nın huzuruna götürülmüşlerdi. Murat da boylarına boslarına hayran kalmış olduğu cücelere candan alaka gösteriyordu. Onların İtalyanca konuştuklarını öğrenince bu alaka, minnettar bir şekil aldı ve şehzade, Bafa’nın yanı başına oturarak cücelerin tercümanlığıyla konuşmaya başladı.
Konuşmaya başladı, dedik. Fakat hakikati ifade etmiş olmadık. Çünkü Şehzade Murat, Bafa’yla konuşmuyordu, onun tarafından enikonu huşunetle isticvap ediliyordu. Hem tehekküm hem tahakküm hissettiren, böyle bir sorguya şehzadenin tahammül göstermesi de şüpheliydi. Gerçi o, her tereddi etmiş ve şımarıklaştırılmış ruhun mümeyyiz vasfı olan açgözlülükle o dakikada yaman bir iştiha taşıyordu. İdraki de iradesi de körleşmişti, yalnız hayvani ihtiraslarıyla görüyor, düşünüyor ve hareket ediyordu. Buna rağmen, Bafa’nın kendine de -aşağı yukarı- bir Raziye Hatun gözüyle baktığını sezseydi, muhakkak ki coşacak, kuduracak ve birçok laubaliliğine aldırış etmediği kızı kıyasıya hırpalayacaktı.
Cüceler, işte bu akıbeti düşünerek ve sezinleyerek, tercümede sadakatten tamamıyla ayrılmamışlardı, Bafa’nın sözlerini değiştirerek şehzadeye anlatmak ve onun cevaplarını da Venedikli kızın arzusuna göre, tatlılaştırarak İtalyancaya çevirmek yolunu tutmuşlardı. Mesela kız, cücelerin ayak öpmek, şehzadeye dualar etmek, kavuklar sallamak gibi merasimi bitirmelerini müteakip Cafer’i yakalamış, hırçın hırçın söylenmeye koyulmuştu:
“Sor, bu adama! Beni yüreksiz, ruhsuz bir oyuncak mı sanıyor? Yoksa kendisi henüz yoldan gelmiş yanık yürekli bir kızcağıza nasıl muamele edileceğini bilmeyecek kadar kaba mıdır?”
Cafer de Nasuh da tepeden tırnağa kadar titremiş olmakla beraber, tek bir saniyelik göz müzakeresiyle tutulacak yolu da kararlaştırmışlardı. Zeki minyatürler kendi durumlarının yukarıya tükürülse bıyık, aşağıya tükürülse sakal denilebilecek bir biçim aldığını anladıklarından iki tarafı idare etmek yoluna girmişlerdi. İşte bu ızdırap içinde Cafer, titiz Bafa’nın, bu ağır sualini şu şekilde Türkçeye çevirdi:
“Kız, efendimizin dünyalar durdukça yaşamasına dua ediyor, kendisine iltifat buyurduğunuzdan dolayı minnettar kaldığını, bahtiyar olduğunu söylüyor.”
Şehzade, derin derin Bafa’nın yüzüne baktı ve onu memnun etmek için Nasuh’a hitaben “Sen de benim tercümanım ol!” dedikten sonra, şu cevabı verdi:
“Venediklilerin kavga eder gibi konuştuklarını bilmiyordum, kendisinin de sizi azarladığını sanıyordum. Kırgın veya kızgın olmadığını öğrenmekten mahzuz oldum. Nasıl, sarayımı beğenmiş mi? Gerçi daha bir yerini görmedi, yalnız hamam dairesine gidip geldi ama yine bir fikir edinmiştir. Hele bir sor.”
Nasuh da bu sözü, Cafer’in tercüme ettiği suale -yarım yamalak olsun- bir cevap teşkil edebilmesi için şu biçime soktu:
“Sizin neye kızdığınızı, kimden ve ne sebeple incindiğinizi şehzade hazretleri anlamıyorlar. Sizi çok aziz tutacaklarını söylüyorlar.”
İşte bu garip şekilde cereyan eden, uzun ve gülünç bir münakaşa sonunda, zeki cüceler, iki tarafı da avutmak imkânını bulmuşlardı. Şehzade, günlerce deniz yolculuğu yapmış olan Bafa’yı, yorgun yorgun hizmetinde bulunmaya zorlamaktan vazgeçmiş, kız da nişanlanma, nikâhlanma gibi taleplerde ısrar ettiği takdirde Osmanlı imparatoriçesi olmak ihtimalini kaybedeceğine kanaat getirdiğinden yelkenleri suya indirmişti.
Evet, fettan kızın bütün o hiddetleri, şiddetleri -şehzadenin kendini son derece beğenmesinden istifade ederek- meşru bir izdivaç kabul ettirebilmek hülyasından ileri geliyordu. O, daha Venedik’te ve duçeler sarayında ihtiyar korsanlarla flört yaparken, Osmanlı sarayında nikâhın yasak hâline konulduğunu, Kanuni Süleyman’ın Hürrem Sultan’dan sonra, kimseyi nikâhlamadığı gibi, şimdiki padişahın odalık usulüne son derece sadık kaldığını ve veliahdını da o yolda yürüttüğünü öğrenmişti. Bu sebeple Manisa sarayında kendine nasıl bir rol ve vazife düştüğünü -eksiksiz- biliyordu. Lakin şehzadenin daha ilk yüzleşmede, kollarını aça aça üzerine yürüyeceğini ve bu hamlede muvaffak olamayınca bir hamam sohbeti teklif edeceğini hatırına getirmiş değildi. Beş on gün olsun bir anlaşma ve kaynaşma devri geçireceğini umuyordu. Bu ümidinde aldanmış, kâhya kadının pek kabaca davranışından da müteessir olmuş bulunduğundan şehzadeye dert yanmak, sızlanmak kararını almıştı. Bu dert yanışta, bu sızlanışta, yüzüne nasıl bir renk, sesine nasıl bir ahenk vereceğini kestiremediği için de üzülüyordu. Fakat şehzadenin, Raziye Hatun’a atılan tekmeyi hoş görmesi ve kendisini sitemli bir bakış atmak suretiyle olsun tekdir etmemesi, o üzüntüyü cürete çevirmişti ve işte bu yaygarayı koparmıştı.
Maksadı, işaret edildiği üzere, nikâhlanma işine kuvvetlice temas etmekti ve yapacağı hamle boşa giderse kendini -kabil olduğu kadar- pahalıya satmaktı. Cüceler, kimsenin ihtimal vermediği ve veremeyeceği müdahalelerde onu, hakikate yaklaştırdıkları gibi şehzadeyi de gazaba gelmekten, tamiri imkânsız işler yapmak zoruna düşmekten uzak tutmuşlardı. Şimdi ortada bulutsuz bir sema vardı. Şehzade o lekesiz sema içinde birçok zevk kaynakları, birçok safa nüveleri keşfederek ruhi gevişler getiriyordu, Bafa da aynı semada, kendi istikbalini -hale hale, kehkeşan kehkeşan, burç burç- seyrederek hissen baygınlıklar geçiriyordu.
Cücelerin şevki, idaresi altında onların buldukları uzlaşma şartları şunlardı: Şehzade, on gün Bafa’yı misafir sayacak, dinlenmesini kolaylaştıracak, saray kadınlarıyla onu tanıştıracak ve hakiki bir gözde olduğunu herkese karşı tebarüz ettirmek için şanına, şerefine düşen lütufkârlığı yapacak. Bafa da on gün sonra gecesini, gündüzünü -kayıtsız ve şartsız- şehzadenin himmetine bağlayacak!..
Cüce Nasuh, o uzun muhavere sırasında bir sırasını düşürüp Osmanlı saraylarında padişahlarla, şehzadelerle pazarlığa girişmenin, mukavele veya muahede yapmanın görülmüş şeylerden olmadığını ve Şehzade Murat tarafından gösterilen uysallığın, bu sebeple büyük bir iltifat, büyük bir ikram sayılması lazım geleceğini Bafa’ya anlatmıştı. Zaten o da Venedik duçelerine, Alman imparatorlarına, Fransa krallarına çok yükseklerden bakan ve o haşmetpenahları huzurlarında titreten Kubat Çavuşların efendileri olan padişahlarla prenslerin şakaya gelir insanlar olmadığına kanaat besliyordu. Yalnız Yaradan’a sığınıp bahtını sınamak, kendini şehzadeye nikâhlatmak istemişti. Bu tecrübenin müspet netice vermediğini görünce -ki şehzade böyle bir arzudan bile haberdar olmamıştı ve Bafa’yı o dilekten cücelerin zekâsı çevirmiş bulunuyordu- tabiatıyla kanaatkâr göründü, ne kazandıysa onunla iktifaya rıza gösterdi.
Şimdi o, haşin davranarak kalbini kırmış olduğunu sandığı şehzadeye hulus çakmak, yaltaklanmak ve kendini şuhluğuyla da beğendirmek ihtiyacına kapılmıştı. Uzlaşma şartları -cücelerin himmetiyle-kararlaşıp münakaşa bitince yerinden gülümseye gülümseye kalktı, cüce Cafer’i kucağına alarak, büyük odanın bir köşesine gitti, orada cüceyle dudak dudağa bir şeyler konuştu, sonra Cafer’i yere bırakıp geri geldi, şehzadenin önünde Avrupakari zarif bir reverans yaptı ve ardından ilerleyip -yine istiğrak âlemine dalmak üzere bulunan- şehzadenin iki elini tuttu, acip olmakla beraber, kulağına latif gelen bir Türkçeyle sordu:
“Siz, beni sevecek?”
Murat, ihtiyarsız, “Evet, evet!” diye bağırınca da -yine Türk diliyle-şunları söyledi:
“Ben de sizi sevecek?”
Şehzade, hiçbir kadından duymadığı o sualle, bu hatimeden yüreğine sızan renk renk haz içinde gaşyolup gitmek üzereydi. Fakat kızın şuhluğuna şehzadece bir mukabelede bulunmak lazım geldiğini hatırladığından kendini topladı, parmağındaki -Mısır’ın bir yıllık vergisi kıymetindeki- elmas yüzüğü çıkarıp Bafa’nın parmağına -elleri heyecandan titreye titreye- taktı. Viyana sarayından gönderilmiş olmak itibarıyla hakiki kıymeti kadar, tarihî değeri de yüksek olan kubbeli ve elmaslı saatini de kuşağı arasından çekip çıkardı, cüce Cafer’e uzattı.
“Al bre mızrak boylu…” dedi. “Şu saati. Kıza öğrettiğin sözlerin bedeli olsun!”
Cafer, bütün endamıyla, yere kapanıp şükranını arz ederken Bafa, cüce Nasuh’u gösterdi, onun da sevindirilmesini işaretle istedi. Şehzade, hemen elini koynuna sokmak ve bir kırmızı kese altın çıkarıp Nasuh’a atmak suretiyle kızın bu dileğini yerine getirdikten sonra, Cafer’i yanına çağırdı.
“Bak şehlevend…” dedi. “Biz şu toy kızla lafa dalıp mühim bir şeyi unuttuk: Bizim yanımızda ancak Muhammedîler yatıp kalkabilir. İsevilere, Musevilere hatta Mecusilere iş veririz, para veririz ama yatağımızda, soframızda yer veremeyiz.
Onun için şu minimin meleğin de İslam dinine girmesi lazımdır. Mademki beni seveceğini söylüyor, dinini terk etsin, sevgisini ispat etsin.”
Ve Cafer, kelimesini değiştirmeye imkân görmediği bu emri, İtalyancaya çevirmeye hazırlanırken derin derin içini çekerek ilave etti:
“Dinimizde zor yoktur, ikrah yoktur. İsterse Müslüman olur isterse olmaz. Fakat burada kalmak için mutlaka bizim dinimizi kabul etmesi icap eder. Buralarını da -onu korkutmadan, gücendirmeden-anlat!”
Cüce, büyük bir dikkatle tercüme işini yapmaya başladığı sırada Şehzade Murat için için terliyor ve yine için için titriyordu. Çünkü Venedikli güzelin, öbür halayıklar gibi, ulu orta açılan kucaklara körü körüne düşecek, otur denilen yerde deve yavruları gibi çöküp, kalk denilince de sıçrayıp kalkacak soydan olmadığını sezinlemişti. Şu hâlde onun, dinini terke rıza göstermemesi de muhtemeldi. Şimdi, bu ihtimal tahakkuk ederse kendisi ne yapacaktı? Saray ananesine hürmet göstererek, henüz ağız tadıyla tek bir busesini bile alamadığı, bu eşsiz güzeli sürüp kovacak mıydı yoksa padişahın pek muhtemel hiddetine ve bütün memleketin nefretine göğüs gererek onu yanında alıkoyacak mıydı?
Birinci şıkkı kolaylıkla kabul edemeyeceğini anlıyordu. Çünkü kızı -aşk denilecek kadar kuvvetli bir duyguyla- seviyordu. Kalbinde bir çıralaşma duyuyor ve Bafa’nın gülümseyen bir bakışından, pırıldayan bir tebessümünden hatta somurtuşundan o çıralarmış kalp, ateş alıp alev alev yanıyordu. Bu bir aşk, bir tutkunluk, bir sevda, bir şeydalık başlangıcı mıydı? Yoksa kızgın bir iştiha alameti miydi? Şehzade, buralarını kestirmek şöyle dursun hatta muhakeme bile edemiyordu. Ancak Bafa’dan -din ayrılığı yüzünden de- ayrılmak kudretini kendisinde bulamıyordu.
Fakat ayrı bir din taşıyan ve İslam dinine girmesi hakkındaki teklifi reddeden bir kadını yanında tutmak da kendisine felaket getirebilirdi. Buna ne anane ne muhitin müsamaha seviyesi müsaitti. Şu takdirde ne yapmalıydı ve ne yapabilirdi?
Murat’ın hatırına bir aralık adaş dedelerinden İkinci Murat’ın nikâhlısı bulunan Sırp prensesi Mara geldi. Fatih Sultan Mehmet, babasının ölümüyle tahta çıkınca üvey anası bulunan ve dul kalmış olan bu prensesi öz yurduna, Sırp iline yolladı ve kadın orada eski dinine avdet ederek yaşamaya başladı. Demek ki Türk sarayına gelip de dinlerini değiştiren kadınların bu ihtidaları samimi değildi. Hele yaşça biraz ilerlemiş, büluğ çağına varmış kızların dinlerini gerçekten değiştirdiklerine inanmak çok güçtü. Bafa’nın, dinini bırakmamakta ısrar etmesi hâlinde, onu zorlamayarak ve Hristiyan olarak yanında alıkoymak, bir sual vukusunda da Prenses Mara misalini ileri sürüp müdafaalar yapmak acaba mümkün değil miydi?[18 - Fatih Sultan Mehmet tahta çıkar çıkmaz -korkunç bir ihtiyat tedbiri olarak- iki yaşındaki kardeşi Ahmet Çelebi’yi boğdurttuğu ve anası olan İsfendiyar kızını beylerden birine verip Anadolu’ya sürdüğü gibi babasının en sevgili zevcesi ve Sırp prensesi Mara’yı da bir irad tahsisi ile Sırbistan’a yollamıştı (1451). (y.n.)]
Şehzade Murat, ömrünün belki ilk ızdıraplı dakikasını yaşıyordu. Zihninde sıralanan bu bir sürü kâbusun pençesinden kurtulmak için, gözlerini Bafa’nın ağzına dikerek verilecek cevabı bekliyordu. İtalyanca bilmediğini unutmamakla beraber, kızın dudaklarında belirecek yumuşaklığa veya sertliğe bakıp cevabın hoş mu, nahoş mu olduğunu anlayacağına itimat besliyordu.
Bafa, cüce Cafer’in büyük bir itina ile yaptığı tercümeyi sonuna kadar sükûnla dinledi, ne telaş ve ne hayret gösterdi, aynı sükûnet içinde şu cevabı verdi:
“Aşkın dini olmaz. Daha doğrusu aşk, tabiatın en dürüst dinidir. Prens hazretleriyle biraz önce, aşka doğru yürümeyi karalaştırmıştık. O hâlde bu teklife ne lüzum var?”
Murat, şiirle ve tasavvufla da -kalabalığa uymak, halka hoş görünmek için- uğraşırdı. O sebeple hakiki ve mecazi aşklar hakkında hayli şey biliyordu. Lakin aşkın, o güne kadar bu derece güzel bir ağızla tarif olunduğuna şahit olmamış, hele rüsvaylıktan ibaret olmak üzere tanıtılan aşkın bütün insanları koynuna alabilecek kudrette bir din olarak da kabul olunacağını duymamıştı. Cafer’in yaptığı kuvvetli tercümeden derin surette heyecanlandığı için Bafa’nın cevabını küçük boylu tercümana bir daha ve bir daha tekrarlattı, sonra derin derin düşünmeye koyuldu.
Yaşı küçük, buluşları -kıymetçe- pek büyük olan şu Venedik dilberi, onun en hassas tarafını işte yakalamıştı. Çünkü o, fâni hayatta, aşktan başka ruhu alakalandıracak bir zevk bulunmadığına inanırdı. Aşk, bu genç şehzade için yegâne hakikat olup ondan gayri her şey, her düşünce, her iman sarih birer yalandan ibaretti. Aşk, güneşe ve başka zevkler birer yıldıza benzerdi. Nur ve hayat güneşteydi, ötekiler -hakikatte mevcut olmayan- sahte birer ışık içinde, yalancı bir varlık taşıyorlardı, güneş olmasa ay ve o milyon milyon yıldız nasıl bir hiç olup kalırsa aşkın yokluğu hâlinde, bütün beşerî zevklerin de sıfıra münkalip olması muhakkaktı.
Şimdi o hakikate, yani aşkın beşerî hayatta tek “varlık” oluşuna ve var görünen başka hâletlerin aşka bağlı birer basit tecelliden, denizdeki köpükler gibi hem var hem yok sayılacak şeylerden ibaret olduğuna on kat, yirmi kat çoğalmış bir imanla inanıyordu. Çünkü Bafa, aşkın azametini kabul ediyordu. Ve her idrake kolay kolay sığmayan o azamet, bu güzel ağızda maddeleşmiş, nurani bir hakikat oluyordu.
Fakat aşk, tende can, çiçekte ıtır gibi sezilip de tarif olunamayan ilahi sırlardan, samedanî muammalardandı. Taalluk ettiği ruhu kemale ulaştırmakla beraber, o ruhun mahfazası olan bedeni ekseriya alil eder, zelil eder. İdrake, cila, kalbe garip bir istiğna verdiği hâlde, ışığına layık gördüğü kimseleri hemen hemen daima, derbederliğe sürükler, sefil eder. Böyle her kudretten üstün bir kudreti kavramak hünerdi, din olarak tarif etmek marifetti. Bafa, işte bu hüneri ve bu marifeti de gösteriyordu. Duygu ve sezgi bakımından çok olgunlaşmış olduğunu ispat ediyordu.
Murat, bizzat aşk kadar güzel olan kızın, bu pek yüksek hassasiyeti karşısında basit bir ruh, kalp bir kalıp gibi görünmek istemedi, aşk dininin “hak” olduğuna çok iman ettiğini göstermek gayretine düştü, daha doğrusu cezbeye kapıldı, yerinden fırladı:
“Güzel kız, güzel kız!” dedi. “Aşkın din olduğunu ilk sezenler biziz hatta o din için dört değil, belki dört yüz İncil de yazmışız. Şu okuyacağım ayetler de o İncillerin birinden alınmıştır.”
Ve biraz durdu, Bafa’nın gözlerine bakarak heyecanını alabildiğine kuvvetlendirdikten sonra, tazarruat sahibi Sinan Paşa’dan şu mensur şiirleri okumaya başladı:
“Dünya gariptir. Kedi gibi doğurduğunu kendi yer. Köpek gibi yaltaklandığını ısırır. Dünya kiminle ahdetti de yine bozmadı? Kiminle akdetti de yine çözmedi? Kimdir ki bu âlemin revacını kesatsız, salahını fesatsız, yükselişini inişsiz, inişini yokuşsuz, sulhünü cidalsiz, devletini zevalsiz, ferahını belasız, sevincini mihnetsiz ve iptalasız, bekasını fenasız, gınasını inasız, nimetini gamsız, lezzetini elemsiz, şerbetini zehirsiz, lütfunu kahırsız, azizini mezelletsiz, bahtiyarını zilletsiz, vuslatını firaksız, dostluğunu nifaksız görmüş ola?”
“Bu bir evdir ki, imaretleri harap, emelleri nayap, izzetleri tahkir, tazimleri tasgir olan afetler arası, beliyyeler menzilidir. Her kim ki cihan kâsesinden hayat şerbeti içti, akıbet ölüm humarı görse gerektir. Her kim ki zaman bostanından rahat gülü kokladı, elbet diken yarası çekecektir. Hangi ikbal ağacıdır ki ecel anı bimecal etmemiştir? Hangi cemal bağının çiçeğidir ki ölüm hazanı onu yere düşürmemiştir? Hangi nakış vardır ki hadisat tufanı içinde kaybolmuş bulunmasın? Hangi güzel yüzdür ki çer çöp arasına karışmış olmasın? Nice şehriyarların, sarıkları vardır ki bir gün düşüp boyunlarını anınla bağladılar. Nice padişahların izzet kemerleri vardı ki ansızın esir olduklarında onları kendi bellerine zincir eylediler. Nice bahadırlar olur ki kılıçlarıyla gerdanları çelinir, nice akil müdebbirler olur ki tedbirlerde haneleri yıkılır.
Dünya hâli böyle gelmiştir; gelen gider. Ecel ejderhası böyle doğmuştur: Karşısında bulduğunu yer. Dünyanın zehri tiryak ile ıslah olmaz. Yarası ilaç ile felah bulmaz. Dünya şarabına gurur, seraba aldanmaya benzer. Sıhhat hoş nimet idi. Ardından dert gelmese. Yiğitlik güzel ziynet idi: İhtiyarlık gelip onu yıpratmasa. Yâr vuslatı hoş safa idi: Firkati olmasa. Mecazi aşk da tatlıydı: Eğer zeval bulmasa.”
“Cehanın yok imiş çünkü sebatı – getir, saki meya abi hayatı – ne hoştur hali şul meczubı aşkın – çöpe saymaz vücudu kâinatı – temennayı hayat etme sen ey can – hayat anla hakikatte me-matı!”
Cüceler nasıl tercüme edeceklerini kavrayamadıkları bu heyecan şelalesi altında biraz daha küçülürlerken Bafa, sırmalı bir kadife yastığa yanını vermiş, başını bir eline dayayarak şehzadeyi seyre girişmişti. Onun, bu durumunda, oyuncağını kapıp koyuvermiş bir çocuk neşesi vardı. Şehzadenin cezbeye tutulduğunu, heyecan ifratından şuurunu -bir an için- kaybettiğini ve onu bu hâle koyan kuvvetin de kendi güzelliğinden ibaret bulunduğunu anlıyordu. Fakat gururla karışık olan bu neşe içinde, derin derin mülahazalar hatta heyecanlar da geçirmekten geri kalmıyordu. Çünkü şehzadenin meçhul bir dille haykırdığı sözlerden yüreğine müphem fakat sürekli hazlar dökülüyordu. Hissine mağlup delikanlı, aynı zamanda, gözüne çok güzel görünüyordu ve bu görünüş de yüreğine ayrı bir tat döküyor gibiydi.
Onun söylediğini anlamamakla beraber, aşk mevzusundan böyle heyecanlandığını biliyordu hatta aşktan bahsettiğini de hissediyordu. Çünkü vakur ve mağrur bir Osmanlı prensini ancak o mevzu ve ancak bir güzel kadın, böyle mecnuna çevirebilirdi, deli deli söyletirdi. Onları başka bir kuvvetin gururdan, kayıtsızlıktan çekip çıkarması kolay değildi.
Bafa, işte bu düşüncelerle ve bayıltkan bir mahlut hâlinde yüreğini kaplayan çeşitli tatların tazyiki ile hülyaları bir an yaşarken Şehzade Murat, her iki cüceyi yanına çekti, ağlar gibi görünen fakat pek kuvvetli akseden bir sesle onlara anlatmaya koyuldu:
“Aşktan anlayanların hayatı nasıl telakki ettiklerini söyledim, şimdi o olgun insanların aşkı da nasıl anladıklarını söyleyeceğim, kulağınızı iyi açın: ‘Aşk, eşi olmayan bir cevherdir: Anın vasfı emsal ile denilmez; aşk, yakası açılmamış bir sırdır: Anın tasviri misal ile bilinmez: Aşıkların dili altında sözler vardır ki dudak ona mahrem olmaz. Aşk ehlinin, göğüsleri içre nefesler vardır ki dem ana hemdem olmaz. Aşk, bir zahirdir ki örtülmez. Aşk, bir sırdır ki açılmaz. Aşkın kimseyle kârı olmaz. Aşk aynası jengarî olmaz. Aşk, serazadeleri bende eder. Aşk, başları yüksekte duranları, efkende eder. Aşk, efsane ve efsun değildir. Aşk sanatı herdun değildir. Her aşk davası eden âşık olmaz, her muhabbetten dem vuran sadık olmaz. Aşk bir kimyadır, anın madeni can olur. Aşk bir cevherdir, anın mekânı kan olur. Aşk bir zevktir, anın da başka bir dili var. Aşk, bir şevktir, anın da ayrı ehli var. Aşk, bir coşuştur, anın da şeydaları var. Aşk, bir taşıştır, anın da deryaları var. Her gönül ki aşka hane ola: Bela okuna nişane olur ve her gönül ki muhabbete makam ola. Mihnet anda müdam olur.’ ”
Ve birden Bafa’nın yanına koştu, iki elini yakaladı.
“Sen, sen…” dedi. “Benim için hüdasın. Gönül bağını lütfun rüzgârıyla memur kıl. Can gülzarını muhabbetin havasıyla pün nur kıl. Gönül çocuğuna bakışlarınla verdiğin dersi daima ezber et. Can bülbülüne tattırdığın şekeri kerem eyleyip mükerrer et. Ruhumun sarhoşluğunu müdam et. Aşk ahdini, aşk peymanını berdevam et. Vuslat camını dolu sun, dolu sun, dolu sun!”
Galiba tuttuğu elleri öpmek de istiyordu. Fakat bu işi yapmadı, yapamadı. Çünkü şiddetli bir titreme geçirir gibi oldu, gözlerine garip bir bulantı, yüzüne acıklı bir renksizlik geldi, hazin bir dermansızlık içinde belli belirsiz sallandı, sonra yere yıkıldı, ağzından köpükler saçıla saçıla kıvranmaya, fasılalı ihtilaçlar içinde çırpınmaya başladı.
Cüceler, yıldırımla vurulmuş gibi durdukları yerde kalıvermişlerdi. Ne yapacaklarını bilemiyorlar, korkudan tepreşemiyorlardı. Bafa da endişeli bir hayret içindeydi, titriyor ve sessiz sessiz gözyaşı döküyordu. Fakat şehzadenin hızla sakinleştiğini, uyur gibi bir duruma büründüğünü görünce yerinden kalktı, onun dudaklarındaki salyaları mendiliyle sildi, başını kendi dizine yatırdı, parmaklarıyla saçlarını taramaya ve cücelerle -fısıldaşır gibi- konuşmaya girişti:
“Zavallının sarası da varmış. Biraz heyecanlanınca uğursuz illet kendini hatırlattı. Lakin merak edecek şey değil, hafif. Birazdan bir şey kalmaz, güle güle kalkar. Siz, kimseye bu gördüğünüz sahneyi söylemeyin, bana ve şehzadeye sadık kalın.”
Doğru söylüyordu. Murat’ta -babasının gece gündüz sarhoş yaşamasından olacak- sara illeti vardı. Seyrek olmakla beraber, o illetin darbelerinden müteessir oluyordu, ızdırap çekiyordu. O gün de fazla heyecandan yahut şahlanan iştihasını tatmin edememekten, bu illet depreşivermişti. Büyük bir sır olarak saklanmasına rağmen Bafa’ya, cücelere -ilk tanışma saatleri içinde- münkeşif olmuştu.
Bafa, dizine yatırdığı genç başın hafif surette terlediğini, yarı açık gözlerinde hayat ve şuur lemaları belirmeye başladığını, sıkılmış parmakların açılmaya yüz tuttuğunu görünce dudaklarına bir şefkat tebessümü çizdi, uyanacak hastanın sarsılmış idrakini o tebessüm içinde yıkamaya hazırlandı. Çünkü şehzadenin şu vaziyetten sıkılacağını anlıyordu, onu güler yüzle karşılayıp üzüntüden kurtarmak istiyordu.
Doğru görüyor ve doğru seziyordu. Nitekim şehzade de uyanınca onun sezişindeki isabeti ispat etmekten geri durmadı, muzdarip ve mahcup ellerde yüzünü kapadı, “Eyvah, eyvah!” diye inlemeye koyuldu. Hastalığının böyle çarçabuk Bafa’ya mekşuf olmasından utanıyordu, ızdırap duyuyordu. Fakat Venedikli zeki kız, dudaklarını onun kulağına yaklaştırdı, sarayı değil, ölümü uzaklaştıracak bir sesle fısıldadı:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/m-turhan-tan/safiye-sultan-69428023/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Hulus çakmak: Dalkavukluk etmek, yaranmaya çalışmak. (e.n.)

2
Bu iki hemşire hakkında bir Frenk tarihinde şu satırlar vardır: ‘‘Barbaros Hayrettin Paşa 1534 senesi yazının ilk günlerinde Akdeniz boğazından çıkıp İtalya sahillerine yelken açtı. Messina Boğazı’nda biraz oyalanarak Regyo’yu aldı. Ertesi gün Sen Losido Kalesi’ni alarak gemilerine sekiz yüz esir getirdi ve kaleyi yaktı. Çitraro Kalesi’yle limanında bulunan on sekiz kadırgayı da ateşe verdi ve oradan Napoli sahillerine doğru yoluna devam etti. İsprilonga yağma edildi. Barbaros’un bu sahillerde dolaşmaktan maksadı Fondide Vespazyo Kola’nın zevcesini ansızın ele geçirmekti. Jülya Gonzaga namında olan bu genç kadın -bütün İtalya şairlerinin güzelliğini terennüm ettikleri- Yuannadi Aragonya ismindeki güzellik kraliçesinin kardeşi olup onun da sabahati hemşiresi derecesinde ve güzellikle şöhreti kemalde olduğundan Türk sarayına revnak vermeye layık kıymetli bir avdı. Hayrettin Paşa askerlerinin karaya inmeleri çok sessiz vukuya gelmekle beraber Jülya, kendini bekleyen felaketi haber alabildi ve yalnız bir gecelik gömleğiyle örtülü olduğu hâlde bir atın üzerine atlayıp Fondi’den uzaklaştı. Bir şövalyeden başka muhafızı yoktu. Sonraları Jülya, bu adamı, o sayılı gecede birtakım sarkıntılıklarda bulunmuş yahut lüzumundan fazla şeyler görmüş olduğu için öldürtmüştür. Yuanna’nın güzelliğindeki incelik İtalya’nın en büyük şair ve ressamlarına ilham kaynağı teşkil ettiği hâlde kardeşinin güzelliği Barbaros’un bu taarruzundan dolayı şöhret bulmuştur. Yuanna’nın bugün dahi Louvre’da, Kravford’da, Oksfort’ta, Viyana’da, Roma’da birer resmi vardır ve hayret toplamaktadır.

3
Rikab: Büyük bir kimsenin huzuru, önü, makamı. (e.n.)

4
Balyos: Elçi, ara bulucu. (ç.n.)

5
Romanımızda Don Mikez’in rolü yoktur. Fakat bu adamın Osmanlı tarihindeki yeri çok büyüktür. Bu sebeple bir Frenk tarihinden iktibas ederek kendisini okuyucularımıza tanıtmayı gerekli gördük. O tarih şöyle diyor: “Osmanlı silahlarının ikinci defa olarak Arabistan’ı fethetmelerinden sonra Sultan Selim [Yavuz Selim değil, Sarı Selim] veliahtlığı zamanından beri arzu etmekte olduğu Kıbrıs meselesiyle uğraşmaya fırsat buldu. Ona bu işi telkin eden bir Yahudi’dir ki birkaç vezirden ziyade nüfuza, kudrete malik olmuştur. Jozef Nasi denilen bu adam Portekiz’de doğdu ve orada Don Mikez adıyla yaşadı. Görünüşte Hristiyan olan takımdandı. Kanuni Süleyman devrinde İstanbul’a geldi hem zengin hem güzel bir Yahudi kızına âşık oldu, bu münasebetle yalandan taşıdığı Hristiyan dinini bıraktı, yeniden Museviliğe girdi. Sonra kıymetli taşlar takdim etmek, ödünç para vermek, nefis şaraplar sunmak suretiyle veliaht Selim’in teveccühünü kazandı ve bu teveccühten istifade ederek veliahdı Kıbrıs’ın fethi tasavvuruna alıştırmaya başladı. Bu yolda o kadar muvaffak oldu ki bir gün fazlaca Kıbrıs şarabı içmiş olan Selim -eski dinine döneliden beri Jozef Nasi adını almış- nedimini kucaklayarak ‘Ben padişah olursam sen de Kıbrıs kıralı olacaksın!’ dedi. Sarhoşça verilen bu söze Jozef Nasi pek kıymet verdi ve hemen evine ‘Kıbrıs Kralı Jozef’ hitabesini ve Kıbrıs armasını astı.
Selim, Kanuni Süleyman’dan sonra padişah olunca Jozef Nasi’yi servete boğdu, birçok malikâneler verdi ve nihayet onun zoruyla Kıbrıs üzerine sefer açarak adayı Venediklilerden zapt etti. Lakin Sadrazam Sokullu’nun engelliği yüzünden Jozef’i adaya kral yapamadı.”
Şu hâle göre Venedik devlet ricalinin Don Mikez’den kuşkulanmalarını yerinde bir hareket olarak kabul etmek lazım gelir. (y.n.)

6
İnhina: Eğrilme, bükülme. (e.n.)

7
Cür’a: Bir yudumluk su. İçim, yudum. (e.n.)

8
Kubat Çavuş’un hikâye etmekte olduğumuz elçiliği 1566 yılının sonlarına doğru vuku bulmuş olsa gerektir. Çünkü İkinci Sultan Selim, babasının ölümü üzerine 24 Eylül 1566’da İstanbul’a gelip tahtı ve saltanatı tesellüm etmişti. Fakat Kubat Çavuş’un 1569 yılı sonunda da Venedik’e gittiğini biliyoruz. O vakit duçeye ve Venedik Cumhuriyeti’ne Osmanlı sarayının birtakım şikâyetlerini tebliğe memur edilmiş bulunuyordu ki bunların içinde Dalmaçya hududundaki sarkıntılıklar, birkaç Türk korsanına yapılan işkenceler ve Kıbrıs Adası’nın Hristiyan korsanlara sığınak yapılması birinci planda geliyordu. Kubat Çavuş, bir efendinin uşağına karşı dahi kullanmakta tereddüt edeceği derecede küçültücü bir lisan ile yazılan “name-i hümayun”u, senatonun toplu olduğu bir sırada duçeye verdi ve okunurken de hazır bulundu, Frenk tarihleri bu hadiseyi naklederken “Bu kadar amirane bir surette yapılan taleplerin senatoda müzakeresi caiz olmadığından ret ile cevap verildi. Halk, o kadar heyecan gösteriyordu ki Çavuş’un hayatı tehlikede kalmamak için sarayın arka kapısından çıkarılmasına mecburiyet geldi.” diyorlar. Fakat bu, hakikate uygun değildir. Çünkü Venediklilerin Türk elçilerine, yürekleri titremeden bakmalarına bile imkân yoktu. Nerede kaldı ki her biri bir ejdere benzeyen o elçilere hücum etmeyi zihinlerinden geçirebilsinler!
Yine tekrar edelim ki Kıbrıs’ın alınması meselesi bu romanın çerçevesi dâhilinde değildir. Yalnız Bafa’yla tanışma sırasında o meseleye de temas edilmek zarureti hissedildiğinden bu notları kaydediyoruz. (y.n.)

9
Beht: Şaşkınlık, hayranlık. (e.n.)

10
Osmanlı elçilerine Avrupa payitahtlarında ve devlet merkezlerinde nasıl hayranlıklar gösterildiğini tevsik için -İnhitat Devri’nde Paris’e giden- iki elçinin maceralarından birer ikişer satır alıyoruz.
Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi, XV. Lui nezdine elçi olarak gittiği vakit bütün Paris ayağa kalkmıştı, resmî ziyafetlerden sonra kral ava gideceği zaman davet olunur, Paris’in en seçme ve kibar kadınlarıyla at üzerinde ava gidiyor, geçit resimleri temaşa ediyordu. Yirmisekiz Çelebi, Paris halkını o derece cezp etmişti ki herkes onun şahsıyla meşgul olmayı az görerek Türk hayatını incelemeye de koyulmuşlardı. Artık roman kahramanları Türklerden seçiliyordu ve bütün romanlarda korsanlardan, saraylara kapatılmış genç cariyelerden, odalıklar kaçıran sipahilerden, kıskanç ağalardan bahsolunuyordu.
Yirmisekiz Çelebi’nin oğlu Sait Mehmet Efendi’nin Paris’e elçi olarak gelişi daha mühim tesirler yaptı. O, sık sık tiyatroya gittiğinden halk da ardından tiyatrolara doluyorlardı. Opera veya komedi Fransez ilanlarında “Türk imparatoru hazretlerinin elçisi Sait Efendi Hazretleri de oyunumuza teşrifleriyle mübahi kılacaklar.” müjdesi her gün görülüyordu. Kendisinin ziyaretine her gün Paris’in en zarif kadınları geliyorlar, billuri kahkahalarıyla enine boyuna sarhoş ediyorlardı. Kadınlar Türk elçisine kıymetli hediyeler de getiriyorlardı. Madamlardan biri de bir gün ona bir fiyango takdim etmişti.
Bunların içlerinde Türklerin niçin birden ziyade kadın aldığını merak edenler ve meraklarını Sait Mehmet Efendi’nin cevabıyla tatmin etmek isteyenler de görülüyordu.
İşaret ettiğimiz veçhile bunlar Osmanlı İmparatorluğu’nun diş ve tırnağı dökülmüş, gücü kuvveti son derece azalmış bir aslana döndüğü devirdeki elçileridir. Kubat Çavuş ise Türklerin bütün cihan mukadderatını avuçlarında tuttukları bir devrin elçisi idi. (y.n.)

11
16 veya 29 Mayıs: 1416’da Gelibolu önünde vukuya geldiğini Frenk tarihlerinin -dil birliği ile- yazdıkları bu deniz harbinde Osmanlı donanmasına Cali Bey, Venedik filosuna da Amiral Piyetro Loredano kumanda ediyordu. Neticede Osmanlılar mağlup olmuşlar, Cali Bey de dâhil olmak üzere üç bin şehit vermişler ve Venediklilerin eline beş galerya ile dokuz galyot bırakmışlardır. Fakat bu harbin siyasi hadiseler üzerinde hiçbir tesiri olmamış ve Osmanlılar -eskiden olduğu bibi- Venediklilerin ensesinde çorba pişirmeye devam etmiştir. (y.n.)

12
Sagredo’dan ve Gerlach’dan naklederek Hammer, Bafa’nın Türkler eline geçişini şu suretle anlatır: ‘‘Venedik’in asil Bafo ailesine mensup olan Safiye Sultan henüz pek genç iken Venedik’ten -babasının valiliğinde bulunduğu- Korfu’ya azimeti sırasında Osmanlı korsanlarının eline geçmiş ve Şehzade Murat’ın haremine alınmış idi.” (C: 7, s. 13)

13
Peçevî (C: 2. s. 3) Şehzade Murat dediğimiz Üçüncü Sultan Murat’ı şöyle tarif eder: “Kasirden balaca alçak boylu, beyaz tenli, ela gözlü, ebrüleri ve mehasini letafetnümunları kumral ve lahmü şahmede vasatülhal idiler.”
Fakat Viyana İmparatorluk Kütüphanesi’nde Mafey Venyeri’nin el yazısı ile mevcut bir seyahatnamedeki tarif şöyledir. “Orta boyludur, teni beyazdır. Saçları ve sakalı sarıdır. Sakalı çenesinin altından geçerek bir şakağından öbür şakağına kadar uzar, bıyıkları azdır, dudakları kalındır, burnu kıvrıktır, gözleri mavidir, kaşları mukavves ve kısadır.” Bu tarif padişahlık zamanına aittir. Şehzade iken sakalsız olduğunu söylemeye lüzum yoktur.

14
Peçevî bu rüya vakıasını (C: 2. s. 34) şöyle anlatır: “Bir gece yirmi basamaktan fazla bir merdivene çıktıklarını, yirmi otuz kadar yüksek kubbelerin ayakları altında kaldığını görürler. Ol mahalde şehzadeleri Sultan Mehmet ve Sultan Mahrut’u görmek isterler, göremezler. Ol merdivenden üç dört basamak inerken uyanırlar. Ertesi gün harem dairesinde bu rüyayı anlatırken kethüda Raziye Hatun, Şeyh Şüca’yı bilir ve vakıa tabir ettiğini işitirmiş. Şehzadeden izin alır ve rüyayı yazılı şeyhe gönderir. O da merdiven basamaklarının her biri bir yıl demek olduğunu, şehzadenin o basamaklar sayısınca padişahlık yapacağını, dört basamak inişin de 4 güne veya 4 haftaya kadar saltanat müjdesi geleceğini bildirir. Gerçek de böyle çıkar ve o günler içinde saltanat müjdesi gelir.”
Bu kayda göre Seyh Şüca’nın Bafa’dan sonra şehzadeye intisap etmiş olması iktiza ederse de yazma bir Peçevî tarihinde ve bu rüyanın hikâyesi sırasında şehzadelerden bahsedilmediğine, inilen merdiven basamakları da on olarak gösterildiğine göre bahçıvanın daha Kanuni Süleyman ölmeden ve İkinci Selim tahta çıkmadan önce Şehzade Murat’a intisap ettiği anlaşılıyor. Zaten basma Peçevî’deki “Raziye Hatun’un terbiyesi mukarenetiyle bir iki defa şehzade meclisine girer ve bilcümle saadetlu padişahın bervechile hüsnü itimadına bais olurken kutbi alem ildüğünde iştibahı kalmaz ve İstanbul’a bile gelirler.” diye bir kayıt var. Bundan da istidlal olunur ki Şeyh Süca, dört gün veya dört haftalık bir müddet içinde Şehzade Murat’la anlaşmış değildir. Bununla beraber şu rüya işi üzerinde uzun uzun durmaya lüzum yok. Biz. Şehzade Murat’ın muhitini ve karakterini tebarüz ettirmek için o mevzuya temas ettik. Zaten Frenk tarihçileri de rüyanın uydurma olduğunu anlayarak eserlerinde ona yer vermemişlerdir. (y.n.)

15
Peçevî (C: 2. s. 6) Kadı Üveys ile Şehzade Murat’ın tanışmasını şöyle hikâye eder: “Tire kadısı iken bir gün saadetlu şehzade hazretlerine av sırasında heminanlık (dizginbaşı beraber yürümek) şerefi elverir. Adabı müluktan haberi olan bir kişi olmakla şehzadenin gönlüne girer. Tesadüf, o esnada defterdarları vefat etmekle pederi büzürkvarlarına arz edip defterdarlıkların kendiye verdirir.”

16
Topkapı Sarayı’nın mimari kıymeti belki yüksek değildir fakat tezyinî sanat bakımından o sarayda çok kıymetli köşeler vardır ve Üçüncü Sultan Murat dairesi işte o nefis köşelerin en mühimlerinden biridir. İstanbul’da oturan veyahut İstanbul’a gelip giden sanatseverlerin bu daireyi bir değil, birkaç kere görmeleri -yine güzel sanatlara sevgi namına- lazımdır kanaatindeyim. (y.n.)

17
Aziz okuyucularım, ileride ve Murat’ın padişahlığı zamanında göreceklerdir ki Raziye Hatun, Bafa’dan yediği dayağı bütün ömrünce unutmamış ve Bafa ile açıktan açığa mücadele edebilecek bir kuvvet -Murat’ın anası Nurbanu’yu kastediyoruz- bulunca ona dayanarak Bafa’dan intikam almaya çalışmıştır. Pek heyecanlı olan bu hadiselere yavaş yavaş sıra gelecektir. (y.n.)

18
Fatih Sultan Mehmet tahta çıkar çıkmaz -korkunç bir ihtiyat tedbiri olarak- iki yaşındaki kardeşi Ahmet Çelebi’yi boğdurttuğu ve anası olan İsfendiyar kızını beylerden birine verip Anadolu’ya sürdüğü gibi babasının en sevgili zevcesi ve Sırp prensesi Mara’yı da bir irad tahsisi ile Sırbistan’a yollamıştı (1451). (y.n.)
Safiye Sultan М. Турхан Тан

М. Турхан Тан

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Safiye Sultan… Kanuni’nin oğlu Sarı Selim’in gelini, Üçüncü Murat’ın “Safo”su, Üçüncü Mehmet’in validesi bir Venedik güzeli… Osmanlı sarayına adım attığı günden beri türlü entrikalara karışmış, Nuru Banu Sultan’ın önüne geçmiş, devlet idaresinde söz sahibi olmuş ve gücüne güç, servetine servet katmış bir dilber-i rana… Ancak o güçlendikçe, devlet güç kaybediyor; servetini artırdıkça Osmanlı fakirleşiyor… Yalnız güçten düşen, servetini kaybeden Osmanlı’da, bu dönemde dahi filmlere konu olacak, kitaplara geçecek türlü olaylar yaşanıyor: Kardeş katlleri, Sokullu Mehmet Paşa’nın öldürülmesi, ünlü Kanije Kalesi Müdafaası, Şehzade Mahmut’un öldürülmesi, sipahiler ile yeniçeriler arasında baş gösteren anlaşmazlıklar, Osmanlı devlet erkânında bozulmalar… Tüm bu olaylar yaşanırken Osmanlıda Kösem Sultan ile zirvesine çıkan “kadınlar saltanatı”nın kapısı aralanıyor. Ve bu kapıyı aralayan da Safiye Sultan oluyor.

  • Добавить отзыв