Safiye sultan

Safiye sultan
Turhan Tan
Agrippine Baffo’ydu adı. İtalya’nın en güzel kızlarından biriydi. Kaçırıldı ve Osmanlı tahtının veliahtına hediye edildi.

Kanuni Sultan Süleyman’ın Manisa Sarayı’nda yaşayan torunu Şehzade Murat, çok sevdi onu. Üzerine titrediği hasekisine Safo diye seslendi. Kısa süre içinde III. Murat’ı avcunun içine aldı İtalyan güzeli. Onu kendisine bağlamakla yetinmedi, ruhunu da esir etti.

III. Murat, Osmanlı’nın en güçlü döneminde tahta geçince, yeni padişahla birlikte İstanbul’a taşındı Safo, ya da bilinen adıyla Safiye Sultan. O, güzel olduğu kadar akıllıydı da. Artık devletin kalbindeydi. Gücüne güç kattı, oyunlarıyla Osmanlı Sarayı’na söz geçirdi. Oğlu III. Mehmed de tahta çıkınca, nihayet valide sultan oldu. Neredeyse koca imparatorluk onun eline kaldı.

Peki, kimdi o esasında? Safiye mi? Safo mu? Yoksa hep Baffo olarak mı yaşadı?

Nasıl bir tutkuydu onunkisi? Ne kadar karanlıktı?

Tarihsel olaylara ve gerçek kişilere dayanılarak yazılmış bu romanda, hem Osmanlı’nın görkemli bir dönemine tanıklık edecek, hem de kölelikten valide sultanlığa ulaşan bir kadının inanılmaz hayat hikâyesini soluksuz okuyacaksınız.

Turhan Tan
Safiye Sultan

1. BÖLÜM
Deli Cafer’le Kara Kadı
Türklerin İtalya topraklarına asker döktüğü, Polya Bölgesi’nde at koşturup cirit oynadığı ve Papa’yı can korkusuna düşürerek kaçış hazırlıkları yapmak zorunda bıraktığı tarihin üzerinden seksen yedi yıl geçmişti. Venedikliler bu uzun süre içinde Türklerden çok sille yemiş fakat Türk karakterini iyiden iyiye bellemişti. Türklerin güler yüze, tatlı söze ve kirsiz öze çok değer verdiğini artık biliyorlardı. Onun için de Türklere karşı candan birer dost görünmeye çalışıyorlardı.
Fakat onların Akdeniz’de efendi efendi geçinmek hülyasından vazgeçmemeleri, Kıbrıs ve Girit gibi her bakımdan büyük öneme sahip adaları ellerinde tutmaları, o denizin gerçekten ‘Efendi’si olan Türkleri sinirlendirmekten geri kalmıyordu. Hele Venedik’in Malta korsanlarını daima koruması ve Türklerin adayı kuşatması sırasında şövalyelere el altından yardımda bulunması, Türklerde büyük bir öfke uyandırmıştı. Bununla beraber İstanbul henüz kibarlığını, soğukkanlılığını koruyordu. Öç almaya niyetlenmiyordu. Hatta saray ve sadrazam, Kanuni Sultan Süleyman’ın ölmesi ve yerine oğlu Selim’in geçmesi üzerine Kubat Çavuş’u Venedik’e göndermekten deçekinmemiş, barışseverlikte mümkün olduğu kadar direneceklerini hissettirmek istemişlerdi.
Venedik işte bu elçiyi ağırlamaktaydı. Bütün şehir bayraklarla süslenmiş, büyük kanala fenerler dizilmiş, Sen Marko Meydanı’nda taklar kurulmuş, Duçeler Sarayı baştan aşağı çiçekle ve fenerle örtülmüştü. Bir Haçlı Seferi sırasında, İstanbul’dan aşırılıp Venedik’e getirilen Tunç Atlar Anıtı’nın zirvesinde de Türk bayrağı dalgalanıyordu.
Yedisinden yetmişine Venedik halkı, üst üste yığılarak büyük meydanda toplanmıştı. Gecelerini, gündüzlerini orada geçiriyorlardı. Bu heyecanlı merak, yalnız elçi Kubat Çavuş’u görmek arzusundan doğmuyordu. O sırada bir Türk yelkenlisi de Venedik’e gelmiş, Halep alacası, Bursa dokuması gibi Türk işi eşyalar getirmiş ve gemideki tacirler, büyük meydanda sergi kurup mal satmaya girişmişti. Halk, bu küçük sergiyi de izleme arzusuna kapılmıştı. Birbirlerini çiğneyerek Türk kumaşlarını görmeye koşuyor ve bu sırada satıcı Türklerin kılıklarıyla, güçlü ve bakımlı vücutlarıyla da ilgileniyorlardı.
Türk gücünün tanrısal güçlerle boy ölçüşecek kadar engin ve derin olduğunu bilmelerine rağmen Venedikliler, kendi şehirlerinde bir Türk sergisi açılmasına kolay kolay razı olamazdı. O sergiyi açmak isteyenlerin başına mutlaka çorap örerlerdi. Lakin bir Türk elçisinin Venedik’te bulunduğu sırada Türk tacirlerine yan gözle bile bakmak hadleri değildi. Onun için büyük meydanda yapılan alışverişe göz yumdukları gibi sergiye konulan mallardan gümrük vergisi almaya da cüret edemiyorlardı.
Türk’e saygı, hele bir Türk elçisinin Venedik’e şeref verdiği günlerde, hükümetin tek düşüncesi, tek emeli ve işi olmuştu. Duçe Jerom Priyoli başta olmak üzere on iki özel danışmanın, Senato’yu oluşturan yüz Prigadi’nin, Büyük Meclis’te bulunan dört yüz yetmiş üyenin hepsi elçiye kavuk sallamak, dalkavukluk etmek için yeni yollar bulmaya çalışıyordu. Bu yaranma yarışı sırasında bulunan hoşa gitme çarelerinden biri de Venedik Limanı’na demir atmış ve karaya gümrüksüz mal çıkarıp açık sergi usulüyle alışverişe başlamış olan iki kıranta Türk’ü büyük sarayda elçi şerefine verilecek ziyafete davet etmek düşüncesiydi. Duçe ve bütün önde gelenler, seçkin bir kafadan doğan bu fikri alkışlarla kabul ettiklerinden hemen harekete geçmiş ve Sen Marko Meydanı’ndaki sergi sahipleriyle resmi olarak ilişki kurma yollarını araştırmaya girişmişti.
Türk, tacir değil, seyis bile olsa Venedikliler için korkunç bir yaratıktı. Bütün İtalyanlar o devirde Vezüv’ün lav püskürmesinden, ateş kusmasından ne kadar çekinirse, Türk’ün de gazaba gelmesinden o kadar korkardı. Bu sebeple, Venedik’in önde gelenleri büyük meydanda mal satan tacirleri damdan düşer gibi ziyafete davet etmeyi doğru bulmayıp bu işi güzel bir ağzın sihirli gülümsemesine yüklemeyi tercih ettiler.
Bir Türk’ü büyüleyecek kadar güzel bir ağız mı? Bunu bulmak da güçtü. Fakat onlar ve Yüzler Meclisi, uzun bir toplantı ve sıkı bir tartışma sonunda bu güçlüğü yendi, Venedik’in en güzel kızını seçti. Sen Marko Meydanı’nda mal satan iki Türk’ ü büyük sarayda verilecek görkemli ziyafete çağırma görevini o kıza verdi.
Venedik’te Senato ve hükümet kurulalı beri bu kadar isabetli bir karar verilmemiş, hiçbir biçimde bu derece iyi sonuç elde edilememişti. Türk elçisine ve dolayısıyla Türk gücüne yaranma kaygısından alınan ilhamla özel danışmanların da, Senatörlerin de idraki adeta genişlemişti ve iki Türk tacirini ziyafete gelmeleri konusunda kandırmak için en uygun yol işte bu sayede bulunmuştu.
Kararın isabeti gerçekten su götürmezdi. Çünkü Sen Marko Meydanı’nda sergi kuran iki kıranta Türk’e gönderilmesi uygun görülen davetçi, Korfu Valisi Sinyor Leonardo Bafo’nun kızı Sinyorita Agrippine Bafo’ydu. Bu aile bir yandan Senato’ya, özel danışmanlar meclisine üye yetiştirmekle, bir yandan da İtalya’ya güzel kızlar doğurmakla ünlenmişti. Gerçi Bafolardan o güne kadar Julia Gonzaga veya Gionna D’aragona ayarında bir kız yetişmemişti. Fakat Sinyorita Agrippine, biraz daha serpilip geliştiği takdirde, o iki ölmez şöhreti gölgede bırakacak gibi görünüyordu ve şimdiden yüzlerce erkeği köle gibi peşinden sürüklüyordu.
Kendisine çok şey vaat edilen Bafo, görünüşte basit, gerçekteyse ağır bir hizmet olan davetçiliği kabul etti. Senato tarafından hazırlanan zarif sedyeye bindi, on iki silahşörün çizdiği mızraktan çerçeve içinde Türk sergisine gitti. Büyük meydandaki kalabalık, silahşörlerin zorlamasıyla değil, onun deniz kadar yeşil ve deniz kadar derin gözlerindeki sihre yenilip sedyeye yol veriyor ve ardından “Bafo, güzel Bafo,” diye alkış tutuyordu.
Sergi önünde toplanan kadınlı erkekli seyirciler de onun önünde tek bir kucak gibi açılmıştı. Bafo, o kucağın içine düşer gibi sedyeden süzüldü, yere indi ve Duçe Sarayı’ndan yanına verilmiş çevirmene emir verdi:
“Bu efendilere, kendileriyle üç beş gizli kelime konuşmak istediğimi söyleyiniz!”
Yalnız saygı değil, sevgi de görmek ve insan kılığında çelikten yapılmış iki heybetli kuvvet abidesine benzeyen Türkleri kendi güzelliğine hayran etmek istediği için gözlerine koca bir gülümseme, dudaklarına ölçüsüz bir tatlılık yerleştirmişti. Bakışlarıyla o iki kıranta Türk’ü ısıra ısıra öpüyor, dudaklarıyla da o hırçın öpücüklerin acısını yalayıp gideriyor gibiydi. Şapkasını çıkararak yerlere kadar eğilmiş, biraz da helecana kapılmış olan çevirmen, kırık ve gülünç bir Türkçeyle Sinyorina Bafo’nun sözlerini tercümeye yeltendi. Sergi sahibi iki Türk’ten biri, kumaş topların arkasından ayağa kalkıp omuz başına kadar çıplak kollarından birini çevirmenin yüzüne doğru uzattı ve nefis bir İtalyanca ile onu Türkçeyi katletmekten alıkoydu.
“Sus,” dedi, “biz senin kadar, belki senden daha iyi İtalyanca biliriz. Onun için Türkçeyi hırpalamaktan vazgeç, bizi küçük hanımla baş başa bırak.”
Ve yüzünü Bafo’ya çevirerek ekledi.
“Bana Deli Cafer, arkadaşıma da Kara Kadı derler. Bir zamanlar korsandık, rahmetli Turgut Reis’in emri altında iş görüyorduk. Yine onunla devlet hizmetine girdik, birçok savaşta bulunduk. Fakat reisimiz iki yıl önce Malta’da vurulunca, dünya gözümüze kara göründü. Devlet işinden ayrıldık, ticarete başladık. Karadeniz kıyılarından aldığımızı Marmara iskelelerinde, oradan topladığımızı Akdeniz limanlarında satıyoruz. Buraya da Halep alacası, Bursa dokuması getirdik. Dönüşte ayna, kadife ve çuha alacağız. Acaba sen de bizimle alışverişe mi geldin?”
Deli Cafer, gürler gibi konuşmaya başlamış, kekeler gibi sözünü bitirip susmuştu. Ona bu ahenk değişikliğini veren küçük Bafo’nun eşsiz güzelliğiydi. Eski korsan o toy kızda saç, kaş, göz, yanak, ağız, diş, gerdan ve endam olarak yan yana gelip seyrine doyulmaz bir bütünlük yaratmış güzellikleri ilkin ayrı ayrı, sonra toptan seyrederken, garip bir heyecana kapılmıştı. Dahası sesindeki sert tınıyı derece derece kaybederek adeta kekelemeğe başlamıştı.
Kara Kadı da aynı durumdaydı. Bulunduğu yerde uzun uzun yutkunuyordu. En keskin kılıçlara göğüslerini açmaktan çekinmeyen, alev alev tutuşmuş gemilerde yanmadan dolaşan, korkunç fırtınaların akıl alıcı uğultularına ıslıkla tempo tutan bu ünlü deniz kurtları, genç bir kızın sahip olduğu emsalsiz güzellik karşısında işte serseme dönmüştü. İçin için lahavle çekip Allah’ın yaratıcı gücünün büyüklüğüne hayran oluyorlardı.
İlk buluğ rüyasını yakınlarda görmüş ama olgun kadın olarak yaratılıp o meziyet ve hassasiyetle anasından doğmuş olan Bafo, her iki Türk üzerinde uyandırdığı derin etkiyi kavramakta güçlük çekmedi. Gözlerindeki bayıltıcı gülümsemeyi genişletti, dudaklarındaki büyülü kıvrıma çıldırtıcı bir biçim verdi ve yürümekle süzülmek arasında bir edayla Deli Cafer’in yanına kadar sokuldu. Hanımeli çiçeklerinden daha zarif ve daha kokulu elini kart denizcinin nasırlı parmakları arasına bıraktı.
“Oh,” dedi, “ne tatlı konuşuyorsunuz. İtalyanca, sizin ağzınızda enikonu bir musiki oluyor.”
Parmaklarının tutuştuğunu sezerek kaşlarını çatan Deli Cafer, onun sözlerini düzeltti.
“Kasırga deseniz daha doğru olur. Çünkü biz, kelimelerin ağzımızdan gürleyerek döküldüğünü biliyoruz. Musiki dediğiniz şey, sizin ağzınızda küçük hanım.”
Kara Kadı, bu güzellik güneşinden uzak kalmaya dayanamadığından arkalıksız tahta bir iskemle yakaladı ve küçük Bafo’nun yanına bıraktı.
“Buyurun,” dedi, “oturunuz. Siz ayakta durdukça bizim yüreklerimiz de yerlerinden ayrılıp dışarı fırlamak, karşınızda el pençe divan durmak istiyor. Onları bu çılgınlıktan korumak için de olsa oturunuz.”
Bafo, ikiyüzlü davranmaya kararlıydı. Venedik Cumhurbaşkanı’yla danışmanlarının ve Senatörlerin, Türk elçisine şirin görünmek için ziyafette bulundurmak istediği bu iki Türk tacirin, kurulacak sofrada oturmayı reddetmesi mümkündü sonuçta. Sebepsiz yere ve zorlamadan neden kabul etsinlerdi ki? Bu yüzden onları kandırmak istiyor, rol yapıyordu. Ve bu rolün kalple ilgisi yoktu, tamamıyla zekaya bağlı bir işti. Yani Bafo, yalandan gülüyordu, yalandan neşeli görünüyordu ve yüreğinden değil, beyninden emir alan dudaklarıyla konuşuyordu.
Fakat Deli Cafer’in de, Kara Kadı’nın da şiir diliyle ve ezgili bir şive ile konuştuğunu görünce birden irkildi. Kendilerini kandırıp ziyafete götürmekle görevlendirildiği iki kıranta Türk’ü alıcı bir gözle süzmeye koyuldu.
Bunlar kısa şalvar, kolsuz cepken giyip kırmızı börk üzerine Trablus ipeklisi sarınmış, bellerine iki karış ende şal dolamış ve bu şalın ortasına birer karakulak sokmuş kimselerdi. Kasıklarından sekiz on parmak ilerisi açık duran bacaklarında çok ağır şeyler taşımayı vaat eden demir bir dayanıklılık damar damar göze çarpıyordu. Çıplak kollarda da kan yerine tabiat laboratuvarlarında eritilmiş çelik dolaştığı apaçık görülüyordu.
Bafo, insanüstü bir kuvvet taşıdıklarına anlık bir inceleme sonunda karar verdiği bu Türklerin, özellikle gözlerini görülmeye değer bulmuştu. Çünkü bu gözlerin eşi bütün İtalya’da, hatta kızın bir ara babasıyla giderek görmüş olduğu Fransa topraklarında yoktu. Herkesin gözüne benzeyen bu gözler, aynı zamanda hiçbir göze benzemiyordu. Bu özellik onların, bakışlarını yüzden öze, karşılarındaki adamın ta ruhuna ulaştırmasından kaynaklanıyordu. Bafo, Deli Cafer’in elini tutarken ve Kara Kadı’nın sözlerini dinlerken bu hakikati garip bir yürek titreyişiyle kavramış ve her iki Türk’ün kendi yüreğini okuduklarını an be an anlamıştı.
Fakat bu duruma şaşmamıştı. Çünkü beşiğe düştüğü günden beri ya ninni ya masal olarak Türkler hakkında çok şey dinlemişti. Onların savaş meydanlarında bazen silah kullanmaya bile tenezzül etmeden düşmanlarını işte bu bakışlarla sersemlettiğini, ‘İn attan herif !’ emriyle küme küme silahşörleri ipe sardıklarını biliyordu. Lakin bir Türk’ün şiir diliyle konuşabileceğini o güne kadar duymamıştı. Bu küçük hanımın düşüncesine göre, Türklerin ağzında şiir, çınar ağacında gül bitmesi gibi garipti. Güllerin ancak kendi hacimlerine uygun dallarda açılabilmesi gibi Türk ağızlarında da o ağzın büyüklüğü ve gururuna uygun sözler ve daha doğrusu naralar, kükremeler, gürlemeler görülmekteydi. Halbuki Venedik’in Sen Marko Meydanı’nda izinsiz sergi kurup pervasız mal satan bu iki Türk çok ince düşünüyor ve çok zarif konuşuyordu.
Güzel Bafo, işte bu yüzden hayrete düştü, kıranta Türkleri derin derin süzdükten sonra Kara Kadı’ya sordu:
“Sizin yüreğiniz her kadın önünde böyle şahlanır mı?”
Deniz kurdu, gülümseyerek cevap verdi:
“Niçin soruyorsunuz?”
“Çünkü her kadının ayağına düşmek isteyen gönüllerin kıymeti olmaz. Sizinkilerin de böyle kıymetsiz olup olmadığını anlamak istedim.”
“Hayır, küçük hanım, hayır. Biz Türkler yalnız güzelliğe gönül veririz. Dişi, erkek, canlı, cansız diye güzellikte ayrılık gayrılık aramayız. Güneşin doğuşunu veya batışını, ayın büyüyüp küçülüşünü, dağların göklerden öpücük almak için can atmasını severiz. Çimenlerin rüzgarları iliklerine geçirip kendinden geçmesini, denizin kabına sığmayarak başka bir dünya arar gibi coşup taşmasını, çiçeklerin her nefes alıp verişte havaya güzel kokularıyla vergi ödeyişlerini, bir gözde bir kalbin dile gelmesini, bir bakış önünde yine bir kalbin ya ölüm acısı ya bahtiyarlık tadı duymasını güzel buluruz. Buna benzer şeylerin karşısında büyüleniriz. Fakat güzel bir kadında doğup batan güneşten, büyüyüp küçülen aydan, göklerden öpüş arayan yüksek dağlardan, rüzgarlarla sevişip kendinden geçen çimenlerden, sakin veya coşkun denizlerden, güzel kokulu zarif çiçeklerden, yüreklere tercüman olan gözlerden, hayat veren veya hayat söndüren bakışlardan eserler, izler vardır. Kadını, her güzellikten üstün tutuyorsak sebebi budur, onda birçok güzelliğin toplandığına inanışımızdır.”
Güzel kız, kendi eline kelimelerden işlenmiş bir aşk danteli sunuluyormuş gibi zevkle, hazla bu sözleri dinlerken Deli Cafer söze karıştı:
“Biz,” dedi, “Ulu Tanrı’nın güzel olduğuna, güzelliği de sevdiğine iman etmişizdir. Allah güzel olmasaydı bu kadar güzel şey yaratamazdı. Güzelliği sevmeseydi bir kadın saçına bin yüreğin dolanıp sarılmasını mümkün kılmazdı.”
Ve birden sesini değiştirdi, karakterine en uygun ahenge büründü.
“Fakat,” dedi, “buraya gelişiniz bizi güzeller ve güzellikler hakkında sınamak için olmasa gerek. Ben de arkadaşım da yetmişi aşmış, dünyayı dolaşmış denizcileriz. Sevdik de sevildik de. Lakin hiçbir güzel bizim gönlümüzü denizden alamadı. İlk sevgilimiz denizdi, son sevgilimiz de deniz olacaktır ve biz onun kir tutmayan kucağında gözlerimizi kapayacağız. O halde küçük hanım, geveze ozan ağzını bırakalım da dürüst konuşalım. Bizden ne istiyorsunuz? Yanınızda bir çevirmen, sekiz on silahşör bulunduğuna göre bu şehrin tanınmış hanımlarından biri olduğunuza şüphe yok. Bize bir şey mi ısmarlayacaksınız yoksa bizden bir şey mi alacaksınız? Adamlarınız sergiye gelmek, alışveriş yapmak isteyenleri hep geriye sürüyor, sizinle bizi baş başa bırakıyor. Yüzünüz güzel, endamınız güzel. Yanımızda bulunmanızdan zevk almamak mümkün değil. Lakin alışverişimizin kesilmesi de tatsız. Onun için niyetinizi hemen açığa vurun ki meraktan kurtulalım, alışverişe başlama imkanı bulalım.”
Bafo, belli belirsiz içini çekti.
“Beni,” dedi, “Duçe hazretleriyle Senatörler buraya gönderdi. Her ikinizin yarın akşam büyük sarayda verilecek ziyafette hazır bulunmanızı rica ediyorlar. Bu ziyafet, bir haftadan beri Venedik’te bulunan Türk elçisi ekselans Kubat Çavuş’un şerefine veriliyor. Kendisi sofrada iki hemşerisini görürse elbet memnun olacaktır.”
Deli Cafer, Kara Kadı’nın yüzüne baktı ve onun gözle verdiği işaret üzerine şu cevabı verdi:
“Çavuş Kubat’ı tanırız, yabancımız değildir. Sizin gibi mayası gülden alınmış, kanına amberler, miskler karıştırılmış bir güzelin yaptığı daveti de kıramayız. Duçenize hem teşekkürlerimizi hem ziyafette hazır bulunacağımızı söyleyebilirsiniz!”
Bafo, yetmiş yaşını aştıklarını söylemelerine ve kır bıyıklarına rağmen henüz otuz yaşındaymış gibi çevik ve kıvrak görünen Türklerin ellerini sıkarken gözlerini onların gözlerinde uzun uzun dolaştırmaktan kendini alamadı. Çelik kutu içine konmuş bir zambağı andıran bu sağlam yapılı, bükülmez bilekli, yılmaz, yürekli fakat ince ruhlu adamların özlerine yükselmeye de çalıştı. Fakat onun bakışları her iki Türk’ün gözleri içinde, engin göklerde avareleşmiş bir çift güvercine benziyordu ve o enginliğin büyüklüğü karşısında sersemleşiveriyordu.
Duçeler Sarayı’nda verilen ziyafet gerçekten mükemmeldi. Venedik’in sahip olduğu canlı ve cansız bütün elmaslar, inciler, yakutlar oradaydı. Yeşil gözler iri iri zümrütlerle, kızıl dudaklar en zarif yakutlarla o ziyafet gecesi yarışa çıkmış gibiydi. Öyle boyunlar vardı ki taktıkları inci gerdanlıkları birer dizi ter tanesi zannettirip görenlere o taneleri bayıla bayıla içmek için yanık bir iştah vermekteydi.
Senatörler başta olmak üzere bütün siyasi şahsiyetlerin kalpleri endişe, korku ile atıyordu ve bütün kadınlar heyecan içindeydi. Çünkü Türk elçisinin bu ziyafetten hoşnut olup olmaması Venedik’in geleceği üzerinde büyük bir etkiye sahipti. Osmanlı tahtında meydana gelen değişikliği haber vermek için Venedik’e gelmiş görünen bu elçi, pek çok uyarıyı da beraberinde getirmişti. Hükümet, elinden geldiği kadar küçülerek, mümkün olduğu derecede dalkavukluk ederek o uyarıları dikkate almayıp geçiştirmek istiyordu. Venedik, güzel- lerini de bu amaçla seferber etmişti. Her devlet adamı, Türk elçisinin arzusuna göre oturup kalkmakla, düşünüp konuşmakla sorumlu olduğu gibi saraya getirilmiş seçme güzeller de kendilerini elçinin iradesine sunmak için emir almıştı.
Kadınlar için böyle bir emre gerek de yoktu. Çünkü on beş yaşına henüz girenlerden kırkını çoktan dolduranlara kadar her Venedikli kadın, Türk elçisinden bir göz busesi, bir dil çimdiği koparabilmek için birçok şeyi feda etmeye razıydı. Bu istek, onlarda adeta ırsiydi. Fatih Sultan Mehmet devrinde Venedik’e gelen bir elçi, bütün kadınların gönlünde sönmez yangınlar bırakmış ve bu yangınlar nesilden nesle geçerek Venedik kadınları için ortak bir alev halini almıştı. Her yeni elçi bu gönül ateşlerini üç beş gün yelpazelediği için de humma dediğimiz bu yangın sık sık tazeleniyordu.
Bununla beraber şu ziyafet gecesinde bir başkalık ve herkeste görülen o hummada da taptaze bir coşku vardı. Çünkü Duçe namına hareket eden memurlar her kadının kulağına perde diplerinde, kapı aralarında ve koridorlarda bir görev fısıldamış ve bu görevi başaran kadının isminin altın kitaba özel olarak geçirileceğini anlatmıştı. Venedik Cumhurbaşkanı’yla özel danışmanlarının tüm bu kadınlardan istediği şey, Don Mikez adlı Yahudi’nin Osmanlı tahtına henüz çıkmış olan İkinci Sultan Selim nezdindeki saygınlığını elçi Kubat Çavuş’a söyletmekti. Don Mikez’in Venedik aleyhine entrikalar çevirdiği İstanbul balyozu tarafından hemen her gün Duçe’ye bildiriliyordu. Fakat bu Musevi siyaset dalaverecisinin mesela bir suikasta uğratılması halinde Padişahın etkilenip etkilenmeyeceği, öldürülen Yahudi’nin öcünü almak kaygısına kapılıp kapılmayacağı belli değildi. Venedik güzelleri işte bu bilinmezi elçinin ağzından almak için görevlendirilmişti.
Elçiden güzel bir buse, hafif bir el okşaması, hülyalı bir dokunuş çalmak isteyen kadıncıklara böyle bir iş yüklemek reva değildi. Lakin vaat edilen ödül hırs dolu her yüreği hoplatacak kadar önemli olduğundan kadınların hepsi Türk elçisini kafese koymak ve Don Mikez hakkındaki bilgilerini söyletmek için zekalarını seferber etmede bir an bile düşünmemişti. İşaret ettiğimiz gibi bu işi başaran kadının adı altın kitaba yazılacaktı. Bu kitap, vatanseverlikte en yüksek dereceyi kazananların isimlerini içermekte olup ancak yüz yılda sadece bir Venedikli adının oraya geçtiği görülüyordu.
Bununla beraber kadınları iliklerine kadar heyecan içinde bırakan yalnız bu mesele değildi. Ziyafette elçiden başka iki Türk’ün daha bulunacağı kulaktan kulağa yayıldığından bu aristokrat Havva yavruları ayakta rüya görmeye başlamıştı. Annelerini ve büyükannelerini yıllarca kıvrandıran Türk kokusu hasretinden o gece biraz sıyrılabileceklerini umar olmuşlardı. Çünkü her güzel Venedikli, geceyarılarına, belki de sabahlara kadar sürecek kabul töreni, dans ve eğlence arasında üç Türk’ten birini ağa düşüreceğini zannetmekte, bu umutla sarhoş edici bir hülya içinde uçup gitmekteydi.
Küçük Bafo da bunlardan biriydi. Büyük meydanda ulu orta sergi açıp alışverişe girişen iki Türk’ü ziyafete gelmek için kandırabilmesi, bu güzeller güzeli kızın kıymetini, saygınlığını arttırmıştı. İşte bu yüzden, Duçe’nin özel danışmanlarının ve Senatörlerin ileri gelenleri, elçi Kubat Çavuş’a da özellikle onu musallat etmek istiyorlardı. Kız da sertlikle yumuşaklığı, ateş gücüyle pamuk zaafını inanılmaz bir uygunlukla nefislerinde birleştirmiş olan Türklere karşı garip ve anlaşılması güç bir ilgi beslemeye başladığından hükümetin tekliflerini duraksamadan kabul etmişti.
İşte bu duygusal ve tabiri caizse düşünsel dekor içinde herkes Türklerin gelmesini bekliyordu. Erkeklerin meraktan, kadınların heyecandan hafakanlar geçirmeye başladığı bir sırada uşaklar, aralarındaki düzeni unutarak ve birbirlerini çiğneyerek, büyük salona üşüşmüş, iki Türk’ün geldiğini haber vermişti. Belki bin, belki bin beş yüz göz, bu haber üzerine tek bakış halinde salon eşiğine dikildi, misafir Türkleri kucaklamaya hazırlandı.
Kendi yurtlarında her biri saygın ve değerli olan bu küme küme kadınların, bu yığın yığın erkeklerin nasıl bir heyecan içinde bulunduklarını sezmemiş gibi ağır ağır yürüyor, önlerinde eğilenleri belli belirsiz bir gülümsemeyle selamlayarak salonda boş iskemlelerin sıralandığı köşeye doğru gidiyorlardı.
Dikkat uyandıracak, hatta yabancı gözleri kamaştıracak kadar renkli giyinmişlerdi. Başlarında külah üstüne geçirilmiş -makdem denilen- birer fes ve feslerin üstünde saçaklı poşu vardı. Bir çeşit sarık diyebileceğimiz poşular, Hindistan’ın en nefis ve en değerli kumaşlarından seçilmişti. Arkalarında fermene adıyla anılan kolsuz birer salta ve onun altında kısa birer şalvar vardı. Bellerindeki kuşaklar, başlarındaki poşunun kumaşındandı, oldukça zarifti. Kuşağa sokulan birer çift tabancayla biri kısa, biri uzun bıçak ise altın yaldızlıydı, bıçak kabzalarında elmas dahi görülüyordu.
Ziyafet salonundaki kalabalığı özellikle ilgilendiren onların üzerlerine aldıkları yağmurluklardı. En pahalı ve en güzel çuhadan bornoz biçiminde yapılan bu üstlüklerin etrafı ağır harçla süslü olup yakalarından birer düğmeyle ilikleniyor ve sağ etekleri sol omza atılıyordu. Bu durum, eski Romalıların togalarını andırdığından salondaki halka neşe vermiş ve Türklerin böyle bir benzerlik hatırı için o üstlükleri giydiği sanıldığından kendileri uzun uzun alkışlanmıştı.
Elçiye ayrılan yerin yakınında iki yaldızlı koltuk da Deli Cafer’le Kara Kadı’ya ayrılmıştı. Baş teşrifatçı kendilerine yerlerini, yerlere kadar eğilerek, gösterdiği zaman Kara Kadı, elini bıçaklarından birinin kabzasına koydu ve sordu:
“Bizi buraya çağıran küçük kız nerede?”
Bu soruyu salon dışında bulunanların bile işiteceği bir sesle teşrifatçının kulağında gürlettiği için kendi seviyesindeki asilzade kızlarla bir köşeye çekilerek yan gözle Türk misafirleri süzen Bafo, telaş ve sevinç içinde bağırdı:
“Buradayım ekselans, huzurunuzda eğilmek üzere hemen geliyorum.”
Duçelerin, Venedik’e komşu hükümetçiklerin başında bulunan dukaların, prenslerin secdemsi eğilişlerle selamladığı bu güzeller güzeli kız dediğini de yaptı. Büyük bir Kral veya İmparatorun huzurunda bulunuyormuş gibi sol dizini kırarak ve kollarını açarak o heybetli iki misafiri selamladı ve Deli Cafer’in “Yanımızda otur, uzağa gitme,” demesi üzerine de bir iskemle alıp ikisinin arasına yerleşti.
Adeta sevinç ve kıvanç duyuyordu. İçinde, tabiattan üstün ve kuvvetli iki kartal arasında oturan bir güvercinin heyecanı vardı. Bin bir yuvayı bir anda yerle bir edecek güce sahip bu büyük yaratıkların kendisine nazik davranmasından, saygı göstermesinden zevk alıyordu. Sonra bu çelikten yapılmış insanların özlerini görebilmek, sönük bir yanardağın sessizliği altında sakladıkları lavları, alevleri keşfetmek için de dayanılmaz bir merak duyuyordu. O sebeple gözlerine hoş anlamlar yükleyip dudaklarını elinden geldiğince tatlılaştırarak Türkleri konuşturmaya çalışıyor ve aklına geleni soruyordu.
Deli Cafer de Kara Kadı da onun boyuna öten sevimli bir serçe gibi aralarında cıvıldayıp durmasından hoşlanıyor, fakat her sorusuna kısa cevaplar veriyordu.
Bafo, bir aralık, görevini hatırladı, Deli Cafer’in kulağına eğildi.
“Yeni Padişahınız,” dedi, “çok şarap içermiş, öyle mi?”
Böyle bir başlangıçla sözü, Yahudi Don Mikez’e getirecekti. Fakat Deli Cafer, padişah sözünü duyar duymaz şöyle bir doğruldu, kendine çekidüzen verdi.
“Her koyun,” dedi, “kendi bacağından asılır. Adını andığın kişi de günah işliyorsa, cezasını çeker. Biz kendi işimize bakalım.”
Ve o konuyla alakası olmayan bir soru sayesinde sözün yatağını değiştirdi.
“Burada ev sahibi kim? Seni yanımıza çağırmasaydık, galiba kalabalık kervansaraya konmuş garipler gibi burada pinekleyip duracaktık.”
Kız, Duçe’nin ve elçi beyin henüz gelmediğini ve onların içeri girmesiyle beraber tanışma töreninin yapılacağını söyledi, sonra sözü güzellik ve aşka çevirdi. Fakat Deli Cafer’le Kara Kadı’nın heyecan göstermesine, o nazik konu üzerinde, sergide yaptıkları gibi, uzun uzun söylenmesine zaman kalmadı, salon kapısından baş teşrifatçının sesi yükseldi.
“Türk elçisi asil Kubat Çavuş hazretleri! Venedik Doçu ulu Jerom Priyoli hazretleri!”
Duçe, Türk elçisinin konuk edildiği yere kadar gitmiş ve kendisini alıp muhteşem bir alayla büyük saraya getirmişti. Biri o devirde dünyanın en kuvvetli hükümetini, biri de entrikada gerçekten usta bir tüccarlar cumhuriyetini temsil eden bu iki adam yan yana yürüyerek salona girmişti. Elçi Kubat bu durumda hareket eden bir mezar taşına yoldaşlık eden korkunç bir ehrama benziyordu. Duçe o kadar cılız ve çelimsiz, kendisiyse o derece boylu boslu ve heybetliydi.
O, kılık ve kıyafet bakımından da Duçe’yi oldukça silik bir seviyeye düşürüyordu. Çünkü gökkuşağını kumaş olarak kullanmış ve ondan elbise yaptırıp giyinmiş gibi göz kamaştırıcı bir renk bolluğuna bürünmüştü.
Başında beyaz keçeden bir külah vardı ve bu külahın alt tarafı sarı sırma ile süslenmişti ve sivri ucu arkaya doğru kıvrıktı. Ön tarafta da alacalı tüyden bir sorguç bulunuyordu.
Arkasına dolama dedikleri kırmızı kaftanı almış, içine mavi entari giymiş, dizine yine kırmızı şalvar geçirmiş, ayaklarını sarı renk çizmelere sokmuştu. Belinde lahuri şaldan bir kuşak ve yalnız elmas kabzalı bir hançer vardı. Bu renk renk kumaşlar içinde o, dediğimiz gibi gökkuşağına sarılmış gibi görünüyordu. Fakat sorguçlu külahından, sarı çizmelerinden çok belinin iki yanına asılı parlak sahtiyandan bir çift kutu dikkat çekiyordu. O kutular ne kalem kabı ne silah kılıfı olabilirdi. Çünkü bir değil, yüz kalem alacak kadar büyüklerdi. Silah kılıfı olmaları içinse iki yanlarının açık olması gerekirdi. Bu sebeple merak uyandırıyor ve o lahur kuşağın üstünde de hayli kaba görünüyorlardı.
Lakin salonda ve dehlizlerde bulunanlar uzunca bir süre Kubat Çavuş’un elbisesiyle meşgul oluktan sonra, bütün dikkatlerini onun yüksek endamına ve bu endama engin bir anlam katan güzel yüzüne bağlamıştı. Erkekler sarsılmaz bir sağlık ve solup bozulmaz merdane bir güzellik örneği seyretmekten hem haz hem acı duyuyordu. Çavuşta en yüksek derecesi görülen erkek güzelliği, erkek olgunluğu, onların cinsi gururunu okşuyordu. Fakat onun yanında uyuz sokak kedilerine dönmek güçlerine gidiyordu.
Kadınlar, böyle iki cepheli bir duygu taşımıyordu. Onlar, biraz önce gelen Deli Cafer’le Kara Kadı’ya nasıl samimi bir hayranlık duymuşsa, Kubat Çavuş hakkında da aynı şeyleri hissediyordu. İstisnasız hepsi onun haşmetli endamını seyrederken, bin bir rüya görüyor ve yüreklerini bu rüyalar sırasında kademe kademe onun endamının yüksekliğine çıkartıyordu. Yine hepsi, kendilerine yüklenen görevi nasıl gerçekleştireceğini düşünerek acılı bir heyecan duyuyordu. Çünkü Kubat Çavuş onların gözüne uçsuz bucaksız, güzel bir vadi gibi görünüyordu ve zavallıların aklı bu renk dolu, ışık dolu vadinin sonsuzluğu içinde sersemleşiyordu.
Duçe de sersemdi, çınar dibine düşmüş cılız bir sarmaşık durumunda olduğunu seziyor ve bu güçsüzlükten utanıyordu. Bununla beraber görevini, çevirmek istediği dolapları unutmuyordu. Onun için salona girer girmez yüzünü ciddileştirdi, küme küme yerlere eğilen başlara keskin bakışlarıyla cüret ve zeka dağıtmaya koyuldu, sonra Kubat Çavuş’a sokuldu:
“Asaletmeap,” dedi, “size bir sürpriz hazırladık.”
Ve onun sormasına meydan vermeden eliyle salonun en uzak köşesini gösterdi.
“İki Türk misafirimiz daha var. Umarım ki, Venedik’te ve Duçeler Sarayı’nda iki hemşeri görmek, ana dilinizi duymak hoşunuza gidecektir.”
Kubat Çavuş, haber verilen bu inceliğin değerini geniş bir gülümsemeyle Duçe’ye hissettirdikten sonra, başını çevirdi.
“Bir değil,” dedi, “iki, hatta üç sürpriz. Çünkü davet ettiğiniz adamlar gelişigüzel birer Türk olsaydı, yine memnun olacaktım. Halbuki onlar bizim yurdumuzda adları masallara geçmiş babayiğitlerdir, çok ünlü denizcilerdir. Birine Deli Cafer, birine Kara Kadı derler. Akdeniz’in dalgaları da balıkları da onları tanır. Kendilerini önüme çıkarmakla iki sürpriz birden yapmış oluyorsunuz. Çok teşekkür ederim.”
Merakını yenemeyen Duçe sordu.
“Üç sürpriz var diye buyurmuştunuz?”
Kubat Çavuş, iki Türk denizcisinin oturduğu köşeye doğru elini uzattı.
“Bizim kurtların,” dedi, “yanındaki kuzuyu kastediyorum. Kurt kucağında kuzu görmek de önemli bir sürpriz değil midir?”
Küçük Bafo’yu gösteriyordu. Elçinin bu körpe güzelliğe daha uzaktan numara verişi, ilgi gösterişi, Duçe’yi sevindirdiğinden hemen anlatmaya koyuldu.
“Korfu adasındaki valimizin kızıdır, iki üç güne kadar babasının yanına gidecektir.”
Ve sesini son derece hafifleterek ekledi.
“Ben bu güzel kızın İstanbul’u görmesini, Türk hayatına alışmasını isterim. Hatta babasını balyozlukla İstanbul’a göndermeyi de tasarlamıştım. Lakin yaptığım teklife garip bir cevap verdiğinden fikrimde ısrar edemedim.”
Salonun ortasında durmuş ve kulağına fısıldar gibi konuşan Duçe’yi dinlemeye koyulmuş olan Kubat Çavuş bu bahse büyük bir ilgi gösterdi ve sordu.
“Korfu valisinin garip bulduğunuz cevabını eğer bir sakıncası yoksa öğrenebilir miyim?”
“Sizi başka elçilerle bir tutmuyoruz, dost ve kardeş tanıyoruz. Onun için söyleyebilirim. Korfu valisi Sinyor Leonar dö Bafo, Osmanlı İmparatorluğu üzerinde Portekizli bir Yahudi’ nin etkili olduğunu duymuş, balyozlukta o Yahudi ile temas etmek zorunda kalırsa üzüleceğini hesaplamış. İşte şu güzel kıza nefis bir doğu seyahati yapma fırsatını kaçırtan sebep!”
Kubat Çavuş cevap vermedi, yürüdü, kendilerine kılavuzluk eden baş teşrifatçının eşliğiyle ilerledi. Deli Cafer ve Kara Kadı’nın bulunduğu köşedeki özel yere kadar geldi. Denizci Türkler ayağa kalkmış ve bir ellerini bıçaklarının kabzasına koyarak elçiyi güler yüzle karşılamıştı. Kubat, her iki Türk’ün ayrı ayrı ellerini öptü. “Sizi burada görmek ne mutluluk verici,” diyerek sevincini açığa vurdu ve onları resmi surette Duçe’ye, Duçe’yi de onlara tanıttıktan sonra Bafo’ya yaklaştı.
“Dikenle,” dedi, “gül arasında tabiat bir yakınlık yaratmıştır. Bu halden cesaret alarak size sokuluyorum. Sizi çok nefis bulduğumu söylememe izin verir misiniz?”
Kara Kadı gülümseyerek söze karıştı.
“Bizi istersen şahit göster. Hem kalbimizi hem kalıbımızı basarak bu küçük hanımın yeryüzünde eşsiz bir güzel olduğuna şahitlik ederiz.”
Bafo, yarım saat önce Deli Cafer’le Kara Kadı’ya yaptığı gibi bu sefer de Kubat Çavuş’un önünde diz kırdı, şuh bir reverans yaptı.
“Cariyenizim,” dedi, “iltifatınızdan iftihar duyuyorum!”
Şimdi kurtlar üçleşmiş ve Duçe, bu üç kurdun tek bir kuzuya gösterdiği derin sevgiyi dengede tutma derdine düşmüştü. O, kendine çetin görünen bu işi nasıl başaracağını düşünürken, Kubat Çavuş “Davetlilerinizi tanıyalım,” dedi. Böylece tanıma ve tanıtma töreni başladı. Salonda bulunan erkekler ve kadınlar, uzak veya yakın birer ilgiden yararlanarak çiftler halinde Kubat Çavuş’un önünden geçiyordu. Baş teşrifatçı her çifti kısaca elçiye tanıtıyor ve salondakilerin göz bebeklerinde kalan yadigar, Kubat Çavuş’un küçük bir tebessümü oluyordu. Bununla beraber o, Venedik asilzadelerinden bir kısmının ismine aşina çıkmaktan geri kalmıyordu. Mesela Antuvan Grimani, Mark Antuvan, Jerom Pesaro gibi isimlerle kendine tanıtılan kimselerin zamanında yapılmış savaşlarda, Türklere karşı silah kullanan kumandanların yanında olduğunu hatırlıyor ve o gibilerle bir iki kelime konuşuyordu.
Bu tören bittikten ve biraz daha konuşulduktan sonra yemek odasına gidildi. Başköşe Duçe tarafından elçiye bırakılmıştı. Elçi de burayı Kara Kadı’ya verdiğinden bütün program alt üst oldu. Lakin küçük Bafo, uzun süren karışıklığa rağmen iki denizcinin arasından çıkmadı. Onun sağında Kara Kadı, solunda Deli Cafer, karşısında da Kubat Çavuş oturuyordu.
Sofralar bir değil, birkaç taneydi. Fakat Doğu usulüne göre baş sofra demek olan elçi sofrasına kadınların en güzelleri oturtulmuştu. Bu şekilde midelerden çok gönüllere ziyafet çekilmiş ve damaklardan çok ruhlar doyurulmuş oluyordu. Farklı tip ve çapta güzelliklerden sofraya dökülen renk ve ışık gerçekten sarhoş edici bir hava ve sahne yaratıyordu. Duçe bu havanın ve bu sahnenin etkisini çoğaltmak için şarap sürahilerini ve billur bazuları harekete geçirme konusunda acele ettiğinden sofradaki soylu hava yavaş yavaş bulutlanmak üzereydi.
Şimdi her kadın, görgü kurallarını ve kadınlık gururlarını ayakaltına alarak elçiye ve iki tacir Türk’e şarap sunma kaygısına düşmüştü. Bu acele yüzünden kargaşa çıkmıştı. Boy boy ve renk renk kolların uzanıp çekilmesinden, birleşip çözülmesinden yumuşak ve hoş kokulu bir anarşi meydana geliyordu. Her Türk’ün ağzına üç beş yalvaran gülümseme ve üç beş kadeh birden uzanıyordu.
İşte bu neşeli haylar huylar arasında Kubat Çavuş, sofradan bir ara geri çekildi.
“Hanımlar,” dedi, “boş yere yoruluyorsunuz, beni de üzüntü içinde bırakıyorsunuz. Her elçi, ne kadar büyük yetki sahibi olursa olsun, eninde sonunda bir emir kuludur. Ben de yüce efendimin iradesine, fermanına göre hareket etmeye mecburum. Benim yüce, ulu Padişahım Venedik’te bulunduğum müddetçe, kendi özel hazinelerinden verilen altın tası kullanmamı emir buyurmuşlardır. Başta Duçe hazretleri olmak üzere hepiniz bilirsiniz ki, Sultan Fatih devrinden beri Venedik’e gelen Türk elçileri hep bu tasla su, şerbet ve şarap içmiştir. Aynı şeyi yapmam istendiğinden güzel ellerinizle sunduğunuz kadehleri kabul edemedim, üzüldüm. İzin verirseniz o ziyanları telafi edeyim.”
Ve belindeki sahtiyan kutulardan birini açtı, yarım kilo şarap alabilecek büyüklükte görünen altın bir tas çıkardı. Bafo’ya uzattı.
“Lütfen doldurunuz!”
Altın kitaba Bafo adının yazılması olasılığını düşünerek hep birden kıskançlığa kapılan öbür kadınlar, başka yoldan aynı hedefe yürümek düşüncesiyle teker teker veya çifter çifter yerlerinden fırlıyordu. Bir kısmını içtikleri kadehlerini Deli Cafer’e, Kara Kadı’ya sunuyorlardı. Onlar zaten naz etmiyor, niyaz da ettirmiyordu. Her sunulan kadehi tek bir damla bırakmadan içiyorlardı. Fakat Kubat Çavuş’la Duçe dışında, sofra halkı çakır keyif kesildikleri halde, bu çok yaşamış ama genç kalmış Türklerde küçük bir değişiklik görülmüyordu.
Fakat neşeliydiler, boyuna Bafo’yla şakalaşıyor ve onu kahkahayla güldürüyorlardı. Elçinin altın tası güzel kıza uzattığını görünce el çırptılar, bir ağızdan takıldılar.
“Kubat Çavuş kanatlanmak istiyor, kanadı da küçük hanımın elinde arıyor.”
Fakat elçi bu şakaya cevap vermedi, Bafo’nun doldurduğu tası bir çırpıda boşalttıktan sonra başka bir kadına uzattı ve gelen doluyu bitirir bitirmez üçüncü bir madamdan kendisine şarap vermesini istedi. Kubat Çavuş altın kadehi sıra ile her kadına doldurtarak içiyordu. Bu çılgın hareketin sonu şüphe yok ki tavuskuyruğuyla karışık iğrenç bir sızış olacaktı. Fakat kadınların sevine sevine, Duçe’nin düşüne düşüne, Deli Cafer’le Kara Kadı’nın da üzüle üzüle beklediği bu sonuç gerçekleşmedi. Kubat Çavuş ağırbaşlılığından bir zerre dahi kaybetmedi, yalnız yüzünü ekşitti, altın tası bir havlu ile güzelce kurutup kutusuna soktuktan sonra iskemlesini sofradan biraz daha uzaklaştırdı.
“Biz Türkler,” dedi, “bir çanak ayranın hatırını kırk yıl tanırız. Şu halde benim Duçe hazretlerinden, Senatörlerden, danışmanlardan ve hele madamlardan gördüğüm ikramı ömrüm oldukça unutmama imkan yoktur. Her fırsatta Venediklilerin kibarlığını söylemekten ve Venedik hükümetine elimden gelen yardımları yapmaktan geri kalmayacağım. Fakat biz Türkler, doğru özlü ve doğru sözlüyüz aynı zamanda. İçimiz neyse dışımız da odur. Düşündüğümüzü saklamayız, açığa vururuz. Onun için yine başta Duçe hazretleri olmak üzere özel danışmanlara, Senatörlere ve iltifatlarını görmekte olduğum güzel madamlara küçük bir öğüt vermek isterim.”
Öbür sofradaki erkekler ve kadınlar da sıra sıra gelmişler, baş sofra etrafında heyecandan titreyen bir halka oluşturmuştu. Kubat Çavuş, kısa bir süre düşündükten sonra sözüne devam etti.
“Yüce efendimin ahırında birkaç bin at, bahçesinde üç beş bin it bulunduğu gibi çeşit çeşit hizmetlerini görmek için beslenen sayısız uşakları da vardır. O atların, o itlerin yüce efendime bir fikir aşılamaları, haşa ve haşa yol göstermeleri nasıl akla gelmezse, o uşaklardan herhangi birinin Padişahımıza akıl öğretmesini akla getirmemek gerekir. Yerin göğe ışık saldığı görülmüş şey midir? Kulun da mevlasına fikir vermesi mümkün değildir. Halbuki Venedik’te garip garip söylentiler dolaşıyor. Güya Don Mikez adlı bir Yahudi uşak, yüce efendimin aklına girmiş ve Padişahı Venedik’e karşı kışkırtmaktaymış.
Birden sesini yükseltti.
“Bunlar yalan, tamamen yalandır. Şimdilerde Jozef Nasi denilen Don Mikez’i tanırım. Bir at uşağı, bir seyis neyse, o da yüce efendimin hizmetkarları arasında öyledir. Devlet işlerinde yol göstermek onun değil, eğer sağ olsa Musa peygamberin bile haddi değildir. Zaten Venedik’le aramızda bugün bir tatsızlık da yok. Zanta için beş yüz, Kıbrıs için sekiz bin duka vergi veriyorsunuz. Arnavutluk gibi, Dalmaçya’daki sınırlarımıza da saygı gösteriyorsunuz. Balyozlarınız nazik adamlar. Nabza göre şerbet vermeyi biliyorlar. Yüce efendim size neden incinsin, neden kızsın? Jozef Nasi’yi Kıbrıs’a kral mı yapacağız? Rodos gibi, Sakız gibi Kıbrıs’tan hiç de aşağı olmayan adalara kral koymadık da, bizim olmayan Kıbrıs için mi kral seçeceğiz? Böyle sözlerin konuşulması çirkin, yayılıp duyulması da tehlikelidir. Aslanla şakalaşılmaz. Bunu da unutmamalıyız.”
Kubat Çavuş, Osmanlı Sarayı’nda dönüp dolaşan dedikoduları Venediklilerin omzuna yüklemeyi başarıyor, aynı zamanda o davette bulunan kadınlara verilen görevi de anlamsız kılıyordu. Zeki Çavuş, Duçe’den en küçük rütbeli Venedikliye, Bafo’dan en çirkin kadına kadar herkesin bu Don Mikez işiyle ilgili olduğunu, kendisini tuzağa düşürüp söyletmek istediğini kavramıştı. İçki sofrasında sinirlenerek bir veya birkaç kadının kalbini kırmamak için meseleyi kökünden söküp atmak istiyordu.
Bu açık sözler, Don Mikez hikayesi üzerinde ısrarı anlamsızlaştırmakla beraber altın kitaba girme ümitlerini de silip süpürdüğünden kadınlardan bir kısmı neşesini yitirmişti. Fakat Venedik milli hazinesindeki altın kitaptan daha değerli olan bir diğer kitapta, elçi Kubat Çavuş’un yüreğinde bir satır, bir cümle, hatta bir kelime veya bir nokta olmak hevesine kapılan madamlar, Don Mikez işinin bu şekilde sonuçlanmasından özellikle memnun olmuştu. Çünkü hükümet hesabına değil, kendi hesaplarına hareket etmek ve heybetli elçiden bir hatıra almaya çalışmak imkanına kavuşmuş oluyorlardı.
Fakat Kubat Çavuş, dizginleri elinde tutuyordu. Kimseye hamle fırsatı vermiyordu. Nitekim siyasi nutkunu bitirdikten sonra şu veya bu taraftan karşılık verilmesine veya bir teklifte bulunulmasına da imkan bırakmadı. Yüzünü Deli Cafer’e çevirdi.
“Emmi,” dedi, “izin verirsen bir ricada bulunacağım.”
Ve onun, tavrını bozmadan “Söyle evlat,” demesi üzerine şu dileği ileri sürdü.
“Rahmetli Turgut Reis’le Cerbe çemberinden nasıl kurtulmuştunuz? Zahmete katlanıp hikaye edersen bu hanımlar, bu efendiler sayende, tatlı bir kıssa dinlemiş olur.”
Deli Cafer naz etmedi. Fakat gurura da kapılmadı. Sanki herkesin elinden gelir bir işten bahsediyormuş gibi gösterişsiz bir şekilde ünlü Cebre kahramanlığını anlattı. Bilindiği üzere bu öykü, Türk denizcilik tarihinde, hatta bütün dünya denizciliği tarihinde bir örneği daha olmayan olaylardandır, bir deha hamlesidir ve şu suretle gerçekleşmiştir.
Turgut Reis henüz korsanlık hayatı yaşarken Tunus civarındaki Mehdiye Limanı’nı ele geçirmişti. Oradan İspanya, Sicilya ve Napoli sahillerini tehdit ediyordu. İmparator Şarlken, kendini krallar kralı sanarak tam anlamıyla el kıran ve baş koparan kesilip koca Akdeniz’i avcunun içine alan bu meşhur Türk’ü o limandan çıkarmak istedi, uzun hazırlıklar yaptı ve bütün Hıristiyan aleminin güneşi sayılan Anderya Dorya kumandasında bir donanma yollayarak Mehdiye’yi ansızın kuşattı.
Turgut Reis o sırada İspanya sahillerinden vergi topluyordu. Baleara Adaları’na da aynı salgını tattırarak Mehdiye’ye döndüğü zaman şehrin ve limanın ateşten bir çember içine alındığını gördü, Cerbe adasına çekildi.
Oradan sık sık Tunus kıyılarına geliyor, dört yüz gemiden oluşan bir filo ile on binlerce kişiden oluşan bir kara ordusuna haftalardan beri kapılarını kapalı tutan Mehdiye’ye yardım etmeye çalışıyordu. Bu küçük şehir, o büyük düşman kuvvetlerine karşı tam beş ay göğüs gerdi, her şehide bedel en azından yirmi İspanyol askeri feda ettirdikten sonra bir yığın toprak halinde İmparator Şarlken ordusuna teslim oldu.
Şimdi sıra Turgut’la boy ölçüşmeye gelmişti. Amiral An-derya Dorya, sayısı yüzleri aşan donanmasını Cerbe Adasına umulmaz bir günde götürdü. Meşhur korsanı kırk yedi gemilik filosuyla orada bastırdı. Hesap, mantık, akıl, muhakeme ve her şey Turgut Reis’in orada ya yanıp kül olmasını yahut An-derya Dorya’ya boyun eğmesini zorunlu kılıyordu. Savaşa girişmek düpedüz delilikti ve bu delilikten hayırlı bir sonuç çıkmasına asla imkan yoktu. Fakat Türk’ün gücü, imkansızı mümkün kılmaktaydı ve o gücün harekete geçtiği yerlerde alevin yakma, suyun boğma, kasırganın yıkma özelliğini kaybettiği çok görülmüştü. Onun için Anderya Dorya’nın limana doğru sürmek istediği gemilere Turgut tarafından yol verilmedi, karaya çıkarılan bataryaların isabetli ateşiyle filo açıklara sürüldü.
Bununla beraber tehlike, dört yüz savaş gemisi halinde, Cerbe Limanı’nı göz hapsine almıştı. Bugün değilse yarın, olmadı öbür gün bu büyük filo o küçük adayı çıra gibi mutlaka tutuşturacak, alev alev yakacaktı. Bu durumda Turgut Reis’le arkadaşlarına ve gemilerine nasip olacak akıbetse, o çıra yangını içinde tutuşup mahvolmaktan başka bir şey olamazdı.
Amiral Anderya, bu düşüncedeydi. Ona yoldaşlık eden kara askeri kumandanı General Toledo bu düşüncedeydi. Ayrı bir bölüğün başındaki Sicilya Hıdivi Vega bu düşüncedeydi. Minimini bir şehri Türk korsanının elinden -fakat o korsanın bulunmadığı bir günde- almak şerefine ortak olmak hırsıyla Mehdiye önlerine alay alay asker getirmiş olan eski Rodos şövalyeleri bu düşüncedeydi. Hatta milli İspanya kahramanlarından Lui Vargas -bir Türk kurşunuyla vurulup ölmeden önce- bu düşüncedeydi.
Belki Cerbeliler de bu düşüncedeydi. Fakat başta Turgut Reis olmak üzere Türkler başka bir iman besliyordu. Anderya Dorya’ya yenilmeyeceklerinden şüphe etmiyorlardı. İşte bu iman onları hep birden harekete geçirdi ve tarihin eşini kaydetmediği bir hamleyle o tuzaktan kurtulmak imkanını kendilerine verdi.
Hamlenin şerefi, şüphe yok ki, Turgut’a aittir. Lakin arkadaşlarının da o şerefte büyük payı vardır. Çünkü düşünen başa, yapan el yardım etmezse, düşünülen şey, genellikle bir hayalden ibaret kalır. Cerbe’de de Turgut Reis, bütün filonun, düşman ateşine açık duran limandan kaldırılıp adanın öbür tarafına, düşman donanmasına görünmeyen yönüne götürülmesini düşündü ve bütün reisler, kaptanlar, leventler bu fikri tartışmasız kabul ederek uygulamak için ortaya atıldı.
Fatih’in İstanbul’u kuşatması sırasında Türk Donanması’nı karadan yürüterek Haliç’e indirdiğini biliyoruz. Turgut da aynı işi Cerbe’de yapmış gibi görünse de her iki büyük Türk’ ün bu hamlelere giriştikleri sırada bağlı bulundukları şartlar göz önüne getirilirse, Turgut’un kazandığı şerefin daha büyük olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü Fatih Sultan Mehmet’in yapmak istediği işe engel olacak bir kuvvet yoktu. Ve emri altında on binlerce insan bulunuyordu. Halbuki Turgut, korkunç ve hemen hemen hücuma hazır bir donanmanın tehdidi altındaydı, silah arkadaşlarından başka da yardımcısı yoktu.
Öyleyken bu yaman işi yapmaya girişti. Bataryaları sık sık işleterek düşmanın gözünü oyaladığı sırada Türk filosunun bulunduğu limandan adanın öbür yakasına kalın tahtalardan geniş bir yol döşetti, bu tahtaları, üstlerine yağlı bir madde döktürmek suretiyle kayganlıklaştırdıktan sonra gemileri tekerlekler üzerine aldırarak geceleyin yürüttü, serbest bir limana indirdi ve hemen yelkenleri şişirtip enginlere açıldı.
O esnada Turgut Reis’in bütün filosuyla Anderya Dorya’ya teslim oluşunu seyretmek üzere Sicilya’dan birkaç yüz asilzade geliyordu. Turgut, denize açılır açılmaz onları taşıyan büyük gemiye rastladı ve bir kuru sıkı topla gemiyi durdurarak zapt, içindekileri de esir etti. Anderya Dorya, bu işler olup biterken Cerbe Limanı önünde Turgut’a nasıl davranmaları gerektiğini kararlaştırmak üzere meclisler kurup dağıtmakla meşguldü.
Bu kahramanlık öyküsü Deli Cafer’in ağzında sadeliğin verdiği bir yücelik kazanıyordu. Mesela onun tahtadan yol döşenmesini tarif ederken olayı basit göstermeye özenişi dinleyenler üzerinde ters etki yapıyor ve o yol ziyafet salonunda binlerce amelenin alın teriyle ve yorulmuş adaleleriyle döşeniyormuş gibi herkesi hülyalı bir hayret sarıyordu. Hele kadınlar, büyülenmiş sanılacak kadar kendilerini kaybetmişti. Fakat bu şaşkınlığın onları hüzünlendirdiği de anlaşılıyordu. Başka türlü nasıl olabilirdi ki? Karadan filolar yürüten Türkler, gökten yere inmiş veya denizlerin dibinden fırlayıp şuraya buraya dağılmış kimseler değildi. Her millet gibi onlar da bir babayla bir ananın ürünüydü. Lakin düşünce, duygu, cüret ve hareket bakımından kimseye benzemiyorlardı, tabiata hükmetmek için yaratılmış görünüyorlardı. İşte bu üstünlük, o öykünün anlatılması sırasında, her kadının idrakinde derece derece belirginleştiğinden topunu birden tatlı bir şaşkınlık sarmıştı. Koca koca harp gemilerini karada yürüten Türklerin bir kadın kalbini ne yükseklere ve ne derinliklere götürebileceğini o şaşkınlık arasında düşünmek için çabalayanlar ve bu düşüncenin hazzıyla yarı baygınlaşanlar da vardı.
Deli Cafer, işte bu derin hayret içinde sözünü bitirdi, yüzünü Bafo’ya çevirdi.
“Turgut Reis’in yanında o gün ben de vardım, Kara Kadı da vardı. Bir koyun sürüsünü suya götürür gibi şarkı söyleyerek gemileri yürütmüştük. Fakat kuvvet bizim değildi, Turgut’undu. Ona da bu güç aşktan geliyordu.”
Bafo, ruhları dalgınlaşan o topluluk içinde kendine ilk gelen oldu ve mahmur mahmur sordu:
“Turgut Reis aşık mıydı?”
“Evet, aşıktı.”
“Kime?”
“Savaşa.”
Bu kısa cevabın ne büyük bir hakikat taşıdığını aşkla, şevkle anlatmaya da girişecekti. Fakat Türk yiğitliğini, Türk kahramanlığını, Türk dehasını tek bir öykünün canlı çerçevesi içinde Venediklilere seyrettirmeyi siyaset bakımından doğru ve gerekli bularak Cerbe olayını Deli Cafer’e naklettirmiş olan elçi Kubat Çavuş araya girdi.
“Kara Kadı amca,” dedi, “senden de Nasuh ile Cafer ’in hikayelerini dinleyelim. Bir savaş hikayesinden sonra tatlı bir kıssa dinlemek sinir yatıştırır.”
Ve Duçe’ye hitap ederek nasıl bir konu seçtiğini açıkladı:
“Nasuh ile Cafer, Kara Kadı amcanın cüceleridir. Ne Osmanoğulları sarayında ne Çini maçinde ne de bir başka yerde onlardan daha küçük boylu insan vardır. Rahmetli Sultan Süleyman bu minimini yaratıkları haber alınca, kendilerinin değil, sahibi olan Kara Kadı’nın ağırlığınca altın verip onları sarayına almak istedi. Fakat o sırada bu emmiler devlet hizmetini bırakıp savuşmuştu. İzlerini bulmak, cüceleri almak mümkün olmadı.
Kara Kadı’ya bakarak sustu. O da bu bakıştaki arzuyu anlayarak anlatmaya koyuldu.
“Nasuh’la Cafer bir boydadır, bir çaptadır. Teraziye koyuşumda ağırlıkları bir gelir. Ne yarım dirhem aşağı ne yarım dirhem yukarı. İkiz olmadıkları, hatta bir memleket halkından bulunmadıkları halde birbirlerine denk olmaları, yüzce de benzer görünmeleri şaşılacak bir şeydir. Ben her ikisini birlikte terbiye ettim, okuttum, yetiştirdim. Şimdi Nasuh kaç dil bilirse, Cafer de o kadar dil bilir. Cafer ata ne kadar iyi binerse, Nasuh da o kadar güzel at kullanır. Nişancılıkta, cirit oyununda, yüzmede, gemi kullanmada ikisi de birinci sınıf ustalardandır. Fakat biri öbüründen üstün değildir. Zavallıların beceremedikleri tek bir sanat var. Pehlivanlık! Cüsseleri uygun olmadığından o sanatta yaya kaldılar.”
Herkes bu uzun övgüleri alık alık ve ağızları açık dinlerken Bafo sordu.
“Cücelerinizin boyları ne kadar?”
“Benim elimin ölçüsüyle üç karış!”
Bafo’nun gözü Kara Kadı’nın kalın ve kuvvetli eline kaydı. Koca koca gemileri birer kuzu uysallığıyla karada yürüten bu elin sandığı kadar uzun olmadığını gördü.
“Benim elimle,” dedi, “beş karış demek. Çok küçük şeyler. Nerede buldunuz bunları?”
Kubat Çavuş müdahale etti:
“Nerede bulduğunu öğrenmekten bir şey çıkmaz. Şimdi nerede bulunduklarını sorunuz ki, talihiniz varsa kendilerini görebilesiniz.”
Kara Kadı, derin derin Bafo’nun yüzüne baktı ve ağır ağır cevap verdi:
“Cücelerim gemidedir, gemi de biliyorsunuz, Venedik Limanı’ndadır. İsteyen gelir, cücelerimi görür, kendileriyle konuşur.”
Bafo, içini çekti.
“Yarın,” dedi, “yorgunum. Öbür gün hazırlıklarımı tamamlamaya mecburum, daha öbür gün yolcuyum.”
Deli Cafer de Kara Kadı da heyecanla sordular.
“Ay yolculuk mu var? Nereye?”
“Korfu’ya. Babamın yanına gidiyoruz. İki gün sonra Venedik’ten ayrılacağız.”
Elçi Kubat Çavuş’un kaşlarını bir an için çatan heyecanlı tavırlarının anlamsızlığını, daha doğrusu yersizliğini anlamış olan deniz kurtları, soğukkanlılıklarını ele almıştı. Bafo’nun yolculuğunu sebep göstererek, onun ağzı laf yapan, cambaz, sihirbaz cüceleri görmekten korktuğu için Korfu’ya kadar kaçmaya hazırlandığını söyleyerek şakalaşıyorlardı. Kubat Çavuş bir müddet bu şakalaşmayı dinledi, sonra kendi de şaka yapıyormuş gibi görünerek sohbete başka bir yön verdi.
“Sevgili amcalarım,” diyordu, “küçük hanım bilinmez ve bulunmaz bir yere gitmiyor ki. Korfu, hepimizin bildiği bir yer. Otuz yıl önce, Venedikli dostlarımızla orada küçük bir güreş de yapmıştık, kazanan ve kaybeden belli olmadan ayrılmıştık. Siz, dilediğiniz zaman adaya gider, küçük hanıma cücelerinizi gösterebilirsiniz.”
Ve sonra kafataslarının içine, yüreklerin en gizli köşelerine bakar gibi görünen kudretli gözlerini Bafo’nun tatlı yüzüne dikti.
“Ben,” dedi, “Duçe cenaplarına rica edeyim, siz de babanızı balyozluğu kabul etmesi için kandırınız, Korfu’dan İstanbul’a gidiniz. Orada savaş filolarını koyun sürüsü gibi ıslık çala çala yürüten şu babayiğitlerin binlercesine, hikayelerini dinlerken ağzınızın sulandığı cücelerin daha mükemmellerine ve her şeyin en iyisine rastlayacaksınız. İstanbul, Türk olalı beri, Tanrı’nın beğendiği yerlerden biri olmuştur. Orada şimdi hava, biraz cennet kokusu taşır. Su, enikonu kevserleşir. Güneşse bütün İstanbulluları örten kızıl ipekten işlenmiş bir mantoyu andırır. Bu manto, büyülü olduğu için yazın serinlik, kışın sıcaklık hissettirir ve hiçbir mevsimde üşütmez, terletmez. Ya mehtap çıktığında? Sizi inandırmak için dinime yemin ederek söylüyorum, İstanbul’un her mehtabı hemen hemen sizin kadar güzeldir.”
Bafo “Ne güzel yalan söylüyorsunuz elçi bey!” diye kahkahayı koparırken, Kubat Çavuş etrafındakileri telaşa düşürecek derecede ciddileşti.
“Dinime,” dedi, “yemin ettiğimi söylediğime göre, sözüme inanmanız gerekir. Siz, buraların mehtapları kadar değil, İstanbul’un akıllar alan, yürekler hoplatan mehtapları kadar güzelsiniz. Öğüdümü kabul eder de İstanbul’a giderseniz her ay beş altı gün göğe asılan o nurdan aynada kendinizi görebilirsiniz.”
Bunlar, bu sözler Bafo’nun zihninde silinmez izler bırakıyor ve duygularını harekete geçiriyordu. Deli Cafer, Kara Kadı ve Kubat Çavuş efsunlu bir üçgen gibi zihninde hep birden yer almıştı ve o zihin, cazip olduğu kadar garip ve garip bulunduğu kadar da cazip olan bu üçgenin incitmeyen ağırlığı altında tatlı tatlı sallanıp duruyordu.
Türkleri, toy kalbinin bütün temizliğiyle artık güzel ve yüksek buluyordu. Türklüğe karşı eşsiz bir zümrüt, eşsiz bir inci için duyulan çekime benzer bir yakınlık hissediyordu.
Bu hızlı kapılışta, aralarına düştüğü üç Türk’ün vücutlarının güzelliğiyle terbiyelerinin mükemmelliği ve yaklaşımlarındaki gösterişsiz zarafetin etkisi büyüktü. Onu kısa sürede Türk’e aşık eden şeylerden biri de ziyafet salonunda toplanan hemşerileriyle o üç Türk arasındaki yaratılış farkıydı. Bafo, o güne kadar, bir Duçe başını bir Duçe Sarayı kadar muhteşem görüyordu. Bir senatör, bir özel danışman onun gözünde yarı ilahlaşmış şahsiyetlerdi. Fakat bu gece, o görüş, o inanış temelinden değişivermişti. Çünkü Sen Marko Meydanı’nda arşınla kumaş satan ve korsanlıktan gelme olduklarını söylemekten çekinmeyen Deli Cafer’le Kara Kadı’nın onlarla aynı hamurdan yaratıldığı anlaşılan Kubat Çavuş’un Venedik devlet adamlarını her bakımdan solda sıfır bıraktığını gözüyle, şuuruyla, kalbiyle görmüştü.
Türkler, Duçe’nin ağırlığına bakarak, Senatörlerin çalımını pabuçlarına çiğneterek, özel danışmanları uşağa çevirerek yürüyor ve onlarla konuşurken aslanların tavşanlara birkaç mırıltı ikram etmesini andıran bir ağız kullanıyordu.
İşte bu gözlem, genç kızın zihninde garip bir değişiklik, düşüncelerinde yaman bir yıkılışa o sebep olmuştu. Önceden korkunç olduklarını düşündüğü Türkler, şimdi ona başları yıldızların kucağına yaslanmış dağlar kadar yüce görünüyordu. Bu dağlarda çimenin, çiçeğin, rengin ve ıtırın en güzeli vardı ve onların eteğinde dolaşmak bile insana mutlu bir sarhoşluk veriyordu.
Bafo, Türk cazibesine kapılmanın benliğinde uyandırdığı kargaşa içinde gemileri karada yürüten kahramanlarla bin Venediklinin toptan beceremeyecekleri işleri bir karış boylarıyla başarıveren cüceleri de sık sık düşünmekten kendini alamıyordu. Henüz belirsiz, henüz renksiz ve silik olmakla beraber genç kızın içinde o kahramanların eliyle itilmek, yürütülmek, uçurulmak ve o cücelerin hünerleriyle hayretten hayrete düşürülmek için bir istek var gibiydi.
Bu duygulara sahip olan bir tek kendisi de değildi. Salonları dolduran renk renk kadınlar da aynı belirsiz çekimin, isteğin ve ihtiyacın hummasını yaşıyordu.
Bununla beraber Bafo, silkinip kendini toplamaktan geri kalmadı. Kubat Çavuş’a cevap verdi.
“İltifat ediyorsunuz, beni şımartıyorsunuz ekselans. Fakat anlıyorum ki, benim İstanbul’a gitmemi gerçekten istiyorsunuz. Bu arzunuz acaba benimle sık sık görüşme düşüncesinden mi doğuyor?”
Elçi litrelerle şarabın sersemletemediği gururlu başını şöyle bir kaldırdı. Sofranın etrafını saran kadınları birer birer gözden geçirdi.
“Türk ili dile alındığı zaman biz Türkler kendimizi unuturuz. Ben de memleketimin güzelliklerini saymak için çırpınırken kendimi düşünemezdim ve düşünmemiştim.”
“O halde ekselans?”
“Gerçek şudur. Biz Türkler, her şeyin en güzelini memleketimize uygun görürüz. Siz de kadın güzelliğinin en yüksek örneklerinden birisiniz. İstiyorum ki, yurdumuzun bir köşesi sizinle aydınlansın ve sizin ciğerlerinize bizim yurdun temiz havası girsin!”
Sonra anlamlı bakışlarla Deli Cafer’in, Kara Kadı’nın yüzüne baktı.
“Siz de,” dedi, “benim gibi düşünüyorsunuz, değil mi? Öyleyse, ulu Tanrı’nın şu güzel Bafo’yu Türk yurduna nasip etmesi için candan, yürekten dua edelim, sofradan da kalkalım!”
Kadınlardan, fazla sarhoş olanlar “Kıskandık ekselans. Bizi güzel bulmuyorsunuz, demek,” gibi sözlerle sarkıntılığa yeltenirken, Kubat Çavuş kalktı, Bafo’yu Deli Cafer’in koluna taktı, çakırkeyif madamlardan birini de Kara Kadı’ya yoldaş etti, kendisi Duçe’nin koluna girdi.
“Siz,” dedi, “yalnız dinlediniz, biz de boyuna konuştuk. Şimdi, vaziyetlerimiz değişecek. Dinleme nöbeti bize, konuşma sırası size gelecek!”
Duçe Jerom sevinç içindeydi. Çünkü Don Mikez’in Topkapı Sarayı’ndaki seyislerden farksız olduğunu öğrenmiş ve Korfu Valisi’nin İstanbul’a balyoz olarak gönderilmesi halinde birçok kazanç elde edileceğini de sezmişti. Bu büyük müjdeleri kendiliğinden vermiş olan elçi Kubat Çavuş’u memnun etmek için günlerce nutuklar sıralamaya razıydı. Halbuki ziyafet programı, kendisine böyle sıkılmasına imkan bırakmıyordu. Yemekten sonra müzik vardı. En şöhretli üstatlar, en kıymetli besteleri elçi bey şerefine söyleyecekti. Daha sonra komik ve trajik sahneler gösterilecekti. Arada dans edilecekti.
Duçe, bütün bunları elçi beye hatırlattı ve programın madde madde uygulanabilmesi için izin istedi. Kubat, kendi dolabını çevirmekle meşgul olduğundan bu ricaya ciddi bir ilgi göstermedi. Sadece hay hay deyip Kara Kadı ile gizli bir şeyler konuştu. İki Türk ana dilleriyle fakat dudak dudağa konuşuyordu. Kelimeleri yanı başlarındaki Deli Cafer’e bile duyurmaktan çekiniyorlardı. Garip olan nokta, Deli Cafer’in tek kelimesini duymadan aralarında konuştuklarını anlar gibi davranması ve ara sıra Kara Kadı’ya gözüyle, kaşıyla fikrini belli etmesiydi. Yetmişlik deniz kurdu, bunu yaparken, diz dize oturduğu güzel Bafo’ya bir şey sezdirmemeyi de başarıyor ve eski Türk düğünlerini anlatarak toy kızın zihnini kendi iradesi altında tutuyordu.
Program bu şekilde madde madde uygulandı. Elçi beyle hemşerilerini eğlendirmek için hiçbir zahmetten kaçılmamıştı. Bazı kadınların programa dahil olmayan numaraları ise gerçekten eğlenceliydi. Venedik hazinesinin altın kitabına adlarını yazdırma fırsatını kaçırmış olduklarını anlayan bu madamlar, şaraptan aldıkları ilham ve kuvvetle üç Türk’ten birinin özel hatıraları arasında yer almaya çalıştığı için programa bağlı oyunları geride bırakacak kadar etkileyici danslar yapıyordu. Akla ve hayale sığmaz sebepler icat ederek kendilerini elçinin, Deli Cafer’in ve Kara Kadı’nın kollarına atıyorlardı.
Onlar, ne bu kadınlara gönül düşürüyor ne de bu ilgiyle alay ediyorlardı. Sadece ağırbaşlı ve gururluydular. Düzinelerce kadın gözü, her çeşit sadakayı kabule hazır birer keşküle dönmüştü. Bu kadınların birçoğu, çeşit çeşit kelime oyunları yaparak aşk dilenciliğini açığa vurduğu halde elçi Kubat da denizci Türkler de temiz bir mermer kayıtsızlığı içinde kendi sohbetlerine devam ediyordu.
Saldırıya geçen kadınlar son hamlelerini dansa saklıyordu. Fakat Türkler, alafranga oyun bilmediklerini ileri sürerek dansa kalkmadıklarından o hamleler de ancak yüreklerde kaldı. Zaten vakit de ilerlemişti, tan yeri yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Kubat Çavuş bu vaziyette, yaralı gönüllere merhem sürme inceliğini gösterdi, belindeki kuşağa takılı kutulardan ikincisini açtı, önündeki masaya birçok küçük şişe saçtı.
“Hanımlar,” dedi, “bu şişelerde memleketimin en güzel kokularından birer parça vardır, gelin, yağma edin!”
Ve çığlıklarla bölünen bir anda şişelerin yağma edilmesi üzerine iki elini göğsüne kavuşturarak şöyle bir açıklama yaptı:
“Gevşek davranıp yahut beceriksizlik edip koku alamayanlar benim konakladığım eve gelebilirler, diledikleri kadar koku alırlar. Şimdilik bize izin.”
Duçe, basit bir karşılama memuru gibi yan yan yürüyerek elçi beye yol gösterme kaygısına düştüğü sırada Kubat Çavuş, Deli Cafer’le Kara Kadı’ya ve Bafo’ya döndü.
“Buyurun öne geçin. Bize düşen ardınızdan gelmektir. Fakat sizi ve bizi saatlerdir nur içinde yaşatan küçük hanıma da yine görüşelim demeyi unutmayalım. Hepimizin yolu ayrı ama ulu Tanrı’nın ne yapacağı bilinmez. Ben İstanbul’a gideyim derken İngiliz adalarına düşerim, siz Fas yoluna dümen kırmışken Kıbrıs’a düşersiniz. Matmazel de Korfu’ya giderken İstanbul’a düşebilir.
Bafo gülümsedi.
“Böyle bir yanlışlığın,” dedi, “başıma gelmesini dilerim ekselans!”
“Umarım Tanrı bu içten dileğinizi duyar küçük hanım!”
Duçe’yle Kubat, iki deniz kurdunu büyük kanalın bir köşesinde bekleyen kayıklarına kadar geçirip oradan geri döndü. Elçi, ertesi gece için kendilerini yemeğe davet etmek istemişti. Deli Cafer, İtalyanca af diledi ve iyi rüzgar eserse yola çıkrnak istediklerini söyledi. Duçe, pek çabuk değil mi, diye söze karışmış ve onların hiç olmazsa on gün daha Venedik’te kalmalarını ricaya koyulmuştu. Türkler kısa bir cevap ile o uzun yalvarışı kesti, kayığa atlayıp açıkta demirli duran gemilerine doğru yollandı.
Kürekte üç Türk denizcisi vardı, denize duyurmadan kayığı uçuruyorlardı. Onların pençelerinde kürekler, nazik bir kola dönmüştü, açılıp kapanırken okşadıkları sevgiliyi bir öpücük kadar bile incitmiyordu. Kara Kadı, büyük kanala serpilmiş gondolların arasından süzülüp çıktıktan sonra Deli Cafer’in omzuna bir yumruk indirdi.
“Kubat Çavuş’la,” dedi, “neler konuştuğumuzu biliyorsun, değil mi?”
“Duymadım ama anladım!”
“Verdiğimiz kararı beğendin mi?”
“Beğenmeğe beğendim, lakin ava kim sahip olacak?”
“Kubat’a kalırsa Hünkar. Bana kalırsa biz!”
Deli Cafer, bir süre düşündükten sonra sağ elini ağır ağır kaldırdı, arkadaşının omzuna koydu.
“Hayır,” dedi, “Kubat da yanlış düşünmüş, sen de. Allah nasip eder de avı yakalarsak Manisa’ya götürelim. Doğacak güneş, batmak üzere olan güneşten daha hayırlıdır. Batacak güneşin ışığındaki hastalık da cabası!”

2. BÖLÜM
Taht Yolu mu, Baht Yolu mu?
Galerya adı verilen savaş gemilerinden biri, denize düşmüş bir yüzgeç ve şişman bir güvercin gibi Adriyatik’ten cilveli bir yalpalayışla süzülüp güneye doğru iniyor. Deniz, sanki heyecanlı bir göğüs, kabarıp kabarıp duruyor, titiz ve hırçın değil. Şu Galerya’yı yavaş yavaş sallanan beşiğe benzetmemiş olsa sakin bile sanılacak. Bu zararsız oynaklık gemide bulunanlara da gülüp oynamak ihtiyacı aşılamış olmalı ki güverte düğün salonunu andırıyor. Gülen gülene, oynayan oynayana.
Bu neşenin müdürü kaptan gibi görünüyorsa da gönüllerin başka bir kaynağa bağlı ve fikirlerin başka bir mihraba takılı olduğu belli. Kaptan, tapınaklardaki resmi önder durumunda. Cemaatin onunla değil, yüceliği ve gücüne inandığı tanrıçayla ilgilendiği belli.
Orada, o savaş gemisi güvertesinde tanrıça Venedik’te tanıdığımız Bafo’dır. Tüccarlık ve siyaset bakımından kötü durumdaki cumhuriyetin en şöhretli kaptanlarından Venyeri Loredano’nun kumandası altındaki bu kıvrak gemi, Duçe’yle Senato‘nun önemli emirlerini Korfu’ya Kıbrıs’a ve Girit’e götürmek için yola çıkarılmıştır. Loredano, aynı zamanda, Sinyorita Agripin Bafo’yu babasına teslim etme görevini de üzerine almış. Fakat Cumhuriyet, kendisinden birçok siyasi hizmet beklediği Bafo’nun yolda bir aşk kazasına uğramasından yahut hastalanmasından korktuğu için yanına birbirini kıskanan ve birbirinin aleyhinde yıllardan beri dolap çeviren asil ailelere mensup iki de muhafız katmış. Bunlardan birinin adı Viktor Suranço, öbürününki Piyetro Kapitano’dur.
Her iki asilzade, dediğimiz gibi, birbirinin kanına susamış durumdadır. Gerçi görünüşte dostturlar, hatta kardeş sanılacak kadar samimidirler. Lakin siyaset yolunda biri öbürüne daima kuyu kazmak, pusu kurmak ister. Vatanla ilgili herhangi bir konuda -belki bir asırdan beri- Suranço ve Kapitano ailelerinin dil birliği, fikir birliği gösterdikleri görülmemiştir. Onlardan birinin ak dediğine öbürü mutlaka kara der. Yalnız bir noktada Suranço çocuklarıyla Kapitano ailesi üyelerinin birleştiği görülmüştür. O da Loredanolulara düşmanlık! Venedik Duçesi’yle özel danışmanları işte bu gerçeği göz önünde tutarak ve Bafo’yu herhangi bir kazadan korumayı amaçlayıp Korfu’ya gidecek savaş gemisine Loredano ailesinden bir kaptan seçmiş, onu kontrol için de yanına Surançolardan, Kapitanolardan birer asilzade tayin etmişti.
O devirde İtalya’nın ne yaman bir ahlaksızlık içinde bulunduğunu kavrayabilmek için meşhur Makyavel’in hikayemize rastlayan tarihten kırk yıl evvel öldüğünü ve onun siyasette yalancılığı, ikiyüzlülüğü, fitneciliği, arabozuculuğu tavsiye eden eserinin basılmasının ardından sadece otuz altı sene geçtiğini hatırlamak yeterlidir. Venedikliler başta olmak üzere bütün İtalyanlar o sırada Makyavel’e layık bir vatandaş olmaya çalışıyor ve İncil’i bir köşeye atıp bütün dikkatleriyle Makyavel’in Prens’ini okuyorlardı.
Bu ünlü ahlaksız adam, bilindiği üzere, gücü tek Tanrı olarak tanımış ve güçlenmek için her türlü kutsallığın inkar edilmesini uygun görmüştü. Onun mezhebinde aile bağlılığı, sözünde durma kaygısı, şeref ve haysiyet endişesi, vicdan düşüncesi yoktur. Siyasetin anlamı onun için başarılı olmaktan ibarettir ve bunu sağlamak için de her şeyin, yalancılıktan muhabbet tellallığına kadar her kepazeliğin yapılması yerindedir.
Fakat Makyavel, siyasette başarılı olma meselesini her şeyden ziyade ayrılıktan bekleyen bir diplomattır. Bundan dolayı öğrencilerine ve vatandaşlarına, “İlkin parçala, dağıt. Sonra ez, hakim ol,” demişti. Venedik Cumhuriyeti Makyavel’in adı sanı ortada yokken bu çeşit siyaseti takip etmekte ve bütün başarılarını da o siyasetteki becerisine borçluydu. Makyavel’in eserleri, birer ahlaksızlık incili gibi İtalya’nın her köşesine yayılınca dost devletlerin, komşu hükümetlerin idari ve toplumsal ahengini bin türlü entrikayla bozmak, o devletlerin halkını parti parti ayırarak boğaz boğaza getirmek için kullanılabilecek elleri bulmak daha kolaylaşmıştı. Venedik politikacıları bu kolaylıktan iç siyasette de yararlanmayı düşün- düklerinden Makyavelizm’in kendi aralarında da uygulamasına girişmişti. Mükemmel bir casus ağı kurarak ve asil aileleri birbirine düşman etmekten başlayarak öz yurtlarında yaman bir ayrılık, düşmanlık yaratmışlardı.
İşte asıl görevi güzel Bafo’yu Korfu’ya götürmekten ibaret bulunan şu savaş gemisinde birbirine düşman üç aileden birer kişinin bulunması da o düşmanlık siyaseti yüzündendi.
Fakat Duçe’yle Senato, Loredano’yu, Suranço’nun, onu Kapitano’nun ve Bafo’yu da her üçünün gözetimi altına koyarken tam bir Makyavelci gibi davrandığı için gemide kimsenin durumdan haberi yoktu. Ondan ötürü de gemidekilerin neşesi yerindeydi, asilzadeler ve gemi subayları, heyecanlı bir göğüs gibi kabarıp kabarıp inen mavi deniz üzerinde gülüyor, eğleniyordu.
Gemidekiler -garip bir tesadüf !– hep gençti. Kaptan Loredano henüz otuz yaşındaydı. Kıbrıs kumandanı Marko Antonio, Bragadino’ya Senato’nun gizli emirlerini bildirmeye memur olduğunu söyleyip duran Viktor Suranço Loredano’dan üç yaş küçüktü. Korfu’daki süvari kumandanı olarak atanmış Piyetro Kapitano ise her iki asilzadeden büyük olup otuz beş yaşlarında görünüyordu. Gemi subayları ortalama bir hesapla aynı yaşlarda bulunduğundan güvertedeki neşeyi garipsememek gerekirdi.
Lakin bir gerçeği de unutmamalı. Geminin kaptanı, topçubaşısı, silahçıların komutanı, dümencisi, hesap memuru, bunların yardımcıları, asaletmeap Viktor Suranço ve Piyetro Kapitano, aralarında Bafo bulunmasaydı yine böyle kahkahalar savurarak, çeşit çeşit oyunlar yaparak mı seyahatlerine devam edecekti? Kesinlikle hayır. Onları böyle harekete geçiren hep o yavrucağızın güzelliğinden yüreklere sızan, yayılan alevlerdi. Büyük ve küçük rütbe sahibi herkes ona yaranmak ve kendini beğendirmek istiyordu. Lakin kız, her yere ışığını saçarken hiçbir yerin kaygısını taşımayan güneş gibi onların hülyalarına karşı kayıtsızdı, oturduğu yerden gözlerini denize vererek derin derin düşünüyordu.
Bir dişi, otuz erkek! Bu bir kemik ve otuz köpek demekti. Fakat ortadaki nimetle o nimete midelerini açanlar arasında aklın hakim oluşu hırlama, boğaz boğaza gelme gibi durumların belirmesine engel oluyordu. Yani kemiğe herkes geviş getiriyor, fakat kimse pençe atamıyordu. İşte insanla hayvanı ayırt eden güçlerden biri de budur. İnsan, kalabalıkta veya kanunun baskısı altında ihtirasına hakim olur. Hayvan, böyle bir ihtiyatlılık gösteremez!
Bununla beraber kemiğe göz dikenler, yavaş yavaş ve derece derece şuurlarını da kaybetme durumuna gelmişti. Engin bir deniz, ılık bir hava, sınırsız bir gök, güzelliğin çekimini çoğaltmakta, kalbin direncini azaltmaktaydı. Tabiat denizin sesinde, göğün renginde, havanın ılıklığında hep aynı emri fısıldıyor, “Seviniz, sevişiniz,” diyor gibiydi. Kulağa değil, kalbe ve iradeye seslenen bu fısıltıyı duyup da heyecana gelmemek imkansızdı.
Lakin Bafo’nun kayıtsızlığı bütün bu heyecanları sersemletiyor, hedefsizleştiriyor, şuursuzlaştırıyordu. Bütün erkekler, o kayıtsızlığı yıkma gücünü nefsinde göremediğinden aptal aptal gülüp duruyordu. Ağlasalar, şüphe yok ki, daha iyi yapmış olacaklardı. Fakat birbirlerine gülünç olmamak için hep birden gülüyorlardı.
Bu durum, Bafo’nun kendini dinlemekten yorulmasına ve gözlerini sersemler kafilesine çevirerek her erkeği bir an bile olsa süzmesine kadar devam etti. Şimdi büyük, küçük bütün o avareler, keskin ışıktan örülme bir ağ içine düşmüş, üzerlerinden geçen bakışın ışığına sarılmıştı. Yeni bir sersemliğin sarhoşluğunu yaşıyorlardı.
Kaptan Loredano, en cesurları oldu ve yılışa yılışa Bafo’ya sokuldu.
“Otuz erkek,” dedi, “gözünüzü denizden çeviremedi. Çok dalgındınız, galiba Venedik’i düşünüyordunuz?”
Asil Suranço, Lerodano’yu kıskandı. Başka ağza girmek üzere bulunan kemiğe sokulmakta acele eden yaratıklar gibi hemen atıldı.
“Sinyoritanın,” dedi, “Korfu’yu düşündüğüne eminim. Çünkü gelecek geride değil, ileridedir. Gemi de bizi adım adım ileri götürüyor.”
Genç Kapitano da, bir şeyler söylemek ve hiç olmazsa hararetini hissettirmek istiyordu. Fakat Bafo, aptal kadınların yüreğinden başka yerde dalgalanma yaratamayacağını düşündüğü bu üç miskin heyecanı zarif bir dudak bükmeyle savuşturduktan sonra, yüzü denize çevrili, gerçek düşüncelerini onlara bildirdi.
“Ne düşündüğümü keşfedemediniz. Şu engin denize saatlerce kapanan bir hayal gücü, ne Venedik ne de Korfu üzerinde bu kadar uzun müddet oyalanabilir. Hele genç bir kızın şuurunu saatlerce esir eden konunun mutlaka deniz kadar engin olması gerekir. Venedik bu durumda bir parça köpük, Korfu da bir tutam su gibi kalır.”
Ve ortaya atacağı gerçeğin, o budalaları bir kat daha alıklaştırması için kelimelerin üstüne basa basa ekledi.
“Türkleri düşünüyordum!”
Kıza hayli sokulmuş üç asilzade gibi gerilerde kalan erkeklerin de yüzleri soldu, gözleri bulandı, enselerinden bir titreme geçti ve bütün başlar denize çevrildi. Her biri gözlerinin görme sınırı dışında Türk korsan gemilerinin dolaştığını kuruyor ve engin bir boşlukla uzanıp giden denize korka korka bakıyordu.
Ne ileride ne geride, ne sağda ne solda bir yelken, hatta bir gölge görünmesi öbürlerinden önce Loredano’yu cesaretlendirdi ve dillendirdi. Fakat asilzade kaptan, Bafo’nun Türkleri yücelten sözlerini, o ilk korku sırasında, unutuverdiğinden konuyu değiştirerek söze girişti:
“Sinyorita,” dedi, “bu nasıl söz? Karşınızda Loredanoların kanını taşıyan bir kaptan var. Hangi Türk korsanı, bir Cali Bey, olmak ister ve önüme çıkma alıklığını gösterir.”
Bafo, acır veya iğrenir gibi budala gencin yüzüne uzun uzun bakarken Kapitano, deminki suskunluğunun acısını merhemlemek istedi ve söze karıştı:
“Muhterem Loredano, dedesinin babası tarafından bir buçuk asır önce Gelibolu önlerinde kazanılan deniz zaferini hatırlatmak istiyor. İzin verirseniz ben de aynı yıllarda bir Kapitano’nun Osmanlıları Kesendire’den attığını, Kristo Polis Kalesi’ni onlardan aldığını size hatırlatmakla gurur duyacağım. Söylemeye gerek yoktur ki o Kapitano’nun asil kanı hiç bozulmadan bu kölenizin damarlarında dolaşıyor.”
Suranço, bir suçlu gibi kötü kötü düşünüyor ve öbür asilzadelerden cesur kan itibarıyla geri kalmaktan ürkerek işe yarar bir tarih hatırası bulmak için hafızasını yorup duruyordu.
Bafo da gözlerini ona dikmişti ve maskaralık yarışında bu sersemin nasıl davranacağını öğrenmek istiyordu. Suranço, işte bu alaycı bakış altında bir iki asır önceki Venedik tarihini hatırladı, dedelerinin o devirlerde neler yaptığı göz önüne getirebildi ve üç beş kere öksürdükten sonra budala mağrurlar kafilesine katılarak şu cevheri yumurtladı.
“Asil arkadaşlarıma son derece müteşekkirim. Çünkü dedelerini yüksek huzurunuzda anmakla beni de büyükbabam Civani Suranço’nun aziz hatıraları arasına sürüklediler, heyecanlandırdılar. Loredano da Kapitano da bilir ki, Gelibolu ve Kesendire zaferlerini kolaylaştıran büyükbabam olmuştur. Çünkü o, Venedik’ten kalkarak ve bin türlü güçlüğü yenerek Konya’ya kadar gitmiş, Karamanoğullarını, Osmanoğulları aleyhine ayaklandırmıştı.”
Bafo, yüzlerine tükürmek istediği bu şımarık gençlerin öyle davrandığı takdirde utanacağına kıvanç duyacağını sezdiğinden tükürüklerini ziyan etmedi. Lakin ölülerin kahramanlığını kendilerine mal etmeye çalışan budalalara edep ve anlayış dersi vermekten de kendini alamadı.
“Gelibolu nerede, Kesendire nerede, Konya nerede ve yüz elli yıl önce yurtlarına hizmet eden Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar nerede? Cüret, zeka, haysiyet, bilgi ve namus, para gibi, ev gibi, ad gibi soydan soptan miras kalsaydı, dünyada hiçbir değişiklik olmazdı. Ne yazık ki, Gelibolu önünde bir deniz savaşı kazanan Loredano’nun torunları henüz bir zafer kazanmamış, hatta savaşın yüzünü görme imkanını bulamamıştır. Kesendire kahramanının torunları da aynı durumdadır. Şu halde bir tarih satırını bütün bir ömür ve bütün bir aile, zerre zerre yemekten vazgeçmeli, mümkünse, o satıra birkaç kelime eklemeli.”
Bir an durdu, sonra yüzünü buruşturarak içindeki bulantıyı kelimelerle heriflerin yüzüne kustu:
“Dedelerinizi tanıyorum, Türklerin de nasıl insanlar olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Fakat siz, kendilerini ünlü sanan sıradan insanlarsınız. Mümkün olsa da kendileriyle övündüğünüz dedelerinizle yüz yüze gelseniz, onların kanını taşıdığınızı güç ispat edebilirsiniz. Onun için tarihi rahatsız etmeyelim, susalım.”
Asil olmayanlar yüreklerinde bir haz duyarak için için gülümsediler. Asalet gururuyla bir gemi güvertesinde tarihi hatıraları şahlandırmaya çalışan budalalarsa, sille yemiş gibi kızardı, sustu. Bafo’yu gücendirmemek kendilerince zeka borcu ve hülya gereği olduğundan şu ağır hakarete tahammül ediyorlardı. Önlerine bakıp dilsizleşiyorlardı. Zaten konunun tartışmaya dayanacak hali de yoktu. Bafo, kendilerinden belki daha asil bir ailenin çocuğuydu. O, geçmiş günlerle övünmenin ahmaklık olduğunu söyledikten sonra kendilerine ancak susmak düşerdi.
Bafo, Türklerin ismini andığı zaman saygı göstermeyen ve bu edepsizlikle de yetinmeyerek Türklerin ufak çaplı askeri talihsizliklerini dile getiren budalalara güzel bir ders verdiğinden dolayı memnun halde, sırtını onlara ve yüzünü denize çevirerek gülümsüyordu.
Yarım saat evvelki velveleyle şimdiki sessizlik garip bir tezat oluşturuyordu. O geniş güvertede sinek uçsa vızıltısı herkesin kulağına çarpabilirdi. Çünkü bütün erkekler ve onların iradesini topuğuna bağlamış olan Bafo susuyordu.
Koca gemiye enikonu ıssızlık havası dolduran bu suskunluk belki yarım, belki bir saat sürdü. Tayfalardan birinin alı al, moru mor bir durumda ansızın ortaya çıkıp ve kaptan Loredano’nun önüne gelip “Sinyor, sağımızda bir gemi var,” diye haber etmesi ortalığı telaşa vermeseydi, daha da sürecekti.
Fakat o beş kelime, beş gülle gibi ortalığı altüst etmiş, herkes elini siper yapıp gözünün bütün gücüyle denizi gözlemeye girişmiş ve çenelere bir gevezelik musallat olmuştu. Konuşmayan yoktu, dinleyen görünmüyordu. Yarım saat sonra geminin Türk bayrağı taşıdığı anlaşılınca durum büsbütün değişti, kaptandan en basit askere kadar bütün erkekleri korkuyla karışık bir heyecan sardı.
Gerçi Türklerle Venedikliler o sırada dosttu. Hatta bir Türk elçisi -bildiğimiz gibi- Venedik’te cumhurbaşkanının misafiriydi, tantanalı ziyafetlerle ağırlanıp duruyordu ve şu hale göre de “Türk bayrağı taşıyan bir gemiye uzaktan korka korka bakmak anlamsızdı. Lakin bütün Akdeniz’de dolaşan gemiciler, Türk korsanlarının Osmanlı İmparatorluğu ile Venedik Cumhuriyeti arasındaki barışa otuz yıldan beri uymadığını ve nerede Venedik gemisi görürlerse, köpürmüş, kabarmış bir hınç denizi gibi amansızlaştıklarını biliyordu.
Bunun sebebi, Venediklilerin iki namussuz hareketiydi. Türk korsanları Topkapı Sarayı tarafından ilan olunan barış ve affa rağmen o sefil hamleleri unutmuyordu. Venedik bayrağını Akdeniz’de dolaştırmamak azmini besliyorlardı. Korsanların hakkı da vardı. Çünkü Venedikliler 1536’da İskenderiyeli Genç Mürabit diye anılan meşhur bir Türk denizcisini, sebepsiz ve haksız pusuya düşürerek ölümcül bir şekilde yaralamıştı, kumanda ettiği bütün filoyu da zapt etmişti. Olayın çirkinliği, elli altmış gemiyle genç Mürabit’in yedi sekiz kadırgalık küçük filosuna hücum eden namerdin Venedik amirallerinden biri olmasından ve bu baskın yapılırken de Osmanlılarla Venediklilerin barış halinde bulunmasından ileri geliyordu.
Genç Mürabit, bire karşı on gemiyle pusu kurarak saldıran düşmana boyun eğmedi, her Türk’ün yapacağı şekilde hareket ederek savaşı, yani ölümü kabul etti. İlkin Amiral bayrağı taşıyan kendi gemisi, sonra iki kadırgası yandı, bin beş yüz Türk, bu yangınlar sırasında kül oldu. Bizzat Mürabit sekiz, on yerinden yaralıydı, gemisi batarken denize atılmıştı, Venedik donanması kumandanı Proveditör Cirolamo bir zafer alayında boynuna zincir vurup sergilemek için olacak, yaralı aslanı sudan çıkarttırıp gemisine aldı. Fakat amacına erişip de onu Venedik sokaklarında gezdirtemedi. Zira Duçe ve senato, yurtlarının Türk çizmesi altında darmadağın olacağını düşünerek pusucu amirali görevden aldıkları gibi genç Mürabit’in de yaralarını iyileştirmiş, elini ayağını öpüp affını dilemiş ve iyileşince emrine mükemmel bir filo verip Afrika sahillerine göndermişti. Osmanlı hükümeti, Mürabit’e yapılan bu iyilikleri bir özür olarak kabul ettiğinden bu olay bir savaşa sebep olmadı. Fakat Türk korsanları Venedikli kanında nasıl bir yılan zehiri dolaştığını anlayıp intikam hırsına kapıldı, Sen Mark bayrağı altındaki gemileri uzun müddet düşman teknesi saydı.
Venedikliler ancak ihtiyatlı hareket etmek ve toplu bir durumda sefer yaptırmakla gemilerini Türk korsanlarının intikam ateşinden koruyabiliyordu. Arada sırada da denizin dili yok diyerek buldukları gemilere baskın yapıyorlardı. Mesela buğday yüklemek üzere limanlarına gelen tüccar teknelerini zapt etmekten ve bu eşkıyalık, İstanbul’a aksedince elçi üzerine elçi yollayıp özür dilemekten, tazminat ödemekten geri kalmıyorlardı. Fakat bir filo kumandanının Venedik’e gelmekte olan Türk elçisini denizde öldürmek, yok etmek kastıyla takibe cesaret etmesi Venediklilerin barış için içtikleri andın kıymetini, sözlerindeki değeri bir kez daha ortaya koyduğu gibi Türk korsanlarının hıncını da sekiz on kat arttırmıştı.
Bu elçi, Yunus Bey adlı bir Türk diplomatıydı. Bir Türk gemisinin Korfu sularında Venedik donanması tarafından zapt edilmiş olmasından dolayı, ihtarlarda ve tazminat talebinde bulunmak üzere Venedik’e gidiyordu. O, üç kadırgalık küçük bir filo ile yola çıkmıştı. Cumhuriyet’in çok sayıda gemiden oluşan bir donanması yine denizin dili yoktur düşüncesiyle bu küçük filoyu yok etmek hevesine kapıldı, açık denizde taarruza geçti.
Yunus Bey’i getiren filo, savaş için hazırlanmadığı ve dost bir devlet merkezine doğru yola çıkmanın verdiği emniyetle zayıf bir durumda bulunmadığından Cumhuriyet donanmasının hücumuna karşı koyamadı, kaçmaya çalıştı. Himara sahillerinde karaya oturdu. Oranın halkı Türklere saygı göstermedi, hayli sıkıntı verdi. Fakat daha sonra Yunus Bey’in rütbesini öğrenince, edepli davrandı.
Bu olay, Venedik aleyhine savaş açılmasını zorunlu kılacaktı. Lakin Venedik Duçesi, Senatosu İstanbul’un olanları haber almasından önce harekete geçti. Yunus Bey’in kadırgaları üzerine yürüyen kont Grade Niko’yu zindana attı, Korfu sularında bir Türk gemisi zapt eden filo kumandanı Proveditör Kontarini’yi de muhakeme altına aldı. İstanbul’a etraflı özür mektupları yolladı, rüşvetler sundu. Barışın bozulmasını önledi. Fakat Türk korsanları, silahsız elçilere bile hücum etmeyi kabul eden Venedik ahlaksızlığını affetmedi, öç alma siyasetini kuvvetlendirdi.
İşte Bafo’yu taşıyan gemideki asilzadeleri ve kaptanından dümen neferine kadar bütün o cesur denizcilerini renkten renge sokan, telaş içinde bırakan sebep buydu. Görünen geminin korsanlara ait olma ihtimaliydi. Eğer o ihtimal doğru çıkarsa, kesin savaşmak gerekecekti. Yani Türklerin Venedik gemisine saldırmaları yüzde yüz beklenebilirdi ve bu, felaket kelimesiyle de ifade olunamayacak kadar büyük bir talihsizlik olacaktı. Çünkü iki kere ikinin dört etmesi nasıl doğalsa, tek bir Türk gemisinin yine tek bir Venedik gemisini haklaması da o ayarda bir şeydi. Hatta maddi veya manevi bir sebeple, göze görünmeyen ve akla sığmayan bir şeyin zoruyla iki kere iki bazen beş yahut üç olabilir. Fakat bir Türk’ün bir yahut iki yahut üç Venedikliyi bir çırpıda yenmesi, tepelemesi, daima doğru çıkan ve bundan sonra da çıkacak olan bir gerçekti.
Korfu’ya doğru süzülen Galerya’daki asilzadeler, askerler, tayfalar, kürekçiler de işin böyle olacağını bildiklerinden sararıp soluyor, bayılıp ayılıyordu. Herkes sersemlediği için gemi de başıboş kalmıştı. Gelişigüzel yuvarlanıp gidiyordu gemi. Halbuki enginde görünen Türk gemisi, nereye doğru süzüleceğini belirlemişe benziyordu. Gittikçe büyüyen bir deniz ejderi halinde Venedik teknesinin üzerine doğru koşa koşa geliyordu.
Erkeklerin telaşına, anlamsız kekelemelerine gözünü ve kulağını kapamış görünen Bafo, deniz üstünde belirişi bir tehlike işareti olarak kabul edilen geminin gerçekten Türklere ait olduğunu anladıktan sonra yüzünü kaptan Loredano’ya çevirdi.
“Bu geliş,” dedi, “avcı gelişine benziyor. Savaşacak mısınız?”
Daha bir iki saat önce, tarihi hatıralardan gurur hissesi almak isteyen ve Türklere -tek bir Türk’ün bulunmadığı yerlerde- meydan okuyan Loredano’nun ilkin dudakları, sonra çenesi titredi, dişleri arasından şu miskin kelimeler döküldü:
“Kuvvetler arasındaki oranı bilmiyorum, şerefimizi tehlikeye düşürmekten korkuyorum.”
Bafo’nun gözleri Kapitano’nun yüzüne dikilince o, asilzade hemşerisinden daha akıllı davrandı. Korkaklığın ağırlığını güzel kızın varlığına yükledi.
“Savaşmak kolay. Fakat sizi elden kaçırma meselesi var.”
Suranço da bu ara mırıldandı, Kapitano’nun yumurtladığı cevhere cila verdi.
“Biz ölmeğe hazırız. Sizin yaşayacağınızdan emin olmak şartıyla.”
Bafo, İtalyanca sözlükte bulunan en ağır kelimeleri biraraya getirerek ve onları tükürükten bir zarfa koyarak sırayla şu üç asilzadenin yüzüne fırlatmak için hafızasını yoruyordu. Yüreği bulana bulana aşağılama cümleleri hazırlamaya çalışıyordu. Fakat top menziline girmiş olan Türk gemisinden uçup gelen ilk gülleyle Galerya’daki Venedik bayrağı uçup gidince elinde olmadan titredi, hakaret etmek istediği gençleri o suretle küçültmekten vazgeçti ve cesaretlendirmeye yeltendi.
“Haydi,” dedi, “ne duruyorsunuz? İşinizin başına geçsenize. Yoksa teslim mi olmak istiyorsunuz?”
İkinci, üçüncü ve dördüncü gülleler yelkenleri, direklerden bir kısmını yerle bir ederken Loredano, Bafo’nun önünde diz çöktü, yalvardı:
“Emri siz verin, topçuları siz kumanda edin. Ben size baka baka savaş işareti veremeyeceğim.”
Güzel kız gözlerini göğe kaldırarak Allah’tan bir şeyler dilemek isterken gemi mürettebatının grandi direğine beyaz bayrak çektiğini gördü, iliğine kadar titriyerek o işareti Loredano’ya gösterdi.
“Askeriniz sizi iyi tanımış. İşte bu tanımanın vesikası da çirkin çirkin sallanıyor!”
Ve yüzüne enikonu renk gelen, yüreğine neşe dolan Loredano’nun yakasını tutarak olanca kuvvetiyle sarstı.
“Şimdi, şimdi,” dedi, “yolumuzu kaybediyoruz, başka bir yola düşüyoruz. Bu yeni yolun adını olsun söyleyecek kadar cesaretin var mı?”
Zillet yolu, esaret yolu, hakaret yolu, felaket yolu gibi bir cevap alacağını umuyordu. Fakat Loredano küstah küstah sırıttı, şu sözleri söyledi:
“Baht yolu, Sinyorita, baht yolu! Biz faniler hep bahtımızın esiri değil miyiz? Burnumuzun dibinde sandığımız Korfu’ya giderken Türklerin saldırısına uğrayıp yolumuzu şaşırmamız da baht işidir. Gam yemeyin, dayanın!”
O sırada Türk gemisi kıvrak manevralar yapıp farklı genişlikte daireler çizerek Galerya’ya yanaşmak üzereydi. Bafo, kaderine boyun eğmişti, ancak kendisinin gençliğine, güzelliğine, zekasına ve bütün benliğine sahip olacak şahıs veya şahısları görme ihtiyacını duyarak nemli gözlerini, yenik ve korkak Galerya’ya rampa etmek için duran Türk teknesine çevirmişti. Birden o nemli gözler büyüdü, solgun dudaklar titredi ve güzel Bafo sevince de hayrete de yorulabilir bir sesle bağırdı:
“Deli Cafer Reis, Deli Cafer Reis!”
Doğru görüyor ve doğru söylüyordu. Dört gülleyle koca bir Galerya’yı teslim olmak zorunda bırakan Türk gemisinin güvertesinde Deli Cafer’in heybetli endamı yükseliyordu. Üç gün önce Venedik’te arşın arşın kumaş satan, Duçeler Sarayı’nda savaş hikayeleri, düğün masalları anlatan iri Türk, bu korsan gemisi güvertesinde, o kırmızı cepkeniyle, kırmızı fesiyle ve kuşağıyla, kızıl kana boyanmış bir savaş tanrısı gibi muhteşem görünüyordu.
Bafo, bu gözleminde yanılmamıştı. Çünkü Deli Cafer’le karşılaşmak, Adriyatik Denizi’nin ağzında meydana gelen şu olayın sırrına ermek demekti. Evet, Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar ve bu savaş gemisi tesadüfün zoruyla değil, Duçeler Sarayı’nda üç Türk’ün baş başa vererek yaptıkları anlaşma üzerine işte Baht yoluna düşüyordu. Daha doğrusu Türkler, kendini yakalamak için Venedik Cumhuriyeti’nin bir gemisini ve bir sürü Venedikliyi esir ediyordu.
Bu durumda ne yapmak lazımdı? Bafo, baygınlık verecek kadar artmış bir heyecan içinde bu soruya cevap bulamıyordu. Esirdi ve esirlerin mutlak bir itaatten, mutlak bir boyun eğişten başka hakları olamadığını biliyordu. Lakin kendini esir eden kuvvetin daha dün yine kendi güzelliği önünde ne samimi hayranlıklar gösterdiğini düşününce, sade ve miskin bir esirden bambaşka bir şey olduğunu anlıyordu. Başını dik tutmak istiyordu. Bununla beraber Türklerle yan yana gelince, ağlamak mı, somurtmak mı, yoksa gülümsemek mi, mutlu görünmek mi gerekeceğini kestiremiyordu.
Böyle ince eleyip sık dokumaya vakit de müsait değildi. Korsan gemisi kancaları atarak Galerya’yı kendine bağlamıştı. Manga manga askerlerini yenilenlerin yanına göndermek üzereydi. Bundan ötürü Bafo, olayların gelişmesini beklemeye ve göreceği tavra göre hareket etmeye karar verdi.
Deniz savaşlarında, hele o devirde, kara savaşlarıyla karşılaştırılamayacak derecede hızlı davranılırdı. Çünkü deniz, kazanılmış bir zaferi yenilgiye çevirebilirdi her an. Savaşanlar, onun ansızın coşup trajediler yaratmasından korktuğu için iş başında pek çevik hareket ederdi. Türkler ise hızın, atılganlığın, çabuk iş görürlüğün birinci sınıf örneklerini oluşturan bir milletti. Denize bile emrivakiler yapma fırsatını kolay kolay vermezlerdi.
Bu sebeple Bafo çok beklemedi, bir bölük kadar Türk askerinin Galerya’ya sıçradığını gördü. Önlerinde Deli Cafer vardı, eli yatağanının kabzasında olduğu halde, teslim bayrağı çekildikten sonra sessizce sıralanmış gemi mürettebatının yüzüne bile bakmadan hızlı hızlı yürüyordu. Askerler ondan emir almaksızın görevlerini yapmaya başladıkları, Venedik dilaverlerini ikişer ikişer yakalayıp kendi gemilerine götürdükleri için Deli Cafer’in ardında sekiz on kişilik bir manga kalmıştı.
O, işte bu küçük takımın başında yürüdü, yürüdü, Bafo’ nun yanına geldi, çelikten bir dağ parçasının reverans yaptığını sandıracak kadar heybetli bir eda ile eğildi. “Küçük hanım,” dedi, “sizi esir edenlerin kendilerini size karşı esir saymakla iftihar ettiğini söylememe izin verir misiniz?”
Ve kızın konuşmasına meydan vermeden ilave etti.
“Belki korktunuz. Fakat yanınızda gemiciler vardı. Onların, düşmanca davranmak ve düşman gemisi batırmak isteyen Türklerin, bizim gibi davranmayacağını size söylemelerini umarak o üç dört gülleyi savurduk. Yanınıza da çabuk geldik, kendimizi tanıttık.”
Bafo kaşlarını çattı.
“Yanımıza,” dedi, “geldiniz. Lakin dost gibi değil.”
Ve elini uzatarak gemiden götürülen dilaverleri gösterdi.
“Arkadaşlarımdan ayrılıyorum. Bu dost işi midir?”
Deli Cafer, heyecan içinde on kat daha güzelleşmiş Venedik dilberini uzunca bir süre süzdü, kelimeler üzerinde dura dura sordu.
“Arkadaşlarınızın esir edilmemesini mi istiyorsunuz?”
“Tabii!”
“Venediklilerin Türk gemilerine alçakça baskın yaptığını, bile bile mi bunu istiyorsunuz?”
Kız, gözbebeklerinin içine kadar kızarmakla beraber tereddüt etmeden cevap verdi.
“Evet!”
“Bu geminin de serbest bırakılmasını arzu ediyor musunuz?”
“Tabii!”
“Ya kendiniz için ne düşünüyorsunuz?”
“Baht yolunda gözü kapalı yürümeyi!”
Deli Cafer, derin derin düşündü. Sonra bir elini Bafo’nun omzuna koydu.
“Biz,” dedi, “size baht yolu değil, taht yolu açıyoruz. Çünkü sizi yüce Padişahın büyük oğluna armağan götüreceğiz. Osmanlı tahtı ona kalacağı için siz de er ya da geç imparatoriçe olacaksınız. Ben şimdiden sizi o sıfatla selamlıyorum, emirlerinizi kabul ederek gemiyi de içindekileri de serbest bırakıyorum. Yalnız siz, lütfen bizim gemiye buyurun!”
Bafo, Osmanlı Sarayı’nda Bizanslı, Sırp, Rus prenseslerin ne muhteşem hayat sürdüğünü masal gibi dinlemiş ve yakın bir tarihte ölen Hürrem Sultan’ın yaptığı işler hakkında da epeyce bilgi elde etmişti. Kubat Çavuş’la Deli Cafer’i ve Kara Kadı’yı Venedik’te gördükten sonra Türklere büyük bir sevgi beslemeye başlamıştı. Fakat hiçbir zaman aklına imparatoriçe olmak gelmediği gibi Türklerin arasına düşmek de hayalinden geçmiş değildi. Bu sebeple, duygularında garip bir kargaşa vardı. Yurdundan, yuvasından, anasından ve babasından ayrılacağını düşündükçe, içine sızılar yayılıyor, gözleri dolu dolu oluyordu. Dünyanın en kuvvetli, en zeki, en nazik, en güzel milleti olan Türkler arasında o kuvveti, o zekayı, o nazikliği, o güzelliği bol bol hissederek ve onlardan kalbiyle, ruhuyla, hatta etiyle yararlanarak yaşayacağını düşününce, içine yayılmış sızılar geçiyor, yerine tatlı bir çarpıntı geliyor, gözleri de gülmeye başlıyordu. Deli Cafer’in sözleri, bu duygu kargaşalığını birden giderdi, genç kızı hayal ve heyecan alemlerine sürükledi. Bütün benliğine neşeli bir uysallık getirdi. Artık somurtamıyordu, tatlı bakışlarıyla heybetli Türk’ü kucaklayarak durumundan hoşnut ve mutlu görünüyordu.
Deli Cafer, toy kızın esirlik felaketini bir tür mutluluk kabul ettiğini farketmekte gecikmediğini görünce, yana çekildi.
“Buyurunuz,” dedi, “bizim gemiye geçelim. Orada esirleri siz azat edersiniz.”
İki üç dakika sonra, onu Kara Kadı karşılıyordu. Lakin genç ruhlu ihtiyar korsan bu karşılama sırasında yalnız değildi, Duçeler Sarayı’nda kıymetleri Kubat Çavuş tarafından ballandıra ballandıra anlatılan iki meşhur cüce de yanındaydı. Bafo, o canlı insan minyatürlerini görünce ne halde olduğunu unutarak, ellerini şımarık şımarık çırptı ve bağırmaya girişti:
“Aman ne güzel şeyler, ne zarif oyuncaklar!”
Cüceleri uzun uzun inceledikten, evire çevire seyrettikten sonra, Kara Kadı’yı selamladı.
“Afedersiniz,” dedi, “cüceleriniz o kadar hoşuma gitti ki sizi selamlamayı unuttum.”
Biraz sıkılarak Deli Cafer’in kulağına fısıldadı.
“Bu cüceleri arkadaşınız bana verir mi?”
O, boyun kırdı.
“Yarın imparatoriçe olacak bir hanımın en küçük arzusunu yerine getirmek bizim için en büyük vazifedir. Şu halde cüceler sizindir efendim!”
Bafo, tehlikeden kaçmanın ve ne şekilde olursa olsun yaşamanın şeref gibi, haysiyet gibi, namus gibi şeyler uğrunda ölmekten çok daha akıllıca bir iş olduğunu ispat etmiş olan Venedik dilaverlerini gemilerine geri yollattıktan sonra kendi evindeymiş gibi harekete başladı. İmkanları oranında açılıp saçıldı, Deli Cafer’le ve Kara Kadı’yla Türk hayatına dair konuşmaya başladı. En çok merak ettiği şey, Osmanlı veliahdının şahsı ve sarayıydı. Evirip çevirip sözü oraya getiriyordu. Şehzade Murat’ı görmeden tanımak hırsıyla bin türlü soruyu sıralıyordu.
Fakat cücelerden de ayrılmıyordu. Türkçeden başka birer düzine dil bellemiş ve her birini o dille konuşan bir anadan doğmuş gibi konuşmakta olan bu canlı minyatürler aynı zamanda mükemmel birer taklitçi ve hokkabaz olduğundan Bafo’yu kendilerine hayran bırakmışlardı. Maymundan file kadar her hayvanın, sekiz on millete mensup dişili, erkekli insanların seslerini ve birtakım karakteristik hareketlerini gerçeğinden ayırt edilmesine imkan vermeden taklit edip gözden sürme çekmek derecesinde ustalıkla hokkabazlıklar yapmasından genç kız adeta büyülenmişti.
Deli Cafer’le, Kara Kadı onun yurdundan ve yuvasından ayrılmak elemiyle hırçınlaşmamasını, ağlayıp sızlamamasını, kendi hesaplarına uygun bir durum olarak kabul etmekle beraber, ibrete değer bulmaktan da geri kalmıyordu. Çünkü insan denilen mahluklara Allah’ın, tabiatın ve bahtın tattırabileceği en büyük acı iki deniz kurdunun inancına göre esir olmak, yurttan ve yuvadan uzak kalmaktır. Yine onların düşüncesine göre, bir erkek veya bir kadın, herhangi bir iğrenç hastalıktan dolayı bir esirin tattığı acıyı duyamaz. Etleri parça parça dökülen, ciğerleri tutam tutam burunlarından düşüp dağılan, gözleri sönen, yürekleri delinen hastaların hissettiği acı, düşman eline düşmüş ve vatandan uzak kalmış bir esirin duyduğu üzüntüyle ölçülemez. Çünkü esir olmak, cennetten cehenneme düşmektir. Esir olmak havasızlığa mahkum olup her nefeste bir kere boğulmaktır. Ondan dolayıdır ki, yurdunda ekmek bulamadığı ve esir olarak yaşadığı memlekette refaha kavuştuğu halde gözlerinin hep vatanlarına çevrili kalması esirlerin belli başlı işidir. Esir, o sıfatla altın köşklerde yaşamaktansa yurduna kavuşup çöplükte yaşamayı tercih eder.
Halbuki Bafo, kendisini baba kucağına götürecek bir yoldan zorla ayıranlarla bir anda kaynaşmıştı. Gülüp eğleniyordu ve en küçük bir acı duymuyordu. Acaba bu kayıtsızlık milletini reddetmesinin mi, yoksa iğrenç bir terbiyenin sonucu muydu?
Deli Cafer’le Kara Kadı ne sosyologdu ne psikolog. Yalnız insan ruhunun ne gibi huylarla temiz ve ne gibi davranışlarla pis sayılabileceğini Türk halkı içinde yerli ve yabancı örneklerle öğrenmişlerdi. Değişmesine imkan olmayan o bilgiye dayanarak Bafo’nun esirlikten elemlenmemesini ruhsal bir pislik olarak görüyor ve bundan enikonu tiksiniyorlardı. Eğer o, birkaç gün ağlayıp sızlamış olsaydı, hiç de böyle düşünmeyeceklerdi ve kıza teselli vermek için ellerinden geleni yapacaklardı. Fakat şimdi derin bir hayret ve derin bir iğreniş içinde onun varlığına karşı kayıtsız kalmak zorunluluğu duyuyorlardı.
Kara Kadı bir ara insaf etti. Deli Cafer’in yanında Bafo’yu müdafaaya yeltendi.
“Canım,” dedi, “haksızlıkta ileri gitmeyelim. Bu Venedikli kız, nihayet bir çocuktur. Şöyle eğilip koklarsak ağzında henüz süt bulunduğunu görürüz. Böylesi bir çocuğa, yakında Osmanlı padişahının karısı olacaksın dersek onda akıl, fikir kalır mı?”
Deli Cafer başını salladı, bu düşünceyi beğenmediğini hissettirdi ve sonra cevap verdi:
“Yanılıyorsun kardeşim. Çünkü oyuncak, ağlayan çocuğu belki susturur. Fakat o çocuğa anasını, babasını unutturmaz. Biz de bir oyuncak sunar gibi, ona büyük şehzadenin karısı olacağını bol keseden müjdeledik. Yüreği temiz olsaydı, bu müjdemizden haz almakla beraber anasını anarak, babasına yanarak bir iki saat olsun ağlardı, halbuki kahpenin zil takıp oynamadığı kaldı. Kahkahadan neredeyse, çenesine ağrı yapışacak!”
Ve birden kaşlarını çattı, arkadaşının yüzüne gözlerini dikti.
“Sultan Süleyman melek gibi bir adamdı, kimseyi incitmek istemezdi. Moskof illerinden bir Hürrem çıkageldi, o melek Padişahı ifrite çevirdi, evlat katili yaptı, torun katili yaptı. Bu Bafo da bir gün Topkapı Sarayı’nda hüküm sürmenin yolunu bulursa, efendisi olan Hünkarı mutlaka maskaraya çevirir, kepaze eder.”
“O halde kahpeyi Mısır ’a, Trablus’a yahut Fas’a götürelim, esir pazarına verelim, haraç mezat satalım.”
Deli Cafer’in ağlayan sesi bu düşünceyi de beğenmeyip reddetti.
“Kubat Çavuş’a söz verdik, bu kızı Padişaha armağan etme işini üzerimize aldık. Sonra seninle düşündük, doğacak güneşin batacak güneşten daha kıymetli olduğunu hatırlayarak kızı Manisa’ya götürmeyi, büyük şehzadeye armağan etmeyi kararlaştırdık. Babayla oğul arasında teklif olamayacağı için Kubat Çavuş’a verdiğimiz söz bozulmamış demektir. Lakin kızı bir esir pazarında satılığa çıkarırsak ünümüzü lekelemiş, üç beş yüz altın için adımıza kir getirmiş oluruz. Kararımız karardır, Bafo, Manisa’ya gidecektir. Yalnız şu var: Şehzade dediğimiz Murat, gafil olmamalı, nasıl bir mala sahip olduğunu anlamalı. Yoksa bu kız onu daha tahta çıkmadan teneşir tahtasına düşürür. Çünkü yaman, çok yaman bir şey!”
Bafo, iki kıranta Türk’ün kendi hakkında edindiği fikirlerden habersiz, eğlence ve kahkahalarına devam ediyordu. Cücelerine çeşit çeşit numaralar yaptırmakla vakit geçiriyordu. Deli Cafer’le Kara Kadı’nın biraz uzak dolaştığını sezmekle beraber bu durumdan kuşkulanmış değildi. Onların gemi idaresiyle meşgul olmak yüzünden kendisini fazlaca ihmal ettiklerini sanıyordu. Zaten cüceler varken, o ihtiyar kurtlara ihtiyaç da hissetmiyordu. Çünkü o insan komprimeleri de Deli Cafer kadar, Kara Kadı kadar vukuf ile şehzadeden bahsedebiliyor, onu hülyalarında şevke getirebiliyordu. İşte korsan gemisi, sahipleriyle güzel tutsak arasında -yaratılış farkı ve ahlak kurallarındaki benzemezlik yüzünden- meydana gelen ruhsal ayrılığın gün başına çoğalıp durmasına rağmen arızasız yoluna devam etti. Rodos Adası’na yanaştı, oradan Anadolu yakasına doğru süzülerek Marmaris Limanı’na girdi.
O devirde bütün Anadolu limanlarına sık sık korsan gemileri uğrardı, malzeme ve hatta tayfa tedarik ederlerdi. Fakat Deli Cafer gibi, Kara Kadı gibi adları yıllardan beri dillerde dolaşan kahraman denizcilerin limanlarda görülmesi pek seyrek olan şeylerdendi. Onun için Rodoslular da, Marmarisliler de büyük bir heyecan göstermiş ve iki ünlü kaptanı alkışlamak için kıyılara dökülmüştü. Bu heyecan onların Manisa’ya gideceğinin ve büyük şehzadeye kıymetli savaş ganimetleri sunacağı haberinin yayılmasıyla bir kat daha arttı.
Deli Cafer’le Kara Kadı, at, tahtırevan bulmak ve bir kervan kurmak zorunda olduğu için şehzade sarayına gideceklerini Marmaris memurlarına söylemeyi gerekli görmüştü. O memurlar bu noktayı öğrendikten sonra telaşa düşmüştü. Ünlü reislerin istedikleri şeyleri aramaya koyulmuşlardı. Halk da yine bu yüzden Manisa’ya bir dünya güzelinin götürüleceğini öğrendiklerinden korsan gemisini adeta göz hapsine almıştı. Gece ve gündüz izliyorlardı. Bafo da cücelerle bile avunamayacak kadar sabırsızlanmıştı. Bir ayak önce, karaya çıkmak istiyordu, Deli Cafer’le Kara Kadı’yı sıkıştırıp duruyordu. Nihayet karaya çıkma hazırlıkları bitti. Venedikli güzele kalın tülden uzun bir peçe örtüldü, büyük bir özenle gemiden çıkarılıp kıyıya götürüldü. İhtiyar korsanlar, onun karaya ayak basmasıyla beraber tahtırevana girebilmesi için lazım gelen önlemleri almıştı. Fakat halkın gösterdiği büyük ilgi yüzünden bütün tedbirler altüst oldu ve Bafo bir kısmı Rodos’tan kayıkla Marmaris’e gelmiş yüzlerce adamın ortasında kaldı. Bu meraklı kütle, şehzade sarayına gitmekte olan bir kadına el sürecek kadar kaba davranmıyordu. Ancak kendilerine dünya güzeli olarak tanıtılan bu kızı yakından görmek de istiyorlardı. Bundan ötürü onu kademe kademe sıkıştırıyor ve bir çalımına getirip peçesinden ayırmaya savaşıyorlardı.
Deli Cafer, Kara Kadı ve yanlarındaki leventler, kalabalığın bu durumuna bakıp sinirleniyor, Bafo’yu tahtırevana sokma azmiyle didinip duruyordu. Kız, halkın dilini anlamadığı halde ne istediklerini sezmişti, pabuçlarının üstüne kadar uzayan tülün altında fıkır fıkır gülüyordu. Hamlesiz ama hararetli bir kütlenin ruhundaki heyecan onun da şuhluk damarlarını şahlandırmış gibiydi, zararsız cilve oyunlarıyla o halkı, biraz daha çileden çıkartmak, biraz daha delirtmek istiyordu.
Fakat korsanlar sert bazularının ve onlar kadar kuvvetli bakışlarının yardımıyla kalabalığı yardığından Bafo’nun düşüncesi yetim kalmaya mahkum görünüyordu. Bunu kendisi de anladığından iki yanındaki Deli Cafer’le Kara Kadı’nın adımlarını birden ve bir sözle sendeletti:
“Bu zavallılar,” dedi, “ne istiyor?”
Bunu söylerken durduğu için korsanların sessiz, lakin yorucu bir mücadele sonunda elde ettiği kazanç kaybolmuştu. Tahtırevana gidecek kısa yol yine uzaklaşıvermişti. Çünkü yoldan çekilenler Bafo’nun durmasından yararlanarak yine araya sokulmuştu.
Deli Cafer, nasıl bir işvebazlığa yenildiklerini anlamakla beraber soğukkanlılığını korudu, cevap verdi:
“Sizin yüzünüzü görmek istiyorlar.”
“Onlar için bu, zahmete değer bir şey midir?”
“Öyle olmasa, böyle davranırlar mıydı?”
Bafo, bir el darbesiyle peçeyi sol omzuna attı, hafifçe terlemiş olan gümüşten beyaz ve gülden yumuşak yüzünü o mis kokulu jaleleriyle birlikte halka gösterdi, üstelik bir tebessüm yağmuru içinde o kalabalığı sersemletti, sonra sağına soluna selam vererek yürüdü. Korsanların demir omuzlarına karşı koyarak yerini dakikalarca koruyan kalabalık, onun yüzünü açıp yürümeye başlaması üzerine güneş görmüş çığlara döndü, adeta eridi ve Bafo, kısa bir süre içinde tahtırevana ulaştı.
Deli Cafer’le Kara Kadı onun yüzünü açmasına, halka tebessümler dağıtmasına sinirlenmişti. Lakin kalabalığın baskısından ancak bu sayede kurtulduklarını da göz önünde bulundurduklarından kıza bir şey söylemiyorlardı. Yalnız somurtuyorlardı. Bafo, güzel şallarla süslenmiş tahtırevana binerken, o somurtkanlığı da gidermek istedi.
“Dostlarım,” dedi, “Venedik’te herkesin gördüğü bir yüzün burada herkese kapalı kalması saçmadır. Sizin de benim gibi düşündüğünüzü sanıyorum.”
Ve telaşlı bir tavır alarak korsanlara sordu:
“Cücelerim nerede, onlar mutlaka benim yanımda, dizlerimin dibinde bulunmalıdır.”
Deli Cafer isteksizliğine rağmen gülümsedi, tahtırevanın perdesini açarak küçük, hasır bir sandık gösterdi.
“Onlar, bu sandığın içinde. Kendilerini açıkta getirseydik, bir hücuma daha uğrardık. Belki herifçikleri ezdirirdik. Onun için sepete koyup taşıttık.”
Biraz sonra kafile hareket etti. On korsan atlı olarak tahtırevanın önünde ve ardında yürüyordu. Manisa’ya doğru yol alıyorlardı. Venedik’i ve Venediklileri bütün Avrupa’da eşi olmayan bir güzele sahip olma zevkinden, mutluluğundan yoksun bırakma ve o güzeli Türk yurduna mal etme kaygısı… İşte, Deli Cafer’le, Kara Kadı’yı yetmişinden sonra böyle sıkıntılara düşürüyordu. Onların yeryüzünde kimseden korkuları ve kimseye sunulacak dilekleri yoktu. Hür bir hayat içinde mertçe ve pek mutlu yaşıyorlardı. Fakat her şeyin en güzelini vatanlarına layık gördükleri için Kubat Çavuş’un uyarısı üzerine Bafo’yu da Türkiye’ye götürmeye karar vermişlerdi. Şimdi, o kararı yerine getirmek için at üzerinde seyahat külfetine katlanıyorlardı. Gemilerini bırakıp karada dolaşıyorlardı.
Bafo, dizlerine oturtarak masallar söylettiği, taklitler yaptırdığı cücelerin sayesinde zaman ve mekanı unutmuş gibiydi. Lakin ardı arkası kesilmeyen kahkahalarına, sonsuz neşesine ve yolculuk zahmetlerini hissetmiyor gibi görünmesine rağmen göz bebeklerinde sık sık bulutlar dolaşıyor ve gün geçtikçe neşesine bir sahtelik rengi bulaşıyordu. O, kanatlanıp uçmak ve uça uça baht yolundan taht yoluna geçmek istiyordu. Bunun imkansızlığını ve varacakları hedefe tahtırevan katırlarının adımlarıyla ulaşmaktan başka çare olmadığını düşününce işi kayıtsızlığa vuruyor, cüceleriyle oyalanmaya koyuluyordu.
İşte bu şekilde Kargasekmez Boğazı aşıldı, Gökova geçildi, Karabağ’a ulaşıldı, nihayet Yamanlar Dağı göründü. Manisa o dağın eteğinde ve dağdan dökülüp gelen üç ırmağın ortasında sakin ve mutlu, uzanıyordu. Deli Cafer’le, Kara Kadı atlarının başını şehzade sarayına doğru çevirmişti. Doğrudan doğruya o şehzadeye konuk olmak ve Bafo’yu hanlarda yatırmamak istiyorlardı.
Onlar, Türk yurdunda her kapıyı kendilerine açtıran bir anahtar taşıyordu. Şöhret! Ege, Akdeniz, Marmara, Karadeniz, Kızıldeniz kıyılarında olduğu gibi Bağdat’a, Viyana yakınlarına kadar uzanan iç ülkede de Deli Cafer ve Kara Kadı adını duymayan hemen hemen yoktu. Barbaros’un adını ölümsüzleştiren ve onun açtığı yolu genişleten deniz hamlelerinin çoğuna bu iki yiğit Türk de katıldığı için pek derin bir ün almışlardı. Ondan ötürü şehzade sarayına pervasız gidiyor ve şehzadeyi teklifsizce göreceklerinden şüphe etmiyorlardı.
Sarayda rastladıkları ilk davranış onların ümidine uygundu. Kapıcılar güler yüz göstermiş, kafileyi içeri almış, hayvanlarını ahırlara çekmiş ve korsanlarla cüceleri -yüzü peçeli olarak tahtırevandan inen Bafo’yla beraber- bir daireye yerleştirmişti. Fakat şehzadeyle görüşmek meselesi ortaya çıkınca, birtakım hazırlıklar başladı ve korsanların sinirleri bozuldu. Misafirlerle meşgul olan memur nazik olduğu kadar kesin bir dille, ilkin Kadı Üveys veya Şeyh Şüca Hazretleri’nden biriyle görüşmek, şehzadeye söylenecek şeyleri öncelikle onlara anlatmak gerektiği konusunda ikisini uyarmıştı.
Deli Cafer’le, Kara Kadı kısa bir değerlendirmeden sonra Şeyh Şüca ile görüşmeyi tercih etti. Bu işten sorumlu olan görevli kendilerini sarayın başka bir dairesine götürdü, uzun bir gidiş geliş sonunda terli terli korsanların yanına gelerek müjde verdi.
“Şeyh hazretleri sizi bekliyor!”
Korsanlar, Afrika’nın kuzeyinde yıllarca dolaşmış ve Türk yurduna da oralardan, Arap diyarından geçen şeyhlik sanatının ne derece revaçta bulunduğunu görüp anladığı için Osmanlı Padişahının büyük oğlu yanında baş danışman gibi duran şeyh Şüca’yı ne hissen ne fikren yadırgadı. Herifin elini öperek birer mindere iliştiler. Büyük bir odanın, başköşesine kurularak harıl harıl tespih çeken şeyhin elleri sanki kırk yıl çapa yapmış gibi nasırlıydı. Bakışında öbür şeyhler gibi efsunlu bir kudret sezilmiyordu. Giyimce de garip bir biçim taşıyordu.
Korsanlar, yanına gelenlerde saygı uyandırmaktan çok, onlara kahkahalarla gülme ihtiyacı aşılayan şeyhin, tuhaf bir adam olduğunu anlamakla beraber ağır davranıyor, süklüm püklüm oturuyordu. Şeyh Şüca, uzun bir zaman tespihle meşgul olduktan sonra, yüzünü onlara çevirdi.
“Hoş geldiniz şahbazlar,” dedi, “yolculuk nereden?”
Kara Kadı iki elini dizleri üstüne koyarak bir mürit saygısıyla cevap verdi:
“Venedik’ten!”
Şeyh Şüca’nın gözleri parladı, dudaklarında geniş bir tebessüm ve şu sözler belirdi.
“Demek aziz Şehzadeye güzel kadifeler, cins cins çuhalar, çeşit çeşit aynalar getirdiniz. Acep beni de hatırlayıp bir şeyler aldınız mı?”
İçinden lahavle okumaya başlayan Deli Cafer, ağır bir küfür savurmamak ve densizlik etmemek için tırnaklarını avuçlarına batırırken Kara Kadı dile geldi, durumu anlattı.
“Şeyh efendi biz tüccar değiliz, korsanız. Venedik’e vurgun malları satmak, sağı solu dinleyip işe yarar haberler işitmek için uğramıştık. Elçilikte kullanılan Kubat Çavuş da oradaydı. Gözümüze güzel, eşsiz bir parça ilişti. Sanki ayla güneş evlenmiş, bu yavru dünyaya gelmiş. Ne yalan söyleyelim, bu yaşta ağzımız bir karış açık kaldı. Yalnız biz mi ya? Kubat’ınki de öyle. Eh, serde Türklük var. Önümüze böyle bir cennet kaçağı çıksın da biz alık alık duralım ha! Bu, doğru değildi. Nitekim biz de kendimizi tutamadık, Kubat Çavuş’la baş başa verip kızı aşırmayı kararlaştırdık. Zaten kız, Korfu Adası’na gidecekti. Biz de fırsatı kaçırmadık. O yola çıkmadan Venedik’ten ayrıldık, denizde bir müddet dolaştık. Nihayet onu taşıyan Venedik kadırgasını yakaladık.”
Şeyh Şüca, büyük bir sırra akıl erdirmiş gibi sabırsızlık göstererek korsanın sözünü kesti:
“Ganimet,” dedi, “yaman. Gel gelelim ki paylaşılmasına imkan yok. Ortaklaşa gönül idaresi de zor. Onun üzerine düşündünüz, kırk yıllık dostluğu bir kız uğruna feda etmemek için onu yüce Şehzadeye satmayı tasarladınız. Çok akıllı kişilermişsiniz. Yalnız Şehzade sarayının korsan artığı yosmalar için kurulmadığını düşünmemişsiniz.”
Ve iki dizi üstünde kalkarak barbar bağırmaya koyuldu.
“Tez çıkın, gözümün önünden yıkılıp gidin. Yoksa şimdi cellatlar getirtirim, derinizi yüzdürürüm.”
Deli Cafer de, Kara Kadı da aptallaşmıştı. Bön bön herifin yüzüne bakıp susuyorlardı. Çünkü böyle bir kabule uğramak hatırlarından geçmemişti. Kendilerine çirkin işler ve maksatlar atfolunacağını asla düşünmemişlerdi. Fakat herif gittikçe feryadı arttırdığından ve çok ağır kelimeler kullanarak kendilerini kışkırttığından o aptallık ve hayret silindi, iki yiğit denizcinin gözleri büyüdü, renkleri uçtu ve üç beş saniyelik bir zaman içinde Şeyh Şüca hazretleri oturdukları posttan yere atıldı, bir yumruk yağmuruna tutuldu.
Korsanlar, öküz deviren cinsten yumruklara sahipti. Şeyh Şüca, bir iki öküz kuvvetinde görünmesine rağmen bu müthiş yumruklara uzun süre dayanamadı.
Küfrü ve feryadı bırakarak ayak öpmeye koyuldu. O koca gövdesiyle yerde sürüne sürüne Deli Cafer’in topuklarına ağzını koyuyor ve bir lahza sonra aynı ağzı Kara Kadı’nın pabuçlarına sürüyordu. Lakin kopardığı feryat bütün dairede yankılandığından sesi duyanlar dayak sahnesinin sürmekte olduğu odaya gelmeye başlamıştı. Şeyh, faciayı bilmeyerek seyre gelenlerin hayli kabarık bir yekun tuttuğunu yüzükoyun süründüğü sırada görmekten geri kalmadığı ve korsanlar da gazaplarını yenemeyerek yumruk sallamakta devam ettikleri için sahne birden değişti. Topuk öpüp duran ağız bu sefer, daire halkından yardım dilenmeye koyuldu. Keramet sahibi bu adam ayağa kalkmamakla, daha doğrusu kalkamamakla beraber, adamlarını imdada çağırıyordu.
“Katilleri tutun, şehzade sarayına baskın yapanları yakalayın,” diye bağırıp duruyordu.
Odaya dolanlardan bir kısmı Deli Cafer’le Kara Kadı’nın adını, onları karşılayan adamdan öğrenmişti. O sebeple kendilerine el kaldırmaktan utanıyor, çekiniyorlardı. Bu iki ünlü denizcinin kimliğini henüz bilmeyenler ise şeyh Şüca’nın halinden ibret alarak araya girmek istemiyordu. Ancak bir iki bedbaht, şeyhten ikram görmek düşüncesiyle korsanların yakasına yapıştı sonunda. Böylece az da olsa güldüren bu sahne bir faciaya dönüştü. O bedbahtların birer yumrukta dişleri boğazlarına aktığından şeyhin feryadına kanlı çığlıklar da karıştı.
Bu iş daha ne derecelere varacak ve nasıl sonuçlanacaktı? Bunu ne dayak atanlarla o dayağı yiyenler ne de seyredenler biliyordu. Fakat eşik önünde durarak dövenlere ve dövülenlere uzaktan merhaba demeyi tercih edenlerden birinin ansızın “Şehzade hazretleri geliyor,” demesi üzerine durum değişti. Şeyh Şüca inanılmaz bir hamle ile yerinden fırlayıp kapıya koştu, dişleri dökülenler dudaklarındaki kanlı salyaları mendilleriyle silerek birer tarafa çekildi, korsanlar da bu durum karşısında hayrete düşerek oda ortasında dikilmeye başladı.
Şehzade Murat, birçok dua sıralayan Şeyh Şüca’nın önünde yürüyerek odaya girince şöyle bir bakındı, sonra yüzü gözü bere içinde bulunan şeyhe baktı.
“Ne o hazret,” dedi, “burada güreş mi vardı, yoksa dövüş mü?”
Korsanları göstererek ekledi.
“Yoksa seni şu hale koyan bu yiğitler mi? Onları nereden buldun, hele güreş yapıp da maskara olmayı nereden aklına getirdin? Şeyhlikle pehlivanlığın ilişkisi ne? Yoksa fazla tespih çekmekten aklını kaçırmaya mı başladın?”
Şeyh Şüca bu sorulara nasıl cevap vereceğini kestiremeden Kara Kadı, Şehzadeye doğru ilerledi, onu mertçe selamladı.
“Şehzadem,” dedi, “izin verirsen durumu anlatayım. Yalnız şu kalabalık dışarı çıksın!”
İkinci Selim’in oğlu, Şeyh Şüca dışındakileri bir işaretle odadan dışarı sürdükten sonra bir köşeye oturdu, merakla ve hatta heyecanla Kara Kadı’yı dinlemeye koyuldu. O, inandıran ve itiraz kabul etmeyen açık bir ifade ile macerayı anlattı, sonunda sesini yükselterek şu ricada bulundu.
“Şimdi sen elini yüreğine koy doğru söyle, suç ölende mi, öldürende mi? Biz, Venedik kadırgasıyla savaşıp bir esir tutuyoruz, onu senin hizmetine layık buluyoruz, birçok zahmete katlanıyoruz, denizde yürüyoruz, karada yürüyoruz, saraya geliyoruz. Bu adam bize ağız dolusu sövüyor, üstelik derimizi yüzdürmeye kalkışıyor. Biz, rahmetli deden Süleyman Han’ın devrinde ünlenen Barbaros’la dolaşmış, Turgut’la yoldaşlık etmiş denizcileriz. Bu şeyh gibilerin bize küfretmesine nasıl dayanırız?”
Şehzade Murat, heyecan duymak için çok şey feda eden bir adamdı. Masal olsun, gerçek olsun, canlı bir olay dinlerken adeta kendinden geçerdi. Şimdi Kara Kadı’nın hikayesini derin bir heyecanla dinlemişti. Ancak ihtiyar korsanın susmasıyla kendini topladı.
“Hakkınız var,” dedi, “şeyhim size yakışıksız davranmış. Fakat siz de insafsız davranıp onun pestilini çıkarmışsınız. O halde şeyhe yahut size ceza vermeye lüzum yoktur. Ödeşmiş bulunuyorsunuz.”
Şeyh Şüca’nın yüzüne bakmadan ilave etti.
“Şimdi o kadar övdüğünüz kızı görelim. Nerede bu hasta?”
“Burada, bizi koydukları dairede!”
“Zahmet olmazsa gidiniz, kendisini alıp buraya getiriniz!”
Beş on dakika sonra Osmanlı Veliahdı ile Venedikli Sinyorita Bafo karşı karşıya gelmişti. Birbirlerini gözlerinin olanca görüş, seziş ve anlayışla süzüyorlardı.
Erkek, doğası gereği pervasızdı, anasının karnından beşiğe değil, yüzlerce halayığın kollarından oluşan pamuk ve hoş kokulu bir kucağa düşmüş, bütün hayatını aynı kucakta geçirmekten gelen bir alışkınlıkla, karşısına getirilen kızın açık ve gizli bütün güzelliklerini keşfetmeye çalışıyordu. Lakin Bafo da cesurdu. Yarı dünyayı avuçları içinde tutan Türklerin İmparator mevkisindeki bir padişahın oğluyla karşılaşmamış da, sanki kendisine eş seviyede biriyleymiş gibi iradesine sahip, ağırbaşlı ve gururluydu. Onu kısa bir baş işaretiyle selamlamış ve sonra gözlerini, sarsılmaz bir sabırla Şehzadeye dikip incelemeye koyulmuştu. Ona, bu yaman cüret, bilincinin üstünü ve altını saran meraktan, aynı zamanda başına gelecekleri bütün açıklığıyla öğrenme ihtiyacından geliyordu.
Merak ettiği, Şehzadenin bünyece taşıdığı kıymetlerin veya kıymetsizliklerin neler olduğuydu. Bunları bir çırpıda görmek, kavramak ve öğrenmek için ruhunda enikonu bir kıvranış, bir sabırsızlanış vardı. Başına gelecekleri, kaderini bilme ihtiyacıysa gayet doğaldı. Çünkü taht yolundan geri dönmek zorunda kalmamak için bahtının falso yapmaması, Şehzadenin kayıtsız ve şartsız kendini beğenmesi lazımdı.
İşte bu sebeple kirpiklerini kıpırdatmadan, gözbebeklerini bir milim bile oynatmadan Şehzadeyi tepesinden tırnağına kadar süzüyor ve bu süzüş sırasında genç prensin özelliklerini de anlamaya çalışıyordu. Hemen haber verelim ki, aşk kadını olarak doğan bu tam dişi mahluk, iyice üzülmeden merakını neşeye çevirme imkanı bulmuştu. Çünkü Şehzadenin vücudunu beğenmiş, kendi güzelliğinin, cinsel cazibesinin bu delikanlı üzerinde etki ettiğini sezmişti.
Bu düşüncesi doğruydu. Çünkü Şehzade Murat, o sırada henüz yirmi dört, yirmi beş yaşlarındaydı. Boyu kısa olmakla beraber, endamsız bir genç değildi. Teni beyaz, kaşları açık kumraldı. Bıyıkları az ve sarı, dudakları çirkin görünmeyecek kadar kalın, burnu kıvrıktı. Mahzun gibi duran mavi gözlerinde garip bir derinlik vardı.
Bafo, o dudaklarla o gözleri candan, yürekten beğenmişti. Daha şimdiden kendi ince dudaklarını Şehzadeninkilerin üzerinde tatlı tatlı dinlendireceğini ve o mavi gözlerin derinliklerinde de kendi yeşil gözlerini uzun uzun dolaştıracağını düşünerek iliğine kadar neşeleniyordu.
Sezişi de doğruydu. Çünkü Şehzade Murat, elmasın ve zümrütün iyisini bir bakışta anlayan usta bir kuyumcu dikkatiyle kızı süzerken doğallığını bir anda yitirmiş ve eşi bulunmaz bir güzelliğe rastlamanın heyecanına düşmüştü. Gerçi bir şey söylemiyordu, ağırbaşlılığını koruyordu. Lakin ucu kıvrık burnunun deliklerinde garip garip açılıp kapanmalar, mahzun bakışlı gözlerinde sık sık yanıp sönen pırıltılar, kalın dudaklarında belli belirsiz titremeler vardı ve bunlar Bafo’nun gözünden kaçmıyordu.
Şehzade, kendini beğendirmek zorunda olmadığı ve hangi milletten, hangi sınıfa bağlı olursa olsun, bütün kadınların kendisini sevmek zorunda olduğunu düşündüğü için, Bafo’ya yaranmayı, kendini ona beğendirmeyi gereksiz görüyordu. Şehzadeye göre yapması gereken, önüne getirilen şeyi beğenmekten ibaretti. Bu şey bir at, bir tazı, bir papağan, bir zümrüt olabileceği gibi, bir kadın da olabilirdi. Hoşuna giden şeyin bedelini ödedikten sonra cinsine, kabiliyetine ve içeriğine göre görevini belirleme hakkı tartışmaya gerek görmeden kendinindi.
Bu sebeple kızın düşünceleriyle, duygularıyla ilgilenmiyordu, hatta onun fikir ve terbiye bakımından da değerini araştırmaya gerek görmüyordu. Kendine lazım olan genç ve temiz bir etle uzun boy, kıvrak endam, parlak göz, renkli yanak, kusursuz dişlerdi. Hatta bazen bu kıymetli şeylerden ikisini, üçünü şahsında toplayabilmiş halayıklar için avuçlar dolusu altın feda ettiği de görülmüştü. Halbuki Venedik’ten aşırılıp huzuruna çıkarılan kız inci gibi, elmas gibi, zümrüt gibi pahalı satılıp alınan nesnelerin en güzellerinin biraraya getirilmesiyle vücut bulmuş bir gerdanlığa benziyordu. Kendi hazinesinde bu ayarda bir mücevher yoktu. Dünyaya hükmetmiş olan dedesi Sultan Süleyman’ın sarayında da böylesinin görülmediğine emindi. Çünkü ergenliğe girmediği bir devirde, saraya dedesi tarafından misafir olarak davet edildiği vakit gecesini, gündüzünü halayıklar koğuşunda geçirmiş ve ihtiyar Padişaha güzelliklerini dirhem dirhem satan o yüzlerce dişinin hepsine uygun birer değer biçmişti.
Bir yıldan beri tahtta bulunan babasının da şu büyüklükte canlı bir elmas parçası görmediğine şüphe etmiyordu.
Zira sarayda bulunan casuslarından aldığı raporlara göre, o baba, harıl harıl güzel halayık aratıyordu ve can evinde yer alacak bir kız bulduramadığı için de boyuna şarap içip gecesini, gündüzünü sızmış bir halde geçiriyordu.
Bu halde kendisi Kanuni Sultan Süleyman’dan da, oğlu Sultan Selim’den de mutluydu. Çünkü onların eline düşmeyen bir güzellik hazinesine sahip oluyordu, eşsiz bir zevk aleminin anahtarını elde etmiş bulunuyordu.
Şehzade Murat, hayretten hazza, hazdan sarhoşluğa geçerek Bafo’yu süzerken, işte bu düşünceleri de perişan kafasında dolaştırıyor, sevinçle gururu birbirine karıştırarak garip bir biçimde dalıyordu. Fakat korsanlara bir şey söylemek, gökten ayrılmış bir melek olduğuna inanıverdiği Venedik dilberini de ayakta ve erkekler arasında durma sıkıntısından kurtarmak lazımdı. Bu yüzden sersemleşmiş iradesini zar zor topladı, kavuğunu yay şeklindeki kumral kaşlarının üstüne yıktı.
“İhtiyarlar!” dedi, “çektiğiniz zahmetin yerinde olduğuna inandım, getirdiğiniz armağanı da beğendim. Kız, hemen içeri götürülsün, Razide Kalfa’ya teslim edilsin. Siz de birkaç gün konuğum olunuz, sarayımda dinleniniz. Sonra işinizin başına güle güle gidiniz. Hazinedarım sizi birazdan görecektir.
Deli Cafer, deminden beri kabaran sinirlerini bir nebze olsun yatıştırma isteğiyle hemen atıldı.
“Şehzadem,” dedi, “hazinedarınızla görüşmemize sebep yok. Çünkü biz buraya halayık satmaya, yardım almaya, bahşiş toplamaya gelmedik. Sayenizde bizim de birer hazinemiz var. Fırsat düştükçe yoksullara ikram ediyoruz, gönül kazanıyoruz, dua alıyoruz. Onun için izin ver de elini öpelim ve sen yataktan çıkmadan biz yola düşelim.”
Şehzade, bir an önce kızı hareme götürmek istediği için bu konu üzerinde duraksamaya gerek görmedi, kelimeleri birbirine karıştırarak son emrini vermeye yeltendi.
“Peki, peki. Sizin dediğiniz olsun. Ben adlarınızı unutmam. Siz de başınız sıkışırsa benden yardım istemekten çekinmeyiniz. Haydi, uğurlar olsun.”
Korsanlar onun elini öperek, Bafo’yu da “Hoşçakal, bahtın gibi alnın da açık olsun,” diye selamlayarak ayrılırken güzel kız yüzünü ciddileştirdi.
“Durunuz,” dedi, “acele etmeyiniz. Prensiniz ne diyor, beni yanında alıkoymak mı, yoksa başka, bir yere mi göndermek istiyor? Burada alıkoyacaksa, halim ne olacak? Beni, esir pazarından üç beş altın verilerek alınan kızlarla bir mi tutacaklar? Yoksa taşıdığım asil kana hürmet mi edecekler? Sonra cücelerimden, ayrılacak mıyım? Bütün bu belirsizlikler hakkında beni aydınlatmadan gitmenize izin veremem. Çünkü ben size güvenip buraya güle güle geldim. Aynı güveni asaletmeap prens de bana vermezse, burada bir dakika bile durmam, peşinize takılıp giderim.”
Şehzade Murat kendinden geçmişti. Çünkü kızın sesinde bambaşka bir güzellik bulmuş ve o sesin konuşurken bile müzikal bir zevk hissettirdiğine inanmıştı. Ruhen eridiğini duyarak bu hayali şarkının nağmelerini dinlemeye koyulmuştu. Kelimelerle ilgisi yoktu. Zaten İtalyanca da bilmiyordu. Fakat Bafo’nun ağzından bir ahenk şelalesi döküldüğünü sanarak kulaklarını, kalbini, ruhunu ve bütün benliğini bu ahenge açık tutuyordu.
Kara Kadı, tercümanlık yaparak onu bu garip sarhoşluktan uyandırdı, kızın sözlerini kelime kelime tercüme etti ve sonunda sordu.
“Ne emrediyorsunuz Şehzadem, kıza nasıl cevap verelim?”
İradesini çoktan Bafo’nun yeşil gözlerine feda etmiş, yüreğini onun sarı saçlarına vermiş olan Murat, hiç düşünmeden şu cevabı verdi.
“Kendileri esir değildir, çok kıymetli bir dosttur ve sarayımın ebedi süsü, hatta ışığı olacaklardır. Hareme girer girmez dairelerinin hazırlandığını, önlerinde dizi dizi halayıkların diz çöktüğünü göreceklerdir. Bu durumun, ben sağ oldukça devam edeceğine inanmalarını rica ederim. Cücelerim dedikleri şeyler, ufak ufak adamlarsa sarayımda onlardan üç beş tane vardır. Kendilerininkini de onlara katarız.”
Kara Kadı bu cevabı İtalyancaya çevirip Bafo’ya anlattı, o da değme aklın dayanamayacağı kadar zarif bir tebessümle memnun kaldığını hissettirdikten sonra, elini Şehzade Murat’a uzattı, bir imparatoriçe ağırlığıyla ve emreden bir sesle görevini hatırlattı.
“Elimi tutunuz, beni daireme kadar götürmek lütfunda bulununuz!”
Korsanlar, bu laubaliliğe şaşırıp kalmıştı. Hele Şeyh Şüca, küçük ve büyük dilini yutmuş gibi derin ve acılı bir hayret içinde sahneye bakıyordu. Fakat Şehzade Murat ne şaşırdı, ne kızdı. Kendisine uzatılan zarif eli mutlu bir heyecanla tuttu, odadaki üç erkeğe selam vermeyi bile aklından çıkaran neşeli bir telaş içinde Bafo’yla uzaklaşıp gitti.
O, Şeyh Şüca’nın dairesinde ve korsanların yanında yasak bir meyve, el değmemiş bir çiçek durumuna düşen Venedik dilberini helal bir meyve ve helal bir çiçeğe dönüştürebilmek için kendi odasına hemen kapamak ihtiyacındaydı. Bafo’nun bir çift yakut üzerinde beliren gülümsemesi o ihtiyacı coşturmuş, elini uzatması ise Şehzadede akıl fikir bırakmamıştı. Aç bir yürek ve aç bir ruh ile dairesine doğru koşuyor, iliklerine kadar gülümseyen Bafo’yu da kendine uydurup koşturuyordu.
Odadakiler uzun bir süre bu maskaralığın şaşkınlığını taşıdı, sonra birbirlerinin yüzüne baktı. Deli Cafer’le Kara Kadı, kısa bir bakışla birbirlerine fikirlerini söylemişti ve bu düşünceler aynıydı, Şehzadenin bir kadın delisi olduğunu gösteriyordu.
Fakat Şeyh Şüca’nın düşüncesi başkaydı. O da korsanlar gibi şaşkındı, şöyle böyle mürit edindiği Şehzadenin bir Frenk kızına çarçabuk tutkunluk göstermesine akıl erdirememişti. Lakin şimdi onları düşünmüyordu. Kendi budalalığını ölçerek üzülüyordu ve korsanların ağızlarını kapamak için çareler araştırıyordu.
Budalalık dedik. Çünkü Şeyh, Bafo’yu gördükten sonra yaptığı densizlikten dolayı pişman olmuştu. Kız onun da esaslı bir dayak yemesine rağmen sarsılmamış olan aklı üzerinde derin etkiler yapmıştı. Korsanları kızdırmayarak kızı Şehzadeden önce niçin görmediğine ve görür görmez de niçin gizli bir köşeye kapamadığına hayıflanıyordu. Fakat iş işten geçmişti, artık o bir içim suyu Şehzadenin dudağından geri çekmek mümkün değildi. O halde yapılacak şey korsanların her dolaştıkları yerde şu dayak hadisesini anlatmamalarını ve kendi haysiyetini yıkmamalarını sağlamaktan ibaret kalıyordu.
Şeyh Şüca işte bu düşünce ile henüz odadan ayrılmayan korsanlara yanaştı.
“Yiğitlerim,” dedi, “sikkeme ve cübbeme saygı göstermediniz, beni incittiniz. Lakin bir şeyh kin tutmaz, kimse için hınç taşımaz. Ben de işlediğiniz günahı unutacağım, sizi pirime havale edip cezalandırmayacağım.”
Deli Cafer, acı acı gülerek onun sözünü kesti:
“Bizi,” dedi, “pirine mi havale edeceksin? Ulan, pirin yerin dibine geçsin. Biz de seni Ulu Tanrı’ya havale ederiz.”
Ve kollarını kavuşturarak sert sert sordu:
“Pirini, pireni bırak da ne istediğini söyle. Çünkü dilinin altında bir bakla döndüğünü görüyoruz.”
Şeyh Şüca bu uyarı üzerine dileğini açığa vurdu, şurada burada adının hakaretle anılmamasını ve dayak yediğinin kimselere söylenilmemesini rica etti. Deli Cafer, dövülmekten değil de dövüldüğünün duyulmasından korkan bu eli nasırlı şeyhe bakıp bakıp başını sallıyordu, nihayet dayanamadı.
“Sen,” dedi, “budala mısın, nesin? Biz, işimizi gücümüzü bırakıp seni mi düşüneceğiz? Yoksa adam dövmek hüner midir ki onunla diyar diyar övünelim? Bununla beraber işin gülünç tarafı var. Bizim şu eşikten çıkar çıkmaz seni unutacağımıza şüphe yok. Fakat dayak yediğin sırada bizi çevreleyip seyre dalanların ağzını nasıl kapayacaksın?”
Şeyh Efendi, onları da susturmaya çalışacağını söylediğinden, iki yiğit denizci odadan ayrıldı, sofada dolaşan uşaklardan birini önlerine katarak dairelerine doğru yollandı. Sarayın bütün selamlık dairelerinde, ahırlarında, mutfaklarında, bahçelerinde, odunluklarında, çamaşırhanelerinde, muhafız koğuşlarında bulunanlar, Deli Cafer’le Kara Kadı’nın Şeyh Efendi hazretlerine dayak attığını, Şehzadeyle de senli benli görüştüğünü duymuştu. Onun için adım başında üç beş kişi kenara çekilerek boyun kırıyor ve ünlü korsanlara saygılarını hissettirmeye çalışıyordu.
Onların bu selamlaşmalarla ilgilendiği yoktu. Her boyun kıran gruba veya adama Aleykümselam, demekle yetinip yollarına devam ediyorlardı. Fakat boylu poslu, yakışıklı ve zarif giyimli bir delikanlının verdiği selam onları avlunun ortasında adeta mıhladı, ayaklarını yürümekten alıkoydu. İkisi de onu tanıdığından emin olmakla beraber umulmayan bir tesadüfün verdiği hayretle duruvermişti. Halbuki o güzel ve şık genç, kendilerini tanımamış gibi görünerek adım adım uzaklaşıyordu.
Bu vaziyete Kara Kadı, yanlış hatırlamaktan korktu ama hemen seslendi:
“Bire doğancı, koşma, dur!” Genç erkek başını çevirdi, geri dönmeye lüzum görmeden sordu:
“Beni mi çağırıyorsunuz?”
“Hele şükür anladın. Bari gel de bizim kim olduğumuzu da anla!”
O, sırmalı kostümünün içinde salına salına, fakat isteksiz bir biçimde döndü, denizcilerin yanına geldi.
“Ne istiyorsunuz ağalar,” dedi, “bana bir emriniz mi var?”
Kara Kadı, kaşlarını çatarak ona cevap verdi.
“Sen, Beşinoğlu Kaya Bey’in yanında değil miydin?”
“Evet!”
“Bir zamanlar adın da Artin’di. Sonra sünnet oldun, hak dinine girdin, Mehmet adını aldın. Bu da doğru değil mi?”
“Evet!”
“Eee, burada ne arıyorsun?”
“Kaya Bey beni doğancı yapıp yetiştirdikten sonra aziz Hünkara armağan etti. O da Şehzadenin av merakını düşünüp beni buraya yolladı. Şimdi şehzade hizmetindeyim. Adım da Kara Mehmet’tir.
“Memnun olduk. Lakin bizi henüz tanımadığını da görüp şaştık. Ben korsan Kara Kadı değil miyim, yoldaşım da yine korsan Deli Cafer değil miydi? Kaya Bey’in çiftliğine az mı gelirdik?”
Kara Mehmet, dalgınlığının affedilmesini rica etti, denizcilerin elini öptü.
“Vallahi,” dedi, “sizin buraya kadar geleceğinizi ummazdım. Hatta iki deniz kurdu bir Venedik kuzusunu yakalayıp Şehzadeye getirmiş, Şeyh Şüca’yı da ısırmış diye kulağıma demin bir laf çalmışken incelemedim, neme lazım, neme lazım diye düşünüp adınızı bile sormadım. Meğer koca sarayı ayağa kaldıran sizmişsiniz. Gerçekten memnun oldum.”
Belki bir el daha öpüp ayrılacaktı. Fakat Deli Cafer onun koluna girerek ayrılmasına imkan bırakmadı.
“Biz,” dedi, “şu karşıki odalarda misafiriz. Yarın erkenden yola çıkacağız. Ancak içimizde birkaç düğüm var. Onları çözmek zahmetine sen katlanacaksın. Bizimle gel, o düğümleri çöz!”
Kendilerini çok iyi bilen denizcileri kızdırmak Ermeni’den dönme doğancının elinden gelemezdi. O sebeple ‘Hay hay,’ demek zorunda kaldı ve kendileriyle birlikte yürüdü. Fakat korsanlar onu uzun süre tutmak niyetinde değildi. Bu yüzden odaya girer girmez sorguya giriştiler.
“Bize ilkin şu Şeyh Şüca’yı anlat. Kimin nesidir, hangi dergahın şeyhidir bu herif ?
Genç doğancı, hemen kapıyı kapadı, korsanların güç duyabilecekleri bir sesle cevap verdi:
“O şeyh filan değildir, bahçıvanlıktan gelmedir. Haremde Raziye adlı bir kahya kadın var. Şeyhin çalıştığı bahçeye hava almak için gittikçe onu görür, beğenirmiş. Şüca, hayırsever birinin sayesinde küçüklüğünde biraz mürekkep yalamış, anasından da akıllı doğmuş bir adamdır. Kahya kadının kendisine tatlı tatlı baktığını görünce meyve koparıp soğuk ayranlar hazırlayıp içirmeye başlar. Sonunda ikisi arasında bir dostluk belirir. Şüca, Çingenelerden öğrenerek bakla falı açar, kağıt üzerinde de fal bakarmış. Hele rüya tabirinde herkesi kafese koyarmış. Bir gün Şehzadenin gördüğü düşü Raziye Kadın’ın yardımıyla hoşça yorumladığından Şehzade Efendimize çatar. Şimdi burada dairesi, şehirde ayrıca konağı var. Şehzade bir dediğini iki etmez!”
“Peki, Şehzadenin yanına girip çıkanlar arasında hatırı sayılabilecek daha kimler var?”
“Kadı Üveys!”
“Ne kadısı bu?”
“Tire Kadısı’ydı. Bir gün Şehzadeyle ava giderken Yamanlar Dağı’nın eteğinde buna rastladık. Kerli ferli bir adamdı. O koca sarığıyla uzaktan çok heybetli görünüyordu. Meğer herif, göründüğü gibi kaba değilmiş, yol yordam bilenlerdenmiş. Çünkü Şehzade Efendimizi görür görmez atından sıçrayıp yere indi, cüppesinin göğsünü kavuşturdu, el pençe divan durdu ve Şehzade yaklaşınca, bağıra bağıra bir şeyler okumaya başladı. Baba tutmuş siyah köleler gibi sağına soluna sallanıyor, başını hiç durmadan eğip kaldırıyor, ellerini ayaklarını hokkabazca oynatıyordu. Şehzade, böyle maskaralıkları çok sever. Onun için atlarının başını çektiler, herifin yaptığı oyunu güle güle seyre daldılar. O, aşkla şevkle oyununa devam etti. Tadını kaçırmadan da bağırıp çağırmayı bıraktı, Şehzadenin üzengisine dudaklarını yapıştırdı, şapır şapır ve uzun uzun öptü, sonra geri çekildi.
“Kulun,” dedi, “Tire Kadısı Üveys’im. Aşo’yu Bekir ’e boşatmaktan, Hasan’ın bıraktığı malı mirasçılara bölüştürmekten, Mehmet’in alacağını Mahmut’a ödetmekten bunaldıkça kılkuyrukcağzımı önüme katarım, ava çıkarım. Çektiğim çile artık dolmuş olacak ki, şevketli, kudretli, yüce Şehzademe rastladım. Bundan böyle bana ne mahkeme ne muhakeme gerek. Senin ahırında seyislik edip rahata ereceğim.”
Şehzade kıs kıs gülüyordu. Kadı susunca sordu.
“Kılkuyruk yoldaşın nerede?”
Üveys av borusu kadar kuvvetli bir ıslıkla oraları inletti ve koşa koşa gelen bir tazıyı göstererek cevap verdi:
“Yoldaşım işte budur. Fakat işinin ehli bir hayvandır. Ne tavşana göz açtırır ne kekliğe. Hele ava çıkmadan önce iyi bakılmış olursa, turna sürüsüne bile süzülmek ister.”
Şehzade efendimiz, avcı kadıyı da köpeğini de beğenmiş ve hemen emir vermişlerdi.
“Efendi bundan böyle dairemizin halkındandır. Sarayda odası olacak ve bizden ayrılmayacaktır.”
O gün, bugün Kadı Üveys bizimledir. Bir hafta kadar oluyor, Şehzadenin kayırması üzerine yüce Padişahın fermanı geldi, kadı eskisi hoca, dairenin defterdarı oldu.
Ve sesini biraz daha kısarak ilave etti:
“Siz de biliyorsunuz ki, şehzade katında defterdar olanlar, devletin baş defterdarlığına kendilerini nişanlamış sayılır. Onun için Kadı Üveys biraz ağırlaştı. Fakat halvet aleminde kürkü ters giymekten, kafayı çekip dansa kalkmaktan geri kalmaz.
Kara Mehmet sustu, fazla gevezelik ettiğini düşünerek biraz da korktu. Bununla beraber yakasını kurtaramadı. Çünkü Deli Cafer yine sormuştu:
“Dışarıda ya da içeride daha kimlerin borusu ötüyor?”
“Ben gelmeden önce Şehzadenin hocası öldüğünden Hasan Canoğlu Hoca Saadettin’i İstanbul’dan hoca yaptılar. Şehzade ona çok saygı gösteriyor. Hoca da şaka bilmez, kimseden korkmayan bir yaman kişi. Ben anlamam ama anlayanlar onun bilgisini derin, kalemini hançer gibi keskin buluyor.”
“Başka?”
“Haremde de Raziye Hatun var. Kendisi kahya kadındır. Sarayın haremine de selamlığına da hükmü geçer. Şeyh Şüca, onun emriyle oturup kalktığı gibi Kadı Üveysler, hazinedarlar, imrahorlar ve herkes kendisini sayar. Daha doğrusu şerrinden korkar. Çünkü Şehzade hazretleri, onun her dileğini yerine getirir.”
Bu konuşma belki biraz daha sürecekti. Fakat oda kapısı ansızın açıldı, içeriye selamlar vererek bir harem ağası girdi, kendine özgü şivesiyle, “Şehzade efendimiz ferman, buyuruyorlar, yeni gelen halayın oyuncaklarını istiyorlar,” dedi.
Cüce Nasuh ve Cafer Ağalar da o odadaydı. Yanyana büzülüp uyuyorlardı. Kara Kadı’nın biraz yüksek sesle, “Yavrular, uyanın!” demesi üzerine yerlerinden sıçrayıp “Lebbeyk, lebbeyk,” diye korsanların karşısına dikildiler. Kara Kadı, şefkatli bir baba kederle içini çekti.
“Eh,” dedi, “kader yerini buluyor, ayrılmamız lazım. Şimdi Şehzadeden emir geldi. Hareme, Bafo’nun yanına gideceksiniz. Artık oradan ayrılmak yok. Bahtınız Bafo’nun bahtına, Şehzadenin de keyfine bağlı, gözünüzü dört açın, kendinizi sevdirin, şımarıklık yapmayın, etliye sütlüye karışmayın.”
Kara Mehmet, o sırada yavaşça sıvışmış, ağaların yanından uzaklaşmıştı. Deli Cafer onun, haremden gelen ağadan korktuğunu sezdi ve kaçışını farketmemiş gibi davrandı. Aynı zamanda cücelere verilen öğütleri de fazla buldu.
“Yeter kardeş,” dedi, “yeter. Nasuh da Cafer de akıllı kişiler. Başlarına konan devlet kuşunun elbette kıymetini bilirler, alıklık edip o kuşu kaçırmazlar. Sen hoş lafı koy da, kendileriyle helalleş.”
Cüceler de Kara Kadı da samimi bir üzüntü duyarak öpüştüler, koklaştılar. İhtiyar korsan yere çömelerek bunu mümkün kılmıştı. Fakat Deli Cafer onun gibi davranmadı. Minimini dostlarının ikisini birden kucağına aldı, yüzlerini gözlerini öptü ve kendi yüzünü de onlara öptürdü, sonra kendilerini yere bıraktı.
“Haydi,” dedi, “uğurlar olsun.”
Yalnız kalınca, kaşlarını çatıp birbirlerine küsmüş gibi birer köşeye çekilip somurtmuşlardı. Önlerine sofra kurulurken, yemek yenirken, hatta yataklar serilirken, bu çatık kaşlılık devam ediyordu. Ancak yatağa girecekleri sırada vaziyetleri değişti, başlar yanyana geldi ve Deli Cafer arkadaşına fısıldadı.
“Büyük bir iş yaptık. Tekkesiz şeyhlere, mahkemesiz kadılara sakalını kaptırmış bir şehzadeye kız armağan ettik. Üstelik cüceleri de elden çıkardık. Niçin, neden?”
Kara Kadı, derin derin ahladı, pufladı.
“Niçini nedeni var mı ya, Venedikli kıza tutulduk, aynaya bakınca da utandık. Onu unutmak, unutabilmek için çare aradık, kendisini bir daha açamayacağımız, içine bakamayacağımız bir mezara gömmeğe karar verdik. Şimdi o mezarın eşiğinde işlediğimiz suçun ağırlığını hissedip bunalıyoruz. Fakat dayanmamız gerek!”
“Ya cüceler?”
“Onlar, kendi dileğimizle saray denilen ışıklı mezara gömdüğümüz kızın yoluna feda ettiğimiz kurbanlar. Haydi, sus. Daha fazla konuşma!”

3. BÖLÜM
Çıra Gibi Tutuşan Gönül!
Harem halkı, güllere, zambaklara, karanfillere el sürmeyi bile aşağılık bir şey sayan, en güzel kızlara ayağını öptürdükten sonra yanağını zorla uzatan Şehzade hazretlerinin bir kadınla el ele ve güle güle geldiğini görünce hayretten parmaklarını ısırmaya koyulmuştu. Geceyarısından sonra olsa efendilerinin fazla içtiğine ve ne yaptığını bilmediğine hükmedip şu halini hoş göreceklerdi. Fakat daha gün batmadan onun böyle kütükleşmesini mantıklarına sığdıramadıklarından şaşkın tavuğa dönmüştü, bulundukları yerde kalıvermişlerdi.
Onların, o dizi dizi ve düzine düzine kızların, kadınların, harem ağalarının aklını altüst eden bu durum aynı zamanda zavallıları kıskançlık ateşine atmıştı. Şehzadenin güpegündüz bir kızla sarmaş dolaş oluşunu -çünkü bu zavallılar, bir erkeğin bir kadına el vermesini, sarılıp oynaşmaktan farksız görürdü- değil, bir kızın şehzade üzerinde hakimiyet kurmasını kıskanıyorlardı. Harem ağaları da bu kıskançlığa ortaktı. Zira şehzadenin bütün dünya kadınlarıyla sevişmesini sağlayan, hatta gerekli bulan bu zavallılar aynı adamın tek bir kadın tarafından harcanmasına dayanamazdı ve efendilerinin ancak kendi etkileri altında yaşamasını isterdi. Şimdi bir kadının Şehzadeyi kendine aşık ettiğini görüyor ve için için kuduruyorlardı.
Bunlar ilk hislerdi. Biraz sonra duygular büsbütün karışık hale geldi. Çünkü Şehzade tarafından sürüklendiği halde Şehzadeyi ardında sürüklüyormuş hissini uyandıran kızın güzelliği, bu sersemleşmiş, şaşılaşmış gözlere çarptı ve yürekler bir daha sızladı. Şimdi Şehzadenin küçülmesiyle ilgilenmiyor, bir kızın kendilerinden üstün tutulmasına içleniyorlardı. Eşine az rastlanır bir güzelliğin ışığı içinde derin ve acı dolu bir hayret dakikası geçiriyorlardı.
Göklerde uçtuğuna inanan Şehzade Murat bir an önce son menzile ulaşmak azminde ve hevesindeydi. Kamaşmış gözler, yanık yürekler arasından süzülüp geçiyor, Bafo’yu da beraber uçuruyordu. Başkalarına ihtiyacı olduğunu ancak kendi dairesi önünde hatırladı, sabırsızlığını hissettire hissettire duraladı, halayık ve köle gruplarına başını çevirip haykırdı.
“Kahya Hatun nerede! Çabuk yanıma gelsin!”
Ve dairesinin esrarlı boşluğuna dalar dalmaz Bafo’yu belinden yakalamak, doymaz bir iştahla sevip okşamak istedi. Şeyh Şüca’nın odasında içine düşen ihtiras kıvılcımı, kızın parmaklarından sızan ateşle beslene beslene üç beş dakika içinde yaman bir yangına dönüşmüş ve acıktığı yerde sofrayı kurdurmaya, susadığı yerde pınarları akıtmaya alışkın olan genç prensin iradesi bu yangında yanıp kül olduğundan işte bu hamleyi yapmıştı.
Tanrı’nın tek yarattığına inandığı kızın o eşsiz güzelliğinden orada, ayaküstü bir iki yudum almak istiyordu. O hazineyi iradesine mahkum, keyfine boyun eğmiş sanarak acele etmişti. Bir ve hatta yarım saniye içinde dudaklarının ilahi bir tad alacağına ve mutlu olacağına inanıyordu.
Fakat bu düşünceler yine bir saniye içinde eridi, tat hazinesinin bir meyve dolabına, bir mutfak kilerine benzemediği anlaşıldı. Çünkü Bafo, beline dolanmak istiyen ihtiras çemberinden bir dilim nur gibi sıyrılmış, uzaklaşmış ve üç adım ilerde durarak İtalyanca haykırmıştı:
“Uslu durunuz!”
Şehzade kırılmış bir kemer gibi iki yanında sarkıp duran kollarında bir sızı hissediyor, öfkeyle Venedik dilberini süzüyordu. Onun ne dediğini anlamamıştı. Fakat durumundan kendine kolayca boyun eğemeyeceğini anlıyordu.
Bu hal, ona aykırı gelen bir şeydi. Fatih’in, Yavuz’un, Kanuni Süleyman’ın torunu ve onlar gibi dünya padişahı olmaya aday bir şehzadeden dudağını, yanağını, hatta hayatını esirgeyecek bir kadın yeryüzünde, düşüncesine göre, bulunamazdı. Gerçi Bafo da güzellik bakımından eşsiz denilebilecek bir seviyedeydi. Lakin yine bir kadındı ve bu saraya zorla getirtildiği için de nihayet bir esirdi. Bu durumdaki bir dişinin, kendisine naz etmesi inanılamayacak cüretlerdendi.
Bununla beraber, öfkesi, soğukkanlılığını kaybettirecek kadar artmıyordu. O sebeple biraz adil düşünmek istedi. Henüz yol yorgunluğunu üzerinden atamamış, yeni bir aleme girmek üzere bulunduğu için de sersemleşmiş toy bir kıza böyle sofalarda uluorta saldırmanın manasız olduğunu hatırladı ve kızın o hamleden korktuğunu sanarak acıdı.
“Haydi,” dedi, “odaya gidelim. Korkma seni incitecek değilim.”
Kızın Türkçe bilmediğini unutuyor ve bu sözlerinin anlaşıldığını zannediyordu. Lakin Bafo, onun gözlerinde insaflı davranma eğilimini gördü ve elini uzattı. Fakat yine emir verdi.
“Rehberim olunuz, fakat çocukluk etmeyiniz.”
Bu emir karşısında hiçbir şey düşünemeyen Murat’ın aklının o pençeye takılması zor olmadı ve iki genç el yine birleşti, işte tam bu sırada kahya hatun Raziye de yetişmişti. Şehzadeyi etekleyerek, Bafo’yu da selamlayarak rehberliğe başlamıştı. Fettan bir mahluk olduğu bakışlarından, gülümseyişlerinden kolayca anlaşılan kahya hatun, bir yandan yan yan yürüyor, bir yandan da soruyordu.
“Efendimiz büyük odaya mı, çinili sofaya mı, hamamlı daireye mi gitmek istiyorlar?”
Şehzade Murat, elindeki misler gibi kokan eli hafifçe sıktı, hülya dolu gözlerini Bafo’nun muhteşem vücudu üzerinde dolaştırarak cevap verdi:
“Hamamlı daireye! Elbette sen hamamı yaktırmışsındır, değil mi?”
“Yaktırmaz olur muyum hiç? Her gün ilk işim efendime dua etmekse ikinci işim de hamamı yaktırmaktır. Güneş söner, efendimizin hamamı sönmez!”
Şehzade Murat’ın karakteristik zevklerinden biri de hamam eğlencesi idi. Padişah olduktan sonra Topkapı Sarayı’nda yaptırdığı zarif ve muhteşem dairenin yanı başında da hamam vardı. Manisa’da ise İstanbul gibi son derece geniş bir çevreye ve bol sayıda eğlence araçlarına sahip olmadığından, gününün, gecelerinin büyük bir kısmını saray hamamında geçirirdi.
Şimdi Bafo’ya da ilk sevgi gösterisi olmak üzere bir hamam sefası teklif edecekti. Kızın deminki sert durumunu unutmuştu. Alçak bir düşünce ile onu, tanıştıklarının birinci saati içinde, tellak durumuna düşürmek istiyordu. Asıl garip olan nokta bu çirkin teklifi, Venedikli güzelin övünerek sevinçle kabul edeceğine inanmasıydı. Dediğimiz gibi şehzadelik bu zavallı delikanlıda çok garip düşüncelerin doğmasına sebep olmuştu. Dahası her düşündüğünü mutlaka yapacağına ve yaptıracağına inanıyordu.
Hamamı, kafesli bir kapı ardında olduğu için yabancı gözlere kolay kolay görünmeyen gösterişli daireye girildiği vakit Bafo, elini Şehzadenin elinden çekerek bir sedire oturuvermiş ve tavandaki, duvarlardaki çinileri, resimleri seyretmeye başlamıştı. Murat Sultan onun böyle teklifsiz davranmasından, ömründe görmediği bir şey olduğu için, hoşlanıyordu. Yan gözle kızın durumunu süzüp gülümsüyor ve aynı zamanda Raziye Hatun’la konuşuyordu.
“Nasıl bu kız?”
“Efendimize layık bir güzel, güle güle eğlenin.”
“İyi ama Türkçe bilmiyor. Ona yıkanıp temizlenmesini, bizim adetimize göre taranmasını, kokular sürünmesini, giyinip kuşanmasını nasıl anlatacağız?”
Kahya kadın, çapkın bir tebessümle efendisine baktı ve cevap verdi:
“Buraya gelen kızların hangisi Türkçe bilir ki. Lakin biz Babil kulesinde kahyalık ediyormuşuz gibi hiç telaş etmeyiz. Almanca konuşana da Rusça söyleyene de başka dil geveleyene de üç, beş ay içinde Türkçe öğretiriz. Bu kızcağızı da onlar gibi terbiye ederiz, Efendimizin hizmetine veririz. Zaten zavallı, kaba büyütülmüş. Bakın huzurunuzda nasıl oturuyor?”
Şehzade kaşlarını hafifçe çattı.
“Yoook,” dedi, “bu kız halayıklar koğuşuna gitmeyecek, benim dairemde kalacak. Dil meselesini ben düşünür, hallederim. Kendisinin oturmasına, kalkmasına da kimse karışmayacak. Çünkü öyle sözleştik. Onun için sen dadılığa hazırlanma. Yalnız şu hamam işini hallet.”
Kendi elinden geçmeden, kendi hizmetinde geceler geçirmeden bir halayık parçasının ne kadar güzel olursa olsun şehzade dairesinde yer almasına Raziye Hatun bin yıl yaşasa akıl erdiremezdi. Çünkü ortada kanun vardı, uygulama vardı, gelenek vardı ve bunlar herhangi bir cariyenin gözdelik nimetine erebilmesini birçok kayda, şarta bağlı bulunduruyordu. Sonra şehzadelerin, padişahların kendi dairelerinde hiçbir kadın tek başına kalamazdı ve o daireye her gözde, her haseki nöbetle girip çıkabilirdi. Halbuki Şehzade Murat, ne idüğü belirsiz bir kızı terbiye ettirmeden yanına almak ve yanında alıkoymak istiyordu. Bu durumda öbür gözdelerin, hasekilerin hakları ve koğuşlarında huzura kabul edilmeyi, Şehzadenin bir kere de kendilerini okşamasını bekleyen kızların geleceği ne olacaktı?
Raziye Hatun bir anda bunları düşünmekle beraber fikirlerini söylemeye doğal olarak cesaret edemedi. Yalnız göz ucuyla Bafo’yu hain hain ısırdı, sonra efendisine döndü:
“Siz,” dedi, “dinlenin, işi cariyenize bırakın.”
Ve emir beklemeden Bafo’ya yaklaştı, sahteliği pek belli bir tebessümle onu okşadı, eliyle de “Benimle beraber gel,” anlamına gelen birtakım işaretler yapmaya koyuldu. Kız, bu basit işaretleri hemen anladığı halde acele ya da merak edip yerinden kımıldamadı, henüz ayakta duran Şehzadenin yüzüne baktı. Gözlerinde açıkça konuşan bir bakış vardı. O bir çift yeşil zümrüt dile gelmiş gibiydi. Murat, birçok şairin yazılarından daha güzel bu bakışların anlatmak istediğini kavradı, gülerek onayladı, Bafo da kaşları hafifçe çatık olarak ayağa kalktı, Raziye Hatun’un ardına düştü, odadan çıktı. Eşiği atlarken başını döndürüp prense bakmış ve onun hayran bakışlarla kendini uğurladığını görünce, eliyle selam işareti yaparak iltifat etmişti.
Kahya kadın, şu hamam faslı sırasında kendi kuvvetini, kendi önemini genç Venedikliye hissettirmeyi tasarladığından yüzünü ciddileştirmişti, ağır bir tavır almıştı. Hamama gelince yüzünü Bafo’ya çevirdi. “Beni takip et,” işaretini tekrarladı ve mermer döşeli girişte duraklayarak kendi aklınca anlatmaya koyuldu. “Ben senden büyüğüm, beni kızdırırsan, seni döverim,” demek istiyor ve kızın yavaşça kulaklarını çekiyordu. Sonra soyunulacak yere geçerek kızı sedire oturttu, işaretle tarif ederek soyunmasını teklif etti. Bafo, sessizdi ve dikkatle etrafını inceliyordu. İçeriden sızıp gelen sıcak hava onun tenine çabucak çiğ düşürmüştü. Altın tacının telleri dibinde damla damla inciler beliriyordu. Sessizliğine rağmen kafası çalışıyordu. Çünkü Raziye Hatun’un kendisini nasıl bir yere getirdiğini ve soyunmasını teklif etmekle nasıl bir amaç güttüğünü anlamıştı. Yalnız aldanmamak ve yapacağı işte hataya düşmemek istediğinden hissine hakim olmaya çalışıyordu.
Raziye, şehzade sarayında kahya kadın olmanın ve yüzlerce halayığa her dediğini yaptırmanın kendine verdiği gururla, adeta sabırsızlanıyor ve kızın hemen soyunmasını istiyordu. Onun kayıtsız ve sessiz durmakta inat ettiğini görünce kaşlarını çattı, işaretlerini tekrarladı ve emrini hızla yaptırmak için de Şehzadenin dahi oraya gelmek üzere olduğunu anlatmaya koyuldu. Eliyle bıyık işareti yapıyor ve o bıyık sahibinin, hamama geleceğini söylemeye çalışıp kızı harekete geçirmek istiyordu.
Bafo bu son işaretleri alınca kalktı, hamamın iç tarafını örten kapıyı açtı, kurnaları ve küçük mermer göbeği gördü. Sonra döndü, Raziye’nin yanına geldi, ondan iğrendiğini göstermek istiyormuş gibi bulantı işaretleri yaptı ve kadıncağızın bir kulağını yakalayarak hamamdan dışarı sürümeye başladı. Raziye, hiç ummadığı bu hücum karşısında şaşırdığından bağırmayı da beceremiyordu, ulumakla inlemek arasında bir sesle genç kızı takip ediyordu.
Hamamla Şehzade Murat’ın beklediği oda arasında on on beş adımlık bir koridor vardı. Bu kısa mesafeyi Bafo somurta somurta, Raziye de uluya uluya geçmişti. Kulağını genç parmaklardan kurtaramayan kahya kadın, Şehzadenin yanına varır varmaz bu işkenceden kurtulacağını, hatta zalim ve haddini bilmez kızın cezalandırılarak kendinin hoşnut edileceğini umduğundan Bafo’yu takipte acele ediyordu.
Lakin zavallının ümitleri boşa çıktı. Çünkü Bafo, yakaladığı kulağı Şehzadenin önünde de bırakmadı, Raziye Hatun’u salon kapısına kadar götürdü, orada zavallının beline bir tekme savurdu, sofanın ortasına kadar fırlattı.
Şehzade hayran hayran tüm bu olan biteni seyrediyordu. O anda umulmaz bir oyun seyretmenin verdiği hazla hoş bir şaşkınlık geçiriyordu. Ne dövülenin lehinde ne dövenin aleyhinde bir düşüncesi vardı. Fakat Raziye’yi sofaya fırlatıp attıktan sonra yanına gelip sert sözler söylemeye koyulan Bafo’ yla baş başa kalınca, şehzadeliğini, saray kanunlarını, harem düzenini hatırladı, büyük bir suç işlemiş güzel kıza sert kelimelerle öğüt vermek istedi.
Kendisinin İtalyanca, Bafo’nun da Türkçe bilmemesi değil ama nefis bir şarkının ahengiyle harıl harıl işleyen ağzın güzelliği, o ağza yakışan bir hoşlukla pırıldayan gözlerin çekimi, bu arzuyu gelip geçen bir düşünceden ibaret bırakmıştı. Artık Şehzade Murat, Raziye Hatun’un dayak yemesiyle harem düzenini, saray geleneklerine vurulmuş olan darbeyi düşünmüyordu, Bafo’nun gür ve güzel sesine ruhunu vererek ondaki saçların nuru, ondaki gözlerin zarafeti, ondaki dudakların tadı, ondaki gerdanın şiiri ve ondaki endamın sihri içinde kendinden geçiyordu.
Lakin bu seyir, güzel Venediklinin heyecanına karşı kayıtsız kalmayı mümkün kılamazdı. Çünkü o heyecanda da başka bir güzellik, başka bir cazibe vardı. Bu sebeple Şehzade, cesur ve pervasız halayığın ne istediğini, neden gazaba geldiğini anlamak istedi. Manalı manasız işaretler sıralamaya girişti. Bafo, bir müddet o işaretlere gelişigüzel karşılık verdi fakat bu şekilde anlaşamayacağını anlayınca, şehzadenin önünde çömeldi, iki eliyle cücelerinin boylarını çizdi, o hayali çizgileri devam ettirerek onları hatırlattı, içeriye getirilmelerini istedi.
Cüceler, haremağaları gibi saraylarda kadınlarla temas etmeleri uygun görülen mahluklardır. Şu şartla ki, hadım ağalarının harem dairesinde yatıp kalkmaya da izinleri vardır. Ancak cücelere bu izin verilmemiştir. Onlar, davet edildikçe hareme girer, hokkabazlık ve maskaralık yapar, kadınları padişahın ve şehzadelerin huzurunda güldürüp eğlendirir, sonra bahşişlerini alıp koğuşlarına döner. Yani Bafo’nun dileğini yerine getirmekte bir terslik yoktu. Şehzade Murat da böyle düşündü, dairesinin kapılarına henüz ne bir köle ne bir halayık getirtmediği için koridora kadar çıkmak zorunda kaldı, oradan el çırptı. Daire dışındaki sofalarda emir bekleyen dişili erkekli hizmetçilerden nöbeti olanların, bu işaret üzerine hemen koşacağını biliyordu. Fakat ilk el çırpmaya, koridorun bir köşesinden kahya hatunun iniltisi cevap verdiğinden, Şehzade onun yanına kadar yürüdü.
“Hala,” dedi, “ağlıyor musun? Ayıp be. Kalk, gözlerini sil, kapıma iki üç kızla, iki üç köle yolla. Bu macerayı da unut.”
Fettan kadın, efendisinin ayaklarına kapanarak gözyaşları döke döke yalvarmaya başladı.
“Sarayında yüzden fazla kız var. Hepsinin çiçeği burnunda… Beğendiğini hizmetine al. Dilersen ben yollara düşeyim, diyar diyar dolaşayım, sana istediğin gibi güzel kızlar bulayım. İstersen kendimi de senin keyfine, senin zevkine feda edeyim. Tek şu hain kızı kov, onurumu kurtar.”
Şehzade Murat, ayaklarını sertçe çekti.
“Alık,” dedi, “senin göğe çıkıp Zühre yıldızını yakalaman, bana getirmen mümkün mü ki ben kendi ayağıyla sarayıma gelen bu canlı yıldızdan vazgeçeyim. Sen, yediğin dayağı, attığın dayaklara say. Her kuşun etinin yenmeyeceğini öğrenip bundan böyle önüne gelene kamçı sallama.”
Kadın inledi.
“Ben ona el bile kaldırmadım.”
“Dilinle, gözünle bir halt etmişsindir. Her ne olmuşsa, artık unutman gerek. Sen, haydi kalk, dediğimi yap. Yoksa bir dayak da benden yersin.”
İşte cüce Cafer’le Nasuh, Şehzadenin bu emri üzerine selamlıktan alınıp içeri getirilmiş ve doğruca Bafo’nun huzuruna götürülmüştü. Murat da boylarına poslarına hayran kaldığı cücelere büyük bir ilgi gösteriyordu. Onların İtalyanca konuştuğunu öğrenince bu ilgi, minnete dönüştü ve Şehzade, Bafo’nun yanıbaşına oturarak cücelerin tercümanıyla konuşmaya başladı.
Konuşmaya başladı dedik. Fakat gerçeği tam olarak söylemiş olmadık. Çünkü Şehzade Murat, Bafo’yla konuşmuyordu, onun tarafından enikonu tersleniyordu. Hem azarlayan, hem aşağılayan böyle bir tavra Şehzadenin tahammül edip edemeyeceği de şüpheliydi. Gerçi o, her şımarık ruhun sahip olduğu aç gözlülükle, o dakikada yaman bir iştah taşıyordu. Zihni de iradesi de körleşmişti. Yalnız hayvani ihtiraslarıyla görüyor, düşünüyor ve hareket ediyordu. Buna rağmen, Bafo’nun kendine de aşağı yukarı bir Raziye Hatun gözüyle baktığını sezseydi, mutlaka coşacak, kuduracak ve birçok laubaliliğine aldırış etmediği kızı kıyasıya hırpalayacaktı.
Cüceler, işte bunu düşünerek ve sezinleyerek tercümede sadakatten tamamıyla ayrılmıştı. Bafo’nun sözlerini değiştirerek Şehzadeye anlatmak ve onun cevaplarını da Venedikli kızın arzusuna göre tatlılaştırarak İtalyancaya çevirmek yolunu tutmuştu. Mesela kız, cücelerin ayak öpmek, Şehzadeye dualar etmek, kavuk sallamaktan ibaret selamlamalarını bitirmesinden hemen sonra Cafer’i yakalamış, hırçın hırçın söylenmeye başlamıştı:
“Sor, bu adama, Beni yüreksiz, ruhsuz bir oyuncak mı sanıyor? Yoksa kendisi henüz yoldan gelmiş yanık yürekli bir kızcağıza nasıl muamele edileceğini bilmeyecek kadar kaba mıdır?”
Cafer de Nasuh da tepeden tırnağa titremiş, ancak saniyelik bir göz iletişimiyle tutulacak yolu da kararlaştırmıştı. Zeki minyatürler kendi durumlarının yukarıya tükürülse bıyık, aşağıya tükürülse sakal denilebilecek bir biçim aldığını anlayınca iki tarafı idare etmeyi seçmişti. İşte bu çaresizlik içinde Cafer, titiz Bafo’nun bu ağır sorusunu şu şekilde Türkçeye çevirdi.
“Kız, efendimizin dünyalar durdukça, yaşamasına dua ediyor, kendisine iltifat buyurduğunuzdan dolayı minnettar kaldığını, bahtiyar olduğunu söylüyor.”
Şehzade, derin derin Bafo’nun yüzüne baktı ve onu memnun etmek için Nasuh’a hitaben. “Sen de benim tercümanım ol!” dedikten sonra, şu cevabı verdi.
“Venediklilerin kavga eder gibi konuştuğunu bilmiyordum. Kendisinin de sizi azarladığını sanıyordum. Kırgın veya kızgın olmadığını öğrenmekten mutlu oldum. Nasıl, sarayımı beğenmiş mi? Gerçi daha bir yerini görmedi, yalnız hamam dairesine gidip geldi ama yine bir fikir edinmiştir. Sen bir sor.”
Nasuh da bu sözü, Cafer’in tercüme ettiği soruya yarım yamalak da olsa bir cevap verebilmesi için şu biçime soktu:
“Sizin neye kızdığınızı, kimden ve ne sebeple incindiğinizi Şehzade Hazretleri anlamıyorlar. Sizi çok aziz tutacaklarını söylüyorlar.”
İşte bu garip, uzun ve gülünç bir tartışma sonunda, zeki cüceler iki tarafı da avutma imkanını bulmuştu. Şehzade, günlerdir deniz yolculuğu yapan Bafo’yu yorgun yorgun hizmetinde bulunmaya zorlamaktan vazgeçmiş, kız da nişanlanma, nikahlanma gibi taleplerde ısrar ettiği takdirde Osmanlı İmparatoriçesi olma ihtimalini kaybedeceğine kanaat getirdiğinden yelkenleri suya indirmişti.
Evet, fettan kızın bütün o hiddetleri, şiddetleri, Şehzadenin kendisini son derece beğenmesinden faydalanarak resmi bir nikahı kabul ettirebilme hayalinden ileri geliyordu. O, daha Venedik’te ve Duçeler Sarayı’nda ihtiyar korsanlarla flört ederken, Osmanlı Sarayı’nda nikahın yasak olduğunu, Kanuni Süleyman’ın Hürrem Sultan’dan sonra kimseyi nikahlamadığı gibi, şimdiki Padişahın da odalık usulüne son derece sadık kaldığını ve veliahdını da o yolda yürüttüğünü öğrenmişti. Bu sebeple Manisa Sarayı’nda kendine nasıl bir rol ve görev düştüğünü eksiksiz biliyordu. Ancak Şehzadenin daha ilk yüzleşmede kollarını aça aça üzerine yürüyeceğini ve bu hamlede başarılı olamayınca, bir hamam sohbeti teklif edeceğini aklına getirmemişti. Beş on gün olsun bir anlaşma ve kaynaşma devri geçireceğini umuyordu. Bu ümidinde aldanmış, kahya kadının kaba davranışından da ümitsizliğe kapılmıştı. Bu yüzden Şehzadeye dert yanmaya, sızlanmaya karar vermişti. Bu dert yanışta, bu sızlanışta, yüzüne nasıl bir renk, sesine nasıl bir ahenk vereceğini kestiremediği için de üzülüyordu. Fakat Şehzadenin, Raziye Hatun’a atılan tekmeyi hoş görmesi ve kendisine sitemli bir bakış bile atmaması o üzüntüyü cürete çevirmişti ve işte bu yaygarayı koparmıştı.
Amacı nikahlanmak istediğini belli etmek ve yapacağı hamle boşa giderse, kendini mümkün olduğu kadar pahalıya satmaktı. Cüceler, kimsenin ihtimal vermediği ve veremeyeceği müdahaleleriyle onu, gerçeğe yaklaştırdığı gibi Şehzadeyi de sinirlenmekten, tamiri imkansız işler yapmaktan uzak tutmuştu. Şimdi ortada bulutsuz bir gökyüzü vardı. Şehzade o lekesiz göğün içinde birçok zevk kaynağı, birçok eğlence keşfederek ruhi gevişler getiriyordu, Bafo da, aynı gökyüzünde kendi geleceğini hale hale, yıldız, yıldız, burç, burç seyrederek baygınlık geçiriyordu.
Cücelerin kontrol ve idaresi altında onların bulduğu uzlaşma şartları şunlardı. Şehzade, on gün Bafo’yu misafir sayacak, dinlenmesini kolaylaştıracak, saray kadınlarıyla onu tanıştıracak ve hakiki bir gözde olduğunu herkese belli etmek için şanına, şerefine düşen iyiliği ve yüce gönüllülüğü yapacaktı. Bafo da on gün sonra gecesini, gündüzünü kayıtsız ve şartsız Şehzadenin hizmetine sunacaktı.
Cüce Nasuh, o uzun konuşma sırasında bir yolunu bulup Osmanlı saraylarında padişahlarla, şehzadelerle pazarlığa girişmenin, anlaşma yapmanın görülmüş şeyler olmadığını ve Şehzade Murat tarafından gösterilen uysallığın, bu sebeple büyük bir iltifat, büyük bir ikram sayılması gerektiğini Bafo’ya anlatmıştı. Zaten o da, Venedik Duçelerine, Alman İmparatorlarına, Fransa Krallarına çok yükseklerden bakan ve o hepsini huzurlarında titreten Kubat Çavuşların efendileri olan padişahlarla prenslerin şaka kaldıramayacağını düşünüyordu. Sadece yaradana sığınıp bahtını sınamak, kendini Şehzadeye nikahlatmak istemişti. Bu tecrübenin olumlu bir sonuç vermediğini görünce tatminkar göründü ve elinde olanla yetinmeye karar verdi.
Şimdi, haşin davranarak kalbini kırdığını sandığı Şehzadeye yaltaklanma ve kendini şuhluğuyla beğendirme ihtiyacına kapılmıştı. Uzlaşma şartları cücelerin yardımıyla kararlaştırılıp tartışma bitince, yerinden gülümseye gülümseye kalktı. Cüce Cafer’i kucağına alarak büyük odanın bir köşesine gitti, orada cüceyle dudak dudağa bir şeyler konuştu, sonra Cafer’i yere bırakıp geri geldi. Şehzadenin önünde Avrupai, zarif bir reverans yaptı ve ardından ilerleyip yine kendinden geçmek üzere olan Şehzadenin iki elini tuttu, acayip olmakla beraber kulağa hoş gelen bir Türkçeyle sordu:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/turhan-tan/safiye-sultan-69403474/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Safiye sultan М. Турхан Тан

М. Турхан Тан

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Agrippine Baffo’ydu adı. İtalya’nın en güzel kızlarından biriydi. Kaçırıldı ve Osmanlı tahtının veliahtına hediye edildi.

  • Добавить отзыв