Cengiz Han
M. Turhan Tan
Tarihe “Cengiz Han” adını yazdırmış yenilmez hükümdar Temuçin’in Çin sınırından Hindistan’a, Avrupa içlerine kadar uzanan hâkimiyeti, nesline bıraktığı uçsuz bucaksız toprakları, Batılı yazarlara da konu olan efsanevi yaşamı, M. Turhan Tan’ın imkân dâhilinde belgelere de dayandırdığı akıcı kalemiyle tarihî bir eseri okuyucuyla buluşuyor. "Nitekim Cengiz Han da bizzat domuz yılında doğmuştu (1162) ve o hayvanın kutsiyetini taşıyordu. Bu itibarla şu Kaydo kızının kendine domuz demesinden hiç de sinirlenmedi. Fakat kız ona “kurbağa, kaplumbağa” filan deseydi iş değişirdi. Çünkü takvime girmeyen hayvanlardan çoğunun kutsiyeti yoktu. Bazen bir Türk, kendi çağını temsil etmeyen hayvan isimleriyle de karşısındakini tahkir ederdi. "Türk okuyucusu tarafından pek bilinmeyen M. Turhan Tan, tarihî roman geleneğimizin en önemli isimlerinden biridir. Birçok önemli memuriyetlerde bulunduktan sonra Sivas mebusluğu da yapmış ve 1922 yılından itibaren kendini tamamıyla yazı hayatına adamıştır. En önemli eserlerini ise tarihî romancılık alanında vermiştir. Bazı eserleri Almanca, İngilizce ve Yunanca gibi dillere çevrilen, tarihî gerçeklikleri berrak ve sürükleyici bir üslupla aktaran Tan, Türk tarihinin zengin mirasını eserlerine ustalıkla taşımış ve okuyucusuna tarihî romanları keyifle okutan bir yazar olarak Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Turhan Tan’ın ölümünden sonra unutulan ve Türk yazın hayatından çekilen eserleri, Türk okuyucusunun özellikle son zamanlarda ilgisini çeken ve neredeyse güncelleşen konulara değinip ele aldığı dönemlere ışık tutmakta, günümüzdeki kimi tartışmalara cevaplar getirmektedir.
M. Turhan Tan
Cengiz Han
M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek içiny eniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebîdergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarınıny akalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali ReşitAkif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplikgörevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlıkgörevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçev e tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleriil e girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyetdevrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunuandı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihîromanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihîroman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihîroman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışıgözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…
1
Savaş kızışmış, iki ordu boğaz boğaza gelmişti. Uzun mızraklar, keskin kargılar artık işlemiyordu. Eğri kılıçlar, kuvvetli bileklerde birer şimşek olup eritecek can arıyordu. Kaynamış gönden (deri) yapılma hafif zırhlar değil, koyak denilen demir ağ zırhlar bile bu şimşeklerin alevine dayanamıyordu, her lahzada birçok insan sessizce can verip toprağa uzanıyordu. Atlar, taşıdıkları cenk erleri kadar heyecanlı görünen atlar, bu düşüp ölen insanları çiğniyorlar, tanılmaz bir kılığa sokuyorlardı.
“Altaysu” Çayı, sanki doya doya kan içmek istiyormuş gibi akışını yavaşlatmıştı, savaşa doğru dudağını uzatmıştı. Onun iki kıyısı uzaktan, susamış açık bir ağzı andırıyordu. Berideki orman, bir felakete acıyıp da dua için kollarını göğe kaldıran bir insan yığınına benziyordu, o kadar canlı görünüyordu.
Sarı saçlı, şehla bakışlı, beyaz tenli bir genç, bu ölüm pazarının sağ kenarında can alıp can verenleri seyre dalmıştı. İki elini, koyun postu mantosunun koynuna sokmuştu, uzunca bıyıklarını titizlene titizlene çiğneyerek manzarayı âdeta emiyordu.
Bir aralık gözlerini geriye, Altaysu kıyılarına çevirdi, hayli uzak bir noktada kümelenen çadırlara baktı. Bunlar, bu çadırlar, birer iri siyah gölge gibi görünüyorlardı, savaş yerlerinden çok geri bulundukları bir bakışta anlaşılamıyordu. Fakat şehla bakışlı genç, o gölgeler arasında bir şeyler, haz ve heyecan veren bir şeyler görmüş olacak ki gülümsedi, yanı başında duran yarı çıplak bir adama döndü.
“Ulu Gökçe!” dedi. “Anam, bugün sevinecek!”
Ve sesini biraz yavaşlatarak ilave etti:
“Börta Fuçin de!..”
Yarı çıplak adam, şehla bakışlı gencin yüzüne bakmadan mırıldandı:
“Her işin sonunu Tanrı bilir. Hele dur, sabırsız olma!”
Gencin yüzü ekşidi, kaşları çatıldı, sert sert söylendi:
“Görünen köye kılavuz istemez! Bizim kurtların nasıl saldırdığını görmüyor musun?”
O, gene kayıtsız cevap verdi:
“Dedim ya, sonuna bak.”
“Başı iyi giden bir savaşın sonu da iyi olur. Gün doğarken sağa bakıp gök kurt, sola bakıp ak kaplan gören sendin, bugün yapılacak savaşta uğur vardır, diyen sendin. Moğol yavrularının, Konkratların, Konkmarların yay üstüne nasıl atıldıklarını da işte görüyorsun. Naymanlar sallanıyor, Merkitler karışıyor. Oyratlar kaçmaya davranıyor. Tanrı, bütün bu iyi görünüşleri kötüye mi çevirecek?”
Çıplak adam, işitmiyor gibi davrandı, bir şey söylemedi. Belki de söylenen sözleri duymamıştı. Çünkü uzun, pek uzun ve o nispette de kirli saçlarının gölgelediği açık mavi gözleri ufkun çok uzak bir köşesindeki bulut parçasına dikilmişti, tunç bir levhayı andıran yüzünde de derin bir endişe dolaşıyordu.
Şehla bakışlı genç, kirli saçlı ve yarı çıplak adamın bir bulut parçasıyla meşgul olduğunu ne görüyor ne seziyordu. Sözlerinin karşılıksız kaldığını görünce gözlerini gene savaş sahnesine çevirmişti, gene bıyıklarını kemirmeye girişmişti.
Sahne, o kanlı sahne bu genci heyecanlı bir sevinç içinde bırakacak safhalar taşıyordu. Kendi şerefini, kendi adını ve kendi bayrağını yükseltmek için bu ölüm pazarına koşup gelmiş olan şu Konkmarlar, şu Konkratlar, şu Moğollar; o şerefi, o adı, o bayrağı çamura bulamak azmiyle aynı pazarda can verip can alan Naymanları, Oyratları, Merkitleri fena hâlde hırpalıyorlardı. Çıplak adamın söylediği gibi görünen köye kılavuz istemezdi. Zafer, kendi ordusuna kollarını açmıştı, biraz sonra öbür tarafın darmadağın olması muhakkak görünüyordu.
Sarışın genç, bu görünüşün sevinciyle döndü, dilsiz bir yoldaş gibi başıboş arkasında duran atının alnını okşadı.
“Akkaş!” dedi. “Bekle! Düşmanların topu birden sinlerine (mezarlarına) yuvarlanıyor. Sen artık onların yurdunda da kişneyeceksin, su içip otlayacaksın!..”
Ve başını gene gerilere, birer kara benek gibi görünen çadırlara doğru çevirdi, kendi kendine mırıldandı:
“Anam, bugünkü kazancımdan böbürlenecek, benim babamdan üstün savaş eri olduğuma inanacak, güzel Börta Fuçin de kocasını yüz kat daha fazla sevecek!..”
O, ordu ağırlıklarının bulunduğu tarafa gözlerini dikip anasını ve karısını düşünürken çıplak adam da ufuktaki kara bulut parçasının, bez üstüne düşen yağ katresi gibi, şaşırtıcı bir hızla genişleyip büyümesini seyrediyordu. Filhakika o minimini bulut, sanki durmadan doğuruyormuş gibi, kısa bir zaman içinde ufkun şark mailesini kaplamış ve o noktada kara, kapkara bir dağ silsilesi yaratmıştı.
Fakat bu kara dağ kümesi yürüyor, işgal ettiği maileden gökyüzünün mavi düzlüğüne doğru akıyordu. Onun akışı da doğuşu gibi efsunlu bir şeydi. Çünkü her ilerleyen parçanın yerini gene yeni bir küme tutuyordu. Bu suretle güneş örtülmüştü, hava kararmıştı, savaş yerinde bir gece esmerliği peyda olmuştu.
Şimdi şehla bakışlı genç de çıplak adam gibi gözlerini göğe dikmişti. Kara bulutların, iri birer dalga gibi birbirlerini kovalayışına bakıyordu. Harp edenler, esmer bir örtü ile sarıldıklarından habersiz gibi görünüyorlardı, gene boğaz boğaza gelip duruyorlardı. Belki o yarı karanlık içinde oynak ve kıvrak birer ziya hüzmesini andıran kılıç pırıldayışlarından şevke geliyorlardı.
Sarışın genç ve çıplak adam, bir aralık gözlerini gökten çevirdiler, birbirlerine bakıştılar. Gencin göz bebeklerinde “Ne umuyorsun?” diyen heyecanlı bir soruş, çıplak adamın bakışında endişeler haber veren bir yanış vardı.
Genç, o yanan bakıştan titizlendi:
“Yağmur, değil mi Ulu Gökçe?”
“Yıkım Temuçin, yıkım. Bu bulutlardan bize uğursuzluk dökülecek!..”
“Ağzını iyiye aç Gökçe. Kılıç, yağmurdan ıslanmaz. ‘Yersu’larımız da bizi boşlamaz.”[1 - Eski Türklerde ilahlar, içtimai zümrelerin timsalleri idi. Bunlara “Yersu” denilirdi. (y.n.)]
“Tanrı, boy civilerinden de uludur. O, işte bulutlarla son sözünü söylüyor.”[2 - Civi yahut çiği, her kabilenin hususi ilahının adıdır. İki kabilenin harp edecekleri günden evvelki gece, civiler boy ölçüşürlerdi ve hangisi kazanırsa yapılacak savaştaki zafer de onun himaye ettiği kabileye nasip olurdu!.. (y.n.)]
Adının Temuçin olduğunu öğrendiğimiz sarışın genç, bir şeyler söylemek isterken müthiş bir gürültü koptu; sanki demirden dağlar birbiriyle çarpışıyorlarmış gibi korkunç bir gürültü!..
Yüzü bembeyaz kesilen Temuçin, titrek dudaklarını güçlükle açtı, kekeledi:
“Gök gürlüyor!..”
Bu iki kelimeyi, yanı başındaki çıplak adama söylemişti yahut söylemek istemişti. Fakat o, yerinde yoktu. Bulutların ilk kopardıkları sayhayı duyar duymaz bir pire çevikliğiyle atın üzerine sıçramış, geriye doğru savuşmuştu.
Zavallı Temuçin, kulak zarlarını patlatacak kadar şiddetle devam edip giden gök gürlemelerinden duyduğu iç acısı arasında bu kaçışı ve kendi hayvanının da kaçırılışını sezememişti. Lakin ağzından bir zerre teselli beklediği çıplak adamı yanında göremeyince belinledi:
“Korkak!” dedi. “Kaçıyor, hem atımı çalarak kaçıyor!”
Şimdi gözlerini savaş yerine çeviriyordu. Fakat çekinerek, hale-canlara kapılarak! Çünkü şu dinmeyen, tükenmeyen gök gürültüsünden savaşa da uğursuzluk bulaştığını seziyordu. Ulu Gökçe’nin dediği gibi Tanrı, asıl Tanrı, son sözünü bu korkunç velvele ile söylemişse, savaşın istikameti değişmişse, galipler ansızın mağlup mevkisine düşmüşse ne olacaktı!
Temuçin’in nemli gözlerinde -tek bir lahza- anası ve karısı titredi, sonra o nemler kurudu, gözler -bütün keskinliğiyle- savaş sahnesi üzerinde dolaştı: Felaket!.. Zafer perisini kucaklamak üzere bulunan cesur ordunun sağ yanı boştu, bir fırka düşman bu boşluğa doğru koşarak orduyu çevirmeye savaşıyordu.
Temuçin, bir an içinde, vaziyeti kavradı, sağ cenahta çarpışan Moğol oruğunun gök gürlemesini duyar duymaz harpten el çektiğini, dinî bir ananeye uyup suya girdiğini anladı.
Filhakika Moğollar, bu münasebetsizliği yapmışlardı. Gökten dökülecek uğursuzluklardan güya korunmak için Altaysu Çayı’na dalmışlardı. Onlar, böyle bir vaziyette harp, zafer, yurt ve ceza düşünemeyecek kadar cahil adamlardı. Babalarından, dedelerinden kalma bir imanla gök gürlerken suya girmenin mutlaka lazım olduğuna inanıyorlardı. Bu sebeple, iki adım önlerinde bulunan zafer perisinin tebessümünü mühimsememişler, başbuğları Temuçin tarafından cezalandırılmak ihtimalini düşünmemişler ve ilk gök gürültüsü kulaklarına çarpar çarpmaz kılıçlarını atarak ve birbirini çiğneyerek suya koşmuşlar, atlarıyla beraber nehrin içine sıralanmışlardı.[3 - Cengiz’in bilahare tertip ettiği yasaya “Gök gürlerken suya girmek yasaktır.”diye bir madde koyması işte bu savaşın yüreğinde bıraktığı elemdendir. Büyük cihangir, bütün ömründe bu rezaleti unutmamıştı! (y.n.)]
Temuçin, ne şaşmanın ne de kızmanın faydası olmadığını anladı, çarçabuk kendine bir yol çizdi: Savaşa atılmak!.. Alageyiğin alageyik torunu, Yesügey’in oğlu için yapılacak başka bir şey de olamazdı. Eğer o da şu suya giren ötsüzler gibi ortadan çekilirse, evliyalık tasladığı hâlde at çalıp savuşan Ulu Gökçe gibi kaçarsa anası, mutlaka yüzüne tükürecekti. Güzel karısı mutlaka yatağını ayıracaktı, bütün Türk orukları arasında maskara olacaktı.
O hâlde henüz boğuşan askerlerinin başına geçmesi, sonuna kadar vuruşması lazımdı. Temuçin, gözlerini kapayıp açıncaya kadar bunları düşündü ve uzun etekli koyun postu mantosunu bir tarafa attı, kılıcını çekti, “Dayanın kurtlarım, ben geliyorum!” narasıyla ileri atıldı.
Fakat bu hamle nihayet mertçe bir atılıştı, boşa giden bir cesur adımdı. Çünkü suya giren Moğol takımının açtığı gedik, iri ve yiyici bir yara gibi ordunun bir yanını harabeye çevirmişti, bir değil, yüz Temuçin bu yarayı kapayamazdı, vaziyeti düzeltemezdi.
Bununla beraber Temuçin, düşmanlara bile parmak ısırtacak kadar celadet gösterdi. Dört tarafa atıldı, insan kılığına girmiş bir ecel gibi boyuna ölüm saçtı. Onun gözüne ilişen, önüne düşen düşman, ne boyda ve ne kuvvette olursa olsun mutlaka ölüyordu.
Lakin gök gürültüsü şeklinde konuşan Tanrı, biraz evvel Temuçin’in bayrağına doğru ağan zafer yıldızını şimdi beri tarafın başına çevirmişti. Temuçin’in elinde kandan ter döken kılıç Tanrı’nın yaptığını bozamayacak kadar cılızdı!
Şehla bakışlı genç kumandan, belki böyle düşünmüyordu, kılıcının amansız işleyişiyle Tanrı’yı da utandıracağını, elden kaçmış görünen muzafferiyeti yeni baştan yakalayacağını umuyordu. Hâlbuki beri tarafta düşmanın çevirdiği çember, gittikçe sıklaşıyordu. Belki bir saat sonra Temuçin de savaş yerini hâlâ bırakmayan Konkratlarla Konkmarlar da ağa düşmüş balık sürüsü hâline gireceklerdi.
İşte bu sırada yirmi beş yaşlarında bir genç, yaya harp edip de atlılara ölüm dağıtan Temuçin’in yanına yaklaştı:
“Bey!” dedi. “Kapana giriyoruz. Kaçalım!”
Temuçin’in yüzü kıpkırmızı kesildi, avurdu birdenbire şişti, küçüldü ve ağzından iri bir tükürük parçası fırlayıp gencin yüzüne yapıştı, aynı zamanda haykırdı:
“Kaçmak mı! Beni anamın donuyla mı savaşa geldim sandın? Çekil önümden korkak! Yoksa canını alırım!”
Delikanlı, sükûnetle cevap verdi:
“Bugün kaybeden yarın kazanır. Sen de bir yıla varmaz yarağlanırsın,[4 - Yarağlanmak: Hazırlanmak. (e.n.)] öç alırsın. Fakat burada ayak pergidip kalırsan tutsak olursun. Anana, çoluğuna çocuğuna, yurduna uzak kalırsın. Boğazına ip de dolarlar, uba uba gezdirirler. Gel, sözümü dinle, kaçalım!”
Temuçin’in gözünde anası ve güzel karısı belirdi, içinde bir yanış dolaştı. Fakat şu can pazarında hâlâ ve hâlâ kendi için savaşan erleri yüzüstü koyup kaçmayı bir türlü kabul edemedi, inledi:
“Söbütay! Yapamam, kurtlarımı bırakamam!”
Söbütay, gene dil dökmeye, Temuçin’i kaçmak için kandırmaya hazırlanırken yüzü al kan içinde bir genç atlı belirdi. Elindeki kılıç kırılmıştı, üstündeki kısa post ceket parça parça olmuştu, bindiği at duman püskürüyordu, ter içinde idi.
Henüz on sekiz yaşında bir delikanlı olan bu atlı, Temuçin’le Söbütay’ın yanına gelir gelmez haykırdı:
“Dört yanımız sarıldı, postunu kurtaran yiğittir, durmayalım, bir delik açıp savuşalım.”
Söbütay, Temuçin’i gösterdi:
“Bey söz dinlemiyor, yakalanıp ipe vurulmak istiyor. Biz onu nasıl bırakırız Cebe?”
Delikanlı, bu sözü duyar duymaz kaşlarını çattı:
“O gelmiyorsa biz götürürüz, göz göre göre başbuğumuzu tutsak mı yaptıracağız?”
Ve hemen eyer üzerinde eğilerek Temuçin’i belinden yakaladı, bir çocuk kaldırır gibi yerden yükseltti, atın üstüne aldı:
“Haydi Söbütay!” diye haykırdı. “Yürü, yol aç!”
Temuçin, bu umulmaz pazı oyununa karşı ağız açamamıştı, delikanlının kucağında uzanıp kalmıştı. Yalnız homurdanıyor, Cebe’ye ağız dolusu küfür savuruyordu. Fakat o yarı deli bir saldırışla atını sürüyor, Söbütay’ın kılıcıyla açtığı yolda ilerleyip gidiyordu.
Söbütay’la Cebe, kendi beylerini kendi ordularından bir müfreze arasında yakalamışlardı. Yapılan çevirme hareketi, cenah ve merkez gibi harp düzenini temin eden vaziyetleri altüst ettiği için dost ve düşman birbirine karışmıştı. Bu sebeple de Konkratlardan ve Konkmarlardan atı yürük, yüreği pek, kılıcı keskin beş on adam, Söbütay’ın ardına takılmıştı, onun yol açışına müessir[5 - Müessir: Etkili. (e.n.)] surette yardım ediyorlardı.
Kaçanlar için hedef, gün batımı olmak gerekti. Zaten ordunun ağırlığı, Temuçin’in anasıyla karısı o tarafta idi. Moğol oruğunun büyük köyü Yilon Buldok’a da o yoldan gidilirdi. Fakat Söbütay, kargaşalık içinde ve hele Temuçin’i kurtarmak gibi çok yüksek bir vazifenin ağırlığı arasında gelişigüzel yürüyordu, bir delik açıp o ölüm kaynağından uzaklaşmaktan başka bir şey düşünmüyordu.
Bu sebeple Moğol yurduna giden yol geride kalıyordu, şu bir avuç kaçak -savaş yerinin sağına düşen- ormana doğru gidiyordu. Sert fakat kısa bir çarpışmadan sonra onlar açığa, selamet yoluna düşmüşlerdi. Artık savaş yeri, adım başına biraz daha uzaklaşıyor ve büyük orman o nispette kendilerine yakınlaşıyordu.
Nihayet ormana geldiler, kovalanmadıklarını -dikkatli bir geri bakışıyla- anladıktan sonra atlarından indiler, Temuçin’i de indirdiler. O, on sekiz yaşında bir çocuğun kendisini eyere alıp buraya getirmesinden son derece müteessirdi, bu cüreti affolunmaz bir hakaret sayıyordu. Ayağını toprağa basar basmaz kollarını üç altın düğmeli ipek gömleğinin koynuna soktu:
“Cebe!” dedi. “Kutlu dağa taş attın.”
Delikanlı eğildi:
“Yurduma iyilik olsun dedim, sana el vurdum. Tek sen yaşa, ben sana değen eli güle güle keserim.”
“Etini didim didim didiklesem gene suçun ödenmiş olmaz!”
“Seni yâdlar elinde tutsak görmedim ya, var ocağımı söndür, uğruna kül olsun!”
“Beni kurtlarımdan ayırdın, ben de seni tatlı canından ayırmalıyım.”
“Kurtların için tasalanma. Biz bir avuç kişi, yol bulup o çemberden çıktıktan sonra Konkmar yiğitleri, Konkrat bahadırları hiç güçlük çekmezler, bir atılışta o çemberi kırarlar, yurtlarına yol bulup giderler.”
Temuçin gözlerini işlemeli meşin çakşırına, uzun konçlu çizmelerine dikti, ellerini koynundan çıkarıp altın tokalı kemerinin üzerinde gezdirdi, uzunca bir lahza dalgınlaştı, sonra içini çekti:
“Ulu Tanrı…” dedi. “bizi umdurdu, fakat undurmadı. Akan suda o, yeşeren otta o, yağan karda o, her şeyde o var. Yaratılmışların yaratanı yalnız odur… Kemiklerimiz üstünde et, başlarımızda saç bitiren, gözlerimize ışık, bileğimize güç veren gene odur. Bugünkü uğursuzluk da ondan. Boyun kırmaktan başka elimden ne gelir?”
Ve sonra ilave etti:
“Ey, burada çene mi çalacağız?”
Söbütay cevap verdi:
“Buyruk senin. Dilersen bir alan buluncaya kadar ormana girelim, biraz dinlenelim, kendimize yol çizelim.”
“İyi dedin, öyle yapalım.”
Şimdi Temuçin atlı, öbürleri hayvanları yedeklerinde yaya, orman içinde ilerliyorlardı. Sık ağaç dallarını ayıra ayıra bir hayli yürüdükten sonra kılavuzluk eden Söbütay bağırdı:
“İşte bir alan. Hem de cirit oynatılacak kadar geniş!”
Temuçin, attan yere atladı, kum yapraklardan vücut bulmuş olan hışırtılı bir sedir üzerine uzandı ve büyük bir saygı ile karşısında sıralanan silahşörlere emir verdi:
“Oturun, atları salın, otlasınlar.”
Hepsi yurda karşı aykırı düşen bu yoldan nasıl kurtulacaklarını düşünüyorlardı. İleride Moğollara ve onlarla yürek birliği taşıyan Türk uluslarına düşman eller ve oymaklar vardı. Geride Nayman atlıları, Oyrat cengâverleri, Merkit silahşörleri dolaşıyordu. Bu vaziyette yurda yol bulmak çok güçtü. Fakat bu güçlüğe çare bulmadan evvel yapılacak bir iş daha vardı: Karın doyurmak!.. Bir hayli süren savaş, gene o nispette uzayan kaçış hepsinin midesinde bir ezginlik yaratmıştı. Otlara saldıran atların engin iştihası onların da ağzında koyu koyu sulanıyordu.
Söbütay, bu müşterek ihtiyacı kelime hâline koymakta önayak oldu:
“Bey!” dedi. “Karnımızı doyuralım.”
Temuçin, dalgın dalgın mırıldandı:
“Neyle?”
“Temiz yulafımız, bol kımızımız var. Bulamaç yapar, yeriz!”
“Olur!..”
Şimdi terkilerdeki kıl heybelerden yulaf unu dolu küçük torbalar, meşin tulumcuklarla kımızlar Temuçin’in önüne taşınıyor ve en genç atlılar bu unlarla kımızlardan bakır çamçaklar (maşrapa) içinde bulamaç yapıyorlardı. İlk çamçak beye sunuldu ve ona bir dolu kadeh de kımız verildi. Geri kalan çamçaklar, atlılar arasında kapışa kapışa paylaşıldı. Bu sade yemek, kuzu çevirmesi veya sülün kızartması gibi lezzetle yeniyordu. Kımızlar da -Pekin sarayından gelmiş şarap gibi- höpürtüle höpürtüle içiliyordu.
Bir felaket gününün şu muhtasar ziyafeti bittikten sonra Temuçin ayağa kalktı.
“Söbütay!” dedi. “Ne yapacağız, nereye gideceğiz?”
“Buyruk senindir, bey. Ben bu ormanda bir iki gün eğlenelim diyorum.”
“Bu odunluğu kendimize yurt mu edineceğiz?”
“Hayır. İki üç gün geçer geçmez yola çıkarız, yurdumuza doğru gideriz.”
“Düşmanlar, bugün yarın geri mi dönerler diyorsun?”
“Ben onların ‘Yilon Buldok’a, ‘Balcona Bulak’a (bu da bir köy) gideceklerini ummuyorum. Bizi yendiler, birkaç yüz tutsak aldılar ya, daha ilerisine gitmezler. Ulu Gökçe’den korkarlar!”
Temuçin’in ağzına kadar gelen büyük bir küfür, dişleri arasında kırıldı. Ulu Gökçe aleyhinde söyleyeceği küçük bir kelimenin, onu evliyadan sayan bu adamların yüreğinde büyük bir kırgınlık yaratacağını düşünmüştü. Fakat o adamın kendi atına binip savuşması gözünün önüne gelince dayanamadı:
“Ulu Gökçe’den…” dedi. “biz korkarız. Yüce bir arpağcı, ulu bir kamandır.[6 - Arpağcı, efsuncu, büyücü ve sihirbaz demektir. Kaman, eski Türk dininde ruhani reis demektir. Saman kelimesi gibi Oğuzlar’daki ozan da kamandan gelme veya bozmadır. (y.n.)] Merkit dinsizleri Gökçe’yi kaça alır?”
“Öyle demeyin. Ulu Gökçe’yi bütün Türk eli, bütün Çin ve Maçin eli sayar.”
Temuçin yüzünü Cebe’ye çevirdi:
“Sen ne diyorsun delikanlı?”
“Gün batınca atlanalım, Altaysu kıyısınca yürüyelim, benim yurda, Çaydan’a gidelim. Geçit veren yerden suyu geçeriz, gene bizim Ciso avuluna doğru gideriz. Oradan Yilon Buldok’a kolay atlarız. Benim düşüncem bu!”
“Yahşi!.. Senin bileğin kadar taşıdığın akıl da sağlam. Böyle yapalım, suyu geçmeye savaşalım.”
Temuçin’in yahşi dediği bir fikre karşı o silahşörlerin ağız açmalarına imkân yoktu. Çünkü onların hepsi, bu genç bahadıra yürek bağlamışlardı. Kendisini candan seviyorlardı, uğrunda ölmeyi bir borç ve bir şeref biliyorlardı.
Niçin!.. Acaba Temuçin, babadan kalma bir hükümdarlık hakkıyla mı bunları böyle kendisine bağlıyordu ve hayatlarını bile küçük bir işaretine bağlı tutuyordu?.. Hayır! Temuçin, yüksek bir kan taşımakla beraber, koca koca ulusları yerinden oynatacak, korku nedir bilmeyen aslan yürekli babayiğitlere böyle boyun kırdıracak bir mevki sahibi değildi, sadece bir beydi. Moğol kabilesinin başında bulunuyordu.
Hâlbuki Moğollar o güne kadar büyük bir rol oynamamışlardı. Türk milletini teşkil eden Kanklılar, Kalaçlar, Kıpçaklar, Başkırlar, Macarlar, Bulgarlar, Hazarlar, Alanlar, İskitler, Tacıklar, Toğmaklar, Hünler, Tatarlar, Mançular, Taycutlar, Merkitler, Naymanlar, Arolatlar, hatta Kırgızlar, şimdiye kadar çok işler görmüşlerdi. Bunların içinde Çin ve Maçin ülkesini, hatta bütün dünyayı altüst eden uluslar vardı. Moğol ismi, kimsenin anmadığı bir şeydi.
Öyle iken işte Söbütay gibi anlı şanlı beyler, genç olmasına rağmen kendi oymağında sözü dinlenen Cebe gibi değerli erler, Konkmarlar ve Konkratlar gibi kalabalık aşiretler Temuçin’in emrini dinliyorlar, ölüm pazarında kellelerini tehlikeye koyuyorlardı.
Neden!..
Bunun iki sebebi vardı. Biri Temuçin’in şahsındaki başkalıktı. O, temas ettiği her insana korku ve saygı aşılayan bir yaradılışta idi. Teni, bütün Türk elinde eşi görülmeyen bir derecede beyazdı. Yurttaşları arasında tunçlar içine karışmış gümüş parçasını andırıyordu. Burnu pek uzundu. Bu uzunluk onun yüzüne biçimsizlik değil, âdeta bir hususiyet veriyordu.
Fakat en mühim yerleri alnı ile gözleri idi. Alnı genişti. Gözleri, gene eşsiz büyüklükte ve çakır renkte idi. Bakışları, kimin üzerine dikilirse dikilsin, yüreğe kadar işlerdi. Onu gören ve yanına gelen herkes, bu gözlerin yalnız bakar değil, insanların içini de okur bir şey olduğuna iman ederdi. Türkiyat ile uğraşan Garp âlimlerinden Leon Kahun’un dediği gibi bu adamda göklerde fermanfermalık[7 - Fermanferma: Hüküm süren, emir veren, emir buyuran, hüküm ferma. (e.n.)] eden kartallar, kırlarda hüküm süren aslanlar gibi ağır, emin ve ürkütücü tavırlar vardı.
Yilon Buldok köyüne yakın yerlerde oturan oymakların onu sevip sözünü dinlemelerinde yapılışının tesiri olmakla beraber başka bir sebep de komşularını kendisine bağlıyordu. Bu sebep, Temuçin’in “Türk birliği” için yapmaya savaştığı propagandadır.
Evet! Bu genç adam, eski Koyonluların, Gök Türklerin, Orhonluların, Tupaların, Yueçilerin, Hünlerin birer efsane hâlini alan şerefli menkıbelerini -her temas ettiği duygulu gençlere- hikâye ederek Türk diyarında gene o şereflerin filizlenmesine, büyüyüp dal budak salmasına çalışılmasını tavsiye ediyordu.
O, her hikâyeyi mutlaka şu sözlerle bitirirdi:
“Eski Türkler, atalarımızın yaşadığı uluslar ‘Hiyong – No’ diye adlandıkları yahut Hünler bizim adını bile bilmediğimiz engin sular kıyısında avlandıkları günlerde bütün dünya silahlarımıza karşı tir tir titrerdi, seksen bir bin millet kara sancağımızın karşısında diz çökerdi. Şimdi ünsüz ve yarı çıplak birer göçebeden başka bir şey değiliz!”
Gene bu propaganda ve bazı oymakların Temuçin’e bel bağlaması yüzündendir ki Merkitler, Oyratlar, Naymanlar gibi mühimce kabileler ona düşman kesilmişlerdi, bir gün büyük bir ağaç olmak istidadını gösteren Temuçin’i henüz yeşermeden kurutmak istiyorlardı. Bugün yapılan savaş da işte bu sebeple patlak vermişti.
Temuçin, şahsının yaptığı tesiri biliyordu, “yahşi” der demez de münakaşanın kapanmış olacağına vâkıftı, bu sebeple sözü çevirdi:
“Gün batımına vakit var. Boşuna oturacağımıza eğlenelim.”
Ve birdenbire elini ileriye uzatarak ışıl ışıl parlayan bir çift göz gösterdi:
“Şurada bir saksağan ayısı var. Cebe, yaya el atsın!”
Cebe, hemen sadaktan yassı temrenli bir ok çıkardı, yayı yakaladı, bileziğini takındı, ayaklarını gönyevari açtı, sol kolunu gerdi, bileğini kıvırmaksızın sağ elinin iki parmağını kertik yerine koydu, kirişi çekti, müteakiben kiriş vızladı, yay titredi. Ok havayı yararak gitti ve ışıl ışıl parlayan bir çift göz, sanki bu ameliyeyi alkışlar gibi ağır bir ses çıkardı, sonra söndü. Saksağan ayısı tam alnından vurulmuştu!..
Temuçin gene “Yahşi!” derken öbür silahşörler “Yaşa Cebe!” sözleriyle genç nişancıyı alkışlıyorlardı. Söbütay, o sahnenin şerefini bir delikanlıya bağışlamayı istememiş olmalı ki alkışlar bittikten sonra Temuçin’e yaklaştı:
“İzin verirsen…” dedi. “dolaşalım, avlanalım, belki iyi bir şey vururuz da sana bir orman çevirmesi yediririz.”
“Olur amma gecikmeyin. Beni bekletmeyin. Gözüm geridedir. Çokluk duramam, tek başıma giderim!”
Bütün silahşörler, ağaçlar arasına dağıldıktan sonra Temuçin, otlar üzerine uzandı, derin bir hayale daldı. Gözünün önünde anası Ulun Hatun, karısı Börta, dört küçük kardeşi dolaşıyordu. O, anasını çıldırasıya severdi. Bu sevgide babasının ona gösterdiği büyük, çok büyük alakanın da tesiri vardı. Yesügey (Temuçin’in babası) bu kadına, bir kar borasında avlanırken rast gelmiş, âşık olmuştu. Kadın evli idi, Yesügey ne yapıp yapmıştı, sevgilisini kocasının elinden almıştı. Heyecansız bir hayattan aşkın yaptığı bir yuvaya geçen Ulun Hatun, değme erkeğin yapamayacağı işleri yapardı, herkese parmak ısırtırdı. Onun çadır önüne çömelip okla gökten kartal düşürdüğünü yahut uzun kamçısını şaklatarak birkaç yüz hayvanı kırdan önüne katıp getirdiğini gören Yesügey, ihtiyarsız haykırırdı:
“Bu kadından doğacak çocuk, eşsiz kahraman olur!..”
İşte bu aşk ve bu alaka, tamamıyla Temuçin’e intikal etmişti. Anası için sonsuz bir sevgi taşıyordu. Fakat karısı Börta için beslediği sevgi de engindi, derindi. Yaşça kendisinden büyük olan bu kız, bütün benliğinde yaşayan bir ateşti. Temuçin ancak bu ateşle ısınıyordu.
Bunlar, bu aziz sevgililer, acaba şimdi nerede idiler?.. Anasını Yilon Buldok’ta, Ulu Gökçe’nin babası Minigilik İçige’nin manevi himayesi atında bırakmıştı. Savaşı kazanan Naymanlarla müttefikleri ta oraya kadar akın etmemişlerse onun için bir tehlike yoktu. Fakat Börta’yı beraber getirmişti, ağırlıkların yanına yerleştirmişti. Bozgundan sonra kadın, acaba atlanıp Yilon Buldok’a savuşmuş muydu?.. Temuçin, kuvvetle bunu umuyordu ve kendi atını alıp savuşan Ulu Gökçe’nin, Börta’yı mutlaka yurda götürdüğüne hükmediyordu. Bununla beraber içinde anası, karısı ve kardeşleri için bir yanış vardı; onları düşündükçe burnu sızlıyordu.
O, kendi yüreğini dolduran sevgilerin kaynaklarına göz bebeklerinde hasretli birer köşe verirken gün de batmıştı. Söbütay’la arkadaşları geri dönmüşlerdi. Harp yorgunu silahşörler, çok kısa bir zaman içinde, kementle iki kurt yakalamışlardı, okla üç ceylan vurmuşlardı. Temuçin onları takdir ettikten sonra emir verdi:
“Atlanalım!”
Hepsi on iki kişi idiler. Fakat on bir atları vardı. Temuçin, atını kendine veren Cebe’ye işaretle terkisini gösterdi:
“Bin de ödeşelim. Beni getiren sendin, seni götüren de ben olayım!”
Cebe, kıpkırmızı kesildi. Bu kızarış, sevinçten ve aynı zamanda utanmaktan ileri geliyordu. Genç Türk, Temuçin gibi bir adamın terkisine binmeyi şeref biliyor ve bu şerefi kendine layık bulmuyordu. Ormanda kalmaya, yaya yürüyüp yurdunu bulmaya razı idi. Bu yükselişe girişemiyordu. Fakat Temuçin’in bir bakışı, onun tereddütlerini giderdi, sanki zorla bindiriliyormuş gibi, ihtiyarsız terkiye sıçradı.
Gidiş, bütün umuşlara rağmen, tehlikesiz oldu. Altaysu kenarına kadar tek bir adam önlerine çıkmadı, suyun berisi ise dost toprağı idi. Konkmarlar, Konkratlar ve Söbütay’la Cebe’nin avulları hep orada oturuyorlardı. Temuçin, ilkin atlılara izin verdi:
“Haydi avullarınıza gidin, yorgunluk çıkarın. Tanrı uludur, çok sürmez öcümüzü alırız.”
Onlar, ayrılmamak ve Temuçin’i Yilon Buldok’a kadar götürmek istediler. Fakat genç bey, itaat telkin eden bir tavırla şu sözleri söyledi:
“Sizi de bekleyenler, tasalananlar var. Geç kalmak doğru değil. Varın yolunuza gidin.”
Bir gün sonra Söbütay’ı, en sonra da Cebe’yi aynı suretle obalarına gönderdi, yalnız kalınca atını mahmuzladı, hızlı hızlı söylendi:
“İşte geliyorum ana, işte geliyorum Börta!”
O, bir gece yarısı kendi öz yurduna gelmişti. Kulübeler, ağıllar ve bunlardan daha çok olan kara çadırlar, daha uzaktan gözlerini okşamış, yüreğine heyecan doldurmuştu. Gerdeğe girecek toy bir delikanlı gibi iç çarpıntısı geçiriyordu.
Köpekler, at ayağı sesini daha uzaktan havlamalarıyla karşılamışlardı, biraz sonra bu havlamaya ağıllardaki köstekli atların tepinmeleri, develerin homurdanmaları karıştı.
Böyle bir gürültü, sağır toprağı bile harekete getirebilirdi. Zaten kulakları kirişte olan Yilon Buldoklular ise ilk köpek havlamasında ayağa kalkmışlardı, erkekler -ellerinde yay ve kılıç- çadırlarının kapısına çıkmışlardı, arkalarında -silahlı birer gölge gibi- kadın vücutları seziliyordu.
Temuçin atını ileriye, Yilon Buldok tepesinin eteğinde kurulu kendi çadırlarına doğru sürdü. Köpekler, sanki onu tanıyorlarmış gibi birdenbire susmuşlardı, onların susmasıyla ağıllardaki tepinmeler, böğürmeler, melemeler, homurdanmalar da kesilmişti. Çadır ağızlarında beliren erkekler ise gözlerini göğe kaldırmışlar, “Tanrı onu korumuş, gözümüz aydın olsun!” diye mırıldanarak yarım kalan uykularını tamamlamaya dönmüşlerdi.
Temuçin, atının başını anasının çadırı önünde çekti. Orada bağlı duran iki köpek, boyunlarındaki iplerin müsaadesi nispetinde sıçrayarak şen şen havlayarak yaltaklanıyorlardı. Kendi dilleriyle “Hoş geldin!” diyorlardı. Temuçin kırbacının ucuyla onları okşadı, çadırdan içeri girdi.
Bir çam çırasının isli isli ışıklattığı bu büyük çadır, ak keçe ile döşenmişti. Bir köşede, dört beş keçenin üst üste konulmasıyla yüksekçe bir yatak yapılmıştı. Ulun Hatun, Temuçin’in anası bu yatağın üstüne uzanmıştı, derin bir uykuya dalmıştı. Ayağının ucunda iki kat kıvrılmış bir keçeye başını koyarak horul horul uyuyan bir erkek vardı. Ulun Hatun da ak sakallı erkek de bütün Yilon Buldok’u ayağa kaldıran deminki havlamaları, melemeleri değil, çadır kapısındaki köpeklerin neşeli havlayışlarını da işitmemişlerdi. Hatta çadıra bir adam girdiğini duymuyorlar, uykularını bozmuyorlardı.
O sırada Ulun Hatun henüz kırk yaşına girmemişti, vaktiyle Yesügey’i çıldırtan güzelliklerini gene muhafaza ediyor gibiydi. Hele şu yatış vaziyeti bu güzelliklere başka bir inkişaf, başka bir enginlik veriyordu.
Temuçin, çadırın kapısı önünde duraklamıştı, sapsarı bir çehre ile uyuyanlara bakıyordu. Gözünün önüne küçüklüğünde gördüğü, görebildiği bazı sahneler geliyordu. Vaktiyle gene bu çadırda idraksiz gözlerine çarpan ve masum yüreğine tuhaf bir sevinç dolduran o sahnelerle şimdi gözlerini yakan, yüreğini bulandıran şu manzara arasında ne büyük bir benzeyiş vardı. Eğer, yerde ve anasının dizleri dibinde yatan şu ihtiyarın yerine babası Yesügey konsa küçüklüğünde gördüğü sahneler yeniden ve hemen hemen aynen vücut bulmuş olacaktı. Aradaki fark babasının yerinde şu ihtiyarın, Minigilik İçige’nin bulunmasından ibaretti.
Eli, kendi de farkında olmaksızın, boyuna belindeki bıçağa gidiyordu. Kafatasının içinde bir şeyler kaynıyordu. Yüreği sıkılmıştı, göğsünde bu değirmen taşı ağırlığı kalkıp iniyordu. Fakat gene içinde bir ses, bütün o kaynayışların üstüne çıkan bir ses vardı, kulağına kadar yükselerek çınlıyordu:
“Sabırlı ol Temuçin, son pişmanlık akçe etmez.”
Moğollar beyi, önündeki manzaraya değil, işte bu sese kapıldı, bıçağını okşayan elini kemerinden çekip alnına götürdü, ter içinde kalan o geniş alnı kuruttu:
“Oğlu atımı uğurlayıp beni düşmanlar önünde yaya kor. Babası anamın yatağına baş dayar. Dayanılır iş değil amma bunları yok etmek de olmaz. Ulusumun dişisi, erkeği; büyüğü küçüğü Ulu Gökçe’ye bağlı. Babasına da toz kondurmazlar. İyisi işi tatlıya bağlamak, suyu geçinceye kadar ayıya dayı demektir.”
Ve yavaşça çadırdan çıktı, atını yedeğine aldı, kendi çadırının bulunduğu yere yönelmek istedi. Fakat yürümezden evvel gözleri -ihtiyarsız- Yilon Buldok tepesine kaydı ve birdenbire duraladı. Orada, Ulu Gökçe’nin makamı olan o yüksek yamaçta bir şeyler, inanılmayacak bir şeyler vardı.
Evet, koca Temuçin gecenin koyu esmerliği içinde kendini alıklaştıran bir manzaraya şahit olmuştu. Tepede Ulu Gökçe’nin mağarası üstünde dokuz renkli bir ay parlıyordu, daha aşağıda, tepenin köye karşı düşen yamacında, kıpkırmızı bir çadır ve onun önünde devler kadar iri bir atlı vardı. O aydan bu atlının üzerine avuç avuç pırıltı dökülüyordu.
Temuçin şaşkın şaşkın, bu manzaraya baktı, ihtiyarsız uzunca bir titreyiş geçirdi, eliyle gözlerindeki hayreti silip de tekrar tepeye bakınca atlının ve kızıl çadırın kaybolduğunu, dokuz renkli ayın da bir buluta girdiğini gördü. Şimdi titremesi geçmişti, fakat yüreğinde bir çarpıntı vardı, Ulu Gökçe için fena düşünceler taşıdığına nedamet getiriyordu, anasının çadırında kanlı bir iş görmediğine de seviniyordu.
İki üç dakika sonra, atını yederek yürümeye başlamıştı. Çok dalgındı, zihninde hep o dokuz renkli ay, o kızıl çadır ve o iri atlı dolaşıyordu, sık sık da başını ardına çevirerek tepeyi gözlüyordu, lakin o yaman şeyler artık yoktu.
Temuçin, neden sonra kendini topladı, etrafına bakındı, çadırlar kümesinden ayrılıp ağılların yanına kadar geldiğini gördü. O, gözü kapalı yürüse kendi çadırını bulacağına, karısının kokusunu çok uzaklardan alacağına kaniydi. Böyle yanlış bir yürüyüş yaptığını görünce âdeta sıkıldı. Ağıllar önündeki çobanlarla yüzleşmeden de çekindi, köpekler havlarken hızlı hızlı geri döndü. Gene çadırlar arasına girdi. Kendi çadırının bulunduğu yere doğru yürüdü.
Hayret!.. Çadır yerinde yoktu ve kazık delikleri o karanlık içinde hasretli gözler gibi mahzun görünüyorlardı. Temuçin, bu ummadığı boşluk önünde ilkin sendeledi, sonra çadırının savaş yerinde düşman eline geçmiş olacağını düşündü. Kardeşlerinin sıraya dizili çadırlarına yöneldi. Güzel Börta, şüphe yok ki, bunlardan birinin içinde bulunacaktı. Çadırsız yengeyi ağırlamak kardeşlere düşeceğine göre bu tahmininde isabet görüyordu.
Birinci çadırın önüne gelince bekçi köpekler havlamış ve ilk havlayışta çadır içinden bir delikanlı dışarı fırlamıştı. Bu, Temuçin’in en sevgili kardeşi Cuci Kazar’dı, yalın bir kılıçla dışarı çıkmıştı. Lakin önünde büyük kardeşinin, ulus beyinin yüksek endamını görünce hemen kılıcını atmış, diz çökerek inlemişti:
“Tanrı uludur. Değerli bacı düşman eline düştü, ulu Temuçin kurtuldu. Yasımızı bu sevinç kapayacak!..”
Temuçin, yüreğine bıçak sokulmuş gibi sarsıldı, dudakları titreye titreye sordu:
“Hay seni ölüm alsın! Düşman eline düşen bacı, benim Börta mı?”
“Evet…”
“Kimse onun yardımına koşmadı mı, eteğime kir bulaşırken herkes öküz gibi baktı mı?”
“Bozgun sonunda ağırlıkların yanına çekilmek istedik, yol bulamadık, ırmağa sürüldük. Börta at uşaklarıyla baş başa kaldı, düşman eline düştü.”
“Naymanlar mı bu işi yaptı, Oyratlar mı?”
“Değerli bacı, Merkitler (Toguzların atıcı manasına gelen ikinci adları) elindedir. Bugün öyle salık (haber) aldık.”
Temuçin, anasının çadırında olduğu gibi gene dizi dizi ter içinde kalan alnını elinin tersiyle sildi. Birkaç kere bıyığını çekip bıraktı.
“İnandım.” dedi. “Bugün inandım. Ugan (Allah) bizi sınıyor, yüreğimizi tartıyor. Ben her şeye dayanacağım. Varsın, Börta da yok olsun. Ulusumuz yaşıyor ya, bu bize yeter!..”
Fakat içinden başka türlü söyleniyordu, bütün Merkitleri yeryüzünden kaldırmaya ant içiyordu, o büyük ulusun dere gibi akıtılacak kanıyla eteğine sürülen çamuru yıkamayı tasarlıyordu. Ancak kardeşine bu iç düşüncesini sezdirmedi, sadece emir verdi:
“Bana bir keçe ser, uyuyacağım!..
2
BİR İPTE İKİ CAMBAZ!
Yüksek kayalarla, karaçamlarla örtülü bir dağ… Bu, Yilon Buldok köyünü eteğinde saklayan ünlü ve uğurlu tepedir. Köyü baştan başa benekleyen kara çadırlar, bu tepenin dibinde dizüstü çökmüş kara külahlı birer köleye benzer. Hiçbir baş, gelişigüzel o tepeye gözünün nurunu uçuramaz, korkar. Çünkü orada Ulu Gökçe oturuyor. Moğolların, Terkinlerin bu genç ve yaman peygamberi korkunç değildir, çıplaklığından ve uzun saçlarından başka göze çarpan bir ayrılığı da yoktur. Yilon Buldokluların tepeye dönüp bakmamaları da onun şahsi heybetinden ileri gelmiyor. Gökçe’nin mağarasına gökten çeşit çeşit Tanrı misafiri geldiğine inanılmaktadır ki, köylülerin gözlerini böyle bir perhize mahkûm etmektedir.
Fakat tepe, mucizeli tepe, güzelliği sevenler için, pek cazibeli bir şiir abidesidir. Eteğindeki kayalar, tabiatın elinden dökülme birer harfi andırır ve üst üste yığılan bu her biri ayrı ayrı biçimde harflerden sevimli bir ihtişam ifade eden berrak bir mısra doğar!.. Karaçamlar kayaların üstünde bir küme tuğ gibidir: Tabiat dediğimiz ulu hünkârı temsil ederler.
Uğurlu ve mucizeli tepe, sessiz de değildir. Ta böğründen konuşur ve sesi gümüş bir akışla ovaya ve oradan uçsuz köşelere kadar gider. Bu ses onun ırmağıdır ve o diyarın saygı ile dinlediği bir teranedir. Moğol ve Terkinlerin ağıl çocukları; o pek duygulu koyunlar, inekler, develer, keçiler bile mucizeli tepenin akıp giden sesini içerken apaçık bir saygı gösterirler ve onları sıvarmak için ırmağa götüren kadınlar, hayvancıkların su içerken dudaklarında bir buse şekli belirdiğini sezerler!
Temuçin’in karısı hakkında uğursuz bir haber aldığı günün gecesinde bir adam bu tepeyi tırmanıyordu. O tepeyi Tanrı konuklarının uğrağı sayan hiçbir kimse, gecenin bu vaktinde böyle bir cesareti gösteremezdi, karanlığa bürünüp Ulu Gökçe’nin mağarasına doğru yükselmeye girişemezdi. Onun bu delice göz ve yürek pekliği göstermesine göre ya cinlerden, perilerden korkmaması, Ulu Gökçe’nin hışmından çekinmemesi lazımdı yahut tepenin esrarını bilmemesi icap ederdi.
Hâlbuki gece yolcusu şaşırmaz adımlarla ilerliyordu, keklikleri topal yapacak kadar dar yerlerden pervasız geçiyordu, keçileri düşündürecek derecede ürkünç kayalıkları durmadan aşıyordu. Demek ki yolu iyi biliyordu ve tepenin girintisini, çıkıntısını tamamıyla tanıyordu.
O, korkusuz yürüyüşüyle ilerledi, ilerledi, yamacın ortasına kadar geldi. Orada minimini bir düzlük vardı ve bu düzlüğün üst tarafında belirsiz ve bilinmez enginliklere bakar gibi görünen iri bir göz seziliyordu. Bu, Ulu Gökçe’nin içinde yaşadığı mağaranın kapısı idi.
Moğollardan ve onların avullarından (küçük kabilelerinden) biri olan Terkinlerden bir şeyler dilemek için mucizeli tepeye çıkanlar ancak bu noktaya kadar gelebilirler, orada dokuz kere yere kapandıktan sonra diz çöküp Ulu Gökçe’nin mağaradan çıkmasını ve kendilerini lütfen dinlemesini beklerlerdi.
Gece yolcusu, bu sayılı yerde de durmadı, mağaraya doğru yürüdü. Fakat kapımsı delikten içeri gireceği sırada durdu. Çünkü kulağına iki at kişnemesi birden çarpmıştı. Bunlardan, bu seslerden biri, yabancı gölgeleri haber veren bir nöbetçi haykırışına benziyordu. Öbüründe dost selamlayan sevinçli bir ahenk vardı.
Yolcu, delikten çekildi ve biraz yanda duran atların yanına gitti. Şimdi kişnemeler bir kat daha hararetlenmişti. Nöbetçi haykırışı perde perde yükseliyordu, hırçınlaşıyordu. Dost sesi, âdeta kelimeleşiyor ve sevinç döküyordu.
Yolcu, ilkin sert sert haykıran ata yaklaştı:
“Sus sayın!” dedi. “Ben yabancı değilim!”
Sonra öbür atın yelesini okşadı, alnını öptü:
“İşte geldim Akkaş, seni de buldum. Artık ayrılmayız.”
Ve gene mağaraya dönmek için adımını çevirirken Ulu Gökçe ile burun buruna geldi. Yarı çıplak aziz, at kişnemeleri üzerine dışarı çıkmıştı. Gece yolcusunun yanı başına kadar gelmişti.
Biri tam giyimli, silahlı, öbürü apaçık olan iki adam selamlaştılar.
“Tünaydın Gökçe!”
“Tünaydın Temuçin!”
“Seni Akkaş’ın üstünde hâlâ uçuyor sanıyordum. Meğer yuvana gelmişsin, tünemişsin.”
“Ben de seni atalarına kavuşmuş sanıyordum, meğer diri kalmışsın!”
Karanlığı yırtan keskin bakışlarla birbirlerini bir lahza süzdüler. İkisi de gözlerinin ışığını birbirinin ta yüreğine akıtmak, orada saklanan duyguları, dilekleri görmek istiyordu. Artık susan atlar gibi yukarıdaki karaçamlar da aşağıdan sivri kulaklarını diken kayalar da iki genci seyrediyorlardı. Biri, Tanrı’nın dostu olarak birkaç Türk ulusu üzerinde manevi bir hükûmet kurmuş, öbürü asil bir kan ve büyük bir zekâ ile silahlanarak aynı uluslara kendini bey tanıtmış olan bu iki gencin orada, o karanlık içinde karşılıklı yürek okumaya girişmeleri heyecanlı bir sahne idi.
Soğukkanlılığını ilkin Ulu Gökçe topladı:
“Tanrı…” dedi. “seni kayırıyor. Bunu çoktan biliyordum, şimdi büsbütün inandım. Buraya gelişin de Tanrı’nın işidir. Çünkü seni yürüten, yanıma ileten odur. Sen bu iyiliğin yüceliğini bil, bundan sonra ona ve bana bel bağla!..”
Temuçin’in yüzü gene sertti. Gökçe’yi dinlerken gözünün önünde birkaç levha dolaşıyordu: Çıplak azizin savaş yerinden kaçışı, onun babasının çadırdaki laubali uyuma vaziyeti ve mucizeli tepede beliren hayaletler!.. İlk iki levha, genç Moğol beyinin sinirlerini kamçılıyor, ona şu çıplak adamı hırpalamak arzuları aşılıyordu. Son levha ise bu sinirlenmeyi yatıştırıyordu, kafasına birtakım fikirler getiriyordu.
Fakat Ulu Gökçe’ye cevap vermiyordu, düşünüyordu. Çıplak aziz, iki üç saniye durduktan sonra elini onun omzuna koydu.
“Konuşulacak…” dedi. “çok şeyler var. Bunları şu atların bile duymaması lazım. Gel, benim deliğe girelim.”
Temuçin itaat etti. Ulu Gökçe’nin ardına düştü. Mağaraya girdi.
Burası, girintili, çıkıntılı uzun bir delikti. Yüksekliği gayet az olduğu için mutlaka iki büklüm olarak yürümek lazımdı. Bazı noktalarda yükseklik son derece azalıyordu ve o vakit emekler gibi yürümek icap ediyordu.
Gökçe ve Temuçin, bu karışık ve karanlık delikte bir hayli süründüler, nihayet küçük bir oda denilebilecek kadar genişçe bir yere geldiler, Gökçe gibi Temuçin de ancak burada belini doğrultabildi ve mırıldandı:
“Arpağcı (büyücü) yeri değil, düpedüz in. İn de değil, odsuz yer tamusu (cehennemi)!”
Gökçe başını çevirdi, karşılık verdi:
“Evet yerim dardır, yakışıksızdır. Fakat sizin otağlarınız gibi özünden kirli de değildir.”
“İnin sana, otaklarımız bize kalsın. Hele bir çıra parlat da konuşalım. İşim baştan aşkın, tasam her günkünden taşkın!”
Ulu Gökçe bir çıra yaktı, duvarlarında Temuçin’inkinden başka belki hiçbir insan gözünün izi bulunmayan esrarlı yuvasını aydınlattı. Minimini oda taştan bir kuyuya benziyordu. Yer, tavan ve duvarlar hep taştı. İnsanlardan çok evvel yaşayan, boş küre üzerinde gelişigüzel oynayan tabiat bu dağ kovuğunda da birçok karalamalar bırakmıştı. Şurada yarım kalmış taştan bir boynuz, beride belirsiz bir hayvan resmi, ötede -on binlerce sene sonra yetişecek sanatkârlara örnek olabilecek kadar zarif- bir avize sallanıyordu. Binbir mevzu üzerinde sınayışlar yapan o ezelî ve ebedî çocuk, bütün bu yarım eserleri bu taş duvarlara ve tavanlara hangi çivi ile asmıştı veya hangi tutkalla yapıştırmıştı, belli değildi. Fakat onlar, bir dağın ağırlığı ve asırların adımları altında işte sapasağlam duruyorlardı. Moğol peygamberinin yuvasını süslüyorlardı.
Taş odanın döşemesi de sahibinin kılığını andırıyordu, yok denilecek bir derecede idi: Bakır bir kazan, birkaç kürk ve keçe parçası!..
Ulu Gökçe işte bu dekor içinde sarışın misafirini kabul etti, altına bir keçe koyarak oturttu, kendisi de taştan bir iskemleye ilişti.
“Temuçin!” dedi. “Benimle kavgaya mı geldin?
“Evet. Sana kırgınım, içten kızgınım!”
“Niçin?”
“Beni savaş yerinde atsız kodun, karıma bile görünmeden savuştun.”
“Başka?”
“Bütün söylediklerin de ters çıktı. Yersularımız, civilerimiz, (ilahlar, ilaheler demektir) Naymanların ve Merkitlerin yersularını, civilerini alt ettiler, sen de onların çerisini yeneceksin, ordularını bozacaksın, dedin. Savaş yerinde iş ters oldu, bizim ordu bozuldu, üstelik Börta Fuçin de elden çıktı, tutsak olup gitti.”
Ulu Gökçe uzun ve kirli saçlarını bir el darbesiyle çıplak omuzlarına attı.
“Dinle Temuçin!” dedi. “İyi dinle. Ben ne at uğrusuyum (hırsız demek) ne yalancı. Atını alıp savuşmuşsam bunu, seni kaçmaktan korumak için yaptım.”
“Beni kaçmaktan korumak için mi?”
“Evet!..”
“Gülünç konuşuyorsun Gökçe. Ben kaçmayayım, kaçamayayım diye sen kaçıyorsun. Bu da bana bir iyilik oluyor, değil mi?”
“Öyle bir iyilik ki bunu öz kardeşin de sana yapamazdı. Sözümü kesmezsen anlatırım, sen de inanırsın.”
“İnanır mıyım, güler miyim bunu sonra görürüz. Hele söyle.”
“Ben, savaşın biçimsizliğini görür görmez ilkin seni düşündüm, yan gözle yüzüne baktım. Bu yüz, soluktu. Demek ki için bozuktu. Belki savaşı değil, arkadaki karını düşünüyordun. Ben bunu sezince seni kaçamayacak bir hâle koymayı tasarladım, atını alıp savuştum. Sen, atsız kaldığın ve yaya koşup karını kurtaramayacağın için ister istemez düşmanlara saldırdın. İşte bu saldırıştır ki seni dosta da düşmana da biraz daha yüksek tanıttı. Şimdi Moğollar gibi Naymanlar da Merkitler de senin yiğitliğini övüyorlar, adını saygı ile anıyorlar.”
“Atımı öldüreydin, yanımda kalaydın.”
“Bu düşünce de yanlış. Ben yanında kalaydım tutulurdum. Çünkü senin gibi kılıç eri değilim.”
“Beni de öldüremezler miydi, tutup ipe vurmazlar mıydı?”
“Seni öldürürlerse yerine geçecek kardeşlerin var. Ben ölürsem yerim boş kalır. Tutsaklık işi de öyle. Seni yakalasalardı biz çalışırdık, düzen kurardık, savaş yapardık, er geç seni kurtarırdık. Benim için kim çarpışacak?”
“Demek ki sen, kendini benden üstün tutuyorsun, kılına ilişilmemesini istiyorsun. İşte ben buna kızıyorum.”
“Sana benim Tanrı ile konuştuğumu, bu yurt için bir ışık olduğumu söylemeyeceğim. Bilirim ki inanmazsın. Gücenirsem, kızarsam atlarınıza sakağı, itlerinize uyuzluk, çocuklarınıza sıtma yağdıracağımı da söylemeyeceğim. Çünkü inanmazsın. Fakat bir şey söyleyeceğim, buna, adının Temuçin olduğuna inandığın kadar inanmalısın.”
“Nedir bu söz?”
“Sen, bensiz sürünürsün!”
“Anlamadım Gökçe. Bir daha söyle.”
“Ben senin için temiz bir kan, alevli bir can gibiyim. Ben aradan çıkayım, sen damarları boşalmış leşe dönersin, kaskatı kalırsın.”
“Neden?”
“Çünkü sen bir şeyler yapmak, yeryüzünde ululaşmak, dört bucağa ün salmak istiyorsun. İçinde bir şeyler kaynıyor, kafanda bir şeyler dolaşıyor. Gün oluyor: Kabın kabına sığmıyor. Gün oluyor: Üzerinde at oynattığın yerler sana dar geliyor. Genişlemek, şişmek, coşup taşmak ve gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ülkelere ulaşmak istiyorsun. Fakat?..”
“Ey, susma, söyle.”
“Fakat bilgin kıt. Ne geçmişi biliyorsun ne geleceği. Onun için durduğun yerde sayıyorsun, ileri gidemiyorsun. Süt emer taylar kocamış aygır olsa, beşikteki çocuklar döl verse gene yerinde sayacaksın. Taşıdığın dilekler ağu olup içini kemirecek, düşlerin gözünü yakacak. Gene sen, istediğin gibi ünlenemeyeceksin.”
“Sana bel bağlarsam?”
“O vakit iş değişecek, her şey değişecek, hatta dünya değişecek.”
“Bugün gene gökten sana at gönderilmiş olacak. Çünkü yüksekten atıyorsun, şu karanlık ininden güneşler söndürüyorsun. Bari düşündüklerini açık söyle de biraz güleyim, tasamı azaltmış olayım.”
“Gül, fakat inan!.. Sen, bensiz acınacak bir topal gibisin. Benim öğütlerimle ayağın sağa çıkacaktır.”
“Bana nasıl yardım edeceksin? Yağmur taşıyla mı, büğü davuluyla mı, uydurma tansuklarınla mı, yoksa şu uzun saçlarınla mı?”
“Aklımla!..”
“Aklın o kadar engin mi?”
“Engin olmasa on binlerce kişi bana tapınmazdı, kendini beğenen Temuçin de uykusunu bozup yanıma gelmezdi!”
“Ben kavgaya geldim!”
“Barışmak daha iyi.”
“Barışmak, anlaşmakla olur. Sözlerinden bir şey anlamadım. Hâlâ bir arpağcı gibi konuşuyorsun. O dili bırak, açık konuş.”
Ulu Gökçe, üzerinde oturduğu iskemlemsi taştan yere indi, bağdaş kurdu, heyecanlı bir sesle söze girişti:
“Dinle öyleyse, iyi dinle, ilkin senden başlıyorum: Sen kimsin? Bir Moğol beyi, değil mi?.. Atalarını say desem Hint kuşları (papağan) gibi yedi göbeğe kadar babanı, dedelerini sayacaksın. Her Moğol gibi ben de biliyorum: Baban Yesügey’dir. Onun babası Bertan Han, onunki Kabul Han, onunki Tümene Han, onunki Bay Songur Han, onunki Kaydu Han, onunki Detumenin Han, onunki Boğa Han’dır. Burciken kanı taşıyorsun. Fakat şu yaşa gelinceye kadar bir kere olsun başını göğsüne eğip ‘Moğol nedir?’ diye düşündün mü?”
Temuçin’in kaşları çatıldı, dudaklarından uzun bir kelime döküldü:
“Yo…k!”
“Şimdi düşün, hem de iyi düşün: Moğol nedir?”
“Bir ulus!”
“Ne ulusu?”
“Ne ulusu olacak! Türk ulusu!”
“Bunu bilince dileklerini tartıya vurman gerekleşir. Sen, bütün Türklere başbuğ olmak istiyorsun, değil mi?”
“Türkleri birleşmiş görmek istiyorum.”
“Onlar, kendiliğinden birleşmezler, olsa olsa birleştirilirler. Birleştirilince de başlarına -eski Koyunlularda, Tuğularda, Hünlerde olduğu gibi- bir han, bir hakan geçirmek ister. Bu han, bu hakan ise ancak birleştirme işini başaran adam olur.”
“Sözü dallandırdın, budaklandırdın. Ortaya hanlar, hakanlar çıkardın. Sözü biraz budayıver, çörden çöpten ayıkla da bana nasıl yardım edeceğini söyle.”
“Sıra ile Temuçin, sıra ile.”
“Öyleyse çabuk ol.”
“Türklere başbuğ olmak ve daha evvel onları birleştirmek için kendini tanıtmak ister. Bu da birçok düzenler kurmakla, bir yandan da güçlenip kuvvetlenmekle olur. Sen, salt kuruntu geçiriyorsun.”
“İşte bunda yanılıyorsun. Ben, dilimin döndüğü kadar eski günlerin parlaklığını, bugünün sönüklüğünü anlatıyorum, yüreklerde yangın yapmaya savaşıyorum.”
“Bunu ben de yapıyorum. Fakat beyler, ulus beyleri bu yangını yapmamıza göz yummazlar. Onun için bir yandan düzen, bir yandan yumruk ister. Hâlbuki sen, düzen kurmayı beceremiyorsun, yumruğun da şimdilik cılız!”
Temuçin, içini çekti:
“Doğru söyledin Gökçe. Yumruğum cılız. Bunu son savaşta ben de anladım.”
“Ben bu cılız yumruğu demir yaparım. Birkaç yıldan beri de gizli gizli çalışışım bunun içindir.”
“Darılma ama bugüne dek benim için nasıl çalıştığını, ne yaptığını bilmiyorum. Düşman karşısında atımı aşırmak, beni tek koymak sence yardım ise ben o yardımı gene sana bağışladım.”
“Kafan kuruntu dolu, gözün burnuna bağlı. Böyle olmasa sana sessiz sessiz yaptığım yardımları anlardın, yüreğini bana bağlardın.”
“Ne yaptın ki Gökçe?”
“Ne mi yaptım, birer birer sayayım mı?”
“Say da öğreneyim.”
“Sağa git, sola git, yukarı çık, aşağı in, Türk elini dört yandan dolaş, her ubada bir masal dinleyeceksin. Bu masala göre birkaç yüz yıl evvel Alageyik adlı bir dul kadın vardı. Kocasının yasını tutup kara çadırında karagözlerinin kara yaşını silip oturuyordu. Bir gece çırasız çadıra bir ışık doldu, bu ışık elle tutulmaz bir örtü gibi Alageyik’i sardı, sonra söndü. Dul kadın, ter içinde kalmıştı, korkudan tir tir titremişti. Fakat uyanıkken gördüğü bu düşü kimseye söyleyememişti. Dokuz ay on gün geçti, gene bir gece o ışık dul kadının çadırına doğdu, ter dökmeye başlayan kadıncağızı kucakladı. Bu sefer o, bayılmıştı, gözünü açınca dizlerinin arasında üç çocuk buldu.”
Temuçin, çıplak adamın sözünü kesti:
“Bunu ben de babandan dinledim. O üç çocuktan biri benim büyük dedemmiş.”
“Evet, dinlemişsin. Fakat bu masalı baba da oğul da bizim uydurduğumuzu, ağızdan ağıza bizim yaydığımızı anlamamışsınız.”
“Demek Alageyik yalan, büyük babamın ışık dölü olduğu da uydurma.”
“Alageyik yalan değil amma üst tarafı düzme!”
“Yalanlar düzmeyi niçin düşündünüz?”
“Çünkü insanlar, yalanı doğrudan daha çok severler. Sonra kafası aydınlanmamış adamlar, birine yüksek saygı göstermek için onu insanlığın üstünde doğmuş görmek isterler. Biz de seni, beylerin ve hanların üstüne çıkarmak için ışıktan üremiş gösterdik.”
“Canım sıkıldı, senden de babandan da yüreğim biraz daha ayrıldı. Ben yalan sevmem, söyleyenden de iğrenirim.”
“Yalanı sevmezsin amma dört tarafa ulak çıkarıp bu masala inanmayın diye de bağıramazsın. Böyle bir şey yaparsan seni yükseltmek için uydurduğumuz öbür masallar da suya düşer. Sonra kendin de küçülürsün, cascavlak bir Moğol beyceğizi kalırsın.”
“Başka yalanlarınız da var mı?”
“Var ya.”
“Haydi sıkılma, onları da söyle.”
“Senin doğuşunu da babam bir masal yaptı. Anan seni her kadın gibi, her kısrağın bir tay bırakması gibi sessiz, gürültüsüz doğurmuştu. Elli yıldan beri Türk elinde bir kaynaşma, bir anlaşma yapmak isteyen, bunun için de senin soyuna dayanmayı kuran babam, bu doğumu bir tutamak saydı, dört tarafa bir masal uçurdu. Sanki sen bir eli yumuk olarak doğmuşsun. Eben elini açınca bir parça pıhtı kan görmüş. Moğol ulusunun en akıllısı babam değil mi ya. Hemen o, bu kan pıhtısını alıyor, evirip çeviriyor, babana müjde veriyor; ‘Bu çocuk ulu hakan olacak, yeryüzünün hepsini alacak!’ diyor.”
“Bu da mı yalan Gökçe!”
“Yalan ya. Ana karnından yeni fırlayan tayların koşucu olup olmadıkları bile ilk günden anlaşılmaz. Nerede kaldı ki insan yavrusunun hakanlığa yükseleceği doğumunda belli olsun. Fakat dedim ya, kafası aydınlanmayan adamlar, bu masallara çabucak inanır.”
“Peki, dileğiniz neydi, baba oğul niçin yalanlar uyduruyorsunuz, hele benim adımı ne diye yalanlarınıza temel yapıyorsunuz?”
“Babam da ben de Türk elini bir beyin buyruğu, bir bayrağın gölgesi altında görmek isteriz. Türk, altından üstündür. Altın hakanları yıllarca alt etmiştir. Gene öyle olmalı, el birliğiyle yücelmelidir. Bunun için de kanı yüksek, bileği sağlam bir adam ortaya atılmalıdır. Biz, seni seçtik.”
“Diyelim ki dediğiniz oldu, dileğiniz yerini buldu. Siz, ne kazanacaksınız?”
“Onu şimdi değil, bütün Türklerin biricik hakanı olduğun gün sor.”
“O güne erişeceğinize inanıyor musun?”
“İnanmasam şu kurt inine kapanmazdım, şu kılığa girmezdim, yarı aç, yarı tok yaşamazdım. Alageyik çocuğu değilsem de çok ünlü bir kişinin oğluyum, ben de kılıç kuşanırdım, ata binerdim, uşak kullanırdım.”
“Peki, Türk birliği için çalıştığına, beni de yükseltmeye savaştığına inanayım. Bütün Türkleri kendimize nasıl uyduracağız? Daha dün üç küçük ulusun önünde bozulduk. Koca koca uluslar, bize boyun mu kırarlar?”
“Pagadurlar (bahadırın Türkçesi) yenile yenile yenmeyi öğrenirler. Karıncalar bile düşe kalka yol almayı öğreniyorlar. Onun için dünkü bozgundan içlenmeye yer yok. Elverir ki bundan sonra adımını ölçülü atmayı beceresin.”
Ve birdenbire hatırlamış gibi sordu:
“Sözü değiştirmek iyi değil amma öğrenmek istiyorum. Ben savuştuktan sonra sen, savaş yerinde ne yaptın?”
“Ne yapacaktım, ilkin sana adamakıllı atıp tuttum, sonra kılıcı çekip ileri atıldım. Delikanlı Cebe ile Söbütay karşıma çıkıp ve beni zorla alıp düşmanlar arasından çıkarmasalardı geberip gidecektim.”
“Tek başına büyük yiğitlikler gösterdiğini duydum. Nasıl kurtulduğunu ağzından işitmek istiyordum.”
“İşte onu da işittin. İçine serinlik geldi mi?”
“Serinlik gelmedi, üşümek geldi!”
“Neden?”
“Savaşlarda iyi bir başbuğ olamayacağını anladım da ondan!”
“Bunu nereden anladın?”
“İyi bir başbuğ, ordusunu kurtarmaya savaşır. Bunu yapıp yapamayacağını da bir bakışta anlar ve o vakit kendini kurtarmaya çalışır. Sen, erimiş bir ordunun yıkımı sırasında kendini ortaya atıyorsun. Bu, ölüyü diriltmek uğrunda ölüme atılmak demektir.”
“Fena mı, erlik böyle olmaz mı?”
“Erlik başka, başbuğluk başka. Sen, çok cesur bir çeri olabilirsin. Fakat şu yaptığın işe bakılırsa çok kötü bir başbuğ olacaksın. Onun için sana öğüt veriyorum: Ordular hazırla, ordular besle ve kullan. Lakin bu orduların savaşa girişinde işi, senden iyi becerenlere bırak. Varsın onlar, senin uğruna didinsinler. Ad, gene senin olacak, değil mi?.. Yeter.”
“Hem kılıç eri değilim dersin hem savaş işine karışırsın. Bana benden iyi bir başbuğ göster de ağzını öpeyim.”
“Ulus işi; komşularla yerinde bozuşmak, yerinde anlaşmak işi başka. Bunları sen, hele benimle anlaşırsan, herkesten iyi yaparsın. Çünkü sende başka bir yaratılış var. Bakışın bile adam korkutur. Fakat ordu başbuğluğuna yaramazsın, ordu bozarsın!”
“Benden üstün bir başbuğ göster diyorum! Sen sözü gene benim üstümde dolaştırıyorsun.”
“İşte Söbütay, işte Cebe!”
“Cebe’nin ağzı süt kokuyor, öbürü de aşağı yukarı toy bir yiğit. Bunların iyi başbuğ olacaklarını nereden anladın?”
“Son savaşta sana uyup da kılıç sallayacaklarına seni terkiye vurup savuşmalarından anladım. Bu, tam başbuğ görüşüdür!.. Sen, onları yanından ayırma. Birini sağ kolun, öbürünü sol kolun say!..”
“Buna da peki. Şimdi sen, Türk birliğini nasıl kuracağımızı söyle.”
Ulu Gökçe yerinden kalktı, taş odanın bir köşesinde duran kurt yenikli bir tahta sandığa yanaştı, oradan bir kitap aldı. Bu, Uygurca yazılmış bir tarihti. Gelip Temuçin’in karşısına oturduktan sonra kitabın sahifelerini karıştırdı, uzun ve çok uzun bir hikâyeye girişti. Hararetle, heyecanla, bazen gözü sulanarak, bazen yüzünde alevler dolaşarak anlatıyordu: Türk nedir, nasıl üremiştir, nerelere yayılmıştır, neler yapmıştır, ne ülkeler almıştır, ne saltanatlar devirmiştir?..
Temuçin, hazla ve coşkun bir sevinçle onu dinliyordu. Şimdiye kadar bu çıplak adamın bu kadar bilgiç olduğunu öğrenmemişti. Onun babası, Minigilik İçige, Moğol diyarının en akıllı adamı idi. Hatta kendine Türk birliği hülyasını aşılayan da o idi. Fakat Ulu Gökçe’yi, bir büyücü olarak tanıyordu ve onun Moğollar, Konkratlar, Konkmarlar üzerindeki nüfuzunu kıskanıyordu. Şimdi bu çıplak adamın çok şeyler bildiğini görerek şaşırıyordu, sözlerinden ise tatlı bir heyecan alıyordu.
Gökçe’nin belki iki saat süren millî hikâyelerinden sonra Temuçin sordu:
“Bu ulu Türk’ü, çok engin Türk elini bizim küçücük Moğol ulusu kucaklayabilecek mi?”
“Moğol, Türk denizinde bir köpüktür, efsunlu bir köpük. O deniz bu köpükle dalgalanacak. Şimdi sen, benimle antlaş.”
“Ne yapayım?”
“Benim sözümden dışarı çıkmayacaksın.”
“Peki!..”
“At karnına gir desem gireceksin.”
“Peki!..”
“Öyle ise ilk iş olarak yarın Naymanların yurduna gideceksin Köşlük Han’ın karısını kaçırıp buraya getireceksin, kendine eş yapacaksın.”
“Bu, kötü bir iş. Güçlüğü de caba.”
“Bak, ilk adımda sözüme uymamazlık gösteriyorsun. Bu, seni çıkarmak istediğim tahtı şimdiden tekmelemek demektir.”
“Sözünü tutmamazlık etmiyorum. Yalnız bu işi hem kötü hem güç buluyorum.”
“Merkitler senin karını kaçırmadılar mı, sen de Nayman beyinin karısını kaçır ki, ödeşmiş olasınız. Bunu yaparsan Nayman ulusu, Köşlük Han’dan iğrenir, sana imrenir. Bunun sonu da o büyük ulusun Moğol bayrağı altına girmesi olur.”
Temuçin, derin derin düşündü. Merkitler elinde kalan güzel Börta’nın öcünü almak için onların müttefiki olan Naymanlar beyine, aynı cinsten bir yara açmayı pek haklı buldu ve müspet cevap verdi:
“Peki. Post elden çıksa da bu işe girişeceğim. Başka ne diyorsun?”
“Şimdilik bu kadar. Umduğum gibi bu işi becerip de sapasağlam geri gelirsen Güncü ile düğününü yaparız, adını da değiştiririz. Yeni eş, yeni ad, yeni hayat!..
“Güncü, uğrulayacağım kadının adı mı?”
“Evet. Köşlük Han’ın karısının adı Güncü’dür. Sanki bilmiyorsun değil mi? Bu adı Türk elinde bilmeyen kim var?”
“Düğünden sonra benim adım da mı değişecek?”
“Evet.”
“Bunu niçin düşünüyorsun?”
“Temuçin, zaten senin ikinci adın değil mi? İlk adın ‘Tangrı Öggüksen – Allahverdi’ idi. Sonra Temuçin oldun. Naymanları yüreklerinden vurup altüst ettikten sonra daha parlak bir ad alacaksın.”
“Bu ad, ne olacak?”
“Konduğu gün anlarsın.”
Temuçin ayağa kalktı. Sihirlenmiş gibi garip bir tesir altında idi, çıra isiyle dolu olan şu taş odada bir sürü cinlerin, perilerin dolaştığını sanıyor ve bir ayak evvel oradan ayrılmayı istiyordu. Fakat Ulu Gökçe ile vedalaşacağı sırada gözünün önüne bir sahne, üşütücü bir sahne geldi: Minigilik İçige’nin çadırdaki yatış vaziyeti!.. Sarışın genç, ansızın göz bebeklerinde beliren bu sahnenin yüreğine verdiği burkuntu ile için için sarsıldı, bir duvara dayandı:
“Ulu Gökçe!” dedi. “Anlaştık ve antlaştık, değil mi?”
“Evet.”
“İnsanları birbirine anttan daha iyi ve daha sağlam birleştiren bağlar yok mu?”
“Belki var, belki yok. Bunu neden soruyorsun?”
“Seni kendime daha yakın yapmak istiyorum ve böyle bir bağ arıyorum.”
“Bulabilir misin?”
“Buldum sanıyorum, eğer sen beğenirsen.”
“Söyle Temuçin, düşünme. Bulduğun bağı hemen yüreğime sararım.”
“Anamla babanı evlendirmek!.. Bunu yaparsak sen kardeşim olursun.”
Ulu Gökçe’nin gözlerinde bir ışık parlayıp söndü. O, Ulun Beyge ile babasının seviştiklerini çoktan biliyordu ve bu gizli aşkın böyle bir netice vermesini de bekliyordu. Fakat Temuçin’in kendiliğinden şöyle bir teklifte bulunacağını ummuyordu. Çünkü babasıyla onun anası arasında yapılacak bir evlenme, babasını Temuçin’in babası yerine ve kendisini de onun seviyesine çıkaracaktı. Azizlik dolayısıyla zaten sahip olduğu nüfuza bir de asalet katılınca Moğol diyarı kendi avuçlarının içine girmiş olacaktı. Bunu Temuçin’in takdir etmesi icap ederken o, büyük bir gafletle işte umulmaz bir teklifte bulunuyordu.
Ulu Gökçe sevincini sakladı.
“Ben…” dedi. “bu işe karışmam. Ananla babamın ve senin anlaşmanız lazım.”
“Hele, sen olur de. Babanı da kandır. Anamı ben yola getiririm.”
“Sen istedikten sonra ben niçin olmaz diyeyim?”
“Şimdi yüreğim sana tam bağlandı. Çünkü kardeşim oldun. Haydi kucaklaşalım.”
İki genç, sarmaş dolaş öpüşürken ayrı ayrı düşünceler geçiriyorlardı: Temuçin, anasının lekesini sildiğine memnundu, baba ile oğlun kendisine artık oyun oynayamayacaklarını düşünüyordu ve onlara sunduğu afyonun tesiri geçmeden ikisini de ortadan kaldırmaya fırsat bulacağını umuyordu. Beriki ise babasıyla kendisinin Ulun Beyge yüzünden kazanacakları yeni nüfuzla yepyeni roller oynayacaklarını tahayyül ederek tatlı bir istiğrak geçiriyordu. Antlaşan ve kardeşleşen şu iki genç, o dakikada yüksek bir ip üstünde oynayan iki cambaza benziyorlardı, birisinin yere düşmesi, parçalanması tabii idi.
3
NAYMANLAR DİYARINDA!
Naymanlar, Türk uluslarının en büyüklerindendi. “Başbaluk”un üst yanları Altay’ın mukaddes bağları ve şimdi Contuçak denilen İmil ve “İli” de onlarındı. Bir yanları Başbaluk’a dayandığı gibi bir yandan da Türk yurdunun Müslüman kısmına, Maveraünnehir’e komşu bulunuyorlardı. Yüz yüz elli seneden beri Hristiyan dinine girmişlerdi, nereden geldikleri belirsiz papazları aralarına kabul ederek kamanları, odakanları yurtlarından çıkarmışlardı.[8 - Eski Türklerde erkek ruhanilere kaman, şaman denildiği gibi kadın ruhanilere de odakan denilirdi. Kadın şaman, halk nezdinde daha nüfuzlu olduğu için erkek şamanlar da yaptıkları dinî yahut sihrî ayinlerde saçlarını uzatırlar, kadın elbisesi giyerler, ince sesle konuşurlar, hatta kendilerinin gebe kaldıklarını, balık ve karga gibi şeyler doğurduklarını iddia ederlerdi. Bu kadınlaşma mecburiyetinin şamanları makûs cinsiyete kadar sürükledikleri söyleniyor. (y.n.)] Hikâyemizin cereyan ettiği günlerde Naymanların başında Kayang Han adlı bir hükümdar vardı. Fakat kuvvet ve nüfuz, oğlu Köşlük’ün elinde idi. Kayang Han ihtiyarlığını ileri sürerek otağına kapanmıştı, Meryem Ana’yı anarak son günlerini ibadetle geçiriyordu.
Onun böyle bir köşeye çekilip ulus işlerini oğluna bırakması hiç de dindarlıktan değildi, gene kendi oğlunun kurduğu bir düzendendi. Bu düzen hem korkunçtu hem gülünçtü. Aynı zamanda esrarlı bir şeydi. Naymanlar arasında söylendiğine göre komşu hanlardan biri bir savaşla bozulmuş ve Kayang Han’a sığınmak için savaş yerini bırakıp savuşmuştu. Köşlük yolda bu kaçak adamla karşılaştı. Vaktiyle aralarında bir at yüzünden küçük bir kavga çıkmıştı, yüreğinde ona kin vardı, bu karşılaşmayı fırsat sayıp onunla hesaplaşmak istedi. Bir taraftan da şu kaçak adamın babasını kandırıp lüzumsuz bir savaşa sebebiyet verebileceğini düşünerek bu ihtimalin de önüne geçmeyi muvafık buluyordu. Zaten onunla Nayman toprağı dışında karşılaşmıştı. Kendisi henüz babasının sığıntısı sayılamazdı.
İşte genç Köşlük böyle düşündü ve kaçak asilzadeyi tahkir ederek, bir mübarezeye vesile yarattı, herifçeğizi alt etti, kafasını kesti, babasına götürdü. İhtiyar Kayang, bu hediyeyi beğenmedi, oğlunu azarladı, kesik başı da gümüşe kaplatıp tahtının üzerine koydu. Bir gün bu baş, ihtiyar Kayang’a dilini çıkardı, homurdandı. İhtiyar hükümdar olur olmaz şeylerden korkmazdı. Fakat kuru bir kelleden dil ve ses çıktığını görünce ürktü, hele o acayip şeyin üç defa tekerrür etmesi üzerine içine büyük bir korku yayıldı, bu hadisede manevi bir işaret gördü, tahtını oğlu Köşlük’e bırakıp beylikten çekildi.
Naymanlar bu kelle hadisesini Kayang Han gibi, Allah’la alakalı buluyorlardı. Yalnız saray papazı bıyık altından gülerek bu umumi itikatla eğleniyordu. Çünkü kelleyi dillendiren kendisi idi, Köşlük’le el birliği yapıp bu hokkabazlığı becermişlerdi. Hanzade, Hristiyanlığı komşu oruklara silah kuvvetiyle yaymayı taahhüt etmişti, papaz efendi de kelleyi dile getirmek ustalığını göstermişti.
Fakat Kayang Han’ın beylik işlerinden el çekmesini müteakip Köşlük’le papazın arası açılıvermişti. Köşlük’ün karısı Güncü, Nayman kraliçesi olur olmaz kocasını İsa’dan ve Meryem’den vazgeçirip Buda mezhebine girmeye teşvik etmeye başlamıştı. Bu teşvik, kuvvetli bir zorlayıştan farksızdı ve Köşlük’ün mukavemet kudretinin çok fevkinde idi. Çünkü eşsiz bir güzelin gözüyle ve diliyle yapılıyordu!
Evet, Güncü Hanım Altay mıntıkasının güzellik kraliçesi idi. Ne Çin dilberlerine benzerdi ne Hitay perilerine. Bütün o diyar erkeklerinden boyca yüksekti. Dişi ve erkek herkes onun önünde miniminileşirler ve Güncü, her kalabalığın arasında “kutlu dağ” gibi yüksek görünürdü. Bu boy akıllara durgunluk verecek kadar mütenasipti, bakanların gözünü kamaştırırdı. Güncü’nün yalnız boyu güzel değildi. Saçları, yürekleri allak bullak eden bir ipek ağa benziyordu. Her telinde altın bir ok kuvveti uzanıyordu ve bu saçlar, güzel kadının topuğunu öpüp duruyordu. Gözleri kara idi. Fakat bu karanlıkta en parlak ışıkları utandıran bir nur, bir pırıltı, bir ziya vardı. Burnu, bütün kadınları imrendiren bir güzellik taşıyordu. Dudakları, en ihtiyarların ağzında bir iştiyak sıtması yaratacak kadar güzeldi. Dişlerinde Hint incilerini renksizleştiren bambaşka bir renk sıralanıyordu.
Bütün o diyar, -Karluklar, Tonguzlar, Kırgızlar ve hatta Garbi Türkistan’daki uluslar ve oruklar- arasında Güncü’nün güzelliği ünlenmişti. Türk eli onun ününe kapıldıktan sonra artık Güneş Hanım, Çolpu Hanım, öksüz kız masallarını dile almaz olmuştu, her ağızda Güncü’nün adı dolaşıyordu.
Herkes Güncü’nün güzelliğini söyleyip duruyordu. Bizzat, kocası da onun endamına hayrandı, saçlarındaki ihtişama tutkundu, gözlerinin nuruna vurgundu. Başkaları gibi o da Güncü’nün içyüzünü görmüyordu, göremiyordu. Hâlbuki bu perilerden güzel kadın, çok haris bir mahluktu. Kurt postundan mantoya, çam ağacından yapılma yaldızsız bir tahta, insan sesinden ziyade koyun melemesiyle uğuldayan küçük bir ülkenin kraliçeliğine kanaat edecek takımından değildi. Onun ruhunda Mete’yi buyruğuna ram eden “Yen-Şi” Hatunların ihtirası yanıyordu ve kendi zevcinin de bir Mete olmasını istiyordu.
Güncü, han kızı idi. Uygur hocalardan ders almıştı ve hayli şey öğrenmişti. Çin, nerededir? Maçin, hangi taraftadır? Hint ellerine hangi yoldan gidilir? Bunları pek güzel bildiği gibi Çin imparatoriçelerinin kara çadırlarda ve ak keçeler üstünde oturmadıklarını da bilirdi. Yüksek kadın onun düşünüşüne göre, som altından taht üzerinde yaşayan bahtiyar mahluktu. Yüz binlerce insan, işte o tahtın önünde ve o kadının ayakları dibinde yerlere kapanacak, can ve yürekten köleliklerini haykıracaktı.
Hâlbuki Naymanlarda -bütün Türk uluslarında olduğu gibi- etek öpen ağız, topuk yalayan dudak yoktu. Türkler, hanların ve han hatunlarının önünde sadece ulcaşıyorlardı, kendi babalarına ve analarına yaptıklarından fazla bir saygı göstermiyorlardı. Güncü Hanım, bu saygısızlıktan da için için müteessirdi. Naymanları ve bütün ulusları kendi önünde diz çöker görmek istiyordu. Bunun için ise her şeyden evvel bir Mete bulmak lazımdı!..
Kocası filhakika cesurdu, yiğitti. Fakat bir Mete olmaktan, hatta Meteliği düşünmekten çok uzaktı. Salt Naymanları idare ile uğraşırdı. Engin hülyaları olmadığı gibi heyecanlı rüyalar da görmezdi. Giydiği posta kaniydi, yediği at pastırmasıyla doyuyordu.
Bunu, bu miskin kanaati yana yana sezen Güncü Hanım, bir aralık ümidini analığa bağlamıştı. Bir erkek çocuk doğurmak ve o çocuğu bir Mete olarak yetiştirmek!.. İşte onun ümidi bu idi. Lakin baht, yıllar geçtiği hâlde ona analık zevkini de tattırmıyordu. Mete’nin karısı olamayan Güncü, Mete’nin anası da olamıyordu.
Bu talihsizlik onu günlerce ve günlerce ağlatmıştı. Çok defalar loş köşelere çekilir, Kırkkızlar masalını, Çinli hiyaları ve bunlara benzer masalları imrene imrene düşünürdü. Bu masallara ve onun inanışına göre yeryüzünde yılda bir defa, aşk gecesi yaratılıyordu. Bu aşk gecesinde kadın her neye dokunsa gebe kalırdı. Fakat 360 gecenin içinde o geceyi bulup feyzinden istifade etmek müşküldü ve bütün yıl, geceleri uykusuz geçirmek de imkânsızdı.
Günler işte böyle tatsız geçerken Güncü’nün kaynatası iş başından çekildi, kocası hanlık postuna oturdu. Fakat bu değişiklik Naymanların hayatında bir yenilik yaratmadı. Gene kulaklarda çınlayan koyun melemesi, kısrak kişnemesi, deve böğürmesi idi. Gene yulaf unundan bulamaç yahut kuru et yeniyordu ve sade kımız içiliyordu. Yeni hükümdar bu değişikliğin şerefine güzel karısına bir gerdanlık bile vermemişti. O güzel gerdan, yarım ay gibi gene çıplaktı.
Güncü postuna sarılıp yaşayan kocasını biraz canlandırmak için ilk mevzu olarak din meselesini seçti ve onu, Naymanların bir türlü ısınamadıkları Hristiyanlık aleyhine teşvik etmeye başladı. Bundan sonra maksadı Budistliği o kabileye yeni baştan kabul ettirmek ve Çinlilerle din birliği kurmaktı. O, uzak bir hülya da olsa bir gün Çin ülkesine akın edileceğini, orada bir şey kazanılacağını umuyordu, bu kuruntu sebebiyle de şimdiden Çinlilerle Naymanların dindaş olmasını istiyordu.
Köşlük Han kendisiyle el birliği yaparak babasına oyun oynayan papazdan kurtulmak için karısının bu fikrini beğendi, Meryem’in ve İsa’nın resimleriyle beraber bütün papazları Nayman toprağından çıkarttı. Fakat bu hareket beş on çadırda olsun, galeyan uyandırabileceği için ulus halkını oyalamayı da ihmal etmedi, komşu bir iki kabile ile anlaşarak Moğollar aleyhine harp açtı. Çünkü Moğollar, son günlerde dikkate değer faaliyetler gösteriyorlardı. Dört tarafa baskınlar yapıyorlardı.
Kocasıyla beraber savaşa giden Güncü, Moğollarla müttefiklerinin ne yaman çarpıştıklarını görmüş ve kendi hülyasını ancak bu yiğitlerin tahakkuk ettirebileceğini için için düşünmüştü. Hatta gök gürlemesinden ürküp suya giren Moğolların bu münasebetsizliği yüzünden Temuçin ordusunun bozulması üzerine kocası sevine sevine yanına gelip de “Güncü! Yendik, savaşı kazandık!” diye bağırınca onun boynuna sarılmamış, put gibi sessiz ve hareketsiz kalmıştı. Köşlük Han ummadığı bu kayıtsızlığa karşı titizlenerek sormuştu:
“Ne o Güncü, somurtmuşsun. Yoksa yanlış bir iş mi yaptık? Yavları[9 - Yav: Düşman. (e.n.)] yenmek gücüne mi gitti, biz mi yenilmeliydik?”
Güzel kadın bu sitemli sözlere cevap olarak bulutla örtülü gökyüzünü göstermişti ve şu sözü söylemişti:
“Onları yenen şu bulutlardır. Gök gürlemeseydi, sen böyle övünemezdin. Beni dinlersen sus: Yenen övünsün!..”
O günden beri Köşlük’le karısı dargındı, hele Temuçin’in üç beş kişi ile koca bir ordunun arasından fırlayıp çıkmasını Güncü Hanım, kendi kazandıkları zaferden daha üstün bulduğu ve bu hükmünü de söylemekten çekinmediği için araları büsbütün açılmıştı.
İşte bu sıradadır ki Yilon Buldok’tan bir heyet çıkageldi. Moğollar beyi Temuçin’den selamlar, senalar ve hediyeler getiren bu heyet, dokuz kişiden ibaretti. Köşlük Han’a dokuz at, dokuz çadır, dokuz kılıç hediye getirmişti. Naymanlarla Moğolların sulh yapmalarını teklif ediyordu.
Son yıllarda Türk ulusları arasına anlaşılmaz bir heyecan aşılayan Moğol beyinin, Altaysu savaşından dolayı öç almayı düşünecek yerde böyle barış teklif etmesi Köşlük Han’ın hoşuna gitti. Fakat Merkitlerle, Oyratlarla da aynı zamanda sulh yapılması lazım geleceğini ileri sürdü.
Temuçin’in adamlarıyla Köşlük arasındaki müzakere ve münakaşayı, hükümdar sıfatıyla, Güncü Hanım da dinliyordu. Her iki taraf resmî ağız kullandıkları için muhavere,[10 - Muhavere: İki kişi arasında karşılıklı olarak yapılan konuşma. (e.n.)] güzel kadına haz verecek mahiyette değildi. Fakat Köşlük’ün kendi fikrinde ısrar etmesi üzerine heyet reisinin söylediği bir söz, Güncü’yü tepeden tırnağa kadar titretti ve yüzünü kıpkırmızı yaptı. Moğol diplomatı şöyle demişti:
“Oyratlarla da seni kırmamak için barışırız. Lakin Merkitlerle asla! Çünkü onlar, bizim beyimizin eşini çaldılar, yurtlarına götürdüler. Şimdi biz de yüreğimizdeki yaranın eşini onların yüreğine açacağız. Başka türlü yapamayız.”
Ve sonra, Güncü Hanım’ın güzel gözlerine gözünü dikerek ilave etmişti:
“Eğer Merkitlerin han karısını veya kızını kaçırırsak onlar övünsünler. Çünkü biz Temuçin’in bir gün altın hakana da üst geleceğine inanıyoruz. O gün, kaçırdığımız kadınların da kızların da ayağını Çin hanları öpecek. Merkitler bunu düşünsünler de alacağımız öçten huylanmasınlar!..”
Köşlük Han, kendi teklifini reddetmekle kalmayarak müttefiklerinin namus evine el atacaklarını da söylemekten çekinmeyen Moğol heyetine fena hâlde kızdı. Hele onların başı olan diplomatın Temuçin için söylediği sözlerden büsbütün sinirlendi:
“Öyle ise…” dedi. “biz de sizinle yav kalalım. Çin hakanını beyinizin alt ettiği gün belki yavlıktan çıkarız; eşiğinize yüz sürüp yalvarırız, barışıklık isteriz. Şimdilik siz bildiğinizi işleyin. Biz, bildiğimizi işleyelim.”
Köşlük Han, Temuçin’in hediyelerini de geri gönderecekti. Güncü Hatun söze karıştı:
“Ulu han!” dedi. “Biraz geniş yürekli ol. Dün ünlü kılıcınla sırtına dizi dizi yara açtığın arık Moğolları kendinle bir tutma. Sen bir dağsın, Temuçin kiçik (küçük) bir kaya. Olsa olsa senin eteğine sığınabilir, tepene çıkamaz.”
Ve sonra ilave etti:
“İznin olursa yarın bu elçilerle bir de ben görüşüp konuşayım. Bizim Nayman yurdunun havasında, suyunda civilerin nefesi vardır. Elçiler hele dinlensinler, ciğerlerine yurdumuzun havası dolsun, kursaklarına suyumuz girsin. Göreceksin ki akılları başlarına gelir, dilleri değişir.”
Günlerden beri kendisine sırt çeviren, somurtan ve dargın duran güzel karısının bu sözleri, Köşlük Han’ın yüreğine sevinç, sinirlerine sükûnet getirdi. Eğer Güncü, Naymanlarla Moğolların o dakikada ittifak etmesini ve dünkü müttefiklere harp açılmasını isteseydi, Köşlük Han onun güzel yüzü suyu hürmetine hemen “Peki!” diyecekti. Hâlbuki karısı böyle ağır bir iş istemiyordu. Sadece elçileri kovmayıp alıkoymasını ve ertesi gün onlarla kendisinin görüşmesine izin verilmesini istiyordu.
Köşlük Han, güzel Güncü ile artık barışmış olmak şerefine tereddüt göstermedi:
“Yahşi!” dedi. “Elçileri hatırın için kovmuyorum, burada kalıp bir kere de seninle görüşmelerini kabul ediyorum. Fakat onlar da benim kim olduğumu unutmasınlar, başlarından büyük söz söylemesinler!”
Heyetin reisi, kısaca eğildi ve sordu:
“Beyimiz ulu Temuçin’in armağanları ne olacak?”
Köşlük Han’dan evvel Güncü cevap verdi:
“Naymanlar Hanı Büyük Köşlük bu armağanları, sizi ve beyinizi sevindirmek için alıyor. Atları ahıra, kılıçları çadır uşaklarınıza verin.”
Elçiler, gene eğildiler, Köşlük’le karısının yanından çıktılar. Yanlarına han tarafından bir adam katılmıştı. Bu, kendilerini güzel bir çadıra yerleştirdi. Av etlerinden ibaret yemekleriyle kımızlarının gönderileceğini söyleyerek ayrıldı. Aynı zamanda Temuçin’in hediyesi olan dokuz at da dokuz seyisle beraber Köşlük Han’ın ahırlarına götürüldü.
O devrin âdetine göre bir beyden bir beye böyle at yollandığı vakit at adedince seyis de gönderilirdi. Hediyeyi yollayan bey, bu seyisleri yanındaki tutsaklardan seçerdi. Şu hâle nazaran Temuçin’in yolladığı at uşakları da Türk yurdu dışındaki yerlerden birer suretle yakalanmış adamlar olacaktı ve hakikaten de öyle görünüyorlardı. Atları bambaşka dillerle çağırıyorlardı.
Bambaşka diller diyoruz. Çünkü dokuz uşağın hepsi ayrı bir dille konuşuyordu ve birbirleriyle anlaşamadıkları gibi Naymanlı seyislerle de hiç anlaşamıyorlardı. Yalnız, saçsız, bıyıksız ve gözü ağrılıklı biri, hepsine tercümanlık ediyordu. Sekiz ayrı dili kendi aralarında anlaşılır bir hâle koyuyordu.
Bu, Naymanlar merkezinde çarçabuk işitilen bir garibe oldu. Kadın erkek, çoluk çocuk, Köşlük Han’ın ahırları önüne doldu. Bir temaşadır başladı. Herkes dilleri ayrı ve işleri bir olan at uşaklarını konuşturmak için vesile bulmaya çalışıyordu. Onlar sunulan ekmekleri, mendilleri, çeşit çeşit yemişleri hırs ile kapışırken anlaşılmaz ve birbirine benzemez sözler söyleyip Naymanlıları güldürüyorlardı.
Fakat tercüman o sekiz ayrı dili konuşup da sekiz at uşağının birbiriyle anlaşmasını temin eden adam, seyircilere gülünç değil, büyük görünüyordu. İşte onun anlatışıyladır ki ahırlar önüne toplanan halk, bu seyislerden kiminin Çin’den, kiminin Tibet’ten, kiminin Bozkır üstlerinden, kiminin Hazar Denizi boylarından gelme olduğunu anlamışlardı. Bizzat tercüman kendisinin de on bir aylık yol tutan bir yurttan getirildiğini söylüyordu.
Bu vaziyet ve bu sözler, bir taraftan at uşaklarını Moğol elçilerinden daha cazip bir hâle getirdiği gibi Temuçin hakkında da müphem bir saygı temin ediyordu. Hemen her Nayman çocuğu, ihtiyarsız o ünlü Moğol beyinin böyle uzak yerlerden tutsaklar elde edebilmesindeki karışık sırrı düşünüyordu. Öyle ya, on bir aylık yollar aşan ve oralardan canlı, cansız ganimetler getiren bir beyin çok yüksek bir kudret sahibi olması lazım gelirdi. Gerçi o bey, daha dün denilecek kadar yakın bir zamanda Naymanlarla müttefiklerinin önünden kaçmıştı. Fakat herkes, bu kaçışın gök gürültüsünden korkan Moğolların suya girmeleri yüzünden olduğunu biliyordu. Şu at uşakları ise Temuçin’in en uzak mesafeleri aşan bir kudret taşıdığını gösterdiğinden ahırlar önünde toplanan Naymanların yüreğinde onun için bir sevgi doğar gibi oluyordu.
Dokuz seyisin sekiz ayrı dil konuşması Köşlük Han’la Güncü Hatun’un da merakını gıcıklayan bir hadise olmuştu. Hele Güncü, ertesi gün elçilere yapacağı görüşmeyi bile unutacak kadar bu tuhaflığa alaka göstererek gün doğar doğmaz, dokuz at uşağını birden huzuruna getirtmişti. Bunlar, bütün tutsaklar ve bütün seyisler gibi yarı çıplak biçarelerdi. Ne başlarında börk ne sırtlarında kürk vardı. Kılsız deriden kolsuz birer gömlek ve nasıl bir kumaştan yapıldığı belirsiz kısa birer don taşıyorlardı. Ayaklarındaki çarık, parçalanmıştı.
Fakat bu acıklı kılıksızlık içinde hemen hepsi diri, dipdiri gençlerdi. Boyunlarında bir öküz boynunun bükülmez kudreti çevreleniyordu, kollarında tunç bir kuvvet geriliyordu. Dizlerinde birer çam kökü dayanıklılığı görünüyordu. Yalnız tercüman, arık bir adamdı, yaşı da geçkindi. Fakat kirli bir kırmızılıkla örtülü olan gözlerinde kudretli bir hastanın küskün bakışı yaşıyordu. Tüysüz yüzünde merak uyandırıcı bir ağırlık parlıyordu.
Güncü Hanım, Nayman merkezinde binbir hikâye yaratan bu dokuz at uşağını birer birer süzdü. Gençlerin hepsi, sağlam yapılışlarıyla dikkatini uyandırmakla beraber, bilhassa içlerinde bir tanesiyle fazlaca alakalandı. Arkadaşları gibi yarı çıplak bir kılık taşıyan bu genç, çok beyaz tenli idi. At kaşağısıyla da güç çıkacak kadar koyu bir kir tabakası bu gencin görünen yerlerini sarmıştı. Fakat tenindeki beyazlık o kir arasından da yer yer serpilmiş beyaz benler gibi göze çarpıyordu. Üstündeki kılsız deri ve ayağındaki yıpranık don çıkarılıp atılsa ortaya süt gibi beyaz bir vücut çıkacağına şüphe yoktu.
Bu gencin de başı tıraşlı idi, bıyıkları kırpıktı. Kendisini dört kaşlı bir delikanlı gibi gösteren bu kesik bıyıkların sarılığı ayrıca dikkat uyandırıyordu. Hele alnı ve burnu tam bir hususiyet taşıyordu, bakışlarında hanlarda ve hanzadelerde bulunmayan bir efendilik vardı.
Güncü, uzun bir lahza, bu genci gözden geçirdi ve ilkin de ona sordu:
“Adın ne babayiğit?”
“…”
“Sağır mısın, yoksa Türkçe bilmiyor musun?”
“…”
Sekiz at uşağına tercümanlık eden gözü ağrılıklı seyis, yerlere kadar eğildi:
“Güneşin kızı izin verirse onun adını ben söyleyeyim yahut söyleteyim.”
Güncü’nün yüzünde derin bir hayret dolaştı, bir Çin prensi gibi zarif konuşan şu çelimsiz ihtiyar bu inceliği nereden öğrenmişti ve Temuçin, böyle at uşaklarını nereden ve nasıl toplamıştı?.. Hasta gözlü uşağın kendisini güneşin kızı diye anması, onda yüksek bir terbiye bulunduğunu gösteriyordu. Temuçin, bu ayarda adamları at uşağı olarak kullanacak kadar kayıtsız mıydı, yoksa bu ayarda adamları ancak ahırda kullanmayı basit görecek derecede yüksek miydi?
Naymanların güzel kraliçesi, bir müddet şaşkın durduktan sonra, seyisler tercümanına şu emri verdi:
“Kendi adını gene kendine söylet. Dili ne çeşitmiş duyalım!..”
Tercüman, kesik sarı bıyıklı gence, Çince mi, Hintçe mi olduğu anlaşılmayan bir dille iki kelime söyledi, o da aynı dille kısa bir cevap verdi. Güncü Hatun ne söyleşildiğini anlamadığı hâlde sarışın gencin verdiği karşılıktan gene bir tat sezmişti. Sanki onun ağzından havaya düşen biricik kelimede, kendi iliğine bulaşan bir şeker tadı vardı. İşte, bu hissiyatla tercümanı söyletti:
“Ne diyor?”
“Kendi diliyle adını söylüyor!”
“Neymiş adı?”
“Sizin dilinizce Sardoğan!”
“Temuçin bunu, Sardoğan diye mi çağırırdı, yoksa öz adıyla mı?”
Tercüman gülümsedi:
“Aman ulu hatun! Temuçin Bey, bizim gibi uşakların adını ağza alacak adam mı? Biz onun sesini uzaktan duyardık, gök gürlüyor sanırdık. Hiç bulut ağzından insan ismi çıkar mı ki bizim adımız, Temuçin Bey’in dilini kirletsin!..”
Güncü Hatun, dudaklarını ısırmakla beraber, bu mevzu üzerinde durmadı, sordu:
“Senin adın ne?”
“Türkçe Tonra!”
“Şu delikanlınınki?”
“Toygar. Yanındakininki Kargın, berikininki Gücü, onun yanındakininki Yarga, berikininki Karmok, bitişiğinde duranınki Yargoçak, en sonundakinin Boğluk!”
“Tuhaf adlar, hele kendi dilinizle bu adlar büsbütün tuhaflaşıyor!”
“Ne yapalım ulu hatun. Analarımız babalarımız bizi böyle adlandırmışlar.”
“Yurdunuzdan ayrılalı çok mu oldu?”
Gözü ağrılıklı arık tercüman, bu sorguya karşılık vermek için ağzını açarken birdenbire durdu, iki eliyle başını tuttu, hasta gözlerini yumdu, ilkin kırmızılaşan ve sonra sararan bir yüzle bulunduğu yerde sallanmaya, kıvranmaya başladı. Herifin sesi çıkmıyordu, fakat ağır bir sancıya tutulmuşa benziyordu. Güncü ve sekiz at uşağı, şimdi şaşkın şaşkın ona bakıyorlardı. Tercüman seyis, üç beş dakika böyle kıvrandı ve müteakiben yere yuvarlandı. Şimdi ağzından salyalar dökülüyordu. Sımsıkı kapanan yumruklarından ter sızıyordu.
Güncü, bir peri yumruğu yemiş sandığı şu çelimsiz adamın acıklı vaziyetinden merhamete gelerek kendisini kucaklayıp ahıra götürmelerini arkadaşlarına emretmek isterken onların korkulu bir telaş içinde huzurundan savuştuklarını ve kendisini ürkünç hasta ile baş başa bıraktıklarını gördü.
Evet, sekiz dil bilmez seyis, ne kendi tutsaklıklarını ve at uşaklıklarını düşünmüşlerdi ne de bir han karısı huzurunda bulunduklarını hatırlamışlardı. Arkadaşlarına yardım etmek borcunu ise yüreklerinden bile geçirmeyerek çok korkunç bir şeyle karşılaşmışlar gibi hemen savuşmuşlardı. Vaziyetin biçimsizliğinden zaten yüreği bulanan Güncü Hatun’un orada yalnız kalmak yüzünden sinirleri oynamıştı, avaz avaz haykırarak kurtarıcı arıyordu.
Sekiz seyisin önlerine gelen her şeyi devirerek kaçışları, han hanımının da haykırışları Nayman sarayını ayağa kaldırdı, kadın ve erkek uşaklar Güncü’nün bulunduğu yere saldırdı, bir kargaşalıktır yüz gösterdi. Yardıma koşanlar, ortada salyalı bir sayro (hasta) bulunduğunu görünce korkuya düşüyorlar ve oraya geldiklerine pişman olarak savuşma yolu arıyorlardı. Fakat tir tir titreyen hanımı bırakıp kaçmak da ellerinden gelmediği için ne yapacaklarını bilmeyerek alık alık sallanıyorlardı.
Onların korku içinde kararan idraklerine ve iradelerine istikamet veren yine Güncü oldu:
“Yüreksiz gidiler, saygısız kaltaklar! Yağmıcur aşı gibi iç içe ne kaynaşıyorsunuz?.. Şu sayroya bakın, su getirin, yüzünü yıkayın, ayılınca kaldırın, ahıra götürün.”
Hizmetçi kadınlar erkeklerden daha yürekli çıktılar, daha doğrusu onların ulu kadından korkuları erkeklerinkinden büyük oldu. Bu sebeple hasta adama yaklaştılar, salyasını ve terini silmek istediler. Bir kısmı da bakraçları yakalayıp hastanın başına sıralanmışlardı. Bu sırada içlerinden biri Güncü Hatun’a döndü:
“Kadınım!” dedi. “Bu er kişi uğursuz. Başında tutamak yok.”[11 - Eski Türkler, günahkâr olarak ölen adamların yer altındaki “Kazirgan” adlı cehenneme atılacağına ve günahı kadar orada, o katran dolu cehennemde yanacağına inanılırdı. Bu akideye göre günahkâr adam yandıkça günahtan kurtulur, nihayet başını kazandan kurtarırdı. O vakit kazan başında duran bir melek, başı kazandan çıkan adamı tepesideki bir tutam saçtan tutup selamete çıkarırdı. Bütün eski Türklerin tepelerinde bir tutam saç bırakmaları bundandır. (y.n.)]
“Varsın olmasın. O, öz Türk değil, bir tat. Belki bir Tavgaç. Siz onu ayıltmaya, buradan aşırmaya bakın.”[12 - Eski Türkler kendilerini hem lisan hem din noktasından sair milletlerden ayırırlardı ve lisanca kendilerine benzemeyenlere sümlim, dince ayrı olanlara da tat diyorlardı. Bu kullanışa göre tat yabancı demektir. Tavgaç, Türklerin Çinlilere verdikleri isimdir. Eski Türkler medeniyetçe kendisini Çinlilerle müsavi gördüğünden ona tat demiyor, Tavgaç diyor. Orhun Kitabeleri’nden anlaşıldığına göre Tavgaç, hilekâr demektir ve bundan Çinlileri Türklerin hilekâr tanıdıkları anlaşılıyor. (y.n.)]
Kadınlar onlara uyarak, uşaklar su dökerek, şakaklarını, bileklerini ovarak seyisler tercümanı çelimsiz adamı o salyalı baygınlıktan ayılttılar. Herif ızdıraplı bir uykudan uyanır gibi inleye inleye gözlerini açmış, melul melul dört yana bakınıyordu. Bir aralık gözü kadın hizmetçilerden birine ilişti ve o gözler hemen manalı bir bakış aldı. Şimdi hasta, sabit, çok sabit bir bakışla o kadını süzüyordu. Öbür kadınlar ve uşaklar, perilerle alakalı bir işin içinden artık sıyrıldıkları, şu yabancı herifin uğursuzluğundan zararsız kurtuldukları için sevince kapılmışlardı ve onu yakalayıp ahıra götürmeye hazırlanmışlardı. Bu sebeple, içlerinden birine dikilen gözlerdeki manalı değişikliği göremiyorlardı. Fakat kadın, hasta adamın bakış çemberine sardığı kadın, bu sargının farkında oldu ve kendi yüzüne dikilmiş olan gözlere ihtiyarsız bir dikkatle bakar bakmaz titredi. Çünkü onları tanımıştı ve onların kendi benliğinde birkaç uzun yıl yaptığı esrarlı tesir, yeni baştan içine yayılmıştı.
Evet, Güncü Hatun’un düzinelerle hizmetçisi arasında silik bir yer tutan bu genç kadın, şu hasta ve çelimsiz adamın yakın vakte kadar Nayman hanına ve birçok Nayman beylerine el öptüren büyük papaz olduğunu tanımıştı. Kendi de kaç yıl onun dizini öpmüş ve kaç kere o mukaddes diz üstünde zevk ve esrar dolu uykular geçirmişti…
Kadın, babasız doğmuş bir peygamber namına ve o peygamberin ölünceye kadar bakir kalan anası namına kendilerine yepyeni bir din aşılayan bu kudretli adamın Naymanlar yurdundan kovulmasına için için yanmış ve gene için için ağlamıştı. Şimdi onu yanı başında görünce sevinmek, neşelenmek ve hatta herifin elini, ayağını öpmek istiyordu. Lakin o, Nayman hanına el öptüren heybetli adam kılığında değildi, yarı çıplak ve pek acıklı bir kıyafet taşıyordu. Bu sebeple sevinçle şaşkınlık arasında ne yapacağını şaşırmıştı ve bön bön herifin yüzüne bakıp duruyordu.
Uşaklar, salyası kesilmiş, teri kurumuş, inlemesi durmuş olan hastanın yerinden kımıldanamadığını görünce titizlenmişlerdi. İçlerinden biri öbürlerinden daha sabırsız çıkarak seyisler tercümanının omuzlarına yapıştı ve o cılız adamı incitecek surette sarsarak homurdandı:
“Yeri kuru buldun ya, dört ayağını uzat, yat. Burası Moğol ahırı değil, Nayman hanının otağıdır. Haydi toparlan, yerine yürü!..”
Eski papaz takatsiz görünerek şöyle bir kımıldandı. İki eliyle yere dayanıp kalkmaya savaştı ve gene olduğu yerde kaldı. Bu dermansızlık rolünü yaparken yalnız o kadının göreceği şekilde bir haç işareti yaptı ve gene kimsenin işitemeyeceği bir sesle mırıldandı:
“Seni görmek, seninle konuşmak isterim!”
Aziz okuyucular, Naymanlar diyarına gelen Moğol heyetinin Temuçin’le Ulu Gökçe arasında kararlaştırılan planı tatbik etmek ve Güncü Hatun’u kabil olursa kaçırmak için geldiklerini elbette anlamışlardır. At uşaklığı yapan sekiz delikanlıdan birinin, sarışın gencin de bizzat Temuçin olduğu anlaşılmıştır. Anlaşılmayan nokta, Nayman Hanı Köşlük’ün hanlık mevkisine geçer geçmez yurt hudutları haricine çıkardığı papazlardan birinin ve en büyüğünün bu heyet arasına nasıl karıştığıdır. Bunu da biz anlatalım:
Temuçin, Ulu Gökçe’nin fikrine uyarak ve Merkitler tarafından kaçırılan kendi karısı Börta’nın başka bir cephede öcünü almak emeline kapılarak Naymanlar diyarına gitmeyi tasarladıktan sonra çok ince düşünülmüş bir planla yola çıkmıştı. Kendisinin bu plandaki yeri at uşaklığı idi, aynı rolü yapacak diğer sekiz delikanlıyı da Moğol gençlerinin en yiğit, en kuvvetli ve en zeki olanlarından seçmişti. Diplomatlar, oynanacak acıklı komedide alelade figüran kabilinden idiler. Sadece boy gösterip ve birkaç kelime mırıldanıp sahneden çekileceklerdi.
Temuçin, böyle bir planla Nayman diyarına doğru yol alıp giderken bir dağ eteğinde sekiz on kişilik bir papaz kafilesine tesadüf etti. O, Türk elindeki kamanlara, şamanlara ve ozanlara hiç benzemeyen birtakım adamların -sövülmekten, dövülmekten ve kovulmaktan ürkmeyerek, bazen öldürülmekten de çekinmeyerek- şuraya buraya sokulduklarını, Türklerin yersularına, civilerine, tanrılarına, ödeta ve odanalarına hiç benzemeyen bir Allah namına yeni bir din propagandası yaptıklarını, Naymanlardan ve Uygurlardan bir kısmının bu yeni dine bel bağladıklarını biliyordu. Fakat Moğol topraklarına böyle bir kimse gelmediği için Hristiyanlık denilen yeni din hakkında hiçbir bilgisi yoktu.
O, küre üzerinde yetişen her büyük inkılapçı gibi, en küçük fırsatları kaçırmayan bir adamdı. Issız bir kırda böyle bir papaz kafilesine tesadüf edince kayıtsız kalmadı, onlarla görüşmek ve yeni din hakkında bir bilgi elde etmek istedi. Eğer o bilgi, kendi meramını kuvvetlendirecek bir kıymette olursa papazları da aletleri, vasıtaları ve hizmetkârları arasına sokacaktı.
İşte bu düşünce ile adam yolladı. Issız kırların ebedî bekçisi gibi yücelen o iri dağın dibinde çadırsız ve belki de aşsız, azıksız kümelenen papazları yanına çağırdı. Onlar, müsellah[13 - Müsellah: Silahlı, silahlanmış. (e.n.)] bir davete boyun eğmekte tereddüt göstermemekle beraber, topluca olarak Temuçin’in yanına gelmediler, reisleri mevkisinde olan adamı göndermek yolunu tuttular. Bu adam, eski Nayman hanını Hristiyan yapan papazdı.
Temuçin, kısa bir sorgu ile bunların Köşlük tarafından kovulmuş adamlar olduğunu ve hele karşısındaki papazın han sarayında yıllar geçirmiş bulunduğunu öğrenince son derece sevindi, kendisinden mutlaka istifade etmeyi tasarladı. Fakat ilk lahzada ne bu sevincini ne de bir şeyler tasarladığını sezdirmedi, papazla münakaşaya girişti.
Münakaşanın mevzusu, Hristiyanlığın esas umdeleri idi. Kudretli bir bey olduğu sözlerinden sezilen şu meçhul yolcuyu avlamak, yeni bir dindaş kazanmak ve Nayman diyarında kaybolan nüfuzu bu suretle başka topraklarda ele geçirmek isteyen papaz, her din adamı gibi efsunlu bir dil kullanarak Hristiyanlığın dayandığı temelleri anlatıyordu.
Temuçin, ses çıkarmadan bütün bu sözleri dinledi ve sonra şu cevabı verdi:
“Anlaşılıyor ki din, nihayet bir fikirdir. Bu fikirler ya yurttan yurda geçiyor yahut her yerde aynı boyayı taşıyor. Mesela siz, kendi din ulunuzun babasız doğduğunu söylüyorsunuz ve bunu, onun büyüklüğüne delil tutuyorsunuz. Bizim elde de böyle masallar var. Hatta benim yedi göbek yukarı atamın bile babasız doğduğu söylenir. Gene siz, insanların iyi ve kötü diye ikiye ayrılacaklarını, iyilerin öldükten sonra iyi günler göreceğini, kötülerin de ateşe atılacağını söylüyorsunuz. Bizde de buna inananlar çoktur. Naymanlar içinde yaşadığınız için elbette duydunuz, Türkler Bouddha’yı tanımazdan ve duymazdan çok evvel, ölümden sonra dirilmek olduğunu bilirlerdi. Nitekim ben de bunu bilirim. Bizim bildiğimize göre, bir çocuk doğduğu zaman, Bay Ülgen, kendi oğlu Yayık’ı yollar. Yayık, Süt Gölü’nden bir damla alır, bununla çocuğa can verir. Sonra göze görünmez bir ‘yayucu’yu bu çocuğun iyi işlerini yazmaya memur eder. Beri taraftan çok korkunç kazırganın (cehennem) kocamaz ve ölmez tanrısı Erlik Han da bir körmüz gönderir. Bunlardan yayucu çocuğun sağında, körmüz de solunda durur. Birincisi onun ölünceye kadar yapacağı iyi işleri, ikincisi de kötü işleri yazar. Çocuk büyüyüp kocar ve bir gün ölür. O vakit körmüz, onun ruhunu kapıp yer altında bir kara taht üzerinde oturan Erlik Han’ın yanına götürür. Siz, Bay Ülgen’le Erlik Han’ı birleştiriyorsunuz. Allah diyorsunuz. Yayucu gibi, körmüz gibi yazıcılara da melek adı veriyorsunuz.
Sizin cennetiniz de bizim uçmağımıza benziyor. Türk uluslarından birçoğu uçmağa ‘ak’ ve orada yaşayanlara ‘akto’ derler. Toprak üstünde iyi iş yapanları yayucusu, uçmağa götürür. Orada bu yeni aktoya ziyafetler çekilir. Bizim inandığımız cennetin yanında Süt Gölü vardır. Suyu, çok tatlıdır. Sürve Dağı da oradadır. Dünyada iyi ad bırakıp uçmağa gidenler Süt Gölü’nde altın sandallarla dolaşırlar, kıyılarındaki sedefli kumsallarda gezerler. Sürve Dağı’nda da güzel kuşlar, geyikler avlarlar. Sizin de kendi cennetinizde ırmaklar, köşkler, şaraplar, aş evleri ve aşlar olduğunu söylüyorsunuz. Cehenneminiz de aşağı yukarı bizim kazırganımızı andırıyor. Yalnız bizim Türklerin uçmağa da kazırgana da gitmesi kolay. Sizin cennetinize veya cehenneminize gitmek hayli güç!..”
Papaz, İsa dinine sokmak istediği şu çöl beyinin dinler arasında yaptığı mukayeseden şaşırıp kalmıştı. Bir aralık “ilahların çokluğu” akidesiyle “bir tanrı” akidesini karşılaştırmak ve birincinin akla uygun düşmeyeceğini ileri sürmek istedi. Fakat Temuçin buna da cevap verdi:
“Bizde sağ kol, sol kol tanrıları vardır. Yersular, civiler vardır. Bay Ülgenlerimiz, oganımız vardır. Yaz tanrımız, kış tanrımız vardır. Fakat ulu Tanrı birdir, iki olamaz. Siz de biri üç, üçü bir yapıyorsunuz ve sonunda bir Allah var diyorsunuz.”
Ve birdenbire bahsi değiştirdi:
“Toprağın altına, üstünde yaşadıktan sonra gidiliyor. Demek ki yerin altından evvel üstünü düşünmek gerek. Yerin üstü ise düz değil. Deresi var, çukuru var, tepesi var. Onun için insan güçlü, kuvvetli bulunmalıdır. Arıklar, cılızlar çabuk sendeler. Güçlüler güçsüzlerin ağzından lokmalarını, başlarından kürklerini alırlar. Dinler ve din uluları cılızlara güç, güçlülere acıyış verir mi? Sen diyeceksin ki biz, Tanrı’nın ululuğunu, ölümden sonraki cenneti, cehennemi anlatıp insanların birbirine saldırmalarının önüne geçeceğiz. Bu, kuruntudur. Sizin kendi arpağcınızı (İsa’yı demek istiyor.) bile sallandırıvermişler. Eğer onun tatlı dili kadar acı yumruğu, keskin bıçağı ve başında bir ordusu olsaydı ipe çıkmazdı.”
Temuçin, dinler hakkındaki düşüncesini bu suretle ve bu sureti andırır diğer şekillerle anlattıktan sonra papaza şu teklifi yaptı:
“Sizin dininize bel bağlayan Türk yok değil. Fakat onlar da her şeyden evvel öz yurtlarını, öz dillerini ve öz türelerini severler. Onun için sizin buralarda taban tepip dolaşmanız boştur. Yarın önünüze kurt çıkar, tepenize kartal iner. Dağlarda, derelerde Kazaklar, Kırgızlar da var. Bunlar, adam avlamayı da severler, sizi görürlerse aman vermezler. Onun için gelin, başıboş dolaşmaktan vazgeçin, benim yanımda kalın. Ben kendi yurdumda size otağ veririm, aş veririm, post ve postal (kundura) veririm. Dilinize, dininize de karışmam. Gününüzü hoş geçirip gidersiniz.”
Bu muhaverenin sonu tam bir anlaşmak oldu. Papaz, Temuçin’in kim olduğunu ve Naymanlar diyarına niçin gittiğini anladıktan sonra din propagandasını bıraktı. Köşlük Han’dan öç almak için Moğol beyiyle birleşti.
Temuçin’in planı evvelce “şahsi teşebbüs”e istinat ediyordu ve bu teşebbüsün mutlaka neticelenebilmesi için de hayli tedbirler alınmıştı. Papazla konuşup anlaştıktan sonra planda bazı değişiklikler yapıldı, papaz da Köşlük Han’ın yanında bırakılacak seyisler arasına katıldı. Onun en büyük vazifesi, Güncü Hatun’la Temuçin arasında münasebet tesis etmeye çalışmaktı. Bunun için de Köşlük Han’ın dairesinde çalışan oldukça mutaassıp ve Hristiyan dinine candan bağlı bir kadından istifade etmeyi umuyordu. Onun bu kadınla ilk temasını gördük, şimdi maceranın alt tarafını görelim.
Hizmetçi kadın, vaktiyle dizine kapanıp ruhani istiğraklar ve tatlı rüyalı uzun uykular geçirdiği papazın mırıldandığı dört beş kelimeyi duyar duymaz iliğine kadar titremişti. Uşaklar, onu koltuklayıp ahırlara doğru götürürken o titreyiş, acı veren ruhi bir sarsıntı hâlini aldı. Kadın, kendi yüreği ve kendi imanı sürükleniyormuş gibi azap ve ızdırap içinde kaldı, ihtiyarsız ağlamaya koyuldu.
Güncü Hatun, henüz kendini toplamış değildi. O salyalı ağız, o sıkılmış yumruklar, o acı acı kıvranışlar hâlâ gözünün önünde dolaşıyordu. Böyle bir sırada hizmetçilerden birinin hüngür hüngür ağlamaya başladığını görünce büsbütün sıkıldı.
“Ne o kız!” dedi. “Nen var? Çöp yutmuş cırtlak (karga) gibi ne inliyorsun?”
“A kadınım, ulu kadınım! Şu cılız tatın (yabancı) kıvranışı yüreğime dokundu.”
“Benim de dokundu amma ağlamıyorum.”
“Sen ağlayacağına gök ağlasın, gün ağlasın, yer ağlasın. Yazık değil mi güzel gözlerine!”
“Ey, sen bir yabancı için ne diye ağlıyorsun?”
“Biz kapı kuluyuz, bulaşık suyu döker gibi gözyaşı da dökeriz. Ne değeri var?”
“Anladım amma niçin ağlıyorsun?”
“Acıdım herife işte.”
“Nesine acıdın?”
“Düşündüm: Onun da bir yurdu vardır, onun da anası vardır, çoluğu çocuğu vardır. Yurdundan, evinden, eşinden, yavrusundan uzak, yarı giyimli, yarı çıplak, yarı tok, yarı aç at uşaklığı ediyor. Üstelik oğanların (ilahların) sillesini yiyor, sayro oluyor. Bakanı yok, emcisi (hekimi, bakıcısı) yok, elinden tutanı yok. Acınmaz mı hiç?”
Şimdi Güncü Hatun’un da yüreği o adama acır olmuştu. Bir hizmetçinin galeyan eden merhameti yanında bir han karısının kayıtsız kalması da zaten biçimsizdi. Bu sebeple bir el işareti yaparak gizli din taşıyan hizmetçiyi susturdu.
“Yeter, yeter, benim de içime acı düştü. Hani söz olmayacağını bilsem şimdi kalkar, ahıra giderdim, adamcağıza kımız sunardım.”
“Ayağına yazık kadınım. Bin tat senin bastığın toprağın bir tutamına değmez. Fakat buyruğun olursa ben giderim, herife aş götürürüm, senin de kendisine acıdığını söylerim. Bu sözüm onu sevindirir, diriltir.”
“Peki, yap, adamcağızı görüp gönlünü al.”
Hizmetçi, büyük bir sevinç içinde dışarı fırlarken Güncü Hatun seslendi:
“Temuçin’den gelen tutsaklardan birine aş götürüp de öbürlerini boşlamak doğru değil. Hepsini gözetmek gerek. Sen de öyle yap.”
Güncü, pek tabii olan bu noktayı hatırlarken en ziyade o sarışın genci düşünmüştü. Alelade bir tutsak, değersiz bir at uşağı olmakla beraber bu sarı bıyıklı, beyaz tenli, demir yapılı delikanlı Güncü’nün zihnine nasılsa yol bulup girmişti. Naymanlar kraliçesi, istemeye istemeye bu genci düşünüyordu ve adını ağzına almadan ona “han mutfağından” yemek ve kımız gönderiyordu.
Masallarda olduğu gibi Güncü Hatun, bir görüşte bu yarı çıplak at uşağına gönül mü vermişti?.. Hayır!.. Fakat o, dili bile anlaşılmayan bu gençte bir hususiyet seziyordu. Onun bakışını pek yüksek, yapılışını pek müstesna bulmuştu. Hele kirler içinde göze çarpan o beyaz benler, büsbütün merakını uyandırmıştı. Kabil olsa herifi suya sokup bir iyi yıkatacak ve onun taşıdığı kir tabakası altındaki beyaz kostümü açığa çıkaracaktı.
Güncü, sırf bir sezinti ve sırf bir merak ile alelade bir at uşağına zihninde yer veriyordu. Kadın değil mi ya? İşte renksiz ve temelsiz düşünceler üzerinde -kısa bir lahza süren- gülünç bir hülya bile kurmuştu. Bu tahayyül, o delikanlıyı kirden kurtardıktan sonra beyler gibi giyindirmeyi düşünmekten ibaretti. Güncü’nün, pek az devam eden, bu kuruntusuna göre Sardoğan, o sarı genç, iyi ve temiz bir kostüm içinde bambaşka bir hüviyet alacaktı!
Bununla beraber Güncü, tabii vaziyete geçmekte gecikmedi ve Moğol diplomatlarını huzuruna getirterek ciddi bir çehre ile münakaşaya girişti. İlk sözler, Moğol ve Nayman orukları arasında yapılacak barışmanın Merkitlerle Oyratlara da teşmil edilmesi üzerinde idi. Elçiler dün olduğu gibi bugün de o cihete yanaşmıyorlardı.
Güncü Hatun ise kocasının dileğini yerine getirebilmek fikriyle bu noktada ısrar gösteriyordu. Elçilerin başı, nihayet son sözü söyledi:
“Beyimizin eşini kaçıran Merkitlerle barışmayı biz ağza bile alamayız. Siz isterseniz Temuçin’e adam gönderin. Bu teklifi yapın. Biz, ondan karşılık gelinceye kadar burada konuk kalalım.”
Güncü, bu mülahazayı kabul etti, kocasını kandıracağını kuvvetle umduğu için elçilere muvafakat cevabı vermekte de mahzur görmedi. Şu suretle siyasi müzakere tam müspet bir netice vermemiş olsa bile menfi neticeye de varmış olmuyordu. Henüz ip kopmamıştı. İleride gene anlaşılabilirdi. Bu sebeple kraliçe ve elçiler başka mevzular üzerinde dostça konuşabilirlerdi.
Güncü Hatun, işte bu imkândan istifade ederek sözü Temuçin’in üzerine getirdi:
“Dün…” dedi. “zevcimle konuşurken dikkat ettim, beyinizi çok yüksek gördüğünüzü sezdim. Anladım ki ona candan bağlısınız. Bunun için sizi alkışlarım. Fakat sevmek ve saymak, sevilen ve sayılan adamı herkesten üstün görmek demek değildir. Hâlbuki siz, Temuçin’i enikonu Tanrılaştırdınız. Bu, doğru bir iş mi?”
Başelçi cevap verdi:
“Temuçin, bizim anlayışımızdan da üstündür. Biz onun büyüklüğünü anlayamayız ve anlayamadık. Söyledikleriniz çok eksiktir. O, bir sudur ki, henüz taşmadı. Taştığı gün yeryüzünü kaplayacaktır. O, bir gündür ki, doğmadı. Doğduğu gün, bu kara toprağın her yanı ışık içinde kalacaktır. Biz yalnız bu kadar biliyoruz, bu kadar seziyoruz. Daha ilerisini kısa aklımızla anlayamayız.”
“Temuçin’i benim eşim ulu Köşlük, Altaysu kıyısında kıskıvrak yakalıyordu, nasılsa elden kaçırdı. Onun için kendisini göremedik. Boylu boslu bir adam mıdır?”
“Yıldızların ışığına bakılır, boyuna değil. Sularına akışına bakılır, enine değil. Fakat Temuçin, oğanlardan sağlamdır; su yerlerinden kuvvetlidir, Ülker’den güzeldir.”
“Kumral mı, kunur (esmer) mu?”
“Ne kumral ne kunur, sarı. Bu ton (renk), yer tanrısının tonudur.”
“Tonu sarı olunca gövdesi de beyaz olacak. Öyle değil mi?”
Güncü Hatun, Temuçin’den armağan olarak gelen kesik sarı bıyıklı at uşağını düşünerek bu sözü söylüyordu. Başelçi de Naymanlar yanında seyis rolü yapan kudretli Temuçin’i göz önüne getirerek cevap verdi:
“Evet, gövdesi sütten aktır, alnı ak olduğu gibi!”
“Beyinizi görmek isterdim. Fakat ürküyorum. Çünkü onun da kendisini, sizin gibi, yüksek gördüğünü sanıyorum.”
“O, yüksektir. Fakat bir Güncü Hatun önünde alçalmayı bilir.”
“Kaçırılan karısına da alçalır mıydı?”
“Onu sayardı, fakat bıyığının kıllarını saydırmazdı.”
“Demek ki Börta ulus işlerine karışmazdı.”
“Ev işinden başını kurtaramazdı ki karışsın!”
Güncü, iğrendiğini gösterir gibi bir işaret yaptı:
“Yüksek erkek, kadını yücelten erkektir. Sizin beyinizin bunu yapmadığı anlaşılıyor. Hâlbuki dün, Temuçin’in otağına düşecek kadınlara altın hakan sarayındaki hanımların saygı göstereceğini söylüyordunuz. O hanımlar, Temuçin’in aşevine (mutfak) gidip de mi bu saygıyı gösterecekler?..”
“Temuçin, eşini henüz bulmadı: Nasıl ki Türk eli de güneşini henüz bulmadı. O eş ve o güneş birlikte doğacak!”
“Güneş dediğiniz Temuçin Bey olmalı, onun eşi kim ola?”
“Türk elinin en güzel kadını.”
“Adını, yurdunu söyleyin de bilinmez hangi gün, Çin hakanının kızlarına ayak öptürecek olan bu kutlu kadını öğrenmiş olayım.”
“Onu, görüştüğünüz gün, Temuçin’e sorunuz!”
“Sizin beyinizle bizim görüşmemizin üç yolu var: Ya o bize gelir ya biz ona gideriz. Şimdilik bu iki yol kapalıdır. Üçüncü yol, savaş yolu Altaysu kıyısında olduğu gibi erimle gene karşılaşırsa ve erim bu sefer gevşeklik göstermezse belki beyinizi otağımızda konuk yaparız. Görüşmek için başka yol göremiyorum.”
Başelçi gülümsedi, manalı bir bakışla Güncü Hatun’u süzdü:
“Ulu kadın!” dedi. “Temuçin sizi görmek istemeye dursun. Rüzgâr olur otağınıza dolar. Ses olur kulağınıza akar. Gün ışığı olur, derinizi yakar. Temuçin için güçlük yoktur, engel yoktur. Her yeri aşar ve istediği yüreğe mutlaka girer.”
Güncü, sürekli bir kahkaha savurdu:
“Aman ağa, çok gülünç oluyorsun, şu Temuçin’in erkekleşmiş Ayzit olduğuna inanacağım geliyor. Her yerde var ve her yerde bulunur bir adam!.. Sizin gibi gülünç olmaktan çekinmesem ‘Gel, Temuçin, boyunu görelim!’ diye bağıracağım.”
“Aman ulu kadın, bağırmayın. Çünkü bizim bey, on yedinci kat gökte adı çağırılsa duyar ve bir yol bulup oraya da çıkar.”
“Belki oraya çıkar. Fakat buraya giremez. Çünkü burası Köşlük Han’ın yurdudur. Böyle de olmasa biz her gün ardıç ağacıyla yuvamızı tütsüleriz. Temuçin değil, öz cin de olsa aramıza sokulamaz.”
Güncü, bu bahis üzerinde biraz daha durduğu takdirde haysiyetinden bir şeyler kaybedeceğini sezerek başelçiye ağız açmak için zaman bırakmadı ve sözü değiştirdi:
“Hayli çene çaldık, hayli de güldük. Beyinizi candan sevdiğiniz için sizi çok beğendim. Barış işini ben omzuma aldım, hanla görüşürüm. Şimdi siz yerinize gidin, dinlenin, eğlenin.”
Bu emir üzerine elçiler, reverans yapıp çıktılar, Güncü Hatun’u otağında yalnız bıraktılar. O, enikonu dalgındı. Açık gözle karışık bir rüya görüyor gibi idi. Yarı çıplak seyisler, demir yapılı, beyaz benlerle dolu, kirli tenli bir genç ve sonra aylara sesini duyuran, rüzgârlara salık koyup uzak yerlere uçuran Temuçin bazen silik, bazen müşahhas şekillerle göz bebeklerinde geçit resmi yapıyorlardı.
Bunlar, bu şekiller niçin kendisini sarıyorlardı?.. Güncü, bu noktayı düşünmüyordu, fakat o şekilleri de bir türlü kovamıyordu. Kesik sarı bıyıklı Sardoğan nesine lazımdı? Temuçin’le ne alakası vardı?.. İçinden kopup gelen sorgulara cevap bulamıyordu, o yabancıları da bir sert hamle ile kafasından atamıyordu.
İşte bu vaziyette bocalayıp dururken Temuçin’den gelme at uşaklarına kendi namına aş ve kımız götüren kadın içeri girdi.
“Aman kadınım…” dedi. “o cılız tat, yaman bir Böke!.. Beni güya ağırlamak için koynundan bir yat taşı çıkardı. Neler söyledi, neler!”
“Bu çok görülmez. Çünkü Boğueli’nden geliyor. Bökelerle düşe kalka yat da öğrenmiştir, yalvı da! Hele sen gördüğünü anlat.”
“Nasıl anlatayım bilemem ki…”
“Gördüğünü unutmadın ya kız, birer birer söyle.”
“Seyislere bir tepsi dolusu geyik eti, üç bakraç da kımız götürdüm, çok sevindiler, kapışa kapışa yediler, kurak arığı sığır gibi de kımıza saldırdılar.”
“Sardoğan de yiyip içti mi?”
“Sardoğan hangisi, bilmiyorum ki…”
“Şu kesik sarı bıyıklı, geniş alınlı, biraz yan bakışlı, yapısı biçimli genç yok mu? Onun adı Sardoğan’mış.”
“Tanıdım, kadınım, tanıdım. O, bir köşeye çekilmişti, dalgın dalgın düşünüyordu. Ne aşa el vurdu ne kımıza dudak sürdü.”
“Karnı tokmuş demek. Hele sen gördüklerini söyle.”
“Burada düşüp bayılan adam, enikonu iyileşmişti. İnlemesi, minlemesi yoktu. Güzel güzel yedi, harıl harıl içti, sonra ağzını sildi, yanıma geldi. ‘Ey yerde dolaşan Çolpu! Bizi doyurdun, kımızla içimizi sulayıp serinlendirdin. Ben de sana nereden gelip nereye gittiğini göstereyim. Şu sevimli baş, yarın hangi er koluna dayanacak? Şu göğüs üstünde hangi bahadır yüreği çarpacak? Bunları sana bildireyim, ister misin?’ dedi. Kızarıp bozardım, tepsiyi, bakraçları koltuklayıp savuşmak istedim. Beceremedim, oracıkta dinelip kaldım. Çelimsiz dilmaç (tercüman), koynundan bir yat taşı çıkardı. Okuyup üfledi, sonra o taşı başıma sürdü, yüreğime değdirdi ve birdenbire köpürdü, köpürdü, geviş getiren bir yaban öküzü gibi ağzı köpük içinde kaldı, homur homur homurdandı. ‘Kız, gözüme bak!’ dedi. Korka korka, titreye titreye baktım. Aman kadınım, nasıl söyleyeyim? O göz değil, sanki bir gözgü (ayna) idi, büyülü bir gözgü. Ben bu gözgü içinde neler gördüm, neler?”
Merak ve heyecan içinde çırpınan Güncü Hatun bağırdı:
“Uzatma cırlak kız! Ne gördüğünü söyle!”
“İlkin anamı, babamı gördüm. Beni okşayıp seviyorlardı, sonra at sırtında buraya getirildiğimi gördüm. Artık büyük han, yüce eriniz, kapı yoldaşlarım, birer birer bu gözgüden geçiyordu, sen de güzel bir su gibi oradan akıp geçtin. Derken bir delikanlı boy gösterdi. Tanımadığım bir genç. Başında bir Uygur börkü, sırtında ceylan derisi, belinde yaldızlı bıçak, elinde iyi bir yay vardı. Bu delikanlının yanı başında kendimi gördüm, şaşırıp kaldım.”
“Ey, neye durdun, bitirsene!”
“Utanıyorum kadınım, içime ter basıyor.”
“Yat işinden utanılır mı hiç? Bitir sözünü.”
“O delikanlı bir şeyler söyledi. Anlamadığım bir dille konuşuyor gibiydi. Fakat ağzından sanki bal akıyordu, yüreğime de tatlı bir ezginlik geliyordu. Bir aralık gözgüdeki gölgemin de konuştuğunu gördüm. Gölgem, kızara kızara bir şeyler söylüyordu, o genç de gülerek dinliyordu. Sonra bir şeyler oldu. Gözgü duman içinde kaldı. Ben alık alık bakarken o duman sıyrıldı, gözgü parladı. Şimdi birçok adamlar, davullar, zurnalar görüyordum. Atlar, develer görüyordum. Bu, bir düğündü.”
“Düğün mü, kimin düğünü?”
Kıpkırmızı kesilen kadın, mırıldandı:
“Benim düğünüm. Gözgüde gölgemle o Uygur kılıklı delikanlı evleniyorlardı. Bizim avluda her çadır tüyle donanmıştı. Siz de orada idiniz. Başınızda pırıl pırıl parlayan bir şey vardı, bilmediğim bir başlık. Yanınızda da çok çalımlı, çok alımlı bir genç oturuyordu.”
“Erim olacak.”
“Hayır. Ulu han değildi, başka bir adam.”
“Bir konuk olmalı.”
“Konuğa benzemiyordu. Çünkü ara sıra saçınızı eliyle düzeltiyordu, yol bulunca da kimseye sezdirmeden elinizi öpüyordu!..”
Güncü Hatun, kısa bir dalgınlık geçirdikten sonra sordu:
“Bu adamın yüzü nasıldı, kılığı nasıldı?”
“Yüzü çok beyazdı, sarı saçlı idi, gözleri bizim er kişilerin gözüne benzemiyordu. Bakışlarında hem saydıran hem sevdiren bir derinlik vardı.”
“Sonra?”
“Sonra gözgü ortadan silindi, karşımda büyücü adamın küçücük gözleri daldı!”
Güncü Hatun gülümsedi:
“Adamcağız saygı biliyormuş. Senin elinden aş yedi, kımız içti ya, bu iyiliğin altında kalmamak için sana tatlı bir düş göstermiş. Sonu iyi olsun.”
Ve bir nebze düşündükten sonra ilave etti:
“Şu adamı ben de bir sınamak isterim. Bakalım bana da açık gözle bir düş gösterebilir mi?”
“Gösterir kadınım, gösterir.”
“Göstersin, ben de göreyim. Fakat kimse duymamalı. Erim şöyle dursun, senin kapı yoldaşların bile sezmemeli.”
“Sen nasıl dilersen öyle olur. İstersen herifi, gün battıktan sonra gizlice alıp buraya getireyim.”
“Olmaz, sezerler.”
“Senin kılığını değiştirelim, birlikte ahıra gidelim.”
“Bu hiç olmaz.”
“Ben başka bir yol düşünemiyorum. Buyruk senindir.”
Güncü, başını ellerinin içine alıp uzun uzun düşündü:
“Yarın…” dedi. “bir at gezintisi yapayım, Temuçin’in yolladığı atlardan birine bineyim, senin büyücüyü de seyis diye yanıma alayım, yol üstünde sırasını düşürürüm, ona yat taşını çıkartarak eğlenirim. Bu, daha iyi değil mi?”
“Sen bilirsin kadınım, göreceksin ki bu çelimsiz tat, çok iyi yat biliyor.”
“Peki, peki görürüz.”
Aziz okuyucular, şu hizmetçi kadının, at uşağı kılığındaki papazdan aldığı talimat üzerine böyle bir masal uydurduğunu anlamışlardır. Kadın, ne sihre tutulmuştu ne böyle bir düş görmüştü. Bunlar hep Temuçin’le papazın tertip ettikleri plan numaralarından idi. Onlar, Naymanlara Hristiyanlığın menedilmesine rağmen, o dine sadakatini muhafaza eden ve vaktiyle dizinde rüyalı istiğraklar geçirdiği papaza da yürekten bağlı olan şu hizmetçi kadın vasıtasıyla güzel Güncü’yü meraka düşürmek ve kendi emellerine uygun bir sahne vücuda getirmek istiyorlardı.
Güncü, onların umduklarından daha çabuk oyuna düşmüştü ve hizmetçi kadın, hanımının yanından çıkar çıkmaz ahıra koşup muvaffakiyeti müjdelemişti. Şimdi onlar, baş başa verip kendi hesapları haricinde tahaddüs ediveren vaziyetten nasıl istifade edileceğini düşünmeye koyulmuşlardı. Kendilerinin evvelce düşündükleri şey, Güncü Hatun’u Temuçin’le alakadar etmekti. Eğer bu alakayı herhangi bir suretle temin ederlerse kendisini Temuçin’le görüşmeye teşvik edeceklerdi ve bunun için de Temuçin’i Nayman yurduna yakın bir yere getirmeyi müteahhit olacaklardı. Güncü, böyle gizli ve siyasi bir görüşmeye muvafakat ederse onu kaçırmak kolaydı. Kocasından çekinip reddederse yahut o mülakatın kocası da hazır bulunmak şartıyla vukusunu isterse ona göre tedbirler alınacaktı.
Fakat Güncü, umulmaz bir saflıkla bunların kucağına düşmeyi kabul ediyordu. Artık kafa yormaya, hileler düşünmeye lüzum kalmıyor gibiydi. Bu sebeple papaz da Temuçin de sevinç içinde idi. Ertesi gün yapılacak gezintiyi esas tutarak son ve kati hamlenin şeklini kararlaştırmaya savaşıyorlardı.
Beride Güncü Hatun da tasavvur ettiği gezinti gününü iple çekiyordu. Hizmetçi kadının gördüğü şeyler, hele kendi yanında oturup da ara sıra elini öptüğünü söylediği sarışın ve şehla bakışlı genç, bir türlü zihninden çıkmıyordu. Hatta güçlükle uyuduğu vakit rüyasını da o genç doldurmuştu.
Uykuya yatmazdan evvel kocasını görmüş, görüşmüş ve Yilon Buldok’a bir elçi gönderilmesini kabul ettirmişti. Bu, Moğol elçilerine verdiği sözü yerine getirmekten ibaret, sade bir iş ise de kendisini çok üzmüştü. Çünkü Köşlük Han, kolaylıkla “Peki!” dememiş ve bu bir tek sözü ağzından çıkarmak için güzel Güncü’den mufassal rüşvetler almıştı.
Baş başa kalan kadınla erkek arasında alınıp verilecek rüşvet, ancak aşktır. Köşlük Han da en muhteris bir ısrar ve en koyu bir iştahla bu aşkı istemişti, avuç avuç da almıştı. Başka günlerde ve başka gecelerde ödenmesi pek müşkül olmayan bu aşk cizyesi, bu kadınlık fidyesi, o gece Güncü Hatun’a can vergisi vermek kadar ağır gelmişti. Kocasının bakışlarından gözü yanıyordu. Okşayışlarından bir sille azabı duyuyordu. En ağırı, kendi eriyle baş başa ve yan yana bulunurken o kesik sarı bıyıklı çıplak at uşağını ve onun arkasından da yüksek endamlı, saydıran ve sevdiren bakışlı, güzel giyimli Temuçin Bay’ın bu aşk alışverişini seyrettiklerini tevehhüm etmesi idi.
Güzel Güncü, uzun bir saat bu üzüntüye göğüs gerdi, kocasının hummalı bir iştiyak içinde ödenmesini istediği rüşveti verdi, tepelerinde durduklarını sandığı o yabancı adamlara karşı bu vaziyetini mestur[14 - Mestur: Örtülü, kapalı, gizli. (e.n.)] tutmak için, için için çırpındı ve nihayet serbest kalıp uyudu. Rüyaları gene onlarla dolu idi, sabaha kadar onlarla meşgul olmuştu.
İlk ışık, Nayman payitahtını hayata çağırırken Güncü Hanım ayakta idi. Koyunlardan, atlardan, develerden evvel gözünü açan güzel kadın, ak keçe üzerinde yamçısına bürünüp uyuyan kocasına şöyle bir göz atar atmaz gene Temuçin’i ve onun gönderdiği seyisleri düşündü, yeni baştan sinir buhranları geçirmeye başladı. Yüzünü görmediği hâlde kendisine hayalinde bir çehre ve endam çizdiği Moğol beyini ve kırpık bıyıklı at uşağını böyle hiç durmadan düşünmek canını sıkıyordu. Fakat bu sıkıntıda garip bir tat da vardı. İşte bu tattır ki o can sıkıntısını hoş gösteriyordu.
Güncü Hatun, Çin ülkesinden getirilme bir ayna karşısında saçlarını tararken yine o hayalleri göz bebeklerinde taşıyordu ve bu sefer kendi yüzü onların yüzü ile yan yana gelmiş, gene kendi saçı onların başında altın telli bir taç hâlini almış bulunuyordu. Birbirine hem benzeyen hem benzemeyen iki hayali müşterek bir taç altında birleştirmek ve bu hayallere kendi yüzünü de karıştırmak genç kadının hoşuna gidiyordu. Eğer Köşlük Han uyanıp da onu “Gel güzel eşim, çakşırımı getir.” emriyle yanına çağırmasa bu muhayyel tablo önünde belki saatler geçirecekti.
Fakat bu amir davet üzerine gene hayal âleminden sıyrıldı, saçlarını derleyip topladı, kocasının börkünü, kürkünü, çizmesini verdi ve kendisince mukarrer[15 - Mukarrer: Kararlaşmış, kararlaştırılmış. (e.n.)] gezintiyi de bildirdi.
“Ben biraz dolaşmak istiyorum. Moğol beyinden gelen atları sınamış, biraz da hava almış olurum.”
“Ne yana gideceksin?”
“Gündoğuya doğru.”
“İyi olur ama çok açılma, obalardan ırağa düşme.”
“Uzaklarda işim ne? Şöyle üç beş saatlik bir gezinti.”
“Temuçin’e gönderilecek elçiyi yola vurduktan sonra belki ben de kıra çıkarım, sana erişirim. Haydi, yolun açık olsun.”
Bu muhavere üzerine lazım gelen emirler verildi, atlar hazırlandı. Güncü Hatun Naymanlar merkezinden ayrıldı. Yanında mahut hizmetçi kadınla gözü ağrılıklı sihirbaz seyis ve Sardoğan vardı. Bunlardan birincisi kendi bindiği atın, Sardoğan da hizmetçiyi taşıyan hayvanın izinde ve süvari olarak yürüyorlardı. Köşlük Han, beraberinde beş on atlı bulunmasında ısrar ettiği hâlde Güncü kabul etmemişti, “Ben düğüne gitmiyorum, sürgün avına da çıkmıyorum, bu kadar kalabalığa ne lüzum var?” deyip o iki yabancı seyisten ve bir de hizmetçisinden başkasını yanına almamıştı. Köşlük, çelimsiz iki at uşağına bir tavşan kadar bile ehemmiyet vermediği için karısını zorlamamıştı, kendisini istediği gibi atlanıp gezmeye çıkmakta serbest bırakmıştı.
Güncü’nün bindiği at, Temuçin’den armağan gelen hayvanların en iyisi idi. Hizmetçi kadının altına da gene o armağanlardan bir iyisi çekilmişti. Tutsak seyisler, Nayman atlarına binmişlerdi. Başta Köşlük Han olmak üzere oymak halkı hep sıralanarak Moğol atlarının yürüyüş kabiliyetini seyre hazırlanmışlardı. Elçiler de han karısının bu gezintisini getirdikleri armağanların makbul görüldüğüne burhan[16 - Burhan: Kanıt, delil. (e.n.)] saydıkları için çadırlarından dışarı fırlamışlardı, Güncü’nün önünde ulcaşarak teşekkür etmişlerdi.
Güzel kadın, bu tezahürat arasında atı mahmuzladı, çadırlar arasından son süratle yola fırladı. At yürük, süvari mahir olduğundan bu çıkış yaman bir çıkış oldu, seyirciler arasında müthiş bir alkış koptu ve biraz sonra atlılar toz duman içinde göze görünmemeye başladı.
Kırlar ıssızdı. Yeni bir avula veya oymaya tesadüf olununcaya kadar bu ıssızlık devam edecekti. Dört atlı, bu sonsuz görünen boşluk içinde âdeta gayritabii görünüyorlardı. Hareketsiz gök, hareketsiz toprak, hareketsiz kayalar, hareketsiz çalılar arasında durmadan koşan, durmadan ilerleyen bu dört at, gözlere aykırı görünen bir şey oluyordu. Şu sakin ve durgun sahneye yakışan, hareketsizlikti. Atlar ve süvariler, bir efsunla birdenbire dursalar ve taş kesilseler, o hareketsizliğe yakışan birer heykel hâlini alacaklardı. Fakat böyle bir efsun olamazdı ve onlar durmadan yürüyorlardı.
Güncü, zihnine yapışan hayalleri ve hayaletleri sanki şu sessiz kırın kırışık göğsüne zerre zerre saçarak sıkıntıdan kurtulmak istiyormuş gibi çala mahmuz koşuyordu. Bir saat, iki saat bu gezintiyi niçin yaptığını âdeta hatırlamadı, esen rüzgârla at uçuşundan doğan sert bir yeli birbirine karıştırdı ve bu karışıklığın yarattığı kasırga içinde koştu, ardındakileri de koşturdu. Lakin hizmetçisiyle ve seyislerle bir kelime konuşmadı.
Berikiler, öbür kadınla iki erkek, han karısının izinden geri kalmamak için bindikleri hayvanları zorluyorlardı. Biraz gerilemenin büyük bir hürmetsizlik olacağı mülahazasıyla atları ter ve köpük içinde bırakıyorlardı. Fakat seyisler, bu korkunç uçuş arasında da gene fırsat buluyorlardı, birbiriyle üç beş kelime fısıldaşıyorlardı.
Nihayet atlar yoruldu, böğürlerinde mahmuzlardan açılan yaralara rağmen artık koşmuyorlardı, koşamıyorlardı. Sessiz bir isyan içinde ayaklarını zaruri bir sükûnete doğru çeviren hayvanların bu azmini, neden sonra sezen Güncü Hatun, rüzgârların yelpazelediği hayalî uykusundan uyandı, atın başını çekti, dört tarafına bakındı.
Oh! Manzara ne kadar güzeldi! Gök ve yer, ufkun kapandığı yere kadar aynı lekesizlikle uzanıp gidiyordu. Biri yukarıda, biri aşağıda uzanan bu göz kapıcı enginlik, müştak ve mütehassir göğüslerini birbirine açan iki sevgiliye benziyorlardı. Bir mavi, biri sarı bir güzellik taşıyan bu sevgililer, şu derin sessizlik içinde neler ve neler söylüyorlardı…
Güncü Hatun, ne hizmetçisiyle konuştu ne seyislere bir söz söyledi. Tabiatın sevgi ve saygı ilham eden azameti önünde derin derin düşünmeye daldı. O, gözlerini dayanılmaz bir cazibe ile kendi enginliğine çeken göğe ve yere bakarken Altay Türklerinin bir efsanesini hatırlıyordu.
Bu efsaneye göre yer yokken, gök yokken, insan ve hayvan yokken, hiçbir şey yokken yalnız iki şey vardı: Kara Han, su!.. Kara Han’dan başka gören, sudan başka da görünen yoktu. Kara Han, yıllarca ve yıllarca bu yalnızlığa dayandı, sonra usandı. Kendisi gibi gören, bilen, yapabilen bir şey yaratmak istedi, bir “er kişi” yaptı. Şimdi ikisi, Kara Han’la bu yeni adam, iki kara kaz gibi suyun üzerinde uçuşuyorlardı, dolaşıyorlardı. Fakat yeni adam, kanatsızdı. Kara Han’dan daha yüksek yerlere fırlamak, daha hızlı uçmak istiyordu. Kara Han, yarattığı adamın bu arsız dileğini anladı, onun yersiz bir gurura kapıldığını sezdi, kendisini cezalandırmayı kararlaştırdı ve ona verdiği bilmek kudretini, uçmak kuvvetini geri aldı. Şimdi o, bir taş parçasına benzemişti. Ne takati vardı ne kuvveti. Baş döndürücü bir hızla suyun dibine doğru batıyordu.
Asi ve günahkâr adam, işin fenalaştığını pek çabuk anladı, yanık yanık tövbe etmeye başladı, suçunun bağışlanması için yalvarmaya girişti. Kara Han ona acıdı. Kendisine bilmek ve toprak üzerinde yaşamak kudretini verdi. Fakat uçmak iktidarını artık vermedi. Şimdi onun yaşayabilmesi için toprak lazımdı. Kara Han, suyun altından bir yıldız yükseltti, suçunu bağışladığı adama o yıldızdan bir avuç toprak alarak suyun yüzüne çıkmasını emretti. Adam, bu bir avuç toprağı alırken kendisi için gizli bir dünya yaratmayı düşünerek ayrıca bir parça toprak daha aldı, ağzında gizledi!.. Yukarı gelince Kara Han “Elindeki toprağı suyun yüzüne at!” dedi. Adam, bu emri yerine getirdi. Kara Han da toprağa “Büyü!” emrini verdi. Aynı zamanda adamın ağzındaki toprak da büyüyordu.
Eğer Kara Han, bu yeni günahın da farkında olarak ve gene ona acıyarak “Tükür!” demeseydi adamın ağzı parça parça olacaktı. Tamahkâr adam, bu emir üzerine tükürdü ve bu tükürükten dağlar, dereler vücuda geldi.
Kara Han, yarattığı büyük adayı boş bırakmamak için adanın ortasında bir çam ağacı yükseltti. Bu ağacın dokuz dalı vardı. Kara han, her dalın altında bir yeni adam yarattı. Bu dokuz adamdan insanların dokuz ırkı üredi. Kara Han, insanlara kılavuzluk etmek üzere Yayık adlı bir melek gönderdi. Yayık insanları, doğru yola götürmeye çalışırken ilk yaratılan kişi, onları baştan çıkarmaya, türlü türlü eğlencelere alıştırmaya uğraşıyordu. Kara Han, bu ahmak insanlara kızdı. Yeryüzünü darmadağın etmesini Yayık’a emretti. Yayık, mızrağının ucu ile yeryüzünün altını üstüne getirdi. Yeryüzündeki delikler, deşikler bu suretle vücut buldu. Kara Han, asi kişiyi de yer altına yolladı ve adını Erlik Han koydu.
Kara Han, yeryüzünü kendi hâline bıraktıktan sonra on yedi kat göğü yarattı, kendisi en sonuncu kata çekildi. Oğlu Bay Ülgen’i on altıncı kat gökte bir altın tahta oturttu, kendisini sulhun ve adaletin allahı yaptı. Öbür göklerin her birine bir allah yarattı. Yedinci kata Gün Ana’yı, altıncı kata Ay Ata’yı yerleştirdi. Üçüncü katta cennet, Sürve Dağı, Süt Gölü vardır. İyilik, melekleri olan yayıcılar, onların başı Yayık, namus ve güzellik ilahesi Ayzit, hep buradadır.
Kara Han, yukarıda bu işleri yaparken Erlik Han da yerin altında kara bir güneş yarattı, orasını bu kara güneşin kara ışığıyla aydınlattı. Kendisi kara bir taht üzerine oturdu. Körmüz, Karauzut, Ötker denilen melekleri, cinleri, şeytanları vücuda getirdi. Bu suretle Bay Ülgen’in mükâfat allahı olmasına karşı o, mücazat[17 - Mücazat: İşlenen bir suçtan ötürü ceza verme. (e.n.)] allahı sıfatını takındı. Dünyanın yaratılışında böyle çarpışmalar, kavgalar oldu. Sonunda da Erlik Han’la Yayık arasında mücadeleler, korkunç muharebeler olacak ve kıyamet kopacak!..
Güncü Hatun, bu efsaneyi düşünürken içine bir ezgi geldi, gözlerine bir bulantı yapıştı. Şu Kara Han’ın, şu Bay Ülgen’in, şu Yayık’ın gökten yere inmelerini, kendisine “Dile benden ne dilersin?” demelerini ister gibi oldu. Böyle bir mucize zuhur etse ilk dilek olarak mutlaka zihnindeki hayallerden kurtulmasını isteyecekti. Çünkü onlar, Temuçin’le Sardoğan, kendisini bu ıssız kırda da tatlı tatlı rahatsız ediyorlardı.
Güzel kraliçe, uzun bir lahza bu dalgınlıkta, bu hülyalar içinde kaldıktan sonra içini çekti, hizmetçisine döndü.
“Kız!” dedi. “Şu yat bilen tatla konuşayım mı?”
“Sen bilirsin hanımım.”
“Bana da bir şey gösterebilir mi dersin?”
“Bir değil, bin şey gösterir. O, çok yaman kişi!”
“Haydi bakalım, Yaradan’a sığınıp sınayalım.”
Güncü’nün verdiği işaret üzerine eski papaz, attan indi, yuları Sardoğan’ın eline verdi, kendisi yürüdü, han karısının yanına vardı, üzengisini öptü, yere kapanırcasına ulcaştı, ellerini göğsüne kavuşturup durdu.
Güncü’nün gözü Sardoğan’da idi. Gözü ağrılıklı sihirbazın bu beyaz benli, çok güzel yapılı gence atının yularını tutturmasına âdeta içlenmişti. Fakat müphem bir duygu ile kendisine alakalandığı bu gence karşı orada gene kayıtsız görünmek mecburiyetinde idi. Bu sebeple gözünü zorladı, bakışlarını Sardoğan’dan ayırdı, sihirbaz seyise döndü:
“Sen yat bilirmişsin, öyle mi?”
“Evet, ulu kadın. Gençliğimde çalıştım, öğrendim.”
“Öyleyse kolunu sıva, ne biliyorsan göster.”
Düzme seyis, gün doğuya karşı döndü, kollarını ileri uzattı, yüksek sesle bir şeyler okudu, bir şeyler haykırdı, sonra başını ellerinin içine aldı, korkunç korkunç homurdandı ve sonra koynundan mahut yağmur taşını çıkardı, havada hızlı hızlı çevirdi.
“Ey güneşin kızı!” dedi. “İçini temiz tut; bildiklerini hep unut; dileklerini, umuşlarını, hınçlarını uyut; şu kutlu taşa bak.”
Herifin söyleyişi o kadar kuvvetli ve o ağrılıklı gözlerin bakışı o dakikada o derece kudretli idi ki, Güncü Hatun içinde tuhaf bir küçülüş sezmekten geri kalamadı. Hatta onun dediklerine de âdeta boyun eğdi ve bir an için hiçbir şey düşünmez, hiçbir şey istemez gibi oldu. İçinde derin bir boşluk vücut bulmuşa benziyordu. Yıllardan beri yüreğinde taşıdığı saltanat emelleri, büyüklük dilekleri birdenbire sönmüş ve silinmişti. Yirmi otuz saatten beri kafasında dolaşan Temuçinler, Sardoğanlar da artık yoktu. Yüreği gibi kafası da şimdi boştu, tertemizdi.
Bu boşalışı, bu iç temizlenişini apaçık sezdiği için biraz şaşırmıştı. Fakat çelimsiz seyisin bakışına benliğini kaptırdığı için o şaşkınlık da uzun sürmemişti, tam bir incizap ve tam bir itikatla gözlerini yağmur taşına dikmişti. Derin ve sabit bakışlarla bahtını görmeye savaşıyordu.
Düzme seyisin büyü yapmak için kullandığı taş, “ak taş” denilen cinstendi, beyazdı. Bu avuç içi kadar beyazlık, kısa bir lahza içinde Güncü Hatun’un gözüne bir ak keçe kadar büyük göründü, bir saniye sonra bu büyüklük bin kat enginleşti, ortada bir Süt Gölü peyda oldu. Şimdi o, iyi insanların ölümü müteakip içinde dolaşacakları ahiret gölünü görüyordu.
Fakat bir yanında Sürve Dağı yükselen şu cennet gölünde ne sandal vardı ne kayık. Aktolar, yani cennet sakinleri de yoktu. Göl, büyük bir ıssızlığa bürünmüştü. Birer küçük kubbeye benzeyen küçük dalgalarını sedef kıyılara gönderip geri alıyordu. Güncü hayran hayran, uhrevi cilveye bakarken bir köşeden som sırmaya sarılı bir peri kızının geldiğini gördü. Daha uzaktan bu kızın gölgesi göle vuruyordu ve bu gölge Süt Gölü’nün gümüş dalgalarına bambaşka bir güzellik veriyordu.
Güncü, ömründe görmediği bir kostüm taşıyan bu boylu boslu perinin yürüyüşünü imrene imrene seyrediyordu. Az sonra onun yüzünü gördü ve irkildi. Çünkü cennet perisi, Süt Gölü’nün kızı, Sürve Dağı’nın ceylanı sandığı bu mahluk, kendisi idi.
Her kadın gibi o da kendisini çok iyi tanırdı. Endamındaki ihtişamı, saçlarındaki eşsiz güzelliği, gözlerinde yanan güneşleri, dişlerinde açılan renkleri herkesten iyi bilirdi. Fakat bu kadar seçkin bir güzel olduğunu bilmiyordu, kendi varlığında bu kadar incelikler ve haşmetler biriktiğini idrak etmiş değildi. Ancak şimdi, Tanrı meclislerine ve periler dünyasına layık bir dilber olduğunu apaçık görüyordu, kendisi gene kendisine hayran oluyordu.
Güncü’nün, büyü taşında gördüğü hayale hayranlığı devam edip giderken Sürve Dağı’nın eteğinden bir atlı göründü. Bu, bir geyik sürüsü kovalayan bir delikanlı idi. Geyikler, kurtulmak için bacaklarının olanca kuvvetiyle kaçıyorlardı, delikanlı da yaman bir hızla onları kovalıyordu. Hayvanlar arkalarındaki ölüm kemendinden kurtulmaya savaşırken, önlerine Süt Gölü’nün çıkması üzerine, acıklı bir şaşkınlık gösterdiler ve sonra kendilerini toplayarak bir yarım daire çizdiler, nemli gözlerini ışıldata ışıldata koştular, som sırmalı peri kızının, Güncü’nün timsalinin yanına geldiler, diz çöker gibi bir vaziyet alarak yanık yanık melediler.
Aynı zamanda cennet dağlarında av kovalayan delikanlı da oraya, geyiklerle Güncü’nün timsalinin kümelendiği yere gelmişti, tatlı bir sesle latife ediyordu.
“Av tutanındır güzel kız. Fakat kovalayanın da eli boş bırakılmamalı. Bunları dağdan indiren benim, tutan sensin. Ya bana bir pay ver ya saçından bir tutam tel ver. Bana sorarsan av payımı sana bağışlarım, bana saçının teli daha değerli geliyor!”
Güncü’nün timsali, ağzında sakladığı inci hazinesinin kırmızı yakuttan örtüsünü açarak delikanlıya bir şeyler söylerken bizzat Güncü o cennet avcısının Sardoğan olduğunu gördü. Evet, kendisi ve kırpık sarı bıyıklı at uşağı, Süt Gölü kenarında ve bir düzine geyik arasında yan yana gelmişlerdi. Fakat cennetteki Sardoğan, yeryüzündeki tutsak seyis gibi yarı çıplak değildi, parlak renkli ipekler ve ağır sırmalar içinde idi.
Güncü, teninin göz kamaştırıcı beyazlığı gerdanından belli olan bu şık ve güzel delikanlı ile kendi timsalinin neler konuştuğunu sezebilmek için tepeden tırnağa kadar dikkat kesilmişti. Vahşilikleri zail olmuşa benzeyen cennet geyikleri de kendisi gibi o iki gencin muhaveresini dinliyorlardı veya dinler görünüyorlardı.
Sahne birkaç saniye sabit kaldı ve Güncü’nün uhrevi timsali üç beş kelime mırıldandıktan sonra saçlarından birkaç tel kopardı, delikanlıya uzattı.
“Sen…” dedi. “geyikleri bana bağışladın, ben de sana bu armağanı verdim. Umarım ki, hoş tutarsın, saklarsın.”
Delikanlı, uzatılan telleri aldı, dudaklarına götürdü, öpüp kokladı ve heyecan içinde cevap verdi:
“Ben ava çıkmıştım, avlandım. Kemendimi kullanamadım, kemende düştüm. Şu verdiğin teller, yüreğimi sardı, beni sana bağladı.”
İşte bu sırada bir karışıklık oldu, Süt Gölü ve Sürve Dağı bir bulut içinde kaldı; delikanlı da Güncü’nün timsali de geyikler de görünmez oldu. Nayman kraliçesi, azap ve ızdırap içinde, bu yeni sahneye bakıyordu, bulutun açılması ve o güzel delikanlı ile kendi timsalinin gene görünmesi için çılgın bir iştiyak duyuyordu. Büyü taşı bu iştiyakı tatminde gecikmedi. Bir lahza sonra o bulut sıyrıldı, Süt Gölü ile Sürve Dağı gene göründü, geyiklerle Güncü’nün uhrevi eşi de meydana çıktı. Fakat delikanlının yerinde uzun bıyıklı bir erkek vardı.
Onun bindiği at gene o attı, taşıdığı kostüm deminki delikanlının kostümü idi, bakışları da öbürünün bakışından farksızdı. Gerdanından gülümseyen beyazlık bile evvelkinin aynı idi. İkisi arasındaki fark, uzun bir bıyıktan ibaretti. Daha garibi, biraz evvelki delikanlının öpüp kokladığı saç telleri de şimdi peyda olan adamın elinde idi.
Güncü, bu değişikliğin hayretini geçirirken büyü taşı üzerinde beliren bıyıklı adam, gene o taş üstünde pırıldayan güzel kadının önüne ulaştı.
“Temuçin…” dedi. “bu telleri ulu Tanrı’nın armağanı gibi, en yüce bir ongun gibi taşıyacaktır. Bir gün onunla yan yana gelirseniz bütün dünya önünüzde bir Sürve Dağı gibi eğilecektir!”
Adının Temuçin olduğunu söyleyen hayal, bu sözleri haykırırken elini de Türk cennetinin o meşhur Sürve Dağı’na doğru uzatmıştı ve hayretler veren bir şey olmak üzere de o dağ, Güncü’nün timsali önünde enikonu eğilmişti.
Nayman kraliçesi sevinç ve hayret içinde bu sahneyi temaşa ederken birdenbire o adam, göl, dağ ve geyikler kayboldu, büyü taşı bomboş kaldı. Güncü tatlı bir rüyanın tükenivermesinden müteessir, gördüğü şeylerden mütehayyir ve biraz yorgun etrafına bakındı: Yatçı gene somurtkandı, hizmetçi kadın, at üstünde dalgındı, Sardoğan yaya idi ve kendi atıyla büyücünün atını tutuyordu.
Düzme sihirbaz, yağmur taşını koynuna soktu, ağır bir seda ile sordu:
“Nasıl kadın, bahtını gördün mü?”
“Bahtımı bilmem, fakat Temuçin’i gördüm.”
“Temuçin, tanrıların bahtından yüksektir. Demek ki çok iyi şeyler gördün. Bari anlat da sevinelim.”
“Yat yapan, yaptığı yatı da bilir. Sen de ne gördüğümü elbet bilirsin.”
“Hayır, bilmem, onun için sana yalvarıyorum, gördüklerini ağzından dinlemek istiyorum.”
Büyüye inandığından mı, gördüğü şeylerin verdiği şaşkınlıktan henüz kurtulamadığından mı, yoksa Türk cennetindeki dağların kendi timsaline secde ettiğini söylemekten zevk aldığından mı, her nedense Güncü bu ricayı reddetmedi, gördüklerini birer birer söylemeye koyuldu.
Düzme sihirbaz da hizmetçi kadın da hikâyeyi dikkatle dinliyorlardı. Güncü, kendi bahtına taalluk eden bir büyü sahnesine şu yarı çıplak at uşağının karışmasından utangaçlık duymuyordu ve bunu apaçık söylemekten de çekinmiyordu. Yalnız Sardoğan’a tamamıyla benzeyen hayalin at üstünde ve geyikler ardında kendi timsaline doğru geldiklerini anlatırken biraz gülümsemişti.
“Bu arık tutsağa benziyordu, hem de çok benziyordu, bir elmanın yarısı bu miskin ise yarısı da büyü taşında gördüğüm gençti. Yalnız o, bunun gibi çıplak değildi, iyi giyimli idi. Kiri de yoktu, çok temizdi.” demişti. Son sahneyi anlattığı sırada ise içini çekmişti.
“Giyimli ve sevimli Sardoğan birdenbire Temuçin oldu. Böyle şey olmaz amma büyü taşı bu şaşırtkanlığı yaptı. Sardoğan’ın yerine Temuçin’i getirdi. Fakat onlar, birbirine benziyordu. Temuçin’in bıyığını kessen gene Sardoğan olacaktı, Sardoğan’a bir bıyık taksan Temuçin kılığını alacaktı.” diye uzun uzun izahlara girişti.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/m-turhan-tan/cengiz-han-69428026/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Eski Türklerde ilahlar, içtimai zümrelerin timsalleri idi. Bunlara “Yersu” denilirdi. (y.n.)
2
Civi yahut çiği, her kabilenin hususi ilahının adıdır. İki kabilenin harp edecekleri günden evvelki gece, civiler boy ölçüşürlerdi ve hangisi kazanırsa yapılacak savaştaki zafer de onun himaye ettiği kabileye nasip olurdu!.. (y.n.)
3
Cengiz’in bilahare tertip ettiği yasaya “Gök gürlerken suya girmek yasaktır.”diye bir madde koyması işte bu savaşın yüreğinde bıraktığı elemdendir. Büyük cihangir, bütün ömründe bu rezaleti unutmamıştı! (y.n.)
4
Yarağlanmak: Hazırlanmak. (e.n.)
5
Müessir: Etkili. (e.n.)
6
Arpağcı, efsuncu, büyücü ve sihirbaz demektir. Kaman, eski Türk dininde ruhani reis demektir. Saman kelimesi gibi Oğuzlar’daki ozan da kamandan gelme veya bozmadır. (y.n.)
7
Fermanferma: Hüküm süren, emir veren, emir buyuran, hüküm ferma. (e.n.)
8
Eski Türklerde erkek ruhanilere kaman, şaman denildiği gibi kadın ruhanilere de odakan denilirdi. Kadın şaman, halk nezdinde daha nüfuzlu olduğu için erkek şamanlar da yaptıkları dinî yahut sihrî ayinlerde saçlarını uzatırlar, kadın elbisesi giyerler, ince sesle konuşurlar, hatta kendilerinin gebe kaldıklarını, balık ve karga gibi şeyler doğurduklarını iddia ederlerdi. Bu kadınlaşma mecburiyetinin şamanları makûs cinsiyete kadar sürükledikleri söyleniyor. (y.n.)
9
Yav: Düşman. (e.n.)
10
Muhavere: İki kişi arasında karşılıklı olarak yapılan konuşma. (e.n.)
11
Eski Türkler, günahkâr olarak ölen adamların yer altındaki “Kazirgan” adlı cehenneme atılacağına ve günahı kadar orada, o katran dolu cehennemde yanacağına inanılırdı. Bu akideye göre günahkâr adam yandıkça günahtan kurtulur, nihayet başını kazandan kurtarırdı. O vakit kazan başında duran bir melek, başı kazandan çıkan adamı tepesideki bir tutam saçtan tutup selamete çıkarırdı. Bütün eski Türklerin tepelerinde bir tutam saç bırakmaları bundandır. (y.n.)
12
Eski Türkler kendilerini hem lisan hem din noktasından sair milletlerden ayırırlardı ve lisanca kendilerine benzemeyenlere sümlim, dince ayrı olanlara da tat diyorlardı. Bu kullanışa göre tat yabancı demektir. Tavgaç, Türklerin Çinlilere verdikleri isimdir. Eski Türkler medeniyetçe kendisini Çinlilerle müsavi gördüğünden ona tat demiyor, Tavgaç diyor. Orhun Kitabeleri’nden anlaşıldığına göre Tavgaç, hilekâr demektir ve bundan Çinlileri Türklerin hilekâr tanıdıkları anlaşılıyor. (y.n.)
13
Müsellah: Silahlı, silahlanmış. (e.n.)
14
Mestur: Örtülü, kapalı, gizli. (e.n.)
15
Mukarrer: Kararlaşmış, kararlaştırılmış. (e.n.)
16
Burhan: Kanıt, delil. (e.n.)
17
Mücazat: İşlenen bir suçtan ötürü ceza verme. (e.n.)