Cinci Hoca
M. Turhan Tan
“Sultanım!” dedi. “Siz hasta değilsiniz. Benden sağlamsınız. Cinler, periler de yanınıza yaklaşamaz, çünkü efsunlusunuz. Lakin içinde yaşadığınız hava zehirli. Bin kadın ciğerinden çıkan bu hava kabil olup da süzgeçten geçirilirse hep sizi ağulamak isteyen habbecikler ele geçer. Demek istediğim şudur: Haseki olsun, gözde olsun, kâhya olsun, acemi halayık olsun, saraydaki kadınların hepsi sultanımı kıskanıyor. Ruhunuz işte bu kıskançlığı sezdiğinden içinize sıkıntı geliyor. Allah bir gününü bin etsin, şevketlu oğlunuz da kadıncıl. Bir neşeli deminde sizi, sevdiklerinden birine feda etmesi mümkün. Ruhunuz bunu da sezip bunalıyor. Şimdi ben size bir muska veririm. Onu boynunuza asınız. Ne sıkıntınız kalır ne hafakanınız. Çünkü oğlunuzun da hasekilerin de dillerini bağlayacağım.” Türk okuyucusu tarafından pek bilinmeyen Mümtaz Turhan Tan, tarihî roman geleneğimizin en önemli isimlerinden biridir. Birçok önemli memuriyetlerde bulunduktan sonra Sivas mebusluğu da yapmış ve 1922 yılından itibaren kendini tamamıyla yazı hayatına adamıştır. En önemli eserlerini ise tarihî romancılık alanında vermiştir. Bazı eserleri Almanca, İngilizce ve Yunanca gibi dillere çevrilen, tarihî gerçeklikleri berrak ve sürükleyici bir üslupla aktaran Tan, Türk tarihinin zengin mirasını eserlerine ustalıkla taşımış ve okuyucusuna tarihî romanları keyifle okutan bir yazar olarak Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Turhan Tan’ın ölümünden sonra unutulan ve Türk yazın hayatından çekilen eserleri, Türk okuyucusunun özellikle son zamanlarda ilgisini çeken ve neredeyse güncelleşen konulara değinip ele aldığı dönemlere ışık tutmakta, günümüzdeki kimi tartışmalara cevaplar getirmektedir.
M.Turhan Tan
Cinci Hoca-Bir Deli İbrahim Dönemi Romanı-
M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…
İSTEMEM, İSTEMEM, İSTEMEM!
Kapı ağası kafesin kapısını açtı, hem ağlar hem güler bir sesle matemli müjdeyi kekeledi:
“Mübarek başınız sağ olsun, şevketlu kardeşiniz Sultan Murat göçtü. Artık taht sizin, saltanat sizin, buyurun!”
Mahpus şehzade İbrahim, alık alık kapı ağasının yüzüne bakıyordu, ne söylendiğini anlamamış gibi davranıyordu. Bir eli kırmızı atlas çakşırına sokulu, bir eli de bıyıklarına takılıydı. Dağınık saçları arasında kırmızı bir gül vardı. Göğsü göbeğine kadar açıktı.
Bir kardeş ölümünden doğan saadetin, taze bir mezar üzerinde yükselen tac-ü tahtın müjdecisi bu sersem sükûtu hayretle süzüyor, hafif hafif yutkunuyordu, fakat baştan başa geçmesi mukadder olan tacın yeni sahibini beklediğini, tahttan mezara intikal eden ölünün çarçabuk gömülmesi lazım geldiğini, cülus şenliklerine başlayabilmek için acele edilmek icap ettiğini ve bütün bu işlerin şu alık genci harekete geçirmekle başarılacağını düşününce hayretten sıyrıldı, müjdesini kelime kelime tekrar etti:
“Mübarek başınız sağ olsun, şevketlu kardeşiniz Sultan Murat göçtü. Artık taht sizin, saltanat sizin, buyurun!”
Genç mahpusun gözlerinde şimdi garip bir ışık belirmişti, sarımtırak yüzüne bir tebessüm yayılmıştı. Düşünüyor ve gülüyor gibiydi. Fakat yine cevap vermiyordu, deli deli bakarak ve deli deli gülerek çakşırını karıştırıyordu.
Kapı ağası yeni baştan şaşırmış ve padişahlık müjdesine karşı bu kadar kayıtsız kalan şehzadeyi nasıl hislendireceğini üzüle üzüle düşünmeye dalmıştı. Sert davranamazdı. Çünkü karşısında el pençe divan durduğu bu alık genç, Osmanlı tahtının biricik vârisi, en kuvvetli bir saltanatın tek başına sahibiydi. Daha yarım saat önce milyonlarca insanın hayatını avuçları içinde tutan, küçük bir sözüyle küreyi ateşlere vermek kudretini taşıyan Sultan Murat gibi korkunç bir mahluk bile rahat döşeğinden mezara gitmek için şu sersem delikanlının iradesini bekliyordu. Bu ayarda bir adama en büyük müjdenin de üç kere söylenmesine imkân yoktu ve böyle bir cüretin çok pahalıya, hatta hayata mal olması muhtemeldi.
Zavallı kapı ağası içine düştüğü çıkmazdan kurtulmak için kafasını yorup dururken şehzadenin sağ eli çakşırından çıktı, sol eli bıyıklarından ayrıldı, yüzündeki tebessüm silindi, gözlerindeki ışık söndü ve dudaklarında ürkek bir cümle belirdi:
“İstemem, istemem, istemem!”
Müjdeci saraylının ağzı bir karış açılmıştı ve gözlerine, padişahlık istemeyen adamın delirip delirmediğini araştıran muzdarip bir merak dolmuştu. Padişahlık nasıl istenmezdi ve yıllardan beri şu kafeste saltanat nöbeti bekleyen bir şehzade, o nöbetin geldiğini duyar da nasıl heyecanlanmazdı?
Kapı ağası bu garip muadeleyi[1 - Muadele: Anlaşılmaz iş. Muamma.(e.n.)] çözmek yolunu araştırırken genç mahpus üzerinde oturduğu minderden sıçradı, kendisine saltanat müjdesi getiren adamın yakasına sarıldı:
“Seni gidi melun seni!..” dedi. “Bir tutam canın varken bana dek etmek[2 - Dek etmek: Olmayan bir şeyi uydurup olmuş gibi konuşmak. (e.n.)] dilersin, hile düzersin ha! Allah kardeşime uzun ömürler versin. Bana ne tahtın lüzumu var ne tacın! Senin de burada işin yok! Yürü yerine! Yoksa kardeşimin mübarek başı için otuz iki dişini bir yumrukta kırarım!”
Ve herifin bir kelime daha söylemesine meydan vermedi, beline kuvvetli bir tekme vurarak dışarı attı, kafes kapısını kapayıp sürmeledikten sonra minderine uzandı, iki elini çakşırına sokarak deli deli söylenmeye koyuldu:
“İstemem, istemem, istemem!”
Silahtar, çuhadar, imam ve bir yığın köle, ayakları ve çenesi tülbentle bağlanmış, üstüne bir şal atılmış ölünün başında yeni padişahı bekliyorlardı. Sarayın camlarını, çerçevelerini -ilk matem dakikasında- kıran, yanık vaveylalar koparan halayıklar, ağalar gözle yeni efendilerine görünmenin yakışıksız düşeceğini düşünerek seslerini kesmişler, yaşlarını silmişlerdi, valide sultanın etrafında toplanarak tahtın, tacın ve saltanatın yeni sahibini beklemeye koyulmuşlardı.
Valide Kösem Sultan dalgındı. Eşsiz iki zümrüde benzeyen iri gözleri, yarı kapanık; tombul iki yakut parçasını andıran gül yanakları, biraz soluk; üst üste gelmiş iki ince dilim alev biçimindeki dudakları yumuk olduğu hâlde derin derin düşünüyordu. Bir oğlunun mezara düşmesinden elemlenmemiş, başka bir oğlunun tahta çıkmasından neşe duymamış gibiydi.
O, bir Rum papazının kızıydı. Adı Anastasya iken konu komşu arasında Nasya diye çağırılıyordu. Halayık olarak saraya satıldıktan sonra Mahpeyker adını aldı, az bir müddet sonra da Birinci Sultan Ahmet’in en sevgili hasekisi oldu. Fakat âşık eşiyle baş başa geçirdiği demler uzun sürmedi, kanının en coşkun devrinde dul kaldı.
Kocası yirmi sekiz yaşında ölmüştü. O günden beri yirmi üç yıl geçtiği hâlde Kösem, henüz yıpranmamış beyaz bir gül hâlindeydi. Ne renginde ne de ıtrında eksiklik vardı. Eğer yirmi üç uzun yılın her günü bir çeşit elemle geçmiş olmasaydı bu olgun gül, belki büyülü bir gonca gibi taze görünecek ve her göze şaşkınlık verecekti.
Fakat elemli bir dulluk hayatı, tabiatın “bikridaim” numunesi olarak halk ettiği bu muattar vücuda olgun bir gül siması vermişti. Küçük bir fiske, serseri bir yel bu gülü tarumar edebilirdi. Bizzat Kösem, kendi durumunu idrak ettiği için hissine zekâsını hâkim etmek yolunu tutmuş, derin bir tevekküle bürünmüş ve elemi neşe saymayı itiyat edinmişti. Kocasının kardeşi Birinci Mustafa’nın iki kere tahta çıkarak padişahlık yaptığı günlerde, eltisinin üvey oğlu Genç Osman’ın saltanatı yıllarında ortağı Mahifiruz’un sitemlerine, hakaretlerine hep bu itiyat sayesinde tahammül ettiği gibi öz oğlu Sultan Murat’ın kahırlarına, hamyazelerine[3 - Hamyaze: Kötü hareket, fena iş. (e.n.)] de yine bu hissî siyasetten aldığı kuvvetle göğüs germişti. En sevgili oğlu Kasım, Sultan Murat’ın iradesiyle boğulurken bile onun zümrütlerini ıslanmış gören yoktu.
Lakin bir kere, yirmi üç yıllık dulluk hayatında topu topu bir kere soğukkanlılığını kaybetmiş, müthiş bir heyecan geçirmiş, sinir buhranları içinde deli olacak hâle gelmişti. Ona bu ruh sarsıntısını veren yine Sultan Murat’tı. Çünkü sağ kalan tek kardeşini, Kösem Sultan’ın son yavrusunu da öldürmek istemişti. Bir oğlunun gözü önünde boğulmasına tahammül eden ana, bu ikinci felaketi sükûnetle karşılayamadı. Tacidar katille pençeleşerek yavrusunu ölümden kurtardı. Hayatını iki kere kendine borçlu olan şehzade şimdi tahta çıkıyordu ve şüphe yok ki şükranını ödemeye çalışacaktı.
Kösem Sultan bu mülahaza ile elmas hülyalar işliyor, oğlunun koşa koşa gelip elini öpmesini bekliyordu. Fakat kapı ağasının tekmelenmiş belini tutarak ekşi bir yüzle yanına gelmesi ve “Şehzade hazretleri padişah olmak istemiyor.” demesi üzerine belinledi.
“Nasıl, nasıl…” dedi. “Oğlum padişahlık istemiyor mu?”
Kapı ağası boyun kırdı, duyduklarını anlattı:
“Beli sultanım, istemiyor. Tespih çeker gibi boyuna istemem, istemem, istemem diyor.”
Tombul dul, kamçılanmış gibi bir hızla yerinden sıçradı:
“Kardeşinin ölümüne inanmamış, tuzağa düşmekten korkmuş olacak. Bari ben gideyim de aslanımın korkusunu gidereyim.”
Biraz sonra o, saray ağalarını ve iç oğlanlarını ardında yürüterek şehzadeye mahbeslik eden dairenin, tarihî adıyla kafesin önüne gelmişti, içeriden sürmeli kapıyı açtırmak için yalvarıyordu:
“Oğlum, aslanım, kapıyı aç, gelen benim, ananım! Sana diyeceğim var.”
Oturduğu minder üzerinde kımıldamayı bile külfet sayan İbrahim, diline doladığı nakaratı tekrar etti:
“İstemem, istemem, istemem!”
Kösem, tahtın eşiğinde deliliğini ilan eden oğlunun bir felakete sebep olacağını düşünerek titizlendi, yumuşak ve okşayıcı bir eda ile konuşurken sesini sertleştirdi.
“Aslanım…” dedi. “Başın sağ olsun, kardeşin öldü. Gel, çık!”
Cevap, aynı teraneden ibaret kaldı:
“İstemem, istemem, istemem!”
Ağalar ve iç oğlanları dudaklarını ısırarak birbirlerine bakışıyorlardı. Valide sultan, mecnun bir padişaha şimdiden saygısızlık hissettiren bu bakışlardan ağır bir ızdırap ve ağır bir hicap duydu, kendisinin deliliğe de tahakküm edeceğini anlatmak için pervasız davranmaktan başka çare bulamadı, ağalara demir kapıyı göstererek emir verdi:
“Kırın!”
Dışarıdan hücum, içeriden feryat başlamıştı. Osmanoğulları tarihinde eşi olmayan bir sahne yüz göstermişti. Bir deliyi zorla tahta çıkarmak isteyenlerle mahpusluğu sultanlığa tercih eden o deli, önünde ve ardında yer aldıkları demir kapıyı mihver yaparak boğuşuyorlardı. Nihayet kapı kırıldı, anayla oğul yüz yüze geldi.
Bu, bir yandan acıklı, bir yandan da gülünç bir karşılaşmaydı. Saçı güllü, göğsü kıllı, çakşırı düşük şehzade, kollarını ileri uzatarak boyuna “Gelmeyin, gelmeyin!” diye haykırıyordu. Başı örtülü, yeşil gözleri -hiddetten- pırıltılı ana, kucağını açarak ve sesini yumuşatmaya çalışarak “Gel aslanım, gel civanım.” zemzemesiyle onu yakalamaya çalışıyordu.
Saraylılar dışarıda kalmışlardı, yalnız kapı ağası valide sultanın yanındaydı. Ortada cellat, kement ve kılıç yoktu. Buna rağmen şehzade “İstemem, istemem, istemem!” diye çırpınmakta, geniş mahbesin bir köşesinden öbür köşesine kaçmakta ısrar ediyordu.
Kösem, bu kaçıp kovalama oyununun uzun süreceğini anladığından padişahlara köle elinin değmeyeceği, değemeyeceği hakkındaki saray kanununu -o an için- ayak altına aldı, kapı ağasına fısıldadı:
“Yakala, incitmeden tut, koluna gir.”
Ve deli şehzadenin yakalanmasıyla beraber kendisi de koştu, sağ koluna girdi.
“Aziz başına…” dedi. “Ant içiyorum. Kardeşin öldü.”
O, nemli gözlerini anasının yüzüne dikti, gamlı gamlı baktı, uzun uzun inledi:
“Siz bana mekr-ü al edersiz,[4 - Mekr-ü al etmek: Hile kurmak, aldatmak (e.n.)] canıma kıymak dilersiz. Bana saltanat gerekmez. Kardeşim sağ olsun.”
Geri geri çekiliyor, dışarı çıkmamak için bütün kuvvetiyle çırpınıyordu. Kösem bu vaziyette dil dökmek, mantığa başvurmak zorunu duydu, delinin güllü saçlarını okşayarak anlattı:
“Kardeşin sağ olup da seni öldürtmek istese beni mi yanına yollardı?.. Haydi yolladı diyelim. Allah etmesin! Allah etmesin, sana kıyılacaksa koluna girip dışarı çıkarmak neden?.. Cellatlar gelirdi, boynuna kement atılırdı, kârın tamam olurdu. Mademki bunlar yapılmıyor, demek ki kötülük yok. Sen de kölelerine, kullarına karşı gülünç olma, padişahlığını takın, taşra çık, neredeyse vezirler, hocalar, ocak ağaları elini öpmeye gelecek. Onlar da bu hâlini duyup üzülsünler mi?”
Deli gencin gözü önünde hep korkunç kardeşinin kanlı gözleri, sert çehresi dolaşıyordu ve korkudan ayaklarının bağı çözüldüğü için ileriye doğru adım atamıyordu. Anasının sözlerinden biraz ümide düşmüş, kardeşinin öldüğüne inanmaya meyletmişti. Lakin göz bebeklerine yapışan kardeş hayalini bir türlü uzaklaştıramadığından yine durduğu yerde kalıyordu. Yalnız bağırmıyordu, çırpınmıyordu, hatta “istemem” bile demeyerek dört yanına bakınıp duruyordu.
Kösem onun aklını başına getirmek, korkusunu gidermek, yürümesini mümkün kılmak için son çareye başvurdu.
“Aslanım…” dedi. “Kendiniz varın, nazar eylen. Ölü, rahat döşeğindedir. Teneşire konmak için iradeniz bekleniyor.”
Bu tavsiye, onu biraz daha ümitlendirdi, diz bağlarına kuvvet verdi. Şimdi geriye kaçmaktan ziyade ileriye gitmek temayülü gösteriyordu. Fakat yine tereddüt, telaş ve korku içindeydi. İki adım ileri atıyorsa bir adımını mutlaka geri alıyordu. Kendisini koltuklayan kadında da erkekte de tahammül kalmamıştı, için için homurdanıyorlardı, ter içinde bunalıyorlardı.
Eğer Osmanoğulları’ndan başka bir şehzade daha bulunsa Kösem Sultan bu zahmetlere şüphe yok ki katlanmayacaktı, süt emer bir hâlde de bulunsa onu şu delinin yerine oturtacaktı. Fakat Sultan Murat üç kardeşini boğdurtmak suretiyle saltanatı bu mecnuna bırakmış bulunuyordu. Sadrazamın, şeyhülislamın, ocak ağalarından birinin padişahlığa geçmemesi için şu korkak, şu sarsak, şu deli gencin her densizliğine tahammül etmek gerekti.
Bununla beraber kapı ağası da Kösem de işi zora çevirmişlerdi. İnatçı deliyi sürüklemeye koyulmuşlardı. Dışarıdaki kalabalığın cellatça değil, kölece davranmaları, yerlere kapanıp saygı göstermeleri İbrahim’e derece derece yürek pekliği verdiğinden sürüm işi artık kolaylaşmıştı. Mahbesten adım adım uzaklaşmak mümkün olmuştu.
Deveye hendek atlatanlar yüreklerinde açılan tebessümü hazma çalışarak, hendek atlayan deve de bön bön bakınarak yürüyorlardı. İç oğlanlarının uzun entarileri yelpazelenmiş, ağaların pembe kürkleri kahkahamsı bir inşirahla açılıp kapanmaya başlamıştı. Deliyi kafesten çıkarmak, tahta doğru yürütmek herkesi sevinç içinde bırakmıştı. Henüz sevinmeyen deliydi, o da yüreğini neşeye açmak için son tereddüt dakikalarını yaşıyordu.
İşte bu sırada ve ağalarla iç oğlanlarının deliye itimat telkin etmek kaygısıyla sık sık alkış savurdukları esnada kapı ağasının gözü ilerideki demir kapıya uzandı ve yüzüne telaş gölgeleri yayıldı. Kapıda dev cüsseli bir adam duruyordu.
Kapı ağasının şu görüşle telaşa düşmekte hakkı vardı, çünkü korkunç endamını demir kapı önünde şahlandıran adam sakallıydı. Hâlbuki harem dairesinin bu kısmına ve bilhassa şu demir kapı önüne bostancıbaşılardan başka hiçbir sakallı şahsın gelmesine imkân yoktu. Bostancıbaşılarsa ancak kafaları koparılacak kimseleri yakalamak için oraya gelebilirlerdi.
Deli İbrahim de manalı ve manasız bütün saray âdetlerini bilenlerdendi. Sıhhati bozuk, idraki gevşek, iradesi zayıf bulunmasına, okuyup yazması son derece kıt olmasına rağmen yıllardan beri içeride yaşadığı kafeste, kendisiyle temasa mezun olanlardan o âdetler üzerine ders alıyordu. Bu sebeple demir kapı önünde sakallı bir adam görünce yeni baştan korkacak, yeni baştan yaygara koparacak ve belki ipi kırıp kafesine kaçacaktı.
Kapı ağası işte bu akıbeti düşünerek telaş gösterdi, iç ağalarından birini ileri saldırdı, demir kapı önünde selam vaziyeti alıp yeni padişahı bekleyen heybetli adama, Sadrazam Kara Mustafa Paşa’ya hemen oradan uzaklaşmasını söyletti.
Hiçbir okçunun delemediği kalkanları bileğindeki yaman kuvvetle süzgece çeviren, en kuvvetli öküzleri tek bir kılıç darbesiyle ikiye bölen, yüz elli kilo ağırlığındaki pehlivanları kemerlerinden bir elle yakalayıp uzun dakikalar tepesi üstünde döndüren Sultan Murat, kendini Kubbealtı’nda temsil edecek sadrazamları da iri yarı, güçlü kuvvetli ve çok heybetli kimseler arasından seçerdi. Kara Mustafa Paşa işte bu suretle seçilmiş, imparatorluk idaresinin başına getirilmiş bir adamdı. Huyu da boyu ile uygundu. Korku bilmez ve hiçbir şeyden yılmaz, yavuz bir kişiydi. Sırtı yere gelmez bir pehlivan, yumruğuna dayanılmaz bir kahraman, tam manasıyla sahipkıran tanıyıp candan saygı gösterdiği efendisinin ölümünü duyar duymaz, içi yana yana saraya koşmuştu, yeni padişahın tahta çıkması töreninde bulunmaya hazırlanmıştı. Veliahdın hasta mizaçlı olduğunu bilmekle beraber ölen hükümdardaki haşin meziyetlerden, vahşi kudretlerden bir kısmının onda tecelli edeceğini umuyordu. İç ağasının getirdiği haber o ümidini birdenbire sarstı, içine elem verdi. Sadrazamı sakalından dolayı bostancıbaşı sanacak ve ölüm korkusuna düşecek bir padişah, ona köle ruhlu bir biçare görünmüştü.
Fakat orada da duramadı, eski efendisinin cansız olarak yattığı odanın önüne gitti, inkisara uğramış hayalinin matemini yüreğindeki yasla karıştırdı, kollarını kavuşturup beklemeye koyuldu.
Biraz sonra kafesten gelen kafile de oraya ulaştı ve Deli İbrahim’in ayakları yeni baştan birbirine dolaştı. Sadrazamın canlı bir ehramı andıran endamından korkuyor, gözleri kamaşmış bir durum alarak geri geri çekiliyordu. Kösem Sultan, kölesinden korkan efendiyi cesaretlendirmek için heybetli veziri oğluna tanıttı:
“Lalan budur aslanım. Padişahlığını kutlamaya, mübarek ayağını öpmeye geldi.”
Kara Mustafa Paşa, içinden kabarıp gelen bulantıyı güçlükle yendi, yere kadar eğildi:
“Başınız sağ, tahtınız kutlu olsun ulu hünkâr! Kudumunuz devlet için, memleket için hayırlı olur inşallah.”
Vezirin sözleri çelik bir tepenin konuşması gibi hünkâra sert geliyor ve haşyetle karışık bir hayretle onu süzüyordu. Belki üç, belki beş dakika bu garip vaziyette kaldı, sonra mırıldandı:
“Bana hile edersiz, âl edersiz.”
Kösem’in sabrı artık tamamıyla tükendiğinden kaşlarını çattı.
“Bu kadar naz…” dedi. “Çekilmez! İstersen tahtı boş koy, yeniden kafese gir!”
İleri gitmeyen deli, şimdi geri dönmeye de yanaşmıyordu. Kudretsiz ruhunda kucak kucağa gelen can korkusuyla taht sevgisinin boğuşmasından bunalarak anasıyla kapı ağasının kolları arasında bocalayıp duruyordu.
Sadrazam, havsalasına sığmayan bu sahneye karşı gözlerini yumuyordu, ağalar ve iç oğlanları için için homurdanıyordu. Nihayet yine onlar, o saraylılar tarafından -Sultan Murat’ın öldüğüne antlar içilmek suretiyle- vaziyet düzeltildi, deli hünkâr cenaze odasına sokuldu.
Kapı ağası eşikten içeri girer girmez ileri atılmış, cesedin yüzünü açmıştı. İbrahim, bu hızlı davranış yüzünden yeni bir densizlik yapamadı, ister istemez ölüye baktı ve gülümsedi. O sapsarı çehre, o kapalı gözler, o hareketsiz vücut, kendini boğduracak kudretin artık yeryüzünden silindiğini çirkin bir belagatle anlatıyor ve bu çirkinlik ona, kâinatın en güzel hakikatlerinden daha cazip görünüyordu.
Korkak delide beliren değişiklik yanı başında bulunanları şaşırtacak kadar büyüktü. O fersiz gözler birdenbire ışık içinde kalmış, o iki büklüm beden bir lahzada dikleşmiş, o titreyen bacaklar çarçabuk çelikleşmişti. Yalnız dudakları kapalıydı, tek kelime konuşmuyordu.
Kösem, kendine geldiğini sevinçle gördüğü oğlunu konuşturmak için yumuşak bir sesle sordu: “Artık inandın, değil mi aslanım?..”
O, gülümseyen bakışlarını cenazeden ayırıp anasına çevirdi, uzun uzun baktı.
“Eh…” dedi. “Padişah olmuşum, inandım gayrı.”
“Öyleyse taht odasına buyurun, cülus edin. Lalan seni oraya iletsin!”
İbrahim, sevine sevine ve salına salına odadan çıkarken sadrazam, valide sultana sokuldu, fısıldadı:
“Şevketlu hünkâr, kafes kılığıyladır. El öpmeye, ayak öpmeye gelenler onu saçında gülle, dardağan çakşırla görürlerse nice olur? Lütfedin de kılığına nizam verin.”
Kösem, telaştan ve ızdıraptan bu biçimsizliği unutmuştu, oğlunu tahta oturtmayı saadet bilip terini kurutmaya hazırlanıyordu. Vezirin ihtarı üzerine gamlı gamlı içini çekti:
“Rahmetli ammisi gibi allahlık.[5 - Kösem’in ammisi dediği Birinci Mustafa’dır ki tam manasıyla zırdeliydi. Fakat onu rahmani meczup ve veli sayanlar da vardı. (y.n.)] Dünyaya bir pul kadar değer vermiyor. Lakin hakkın var, bugüne bugün padişahtır. Ele güne karşı baş açık çıkması doğru değil.”
Hünkârın ayarını çoktan tespit etmiş olan vezir, kendi kendine “Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu.” demekle beraber kısa, uzun hiçbir cevap vermedi, valide sultanın deli padişahı yakalayıp bir odaya sokuşunu, oradan giyimli, kuşamlı olarak çıkarışını seyirle iktifa etti.
Artık taht odasına gidilmeye mâni kalmamıştı, bütün güçlükler yenilmiş sayılabilirdi. Fakat İbrahim, o odanın kapısı önüne gelir gelmez durdu, arkasından gelmekte olan sadrazama yüzünü çevirdi, sert sert sordu:
“Ben padişah değil miyim?”
O, hayret içinde cevap verdi:
“Beli sultanım, padişahsınız.”
“Ne istersem yaparım, değil mi?”
“Beli padişahım, yaparsınız.”
“Öyleyse dönelim, kardeşimi bir daha görelim!”
Deli adam, tam tahta oturduğu sırada cellatların boy gösterip kendisini cürmümeşhut hâlinde yakalanmış bir suçlu gibi alaşağı edeceklerini düşündüğünden ihtiyatlı hareket etmeyi tasarlıyor ve şayet kardeşi ölü taklidi yapıyorsa yine “istemem” teranesini tutturarak yakasını tuzaktan kurtarmak istiyordu. Heybetli vezir onun bu gülünç düşüncesini sezmekten geri kalmadı, lakin bir şey diyemedi, mahzun mahzun mırıldandı:
“Peki sultanım, görelim!”
Deminki sahne biraz sonra tazeleniyor, ölünün yüzü açılıp Deli İbrahim’e gösteriliyor ve hekimbaşı başta olduğu hâlde bütün saraylılar tahtın, tacın kendisine kaldığı hakkında antlar içerek herife emniyet telkin etmeye uğraşıyordu.
İbrahim ancak bu ikinci muayeneden sonra korkuyu, telaşı, bocalamayı bıraktı, tahta oturmaya rıza göstererek vezirlere, hocalara, ocak ağalarına el ve ayak öptürdü. Osmanlı İmparatorluğu’nu -keyfine göre- idareye başladı. Onun ilk iradesini telakki eden Kösem Sultan’dı ve irade şu üç kelimeden ibaretti:
“Güzel kadın isterim!..”
Avrat Pazarı
İstanbul’un Tavuk Pazarı, Irgat Pazarı, At Pazarı gibi bir de Avrat Pazarı vardır. Cerrahpaşa civarındadır. Eski tarihte bu pazara forum d’Arcadius derlerdi, sonradan garip bir tebadül[6 - Tebadül: Değişim (e.n.)] ile arkad, avrat oldu ve hiç yoktan ortaya bir avrat pazarı çıktı.
Hâlbuki beride, İstanbul’un en güzel bir yerinde kurulu olan Topkapı Sarayı, on yedinci asrın ortalarına doğru gerçekten avrat pazarı hâlini almıştı, zengin bir kadın sergisi biçimine girmişti. Orada yalnız kadın düşünülüyor, yalnız kadın konuşuluyor ve yalnız kadın alışverişi yapılıyordu. Bu itibarla hiç yoktan Avrat Pazarı adını taşıyan yere münasip bir isim vermek ve Topkapı Sarayı’nı Avrat Pazarı diye anmak lazımdı. Nedense bu lüzum ihmal edildi. Tarihin tebessümle kabul edeceği bir ad, o esrar mahzeni sarayın kapısına nakşolunmadı.
Fakat bu ihmal, tarihin binbir vesika ile kaydettiği bariz bir hakikati örtmüş değildir ve Deli İbrahim’in Osmanoğulları sarayında kurduğu avrat pazarını bütün dünya tanıyıp öğrenmiştir. Bunun aksi nasıl mümkün olabilirdi ki; yeryüzünde hiçbir saray, bu avrat pazarı kadar acip hadiselere, garip vakalara, ibretli sahnelere kaynak olmamıştır.
Pazarı kurduran Deli İbrahim’in cinnet derecesini aşmış, iğrenç bir dalalet seviyesine ulaşmış olan kadıncıllığıydı.[7 - Cıl veye cil malum olduğu üzere düşmanlık, yiyicilik, yerine göre de alışkınlık, yakınlık ve sebebiyet ifade eden bir edat olup isimlere eklenir: Adamcıl, tavşancıl, ölümcül kelimelerinde olduğu gibi. Biz kadıncıl kelimesini kullanmakla kadına yakın, alışkın ve düşkün manasını ifade etmek istedik. (y.n.)] Kadın, onun için ziya gibi, hava gibi, su gibi hayat umdelerinden bir nesneydi. Güneşin sıcaklığını duydukça göze görünmez bir kadın kucağında ısındığını sanıp gerinmeye başlar, serin bir rüzgâr esince bir peri kızının dudağından çıkan nefesle karşılaştığını kuruntulayıp pis hülyalara dalar, berrak sularda küme küme kadınların cilveleştiklerini tevehhüm ederek uyanık gözle garip rüyalar sıralardı.
Saza bayılırdı: Kıvrak nağmeleri kadın sesine benzettiği için. Güzel kokulardan hoşlanırdı: Çiçeklerde kadın ıtrı bulduğu için. Raksa can verirdi: Kadın teninin oyunda açılıp saçılışına imrendiği için…
O, şüphe yok ki, zırdelilerdendi, fakat dimağını kadın mevzusu üzerine çevirince orijinal düşünceleriyle kendini dinleyenlere parmak ısırtırdı. Mesela beyaz kadınların tebessümden kahkahaya geçmeleri için nasıl davranılmak lazım geldiğini riyazi[8 - Riyazi: Matematiksel. (e.n.)] bir katiyetle bilirdi. Sarışınları somurtmak, esmerleri ağlatmak yollarını inceden inceye ölçmüştü, biçmişti.
Kızıl bir cahil olmasına rağmen kadın mevzusunu her bakımdan kavramış gibiydi. Yalnız ayağını gördüğü bir kadının küçük ağızlı mı, büyük ağızlı mı olduğunu keşfeder, bu şekilde isabetli buluşlarını en hurde[9 - Hurde: Pek ince ve küçük. (e.n.)] noktalara kadar teşmil etmekte güçlük çekmezdi.
Bu derin alaka onu tam manasıyla kadıncıl yapmıştı. Ekmek yerken kadın tadı bulurdu, şeftalileri dilber bir yanak öper gibi heyecanla dişlerdi. O, kumaşları bile kadınları düşünerek gözden geçirirdi. Bir kadifeye el değdirince belli belirsiz tüylerle örtülü bir kadın eli okşar gibi uzun uzun gülümserdi, samur kürkünün içinde daima bir yığın saça sarılmış olmak zevkini bulurdu.
İşte bu sebeple, tahta çıktığı saatin ilk dakikasında, sarayını avrat pazarına çevirmek kararını almış, anası başta olmak üzere bu işte çalışabilecek olanların hepsini hummalı bir faaliyete sokmuştu. Kızlar Ağası Sümbül, kurulacak pazarın kâhyalığını omzuna almak için şimdiden ehliyetini ispata uğraşıyor, sabahtan akşama ve gece yarılarına kadar evlerden, konaklardan, pazarlardan kadın toplamakla meşgul oluyordu.
Kösem Sultan da pazarın kurulmasına aynı hararetle yardım ediyordu. Fakat o, mantıki düşüncelerle bu işe girişmiş ve oğlununkinden de Sümbül’ünkinden de tamamıyla ayrı bir hedef gözeterek halayık toplama faaliyetine iştirak etmiş bulunuyordu. Rum’dan dönme valide sultan, kadıncıl oğlunun durumundan hiç de hoşnut değildi. Sultan Murat gibi bir bakışıyla en kuvvetli ödleri koparan eli kanlı, kılıcı kanlı kahhar bir padişahın aman bilmez, merhamet tanımaz yumruğu altında bile şahlanmaya fırsat arayan ocaklının, böyle kadından başka düşünceye benliğinde yer vermeyen zirzop bir hükümdara uzun yıllar tahammül edemeyeceğini çoktan anlamıştı. Fakat tahta geçirilecek başka bir şehzade bulunmadığı için oğlunu şimdilik okşamayı ve bir damızlık aygır gibi kullanıp kendisinden çocuklar üretmeyi gerekli buluyordu. Bu emeline erince ve sarayda birkaç beşik sallandığını görünce deliye sırtını çevirmek, ocaklının gemini kendi eline almak çarelerini araştırmak azmindeydi.
Papaz kızı Kösem, yirmi üç yıl süren dulluk hayatındaki mahrumiyetlerin acısını çıkarmak için de oğlunun deliliklerinden istifade etmek istiyordu.
Kadıncıl hükümdar, yalnız kadın düşünerek kucaktan kucağa geçerken devlet işleriyle kendisi meşgul olacak, har vurup harman savuracak, hazineler düzecek ve gül yüzü solmadan, damarlarındaki coşkun kan durulmadan nabekâr felekten kâm alacaktı.[10 - Kâm almak: Bir şeyden olabildiğince zevk almak, keyfini çıkarmak. (e.n.)] Lakin bu emellerin ve bu hülyaların gerçekleşmesi Sultan İbrahim’i birkaç kere baba yapmakla, birkaç şehzade dünyaya getirmekle mümkün olabilirdi. Kösem, bu noktayı göz önünde tutup oğluna bir avrat pazarı hazırlıyordu ve o, kör bir ihtiras, çılgın bir incizapla kadından kadına koşarken kendisi ipliğini boyamak[11 - İpliğini boyamak: Hile hazırlamak (e.n.)] istiyordu.
Korkak bir padişahın kölesi olmayı için için zül sayan dev cüsseli, çelik bilekli, taş yürekli Sadrazam Kara Mustafa Paşa da devletin temeli ansızın sarsılmasın, imparatorluk dağılıp çökmesin diye deliden döl almak ameliyesine yardım etmeyi gerekli bularak avrat pazarının kurulmasını kolaylaştırmaya çalışıyordu. Hatta pazara sermaye göndermek için vezirleri, hocaları, ağaları da zorladığından Osmanlı tahtına namzet yetiştirmek kaygısı umumileşmiş, Topkapı Sarayı’na kadın akmaya başlamıştı.
Deli İbrahim’i birkaç kere baba yaptıktan sonra edebe davet etmek ve delilikte ısrar ettiği takdirde tahttan atmak düşüncesinde sadrazamla Kösem -muhaveresiz, müzakeresiz ve münakaşasız bir anlaşma ile- ittifak etmişlerdi. Lakin ikisi de hünkârı kolay devrilir bir ağaç saymakta aldanıyorlardı. Çünkü kadıncıl İbrahim, aynı zamanda zalim bir tabiat sahibiydi. İlk saltanat günlerinde bütün saltanat varlığını bir avrat pazarı kurmaya hasrettiği için tabiatının o kana susamış tarafını belli etmiyordu.
Bu sebeple Kösem içeriden, Kara Mustafa Paşa dışarıdan -hiçbir endişeye kapılmaksızın- onu okşamaya devam ediyorlardı, pazarın mükemmel bir sergi olmasını temine çalışıyorlardı. Bu sayin[12 - Say: Çalışma, çalışıp çabalama. Gayret sarf etme. (e.n.)] sonu gerçekten parlak oldu, Topkapı Sarayı’nda eşsiz bir pazar kuruldu.
Pazarın daha ilk günlerde sekiz yüz mevcudu vardı. İran sınırından Fas hududuna, Avusturya içerilerinden Hint Denizi’ne kadar uzayan geniş ülkede satılması mümkün kızların en güzelleri bu sekiz yüz sermaye arasında yer almış bulunuyordu. Rus, Macar, Leh, Gürcü, Çerkez, Sırp, Bulgar, Alman, Rum, Fransız, İspanyol kanını taşıyan bu bir alay halayık, mensup oldukları milletlerin güzellik numuneleri sayılacak kadar seçkin mahluklardı.
İbrahim, kadıncıl dehasından aldığı ilham ile pazardaki sermayeleri renk ve boy bakımından kümelere ayırmıştı. Kendisi gibi kadın düşkünü olan büyük dedesi Üçüncü Murat’ın kırk haseki ile içine kapanıp sızıncaya kadar şarap içtiği yerde, meşhur hünkâr sofasında sık sık yaptırdığı geçit resimlerinde ilkin renk itibarıyla kızları yürütür, sonra boya göre yürüyüş yaptırıp muhtelif renklerin bir arada toplanmalarını ellerini şıkırdatarak, deli deli söylenerek seyre dalardı.
O, İstanbul’un hangi yıl alındığını bilmezdi. Yavuz’un yaptığı harplerin ve kazandığı zaferlerin tarihini merak etmiş değildi. Viyana’nın hangi padişah zamanında muhasara edildiğini de işitmemişti. Fakat Üçüncü Murat’ın beş yüz halayık topladığını, her gece kırk kadınla işret ve saz meclisi kurduğunu, yüz on beş çocuk doğurttuğunu biliyordu. Avrat pazarını kurarken işte bu bilgiyi esas tutuyor, o dedesinden daha çok kadına sahip olmak ve yine ondan fazla çocuk doğurtmak istiyordu.
Kösem’le Kara Mustafa Paşa’nın ve bütün devlet ricalinin himmetiyle pazar mevcudu, eski devirlerin hiçbirinde görülmeyen dereceyi bulunca sıra bu pazardan alınacak zevkte de eskileri geçmeye gelmişti.
Artık saray bir padişah evi olmaktan çıkmış, çalgılı köçekhanelere dönmüştü. Her odada, hemen her dakika sazlar çalınıyor, rakslar yapılıyor, hayvani ihtirasların her çeşidine inkişaf verilerek delice gülünüp eğleniliyordu. Hem kaba hem çirkin bir teşbih olmakla beraber hakikati ifade için söyleyelim ki İbrahim bu avrat pazarı ve bu ihtiras âlemi içinde dolgun mevcutlu bir kısrak yılkısına, başıboş bırakılmış kuduz bir aygıra benziyordu. Konuşmasının kişnemeden, yürümesinin şahlanmadan farkı yoktu ve gece gündüz kişneyerek, şahlanarak avrat pazarına hercümerç veriyordu.
Halk, sarayda nasıl bir âlem kurulduğundan henüz bihaberdi. Sultan Murat’ın ölümü herkese geniş bir nefes aldırmış ve yüreklere büyük bir yükten kurtulma sevinci vermiş olduğundan sarayda başlayan rezaletle kimsenin alakalandığı yoktu.
Tarih bakımından halkın bu vaziyeti gayet tabiiydi. Çünkü Sultan Murat, kan emen ve ocak söndüren bir kâbustu, bütün memleketi korku içinde yaşatıyordu. Bir müverrihin dediği gibi onun her sözünden, her hareketinden korkulur; her sözü her hareketi -Tanrı buyruğu, Tanrı işi gibi- muhterem tutulurdu. Kaşları oynar oynamaz binlerce kol yukarı kalkar ve bu kaşların çatılmasıyla beraber binlerce baş toprağa düşerdi. Fırtına yaklaştığı zaman kuşlar nasıl susup yapraklar arasına gizlenirlerse Sultan Murat’ın sesi duyulduğu, yüzü görüldüğü vakit de herkes susar ve kaçardı. O, şiddeti vahşet derecesine çıkarmıştı. Kana susamış bir deli hırçınlığıyla adam öldürürdü. Bir çayırda eğlenen kadınları açık saçık görünüyorlar suçuyla toptan suya attırıp boğdurmuştu. İçinde sekiz on kadın bulunan bir kayığı -saray kıyılarına fazla yaklaştıkları bahanesiyle- batırtıvermişti. Çarşıda satıcılarla pazarlık eden kadınların karnına kadar elini sokan bu cellat hükümdarın on yıl içinde yüz bin kişi öldürttüğü rivayet olunuyordu.
İşte halk, böyle bir padişahtan kurtulmuş olmak sevinci içinde yeni hünkârın huyuyla, âdetiyle alakalanmayı hatıra getirmiyordu. Çünkü Sultan Murat gibi bir dâhiyeye[13 - Dâhiye: Hârikulâde zekâ ve fetanet sahibi. (e.n.)] Allah’ın bile bir eş yaratamayacağına inanıyorlardı. Ne kadar fena ve ne kadar zalim olursa olsun İbrahim’in, kardeşine nispetle çok iyi, çok merhametli, çok adil olacağını umuyorlardı.
Bu umumi sevinç, bu umumi kanaat yüzündendir ki şairler, sayfa sayfa cülusiyeler düzüyorlar, yeni devri -halkın duygularına tercüman olarak- alkışlıyorlardı. Fehim adlı bir üstat, yer yer ve taraf taraf yapılan şehriayinleri tasvir ederken Murat’ın ölümüne, İbrahim’in cülusuna ebcet hesabıyla şu tarihi düşürmüştü:
Azmi ukba eyleyüp Sultan Murad-ı Cem
Himem eyledi Sultan İbrahim-i dara-fer cülus.
Sarp dağları binbir zahmet çekerek aştıktan sonra düzlüğe inmek neyse Sultan Murat’ın pençesinden kurtulup kardeşi İbrahim’in idaresi altına girmek de oydu. Daha doğrusu elli milyon insanın zehabı bu şekildeydi ve ondan dolayı da İstanbul’dan, Budin’den Yemen’e kadar uzayan imparatorluğun her şehrinde, her kasabasında, her köyünde tellallar “Devlet ve memleket Sultan İbrahim’indir!” diye bağırırken herkes “Çok şükür ey ulu Tanrı, çok şükür!” diyerek sevincinden secdeye kapanıyordu.
Sultan İbrahim işte bu hissî dekor içinde avrat pazarını kurmuş, sekiz yüz kadın arasında tarihin duymadığı işler görmeye koyulmuştu. Takındığı kılık bile orijinaldi, kendi icadıydı. Kızlar, bilhassa onun, samur kürkü ters giymekten ibaret olan bu kılığına bayılırlar ve etrafına küme küme yığılıp “Ne güzel, ne güzel!” diye el çırparlardı.
Fakat bu tersine çevrilen kürkler, Türk ilinde ve Osmanlı hazinesinde bulunan elmasların en güzelleriyle baştan aşağı donandığından müthiş bir kıymet taşıyordu. Her birinde yirmişer kopça vardı ve bunların tanesi, bugünkü rayice göre, bin beş yüz liraya mal oluyordu.
Avrat pazarı kurulup da alışveriş başladıktan sonra deli hünkâr, çiçek sevgisine de germi vermişti.[14 - Germi vermek: Ateşlendirmek, hızlandırmak. (e.n.)] Eski padişahların sarıkları arasına sokuşturdukları mücevher sorguçları atarak saçlarına, kulaklarının ardına çiçek takıyordu. Kızlar, çelenk veya demet hâlinde olmayıp dağınık şekilde taktığı çiçeklerle başını garip bir biçime sokan hünkârın bu maskaralığını yüksek bir zarafet gibi alkışlar ve bazen daldan koparıyorlarmış gibi işveli bir ihtimamla gülleri, karanfilleri, laleleri herifin saçından çıkarıp sıra ile kokladıktan sonra yine yerine asarlardı.
İbrahim’in bu hayvani hayat içinde kafasından atamadığı iki büyük kaygı vardı: Kâşiflik, babalık… Başını çiçeklerle ve her gün yeni bir biçimde süslemekle; sabah oyunlarında başka, öğle çılgınlıklarında başka, gece kepazeliklerinde başka kılığa girmekle; sekiz yüz halayığı her gün yeni bir tasnife tabi tutmakla kâşiflik kaygısını geniş mikyasta tatmin edebildiği hâlde yine memnun değildi. Hiçbir hükümdarın yapamadığı işleri başarmak, kimsenin hatırına gelmeyen şeyler yapmak istiyordu.
Bu düşünce onu gerdek değiştirmek hevesine sürükledi, köşkler ve odalar yaptırmaya girişti. İlkin Bağdat Köşkü’nün yanına bir şahnişin, sonra Revan Odası önüne büyük bir hücre kurdurdu. Bir yandan denize, bir yandan havuza bakarak eğlenmeyi bu suretle temin ettikten sonra sekiz yüz kadını bütün saray odalarına üçer beşer serpmek ve en güzellerini o şahnişinle o hücreye koymak usulünü çıkardı. Her gün kadınların serpiştirilmiş bulunduğu odaların adlarını yahut yerlerini küçük pusulalara yazdırarak takkesi içine kordu, kura usulüyle hangi odadan ziyarete başlayacağını tespit ettikten sonra akşama kadar kapı kapı dolaşır ve nihayet Revan Odası önündeki hücrede baygınlaşıp kalırdı.
Bu odaya gelişi, avrat pazarındaki çılgın hayatın en kıvrak bir sahnesini teşkil ederdi. Çünkü orada bir havuz vardı ve sekiz yüz kadın arasından seçilen on halayık efendilerini bu havuz içinde istikbal ederlerdi.[15 - İstikbal etmek: Karşılamak. (e.n.)] İbrahim, ayakta duracak kadar kendine malik ise renk renk saçlarını bir atkı gibi açarak, bir ağızdan şarkı okuyarak birer su perisi yahut sudan tulu eden on Venüs gibi kendini karşılayan halayıklarına iltifat etmekte bir saniye bile tereddüt etmez, başındaki çiçeklerle ve üstündeki elmas çaprastlı, elmas düğmeli kürkle havuza atılıverirdi.
O, kura ile sıraya konmuş muhtelif gerdeklerden yorgun ayrılmış ise su perilerine bu iltifatı yapamazdı, melul melul kendilerini süzdükten sonra “Odaya gelin, odaya gelin.” diye mırıldanarak köşke çekilip ıslak Venüslerin sudan karaya uçuşlarını seyre dalardı.
O şahnişinin, o köşkün yapılmasında mimar ve işçi olarak çalışanlar, yapı masrafını ödeyenler, nasıl bir maksada hizmet ettiklerini, şüphe yok ki, akıllarına bile getirmemişlerdi. Ondan dolayıdır ki İbrahim’in daimî gerdek olarak kullandığı bu odaların tavanlarına, duvarlarına, pencerelerine ciddi mahiyette birçok şiir işlenmiş ve deli adam uzun uzun övülerek göklere çıkarılmıştı.
Bu gafletle bizzat İbrahim eğlenmekten geri kalmazdı. Musluklardan akan suları, nefis dudaklarından süzülen zevk zemzemlerini duymaktan ve emmekten gına getirip de sinirlerini biraz dinlendirmek istedikçe bu şiirleri okuyup yahut okumak bilen halayıklara okutup kahkaha mevzusu yapardı.
“Kahkaha mevzusu” tabirini İbrahim’in şiirlerle istihza etmesi bakımından kullanıyoruz. Yoksa bu hâlette kızıl bir cehlin de sırıtması mündemiç olduğu için romancının makûs tabirler kullanması daha doğru olur.
Evet, İbrahim, belki de samimi bir duygu ile yazılan, sanatkârlığa saygı gösterilmiş olmak kaygısıyla da köşklerin her yanına altın yazı ile nakşolunan bu şiirlerle eğlenirken cehlini açığa vururdu. Çünkü şiirleri düzgün okuyamazdı, şairin ne demek istediğini anlayamazdı. Yalnız kendine adil, merhametli, cömert gibi sıfatlar isnat olunmasını gülünç bulup kahkahalar savurur, kızları da bu kahkahalar yüzünden kahkaha atmak zorunda bırakırdı.
Onu, en çok güldüren şu manzum parçaydı:
Hazreti Sultan İbrahim’i âli-menzilet
Hâmii dini Muhammed, sahibi hulki azim,
Oldu halkı âleme eyyamı eyyamı behar
Cümle dünyaya vücudu rahmeti rabbi rahim,
Hulku hılkında Huda ihsanın etti aşikâr
Hem mühibü hem cemilü hem selimü alim.
Çünkü Hz. Muhammed’e asla muhabbeti yoktu. Vaktiyle babası tarafından Medine’ye gönderilen elmasları getirip bir halayığa vermek yahut kürklerine takıp takıştırmak için fırsat bekliyordu. Sonra halk kelimesinden sinirlenirdi. Onun düşüncesine göre halk manasız bir kalabalıktan ibaret olup Allah’ın bütün mahlukatı kadın olarak yaratmaması ve bu milyonlarca kadını kâinatın biricik erkeği olmaya layık olan mübarek nefsine tahsis etmemesi de fahiş bir hataydı. Fakat Allah’ın padişahlardan büyük olduğuna -sürekli telkinlerle- inanmış olduğundan yeryüzünde kendinden başka erkek yarattığından dolayı Allah’a karşı beslediği kırgınlığı açığa vurmaktan çekinirdi, kızları başına toplayıp -yarım yamalak okuyabildiği- şiirleri tezyif ederken[16 - Tezyif etmek: Aşağısamak, küçüksemek, alay etmek, eğlenmek. (e.n.)] istihzalarını hep halka hasretmeye çalışırdı.
Tarih, her müstebitin hayatında halkı hiçe sayan bir zihniyet kaydeder. Milletleri istibdat boyunduruğu altında inleten fermanfermalar arasında halkın haklarından sık sık bahsedenler bile icabında halkı ateşe tutmaktan çekinmemişlerdir: Napolyon Bonapart gibi!.. Fakat İbrahim, kendi varlığının temelini teşkil eden millet ve bütün insaniyetle eğlenmekte en ileri giden bir adamdı. Halk denildikçe deli deli güler, “Aman susun, Has Ahır’ı hatırlıyorum.” derdi.
Bununla beraber halkın bazen duasına ihtiyaç hissederdi. Muvazenesiz bir dimağ ile dalaletli bir ruhun yarattığı birbirine uymaz düşünceler, duygular cümlesinden olan bu ihtiyaç bilhassa baba olmak kaygısından doğardı. Sekiz yüz kadın arasında yaşadığı, gerdekten gerdeğe geçtiği hâlde henüz çocuk sahibi olamamak onu sık sık elemlendiriyordu.
Bu sebeple anasından, kız kardeşlerinden, ağalardan salık alarak adlarını öğrendiği şeyhlere, hocalara kese kese para yollardı, baba olabilmek için onlardan dua isterdi. Bazen avrat pazarından bir iki saat uzaklaşmayı bile göze alırdı, ata binip sokağa çıkardı, üfürükçülerin ayağına kadar gidip kendine nefes ettirirdi.
Lakin bu gidişler sırasında zihni hep avrat pazarında kalırdı ve pazarın zevkine yeni yeni çeşitler katmak için uzun düşünceler geçirirdi. Kızlardan bir bölüğünü erkek, genç harem ağalarından bir bölüğünü kız kıyafetine sokmak fikri de işte böyle bir sırada kafasına doğmuştu.
Tacidar delinin kızı erkek ve erkeği kız kılığına sokarken düşündüğü şey, devlet adamlarıyla ve bütün kadınlarla eğlenmekti. Bu düşünce dolayısıyla kıyafetçe erkekleştirdiği kızlara Horasani börkten başlayıp üsküf, Selimî, kallavi, Yusufî, urf, düzkaş, kalafat, dardağan, paşayî, zaimî, kâtibî, kafesî, perişani, çatal, mollayî, silahşorî, takke, yelken, brata, tas, kalpak, kalıp işi gibi kavukları, külahları giydirerek ecelacayip bir başlık sergisi vücuda getirmişti. Bu kavukların, külahların her biri bir zümre tarafından kullanılırdı. Deli İbrahim, her kıza bir zümrenin başlığını takmakla o zümreyi kendince tehzil etmiş[17 - Tehzil etmek: Alaya almak. (e.n.)] oluyordu.
Kız kılığına soktuğu harem ağaları da canlı bir kıyafet sergisi teşkil ediyorlardı. Şalgebe, beyaz gömlek, çuha ferace, boğası kaftan, alaca çakşır, yırtmaçlı, kapama, cepken, yelek gibi devrin zümrevi elbiselerinden her çeşidi bu siyah mahlukların sırtında görünüyordu; diba, sevai, lahur, elvan, sof, Bursa alacası, Venedik kadifesi, İngiliz çuhası, Nemse bezi gibi kumaşların hepsinden birer örnek -hadımlıklarına rağmen- erkek biçimine sokulan zavallı kölelerin omuzlarında, bellerinde, bacaklarında renklerini pırıldatıyordu.
Altmış yıl sonra Topkapı Sarayı’nda halayıklarla harem ağalarının açıkça gelin-güvey oyununa başlamaları Deli İbrahim’in ektiği bu tohumun neticesi sayılabilirdi. Lakin o, yaptığı işten neler çıkacağını düşünecek kudrette değildi ve öyle bir kudrete malik olsa bile zevkini istikbal endişesine feda edemezdi. Eğlenmek, kadınlardan son hadde kadar zevk almak istiyordu ve bu dileğini tatmin için her kepazeliği yapıyordu.
Eğer Kösem Sultan olmasa ve onun rica şeklinde yaptığı sert ihtarlar bulunmasa Deli İbrahim, kadın tebaasından başka kimselerle de vazife bakımından meşgul olmaya mecbur bulunduğunu belki hatırına getirmeyecekti. Kâinatı sarayında kurduğu avrat pazarından ibaret görüyordu, padişahlığın zevkini o pazarda çıkartıyordu. Lakin anası, her cinnet gecesinin sabahında onun başına dikiliyordu, yalvarır gibi görünen bir sesle emrediyordu:
“Haydi aslanım, taşra çık, Kubbealtı’na var. Vezirler, ocaklılar mübarek didarını görmezlerse sağlığından kuşkulanırlar, fitne uyandırırlar, seni telaşa düşürürler. Yüzünü görsünler ki yürekleri rahat etsin.”
Her gün tazelenen bu ihtarlar onu sadrazamla, vezirlerle, defterdarla temas etmek zorunda bırakıyordu. İlk günlerde Kubbealtı’na gitmekten, kafes ardına oturup divan müzakerelerini dinlemekten son derece sıkılıyordu. Hele divan sonu sadrazamın yanına gelerek Nemse işi şöyle, Lehistan meseleleri şöyle, İran maslahatı şöyle mukaddimeleriyle bir saat söylenmesinden fena hâlde huylanıp için için küfürbazlığa girişiyordu. Fakat zaman geçtikçe padişahlığın bu tarafından da zevk almaya başladı. Koca koca kavuklarıyla, renk renk kıyafetleriyle, alay alay paşanın, mollanın, ağanın kendi önünde yerlere kapanmaları, vücutlarından ve çalımlı ağırlıklarından umulmayan bir çeviklikle koşa koşa gelip ayağını öpmeleri artık hoşuna gidiyordu.
Bu hoşlanışın hududu adam öldürtmek zevkini ilk tattığı gün bir derece daha genişledi ve Deli İbrahim, avrat pazarında olduğu kadar Kubbealtı’nda, arz odasında oturmaktan da sıkılmaya başladı. Şimdi anasının ihtarına hacet bırakmadan erken erken dışarı çıkıyordu, uçurulacak kelleler için emir vermek iştiyakıyla muhteşem sedirine uzanıp geviş getirmeye koyuluyordu.
Ona bu dalaletli zevki tatmak fırsatını Emir Güne oğlunun yanlış bir hareketi vermişti. Kendi adını taşıyan köyde[18 - Emirgân. (y.n.)] Sultan Murat’ın verdiği sarayı bir kepazelik kaynağı hâline koymuş, yıllardan beri eğlence namına her edepsizliği yapmış ve Sultan Murat’a da yaptırmış olan bu İranlı mülteci, hovarda efendisinin ölmesi üzerine telaşa düşerek eski yurduna dönmek, yıllardan beri zevk tellallığı sayesinde kazandığı hazineleri oraya aşırmak yolunu aramaya koyulmuştu. O sırada İstanbul’a İran’dan bir elçi geldi, Emir Güne oğlu bol para ve bol armağan vererek onunla müzakereye girişti. Elçi, bir yandan onu sızdırmak, bir yandan da vaktiyle memleketine ihanet etmiş bir adamı ceza görebileceği bir muhite sokarak ün almak düşüncesiyle Emir Güne oğlunu iltizamdan çekinmedi, herifin İran’a gitmesine müsaade edilmesi için sadrazam nezdinde teşebbüste bulundu. Hâlbuki Kara Mustafa Paşa, Osmanlı vezirleri arasında yer alan sabık mültecinin milyonlar değerinde bir serveti aşırmasına göz yumacak adamlardan değildi. Elçinin bu işe burun soktuğunu görünce kararını verdi, Deli İbrahim’in huzuruna çıktı.
“Yusuf Paşa…” dedi. “İran’a savuşmak ister.”
Hünkâr sordu:
“Yusuf Paşa da kim lala?”
“Asıl adı Emir Güne oğluydu. Cennetmekân kardeşiniz, bilinmez neden, ona Yusuf deyip paşalık verdi. Köftehorun biri.[19 - Köftehor, Fatih’in kanunnamesinde şuna buna kadın götüren sefil adam mevkisinde kullanılmıştır. (y.n.)] Birkaç yıl içinde hazineler düzdü. Şimdi yurduna dönmek diler. Elçiyi de kandırmış, ben kuluna yollayıp şefaat ettirmiş.”
“Nidelim biz?”
“Yusuf Paşa’nın artık gereği yok. Ferman buyurursan gideririz.”
“Evvel gereği var mıydı?”
“Rahmetli hünkâra sakiler bulurdu, köçekler tedarik ederdi. Devlet kapısında başka bir işi yoktu.”
“Mademki öyledir, gideriver lala. Fakat hazineler ne olacak?”
“Efendimin hazinesine geçecek.”
“Durma öyleyse lala. Kestir kafasını teresin!”
Yakın zamana kadar kendi kafasının kesilmesinden korkan deli adama, bir vezir kellesini uçurma emrini vermek o kadar tatlı gelmişti ki hareme dönünce bütün kızlara bu hadiseyi anlatmaktan kendini alamadı, “Padişah değil miyim ya, keserim, kestiririm!” mukaddimesiyle uzun uzun övündü. Lakin Emir Güne oğlunun nasıl öldürüldüğünü gözle göremediğinden bu işten aldığı zevki eksik buluyordu, dalaletli ruhunu tamamıyla hoşnut edecek yeni bir fırsat arıyordu.
Kına oğlu isminde birinin zulmünden şikâyet için İstanbul’a gelen beş on kişinin bir tenezzüh[20 - Tenezzüh: Gezinti. (e.n.)] sırasında önüne çıkıp “Adalet isteriz!” diye bağırmaları ona aradığı fırsatı verdi. Sadrazamın Sivas’a vali yaptığı Kına oğlunu hemen getirtti. Ayasofya çarşısındaki bir kasap dükkânına astırttı ve debdebeli bir alayla oradan geçip iradesine kurban giden adamı uzun uzun seyretti.
Artık memnundu, “Asın!” der demez gazabına uğrayan veya hoşuna gitmeyen herhangi bir kimsenin ahireti boylayacağına iman getirmişti ve padişahlığın bu yaman kudretini sınamış olmak zevkiyle böbürlenip duruyordu. Öldürülen adamların paralarına, elmaslarına, kumaşlarına konmak onun kan dökmekten aldığı hazzı büsbütün çoğalttığından ikide bir sadrazamı çağırıp sormaya başlamıştı:
“Kesilecek kafa yok mu lala?..”
Kara Mustafa Paşa bu sualin nasıl bir hırstan doğduğunu sezerek yüzünü ekşitir ve şöyle bir cevapla bahsi kapardı: “Olunca haber veririz padişahım!”
Bununla beraber deli hünkârın bu vahşi ihtirasını sık sık tatmin etmekten geri kalmazdı. Sultan Murat zamanında kendini incitenleri birer birer ölüme mahkûm ederek padişahtan kolayca iradelerini alır ve ölülerin terekesini sandık sandık, heybe heybe, çuval çuval saraya taşıtırdı.
Şu hâle göre sadrazamla hünkârın birbiriyle candan anlaştıklarına inanılmak lazım gelir, değil mi?.. Görünüş, gerçi böyle ise de hakikat tamamıyla tersineydi. Sadrazam, sarayı avrat pazarına çeviren ve eli çakşırından çıkmayan bu divane adamdan enikonu iğreniyordu, tahta çıkartılacak bir şehzade peyda olur olmaz onu kafesine iade etmeyi düşünüyordu. İbrahim de lalasından son derece nefret ediyordu. Lakin tahta çıktığı gün vukuya gelen ilk tesadüfte içine yayılan korkuyu bir türlü söküp atamadığı ve dev cüsseli vezirin şahsında kardeşi Sultan Murat’ın mehabetini sezip için için titrediği cihetle nefretini açığa vuramıyor, yeni bir sadrazam aramaya kalkışamıyordu.
Bazen kendi kendini cesaretlendirmek ister, “Ben padişah değil miyim?” diyerek zayıf boynunu diker, sadrazamın hayaline kafasında diz çöktürterek muhayyel cellatlara idam hükmünü haykırırdı. Fakat Kara Mustafa Paşa ile yüzleşir yüzleşmez o kuruntuların izi bile dimağında kalmazdı, yüreğine bir ürküntü yayılırdı ve vezir ne derse “Peki, peki lala!” cevabını verip onunla karşı karşıya kalmaktan kurtulmaya çalışırdı.
Sadrazam, kadıncıl padişahın devlet işlerine kayıtsız kalışından da sinirlenip duruyordu. Bazen kendini tutamayarak onu tekdir ettiği bile vardı. Mesela bir gün, Lehistan’la Rusya’nın ittifak etmek istediklerini ve böyle bir vakanın Osmanlı İmparatorluğu’nun menfaatlerine uygun düşmeyeceğini padişaha anlatırken deli herif, kulağından çıkardığı gülü uzun uzun koklayarak sormuştu:
“Lehlilerin mi, Rusların mı kızları daha güzeldir lala?”
Sadrazam, bu laubalilik önünde kendini tutamadı.
“Burada…” dedi. “Kızın, kısrağın yeri yok! Ben esirci değilim! İçerideki eksik etekler az geliyorsa kızlar ağasını esir pazarına yollayın, hangi soydan isterseniz birkaç yüz avrat daha satın alın!..”
Deli İbrahim bu ağır hakareti kıs kıs gülmekle, “Kızma lala, şaka yaptım.” demekle geçiştirdi. Fakat başka bir gün sadrazamın gösterdiği korkunç bir tecellütten[21 - Tecellüt: Tekellüfle celadet göstermek. Kendini şecaatli ve cesaretli göstermeğe çalışmak. (e.n.)] ödü kopayazdı. İçinde bu yaman laladan kurtulmak emeli kökleşti.
Hadise şudur: İbrahim, dört başı mamur bir vaziyette yaşamak kaygısıyla avrat pazarına çekidüzen verirken birkaç kol saz takımı, sürü sürü hokkabaz, alay alay çengi, düzinelerle köçek ve soytarı da tedarik etmişti. Gerdek değiştirme ameliyesine girişmeden ara sıra onlarla eğlenir ve sinirlerini uzun sürecek azgınlıklara hazırlardı. O meyanda birkaç cüce daha bulup kendine nedim yapmıştı. Bunlardan biri gerçekten hilkat garibesiydi, deli hünkârın son derece sevgisini kazanmış bulunuyordu. Çünkü yetmiş santimetre boyunda olmasına rağmen güzel bir yüzü, işlek bir zekâsı, tatlı bir gevezeliği, parlak nüktedanlıkları vardı. Boyuna sığmayan gururunu taşıra taşıra yürüyüşü, her söylenen söze zarif cevaplar buluşu, çınar boylu saray ağalarına -kendine mahsus usullerden istifade ederek- yıkıcı hücumlar yapışı padişahı kahkahalarla güldürdüğünden başnedim ve başmusahip mevkisinde bulunuyordu.
Hünkâr bütün eğlence âlemlerinde onu yanında bulundurduğu gibi Kubbealtı müzakerelerini dinlerken de kendisinden ayrılmazdı. Bir gün yine cücesini kucağına oturtmuştu; burnunu fiskeleyerek, koltuk altlarını gıdıklayarak eğleniyordu. Bir uşak içeri girdi, sadrazamın huzura çıkmak istediğini söyledi. İki kafadar, denize nazır bir köşkte bulunuyorlardı. Karşılıklı cilvelerini, şakalarını açık pencere önünde ve dalgaların kahkahalarını dinleyerek yapıyorlardı. Padişah cücesinden aldığı ve cücesine verdiği zevkin baltalanmasına kızmakla beraber sadrazamı kabul etmek zorunda kaldı, öfkeli öfkeli emir verdi:
“Boyu devrilesi herife söyleyin, gelsin!”
Ve cüceye büyük bir iltifatta bulunmuş olmak için altı üstü samur kaplı kürkünü açtı.
“Sen…” dedi. “Koynuma gir, lalam gidinceye kadar uyu!”
Kara Mustafa Paşa, herhangi bir durumda zerresini feda etmediği korkunç vakarıyla salona girdi, mutat olan selamını verdi, eğilip doğruldu, mühim bir siyasi işi tahlile, teşrihe girişti. Mevzu canlı, vezir de heyecanlıydı, büyük bir talakatle anlatıyor, anlatıyordu. İbrahim, her vakit olduğu gibi şimdi de kayıtsızdı. Gözlerini denize çevirerek biraz sonra havuzda güreştireceği kızları düşünüyordu.
Fakat cüce, içi dışı kıllı bir mahbeste kapalı kalmaktan hem sıkılmış hem bunalmıştı. Havasızlık ve sıcaklık o insan minyatürünü ter içinde, ızdırap içinde bıraktığından nefes alacak bir fürce[22 - Fürce: Methal, girecek yer, boşluk, açıklık, çatlaklık. (e.n.)] arıyordu. Nihayet dayanamadı, yeni doğmuş normal bir çocuk başından da küçük olan sevimli kafasını kürkün yakasından çıkardı, ciğerlerini temiz hava ile doldurduktan sonra yumuk gözlerini sadrazama çevirdi, hayran hayran baktı ve yüksek bir dağ eteğinden o dağın azametine şaşkınlığını ifadeye çalışan bir tavşan yavrusu sıfatıyla minimini dilini çıkararak dev cüsseli veziri -zu’münce- selamladı.
Kara Mustafa Paşa, en ciddi bir mevzuyu dinlediği sırada dalgalarla alık alık hasbihâle dalan padişahın bu durumuna sinirlenip dururken ortada bir cüce başının peyda olmasından büsbütün celallenmişti. Veziriyle devlet işleri konuşan bir hükümdarın koynunda maskaralar saklaması bu sert huylu adamın havsalasına sığar şeylerden değildi. Sözü yarıda bırakıp çıkmak mı, padişaha vakar ve haysiyet dersi vermek mi lazım geleceğini kestiremeyerek durduğu yerde elemli bir mülahaza geçirirken cücenin dilini çıkardığını, kendisiyle eğlendiğini gördü, tepeden tırnağa kadar gazap kesildi, top ağzından fırlamış iki yüz kilo ağırlığında bir gülle hızıyla atıldı, kalın ve uzun kolunu padişahın göğsüne soktu, korkudan yine samur yuvasına kaçan cüceyi yakaladı, köşkün açık penceresinden denize savurup attı. Yüz kiloluk taş yuvarlakları bir şeftali çekirdeği hafifliğiyle uzak mesafelere atmaya -sürekli idmanlarla- alışmış olan dev cüsseli adam, talihsiz cüceyi köşkten belki yüz elli metre ileriye ulaştırmıştı, dalgaların koynuna gömüp bırakmıştı.
Deli İbrahim, ilk lahzada ne olup bittiğini anlamamış gibiydi. Kara Mustafa’nın üzerine doğru atılışı, kuvvetli kolunu koynuna sokup çekişi yüreğine müthiş bir korku verdiğinden oturduğu yerde sallanıp duruyordu. Fakat cücenin denize uçuşundan, sadrazamın da hiçbir şey yapmamış gibi sükûn içinde geri çekilişinden sonra padişahlığını hatırladı, hiddetlenmek istedi. “Sen…” dedi. “Ne hakla benim cücemi denize atarsın? Ben padişah değil miyim, bir vezirin ne haddidir ki koynuma el uzatsın, cücemi çekip alsın?”
Kara Mustafa Paşa, telaş göstermeden onun sözünü kesti:
“Müsaade buyurun anlatayım. Ben senin vekilinim, başvezirinim. Bu haysiyetle kimse beni tahkir edemez, benimle eğlenemez. Koynunda sakladığın pis mahluk bu yapılmaz işi yaptı, dilini çıkarıp benimle eğlendi. Ben de şerefimi korumak için cezasını verdim. Şimdi sen, cücene muhabbetinden dolayı beni cezalandırabilirsin. Boynum kıldan incedir. Kestirecek misin, emret! Boğduracak mısın, emret!”
Saygı göstererek konuşuyordu, kızgın görünmeden söylüyordu. Lakin “öldür” derken, “ölmem” dediğini sezdirmekten geri kalmıyordu, küçülmeye çalışırken bir kat daha büyüyor ve yükseliyor gibiydi. Hünkâr, her karşılaşmada heybetli endamına kamaşan bir gözle bakabildiği, sert sesini titreye titreye dinlediği kuvvetli ve kudretli vezirin susması üzerine bir kahkaha, sürekli bir kahkaha bıraktı.
“Aman lala…” dedi. “Ne gidişti o, ne gidişti. Sen kızgındın da farkında olmadın. Ben teresin denize düşünceye kadar altmış takla attığını saydım.”
Yalan söylüyordu; cücenin taklalarını saymak şöyle dursun, koynundan nasıl alınıp denize fırlatıldığını bile korkudan layığıyla anlamış değildi.
Bununla beraber vezirin şu cüretini günlerce unutmadı, sevgili cücesinin öcünü almak kaygısını yine günlerce zihninden çıkarmadı. Artık Kara Mustafa Paşa onun için bir kâbus kesilmişti. Gerdekleri dolaşırken, köçekleri oynatırken, havuzlarda güreş yapar ve yaptırırken hep onu düşünüyor, onu görüyor ve onun kalın kolunu koynuna sokuşunu hatırlayarak iliğine kadar titriyordu.
Bu vehmî hâletten, kendini her yerde kovalayan bu garip hayaletten kurtulmak için kadınlarla düşüp kalmayı daha sıklaştırmıştı, Kubbealtı’na çıkmaz olmuştu. Devlet işlerinde zaruri olan emirleri yazı ile veriyordu. Sadrazamın yüzünü görmekten mümkün olduğu kadar uzak kalmaya çalışıyordu.
Birkaç hafta böyle geçti, cücenin matemi biraz küllendi, vezir korkusu şuuraltına geçti ve deli padişah, yine delice keşifler düşünmeye daldı. Şimdi kafasını kadıncıl bir erkeğe tabiatın çizdiği zevk haddini son kerteye kadar ölçmek meselesi işgal ediyordu.
Ona göre bu, yaman bir mevzuydu, çünkü hekimbaşından saray kapıcılarına, şeyhülislamdan kasap çıraklarına kadar âlim ve cahil hiçbir kimsenin bu babda kati bir söz söyleyemeyeceğini tahmin ediyordu. Onun mecnun düşüncesine göre her yolun bir sonu, her evin muayyen bir yüksekliği, her merdivenin birer birer aşılan basamakları, her cismin eni boyu olduğu gibi maddi zevklerin de azami dereceleri bulunmak lazımdı.
Deli adam bu haddi keşif için bir çare ararken -maksadını sezdirmemeye çalışarak- sık sık hekimbaşıyı sorguya çekerdi.
“Hammaloğlu..” derdi. “Bir adam en çok ne kadar ekmek yiyebilir?”
O, safiyetle cevap verirdi:
“Bilinmez ki sultanım. Mide meselesi. Ben kulun bir dilimi güç hazmederim, bir başkası sekiz somunu bir ağızda kıvırır.”
“Demek adamına göre.”
“Adamına ve iştihaya göre!..”
Şeyhülislam Şair Yahya Efendi’ye de aynı bahsi başka şekilde açar ve ikide bir sorardı:
“Neden dört kadını nikâhla almaya izin veriyorsun da on dört kadın alınmasını yasak ediyorsun?”
“Tahammül ve idare meseleleri düşünülerek böyle yapılmıştır sultanım. Fakat teserri (odalık alma) kapısı açıktır. Kesesine, sıhhatine güvenen erkekler diledikleri kadar halayık alabilirler.”
“Eskilerden en çok kadın alan kimdi acep?”
“Hazreti Süleyman!”
“Dedem mi?”
“Hayır sultanım.”
“Ya kim bu Süleyman?”
“Hazreti Davut’un oğlu. Büyük peygamberlerden biri.”
“Kaç karısı vardı onun?”
“Üç yüz nikâhlısı, yedi yüz odalığı!”
“Vay canına! Benden çok kadın toplamış ha. Yarından tezi yok, onu geride bırakacağım, benimkilerin sayısını bin iki yüze çıkaracağım.”
“…”
“Ne sustun molla! Padişah değil miyim ben, her istediğimi yaparım!”
“Yaparsınız padişahım. Allah safayı hatır versin!..”
Bu sorgularla maksadına eremeyince kendi dalaletli dehasına başvuruyor, aradığı haddi tespit için bir sınama şekli bulmaya savaşıyordu. Nihayet kâşiflikte yeni bir muvaffakiyet gösterdi ve anasına, kızlar ağası vasıtasıyla şöyle bir tebliğde bulundu:
“Önümüzdeki perşembe günü sarayda yirmi dört gerdek kurulsun. Ben o gün yirmi dört kere evleneceğim.”
Dediğini de yaptı, yirmi dört gelin odası süsletti, yirmi dört gelin seçti, kendine yirmi dört güvey kostümü hazırlattı, yirmi dört saz ve yirmi dört çengi takımı getirtti. Gelinliğe seçilen kızlardan artakalmış halayık sürüsünü yirmi dört müsavi kısma ayırıp her birine aynı bir kıyafet intihap etti, harem ağalarını da yirmi dört küme hâline koydu ve muayyen gün gelince düğün başladı.
Saz ve çengi takımları haremin dışında, silahtar dairesi önünde toplanmışlardı, kendilerine verilen numaralara göre sıra ile çalıp oynayacaklardı. Deli İbrahim o daire ile harem arasındaki kapıdan geçerek saz dinlemeye geldi, Sultan Murat’tan kalma oymalı sayvana oturdu, garip bir gurur ve acip bir böbürlenme hissettire ettire emir verdi:
“Saz başlasın!”
Bir numaralı saz takımını dinlemeye, bir numaralı köçekleri seyretmeye ve bir numaralı gelinle yüzleşmek için bir numaralı gerdeğe girmeye hazırlanırken bir numaralı güvey kostümünü giyinmişti. Bu kostüm, kendinden önce gelen padişahların harp yolculuğunda, büyük geçit resimlerinde kullandıkları elbise olup kürk kaplı iç zırhla, elmas çaprastlı ve bağ yerleri yakutlu, zümrütlü dış zırhından, mücevher yayla yine mücevher kabzalı kılıçtan ibaretti. Başında yeşil şalla örtülü tolga ve çifte sorguç vardı. Eski hünkâr kıyafetlerinden bu kılığın farkı sorguçlar arasında üç tane karanfil bulunmasından ibaretti.
Garp mitolojisinde harp ilahı olarak tasavvur olunan Mars’ın, Venüs’e aşk ilan ederken Volkan tarafından basıldığı ve sevgilisiyle beraber telden bir ağ içine konulduğu rivayet olunur. Mars o ağ içinde şüphe yok ki İbrahim’in bu çiçekli cengâver kılığına bürünmesi kadar gülünç değildi. Zira aşk yolculuğuna çıkarken kalkanını, okuyla yayını beraber götürmemişti, tabii bir vaziyette bulunuyordu.
Gülünç deli, tolgayla karanfilin yan yana gelmesinden doğan maskaralığın farkında olamayarak hümayun iradesi üzerinde başlayan ahengi dinliyordu. Kemani Aşur’la Neyzen Torluk Dede’den, Tamburcu Fare Kalfa’dan, Şeştarcı Hürrem Çavuş’tan, Kanuncu Cağalaoğlu’ndan, Ravzacı Doygun Ömer’den terekküp eden ve Hanende Nane Çelebi ile Hafız Bahor’un, Mülazimoğlu’nun iştirakiyle kadrosu tamamlanan bir numaralı saz takımı gerçekten sanatkârane fasıllar yapıyordu, kıvrak nağmeler terennüm ediyordu. Fakat hünkâr, incelik ve zarafet değil, curcuna meftunuydu. Bu sebeple ahengin en heyecanlı deminde başından tolgasını çıkardı, sorguçlar arasındaki karanfilleri eline alıp baygın baygın kokladıktan sonra ferman buyurdu:
“Köçekler gelsin!”
Onlar zaten hazır ve iradeye muntazır olduklarından altın telli kumaştan yapılmış dörtkubbeli adını taşıyan etekliklerini kabartarak, büklüm kâküllerini dağıtarak sahneye koşmuşlar, göz alıcı pırıltılar içinde fırıl fırıl dönmeye başlamışlardı. Bunlar Süğlünşah, Mahmutşah, Çerkezşah, Nazlı Yusuf adlı dört meşhur köçekti ve Deli İbrahim’in -avrat pazarı dışında- iyiden iyiye tanıyıp da sevdiği insanların ilk safında bulunuyorlardı.[23 - Evliya Çelebi bu köçekleri şöyle tarif eder: “İbrahim Han’ın malumuydu. Süğlünşah, Mahmutşah, Nazlı Yusuf gibi meypare hayvanlar diba, zerbaf ve zerdûz, çarkubab etekliklerle meydan-ı muhabbette tavusu bağı İrem gibi reftar ettiklerinde âdem dembeste olup ol dem meftun olur.” (y.n.)]
Musiki ilmine uygun, sanat incelikleriyle dolu bir ahenkten çarçabuk bıkan deli hünkâr, akide koluna mensup bu dört köçeğin dönüp dolaşmalarını seyre bir türlü doyamıyordu ve onların raksına biraz daha hız, biraz daha heyecan vermek için sazendeleri boyuna zorluyordu. Şu ibram[24 - İbram: Israrla rica etmek. Usandırıncaya kadar üzerine düşmek. (e.n.)] biraz sonra sazı yaygara hâline getirdi, kulak zarlarının tahammül edemeyeceği bir gürültü vücuda geldi ve manasız velvele taşa taşa, dalgalana dalgalana saray duvarlarını aşarak dışarı döküldü, Ayasofya minarelerinde ezan okuyan müezzinlerin sesini bastırdı, namaza gelenlerin huzurunu altüst etti.[25 - “Davul, zuma ve çengi şeştar sedası Ayasofya minaresinde müezzinlere ezan yanıltırdı.” (y.n.)]
Fakat İbrahim’in neşesine had yoktu, payan yoktu. Üstündeki ağır zırhlar müsait olsa yerinden fırlayacaktı, Süğlünleri, Nazlı Yusufları koluna takıp oynayacaktı. Fakat kılığının sıçramaya müsait olmaması ve aynı zamanda bir numaralı gelini görmek için sabırsızlık hissetmesi yüzünden bu işi yapamadı, köçek faslına -düğün programı mucibince- fasıla verdi, hareme girdi.
Bir numaralı halayık ve köle takımları içeride kendini bekliyorlardı. O, yeni baştan giyindiği tolgasıyla, zırhıyla, kılıcıyla, yayıyla eşik önünde görünür görünmez alkışlar koptu, arkasından düğün ilahileri okunmaya başlandı ve zatı şahane, bu teranelerle bir numaralı gerdeğe götürüldü.
Fakat o bir haftada hazırlanan odada bir saatten fazla durmadı, bir numaralı gelini el öpmek üzere Kösem Sultan’ın yanına yollayarak tekrar silahtar dairesine çıktı, mahut sayvana kuruldu, iki numaralı saz ve köçek takımlarını vazifeye davet etti. Kılığını değiştirmiş, iki numaralı kostümünü sırtına geçirmişti. Samur kaplı bir üstlükle elmas düğmeli iç entarisinden, uçkuru sırmalı yeşil bir çakşırdan ibaret olan bu yeni kıyafette biraz evvelki kılıktan kalmış nişaneler, mahut karanfillerdi.
İbrahim bu inanılmaz sahneleri muayyen fasılalarla, tam yirmi dört saat yaşattı, saat başına kılık ve gelin değiştirdi, her değişiklik vukusunda alaylar kurdurdu, ilahiler okuttu, sazlar çaldırttı, köçekler oynattı, şerbetler dağıttırdı. Bütün saray halkı onun şu yorulmaz kepazeliğine, bu sonu gelmez edepsizliğine parmak ısırıyorlardı, için için “neuzübillah” diyorlardı.
Kösem Sultan da bu şaşkınlar arasındaydı. Zatı şahaneden gördükleri yüksek iltifatın şükranını mahcup bir saadet içinde ve el öpmek suretiyle kendisine ödemeye gelen gelinlerin sayısı saat başına arttıkça onun da hayreti artıyordu, o güne kadar “yedi evliya kuvveti” taşıdıklarına inandığı padişahlarda yetmiş yedi aygır kuvveti de bulunduğuna sersem sersem iman getiriyordu.[26 - Hammer, Osmanlı müverrihlerinden Kâtip Çelebi’nin, Kara Çelebizade’nin, Nasuh Paşa oğlunun, Naima’nın Sultan İbrahim hakkındaki ifadelerini çok güzel bir şekilde icmal ederek şu satırları yazıyor: “Boyuna tazelenen arzuları her an yeni bir zevk aramakta alan padişah, muhayyilesinin icat ettiği ve saltanat kudretinin istihsaline müsait olduğu her türlü sefahate gark olup gitmekteydi. Kadınların tesiri kuvvet buldukça kendi kuvveti zâf buldu. Yirmi dört yaşına gelmiş olan hararetli ve bünyesi kuvvetli delikanlı birçok kadına malik olunca itidal bilmeyen arzularına sonsuz bir inkişaf verdi. O hâlde ki fıraşını yirmi dört saat içinde -birbiri ardınca- yirmi dört cariyenin ziyaret ettiği vakiydi.” (Ellinci Kitap)Naima da şöyle diyor: “Zümrei nisvan furce bulup uzun mahpes ıstırabı çeken ve henüz o ıstıraptan kurtulan sadedil şehriyarı şivekârlıkla şikâfı amikul ka’rı heva vü lezzete düşürüp zendostluk fenninin garib meselelerini talim ettiler.” (C. 4, s. 236)]
Fakat ahenk, bu çılgın ahenk, deli hünkârın meramına göre şen bir neticeye varmadı, varamadı. Sûrun sonu şûr[27 - Düğün, gürültü, kavga, şamata. (y.n.)] oldu. Kahkahanın yerini feryat aldı ve gelinlerin sayısı yirmi dördü bulduğu sırada Sultan İbrahim saravi ihtilaçlar içinde kıvrana kıvrana bayıldı.
Saray bu sefer vaveyladan yıkılıyordu. Çalgıcılar, sanki bu felaketin sebebi kendileriymiş gibi süpürge sapıyla dövülerek dışarı atılıyordu. Köçekler, sille tokat sokaklara sürülüyordu. Çiçekleri henüz burunlarında, duvakları henüz yüzlerinde duran yirmi dört taze gelin uğursuzlukla itham edilerek koğuşlara sokuluyordu ve padişahla temasa mezun ağaların köşeden köşeye koşarak baygın deliyi ayıltacak çareler araştırdığı görülüyordu.
Valide sultan, biraz önce şaşkınlıktan ve tahlili güç düşüncelerden sıyrılarak biricik oğlunun baş ucuna çömelmişti, bir yandan sadık halayıklarının yardımıyla gül suyu döküp masajlar yapıyordu. Bir yandan da Hekimbaşı Hamalzade Mehmet’i ağız bombardımanına tutuyordu:
“Sen ne çeşit hekimsin herif? Efendin, velinimetin, padişahın ayılıp yatıyor da bir çare bulamıyorsun, sağını solunu bilmez ırgatlar gibi bakınıp duruyorsun! Ya aslanımı ayıltırsın yahut geberip gitmeye hazırlanırsın!”
Hekimbaşı, yorgun aygırın nasıl olsa aklını başına devşireceğini bildiğinden telaş etmiyordu. Hatta valide sultana, kadınlara, harem ağalarına ve bizzat hünkâra ders teşkil etmesi için bu vaziyetin biraz daha sürmesini münasip görerek elini ağır tutuyordu. Fakat yirmi dört numaralı güvey kılığından tecrit olunan hastanın kan da zayi ettiği anlaşılınca soğukkanlı hekimin ağır davranmasına imkân kalmadı, o devrin ilmî usullerine göre müessir tedbirler alındı, delinin baygınlığı giderildi.
Bu muvaffakiyet, başta valide sultan olmak üzere, herkesi neşelendirecekti. Lakin hastanın çok güçlükle açılan gözlerindeki derin manasızlık, yorgun çehresini saran koyu sarılık, bütün bedeninde beliren hareketsizlik, yeni baştan velveleli bir telaş uyandırdı, her ağızdan bir yaygara yükseldi, hasta odası şamata içinde kaldı ve söz bir kere daha ayağa düştü.
Valide sultanın, kızlar ağasının, kâhya kadının, hazinedarın ve herkesin telaş göstermekte hakları vardı. Çünkü hünkârın boş bakışları hayatının sönmekte olduğunu gösteriyordu. Bakıp da görmeyen o gözlerde, inlemeye bile kadir olmayan o dudaklarda, muzdarip bir kımıldanışa dahi mecal bulamayan o hissiz bedende hızlı bir sönüşün bütün facaati teressüm ediyordu. İşte bu vaziyette kadınlardan biri hatırlattı:
“Bir hoca, nefesi keskin bir hoca! Şevketlu efendimize nazar değdi.”
İkinci bir kadın, aynı lüzumu başka bir mülahaza ile teyit etti:
“Nazardan ziyade iyi saatte olsunların yeline çarpılmışa benziyor. Bu işlerden anlar bir hoca bulmalı.”
Hekimbaşı, yirmi dört saatte yirmi dört düğün yapmış, yirmi dört gerdek değiştirmiş olan bir adamın baygın düşmesine, mecalsiz kalmasına değil sert bir inme ile geberip gitmemesine şaşılmak lazım geleceğini söyleyemezdi, iliklere kadar işleyen bir yorgunluğun izlerini de bir lahzada gideremezdi. Onun için bir iki ilaç hazırlatmakla beraber kadınların fikirlerine iştirak eder gibi göründü.
“Şevketlu efendimiz…” dedi. “Yavaş yavaş kendilerine gelirler, eski hâllerini bulurlar. Fakat duanın da ruha tesiri inkâr olunmaz. İlimle amel eder salih bir kişi bulup nefes ettirmekte fayda var.”
Kendisinin orada bulunanlar tarafından cehille itham olunduğunu anlıyordu ve küfürle de itham olunmamak için kadınlara uysal görünüyordu. Valide sultan işin hocaya, şeyhe kaldığını bu tavsiye yüzünden tamamıyla anlayınca gamlı gamlı içini çekti:
“Öyleyse…” dedi. “Hemen adamlar çıkarılsın, nefesi keskin birkaç hoca bulunup getirilsin!”
Bu emir, kızlar ağasını dışarı koşturdu; onun gösterdiği telaş kapıcıları, zülüflü ve zülüfsüz baltacıları, bostancılardan çoğunu harekete geçirdi ve kısa bir zaman içinde üç beş düzine saraylı İstanbul sokaklarına yayıldı.
Bunların hiçbirine muayyen bir isim verilmemişti, sadece keskin nefesli hoca bulunup getirilmesi söylenmişti. Ondan ötürü devrin “evliyaları” sayılan Budala Hasan Dede gibi, Üçperçemliler gibi, Eskici Dede gibi avarelerin kapısına dört beş saraylı üşüşüyordu, Çınar şeyhi gibi kapısını gökten inecek melaikeye bile nazla açan müşterisi bol üfürükçülerin eşiğine ise yirmi uşak birden başvuruyordu.
Gün henüz doğmamıştı, şeyhler ve hocalar yataklarından kaldırılarak -nezaketli bir zorlayışla- saraya götürülüyordu. Fakat hastanın durgunluğuna, ölgünlüğüne baktıkça hafakanlara uğrayan Kösem’in sabırsızlığı boyuna çoğaldığından gidenlerin dönmesi beklenilmeyerek üfürükçü aramaya yeni baştan adamlar koşturuluyordu. O meyanda ayağına çevik saray hamalları da yola çıkarıldı. Şuraya buraya sevk olundu.
Hacı Mehmet adlı bir Arap da bunların arasında bulunuyordu. Büyük odunluğun ışıksız bir köşesindeki minderceğizine uzun ve kalın boynunu yayarak, gün doğmadan başlayacak meşakkatli vazifesinin yorgunluğunu tatlı rüyalarla peşince çıkarmaya çalışan Hacı Mehmet, göğsü tekmelenerek, bıyıkları çekilerek uykudan uyandırılınca neye uğradığını şaşırmış, sarf u nahve baştan başa aykırı lehçesiyle bir şeyler mırıldanmış ve kendine taalluk etmeyen bir işe koşturulacağını anlar anlamaz da padişaha dua eder gibi bir vaziyet takınarak Arapça küfürler savurmuştu. Fakat başına dikilen harem ağasının kamçısı, gidilecek yolun haritasını çıplak sırtına çizip durduğundan dua şeklindeki küfürleri bırakıp saraydan ayrılmak zorunda kaldı. Şu kadar ki odunluktan çıkarken uzun hizmet yıllarının mahsulü olan bir kese altını da koynuna yerleştirmeyi unutmadı. Hacı Mehmet için mabut, altındı ve sarayda bu altınlar pek bol olduğundan kendisi oraya taabbüt[28 - Taabbüt: İbadet etmek. Kulluk etmek. (e.n.)] ediyordu. Sıkı bir murakabe altında namaza giderken, yoldaşlarıyla manga hâlinde sofraya otururken, ışıksız köşesinde uyurken bu keseciği eliyle sık sık okşamaktan geri kalmazdı, hatta terleye terleye odun taşırken bile gözü koynundan ve kesesinin ayrı bir kalp gibi göğsünde aldığı canlı vaziyetten ayrılmazdı.
Şimdi de alaca karanlıkta sokağa çıkarken yürüme kuvvetini, hatta düşünme imkânlarını kesesinden alıyordu. Lakin biraz sersemdi, uyku mahmurluğu gözünden akıyordu. Nereye gideceğini, kimin kapısını çalıp kimin yakasına yapışacağını bilmediği için bu sersemlik ziyadeleşiyordu.
Hamal Hacı Mehmet işte bu vaziyette Divanyolu’nu aştı, Çemberlitaş’a ulaştı ve o abidenin önünde biraz duraladı. Doğru mu gidecekti, sağa mı sapacaktı, yoksa sola dönüp yine saraya doğru mu inecekti?.. Hâlâ uyku iştiyakiyle derinden derine sızlayan gözlerini ovuşturarak kendine -sonu dayağa varmayacak- bir istikamet çizmeye çalışıyordu.
Daha uzaklara gitmek hoşuna gitmiyordu, saraya dönmekten de korkuyordu. Sokaklar ıssızdı. Çemberlitaş, karşı taraftaki elçi hanını tarassut eden bir nöbetçi gibi bu esmer ıssızlık arasında bambaşka bir heybet teressüm ediyordu. Hacı Mehmet, nöbetçinin dile gelip kendisini gösterdiği tereddütten dolayı tekdire kalkışacağını kuruntuladığından sağdaki sokağa saptı, Mahmutpaşa Camisi’ne doğru birkaç adım attı. Çemberlitaş’tan uzaklaşıyor, fakat içindeki tereddütlerden uzaklaşamıyordu. Fikri de ruhu da kargaşalık içindeydi.
Bu durumda hatırına keseceğizi geldi, altınlarını okşaya okşaya zihnine cila vermek istedi ve sevimli çıkınını koynundan çıkarıp sevgilisinin başını avuçları içine alan bir âşık heyecanıyla seyre daldı. Hünkârın hastalığını, kendisinin keskin nefesli bir hoca aramaya memur edildiğini, vaktin darlığını, Çemberlitaş’ı ve her şeyi unutmuştu, elleri garip bir hazzın zoruyla titreye titreye keseyi okşuyor ve dudakları haris bir buse olup altınlara yapışmak üzere çirkin çirkin buruşmaya başlıyordu.
İşte bu sırada insan mı, hayvan mı, gülle mi, taş mı olduğu anlaşılmayan iri bir gölge peyda oldu, yaman bir kasırga hızıyla gelip Hacı Mehmet’e çarptı ve herifi oradaki açık lağım çukuruna yuvarladı. Çarpışma sırasında altın dolu kese bir yana fırlamış ve yürüyen gölge bir lahzada eğilerek keseyi aldıktan sonra aynı hızla ileriye doğru süzülüp gitmişti.
Cinci Hoca
Safranbolu’da herkesin iyi bir adam diye tanıdığı Karabaş oğlu Mehmet Çelebi, yakasına yapışan hastalıktan kurtulamayacağını anlayınca çocuklarının en küçüğü olan Hüseyin’i çağırttı, döşeğinin ayak ucuna oturttu.
“Oğul…” dedi. “Ben göçüyorum. Size su yüzü görmez iki üç tarlayla şu viran evden başka bir şey bırakamıyorum. Emmim Emrullah kadıdır ama kör muma benzer, dibini şöyle dursun yanını, yönünü aydınlatmaz. Babamızın kardeşi diye evine gitseniz kapıyı açmaz, yüzünüze bakmaz. Onun için kardeşlerinle el ele verip kendi yağınızla kavrulmaya çalışmanız gerek. Gelgelelim sende sapan kullanacak, balta sallayacak kol yok. Bir öküze saman veremezsin, bir sıpaya şu içiremezsin, kardeşlerinle de geçinemezsin. Sen daha yeri, göğü ayırt edemezken bu başarısızlığın gözüme çarptığından günlerce düşündüm, seni okuryazar bir adam yapmak istedim. Tarlayı çapalayamayan eline kalem de yakışmadı, yirmi beş yaşına geldiğin hâlde dersin emsileyi geçmedi. Ben gözümü yumunca aç kalacaksın, sürüm sürüm sürüneceksin. Bari İstanbul’a git, bir medreseye yazıl, bedava fodla[29 - Fodla: Genellikle imarethanelerde yoksullara dağıtılan, kepekli undan yapılmış, pideye benzer bir tür ekmek. (e.n.)] yiyip geçin, kardeşlerine yük olma.”
Hüseyin’in sıhhat fışkıran kırmızı yüzünde derin bir hayret dolaştı; iri, siyah gözleri biraz daha irileşerek açıldı ve dudakları kekeledi:
“Ben mi İstanbul’a gideyim baba? Bu yaşa geldim burnumuzun dibindeki Daday’a gitmedim, Aktaş’a adım atmadım. Hangi ödle dağlar aşıp, denizler aşıp İstanbul’a varırım ben?.. Haydi sözünü tutmak için gözümü kapayayım, tevekkeltü alallah deyip yola düşeyim. İstanbul’da niderim, nice barınırım?.. Medreseye gir diyorsun. Öğrendiğim bir nasara! Onunla İstanbul gibi bir yerde adama fodla yedirirler mi?”
Hasta adam derin derin içini çekti:
“Yer değişince kısmet de değişir. Sen Allah’a tevekkül et, sefere çık. Bahtın belki yâr olur; elin, koynun para görür. Emsileden binaya[30 - Emsile Arapça fiillerin nasıl tasrif olunduğuna numune verilmek üzere, fakat tek bir fiilin tasrif cetveli olarak yazılmış bir risaledir. Bu risaleden sonra “bina”ya geçilir ve Arapça gramerde ileri gidilmiş olur. (y.n.)] çıkamamak ayıp olsa da gam değil, senin kadar bile okumayanların kazasker olduklarını çok gördük. Talihin uyanırsa sen de bir gün şeyhülislam olursun. Fakat takdire rıza gösterirken tedbiri elden bırakmamalı. Ben sana üç dört yazılı dua bırakacağım. Onlar köşedeki dolabın içindedir, kara kaplı kitabın arasındadır. Ben ölünce duaları al, gece gündüz çalışıp ezberle. İç sıkıntısına, hafakana, kara sevdaya, uykusuzluğa bu dualar birebirdir. İstanbul’da zevk ehli ne kadar çoksa sıkıntıdan patlamak kertesine gelenler de o derece boldur. Çünkü zevkin çoğu sıkıntı getirir. Tıpkı çok yiyip rahatsızlanmak gibi… Sonra İstanbul ‘acayip’ şehirdir. Orada hemen herkes sevdaya düşkündür. Boyuna sevda çekmekten de kara sevda doğar. Demek ki öğreneceğin duaları sık sık harcamamak için İstanbul’da hiç güçlük çekmeyeceksin, elverir ki nefesinde hayır olduğunu yayabilesin, kendini tanıtasın.”
Molla Hüseyin, işte bu vasiyet üzerine kafasını günlerce yordu, öbür dünyaya göçüp giden babasından miras kalan surhubad, kenzül’arş gibi duaları beynine nakşetti. Zaten remil atmayı, cifir denilen mevhum ilme göre rakamlar ve harfler sıralayıp onlardan mana çıkarmayı, bir ramazan ayını Tanrı misafiri olarak Safranbolu’da geçiren Faslı bir dilenciye hizmet ederken şöyle böyle öğrendiğinden İstanbul’da üfürükçülüğe başlamak için lüzumu kadar sermaye tedarik etmiş oluyordu.
O, zannolunduğu kadar ahmak değildi. Vurdumduymaz görünmesi, kendisinden istenilen işlerde beceriksiz davranması tembelliğindendi. Yorulmak istemezdi, zahmetten kaçınırdı. Bütün düşüncesi üzülmeden, yorulmadan karnını doyurmak, tatlı rüyalar işleye işleye uyumaktı. Babasının vasiyetini kabul edip üfürükçülüğe karar vermesi de tarlada saban, koruda balta kullanmak mecburiyetinden sıyrılmak içindi.
Molla Hüseyin, kısa bir mülahaza ile İstanbul’a gitmeyi -yorucu zahmetlerden kurtulmak bakımından- gerekli bulmakla beraber tecrübe olunmamış bir hünerle, yabancı bir muhitte ekmek kazanılmayacağını da takdir ettiğinden -bugünkü tabire göre- bir staj devri geçirmek istedi. Babasının taylasanlı sikkesini başına, yeşil cübbesini sırtına geçirdi, Ahmediye gibi Türkçe, Taberî gibi Arapça bir iki kitabı heybesine yerleştirdi, Safranbolu mıntıkasında seyahate çıktı.
O devirde sikke ve cübbeye çok saygı gösterilirdi, hele kitap taşıyanlara son derece ikram olunurdu. Ta Fas’tan, Yemen’den, Hint’ten, İran’dan Türkçe bilmez birtakım açıkgözlerin Anadolu içerilerine sokulup midelerini ve keselerini bol bol şişirebilmeleri, hep ilmin ve ruhi salahın kılıkta, kıyafette aranmasından, ne olduğu bilinmeyen kitaplara körü körüne hürmet edilmesindendi.
Molla Hüseyin de bu ananeden istifade ediyordu, her köyde barınacak yer bulup mükemmel surette karın doyuruyordu. Fakat o, midesinin ibramıyla, hatta para toplamak hırsıyla dolaşmıyordu. Üfürükçülük tecrübesi yapmak, hastaların muzdarip ruhları üzerinde duaların yapacağı tesiri sınayarak zekâsını istikbale hazırlamak istiyordu.
Onun için birçok çarelere başvuruyor, birçok düzenler kuruyor, halkın merakını tahrik için birçok tedbirler alıyordu. İlk planda saffetlerini meramına alet ettiği kimseler, çocuklardı. Kırlarda rast geldiği sekiz on yaşındaki yavruları babaca okşar, dağarcığında taşıdığı somunlardan bir dilim ve sahipsiz bahçelerden derleyip de sakladığı meyvelerden bir tane sunarak kendilerini sorguya çekerdi; köylerinde hasta bulunup bulunmadığını, varsa dişi mi, erkek mi olduğunu, ne vakitten beri yattığını ustalıkla öğrenip hafızasına geçirirdi.
Çocukları söyletirken bilhassa kısır kadınlar üzerinde dururdu, kocaya varıp da yıllarca ana olamayan talihsizlerin isimlerini bellemeye çalışırdı.
İşte bu usulle o, Eflani, Aktaş, Ulus, Araç, Daday mıntıkalarındaki bütün köyleri evvelden tanıyarak ziyaret etmek ve kılığına gösterilen saygıyı çarçabuk hayrete çevirmek imkânını buluyordu. Çünkü yabancısı göründüğü herhangi bir köye girip de eşraftan birinin evine yerleşir yerleşmez, hâlühatır sorulmasına meydan vermeden, ayran sunulmasını beklemeden cezbeye tutulmuş gibi bir tavır alır, başını göğsüne eğerek dalgınlaşır ve sonra iri gözlerini, ev sahibiyle odadaki hoş geldine gelmiş köylülerin üzerinde dolaştırarak gür bir sesle haykırırdı:
“Şimdi bir koyun kesin, etini köpeklere dağıtın, ikişer rekât da namaz kılıp Allah’a beni gördüğünüz için şükredin. Çünkü köyünüze cinler musallat olmuş. Daltaban oğlunun eşi Keziban, Altıparmak Hüseyin’in kızı Aşu onların şerrinden yatağa düşmüş. Saçsız Mıstık’ın karısı da gelen cinler tarafından bağlandığı için işte üç yıldır ana olamıyor.”
Ve evliyadan biriyle karşılaştıklarına hemen iman getirerek diz üstü gelen, sevinçle karışık bir hayretle ne yapacaklarını şaşıran köylülere emir verirdi: “Saçsız Mıstık’ı bana çağırın!”
Çalışmakta olduğu tarladan “Karabaş Evliya seni istiyor!” feryadıyla çalyaka edilip yanına getirilen herife sert sert çıkışırdı:
“Be gafil adam, eşini cinler kısır ederler, farkında olmazsın, Allah’tan medet aramazsın. İçin için onu boşamak yahut üstüne ortak getirmek istersin. Nedir bu gaflet, nedir bu insafsızlık?..”
Her köyde işte bu sahne tazelenirdi, Molla Hüseyin “Karabaş Evliya” diye tanılarak ve anılarak baş tacı yapılırdı. Keşfettiği hastaların tedavisi için eline ayağına düşüp yalvarırlardı. O, mide bozukluğundan vereme kadar bütün hastalıklara aynı duaları ilaç olarak kullanırdı, parmak dolamasından kansere kadar bütün yaralara da yine onları merhem niyetine ele alırdı. Mideler, bu üfürüklerle sancıdan kurtulur muydu, yaralı ciğerler kenzül’arş duasıyla sıhhate erer miydi, kanserler bu ağız merhemiyle iyi olur muydu, buralarını araştıran yoktu. Çünkü hocanın kerameti bir kere kabul edilmiş bulunuyordu ve bu itikat, hastalar dua altında ölseler bile kolay kolay sarsılmıyordu.
Bununla beraber Karabaş Evliya’nın, Safranbolulu Molla Hüseyin’in kısır kadınları analık zevkine kavuşturmakta güçlük çekmediği muhakkaktı. Kısırlık getiren cinler, ekseriya onun önünde acze düşüp savuşuyorlardı ve eşlerinin doğurmayacağına kanaat getirmiş kocaların çoğu bu hükümlerinde yanıldıklarını anlayarak Molla Hüseyin’e saygılarını çoğaltıyorlardı.
Lakin onu bilhassa kıymetlendiren bu kudret, fena bir tesadüfle felaket oldu, Molla Hüseyin bir köyde evliyalığa yakışmaz bir durumda yakalandı, babalığa namzet kılmak istediği adam tarafından öldüresiye dövüldü, yara ve bere içinde köy dışına sürüldü. Mollanın kerameti köyden köye nasıl hızla yayılmışsa bu kepazeliği de öylece yayıldığından staj devri artık kapanmış, genç üfürükçünün o mıntıkalardan uzaklaşması gerekmişti.
Hüseyin işte bu mecburiyetle Cide’ye doğru yollandı, oradan bir yelkenliye kapağı attı, İstanbul’a geldi, gerilerde, Karabaş Evliyalıktan istihale ettirilmek suretiyle Karabaş Domuz diye anılıyordu, hatırasına lanet okunuyordu.
Fakat o memnundu, altı yedi ay içinde yeni sınaatine ait birçok tecrübeler elde etmişti. Artık adımını nasıl atacağını, tanınmak için neler yapacağını, temas edeceği gafillere karşı ne yolda davranacağını, nerede cinden ve nerede perilerden dem vuracağını, hangi hastaların önünde sert ve hangilerinin önünde yumuşak davranacağını biliyordu.
Eski toyluktan kurtulmuştu. Remil atarken eli titremiyordu, rakam dökerken yüzü kızarmıyordu. Duaları, yerine göre değişen müessir bir ahenkle okuyordu. Bakışları hâkimaneydi, konuşması amiraneydi, yürümesi bile dikkat uyandıran bir şekildeydi.
Bununla beraber İstanbul, ilk günlerde onu sersemletti. Çünkü orada kimseyi tanımıyordu. Çocukları alet ederek dolap çevirmek şöyle dursun postunu serecek bir yer bulmakta da güçlük çekiyordu. Tahtakale yakınlarında bir hana inmişti, küçük bir odada pinekliyordu. Fakat abdestsiz yere basmadığı, başını seccadeden kaldırmadığı için han halkının hoşuna gitmekten de geri kalmıyordu.
O, sekiz on gün sessiz evliya vaziyetinde kaldı, sonra mesleki faaliyete girişti. Han müşterilerinden birinin kimse görmeden saatini aşırmak fırsatını buldu ve bu Piryol saati ahırın bir kovuğuna soktu.
Kendine reklam yapmak için bu hırsızlığı işledikten sonra odasına çekilip kopacak yaygarayı beklemeye koyulmuştu. İntizar[31 - İntizar: Birinin gelmesini, bir şeyin olmasını bekleme, gözleme. (e.n.)] uzun sürmedi. Han kahvesinde kıyamet koptu, hırsızı bulmak için gürültülü bir hareket başladı. Dava yakın kulluğa[32 - Kulluk: Kamu düzenini korumakla görevli daire, karakol. (e.n.)] kadar aksettirildiğinden hana birkaç yeniçeri geldi, müşteriler sorguya çekildi, odalar araştırıldı, şüpheli görünenler dövülerek, sövülerek sıkıştırıldı ve hanın altı üstüne getirildi.
Saati kaybolan adam başta olmak üzere kimse genç hocadan şüphe etmiyordu. Namaz kılıp tespih çekmekle meşgul olduğuna inandıkları salih ve muttaki konuğun odasını aramak saygısızlık sayılıyordu. Fakat Molla Hüseyin, ilmine ve zühdüne hürmeten yapılan bu istisnai muameleyi kabul etmedi, sürüp giden gürültülerin sebebini anlamak ister gibi davranarak aşağı inip de kaziyeyi öğrenince ellerini yukarı kaldırdı dua ahengiyle haykırdı:
“Lanet ol nabekâra, lanet ol haramkâra! Çaldığı mal gözüne, dizine dursun inşallah!”
Ve karakullukçu neferlere yalvardı:
“Benim de üstümü başımı arayın, odamı filan arayın. Şu mağdurun içinde kuşku kalmasın.”
Hancı da saat sahibi de “Haşa hocam!” sözüyle candan, yürekten bu teklifi reddettiklerinden Molla Hüseyin onların omuzlarını sıvazladı. “Öyleyse…” dedi. “Şöyle oturun. Ağalar da otursunlar. Ben bir remil atayım, iyi saatte olsunlarla görüşeyim, âlimülgayb olan ulu Tanrı’nın kemal-i kereminden memuldür ki şu cürmün faili meydana çıksın, çalınan saat ele geçsin.”
Remilini attı, cübbesinin eteğini tersleme suretiyle başına geçirip uzun bir murakabede bulundu, sonra terli yüzünü açığa çıkarıp yorgun bir şive ile haber verdi:
“Hanın eşiğine, beneksiz üç siyah tavuk kanının dökülmesini istiyorlar. Ben, peki, dedim. Siz de kabul ediyor musunuz?”
Hancı ile saat sahibi bir ağızdan bağırdılar:
“Hayhay!”
“O hâlde aldığım haberi verebilirim: Saati aşıran kırçıl bir adamdır, sağ ayağında bıçak yarası vardır, dili biraz peltektir. Dün buradaydı, bugün yok. Kendisini bir at üzerinde batıya doğru gider görüyorum. Fakat saati handa koymuştur. Bir dahi gelişinde almak için.”
Saat sahibi, Molla Hüseyin’in eline yapışıp yalvardı:
“Hay ağzın dert görmesin! Saatim kande saklıdır şimdi? Onu da söyler misin?”
“Atlar, eşekler, develer var, gözüm fark etmiyor.”
“Ahırda olmasın?”
“Dedim ya fark etmiyorum. Belki öyledir.”
Ahır meşalelerle aydınlatılarak uzun araştırmalar yapıldı ve saat bulundu. Artık Molla Hüseyin oda kirasından istisna edilmişti, hanın ışığı ve göz bebeği olmuştu. Yalnız hanın mı ya… Bütün Tahtakale halkı onun elini öpüyordu, her derdin devası kendisinden aranıyordu.
Fakat o, basit bir oyuna istinat eden kerametinin çarçabuk iflas edeceğini bildiğinden ipliği pazara çıkmadan muhitini değiştirmek, dolabını daha kolay çevirebileceği bir yer bulmak istiyordu. Aynı zaman üfürükçülükten daha sağlam bir mesleğe intisap etmek ihtiyacını duyuyordu.
O sebeple sağa başvurdu, sola başvurdu, sonunda Süleymaniye müderrislerinden Mehmet Çelebi’ye çömez yazıldı, postunu medreseye yaydı. Artık memnundu, efendisinin kitaplarını taşıyor, çarşıdan aldığı eşyayı eve götürüyor, yemekte peşkirini veriyor ve el suyunu döküyor, bu hizmetlerdeki beceriklilikle göze girmek yolunu buluyordu.
Fakat Tahtakale’deki şöhret onu takip ettiğinden, sevdalananlardan bir baltaya sap olmak isteyenlere kadar birçok adam medreseye gelip kendisinden muska aldıklarından Süleymaniye civarında da Nefesi Keskin Molla diye tanınmakta gecikmedi, yavaş yavaş para kazanmaya başladı.
Müderris Mehmet Çelebi, bir yıl kadar onu hususi hizmetinde kullandıktan; emsileden binaya hatta biraz daha ileriye çıkmasını ve mesela Şafiye, Kafiye gibi kitapları -üstünkörü olsun- devretmesini temin ettikten sonra -büyük bir iyilik diye- danişment yapmıştı. Bu paye, naip mülazımlığı demekti ve ileride Mehmet Çelebi kadı olursa Molla Hüseyin’e de naip, yani kadı muavini olmak hakkını veriyordu.
Lakin onun tabii ve gayritabii aşkları mahzuz etmek, kocasından boşanmak isteyen kadınlara ümit vermek, kısırları doğurtmak, kudretsiz erkekleri zindeleştirmek iddiasıyla üfürükçülüğe giriştiğini, medresedeki odasında kapıyı ardından kilitleyip dua okumak, muska yazmak bahanesiyle bir sürü kepazelikler yaptığını gören müderris efendinin tavrı derece derece değişti, Molla Hüseyin’i artık sevmez oldu ve hizmetinden uzaklaştırdı.
Gerçi o yine danişmentti, fakat efendisine muavin olmak ümidini kaybetmişti. Nitekim bu hakikat biraz sonra açığa da çıktı, Molla Hüseyin’in eli böğründe kaldı.
İzah edelim: Müderris Mehmet Çelebi bir yılbaşı tevcihatı[33 - Tevcihat: Atama. (e.n.)] sırasında İzmir kadılığına tayin olmuştu. Usule göre Molla Hüseyin’in de onunla birlikte İzmir’e gitmesi lazımdı. Üfürükçü genç bu ümniyye[34 - Ümniyye: Umut, niyet. (e.n.)] ile yol hazırlığına girişmek üzereyken efendisi tarafından şöyle bir tebliğle karşılaştı:
“Sen burada kalacaksın. Yeni müderrise danişment olacaksın. İzmir’de işin yok!”
Molla Hüseyin, birçoğunu iyileştiremediği hastaların siteminden, şöhretinin sarsılmak üzere bulunmasından endişelendiği için kapağı İzmir’e atmayı nimet sayıyordu. Mehmet Çelebi’nin bu tebliği yüreğine elem verdi, beynini altüst etti ve kendisine kapı kapı gezerek bir şefaatçi aramak zorunda bıraktı.
Ağlayarak, sızlayarak şunun bunun ayağına kapanıyordu, Mehmet Çelebi’yi insafa getirmek için bütün tanıdıklarını harekete geçirmeye savaşıyordu. Nihayet emeline muvaffak oldu, yeni İzmir kadısının dostlarından birkaçını kandırarak onun yanına yolladı. Fakat Mehmet Çelebi her iltiması, her şefaati şiddetle reddetti, Molla Hüseyin’i yanına almaya yanaşmadı ve başka bir naip tedarik ederek İzmir’e yollandı.[35 - Naima, Cinci Hoca’nın hayatında bir dönüm noktası teşkil eden bu hadiseyi şu şekilde anlatır:“Cinci Hüseyin Efendi talib-i ilim kıyafetinde İstanbul’a gelip Haşan Efendi oğlu Şeyh Mehmet Çelebi’ye dânişmend oldu. Çelebi Süleymaniye Medresesi’nden İzmir kazasına çıktıkta fakir Molla Hüseyin’i istihkar edip mülâzim etmediğinden maada İzmir’e bile götürmeyip İstanbul’da bıraktı. Fakir ağlayıp efendisinin bazı ihvan ve ehibbasından istişfa ettikte anlar dahi ‘Şu biçareye yazıktır. Bu kadar zaman dânişmendiniz oldu. Bile götürün.’ deyu rica ettiklerinde ‘Behey efendi bizim ırzımız vardır. Avrat ve oğlana efsun okuyan bir sehharı nabekârı bile götürüp mansıbımızda bednam mı olalım.’ deyu reddeyledikte biçare Cinci mükedder, nâlân ve giryan kaldı.” (C. 4, s. 35)]
Genç üfürükçü bu hüsran demlerinde manevi yardımlara el açmaktan başka çare bulamadı. Aldattığı kızların, oğlanların, birer suretle dolandırdığı sıtmalıların, veremlilerin muhtemel hücumlarından yakasını kurtarmak için Hızır’ı aramaya koyuldu. Tereci, tere satmayı bırakıp tere almaya savaşıyordu.
Dillerde dönüp duran rivayet ve hikâyelere göre kırk gün Ayasofya’daki top kandil altında sabah namazı kılanlar Hızır’la yüzleşmek saadetine eriyorlardı ve bütün dertlere derman vermeye muktedir olan o her yerde hazır, her yerde nazır şahsiyetten dileklerini bol bol alıyorlardı.
Molla Hüseyin de içine düşmüş olduğu ümitsizlik çukurundan kurtulmak için bu efsaneye bel bağlamıştı. Gece yarılarında aziz uykusunu feda etmeye katlanıp yataktan çıkıyordu, hücre komşularına sezdirmeden yalın ayak medrese avlusuna koşuyordu. Tam bir hulus ve tam bir imanla abdest aldıktan sonra pabuçlarını ayağına, yamalı cübbesini sırtına geçirip Süleymaniye’den Ayasofya’ya doğru yola düzülüyordu.
Ticaret fikrine dayanan bu ibadet otuz dokuz gece arızasız devam etti. Molla Hüseyin, deriyi yüze yüze kuyruğuna getirdiğine inanarak sevinç içindeydi, bir gece sonra Hızır’a vereceği dilekler listesinin hayalinde son tashihlerini yapıyordu. Fakat kırkıncı gece bu tashih işiyle biraz fazla meşgul olduğundan uykuya geç daldı, tatlı rüyalar yüzünden de uykusu ağırlaştığından sabah ezanı okunmak demi yaklaşırken uyanabildi; ayağına çabuk davranmaz, imamın mihraba geçmesinden önce top kandilinin altına yetişemezse kırk günlük zahmet ve ibadet heder olup gidecekti. Hızır’la görüşüp refaha, felaha ermek için yeni baştan uzun üzüntülere katlanmak lazım gelecekti.
Molla Hüseyin böyle bir vaziyetten kurtulmak kaygısıyla kasırga kesilmişti, Süleymaniye’den Ayasofya’ya doğru uçuyordu. Telaşından abdest almayı unutmuştu, top kandilin altına -tam vaktinde-varmaktan ve Hızır’ı yakalamaktan başka bir şey düşünmüyordu.
İşte bu hızla sokakları aşarken saray hamallarından Arap Hacı Mehmet’e çarptı, herifi lağım çukuruna düşürdü. Kendisi çok kuvvetli bir adamdı.[36 - Naima, bir münasebetle Cinci Hoca’dan bahsederken “Kaviyyülbünye ne garip bir Türk’tü.” diyor. (C. 4, s. 334)] Müsademeden müteessir olmamıştı. Hatta bu çarpışma sırasında çukura yuvarlanan adamın elinden küçük bir yuvarlağın fırlayıp ileriye düştüğü de gözünden kaçmamıştı. O, namaz kılınmadan evvel camiye yetişmek kaygısından dolayı çukura yuvarladığı adamla alakalanmayı hatırına getirmemekle beraber uçan yuvarlağı yerde bırakacak kadar gaflet göstermedi, hızını azaltmadan eğildi, Hacı Mehmet’in kesesini aldı ve Divanyolu’na çıktı.
Yuvarlak sandığı şeyin para dolu bir kese olduğunu daha ilk temasta anlamış ve bu tesadüfün biraz sonra karşılaşacağı Hızır’dan gelme lütufkâr bir selam olduğunu kuruntulayarak büsbütün heyecanlanmıştı. Lakin bu hadise onun sabit fikre sarılı kalan beynini açtığından abdestsiz olduğunu hatırladı, sevincinden büyük bir kısmını ve hızını kaybetti. Abdest almaya kalkışırsa gecikeceğini, abdestsiz camiye girerse Hızır’ı gücendireceğini düşünüyordu.
Bu sırada Firuzağa Camisi minaresinden ezan sesi yayılmaya başladığını gördü, büsbütün elemlendi, bir dükkânın kapalı kepengine arkasını dayadı, sessiz bir ağlayışla gözyaşı dökmeye girişti.
Boş yere kırk gece uykusuz kaldığına yanıyor, Hızır’ı bulmak ümidinin suya düşmesine yanıyor, medresede geçireceği manasız ve kazançsız günlerine yanıyor, kerametinden şüphelenerek üzerine saldıracak hastaların, âşıkların, kısırların yaygaralarını düşünüp yanıyor ve bütün bu yanışları tek bir deva ile dindirmek ister gibi boyuna gözyaşı döküyordu.
Firuzağa Camisi’ndeki cemaat dağılırken onun da aklı başına geldi, işlek bir caddede şırıl şırıl yaş akıtarak dikilip durmanın biçimsizliğini kavradı, yavaş yavaş geri döndü, medresedeki hücresine kapandı. Ağlarken, düşünürken ve yürürken kırk gecelik zahmet karşılığı olarak ele geçirdiği keseyi unutmuş gibiydi. Çünkü yüzünü saklayıp da sadece selamını yollayan Hızır’ın bu iltifatını mahdut bir kıymette buluyordu. Daha doğrusu keseyi akçeyle dolu sandığından fazla sevinmeye lüzum görmüyordu. Fakat hücresine kapandıktan ve keseyi açtıktan sonra vaziyeti değişti. Ayarı tam altınların ışığı önünde elemi eridi, yüzü güldü. Açgözlü üfürükçü bir yandan altınları öpüp okşuyor, bir yandan deli deli söyleniyordu:
“Yavrularım, canlarım, ciğerlerim! Sizi ben nereye koyayım, nerede saklayayım? Sizin yeriniz canevi olmak gerek!..”
Onları, o sarı çiçekleri gerçekten kalbine sokmak istiyordu. Ömründe yirmi gülü bir demet hâlinde görmediği gibi beş altını da bir yerde temaşa etmek zevkine ermemişti. Şimdi iki yüz altını önünde kümelenmiş görüyor ve koca bir bahçenin bütün çiçekleri -o bahçenin tapu senediyle beraber- kucağına konulmuş gibi neşeleniyordu. Fazla hırs, fazla tamah onun tatmak, koklamak, okşamak hislerini teşviş ve tağşiş ettiğinden altınlarda iç gıcıklayan bir yumuşaklık, yürek bayıltan bir koku ve hatta şekerlerden leziz bir tat buluyordu.
Bu mecnun neşe, bu dalaletli tahassüs uzun bir saat sürdükten sonra sükûna erdi, sıra altınları saklamaya geldi. Genç üfürükçü, sarı çiçeklerini koynunda taşımaktan korkuyordu. Çünkü onların ilk sahibine isabet eden felaketin kendini de bir gün çarpmasını ve altınların ele geldikleri şekilde elden çıkmalarını muhtemel görüyordu. Bu sebeple muattar, rengin ve leziz çiçekleri odasının güngörmez bir kovuğuna saklamaya karar verdi; öperek, ısırarak, koklayarak birer birer istif etmeye koyuldu.
İşte bu heyecanlı tasnif sırasında eline bir bakır mühür ve bir de kâğıt geçti. Çiçekler arasına karışmış çamura benzeyen bu kıymetsiz şeyleri huşunetle bir yana fırlatmak isterken ansızın dimağında beliren bir düşünceyle, onlardan kese sahibini anlamak mümkün olacağı mülahazasıyla duraladı. İlkin mührün ve sonra kâğıdın yazılarını okudu. Mühürde şu ibare yazılıydı:
“Esseyid ve Elhac Muhammedül Yemani.”
Kâğıtta da şöyle bir satır yazılıydı:
“Saray-ı amire hammalan-ı hassasından Esseyid Hacı Mehmet Ağa’ya mahsustur!”
Molla Hüseyin, can ve ciğer yerine koyup da teker teker içine, ruhunun en derin yerine yerleştirmek istediği altınların bir saraylı hamala ait olduğunu öğrenmekle korkmuş değildi. Çünkü alaca karanlıkta eline geçen bir hazinenin saklanacağı yeri saraylı değil, cennetli de olsa ilk sahibinin keşfedemeyeceğini biliyordu. Bununla beraber, sebebini idrak edemediği bir ihtiyat düşüncesiyle o mührü, o kâğıdı atmadı, yine altınların arasına karıştırdı ve onlarla birlikte odasının köşesine gömdü.
Artık yüzü gülüyordu. Hayatın her çeşit tatsız hadiselerini metanetle karşılamaya hazırlanıyordu. Çünkü ufak bir hazinesi vardı.
***
Hacı Mehmet’i lağım çukurundan çıkaranlar, bastığı yeri görmez bir sersemle değil, aklını oynatmış bir zavallı ile karşılaştıklarını sanarak büyük bir rikkat duyuyorlardı. Çünkü saray hamalı, tepeden tırnağa kadar ufunet[37 - Ufunet: Pis koku. (e.n.)] kesildiği, tahammülü müşkül kokulara bulandığı, salkım salkım pisliğe büründüğü hâlde temizlenmek kaygısı göstermiyordu, kendini çukurdan kurtaranlara birkaç teşekkür kelimesi söylemiyordu, sadece “Param, param!” diye haykırıyordu ve pis elleriyle şunun bunun boynuna sarılmaya kalkışarak halaskâr halkayı hercümerç içinde bırakıyordu.
O devrin insanları düşmüşlere yardım etmekten zevk alırlardı. Hacı Mehmet’i lağım çukurundan çıkaran ve onu deli sanan kimseler de yaptıkları iyiliği yarım bırakmak istemediler, herifin el değdirilmez derecedeki pisliğinden iğrenmediler, zorla koluna girdiler, Mahmutpaşa Hamamı’na götürdüler, bağırıp çağırmasına kulak asmadan kendisini ve elbisesini yıkattılar ve aralarından iki kişi seçip Hacı Mehmet’i Süleymaniye Tımarhanesi’ne götürmeye memur ettiler.
Gerçekten delirecek derecede teessür içinde bulunan hamal, birkaç tellağın kuvvetli pençeleriyle yapılmış sürekli masajlar ve güzel bir yıkanma sonunda aklını devşirmişti; başına gelen felaketi, hikâye edebilecek hâle gelmişti. Hamamın içinden dışına, giyim yerine çıkıp da kendine deli muamelesi yapıldığını görünce saraylılık gururu da harekete geçtiğinden nemli üst havlusu ve alacalı peştamal içinde şöyle bir kabardı.
“Behey divaneler…” dedi. “Beni siz mecnun mu sanırsınız? Saray-ı amirede, şevketlu hünkârın has kulları arasında delinin işi ne? Ben bir hazine kaybettim, onun yasını tutuyorum, onun hasretini çekiyorum. Sizler beni delirmiş sanıp tepemde dua okuyorsunuz. Beni kendi hâlime koyun, yıkılıp işinize gidin!”
Onun saray adamlarından olduğunun anlaşılması, etrafındakileri şaşırttı ve vaziyet birdenbire değişti. Kendini çukurdan çıkaranlar, insani duygularla yapılan bu işi şimdi ödünç hâline koymaya çalışıyorlardı, “İlkin ağa hazretlerini ben gördüm!” iddiasıyla aralarında rekabete girişiyorlardı. Hamamcı da evvelce kirli çamaşırlar arasından çıkarıp herifin sırtına geçirdiği kötü bezi ipekli bir havlu ile değiştirmekte istical gösteriyordu, ayrandan şerbete kadar birçok şeyler getirterek ikramda mübalağa yapmak istiyordu.
Hacı Mehmet, bu değişen dekor içinde başına geleni yanık yanık anlattı, sonunda havluyu sırtından atıp kıllı göğsünü yumrukladı.
“Dert bir değil, iki!” dedi. “Sarayda nefesi keskin hoca beklerler. Eli boş gidersem gazaba gelirler. Hâlbuki ben kendim hocaya muhtacım. Kesemi bulamazsam hâlim harap. Serden mi geçmeli, yârdan mı bilmem ki?..”
Hikâyeyi dinleyenlerden biri ona tesliyet verdi:
“Tasalanmayın ağa hazretleri. Dert veren Allah dermanını da verir. Memleketimizde elhamdülillah salih kişiler çoktur. O mübarekler elden düşen keseler bir yana dursun, cinlerin yer altında sakladıkları defineleri bile keşfediyorlar. Sizin kaybınızı da ele geçirecek bir cinci buluruz.”
Ve Hacı Mehmet’in etrafında toplananların topunu birden alakalandıran bir eda ile anlattı:
“Süleymaniye Medresesi’nde bir Cinci Hüseyin Efendi var. On yıl evvel çalınan eşyayı hırsızıyla beraber bir remille meydana çıkarıyor. Tahtakale’de bir yolcunun saatini bir lahzada buluşunu gözümle görmüştüm. Yalnız remilci değil, nefesçi de. Sarılığı bir nefeste kesiyor, kara sevda çekenleri bir muska ile iyileştiriyor. Elinden gelmeyen şey yok. Hoca değil, kutup mübarek.”
Hacı Mehmet, çıplak göğsünün kıllarını sıvazlaya sıvazlaya yalvardı:
“Beni bu Cinci Hoca’nın yanına iletir misin sen?”
Bir saraylıya yoldaş olmak zevki, Molla Hüseyin’in hayranlarından olan adama kıvanç getirdiğinden tabiatıyla müspet cevap verdi:
“Hayhay, ağa hazretleri, hemen şimdi gidebiliriz.”
Saray hamalı, fütur içinde ümide kavuşmanın hazzıyla giyinmeye girişmişti. Hastalanan padişahı, kendine vazife veren eli kamçılı harem ağasını, saraya dönmekte geciktiği takdirde yiyeceği sopaları hatırına bile getirmeyerek hazinesini kendine iade edecek hocanın bir ayak önce eteğine kapanmak istiyordu.
Hamamcı ile tellakların, lağım çukurundan oraya kadar kendini getirmiş olanların yerlere eğilerek verdikleri selamları başıyla iade ederek yola çıkınca tırısa kalkmıştı, kılavuzunu nefes darlığına uğratacak bir hızla sokakları aşıyordu. Ancak medrese kapısında hızını kesti ve yanındaki adama sordu:
“Cinci Hoca’yı yerinde bulmazsak nideriz?”
“Bulmazsak bekleriz, ama bulacağımıza şüphe yok.”
“Yerinden ayrılmaz mı bu adam?”
“Hacet ehli olanlardan yakasını kurtaramaz ki ayrılsın. Günde bin kişi eşiğine başvurur.”
Herif, Molla Hüseyin’in kıymetinden ziyade kendi hizmetinin değerini yükseltmek için yalan söylüyordu. Fakat tesadüf bu yalanı kısmen doğru gösterdi ve Hacı Mehmet, Cinci Hoca’nın hücresi önünde beş on kişinin nöbet beklediğini gördü. Bunlar, kendilerine verilen muskaların para etmemesinden dolayı Molla Hüseyin’le kavga etmeye gelen safdil müşterilerdi.
Hamala kılavuzluk eden adam, ilk nümayişi onlar üzerinde yaptı.
“Savulun yoldaşlar…” dedi. “Şevketlu hünkârın başbaltacısı Hacı Mehmet Ağa Hazretleri, Cinci Hoca efendimizle görüşecek!”
Kapıda toplananlar telaşla geri çekilmişlerdi ve padişaha yol verir gibi davranıp saray hamalını selamlamışlardı. Aynı zamanda Cinci Hoca hakkındaki itimatsızlıklarından sıyrılarak herife yeni baştan bel bağlamışlardı. Çünkü hocanın saraya da kerametini kabul ettirdiği şu ziyaretle sabit oluyordu.
Hacı Mehmet, yine kılavuzunun delaletiyle odaya girdiği vakit Molla Hüseyin, yirmi yaşlarında bir genci önüne oturtmuştu, “üveysiyye, ünsiyye, kümmeliyye, haruziyye, kuşeyriye, ebheriyye” diye sonları hep “ye” ile biten bir sürü kelimeler sıralıyordu ve bir taraftan gencin yanaklarını okşayarak, gerdanını sıvazlayarak o kelimelerin ahenginde mündemiç efsunkâr manaları sanki deriden tene, tenden ruha geçirmeye savaşıyordu.
Başı açık, saçları dağınık, kaşları çatık, gözleri -garip bir şekilde- bulanıktı. Hacı Mehmet, Yemenli bulunmasına rağmen hocanın boyuna sıraladığı “ureyziyye, ukayliyye, yevessiye” gibi kelimelerden bir mana çıkarmamış ve onun derece derece korkunçlaşan gözüyle sesine kapılıp heyecanlanmaya başlamıştı.
Birer tarikat ismi olup hocanın ağzında zincirleme dua cümleleri hâline inkılap eden sert şeddelere bağlı o tuhaf kelimeler nihayet bitti. Cinci Hoca uzun bir “Ya hay, ya aşk!” çekti, hafifçe salyalanan ağzını gencin dudaklarına yaklaştırdı, gürül gürül gürledi:
“Tükürüğümü yut! Necat onda, selamet onda!”
Gözleri kapalı gencin solgun dudaklarının mariz bir buse solukluğuyla büzülüp onun sunduğu necat kevserini massetmeye[38 - Massetmek: Emmek, içine çekmek. (e.n.)] çalışırken hoca da cezbelenmiş gibi ihtilaçlar gösteriyordu.
Bu tükürük aşısı zamanımızda yapılagelen kan verme ameliyelerinden çok uzun sürdü. Sevgilisine şirin görünmek isteyen genç salya yutmaktan, Cinci Hoca da iyi saatte olsunların ağırlığı altında kıvranmaktan yoruldu, sahne nihayet buldu. Şimdi okuyan ve okutan göz göze bakışıyorlardı, neler yapmış olduklarını bu bakışlarla konuşuyorlardı. Molla Hüseyin’de küstah bir teke neşesi, berikinde hırpalanmış bir keçi şaşkınlığı vardı.
Hacı Mehmet, perilerle fazla meşgul olmak yüzünden kendilerinin odaya girişini bile fark etmemiş görünen Cinci’nin gülümseyişinden cüret alarak sokuldu, el öpmeye davranarak heyecan içinde arzuhâlini haykırdı:
“Kerem senden, derdime derman senden hocam! Ben fakiri koru, yıkılmış ocağımı uyandır.”
Molla Hüseyin, süfli ihtiras dalgaları arasında varlıklarını gerçekten fark edemediği iki müşteriyi şöyle bir süzdü:
“İzinsiz halvete girilmez. Siz dağdan mı geldiniz, külhandan mı?.. Yoksa belinize birer kambur mu koydurmak istiyorsunuz? Hüda bilir, şimdi zebella Nasut’u çağırır, sizi Marut’un yattığı kuyuya attırırım!”
Hacı Mehmet telaşla diz çöktü. Yalvarmaya koyuldu:
“Küçüklerden hata, büyüklerden atâ.[39 - Atâ: Bağışlama. (e.n.)] Bilmezlikle bir suçtur işledik, mürüvvet edip bağışla. Tut ki elemden basiretimiz bağlandı, bir günahtır işlendi. Hoş gör, bizi kapından kovma.”
Molla Hüseyin, tükürükle sarhoşlattığı gence yüzünü çevirdi:
“Şimdi git, yarın yine bu vakit gel. Bakalım ankebutü derduni ne haber getirir?”
Ve sonra iri gözlerini aça aça Hacı Mehmet’e ne istediğini sordu ve herifin o sabah eline geçen hazinenin sahibi olduğunu, aynı zamanda saray adamlarından bulunduğunu öğrenince afalladı, derin derin düşünmeye daldı.
Sarı çiçeklerini elden çıkarmaya yanaşmıyordu, lakin kaz gelecek yerden tavuğun esirgenmeyeceğini de düşünmekten geri kalmıyordu. Bu sebeple uzun ve pek uzun bir mülahaza geçirdi, sonunda tesadüfün önüne çıkardığı şu fırsattan istifadeye karar verdi: Sarayda tanınmak için hazinesini -içinden kan gide gide- feda edecekti.
Fakat ihtiyatlı davranmayı da unutmuyordu, parasına kavuşturacağı şu adamın kendisine faydalı olup olamayacağını tespit etmeden fedakârlığa katlanmak istemiyordu. Ondan ötürü ustaca isticvaba[40 - İsticvap: Sorguya çekme, sorgu. (e.n.)] girişti. Hacı Mehmet’in alaca karanlıkta saraydan nice çıktığını öğrendi ve padişahın keskin nefesli bir hocaya ihtiyacını anlayınca iliğine kadar neşe içinde kalıp kendi kendine mırıldandı:
“Bahtın açıldı Molla Hüseyin. Kırk gece taban tepip top kandil altında yakalamak istediğin Hızır işte önünde, aklını başına devşir, postu saraya ser, güle güle yaşa!”
Ve sonra kaşlarını çattı, gerçekten korkunç görünen suni tavrını takındı:
“Behey gafil…” dedi. “Gece cinlerinin kafile kafile tılsımlı direği tavaf edip evlerine çekildikleri sırada senin o direk yanında işin ne? Mutlak cinlerden birinin eteğine bastın, ceremeyi çektin.”
Hacı Mehmet, alık alık sordu:
“Tılsımlı direk neresi sultanım?”
“Cahillerin Çemberlitaş dedikleri alamet!”
“O taş tılsımlı mıdır sultanım? Ben kulun duymamıştım.”
“Kim duydu ki sen duyasın. Şeyhülislam dediğiniz cahil de bu hakikatlerden bihaber. Onun için İstanbul’da çarpılan çarpılana. Fakat bu gafletin zahmetini biz çekiyoruz, iyi saatte olsunlara her gün yüzsuyu döküyoruz, çarpılanları iyileştirmeye savaşıyoruz. Şimdi de senin için yalvaracağız. Bakalım dinletebilecek miyiz?”
Hacı Mehmet, telaşla, heyecanla Molla Hüseyin’in elini bırakıp ayağını öperken o, dalgınlaştı, uzun uzun düşündü, sonra gözlerini alık hamalın yüzüne dikti:
“İbni Vuhşiyye, cinlerin eline geçen paralar için bir şey yapılamayacağını söyler. Kitabı Taymavüs dahi ‘Elhazer, bu işlere karışmayın!’ der. Yalnız Kitabül’ama, iyi saatte olsunları memnun edebilmek şartıyla ricada, iltimasta bulunmak caiz olduğunu tasrih etmiştir. Kitabül Cümhüre’nin ne dediğini şimdi hatırlamıyorum. O da cevaz veriyorsa senin paranı bulmayı üzerime alırım.”
Hacı Mehmet, bu karışık sözlerden bir şey anlamamakla beraber Cinci Hoca’nın işe müdahale için tereddüt gösterdiğini sezdiğinden ağlamaya koyuldu.
“Ocağına düştüm!” dedi. “Beni boş döndürme!”
Molla Hüseyin, avaz avaz haykırdı:
“Bre gafil, bre cahil, ecinniyle görüşmek, sarayda odun taşımaya mı benzer? Kitapta yeri olmayan işler için onlara söz mü söylenir? Sıpasını kaybetmiş eşekler gibi zırlayıp da canımı sıkma! Bırak, Kitabül Cümhüre’ye bakayım, belki ruhsat kaydı bulunur da işin görülür.”[41 - Sihri tarife çalışanların ifadeleri şöyle telhis olunabilir: Sihir, göklerin ve yıldızların vaziyetiyle bunlardan her birinin insanlarla, hayvanlarla, otlarla, madenlerle alakalarını göz önünde tutarak akla sığmaz, anlaşılmaz birtakım suretlerle o alakalardan birtakım hükümler çıkarmaktır. Hintliler sihir için “nefsin tasfiyesi çaresi”dir, dediler. “Miratül Meanî fi İdrakülâlemülinsanî” adını taşıyan bu eser, bu akideyi izah maksadıyla yazılmıştır. Nabatiler, muayyen ve erbabınca münasip zamanlarda müessir dua ve efsunlarla sihir yürütebilir diyorlardı. Kuru ağacı yeşermiş göstermek, sakin ve berrak havada şimşekler belirtmek, cinlerle söyleşmek gibi şeyler onlarca mümkün olup Sihrünnabt adlı kitap bu kanaate göre kaleme alınmıştır. Eflakin ve yıldızların teshirini ve bu sayede gaipten haber vermeyi kabil gören zümre de Kitabı Taymavüs ve Gayetülhakîm gibi kitaplarda bir sürü kaideler tespit etmişlerdir. Kitabül Cümhüre de o ayarda bir kitaptır. (y.n.)]
Raftan -mahiyeti belki kendisince de meçhul- kalın ve tozlu bir kitap alarak uzun uzun sayfalarını karıştırdı, okur gibi davranıp ötesini berisini gözden geçirdi, sonra bir nokta üzerine parmağını koydu.
“Eh…” dedi. “Gözün aydın, İmam-ı Rabbani Hazretleri cevaz veriyor. Cinlerin gafillerden aldıkları cereme için de şefaat caiz. Haydi, çekil bir yana, rahat et. Ben iyi saatte olsunlarla görüşeyim.”
Şimdi gözlerini -değme ödlerin ürkünçlüğüne dayanması mümkün olmayacak biçimde- iri iri açıyor, yanına yönüne tutam tutam tarçın, karabiber, bakla, nohut ve pirinç saçıyor, bazen yere kapanıp homurdanıyor, bazen yalvarır gibi görünüp kollarını ileri uzatıyor ve bu çeşitli hareket sırasında derece derece heybet alarak Hacı Mehmet’le arkadaşını için için titretiyordu.
Çok ciddi ve çok heyecanlıydı. Bakışları, sağa sola dönüşleri, ileri atılışları, homurdanışları suni olmaktan çok uzaktı. Kendisini bu vaziyette görenler kaba bir düzen karşısında bulunduklarını zannetmekte âdeta haklı çıkacaklardı. O kadar samimi ve o kadar tabii hareket ediyordu.
Nihayet gülümser gibi oldu, çatık kaşları biraz açıldı, diken diken görünen sakalı yumuşadı ve cinci herif, birden kapıya doğru koştu, kandilli üç beş temenna çaktı, cübbesinin önünü kavuşturdu.
“Buyurun Nurülkamer Hazretleri.” dedi. “Buyurun sultanım. Duacınızı çok üzdünüz, ter içinde bıraktınız. Teşrife rağbet buyurmayacaksınız diye heyecan içindeydim. Siz sultanımı çağırdıkça karşıma Zenebüddeccac[42 - Zenebüddeccac, tavuk kuyruğu demekse de bir yıldızın da adıdır. Cinci Hoca şuradan buradan kapıp bellemek suretiyle bu gibi lügatleri, ıstılahları gelişigüzel kullanıyordu. (y.n.)] çıkıyor, kuyruğunu burnuma doğru sallayıp benimle eğleniyordu. Sultanımın teşrifini sezince habis kaçtı.”
Bunları söylerken mertebesi yüksek bir adamla karşılaşmış gibi bir vaziyet alıyordu. Yan yana yürüyerek o mevhum misafire yol gösteriyordu. Hacı Mehmet’le kılavuzunu enikonu ağırlık basmıştı, garabetini hissetmeyip mehabetine kapıldıkları manzaranın sıkleti altında bunalıyorlardı. Lakin işin sonunu almak kaygısı kendilerine yürek pekliği verdiğinden gözlerini açık tutmaya savaşıyorlar ve safha safha bu acip sahneyi takip ediyorlardı.
Cinci Hoca, gölgesi bile sezilmeyen misafirini, evvelce kendinin işgal etmekte bulunduğu posta oturttu, koynundan bir zerre öd ağacı çıkarıp mangala attı, muhterem konuğun şerefine hücreyi hafifçe kokulattı ve kollarını kavuşturarak postun karşısında divan durdu.
Vaziyeti köleceydi, lakin heybeti yine yerindeydi. O lüle lüle saçlar, o gür sakal, o iri ve ateşli gözler, o kalın omuz, o kuvvetli beden, kendini seyredenleri -hele öd ağacı kokusuna bulanmış, ötesine berisine biberler, tarçınlar, nohutlar saçılmış, ışığı tek ve bulanık pencereden geldiği için yarı karanlığa bürünmüş olan bu odada- garip bir haşyet içinde bırakıyordu.
Cinci’nin Nurülkamer dediği konuk galiba naz sever bir mahlukmuş ki üç beş dakika konuşmadı, Molla Hüseyin’i bütün mehabetine rağmen ayakta tuttu. Bu sessizliğin de oyunu süsleyen unsurlar cümlesinden olduğunu bilmeyen Hacı Mehmet’le kılavuzu, küçük dillerini yutmak derecelerinde korkulu bir telaş geçirirlerken Cinci’nin ağzı birden açıldı.
“Evet, sultanım!” dedi. “Sizden büyük bir niyazım var.”
Demek Nurülkamer lütfen konuşmuştu. Fakat yüzü nasıl görünmüyorsa sesi de duyulmuyordu. Yalnız Cinci’nin sözlerinden onun ne dediği biraz anlaşıldığından Hacı Mehmet bütün idrakini şaha kaldırarak muhavereyi dinlemeye koyulmuştu.
Molla Hüseyin, dinliyor gibi davranıyor ve temenna çakıp şu cevabı veriyordu:
“Hacı Mehmet, gafilin biridir, cahildir, kusuruna kalmayın.”
“…”
“Hayhay sultanım, ne emrederseniz yapar.”
“…”
“Başüstüne sultanım. Kumkapı’daki çöplüğe yedi çeşmeden birer maşrapa su alıp yedi gün alaca karanlıkta döksün.”
“…”
“Eşleri ölmüş iki siyah güvercin bulup bir kafese koysun, dişisini yumurtlatsın.”
“…”
“Ayasofya Hamamı’ndaki göbek taşında yedi çarşamba gün doğmadan üçer dakika göbek atsın.”
Ve yere diz çöküp kollarını boş posta uzatıp yalvardı:
“Fakat siz de kerem buyurun, derdimendin parasını geri verin.”
Hacı Mehmet’in yorgun gözlerinde iki yüz yıldız doğup söndü, altınlarının ışığı yüreğine yayıldı, kulakları dikildi. Olanca idrakiyle Nurülkamer Hazretleri’nin cevabını dinlemeye hazırlanmıştı.
Bu cevap yine Cinci Hoca’nın sözlerinden anlaşıldı. Düzenci molla, eğilip kalkarak ve boyuna temenna çakarak muhterem cinin emirlerini dinliyordu. Birtakım yalvarışlarla da o emirlerin müspet bir netice vadetmesini temine çalışıyordu. Nihayet oyundan kendisi de yoruldu, boş postu bir daha selamlayarak yüzünü Hacı Mehmet’e çevirdi.
“Senin paraların…” dedi. “Kırmızı atlastan bir kese içindeymiş. Nurülkamer Hazretleri iki yüz altın için benim hatırımı kırmak istemediler, keseni ve bakır mührünü geri vermeyi vadettiler. Saraylarına döner dönmez Cüce Basiret’le keseyi bana yollayacaklar. Sen cinler sultanı hazretlerinin emirlerini duydun, onları yerine getirmeye hazırlan, yarın da buraya gelip keseni al.”
Hacı Mehmet sevincinden delireyazdı. Şuursuz bir hamleyle ileri atıldı, boş postun önünde diz çöktü.
“Nurülkamer misin…” dedi. “Nesin, lütfet mübarek ayağını olsun göster. Şapır şapır öpeyim!”
Cinci Hoca onu omuzlarından tutup çekti, silleler gibi sert bir sesle ihtar etti:
“İyi saatte olsunlara ancak biz hitap ederiz ve biz cevap alırız. Onlara söz söylemek sizlerin haddi değildir. Bir yerin çarpılmamak için tez tövbe et, istiğfar et ve sus!”
Sonra boş posta dönüp yalvardı:
“Cahildir, suçunu bağışla sultanım!..”
Şimdi sıra muhterem konuğun teşyi edilmesine[43 - Teşyi etmek: Yolcu etmek, geçirmek, uğurlamak. (e.n.)] gelmişti ve Molla Hüseyin yine öd ağacı yakarak, biber ve tarçın saçarak misafirini -temennalar çaka çaka- kapıya kadar götürüyordu. Hacı Mehmet bu rasime sırasında dayanamadı, kılavuzuna sokulup fısıldadı:
“Cinci Hoca gerçek mi söyler dersin, kesemi yarın bana verecek mi?”
“Hiç şüphe etme. O, dediğini yapar.”
“Ya biz ona ne vereceğiz?”
Bu sualin cevabını bizzat Molla Hüseyin verdi:
“Biz akçe düşkünü değiliz, hayır için çalışırız! Paran senin olsun arkadaş!..”
***
Sultan İbrahim, sekiz on nefesi keskin hocanın okudukları dualara, verdikleri muskalara, içirdikleri şerbetlere, kestirdikleri kurbanlara, dağıttıkları sadakalara rağmen eski şetaretini elde edememişti, derin bir hüzün içinde kalmıştı. Gerçi yatmıyordu. Gezip dolaşıyordu. Fakat iliği kurumuş yük beygirleri gibi lagar bir durumdaydı. Şen şen kişneyemiyordu, sık sık şahlanamıyordu. İştahsız bir midenin ızdırap veren boşluğunu seze seze gamlı günler yaşıyordu.
Ona vahşi bir titizlik de gelmişti, çabuk kızıyor ve her kızışta önüne gelenleri kasıp kavuruyordu. Kadınlar, evvelki okşanmalar yerine hakaret görüyorlardı, dayak yiyorlardı. Herif öpemediği için ısırıyordu, okşayamadığı için hırpalıyordu. Odasına yine eskisi gibi halayıkların biri girip biri çıkıyordu. Bu ziyaretler evvelce neşeli bir iştiyakla yapılır ve bahtiyar hatıralarla nihayet bulurdu. Şimdi hasta delinin yanına titreye titreye giriyorlar ve oradan bere içinde ağlaya ağlaya ayrılıyorlardı.
Onun kadınlardan kâm alamaması yüzünden saray ve Kubbealtı matem içindeydi. Yemekten kaçınması, uyuyamaması, iç sıkıntısından kurtulamaması, boyuna ohlayıp puhlaması, hırçınlaşması ise bu matemi katmerleştiriyordu. Kösem Sultan, hocalardan ümidini kestikçe hekimbaşının hazakatine[44 - Hazakat: (hekimlikte) El uzluğu, ustalık, bilgililik. (e.n.)] bel bağlıyor ve hazakatin aczini anlayınca yine şu dedeye, bu divaneye başvuruyordu. Lakin vaziyet değişmiyordu, hastayı iyileştirmek mümkün olmuyordu.
İbrahim, hafakanlardan aman buldukça bizzat şifa aramaya girişirdi; ata binip tekke tekke, hoca hoca dolaşırdı. Hekimbaşını ise her zaman sıkıştırmaktan geri kalmazdı. Bir gün onu yine karşısına dikmişti, azarlıyordu. Mesleğinde devrine göre ihtisas sahibi olan Hamaloğlu Mehmet Efendi bu delice tekdirlerden sinirlendi.
“Padişahım…” dedi. “Çok yiyen çatlar. Siz Allah’a şükredin ki sadece mide bozukluğuna uğradınız. Bu durumda acele etmek manasızdır. Biraz perhiz edin, oburluk hevesinden vazgeçin, kanlanıp canlanmak yollarını arayın, üç beş ay sonra yine zevke dalarsınız, istediğiniz gibi eğlenirsiniz.”
Kendini milyonla altın içine gömülüp açlıktan ölmeye mahkûm edilmiş bir adam vaziyetinde gören hünkârın müthiş bir sinir buhranına tutulması gecikmedi, pençesi hekimbaşının boynuna dolanarak ağzında bir sürü küfür belirdi ve sonra işi bir derece daha azdırarak zavallı hamalzadeyi tekmelemeye başladı.
Deli hasta bir yandan çifte savuruyor, bir yandan da bangır bangır bağırıyordu:
“Ben padişah değil miyim? Benim karşımda ağız açmak, bana öğüt vermek ne haddin?.. Altımda tahtım, başımda tacım olsun da hasta yaşayayım, kızlara uzaktan bakayım, yatakta yalnız yatayım, öyle mi?.. Bak teresin yediği halta, bak melunun bulduğu ilaca!..”
Oğluna yeniden nöbet geldiğini haber alarak başörtüsüz odaya koşan Kösem Sultan, biçare hekimbaşını çiftelenmekten güçlükle kurtardı.
“Savul be adam…” dedi. “Aslanımı celallendirme! Bilgin de bilgiçliğin de yerin dibine geçsin! Artık buraya gelme!”
Fakat İbrahim, ilaç yerine öğüt veren hekimi bırakmak istemiyordu, anasının kollarından kurtulmaya savaşarak boyuna haykırıyordu:
“Beni hâlime koy anne, şu murdar herifi tepeleyeyim! Kaç gündür beni kadından yana öksüz koydu, cennetimi cehenneme çevirtti!”
Kösem, şu dereden, bu dereden su getirerek oğlunu biraz yatıştırdı, hamalzadenin Büyükada’ya sürgün edilmesine emir vermek suretiyle hayatını kurtardı, yerine İsa adlı birini hekimbaşı yaptırarak oğlunu onun hazakatine teslim etti.[45 - “Sonsuz iftiralar yüzünden bütün bünyesi müteessir oldu, zaafa uğradı, derin bir hüzne kapıldı, çeşit çeşit ızdıraplar çekmeye başladı. Bu vaziyette reyine müracaat olunan hekimbaşı Hamalzade Mehmet Efendi, kendisine itidalden ve istirahatten başka bir ilaç tavsiye etmediği cihetle nazardan düştü, Büyükada’ya sürüldü. Yeri -şüphe yok ki nabzına göre şerbet vermeyi daha iyi bilen- İsa Efendi’ye verildi.” (Hammer, 49. Kitap)]
Bu yeni hekim, tam bir psikologdu, ruhtan anlardı, nabza göre şerbet vermeyi bilirdi. Lakin Deli İbrahim’in nabzı olur olmaz şerbetle düzelecek hâlde değildi, berbat bir durumdaydı. Onun için hasta yine iyileşmedi, melankoli ziyadeleşti, sara nöbetleri sıklaştı, sarayın düzeni temeline kadar sarsıldı.
İşte bu sırada Hamal Hacı Mehmet, Cüce Basiret adlı cin eliyle ecinni diyarından getirtilerek kendisine verilen hazinesinin hikâyesini bir dostuna fısıldadı, o da bir başkasına anlattı ve macera dilden dile, kulaktan kulağa geçerek Kösem Sultan’a kadar aksetti. Çemberlitaş yakınlarında kaybolmuş bir keseyi Süleymaniye Medresesi hücrelerinden birinde sahibine geri verdiği söylenen hocanın tam cinci olduğuna şüphe edilemezdi. Kösem Sultan da böyle düşünmekle beraber hikâyeyi tevsik[46 - Tevsik: Vesikalandırmak. Vesikalamak. Sağlamlaştırmak. (e.n.)] için Hamal Mehmet’i huzuruna getirtmekten geri kalmadı, iri boy herifi uzun uzun söyletip dinledi, oğluna da dinletti ve Kızlar Ağası Sümbül’e emir verdi:
“Tez bu Cinci Hoca’yı getirin. Aslanıma nefes etsin. Belki vakti zamanı gelmiştir, aslanımın sıkıntısı bu yüzden geçecektir.”
İbrahim, bu hikâyeye anasından bin kat ziyade alaka gösteriyordu. Hatta Molla Hüseyin’i getirmek üzere adamlar çıkarıldıktan sonra dayanamadı, Hacı Mehmet’i tekrar çağırttı, Nurülkamer’in hücreye girişini, posta oturuşunu, mollayla konuşuşunu bir daha ve bir daha söyletti, Cinci’nin taklidini yaptırdı ve sonunda sordu:
“Demek herif yaman?”
“Beli padişahım, yaman. Cinlerle senli benli konuşuyor, her istediğini yaptırıyor.”
“Senin keseni de getirtiverdi değil mi?”
“Beli padişahım getirtti. Emredersen göstereyim, koynumda duruyor.”
“Lüzumu yok, yine yerinde dursun. Sen Nurülkamer’in Cinci Hoca’yla nasıl konuştuğunu bir daha anlat.”
Dört yaşındaki bir çocuk hazzıyla -belki onuncu defa- dinliyordu, heyecan içinde kalıyordu. Aynı zamanda Hamal Hacı Mehmet’ten de hoşlanmıştı. Yüz elli kiloluk yükleri taşıya taşıya nasırlanmış o kalın omuzları, orta çapta bir demir boruyu andıran o kıllı bilekleri seyretmekten, o çetrefil dili dinlemekten zevk alıyordu. Hikâyeyi kelime kelime ezber ettiği için Hacı Mehmet’le beraber kendisi de Cinci Hoca’nın sözlerini tekrar ediyor ve medresede onunla bile bulunmuş gibi teheyyüç gösteriyordu.
Başındaki ağırlık, içindeki sıkıntı biraz azalıyor, yüreğine yavaş yavaş ferahlık geliyor gibiydi. Bu değişikliği sezince yüzü de gülümsemişti, Hacı Mehmet’le şakalaşmaya başlamıştı.
“Ulan…” diyordu. “Ayıya benziyorsun. Bu ne kol, bu ne bacak? Başında bir kallavi, sırtına da seraser kaplı kürk geçirtsem lalamdan farkın kalmayacak.”
Hacı Mehmet, bu yüksek iltifat karşısında “Hay, bir günün bin olsun!” diye haykırıp yerlere kapanıyor, gülünç şivesiyle şaklabanlıklara girişiyordu:
“Vezir ile kulun boyda bosta biriz. Gelgelelim ki ona Kara Mustafa Paşa diyorlar, köleni Hamal Mehmet diye çağırıyorlar. Zalike takdirül azizül alim!”
“O ne demek ulan?”
“Kara Mustafa’nın vezir, Hacı Mehmet’in hamal oluşu Allah’ın işidir demek isterim sultanım!”
“Ben padişah değil miyim teres! İstediğim gün lalamı hamal, seni de sadrazam yaparım.”
“Hay, bir günün bin olsun sultanım!”
Deli adam, gerçekten de böyle bir iş yapmayı düşünüyordu. Fakat Hacı Mehmet’in salık verdiği Cinci’yi sınadıktan, eski neşesini bulduktan sonra böyle bir harekette bulunmayı münasip gördüğünden düşüncesini Yemenli hamala sezdirmemek istiyordu. Bununla beraber geniş omuzlarına, kalın bileklerine, karışık diline bayıldığı uşağı ümide düşürmekten de geri kalmadı.
“Haydi git!” dedi. “İşine bak. Şu sıkıntılarım geçer geçmez seni bir baltaya sap edeceğim.”
Yalnız kalınca bir mindere uzandı, derin derin düşünmeye daldı. Nurülkamerleri, Zenebüddeccacları, Cüce Basiretleri kuruntuluyor ve Süleymaniye’den gelecek Cinci’nin bu göze görünmez mahluklarla girişeceği muhavereleri tahmine çalışıp heyecanlanıyordu.
Kızlar Ağası Sümbül’ün kılavuzluğuyla odaya giren Molla Hüseyin onu işte bu vaziyette buldu. Zeki Safranbolulu, dört beş günden beri böyle bir davet beklediği, girişeceği büyük oyunun bütün hatlarını zihninde çizip hazırladığı için son derece soğukkanlıydı, heybetli bir tavır almış bulunuyordu.
Hünkâr, tahta çağrıldığı günkü durumdaydı. Bir eli bıyığına takılı, bir eli çakşırına sokulu olduğu hâlde şöhretine bel bağladığı Cinci’yi bekliyordu. Onu, son günlerde sekiz on tanesini gördüğü üfürükçüler gibi bir adam sanıyordu. Yanına gelince yer öpüp el pençe divan duracak zannediyordu. Hâlbuki Molla Hüseyin yamalı cübbesinden, kirli sarığından umulmayan bir vakarla içeri girdi ve eşiği atlar atlamaz kaşlarını çattı, Sümbül Ağa’nın omzuna elini koyarak gürledi:
“Behey gafiller, burası saray değil, ecinni yuvası, her köşede bir cin derneği kurulu! Sizin şu zavallı adama kastınız mı var ki yanını yönünü cinler sarıncaya kadar gözünüzü kapamışsınız! Burada peygamber otursa çarpılır, felakete uğrar! Tez, kapısı kıbleye açılmayan başka bir oda açın, şevketlu hünkârı oraya götürün!”
Deli İbrahim, gözleri yüz mumluk avizeler gibi ışıldayan, ağzında gök gürültüsü beliren bu güçlü kuvvetli adama hayran hayran bakıyor ve her iki elini aynı zamanda işleterek boyuna kaşınıp duruyordu. Yer öpmek şöyle dursun, selam bile vermeyen ve kızlar ağasına tam bir köle muamelesi yapan hocanın mehabeti, içine bir korku vermişti. Ellerini takılı ve sokulu oldukları yerden ayıramıyordu, ağzını açamıyordu, sadece bakınıyordu.
Molla Hüseyin, ne söyleyeceğini şaşırıp yutkunmaya başlayan Sümbül Ağa’yı eşiğe doğru sürdü.
“Tez…” dedi. “Dediğimi yap, odayı seçip bana haber ver.”
Ve herif sersem sersem çıkarken padişahın yanına gitti, aynı sertlikte emir verdi:
“Kalk, diz çök!”
İbrahim, bıyığıyla çakşırını bıraktı. Lalasının dediklerini yapan bir çocuk uysallığıyla minderin üzerinde diz çöktü, mırıldandı:
“Kalktım hoca efendi!”
“Hani senin talii esedin?”
“Talii esedim mi?”
“Evet. Resimli muskan.”
“Bende öyle muska yok hoca efendi!”
“Yok mu?”
“Yok, hoca efendi!”
“Nasıl olur şevketlu hünkâr? Bir kimse ki tac-ü taht sahibidir, ülkeler sahibidir, hazine ve kul sahibidir. Onun altın muskası bulunmaz mı?..”
“Bulunmuyor işte hoca efendi!”
“Cinler de onun için dört yanını sarıyor, seni azap içinde bırakıyor. Emin ol ki vaktinde yetişmişim. Biraz daha geç kalsaydım ecinni tayfası seni bu hâlde dahi komazlardı, ya kargaya ya serçeye çevirirlerdi, Kafdağı’nın ardına götürüp Simurg’a köle yaparlardı. Artık işin yoksa orada otur, kıyamete kadar darı taşı!”
Kara bir karga, cılız bir serçe olmak ihtimali mecnun hünkârın vahimesini şiddetle tahrik ettiğinden ihtiyarsız bir savletle Molla Hüseyin’in ellerine sarılmıştı, yanık yanık yalvarıyordu:
“Aman hocam, canım da bedenim de sana emanet! İyi saatte olsunların şerrinden beni kurtar!”
Molla Hüseyin, sesine şefkatli bir ahenk işledi, hünkârın çiçek dolu saçlarını okşadı:
“Bugüne bugün padişahımızsın. Seni ine de cine de karşı korumak borcumuzdur, gerçi sarayını cinlere kaptırmışsın, işi güçleştirmişsin, benim çok yorulmam lazım. Fakat her güçlüğü yeneceğim, seni kurtaracağım. Hiç merak etme, üzülme. Bana inan.”
“Ne yapacaksın hoca efendi?”
“İlkin söylediğim altın muskayı yazacağım.”
“Nedir bu muska?”
“Başka bir odaya gidelim de anlatayım. Burada ayağıma ecinni kedileri, köpekleri dolaşıyor. Birine basarsam kıyamet kopar.”
Kızlar Ağası Sümbül de o sırada geri gelmiş, şaşkınlıktan padişaha hitap etmeyi unutup Molla Hüseyin’i eteklemiş ve haber vermişti:
“Valide hazretleri kendi dairelerini nefes için uygun görüyorlar. Zahmet olmazsa orayı teşrif buyurun!”
Cinci, kapı ağalarının veya başkalarının icap ettikçe yaptıkları gibi hürmetle değil, yüksekten gelen bir iltifat şeklinde hünkârın koluna girdi, Sümbül’e de şu tebliğleri yaptı:
“Önümüze düş, bizi dediğin yere götür. Sonra dön, buraya gel. Köşeyi, bucağı; tavanı, yeri gül suyuyla güzel yıka, bir de mangal hazırla. Ben şevketlu hünkâra ilk nefesi yapar yapmaz gelirim, yüzsüz cinleri, yılışık perileri buradan sürüp çıkarırım.”
Onun Deli İbrahim’le kol kola sofadan geçişi, merdivenlerden inişi seyre layık bir manzaraydı. Ne yaldız ne çini ne ipek ne sırma, bütün hayatı örümcekli odalarda ve çullar arasında geçen bu Safranbolu çocuğunu hayrete düşürmüyordu. Doğuşundan beri saraylar içinde yaşamış gibi kayıtsızdı, yan yan yürüyerek önde kılavuzluk eden kızlar ağasının izinden salına salına yol alıyordu.
Deli İbrahim onun kolu altında, kartal kanadına sığınmış saksağana benziyordu. Kulağında hâlâ o korkunç sözler çınlıyor, gözünün önünde, serçeye çevrilmiş olan bedeninin bir leylek ağzında Kafdağı’na doğru götürülüşü dönüyordu. Bu vehmî müşahede, mecnun hünkârın sinirlerini altüst etmekle beraber içinde korkudan ziyade ümit vardı. Koluna girdiği heybetli adamın kendisini cinlere, perilere karşı müdafaa edeceğine inanıyor ve boyuna herife sokuluyordu.
Valide sultan, neyin nesi olduğu bilinmeyen, hırkası yamalı, sarığı kirli bir hocanın koca padişahı koluna takıp sürüye sürüye kendi yanına getirmesinden ilkin kızacak ve bir şeyler söyleyecek oldu. Fakat soyunu sopunu bilmediği şu yobazın cin padişahlarıyla senli benli konuştuğunu, onlara mühim işler gördürdüğünü ve saraya da ihtiyaç üzerine getirtildiğini düşünerek dişini sıktı, nefsini zorlayarak güler yüz gösterdi.
“Buyurun efendi!” dedi. “Aslanım her zamanki yerine otursun, siz de şöyle buyurun.”
Nezaketle onu hünkâra bitişik durmaktan ayırmak, biraz uzağa atmak istiyordu. Molla Hüseyin bir lahzada maksadı sezdi, korkunç tavrını bozmamakla beraber uysal davrandı, padişahı sırma saçaklı sedire oturttu ve Kösem’i kandilli bir temenna ile selamlayarak biraz kenara çekildi.
“Şevketlu hünkârı…” dedi. “Çok ihmal etmişsiniz. Oturduğu oda külhan cinleriyle, çöplük perileriyle dolu. Üstünde de talii esed muskası yok. Ondan ötürü uykusuz kalıyor, iştahtan kesiliyor, sararıp soluyor. Dercengievvel o muskayı yazmak, insücine karşı velinimet efendimizi şirin göstermek, kem gözler için zırhlamak lazım.”
Valide sultan da talii esed muskasını bilmediğinden Cinci, kendine has olan o heybetli talakatle anlattı:
“Padişah olsun, köle olsun; ins olsun, cin olsun, her mahlukun hayatına bir yıldız hâkimdir. İnsanların babalarıyla analarının adları cümeli sagir üzere hesap olunur, yekûndan on iki çıkarılır, elde bir kalırsa o adamın hamel burcuna[47 - Hamel burcu: Koç burcu. (e.n.)], iki kalırsa sevr burcuna,[48 - Sevr burcu: Boğa burcu (e.n.)] üç kalırsa cevza[49 - Cevza burcu: İkizler burcu (e.n.)] burcuna mensup olduğu anlaşılır. Şevketlu hünkâr talii esed burcuna mensuptur, yıldızı güneştir, harfleri M, N, S, A’dır. Kendisi âlempenah bir padişah olduğundan üstünde daima talii esed muskası taşımalıdır. Saray müneccimi nasıl olup da bunu düşünmemiş? Vallahi şaştım.”
Deli İbrahim de deli anası da bu sözlerden bir şey anlamadıkları için Cinci Hoca’ya bön bön bakıyorlardı. O, perişan saçlarıyla, gür kaşlarıyla, keskin bakışlı gözleriyle, sert kıllı sakalıyla, kuvvetli vücuduyla ve bilhassa ürkünç bir tınnet taşıyan sesiyle yaptığı tesiri, anlaşılmaz sözlerle kuvvetlendirmek fırsatını kaçırmak istemedi.
“Biz…” dedi. “Gizli kapaklı iş görmeyiz. Bildiğimizi açıkça söyleriz. Çünkü insanların da cinlerin de peygamberi olan Resul-i Ekrem ve Nebiyyi Muhterem Hazretleri ilmini saklayanlara yevm-i ahirette ateşten gem vurulacağını söylemiştir. Onun için size bir kere burçları, sonra da altın muskayı anlatayım.”
Koynundan uzun bir kâğıt, belinden de bakır bir divit çıkardı, okunmaz bir yazı ile bir cetvel karaladı:
Ve eskiden kargacık burgacık sözleriyle ifade olunan karışıklığa tam bir numune teşkil eden okunmaz yazısını valide sultanın, İbrahim’in gözlerine bir nebze tuttuktan sonra izaha girişti:
“Talihleri kötü insanlar nasıl bahtı iyi kişilere için için hınç beslerlerse cinler de hücum için yüksek burçlara mensup adamları tercih ederler. Onların aşağı tabakadakileri de çarptıkları -hem de sık sık- vakidir. Fakat asıl aradıkları yüksek mertebedeki kimselerdir. Şevketlu hünkârı da işte sarmışlar, hayli sarartmışlar. Eğer velinimet efendimizin üzerinde cinlerle arası iyi bir âlim eliyle çizilip kalıba konulmuş altın muska bulunsaydı kötü cinler kendisine güç yaklaşırlardı. Ben ilk iş olarak muskayı çizeyim, siz, yapacağım resmi kuyumcubaşıya verin, altın levha üzerine geçirsin. Efendimiz de onu boynuna takıp taşısın.”
Ve birden hatırlamış gibi duraladı. “Fakat…” dedi. “Resmin yapılabilmesi için bir şart vardır. Güneş, esed burcunun birinci yahut üçüncü derecesine girerken muska yazılabilir. Bir uşak gitsin, müneccimbaşına sorsun. Güneş şimdi nerededir. Cevap gelinceye kadar ben nefese başlayayım.”
Onun tavsiyesi mucibince hareket olunarak saray müneccimi meşhur Hüseyin Efendi’ye adam üstüne adam koşturulurken Molla Hüseyin, korkunç azametini yeni baştan takındı.
“Sen ey ulu hatun!” dedi. “Seccadeye çök, bir siyah ihrama bürün, emrim olmadan zinhar kımıldama. Yanılıp başını bizim tarafa çevirirsen ya şaşı ya çarpık ağızlı kalırsın.”
Kösem Sultan, bir köşeye çömelip tepeden tırnağa kadar sarındığı siyah örtü içinde garip ürpermeler geçirirken Molla Hüseyin yüzünü Deli İbrahim’e çevirdi ve gürledi:
“Diz çök, ey Tanrı kulu! Kalbini temiz tut, nefesimin ilahi olduğuna iman eyle, bir şey düşünme, sağına soluna bakma, kımıldama!”
Hünkâr, yine bir çocuk gibi bu emre itaat edip gözü kapalı, dudakları yumuk bir vaziyette diz üstü geldi, Molla Hüseyin de etrafa bir avuç tarçın, karabiber döktükten sonra bir kara bulut heybetiyle gürlemeye başladı:
“Herkaş, kaiş, merkaş, istinaf, hutuf, hıtaf, şefdaş, kardaş, ya tahselu, şebuh, irmeh şünuh, ermu hasisa, elkadimül ezeli, ya maşerül cin, elvufi, eddafi, nenzü minşerri areki vennua ve min şiddeti harrünnar!”[50 - Cinler ve şeytanlar üzerine -tesdit ve tağlizle- hüküm yürütmek ilmi ki Azayim adını taşır, bu gibi formüllerden terekküp ederdi. Verdiğimiz numune o ilme göre tertip olunan azimetlerden bir parçadır. Hintçe, İbranice ve Arapça kelimelerle uydurulmuştur. O ilme inananlar bu azimeti saraya tutulanlar için kullanırlardı. Başına bir besmele koyup yazdıktan sonra mavi muşambaya sararlar ve en üstüne de yeşil bez sarıp hastanın boynuna asarlardı. (y.n.)]
Deli İbrahim tepesinden bir alay bulut geçiyor gibi dehşet içinde kalmakla beraber oturduğu yerde kımıldamıyordu, manasını anlayamadığı gürültüyü derin bir hareketsizlik içinde dinliyordu. Molla Hüseyin, okuduğu sara duasının hasta adam üzerinde uyuşturucu bir tesir yaptığını sezince şevke geldi, o karmakarışık kelimeleri daha tannan bir sesle on kere tekrar etti, sonra elini hünkârın başına koydu.
“Gözünü aç…” dedi. “Bana bak!..”
Gürültünün birdenbire kesilmesi, Deli İbrahim’e ağır bir yükten kurtulmuş bir adam ferahlığı getirmişti. Kulaklarında uğultu varsa da içi sakindi, güle güle Molla Hüseyin’in yüzüne bakıyordu. Hoca, inşirah sezdiren bu bakışlardan aldığı ilhamla telkini biraz daha ileri götürdü.
“Artık…” dedi. “Sıkılmıyorsun, değil mi? Öyleyse kalk, şu tespihin içinden üç kere geç.”
Belinden söküp çıkardığı bin taneli tespihi halka hâline koyup hünkârı arasından geçirirken emir veriyordu:
“Ben nasıl bu mübarek tespihten süzülüp çıkıyorsam, sıkıntılar, üzüntüler, uykusuzluklar, iştahsızlıklar da bedenimden öylece çıkıp gitsin, diyeceksin. Başla, benimle beraber söyle!..”
Daima çocuk kalmaya mahkûm bir yaradılış sahibi olan hünkâr, kaldırımlarda çember çeviren, ip atlayan miniminiler gibi sevinç içindeydi. Haz ile şevk ile tespihe girip çıkıyordu, neşesinden fıkır fıkır gülüyordu.
Molla Hüseyin bu oyunu da yaptıktan sonra elini koynuna soktu, bir parça çördük çıkardı, “Aç ağzını, bismillah!” diyerek Deli İbrahim’in ağzına soktu, bir bardak da su sunarak yavaşça mırıldandı: “Yut! Bu otu ben cinlerin en büyük padişahı Şahişahan Hazretleri’nin hazinesinden aldım. Hulusla, tam itikatla içenler yetmiş yaşında iseler yirmi yaşına dönmüş gibi kudret sahibi olurlar, tavşana benzemişlerken aslan kesilirler.”[51 - Çördük, sinirleri tembih eden, kuvvetlendiren güzel kokulu bir ottur. Eski pharma- cologie’de tonique bir madde olarak kullanılırdı. (y.n.)]
Bu müjde Deli İbrahim’i bir kat daha sevindirdi, parmaklarını şıkırdata şıkırdata oynayacak hâle getirdi. Fakat hocanın heybetinden ürktüğü, cinlere karşı yanlış bir harekette bulunmaktan da çekindiği için zıplama ve sıçrama hevesini içinde sakladı, suyla yuttuğu otun dimağında kalan kokusunu emmeye koyuldu.
Bu işler yapılırken Kösem Sultan, diz çöküp oturduğu yerde uyuyakalmıştı. Sıkı sıkıya örtünüş, hocanın ağzında beliren gürültü, bir sürü vehmî düşünce, birkaç gecedir başı yastık yüzü görmeyen şişman dula tatlı bir baygınlık getirdiğinden hafif bir horultu ile ımızganıyordu.
Deli İbrahim, anasının uykuya daldığını Molla Hüseyin’den önce gördü. “Hoca efendi…” dedi. “Validem uyumuş.”
Cinci, o dakikaya ve o sahneye yakışan cevabı verdi:
“Yüreğinize, göğsünüze, eteğinize musallat olan cinler kaçıp gittiler. Onların ayak yeli valide sultan hazretlerine ağırlık vermiştir. Telaş buyurmayın, şimdi uyanır. Güzel güzel düşler gördüğünü bilmesem küçük bir öksürükle kendisini ben de uyandırırdım.”
“Ay annem düş mü görüyor şimdi?”
“Belki babanızla bir aradadır. Ben öyle seziyorum.”
O sırada Sümbül Ağa içeri girerek müneccimbaşının pusulasını uzattı. Yıldızların dilini çok iyi bilmekle tanınmış olan Hüseyin Efendi, güneşin esed burcunda birinci dereceye hulul etmekte bulunduğunu yazıyordu. Cinci Hoca, pusulayı okur okumaz kaşlarını çattı.
“Âlâ!” dedi. “Hemen muskayı yazayım. Siz de kuyumcubaşına haber yollayın, hazır bulunsun, göndereceğim resmi altın bir levhaya geçirsin.”
Bu muhavere, Kösem Sultan’ı uykudan uyandırmıştı. Lakin örtüyü başından atamıyor, sesini çıkaramıyordu, geniş bir nefes alabilmek için Cinci Hoca’nın müsaadesini bekliyordu.
Molla Hüseyin, kadıncağızın uyandığını sezerek bu müsaadeyi verdi.
“Ey ulu hatun!” dedi. “Oğlun selamete çıkıyor, gözün aydın! Sen de artık serbestsin, örtüyü at, yanımıza gel.”
Ve valide sultan, havasızlıktan ter içinde kalan tombul yüzünü açarken çapkın bir tebessümle ilave etti:
“İyi bir düş gördün, rahmetli eşinle oynaştın, değil mi?.. Bu iyiliğimi unutma, beni hatırından çıkarma.”
Yirmi üç yıl süren bir dulluk devresinin her heyecanlı gecesinde kocasını rüyasında görmeyi -tabiri caizse- itiyat edinmiş olan Kösem, bir iç çekilmesinden, bir ımızganmaktan ibaret olan deminki dalgınlık sırasında da aynı düşün hazzını tatmıştı. Hocanın bu en mahrem hakikate parmak koyuvermesi kadıncağızın yüzünü pembeleştirmekle beraber Cinci Hoca hakkında henüz mütereddit duran düşüncelerini de düzeltti, içine sarsılmaz bir iman getirdi. O, düzenci mollanın çok basit bir sözden, “Dervişin fikri ne ise zikri de odur.” meselinden ilham alarak keramet tasladığını ve keşfinin doğru çıkmaması hâlinde hiç sıkılmadan “Sen şeytani rüyalar gördün. Uyanınca unutman tabiidir!” deyip işin içinden sıyrılacağını takdir edemezdi, o sebeple herifin gaipten haber verebildiğine inanıvermişti.
Molla Hüseyin bu pek sade buluşla zeki Kösem’i de hayrete düşürdükten sonra meşhur talii esed muskasını çizmeye girişti. Cine, periye inananlarla fala, remile, cifre, havasa ait risaleleri, kitapları okuyanlarca malum olduğu üzere bu muska kuyruğu kabarmış ve bir çakıl taşını ısırarak iki parçaya ayırmış bir aslan resmini ihtiva eder. Aslanın önünde bir yılan bulunur ve yılan, o kuvvetli mahlukun ayaklarından yüzüne doğru süzülmüş, ağzını onun ağzına doğru açmış olarak tasvir olunur. Yılanın arkasında bir akrep bulunmak da şarttır.
Cinci Hoca, Rafaillerin, Leonardoların, Hansların, Peterpollerin ruhunu azaba, ızdıraba düşürecek bir liyakatsizlikle ve pis bir kâğıt üstünde bu gayritabii sahneyi çizmeye çalışıyordu. Aslan onun beceriksiz kalemiyle yarı öküz, yarı keçi gibi bir sima alıyordu. Yılan yapraksız bir dal şeklinde vücut buluyordu, akrep de sümüklü böceğe benzeyerek teressüm ediyordu.
Fakat o, vakur bir pervasızlıkla bu kepazeliği yaratmakta devam ediyordu. Bir çiçek resmi yapıp da ona “aslan” dese inandıracağına emniyeti vardı. Çünkü ecinni diyarında aslanların çiçek kılığında yaşadıklarını söylemesine mâni yoktu.
Nitekim Kösem’le oğlu da onun yarattığı aslanla yılanı ve sümüklü böcek biçimindeki akrebi, küçük bir itiraza cüret edemeden, hayran hayran seyrettiler ve lütfen yaptığı izahı da tam bir imanla dinlediler. Molla Hüseyin, muskanın manasını şöyle anlatıyordu:
“Buradaki aslan, esed burcuna giren güneşin remzidir. Şevketlu hünkârın da timsali aslandır, talihi güneştir. Yılan, insücinden velinimet efendimize düşmanlık edecekleri gösterir. Akrep, yılana zehir veren mahluktur, burada düşmanın meramı demektir. İlm-i azayime göre okuduğum dualarla yılanı aslanın karşısında felce mahkûm ettim. Akrep de can çekişmek üzeredir. Şimdi kuyumcubaşı bu resmi altın bir levhaya geçirip bana verecektir. Ben de onu kırk bir bin salavat, doksan dokuz bin İsmi Azam duası okuyarak gül suyu içinde halledilmiş zafrana sokup çıkaracağım, sarı atlasa sarıp daire-i kübranın ortasında cinnî teşrifatla şevketlu efendimizin mübarek boyunlarına asacağım. Ondan sonra yanınıza ne cin gelir ne peri!”
Resim, besmelelerle tutularak ve baş üzerinde taşınarak kuyumcubaşına götürülürken Deli İbrahim sordu:
“Ya benim odadaki cinler ne olacak hoca efendi?”
“Onları ben şimdi süpürge sopasıyla kovacağım.”
Deli İbrahim, bir iki kere yutkundu, gözlerini sağa sola çevirerek uzunca ve muzdarip bir düşünce geçirdi, sonra çekine çekine Molla Hüseyin’e sokuldu:
“Cariyeleri hizmetime çağırmaya izin var mı? Cinlerle bu işi de konuşmayacak mısınız?”
Molla Hüseyin, koynundan bir parça çördük daha çıkardı, bir bardak su ile hünkâra yutturdu ve valide sultanı “Siz taşraya buyurun.” sözüyle odadan uzaklaştırarak kadıncıl deliyi karşısına oturttu, bir sürü şeyler okuyup üfürdü, adamcağızı nefesinin kuvveti ve sıcak yeli altında bir iyi bunalttıktan sonra ellerini tuttu:
“Mehlikayi Efsuni yanımızdadır. İradene ram olacak cariyeyi benim gözümde sana gösterecektir. Sıdk ile, hulus ile gözüme bak.”
Deli İbrahim, zayıf gözlerini mollanın kıvılcımlı gözlerine dikti, orada mutlaka bir kadın yüzü göreceğine inanarak uzun uzun baktı ve birden haykırdı: “Gördüm hoca efendi, gördüm!”
“Kimi?”
“Kör Süleyman Paşa’nın yolladığı mavi gözlü kızı!”
“Adı ne bu kızın?”
“Turhan.”
“Öyle ise bu gece onu hizmetine çağır. Mehlikayi Efsuni’den söz aldım. Sana yetmiş yedi erkek kuvveti verecek. Artık merak etme.”
Cinci Hoca’nın keşfi doğru çıktı, Deli İbrahim o gece Rus güzelliğinin müstesna bir numunesi olan Turhan’la baş başa kalmaktan memnun oldu. Molla Hüseyin’in yaman bir bilgiç olduğuna inanmakla beraber oğlunun hüsrandan kurtulacağını henüz şüpheli bulan valide sultan, cin imparatoriçelerinden birinin işaretiyle sekiz yüz halayık içinden seçilip gerdeğe koydukları Turhan’ın son günlerde birçok halayığa yapıldığı gibi dayak atılarak kapı dışarı edilmesini bekliyordu. Fakat genç Rus kızı girdiği yerden kovulmadı, sabaha kadar omzuna yükletilen vazifeyi gördü ve ancak gün doğarken efendisinin yanından ayrıldı, kızıl bir yorgunluk içinde Kösem’in yanına gelip el öptü.
Bu hadise saray halkını sevinç içinde bıraktığı gibi Kubbealtı’nı da neşeye boğmuştu. Herkes cinler elinde kudretini kaybeden hünkârın selamete ermesini canla başla alkışlıyordu, samimi surette bayram yapıyordu.
İbrahim, bu umumi sevinç arasında şehrayinler tertip etmeye kalkışmış, sarayın içini dışını donatmış, çalgılar çaldırmış ve bütün saray halkını ziyafete çağırarak saadetini onlara da tattırmıştı. Fakat Cinci Hoca’yı da unutmuyordu, parlak bir ikramla onu memnun etmeyi düşünüyordu. Şu kadar ki kendine padişahlık zevklerinden en büyüğünü yeni baştan veren bu lütufkâr adama nasıl bir iyilikle mukabele edeceğini takdir edemiyordu. Anasıyla görüştükten sonra bizzat hocaya sormayı ve onun isteyeceği şeyi vermeyi kararlaştırdı, Molla Hüseyin’i çağırttı.
“Senden…” dedi. “Çok memnunum. Allah bilgini artırsın, bundan geri yârimsin, birinci adamımsın. Yanımdan ayrılmayacaksın. Yalnız bir üzüntüm var. Sana nasıl ikram edeceğimi bilemiyorum. Dile benden ne dilersen, desem darılır mısın?”
Molla Hüseyin, dünkü Cinci Hoca değildi. Cübbesinin önünü kavuşturarak edepli bir duruma bürünüyordu, padişaha son derece saygı gösteriyordu. Mazhar olduğu iltifata da yine edibane cevap verdi:
“Estağfurullah efendimiz…” dedi. “Bana ikrama mecbur değilsiniz. Ben vazifemi yaptım, sizi cinlerin şerrinden kurtardım. Bundan sonra da gözümü dört açıp hiçbir cinin size yaklaşmasına meydan vermeyeceğim. Sık sık da Şahişahan’la, Mehlikayi Efsuni’yle, Dürrüttac ile konuşup efendime yarar bir şey duyarsam hemen arz edeceğim.”
“Berhudar ol hoca efendi ama ben padişahım. Sana bir iyilik etmek isterim. Ne yaparsam memnun olacağını mutlaka söylemelisin.”
Molla Hüseyin, önünde asılı duran altın merdivenin basamaklarını hızla aşmak ve en üst basamağa ulaşıp orada yaşamak hırsıyla kıvranıp duruyordu. Bu merdiven, ulemaya mahsus mertebeleri gösteriyordu ve başında şeyhülislamlık feracesi asılı duruyordu. Fakat hırsını hissettirmek istemediğinden ağır davranıyordu. Hünkâr “Söyle hocam.” diye ısrar edince yer öptü:
“Bir müderrislik payesi ihsan buyurursanız kulunuzu ihya etmiş olursunuz.”
“Verdim hocam, hemen verdim.”
Hünkâr, müderrisliğin adını duymuş olmakla beraber bu işin ne olduğunu ve kimlerin ne suretle müderris yapılacağını bilmiyordu. O devirde yaman bir ocak zihniyeti taşıyan, aralarında kuvvetli bir tesanüt[52 - Tesanüt: Dayanışma, omuzdaşlık. (e.n.)] yaşatan hocalar da kanun ve teamüle aykırı rütbe, mevki ve hizmet verilmesine kolay kolay rıza göstermezlerdi. Bu sebeple Cinci Hoca’ya müderris payesi verildiğini bildiren emirname Şeyhülislam Yahya Efendi’ye gelir gelmez kıyamet koptu, her ağızdan bir isyan sesi yükseldi. Bütün ulema zümresi henüz mülazım bile olmayan bir üfürükçüye böyle bir paye verilmesini ilme hakaret sayıyorlardı, homur homur homurdanıyorlardı.
Şeyhülislam -idare-i maslahat politikasına pek bağlı bulunmasına rağmen- bu homurdanışlara kayıtsız kalamadı, saraya bir tezkere yolladı. Danişment Molla Hüseyin’e müderrislik payesi verilemeyeceğini anlattı.
Hünkâr birçok dileklerinin sadrazam tarafından “Kanuna uymaz, ondan ötürü de olamaz!” diye çürütülmesine alışkın olduğundan şeyhülislamın da ters davranmasına ses çıkarmayacaktı. Fakat Cinci Hoca, kırk gün nefes etmek, yeni muskalar yazmak için Şahişahan’dan ferman aldığını söyleyerek huzura çıkıp da onun şeyhülislama bir şey dememek niyetinde olduğunu görünce köpürdü.
“Ben…” dedi. “Bütün ecinni diyarına haber salıp sizin bana medresesiz kuru bir müderrislik verdiğinizi müjdelemiştim. Şahişahan başta olduğu hâlde bütün cin padişahları, vezirleri, beyleri adamlar yolladılar, rütbemi kutladılar. Hatta Maveraüşşems Hükümdarı Ezreke Banu Hazretleri sır kâtibini gönderdi: ‘Ebussuud Efendi öleli-den beri fetva alacak bir şeyhülislam bulamıyorduk, üzülüyorduk. Senin müderris oluşundan ümide düştük, inşallah Sultan İbrahim Han Hazretleri lütuf buyururlar, bizim hâlimize de merhamet ederler, seni şeyhülislamlığa çıkarırlar.’ diye iltifatta bulundu. Şimdi Yahya gibi koşma düzmekten, genç çocuklara gazel yazmaktan başka elinden hiçbir şey gelmeyen bunak bir yobaz, senin fermanını geri çevirerek beni bütün ecinni diyarına kepaze etti. Yarın başın ağrırsa, nefesin daralırsa, gücün kuvvetin azalırsa ben ne yüzle cinleri çağırayım. Matuh[53 - Matuh: Bunamış, bunak. (e.n.)] Yahya bende haysiyet koymadı, seni de tehlikeye attı.”
Deli İbrahim enikonu pirelenmişti, yeni baştan yetim kalmak ve kadınlardan uzak düşmek korkusuyla elemlenmişti. Cinci’ye hak veriyor, şeyhülislamla bozuşmayı ise göze alamıyordu. Bu karışık durumda yine Molla Hüseyin’den yardım aradı:
“Nidelim hoca efendi, sen onu söyle?”
“Nidelimi var mı sultanım, sen padişah değil misin?”
“Elbette padişahım.”
“Padişahların bir sözü iki olmaz, iradesi bozulmaz. Kalemi eline al, ‘Verdiğim verdük, dediğim dedüktür. Gözünüzü patlatırım sizin!’ diye bir hat çiziktir. Bak şeyhülislamın ağzı bir daha açılır mı?”
“Ya açılırsa?”
“Şahişahan’a havale ederim, herifi şebeğe çeviririm!”
Deli İbrahim işte bu telkin üzerine cüretlendi, Molla Hüseyin’in ağzından çıkan sözleri kelime kelime yazmak suretiyle bir hümayun(!) hat kaleme aldı ve ona üç derece daha yüksek bir paye verdi.
Hadise, müthiş bir infilak tesiri yapmış, hocalar âleminin altını üstüne getirmişti. Fakat işin inada bindirilmesi hâlinde Cinci Hoca’ya şeyhülislamlık bile verilebileceğini sezen ulema, böyle bir akıbetten korkarak hınçlarını zapt ediyorlardı, sırası düşünce öç almayı tasarlayarak susuyorlardı.
Cinci Hoca altın basamaklı zümrüt merdivene, ikbal yoluna sadece girmiş olmuyor, başkalarının on yılda güç aşacağı merhaleleri bir adımda geçmiş bulunuyordu. Lakin doymamıştı ve doyamıyordu. Bunda da hakkı vardı. Çünkü dilediğini yaptıracak bir kudretteydi, altmış akçe geliri olan bir müderrisliğe kanıp da oturmayı aptallık sayıyordu. Onun için bir nefes sırasında fırsatı kaçırmadı.
“Ezreke Banu…” dedi. “Galata Mahkemesinde bir dava açmak istiyor.”
“Ezreke Banu da kim?”
“Geçen gün arz etmedim mi? Maveraüşşems hükümdarı bir dişi cin!”
“Güzel bir şey mi?”
“Bir içim su. Efendimin firaşına[54 - Firaş: Döşek, yatak, yere serilen şey, minder, şilte. (e.n.)] layık.”
“Aman hoca efendi, kerem et. Şu dişi cini bana göster.”
“Göstermek neye yarar?.. Onu bir çalımına getirip size odalık da yapmak isterim. Çünkü hiçbir cin şehzadesini beğenmiyor, evlenmiyor. Bir efsunla onu size âşık ederim, hizmetinize koştururum.”
“Ne zaman yaparsın bu işi?”
“Açmak istediği dava görülüp bittikten sonra.”
“Neymiş davası?”
“Dalları yakut, yaprakları elmas, yemişi incir bir ağaç varmış. Ezreke Banu’nun amcası oğlu da bu ağaç benimdir diyormuş.”
“Nerede bu ağaç hoca efendi?”
“Ecinni diyarında.”
“Oradaki ağacın Galata’da davası görülür mü?”
“İbni Kemal Hazretleri’nin, Ebussuud Hazretleri’nin şeyhülislamlık ettikleri devirlerde cinlerin büyük davaları İstanbul’da görülürdü. Onun için o büyük âlimlere müftissakaleyn derlerdi.”
“Ne demek bu sakaleyn?”
“İnsücin, dünya ve ahiret, insanla hayvan demektir. İbni Kemal de Ebussuud da hem inse hem cine fetva verdikleri, onların davalarına baktıkları için böyle anılmışlardı.”
“Bizim Galata kadısı da onlar gibi mi?”
“İşte Ezreke Banu’nun üzüldüğü nokta da bu ya. O, İstanbul yakasına hiçbir cinin geçmesini istemediğimi biliyor, amcası oğluyla Galata’ya kadar gelmek istiyor. Hâlbuki kadı efendinin ilmi cinlerle görüşmeye müsait değil.”
“Seni oraya kadı yaparsam güzel cin memnun olur mu?”
“Kulun olur, cariyen olur!”
“Fakat onların davaları görülürken ben de bulunmak isterim. Bu şartla seni Galata kadısı yapıyorum.”
Cinci Molla bu suretle zümrüt merdivenin altın basamaklarından beş altısını daha aştı, kibari’l-ulema arasına karıştı. Şimdi onun sadrazamı da “resmen” ziyaret etmesi lazımdı. Kızlar ağası tarafından bu teşrifat vecibesi kendisine ihtar olunduğundan Galata kadısı hazretleri bir sabah sofunu giydi, urfünü başına geçirdi, altı muzirini ardına taktı, saray atlarından birine kurularak Kara Mustafa Paşa’nın sarayına gitti.
Heybetli vezir, divan kurarak devlet işleriyle meşgul oluyordu. Son günlerde adı dillere düşen ve her ağızda başka bir menkıbe hüviyeti alarak uzun uzun konuşulan Cinci Hoca’nın -Galata kadısı sıfatıyla-ziyarete geldiği kendisine haber verilince birden celallendi.
“O üfürükçünün…” dedi. “Burada işi ne? Yüzünü cinler, şeytanlar görsün! Hemen kovun! İnat ederse güzel bir kötek atıp sokağa sürün!”
Galata kadısı efendi bekleme salonuna alınmıştı, öbür misafirlerin üstüne geçerek kendine pek yakıştırdığı azametli tavırlarla sadrazamdan gelecek kabul haberini bekliyordu. Fakat bir uşağın istihzalı tebessümlerle içeri girip de “Sahibi devlet efendimiz, hemen geri dönmenizi irade buyuruyorlar.” demesi üzerine o azameti sarsıldı, adamcağızın kavuğu çarpıldı, yüzü sarardı, diline bir kekeleme yapıştı:
“Ya… ya… yanlış o… o… olmasın…” dedi. “Ben… ben… Galata kadısıyım.”
Uşak, sert ve korkunç vezirin emrini bu sefer harfi harfine tebliğ edecek, şaşkın cinciye kalın bir sopanın ucuyla sokak kapısını gösterecekti. Lakin misafirler arasında oturan ve sadrazamın akıl kâhyası olarak tanınan saray başmimarı Kasım Ağa atıldı, uşağın sözlerini ağzında bırakan bir sesle vaziyete müdahale etti:
“Sahibi devlet efendimizin…” dedi. “İşleri çok olsa gerek. Molla hazretleri biraz meks[55 - Meks: Durma, eğlenme, bekleme. (e.n.)] buyursunlar.”
Uşak, Mimar Kasım’ın vezir üzerindeki nüfuzunu bildiği için bir şey diyemedi, sadece kopacak fırtınanın mesuliyetini ona yükletmek ister gibi davranıp mırıldandı:
“Siz bilirsiniz. Ben aldığım emri söyledim. Daha ötesine karışmam.”
Fakat Mimar Kasım, azminden dönmedi sadrazamın huzuruna çıkarak pervasızca sordu: “Galata kadısını kovmak mı dilersiniz sultanım?”
Korkunç vezirin kaşları çatıldı. Sesi gürledi:
“Bu makule meçhul kimesneye mahkeme verip halkın üzerine taslit ne beladır?”
“Behey sultanım, niçin tehevvür edersiniz? Liyakat dedikleri padişahların, vezirlerin nazar-ı himmetleridir. Kesri hatır makul değildir. İşte padişah hazretleri o meçhul dediğiniz kimseyi çırağ etmiş, makulü, siz dahi iltifat ile mecburül hatır etmektir.”[56 - “Tarihî Simalar”, Ahmet Refik, s. 16.]
Kara Mustafa Paşa mantıki görünen bu ihtar üzerine başını salladı, içini çekti, ahlayıp pufladı.
“Vebali…” dedi. “Onu âleme musallat edenlerin ve senin boynuna, menhus âdemi getir. Lakin tembih eyle, el öptükten sonra bir nebze oturup gitsin, fazla eğlenmesin. Cinler bu sefer benim başıma üşüşür, elimden umulmayacak bir kaza çıkar.”
Duyduğunu saklamayan, içini dışına vuran mert bir adam olduğu için nefretini Molla Hüseyin’e karşı belli etmekten de geri kalmadı, elini öptürürken yüzüne bakmadı, hâlühatır sormadı, girişini ve çıkışını sezmemiş gibi davrandı.
Bu açık tahkir, kendini yükselmiş zanneden Cinci Hoca’nın yüreğine işlemişti ve onu ilk fırsatta sadrazamdan intikam almak kaygısına düşürmüştü.
Her gün kendi gözünde bir halayığın bakir simasını padişaha seyrettirmek ve o görünen sima sahibiyle hünkârı gerdeğe koymak suretiyle mevkisini gittikçe kuvvetlendiren Cinci Hüseyin, Ezreke Banu ile amcasının oğlunun uzlaştıklarını, Galata Mahkemesine gelmekten vazgeçtiklerini söyleyerek kadılıktan Anadolu kazaskerliğine geçmiş, şeyhülislamla bir hizaya gelmişti. Deli İbrahim ona “padişah hocalığı” payesini verdiğinden nüfuz bakımından şeyhülislamı geride bırakmıştı.
Artık “Osmanlı ülkesi” onun demekti. Padişah tarafından ihsan olunan saray kendine dar göründüğünden yeni bir kâşane kurmaya başlamıştı. Hünkâr, hazineden iki yüz kese verdirerek yeni sarayın kurulmasını kolaylaştırdığı gibi hocanın en asil, en necip bir aileye damat olmasını da arzu ederek dört yana görücüler çıkarmıştı.
Halk, danişmentlikten kazaskerliğe fırlayan, sarayın ruhu kesilen, padişahın göz bebeği sayılan bu türedinin daha neler elde edeceğini, başına konmuş olan ikbal kuşuna yapışarak daha nerelere yükseleceğini merak ediyordu ve herifin hayatını adım adım tarassuda çalışıyordu.
Fakat hoca kendine mahsus bir zekâ sahibiydi. Kadıncıl padişahın gerdekten gerdeğe geçmek yüzünden yakında yine bir derde kapılacağını ve bu sefer, cinciliğin fayda vermeyeceğini düşünerek böyle bir akıbetle karşılaşmamak yollarını araştırıyordu.
Düzenci molla bu mevzu üzerinde bir hayli düşündükten sonra hünkârı yavaş yavaş başka zevklere, başka eğlencelere alıştırmayı ve onun kadınlarla temasını mümkün olduğu kadar azaltmayı tasarladı.
Düşünce basit olmakla beraber makuldü. Hareme kapanıp sabahtan akşama kadar kadınlarla oynaşan bir delinin gözünü yeni yeni meşgalelere çevirmek, onu hızla sukut etmekten korumak demekti. Yalnız icat olunacak, yaratılacak meşgalelerin zevki, kadıncıl adamı çekecek kuvvette olmak lazımdı.
Cinci Hoca bu lüzumu temin için hünkârın çocukluktan kurtulamayan ruhunu tahlille elde ettiği neticelere göre mükemmel bir plan çizdi. İlkin Safranbolu’dan gelen anasını Kösem Sultan’a ve Deli İbrahim’e tanıttı, sabah ve akşam Defülcin duasını okumak, bir fırsat bulup saraya girmiş cinler varsa kendisine haber vermek bahanesiyle onu Topkapı’ya yerleştirdi, sadık bir casus olarak kullanmaya başladı.
Sonra çocuk ruhlu padişahı masal dinlemeye alıştırdı. Bu zevki zirzop hünkâra tattırmak için -her işte olduğu gibi- cin padişahlarından selam getirmiş ve onların “Biz gecelerimizi masal dinlemekle geçiriyoruz. Sultan İbrahim kardeşimize de tavsiye ederiz.” dediklerini haber vermişti. Deli hünkâra bir iki saat olsun kadınları unutturacak ayarda masal söylemek kolay bir iş değildi. Cinci Hoca uzun araştırmalar sonunda bu büyük vazifeyi Eyüp’te oturan Voyvoda Kızı adlı bir Çingene kadınına yükletti ve onu saraya sokabilmek için de şöyle bir yalan kıvırdı:
“Voyvoda Kızı’nın anası Mehlikayi Efsuni’nin sarayında otuz yıl masalcıbaşılık yapmıştır. Kızı da anasından binlerce masal bellemiştir, haspa dillidir, ferasetlidir, kaş göz sahibidir. Sözü kadar yüzü de güzeldir. Şahişahan kendisini birkaç kere davet etti, bir yolunu bulup gitmedi.”
Düzenci Molla Hüseyin, padişahı oyalamak için saz âlemlerini de nizam altına aldı. Dürretüttac Hazretleri’nin sarayında böyle, Nurülkamer’in sarayında böyle yapılıyor diyerek her gece iki saat saz çalınmasını ve padişahın fasıl yapılırken mutlaka hazır bulunmasını kabul ettirdi. Köçekler, cüceler, soytarılar nöbetle bu saz âleminde vazife alacaklar, hüner göstereceklerdi.
Molla Hüseyin, avrat pazarını teşkilata bağlamayı da ihmal etmedi. Kısa kısa dualarla, mini mini muskalarla kendisine sık sık tatlı rüyalar gördürdüğü Kösem Sultan’la anlaşarak pazarı darmadağınıklıktan kurtardı. Kadınlık vaziyetleri padişahla aşk oyunu yapmaya müsait olmayan, fakat dilbazlıklarıyla, zekâlarıyla, düzenbazlıklarıyla halayıklar üzerinde nüfuz yürütecekleri hissedilen Hubyar Kadın’ı başkâhya yaptırdı. Şekerpare, Şekerbulu, Saçbağı isminde üç kadını müşavir sıfatıyla onun emri altına verdi. Bu komisyon, hiç sezdirmeden padişahın halayıklarla temasını kontrol edecek, cümbüşte ifrata gidildiğini görür görmez valide sultana haber verecek, o da Cinci Hoca’yla görüşüp oğlunun cinlerin eline düşmemesini temin ettirecekti.
Plan bu kadarla kalmıyordu. Padişahı devlet işleriyle alakalandırmayı da hedef tutuyordu. Zeki Safranbolulu bu ciheti düşünürken Deli İbrahim’e yine cin padişahlarından örnekler göstermiş ve şu biçimde tavsiyeler yapmıştı:
“İnsanlar gibi cinler de yetmiş iki buçuk millete ayrılmıştır. Her milletin bir padişahı vardır. Bunların hepsi silahtar adı ile birer gözde kullanır. Çünkü silah, kudretin timsalidir. Rahmetli kardeşiniz de nereden öğrendiyse cin padişahlarını taklit etti, o biçimde bir silahtar kullandı, âleme şan verdi. Hâlbuki sizin henüz muteber bir silahtarınız yok. Cin hanlarından, hakanlarından niçin aşağı görünesiniz. Hemen bir münasip kulunuzu silahtar yapın, tantananızı yükseltin.”
Şahişahanlardan, Mehlikayi Efsunilerden, Nurülkamerlerden, Dürrettaclardan ve hele kardeşi Sultan Murat’tan geri kalmayı kendine yakıştıramayan Deli İbrahim, saltanat kudretinin timsali denilen silahtarlığı hangi bir gözdeye vereceğini kestiremediğinden sordu:
“Bu işin ehli kim ola, ne dersin?”
“Cenabınıza malumdur ki göz kamaştıracak silahtar boylu boslu, son derece yakışıklı ve güçlü kuvvetli olur. Erkek gözdelerin de sıfatları budur.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/m-turhan-tan/cinci-hoca-69428974/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Muadele: Anlaşılmaz iş. Muamma.(e.n.)
2
Dek etmek: Olmayan bir şeyi uydurup olmuş gibi konuşmak. (e.n.)
3
Hamyaze: Kötü hareket, fena iş. (e.n.)
4
Mekr-ü al etmek: Hile kurmak, aldatmak (e.n.)
5
Kösem’in ammisi dediği Birinci Mustafa’dır ki tam manasıyla zırdeliydi. Fakat onu rahmani meczup ve veli sayanlar da vardı. (y.n.)
6
Tebadül: Değişim (e.n.)
7
Cıl veye cil malum olduğu üzere düşmanlık, yiyicilik, yerine göre de alışkınlık, yakınlık ve sebebiyet ifade eden bir edat olup isimlere eklenir: Adamcıl, tavşancıl, ölümcül kelimelerinde olduğu gibi. Biz kadıncıl kelimesini kullanmakla kadına yakın, alışkın ve düşkün manasını ifade etmek istedik. (y.n.)
8
Riyazi: Matematiksel. (e.n.)
9
Hurde: Pek ince ve küçük. (e.n.)
10
Kâm almak: Bir şeyden olabildiğince zevk almak, keyfini çıkarmak. (e.n.)
11
İpliğini boyamak: Hile hazırlamak (e.n.)
12
Say: Çalışma, çalışıp çabalama. Gayret sarf etme. (e.n.)
13
Dâhiye: Hârikulâde zekâ ve fetanet sahibi. (e.n.)
14
Germi vermek: Ateşlendirmek, hızlandırmak. (e.n.)
15
İstikbal etmek: Karşılamak. (e.n.)
16
Tezyif etmek: Aşağısamak, küçüksemek, alay etmek, eğlenmek. (e.n.)
17
Tehzil etmek: Alaya almak. (e.n.)
18
Emirgân. (y.n.)
19
Köftehor, Fatih’in kanunnamesinde şuna buna kadın götüren sefil adam mevkisinde kullanılmıştır. (y.n.)
20
Tenezzüh: Gezinti. (e.n.)
21
Tecellüt: Tekellüfle celadet göstermek. Kendini şecaatli ve cesaretli göstermeğe çalışmak. (e.n.)
22
Fürce: Methal, girecek yer, boşluk, açıklık, çatlaklık. (e.n.)
23
Evliya Çelebi bu köçekleri şöyle tarif eder: “İbrahim Han’ın malumuydu. Süğlünşah, Mahmutşah, Nazlı Yusuf gibi meypare hayvanlar diba, zerbaf ve zerdûz, çarkubab etekliklerle meydan-ı muhabbette tavusu bağı İrem gibi reftar ettiklerinde âdem dembeste olup ol dem meftun olur.” (y.n.)
24
İbram: Israrla rica etmek. Usandırıncaya kadar üzerine düşmek. (e.n.)
25
“Davul, zuma ve çengi şeştar sedası Ayasofya minaresinde müezzinlere ezan yanıltırdı.” (y.n.)
26
Hammer, Osmanlı müverrihlerinden Kâtip Çelebi’nin, Kara Çelebizade’nin, Nasuh Paşa oğlunun, Naima’nın Sultan İbrahim hakkındaki ifadelerini çok güzel bir şekilde icmal ederek şu satırları yazıyor: “Boyuna tazelenen arzuları her an yeni bir zevk aramakta alan padişah, muhayyilesinin icat ettiği ve saltanat kudretinin istihsaline müsait olduğu her türlü sefahate gark olup gitmekteydi. Kadınların tesiri kuvvet buldukça kendi kuvveti zâf buldu. Yirmi dört yaşına gelmiş olan hararetli ve bünyesi kuvvetli delikanlı birçok kadına malik olunca itidal bilmeyen arzularına sonsuz bir inkişaf verdi. O hâlde ki fıraşını yirmi dört saat içinde -birbiri ardınca- yirmi dört cariyenin ziyaret ettiği vakiydi.” (Ellinci Kitap)
Naima da şöyle diyor: “Zümrei nisvan furce bulup uzun mahpes ıstırabı çeken ve henüz o ıstıraptan kurtulan sadedil şehriyarı şivekârlıkla şikâfı amikul ka’rı heva vü lezzete düşürüp zendostluk fenninin garib meselelerini talim ettiler.” (C. 4, s. 236)
27
Düğün, gürültü, kavga, şamata. (y.n.)
28
Taabbüt: İbadet etmek. Kulluk etmek. (e.n.)
29
Fodla: Genellikle imarethanelerde yoksullara dağıtılan, kepekli undan yapılmış, pideye benzer bir tür ekmek. (e.n.)
30
Emsile Arapça fiillerin nasıl tasrif olunduğuna numune verilmek üzere, fakat tek bir fiilin tasrif cetveli olarak yazılmış bir risaledir. Bu risaleden sonra “bina”ya geçilir ve Arapça gramerde ileri gidilmiş olur. (y.n.)
31
İntizar: Birinin gelmesini, bir şeyin olmasını bekleme, gözleme. (e.n.)
32
Kulluk: Kamu düzenini korumakla görevli daire, karakol. (e.n.)
33
Tevcihat: Atama. (e.n.)
34
Ümniyye: Umut, niyet. (e.n.)
35
Naima, Cinci Hoca’nın hayatında bir dönüm noktası teşkil eden bu hadiseyi şu şekilde anlatır:
“Cinci Hüseyin Efendi talib-i ilim kıyafetinde İstanbul’a gelip Haşan Efendi oğlu Şeyh Mehmet Çelebi’ye dânişmend oldu. Çelebi Süleymaniye Medresesi’nden İzmir kazasına çıktıkta fakir Molla Hüseyin’i istihkar edip mülâzim etmediğinden maada İzmir’e bile götürmeyip İstanbul’da bıraktı. Fakir ağlayıp efendisinin bazı ihvan ve ehibbasından istişfa ettikte anlar dahi ‘Şu biçareye yazıktır. Bu kadar zaman dânişmendiniz oldu. Bile götürün.’ deyu rica ettiklerinde ‘Behey efendi bizim ırzımız vardır. Avrat ve oğlana efsun okuyan bir sehharı nabekârı bile götürüp mansıbımızda bednam mı olalım.’ deyu reddeyledikte biçare Cinci mükedder, nâlân ve giryan kaldı.” (C. 4, s. 35)
36
Naima, bir münasebetle Cinci Hoca’dan bahsederken “Kaviyyülbünye ne garip bir Türk’tü.” diyor. (C. 4, s. 334)
37
Ufunet: Pis koku. (e.n.)
38
Massetmek: Emmek, içine çekmek. (e.n.)
39
Atâ: Bağışlama. (e.n.)
40
İsticvap: Sorguya çekme, sorgu. (e.n.)
41
Sihri tarife çalışanların ifadeleri şöyle telhis olunabilir: Sihir, göklerin ve yıldızların vaziyetiyle bunlardan her birinin insanlarla, hayvanlarla, otlarla, madenlerle alakalarını göz önünde tutarak akla sığmaz, anlaşılmaz birtakım suretlerle o alakalardan birtakım hükümler çıkarmaktır. Hintliler sihir için “nefsin tasfiyesi çaresi”dir, dediler. “Miratül Meanî fi İdrakülâlemülinsanî” adını taşıyan bu eser, bu akideyi izah maksadıyla yazılmıştır. Nabatiler, muayyen ve erbabınca münasip zamanlarda müessir dua ve efsunlarla sihir yürütebilir diyorlardı. Kuru ağacı yeşermiş göstermek, sakin ve berrak havada şimşekler belirtmek, cinlerle söyleşmek gibi şeyler onlarca mümkün olup Sihrünnabt adlı kitap bu kanaate göre kaleme alınmıştır. Eflakin ve yıldızların teshirini ve bu sayede gaipten haber vermeyi kabil gören zümre de Kitabı Taymavüs ve Gayetülhakîm gibi kitaplarda bir sürü kaideler tespit etmişlerdir. Kitabül Cümhüre de o ayarda bir kitaptır. (y.n.)
42
Zenebüddeccac, tavuk kuyruğu demekse de bir yıldızın da adıdır. Cinci Hoca şuradan buradan kapıp bellemek suretiyle bu gibi lügatleri, ıstılahları gelişigüzel kullanıyordu. (y.n.)
43
Teşyi etmek: Yolcu etmek, geçirmek, uğurlamak. (e.n.)
44
Hazakat: (hekimlikte) El uzluğu, ustalık, bilgililik. (e.n.)
45
“Sonsuz iftiralar yüzünden bütün bünyesi müteessir oldu, zaafa uğradı, derin bir hüzne kapıldı, çeşit çeşit ızdıraplar çekmeye başladı. Bu vaziyette reyine müracaat olunan hekimbaşı Hamalzade Mehmet Efendi, kendisine itidalden ve istirahatten başka bir ilaç tavsiye etmediği cihetle nazardan düştü, Büyükada’ya sürüldü. Yeri -şüphe yok ki nabzına göre şerbet vermeyi daha iyi bilen- İsa Efendi’ye verildi.” (Hammer, 49. Kitap)
46
Tevsik: Vesikalandırmak. Vesikalamak. Sağlamlaştırmak. (e.n.)
47
Hamel burcu: Koç burcu. (e.n.)
48
Sevr burcu: Boğa burcu (e.n.)
49
Cevza burcu: İkizler burcu (e.n.)
50
Cinler ve şeytanlar üzerine -tesdit ve tağlizle- hüküm yürütmek ilmi ki Azayim adını taşır, bu gibi formüllerden terekküp ederdi. Verdiğimiz numune o ilme göre tertip olunan azimetlerden bir parçadır. Hintçe, İbranice ve Arapça kelimelerle uydurulmuştur. O ilme inananlar bu azimeti saraya tutulanlar için kullanırlardı. Başına bir besmele koyup yazdıktan sonra mavi muşambaya sararlar ve en üstüne de yeşil bez sarıp hastanın boynuna asarlardı. (y.n.)
51
Çördük, sinirleri tembih eden, kuvvetlendiren güzel kokulu bir ottur. Eski pharma- cologie’de tonique bir madde olarak kullanılırdı. (y.n.)
52
Tesanüt: Dayanışma, omuzdaşlık. (e.n.)
53
Matuh: Bunamış, bunak. (e.n.)
54
Firaş: Döşek, yatak, yere serilen şey, minder, şilte. (e.n.)
55
Meks: Durma, eğlenme, bekleme. (e.n.)
56
“Tarihî Simalar”, Ahmet Refik, s. 16.