Lale Devri

Lale Devri
M. Turhan Tan
Her şeyin başladığı 1703 senesi… Osmanlı tarihinin en şaşaalı ve tantanalı zamanı olan Lale Devri dönemi… Öyle ki döneme ismini verecek kadar ünlenmiş olan türlü türlü lale bahçeleriyle, başta Çırağan olmak üzere Sadâbâd, Ferahâbâd Saraylarının arzıendam eden güzel dilberleriyle, çeşitli siyasi entrikalarıyla meşhur olmuş bir dönemi… Karakterlerini Sultan III. Ahmed, Sadrazam İbrahim Paşa ve dönemin ünlü şairlerinden Nedim gibi gerçek kişilerin oluşturduğu Lale Devri romanında M. Turhan Tan’ın tarihî kurgu alanında kaleminden dökülenler oldukça merak uyandırıcıdır. Her şey güllük gülistanlık iken bütün insanların yüzüne daimî bir tebessüm yerleşmiş ve etraf cıvıl cıvılken bu masmavi gökyüzünü kanlı bir isyan kızıla boyayacaktır… Türk okuyucusu tarafından pek bilinmeyen M. Turhan Tan, tarihî roman geleneğimizin en önemli isimlerinden biridir. Birçok önemli memuriyetlerde bulunduktan sonra Sivas mebusluğu da yapmış ve 1922 yılından itibaren kendini tamamıyla yazı hayatına adamıştır. En önemli eserlerini ise tarihî romancılık alanında vermiştir. Bazı eserleri Almanca, İngilizce ve Yunanca gibi dillere çevrilen, tarihî gerçeklikleri berrak ve sürükleyici bir üslupla aktaran Tan, Türk tarihinin zengin mirasını eserlerine ustalıkla taşımış ve okuyucusuna tarihî romanları keyifle okutan bir yazar olarak Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Turhan Tan’ın ölümünden sonra unutulan ve Türk yazın hayatından çekilen eserleri, Türk okuyucusunun özellikle son zamanlarda ilgisini çeken ve neredeyse güncelleşen konulara değinip ele aldığı dönemlere ışık tutmakta, günümüzdeki kimi tartışmalara cevaplar getirmektedir.

M. Turhan Tan
Lale Devri

M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı.
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerine Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan M. Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile birlikte tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini vermeye başladı. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…

1
Edirne sokakları halk yığınları ile dolmuştu. Bunlar şaşkın şaşkın sağa sola koşuyorlar, ne yapacaklarını bilmiyorlardı.
Yıl 1703
Edirne’de mahşerî bir kalabalık, heyecanlı bir kargaşalık var. Bağıran, koşan, kaçışan kütle kütle halk. Bunlara kişneyen atların, böğüren develerin, anıran eşeklerin de sesleri karışıyor ve o mahşer, insanla hayvan sesini tizden, pesten birleştiren bir meşher oluyor.
Her çeşme önünde bin adam ve bin hayvan toplanmış. Musa Çelebi, İsa Çelebi, Yıldırım, Eskicami, Beyazıt, Sultanselim, Timurtaş, Kocamuratbey, Beylerbeyi, Sokullu, Tahtakale, Kasımpaşa, Eşekadın çeşmelerinden su yerine garip bir vaveyla dökülüyor gibi!
Büyük konaklar da bu mahşer içinde silah ve asker döken birer ağıza dönmüş. Makbul İbrahim Paşa, Timurtaş Paşa, Bölhenkli Hüseyin Paşa, Şakşakî Paşa, Ferruh Paşa, Mihal Bey, Defterdar İsmail Efendi, Ekmekçioğlu Ahmed Paşa, Zağanoz Paşa, Halil Paşa, İshak Paşa, Bostancı Sinan Paşa, Kazasker Efendi konaklarından fevç fevç, mevc mevc sokaklara müsellah adam boşanıyor!
Kervansaraylarla hanların da vaziyeti böyle… Rüstempaşa Hanı, Yemiş Hanı, Kapan Hanı, Beylerbeyi Hanı, Viran Han, İmaret Hanı, Eşekadın Hanı başta olmak üzere elli üç kervansaray ve han, altından insan fışkıran birer göze hâlinde!
Arda, Tunca ve Meriç Nehirlerinin dudak dudağa geldikleri yerde taştan bir duvak gibi uzanan Mihal Köprüsü, şefkatli bir kol gibi Tunca’nın beline dolanan Saraçhane Köprüsü, yine o mübarek suya başka bir yerde mermer bir kemer gibi sarılan Ekmekçioğlu Köprüsü bugün vazifelerini ters yapıyorlar, suları altlarından değil, üstlerinden geçiriyorlardı. Çünkü canlı ve heyecanlı bir kalabalık -dalga dalga- onların üzerinden akıyor, akıyor, akıyordu.[1 - Mihal Köprüsü’nü kıymetli seyyahımız Evliya Çelebi şöyle tarif ediyor: “Burada en ibretnüma eser Mihal Köprüsü’dür ki onun kurulduğu yerde Arda, Tunca, Meriç Nehirleri birbirine mahlut olur. O kadar geniş ve uzundur ki ruyizeminde manendi yoktur. İllaki, diyar-ı Alman’da Tuna üzerindeki Kelvar Köprüsü ola yahut Edirne’ye bir menzil uzakta Kocamurat Han’ın altmış dört göz Ergene Köprüsü ola. Mihal Köprüsü’nün bu üç divane nehir üzerine bina edilebilmesi keramet nevindendir. Uzunluğu ziyadedir, genişliği de üç arabanın yan yana geçmesine müsaittir. Fil cüssesi kadar taşlarla yapılmış kaldırımlı musanna bir köprüdür. Gözleri kavs-i kuzahvar kemerlerdir.”]
Ne vardı, ne oluyordu? Bunu, o mahşere katılanlardan çoğu da anlamıyordu. Hatta saltanat veliahdı olup o sırada Edirne’de bulunan Sultan II. Mustafa tarafından göz hapsinde tutulmak üzere İstanbul’daki kafesinden çıkartılarak bu eski payitahta getirilmiş olan Ahmed Sultan da[2 - Henüz padişah olmayan şehzadelerin adlarına ilave olunan sultan kelimesi isimden sonra gelir. Mesela padişahlar Sultan Ahmed, Sultan Mehmed diye anılır. Şehzadelere ise Ahmed Sultan, Mehmed Sultan denilir. İran’da da asalet ifade eden mirza unvanı prenslerde isimden sonra, başka asilzadelerde isimden evvel gelir.] Hünkâr Bahçesi Sarayı’ndaki köşkünü zelzeleye veren uğultunun sırrını anlamış değildi. Süslü mahbesinde telaşlı telaşlı dolaşarak ağaçlardan süzülüyor, bulutlardan dökülüyor veya yerden fışkırıyor gibi görünen bu müthiş gürültünün kaynağını anlamaya, mefhumunu kavramaya çalışıyordu.[3 - Hünkâr Bahçesi Sarayı, Edirne’de vaktiyle mevcut olan iki hünkâr sarayından biridir. Temelini İkinci Murat atmış ve Fatih Sultan Mehmed tarafından ikmal olunmuştur. Daha sonra Kanuni Süleyman devrinde genişletildi, onun halefleri eliyle de güzelleştirildi. Dört tarafını Tunca Nehri sardığından duvarsızdı. Saraçhane Köprüsü ile şehre bağlı idi. Çok güzel ağaçlarla süslü idi. Yer yer köşklerle bezenmişti. Harem dairesi kale biçiminde olup yedi kat üzerine kurulmuştu. Her katta birçok odalar, salonlar, şahnişler, teraslar, fıskiyeler ve havuzlar vardı. Bir yanında vücuda getirilmiş olan muhteşem koruda av hayvanlarının her çeşidi üretildiğinden padişahlar, diledikleri vakit orada av ihtiyaçlarını tatmin edebilirlerdi.]
O devirde şehzadeler tehlikeli mahluklar hükmündeydi. Bugün bulaşıcı hastalıklar mikroplarından ne kadar ürküyor ve kaçıyorsak eski zamanlarda da tahta namzet olan prenslerden öyle çekinilirdi, uzak kalınırdı. Çünkü padişahlar, her şehzadede bir taht müddeisi hüviyeti bularak vehme kapılırlardı ve bunları, ilk fırsatta boğazlarına sarılacak birer düşman sayıp korkarlardı.
II. Mustafa da biricik kardeşi Ahmed Sultan’dan son derece iğreniyor ve onun hayatında kendi ölümünün müjdesini yaşar görerek daimî bir ızdırap duyuyordu. Edirne’ye gelirken kardeşini İstanbul’da bırakmaktan çekinmiş, mahpus prensi sımsıkı kapalı tahtırevanlar içinde taşıtarak beraberinde getirmişti.
İmam gülünce cemaat makaraları koyuverir, kahkahalar koparır, derler. Padişahlar da nefret gösterince yakınında olanlar düşmanlık belirtir. Bu sebeple şehzadeler, saray muhitinde pek bikes yaşarlardı, kimseden sevgi görmezlerdi. Ancak günün akşamlı olduğunu -her türlü fâni pırıltılara rağmen- kavrayanlar ve padişahın bir gün ölüp kudretin, kuvvetin veliahda geçeceğini hesaplayanlar el altından mahpus prenslere yaranmaya çalışırlardı. Bunların sayısı daima mahduttu. Çünkü bugünün tavuğunu, yarının kazına tercih etmek, insanların en zayıf tarafıdır. Bu zaafı atıp da istikbale bel bağlamak, yarın daha iyi doymak için bugün aç kalmak her babayiğidin kârı değildir.
İstanbul’daki eski saray helvacılığından babacılığına ve oradan -okuryazar olduğu için- yazıcı halifeliğine geçip o sıfatla padişah mevkibine katılıp Edirne’ye gelen Muşkaralı İbrahim Efendi, işte o nadir babayiğitlerden biri idi. Bir yolunu bulup kendini veliaht Ahmed Sultan’ın hizmetine tayin ettirmişti. Onun ufak tefek işlerini görüyordu ve kendisiyle sık sık temasta bulunuyordu.
Bu zeki köylü, devlet işlerinin pek kötü gittiğini o işleri idare edenlerin hepsinden evvel anlamıştı. Padişah, tıpkı babası Sultan IV. Mehmed gibi ava meraklıydı. İlk saltanat yıllarında ordunun başına geçerek harbe gitmiş ve eski padişahlar gibi davranacağını zannettirmişken sonraları sakalını -şeyhülislamlığa getirdiği- hocası Feyzullah’ın eline vermişti. Onun işaretiyle oturup kalkmaya başlamıştı. Hâlbuki bu hoca -ilmine, fazlına rağmen- çok haris bir adamdı. Dört oğlunu kazaskerliğe çıkarmış, bütün akrabasını yüksek mevkilere yerleştirmiş, devletin bütün irat kaynaklarını, eşlerine, dostlarına paylaştırmış olmakla iktifa etmeyerek kendinden sonra büyük oğlu Fethullah’ın şeyhülislamlığa geçmesi için padişahtan ferman alacak kadar açgözlülük göstermişti.
Hocalar takımı onun bu tagallübünden son derece kızgındı. Vezirler zümresi de kendisini sevmiyordu. Çünkü o, padişahtan çok fazla istibdat yapıyordu, sadrazamlara etek öptürüyordu. Bunu yapmayanları, yapamayanları mutlaka felakete sürüklüyordu. Mesela on altı yıl süren dört cepheli ve çok felaketli bir harbi Karlofça Muahedesi’yle neticelendiren, memleketi refaha ve salaha kavuşturmak, orduyu tensik etmek isteyen Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa’yı istifaya mecbur etmiş, Daltaban Mustafa Paşa’yı ise öldürtmüştü.
Şimdi işbaşında bulunan Rami Paşa, bu gibi örneklerden ibret alarak müstebit ve muhteris şeyhülislamdan korkuyordu, başına bir çorap örülmeden hayatını emniyet altına almak çarelerini arıyordu. Halk da hocaların ve vezirlerin kinine, kızgınlığına iştirak ediyordu. Koca imparatorluğu malikâne hâline koyan şeyhülislamın ve onu şımartan padişahın aleyhinde atıp tutuyordu.
İşte Muşkara köyünden gelme Yazıcı İbrahim, bu vaziyeti çarçabuk kavradığından veliaht Ahmed Sultan’a yanaşmak yolunu tutmuştu. Bir kumaş götürmek, bir papağan satın alıp sunmak gibi vesilelerle onun yanına gittikçe dereden tepeden söz açıyor ve bir fırsat düşürüp yakında devrin değişeceğini, kafesin tahta munkalip olacağını fısıldıyordu.
İşaret ettiğimiz veçhile İbrahim zeki bir adamdı. Daha ilk temasta veliaht üzerinde fikrî bir hâkimiyet kurmuştu. Çünkü mahpus prensin görgüsüzlüğü ile beraber orta çapta bir dimağ taşıdığını sezmiş ve onun eğlenceye düşkün, paraya da haris bir basit kimse olduğunu görmüştü. Artık her karşılaşmada mukadder olan istikbalin inkişaf etmesi hâlinde yapılacak eğlenceleri, toplanacak hazineleri anlatıyordu.
Fakat zeki köylü, memleket vecibelerini de ihmal etmiyordu. Veliahdın mizacına göre söz söylerken bir münasebet bulup imparatorluğun siyasi, askerî, iktisadi durumunu da dile alırdı ve mesela şöyle bir ağız kullanırdı:
“Şehzadem, körler nasıl gözlerinin açılmasını bekliyorsa yatalak hastalar nasıl Allah’tan şifa umuyorsa halk da cenabınızın tahta çıkmasını öyle bekliyor. Çünkü mülk sahipsizdir, virandır. Halkın ciğeri koparılıp vergi diye alınıyor, bu kanlı ciğerler devletliler sofrasında yemek oluyor. Askerin düzeni yok, mahkemelerde adalet yok, mülkün hiçbir köşesinde emniyet yok. Bir zamanlar İstanbul’dan çıkan yedi yaşında çocuklar, başlarında altın dolu tepsilerle Bağdat’a kadar giderlerdi. Kimse önlerine çıkıp da kendilerine ilişmezdi. Şimdi köyler basılıyor, şehirler basılıyor ve bütün halk göz göre göre soyuluyor. Şevketli kardeşiniz bunları duymuyor. Hocasının yalanına kanıp oturuyor. Bu gidişle devletin uçuruma yuvarlanması muhakkaktır. Onun için büyük küçük herkes sizin tahta çıkmanızı istiyor ve bekliyor.”
Ahmed Sultan, bu sözlerden hoşlanmakla beraber, ihtiyat göstermekten geri kalmazdı. Ellerini yüzüne kapayarak mırıldanırdı:
“İstemem, istemem. Bana taht gerekmez, taç gerekmez. Tanrı, şevketli padişahımızı başımızdan eksik etmesin. Ben onun sadık duacısıyım.”
İbrahim, sinsi sinsi gülerek sözüne devam ederdi.
“Geceler mutlak sabaha erer, gafletler de mutlak bir uyanıklığa varır. Zulüm ile abat olanların akıbet berbat olmaları mukadderdir. Cenabınız istemeyedursun. Lakin Allah istiyor ve Allah’ın istediği olacaktır.”
Sonra, veliahdın hırslarını gıcıklamaya girişirdi:
“Bu viran memleketi şenlendirmek için sulh ister, salah ister. Âl-i Osman tahtına saadetle cülus buyrulunca halkın dileğini merhamet buyurup göz önünde tutunuz. Mümkün olduğu kadar harpten uzak kalınız. Harp, yedi başlı bir ejderdir. Memleketi kurutur, çöle çevirir. Sulh ise şefkatli bir güneştir, çölü bağ yapar. Kuru ağaçlara can verir. Yine sulh sayesinde hazine dolar, her tarafta altın bolluğu belirir. Cenabınız da bu bolluk içinde üzülmezsiniz, sefayı hatırla saltanat sürersiniz, halktan hayır dua alırsınız.”
İşte bu gibi sözler, bu gibi telkinler, Ahmed Sultan’ı Muşkaralı İbrahim’e candan dost edip bırakmıştı. Her gün onu görmek, onu dinlemek isterdi. Fakat son günlerde, İbrahim görünmez olmuştu. Acaba padişah, bu biricik dostun ziyaretlerinden şüpheye mi düşmüştü? Yoksa İbrahim hasta mıydı?
Veliaht, bilhassa o mahşerî uğultunun yüreğine aşıladığı merak içinde İbrahim için geniş ve pek geniş bir iştiyak duyuyordu, onu bir-iki dakika görebilmek uğrunda birkaç kese akçe feda etmeyi göze alıyordu.
Birkaç kese akçe dedik. Çünkü Ahmed Sultan, olur olmaz zevkler ve hazlar uğrunda para kurban edecek bir meşrep sahibi değildi. Parayı okşamak, sevmek, heyecanlı bir ihtiras ile saymak için severdi. Onun gözünde para, kadın gibi bir şeydi. Sevilen kadın nasıl başkasına verilemezse para da hayati bir zaruret olmadıkça elden çıkarılamazdı.
Fakat uzaklardan dalga dalga süzülüp gelen uğultu, bütün benliğini endişeli bir merak içine düşürdüğünden ve bu merakını -en doğru bir lisan, en samimi bir ifade ile- ancak Yazıcı İbrahim’in giderebileceğine iman beslediğinden işte bu fedakârlığını da -hayalengöze alıyordu.
Veliahdın mahbesinde halayıklar, köleler vardı. Lakin onlar da kendisi gibi mahpus kimselerdi. Dört duvar dışındaki hadiselere yabancı yaşıyorlardı. Kendilerine, köşkün temelini sarsan şu esrarlı uğultunun ne olduğunu sormak manasızdı. Bu sebeple veliaht, büyücek bir oda içinde dönüp dolaşıyordu, boyuna İbrahim’i düşünüyor ve İbrahim’i sayıklıyordu.
Genç prensin, bahtı yâr imiş ki bu sayıklamadan çabuk kurtulmak imkânını buldu. Bir kölenin: “Yazıcı İbrahim kulunuz geldi, mübarek hâk-i pâyinize yüz sürmek ister.” diye verdiği haber üzerine hemen köşkün selamlık vazifesi gören kısmına geçti, orada selam vaziyeti alarak emir bekleyen İbrahim’in koluna yapıştı:
“Neredesin be adam! Gözlerim yollarda kaldı, içimi de endişe aldı. Hastasın sanıp üzülüyordum.” dedi.
Zeki köylü hemen eğildi, veliahdın eteğini öptü ve korkak bir sesle mırıldandı:
“Arz olunacak sözlerim var şehzadem. Halvet gerek!”
Ve biraz sonra baş başa kalınca anlattı:
“Gece bitiyor, gün doğuyor; İstanbul, Edirne üzerine yürüyor!”
Birden iliğine kadar titreyen şehzade, şuursuz bir tehalükle sordu:
“İstanbul, Edirne’nin üzerine mi yürüyor? Bu ne demek?”

2
Dört çifte muhteşem kayık, durgun sularda ağır ağır ilerlemeye başladı.
“Ocaklı ayaklandı, payitaht halkı da onlara katıldı, büyük bir ordu Edirne’ye doğru yola çıktı. Hırsız şeyhülislam, allem edip kallem edip işi saklamak istiyordu. Başaramadı; sır meydana çıktı, saray altüst oldu. Şeyhülislam oğullarıyla Erzurum’a sürüldü. Fakat iş işten geçmişti. Yaydan çıkan ok geri alınamazdı. Onun için şevketli kardeşiniz son çareye başvurdu; buradaki askeri sefere hazırlattı, bol para dağıtıp alay alay gönüllü yazdı. Kendi de zırhını giydi; miğferini başına geçirdi, kılıcını kuşandı. Şimdi Babaeski’ye doğru yola çıkıyor.”
“Demek duyduğum gürültünün sebebi bu.”
“Evet, Edirne mahşere döndü. Tam seksen bin kişi silahlanıyor, atlanıyor, sefere hazırlanıyor.”
“Sonu ne olacak bu işin?”
“Demin arz ettim şehzadem. Gece bitecek, gündüz başlayacak. Cenabınız da yeni günün güneşi olacaksınız.”
Ahmed Sultan, gamlı gamlı başını önüne eğdi, uzun uzun düşündü ve sonra nemli gözlerini Yazıcı İbrahim’e dikerek inler gibi konuştu:
“Şevketli kardeşim, çok muhtemel ki gazaba gelsin, beni hazfetmek istesin. O zaman, biteceğini söylediğin gece benim ömrümü saracak şu mahbes mezarım olacak.”
İbrahim’in yüzü ciddileşti, sesine başka bir ahenk geldi ve iman telkin eden o sesle dudaklarından şu cevap döküldü:
“Yapamaz. Çünkü sizin masum kanınıza bulaşacak elini yıkamadan kendi kanının da döküleceğini bilir, İstanbul’dan yola çıkanların şakası yok.”
Veliahdın sararan yüzü biraz açıldı, gözlerindeki nem kurudu. Fakat merakı ziyadeleşti, heyecanı çoğaldı, hadiselerin hakikatini anlamak ihtiyacı arttı.
“Kuzum İbrahim, açık söyle. İki taraftan hangisi kuvvetli?” dedi.
“İstanbul’dan gelenler.”
“Kardeşimin seksen bin askerle yola çıkacağını söyledin. Bu, az bir kuvvet mi? Hele başında padişah da olunca ötekiler nasıl karşı durur?”
“Buradan gidecek kalabalığın başında buyurduğunuz gibi şevketli hünkâr var. Lakin İstanbul’dan gelenlerin önünde de sancak-ı şerif çekiliyor.”
“İsyancılar sancak-ı şerifi de mi elde etmişler?”
“Evet, şehzadem. Onlar, İstanbul sarayını basıp sancağı almışlardır. Bunu yapmamış olsalardı yine galip geleceklerdi.”
“Neden?”
“Çünkü bu ayaklanmayı ilk düşünen cebeciler, talimatı Sadrazam Rami Paşa’dan aldılar. Şevketli kardeşiniz ise Rami Paşa’ya güveniyor.”
“Buna emin misin?”
“Bir-iki güne kadar cenabınızı Âl-i Osman tahtında oturur göreceğime ne kadar eminsem İstanbul’daki ayaklanmayı Rami Paşa’nın yaptığına da o kadar eminim.”
“Demek ki şevketli kardeşim tuzağa düştü.”
Bugün değil şehzadem, çoktan düştü. Şeyhülislama aldanıp da amca oğlunu sadrazamlıktan ayırdığı gün padişahımızın yıldızı kararmış, sizin yıldızınız parlamaya başlamıştı.”
“Peki, şimdi ne olacak dersin?”
“Gaibi Allah bilir. Lakin tedbir takdire uygun düşerse cenabınızın cülusunuz muhakkaktır.”
Ahmed Sultan’ın yüzü biraz ekşir gibi oldu, gözleri yine dalgınlaştı. İbrahim’in hem kati hem müphem konuştuğunu görüyordu, bu durumdan -onun her ihtimale karşı- kaçamak yolu aradığına zahip olarak endişeleniyordu. Ondan ötürü sesine sitemli bir eda çizdi.
“Bir sözün, öbür sözünü tutmuyor. Demin bütün işlerin iyi gideceğini söylüyordun. Şimdi tedbirin takdire uygun düşmesi gerek diyorsun. Beni avutmak mı dilersin yoksa bir felaketten korkup da yüreğimi peklemek mi istersin? Açık söyle İbrahim, beni gerçekten seviyorsan bildiğini ayan eyle.” dedi.
Muşkaralı yazıcı gülümsedi:
“Alın yazısı bozulmaz. Levh-i mahfuzda ne takdir olunmuş ise onu göreceğiz padişah ile köle, kavi ile zayıf hep bu hükmün kurbanıdır. Fakat cenabınız benden iyi bilir ki kul tedbirini yapar, Halik takdirini yürütür. Rami Paşa, cenabınıza hizmet için değil; kendini şeyhülislamın çiftesinden, celladın o çifteye bağlı baltasından korumak için velinimetini, şevketli hünkârı kündeden atmak istemiştir. Her tedbiri almıştır. Yüzde yüz mümkün ki onun çevirdiği dolap umulan neticeyi versin, geceler bitip yeni bir gün doğsun!” dedi.
Ahmed Sultan, sinirlenir gibi oldu, sert sert bakındı ve bağırdı:
“Bre yazıcı, bırak şu medrese ağzını! Türkçe konuş; Rami Paşa gidisinin tedbiri nedir, bu tedbirden çıkacak netice nedir? Bunları söyle!”
“Sultanım, telaş buyurmayın. O tedbir, cenabınızı tahta götürecektir.”
“Haydi, öyledir diyelim. Fakat tedbirin aslı nedir?”
“Kulunuzun sezişine göre Edirne’den çıkan ordu ile İstanbul’dan Edirne’ye doğru yola düzülen ordu dövüşmeyecek. Kucaklaşıp öpüşecek. Şevketli kardeşinize de bu durumda tahtı, tacı bırakmak düşecek.”
Ananeye göre henüz sakal bırakmamış olan Ahmed Sultan’ın eli, kılsız çenesine gitti, gözleri önüne eğildi. Verilen haberden pek mahzuz olduğu bu düşünceli hâlinde de apaçık görünüyordu. Bununla beraber endişeden tamamıyla kurtulmuş değildi. Ortaya atılan ve kendisince hayati bir kıymet taşıyan mevzunun tamamıyla aydınlanmasını istiyordu. O sebeple biraz düşündükten sonra başını kaldırdı, odaya gireliden beri ayakta duran İbrahim Efendi’ye bir Bursa ihramı gösterdi.
“Yazıcı, otur şu işi ‘minelbap ilelmihrap’ anlat.” dedi.
Muşkara köylüsü, yer öptü “Estağfurullah sultanım, oturmak ne haddime.” diyerek yine ayakta kaldı. Fakat şehzade ısrar edince:
“Elemri fevkaledep” tekerlemesini tekrarlayarak gösterilen yere diz çöktü anlatmaya koyuldu.
“Daltaban Mustafa Paşa’yı şeyhülislamın öldürtmesi çok dedikodu uyandırdı. Halk ve asker bu işin haksız olduğunu söyleyip duruyordu. Onun yerine sadrazamlığa geçen Rami Paşa’nın bu cinayette eli vardı. Hem bu suç ortaklığından hem de aynı akıbete uğramak tehlikesinden kurtulmak için düzen kurmaya koyuldu. Moskofların sınır üzerinde kımıldamaları, Kırım Hanı’nın isyan bayrağını çekmesi de ortalığa dedikodu tohumları döküyordu. Rami Paşa, bu durumdan kendi hesabına istifade etmek istedi. Ne Moskof işiyle uğraştı ne Kırım meselesine ilgi gösterdi. Hristiyanların, Yahudilerin sarı ayakkabı, kırmızı çuha kalpak giymelerini yasak etmekle, İslam kadınlarının geniş ferace ve kalın yaşmak kullanmalarına ferman çıkarmakla oyalandı. O arada Venedik tercümanına da sopa attırdı. Bunları yapmaktan maksadı İslam’ı, Hristiyan’ı ve ecnebiyi hükûmetten soğutmaktı. Sonra şevketli hünkârın zihnini çeldi. Herkes sıkıntıdan feryat edip dururken sultan efendilerimizden üçünün birden düğününü yapmaya izin aldı. Onlardan birini Köprülü oğlu Numan Paşa’ya, ikincisini Maktulzade Ali Paşa’ya, üçüncüsünü Silahtar Çorlulu Ali Paşa’ya nişanladı, her sultan efendimiz için bir de saray yaptırmaya başladı. Hâlbuki bu işlerin sırası değildi. Hele nişan olacak damat paşaların verdikleri şeyler halkın gözüne pek büyük görünüyordu. Çoğu bir lokma ekmek bulamayan bir kalabalığa o nişanları göstermek hata idi.”
Veliahdın para ve elmas hırsı birden şahlandığından mevzuyu unutuverdi, heyecanla sordu:
“Yeğenlerimin nişanlandıklarını bana haber verdiler ama damatların nişan diye yolladıklarını göstermediler.”
İbrahim Efendi’nin kaşları belli belirsiz çatıldı, gözlerinde bir ışık belirip söndü. Fakat hiddetini sezdirmedi, cevap verdi:
“Çorlulu Ali Paşa, kendine nişanlanan Emine Sultan hazretleri için bir elmas broş, bir elmas çaprast, bir elmas bilezik, bir yakut salkım küpe, bir elmaslı ayna, bir elmaslı nikap, bir incili mest ve pabuç, bir elmaslı altın nalın, iki bin flori, kırk tabla şeker yolladı. Ayşe Sultan hazretleri için de Damat Numan Paşa, bir elmas broş, bir elmas bilezik, bir zümrüt küpe, bir elmaslı çaprast, bir elmaslı nalın, bir elmaslı mest ve pabuç, iki bin flori ve kırk tabla şeker gönderdi. İki damat yalnız küpede ayrılmışlardı. Fakat Çorlulu’nun yakut, Köprülü’nün zümrüt küpeleri de Mısır eyaletinin bir yıllık vergisi değerinde idi.”
Ahmed Sultan -sanki bu servetin kendine sunulmamasından hayıflanıyormuş gibi- içini çekti.
“Peki, anladım. Sen şu ayaklanma işini anlat.” dedi.
“Evet sultanım, Rami Paşa bütün bu işleri halkın devlet-i âliyyeye karşı hırslanması için yapıyordu. Meramına erdiğini sezdikten sonra Cebecibaşı İbrahim’i Edirne’den İstanbul’a yolladı, bir ayaklanma hazırlatmaya girişti. Herifin hararlarını, heybelerini çil akçe ile doldurmuştu. Fitne uyandırmak; kazan kaldırtmak için o paraların saçılmasını emretmişti. Şevketli kardeşiniz bu olup biten şeylerden bihaberdi, kendisine akıl kâhyalığı yapan şeyhülislam efendi de gaflet uykusunda idi. Onun için Cebecibaşı İbrahim meydanı boş buldu. Gürcistan’a gidecek iki yüz cebeciyi ele aldı, heriflere -birikmiş ulufelerini istemek bahanesiyle- bayrak açtırdı. Cenabınıza malumdur ki devlet-i âliyyeyi ızdıraba düşüren bütün ayaklanmalar hep böyle küçük vakalarla başlamıştır. İki yüz cebecinin gürültüsü de çarçabuk büyüdü. İşsiz, güçsüz kimseler şeyhülislamdan hoşlanmayan medreseliler hatta ayaklarından pabuçları, başlarından kalpakları çıkartılmış olan Hristiyanlarla Yahudiler bu alaya katıldı ve habbe bir çırpıda kubbe oldu, katreden derya doğdu, İstanbul sokakları gürültüye boğuldu. Şeyhülislamın damatlarından biri, Köprülülerden Abdullah Paşa İstanbul kaymakamı idi. İkinci damadı da -Mehmed Efendi- İstanbul kadılığında bulunuyordu. Cebecibaşının talimi ile cebeciler ve halk ilkin Abdullah Paşa’nın sarayına saldırdılar. Paşa, yeniçerilerle saray bostancılarını silahlandırıp hücuma karşı koymak istedi, muvaffak olamadı. Çünkü yeniçeriler de Etmeydanı’nda toplanmaya ve at meydanında karargâh kuran cebecilerle el birliği yapmaya hazırlanmışlardı. Saray bostancıları ise ‘Padişahtan ferman yok, biz Muhammed ümmetine kendiliğimizden silah çekemeyiz.’ deyip yan çizmişlerdi.
Dükkânlar kapanmıştı, bütün İstanbul halkı cebecilerin bir iş başarabilmesine dua ediyordu. Bu sırada Abdullah Paşa kaçtı, İstanbul kadısı yakalanıp hapsedildi, yeniçerileri uslu tutmak isteyen sekbanbaşı öldürüldü. Saray basılarak sancak-ı şerif alındı, ulema Atmeydanı’na getirildi, esnaf şeyhleri isyana karıştırıldı. ‘Padişahın adaleti olmadığından üzerine huruç edildiği ve adalet olmayınca ibadet de olamayacağı’ ileri sürülerek cuma namazı yasak edildi ve şevketli kardeşinize bir mahzar gönderildi. Bu mahzarda ‘Şeyhülislam ile oğullarının hemen azli ve kendisinin de hiç durmadan İstanbul’a gelmesi’ isteniliyordu.”
Rengi derece derece sararan Ahmed Sultan mırıldandı:
“Küstahlık, büyük küstahlık!”
“Beliğ sultanım, küstahlıktır. Lakin kusur, yine bu caniptedir. Şeyhülislama o kadar yüz verilmemek, halkın kalbi kırılmamak, hocalar takımı gücendirilmemek gerekti.”
“Her neyse, sen kıssayı tamamla!”
“Mahzarın şevketli hünkâra verilmesi için ulemadan beş ve her ocakla her esnaf loncasından ikişer kişi seçilmişti. Bu kalabalık heyet Edirne’ye doğru yola çıktı. Lakin kendilerinden önce haberleri buraya ulaştığından şeyhülislam efendi telaşa düştü. Şevketli kardeşinize haber vermeden bir meclis kurdu, orada işi müzakere ettirdi, sonra huzura girerek dört-beş baldırı çıplağın bulanık suda balık avlamak istediklerini ve İstanbul’da toplanan cemiyetin bir hamlede dağıtılacağını söyleyerek yoldaki heyetin yakalanmasına, hapsedilmesine izin aldı, kul kâhyasını bir orta yeniçeri ile yola çıkardı. Eğridere’de heyeti tutturdu, zindana koydurdu.”
Veliahdın heyecanı son haddi bulmuştu, oturduğu yerde kıvranıyordu, söz buraya gelince diz üstü çöktü:
“Allah Allah! Neler neler olmuş da ben duymamışım.”
“Duymadınız sultanım, duyamazdınız da. Ben kulun size zarar erişmesin mülahazasıyla ziyaretinizden ayağımı çekmiştim. Yalnız gözümü dört açmıştım. Cenabınıza yarar haber almak için kapı kapı dolaşıyordum.”
“Berhudar ol, sadakatinin mükâfatını göreceksin.”
“Cenabınızı Âl-i Osman tahtında sıhhatle, afiyetle, şevketle oturur görmekten gayri emelim yok. Ulu Tanrı sizi Muhammed ümmetine bağışlasın, bir gününüzü bin etsin.”
“Hazzettim, Allah seni de bana bağışlasın. Kıssanı tamamla.”
“Elçilerin yakalanmasını haber alan isyancılar küplere bindiler, hemen Edirne üzerine yürümeyi kararlaştırdılar, harekete de geçtiler. Şevketli kardeşiniz bunu duyunca nasıl bir hata işlediğini anladı, şeyhülislam ile oğullarını mansıplarından çıkardı, Erzurum’a sürdü. Fakat İstanbul’dan çıkan ordu dönmedi, yürümekte devam etti. Çünkü Rami Paşa çevirdiği dolabın bir gün anlaşılacağını, şeyhülislamın er geç sürgünden döneceğini düşünüyordu. Şevketli kardeşinizi ortadan kaldırmak istiyordu. İstanbul yoluna da ulak yollayıp ‘Sakın dönmeyin, gelin işinizi tamamlayın!’ diye öğüt veriyordu. İşte bu sebeple isyancılar ilerledi, Edirne’ye adım adım yaklaştı. Şevketli efendimiz telaş içinde idi, Rami Paşa’dan yardım bekliyordu. O, son bir ihanet olmak üzere Edirne’deki askerle ve toplanacak gönüllülerle İstanbul’dan gelecek orduya karşı konulması fikrini ileri sürdü, şevketli hünkârı kandırdı. Şimdi padişahımız hayatını tehlikeye koyuyor, kendine yâr olmayan bir ordu ile asileri karşılamaya, onlarla harp etmeye gidiyor!”
Veliaht, muzdarip bir merakla sordu:
“Harp olur mu, İstanbul ordusu bozulur mu dersin?”
“Evvelce de arz ettim. Harp olmaz. Çünkü Rami Paşa harp için değil, efendisini asilere teslim etmek için yola çıktı.”

3
Sadâbâd’daki lale bahçeleri, genç âşıkların şen kahkahalarıyla çınlıyordu.
Şimdi susmuşlardı, düşünüyorlardı. Yazıcı İbrahim, bir yandan saltanat müjdelerken bir yandan da vehmini tahrik ettiği, iradesine sarsıntı verdiği veliahdın hem o müjdeyi hem de bu telkinleri unutmayarak bütün bir istikbalde kendine bağlı kalacağını kuruntuladığı veliahdı yan gözle süzüyordu. Yarın padişah olacak adama bir padişahın nasıl kündeden ve tahttan atılacağını öğretmek, ona daimî bir endişe aşılamak demekti. Endişe ise mutlaka tesliyet bekler. Şu hâlde yarının padişahı, ruhuna yerleşen endişeyi o endişeye mahrem olan adamın sözleriyle müteselli etmek, avutmak isteyecekti. İşte İbrahim, bu noktayı düşünüyor ve veliahdın tahta çıktıktan sonra kendisini aramak zorunda kalacağını tahmin edip seviniyordu.
Veliaht da iki ordu arasında asılı durur gibi görünen tahtın kardeşine mi, kendine mi mukadder olduğunu hesaplamaya çalışıyordu. Eğer ordular harekete geçmemiş ve kendisinden mütalaa sorulmuş olsa bahtını tecrübeye kalkışmaktan o, şüphe yok ki çekinecekti. Çünkü yaradılışında atılganlık, kavgacılık yoktu. Tahtı bir isyan ordusunun neticesi müphem ve meşkûk hamlesinden değil, ölümün elinden almak ona daha tehlikesiz görünüyordu. Çünkü veliahttı, kendisinden yaşça büyük olan kardeşinin ölümüyle tahta -dağdağasızca- çıkacaktı. Böyle bir vaziyette bahtını silahların kuvvetine bağlamak hiç hoşuna gitmiyordu. Lakin oklar yaydan çıkmış, ordular yola düzülmüş ve taht, muzaffer olacak tarafın iradesine bağlı kalmış olduğundan yapılacak iş, kardeşinin mağlup olmasını temenni etmekten ibaret kalıyordu.
Veliaht işte bu temenniyi bir dua şeklinde açığa vurdu, elini göğe doğru kaldırarak inledi:
“Rabb’im dine ve devlete hayırlı olan ne ise onu mukadder etsin!”
Sonra yüzünü Yazıcı İbrahim’e çevirdi:
“Sözlerinden, Rami’nin oynadığı oyunları anladım. Yalnız öğrenmek istediğim bir şey daha var. İstanbul ordusunu kimler kumanda ediyor?” dedi.
“Sipahi Karakaş Mustafa, Yeniçeri Toracanlı Ahmed, Cebeci Küçük Ali. Çalık Ahmed de hepsinin başı.”
“Ya hocalardan önayak olanlar kim?”
“Başmakçı oğlundan şevketli kardeşinizin haline fetva alındığını duyduk.”
Veliaht biraz daha düşündü; bıyıklarını sık sık burdu, çenesini bol bol kaşıdı, sonra ayağa kalktı.
“Yazıcı, senden çok hoşnutum. Fakat maslahat naziktir belki hayatım tehlikededir. Onun için canını icap ederse tehlikeye koyup beni her hâlden ve her olup bitenden hızla haberdar etmeni isterim. Padişahlar rica etmez ama ben işte rica ediyorum. Beni yalnız koyma, habersiz bırakma.” dedi.
Muşkaralı köylü yer öptü, birçok dualarda bulundu, öğütler verdi:
“Zinhar merak etmen, telaşa düşmen!.. Çok geçmez Âl-i Osman tahtı, cenabınıza nasip olur. Ben kulun ne duyarsam vakit fevt etmeden efendime arz ederim.” dedi.
Sözünde de durdu, hemen her gün veliahdı ziyaret ederek iki ordunun birbirlerini hedef tutarak yavaş yavaş ilerleyişleri hakkında malumat verdi, vaziyetin gittikçe veliaht lehine inkişaf ettiği hakkında müjdeler getirdi ve dördüncü yahut beşinci ziyaretinde ise -heyecandan boğulan bir sesle- şu beşareti haykırdı:
“Çalık Ahmed, İstanbul’dan çıkmadan cenabınızın mübarek adını halife ve padişah diye hutbelerde okutmuş!”
Veliaht, tepeden tırnağa kadar titredi, ölü gibi sarararak kekeledi:
“İdamım hükmünü demek ki imzaladı. Şevketli kardeşim bu küstahlıktan beni mesul eder, mutlak canıma kıyar.”
İbrahim Efendi, istihza eder gibi gülümsedi ve şehzadenin burnu dibine kadar sokuldu.
“Latife mi buyurursuz sultanım? Cenabınızın hayatına suikast etmek için kimde cesaret kalmıştır? Hutbe kaziyesi duyulunca herkes elini göğe kaldırıp yüreğini Hüda’ya açıp manen cenabınıza biat eylemiştir. Edirne’den götürülen ordu da aynı hâldedir. İstanbul’da mübarek isminizin hutbelere geçtiğini işitip cenabınızı padişah tanımıştır.”
“Ne garip söylersin İbrahim, ben burada mahpusum, şevketli kardeşim ordu başında durur. Sen hâlâ türrehat sıralarsın. Ben padişah isem şu kafeste niçin otururum?”
“Bir küçük maslahat var, o da tasfiye olununca meramımız tamamıyla hasıl olacaktır.”
“Nedir bu maslahat?”
“İki ordunun birleşmesi, şevketli kardeşinizin hakikati anlayıp tahttan feragat etmesi!”
“Ya bu iş ters olursa?”
“İmkânı yok!”
Ve birden hatırına bir şey gelmiş gibi davrandı:
“Sultanım, Çalık Ahmed gidisi şeytana külahı ters giydirecek kadar akıllı imiş. İstanbul’da meşveret kurulurken ilkin amcazadeniz sağır Şehzade İbrahim Sultan’ın tahta çıkarılması fikrini ileri sürer.” dedi.
Veliaht, kendinden geçer gibi olarak feryadı kopardı:
“Ne yabana söyler o melun türedi? Ben bütün şehzadelerin ek-beri, aslahı ve erşedi değil miyim? Kanun, kardeşimden sonra tahtı bana mukadder kılmamış mıdır? Bir Çalık Ahmed, Âl-i Osman kanununu dahi payimal mi etmek ister?”
Muşkaralı yazıcı sükûn ile cevap verdi:
“Merhamet buyurun sultanım, sözümü bitireyim. Çalık Ahmed’in Şehzade İbrahim Sultan’ı İstanbul meşveretinde dile alması, gerçekten onu padişah tanımak için değildir. Askerî tayfanın, ulemanın, esnafın ağzını aramak; aynı zamanda şevketli kardeşinizin gazabını cenabınızdan uzaklaştırıp o masum üzerine çevirmek içindir.”
“Anlamadım yazıcı, bir daha söyle!”
“Çalık Ahmed bu fikri ortaya atmakla herkesin cenabınıza sadık olduğunu meydana çıkarmak istemiştir. Çünkü o meşveret meclisinde bulunanlar ve bütün askerî tayfa: ‘Biz veliaht Ahmed Sultan’ı isteriz, padişahlık hem onun hakkıdır hem onun endamı için biçilmiş kaftandır!’ diye bağırmışlardır. Şevketli kardeşiniz de bu kaziyeden sizin isyan işinde parmağınız olmadığını anlamışlardır. Çalık Ahmed’in de maksadı bu idi. Yani sizin için çalışmaz görünüp cenabınızı padişahımız efendimizin hışmından, gazabından korumaktır.”
Veliaht, sık sık yaptığı gibi yine düşünmeye daldı, birkaç kere kaşını çatıp açtı, birkaç defa da içini çekti ve birden ayağa kalkarak Yazıcı İbrahim’in omuzuna elini koydu.
“Sözün, doğru da olsa Çalık Ahmed’in amcam oğlunu dile alması bir suçtur. O meşveret meclisinde üç-beş kendini bilmez bulunup da ona peyrev olsalardı, amcam oğlu İbrahim’in tahta çıkmasını münasip görselerdi hâlim nice olurdu?” dedi.
Ve ağzı köpüre köpüre haykırdı:
“Asla, asla affetmeyeceğim. Çalık Ahmed’in bu küstahlığını unutmayacağım. Dediklerin sahih ise ulu Tanrı da takdir etmişse bugün yarın ecdadımın tahtına onun yardımıyla çıkmış olacağım. Öyle iken kendisinden nefret ediyorum. Çünkü Âl-i Osman kanununa saygısızlık göstermiştir. Bu haltı bir defa eden adam, başı sıkılınca ve benden sıdkı sıyrılınca yine küstahlaşır, İbrahim Sultan’ı gerçekten tahta çıkarmaya çalışır. Onun için Çalık Ahmed ölmelidir.”
İstikbalin servet, şöhret, tantana ve sonsuz bir ikbal ile dolu ufuklarını seyretmekte ve o ufuklarda rakipsiz gezmek için planlar çizmekte olan Muşkaralı İbrahim ciddi, çok ciddi bir çehre takındı, kelimelerin üzerinde dura dura cevap verdi.
“Mübarek dudağınızdan çıkan her söz bir hükümdür, mutlak yerini bulur. İlahi iradeler gibi müessir olur. Çalık Ahmed de ölecektir sultanım. Ancak fitne deryası henüz dalgalanıyor. Bu deryanın sükûna ermesi, mülkün sütliman hâline gelmesi asan değildir. Onun için cenabınız hikmet-i hükûmet icabı teenni buyurmaktasınız. Duyduklarınızı, bildiklerinizi unutmuş görünmelisiniz, ta ki fitne dalgaları yatışsın. Bugün taht u taca namzetler göstermek küstahlığını gösterenler, gaflet uykusuna yatar o vakit dilediğinizi icra buyurursunuz.”
Veliaht, çok iyi düşünen ve çok güzel konuşan basit yazıcıyı şöyle bir süzdü. Onun pırıl pırıl parlayan gözlerinde, kendi iradesini de bol bol aydınlatacak, cilalandıracak bir ışık buldu, için için:
“Akıllı adam, akıllı adam!” diye söylendikten sonra sakin sakin sordu:
“Bu Çalık Ahmed nereden çıktı?”
“Eski bir yeniçeridir sultanım. Nemse harplerinde pala salladı, birçok gürültülere karıştı, ün aldı. Kul kâhyalığına kadar yükseldi. Yolunca terakki gördüğü, ocakça sevildiği, iyi başarır bir adam olduğu için hakkı ağalıktı. Fakat Şeyhülislam Feyzullah Efendi, ocaklının başında kendine sadık kimseler bulunmasını istediğinden bir sırasını düşürdü, hiç yoktan bahanelerle Çalık’ı kâhyalıktan çıkardı, açıkta koydu.”
“Demek ki şimdi hınç çıkarmak, öç almak ister.”
“Öyledir sultanım.”
Ve bir nebze düşündükten sonra ilave etti:
“Cenabınıza ayandır ki son devirlerde ahlak son derece bozulmuştur. Allah Allah diye bağıranların Allah’a inandıkları yoktur. Hep cer için, para devşirip günlerini hoş geçirmek için Allah’tan dem vururlar. Memleket battı, devlet harap oldu diyenlerin de yüzde doksan dokuzu memleket sevgisi, devlet sevgisi taşımazlar, nefislerini düşünerek bir baltaya sap olmayı hedef edinerek hamiyet davası güderler. Yarın bu mülkün sahibi, bu halkın padişahı sıfatıyla çok şeyler göreceksiniz, çok şeyler işiteceksiniz. Ulu Tanrı’dan gece gündüz niyazım, sadık kölelere malik olmanızdır. Dışı içine uymayan karinler yüzünden ne felaketler vücuda geldiğini işte görüyoruz. Sultanımı adam seçmekte hak daima muvaffak buyursun!”
Şimdi veliahdın kafasında bir düşünce dolaşıyordu ve bu düşünce birden büyüyerek şüpheye munkalip oluyordu. Evet, Muşkaralı yazıcının pervasız bir dil kullandığına şüphe yoktu, müspet hakikatleri ileri sürdüğü anlaşılıyordu. Fakat acaba o da içi dışına uymayan ikiyüzlülerden, menfaat ardında koşan gayrisadıklardan biri miydi?
İşte veliaht birden bu düşünceye düştü, tecrübesiz bir adam olduğu için de kendini tutamayarak İbrahim’i hemen o dakikada mihenge vurmak istedi.
“Hakkın var, adam seçmekte çok titiz davranmak gerek. Padişahların bütün sıkıntıları, su-i karin yüzündendi. Öğüdünü kulağıma küpe yapacağım, para canlısı kimseleri yanıma yaklaştırmayacağım, ikiyüzlülere yüz vermeyeceğim. Lakin bana sen de yâr olmalısın, yakınımda bulunmalısın. Onun için tahta çıkar çıkmaz seni vezir yapmak isterim!” dedi.
Yazıcı İbrahim hemen yere kapandı, veliahdın ayağını öptü.
“Sultanım, teşekkür ederim ama bir niyazım var. İzin verirsen arz edeyim.” dedi.
“Söyle.”
“Ben kulunu bir zerre sayıyorsan bu zerreyi mesut görmek istiyorsan bu fikirden vazgeç!”
“Hangi fikirden?”
“Beni vezir yapmak fikrinden.”
“Niçin?”
“Ben haddimi bilirim, aczimi bilirim, noksanımı bilirim. Onun için vezir olmayı hatırımdan geçirmem. Cenabına da ayaklarını öpe öpe yalvarıyorum. Beni vezir edip de rezil etme. O şerefi ehline ver. Ben kulunu sade bir fakir gibi kapında tut.”
Zekâ, saffeti yenmiş ve veliaht çocukça yaptığı sınamada mağlup oluvermişti. Kafeste büyümüş, dünyanın gidişine karşı kör yaşamış olan şehzade, vezirliğin büyük bir nimet olduğuna ve bütün Osmanlıların o nimete ermek için hayatlarını fedayı göze aldıklarına inanan bir gafildi. İbrahim’in böyle müstesna bir saadeti yalvara yalvara reddettiğini görünce şaşırmış, aynı zamanda mahzuz olmuştu. Çünkü bu istiğnayı onun hadşinas olduğuna, hırstan uzak bir ruh taşıdığına delil sayıyordu.
İşte bu gafil zehap ile elini uzattı, zeki yazıcıyı yerden kaldırdı.
“Peki, peki bugün için niyazını kabul ediyorum. Lakin seni mutlaka yanımda alıkoyacağım, mühim işlerde düşüncelerinden istifade edeceğim. Sırası gelince de yalvarmana falan kulak asmayıp dediğimi yapacağım.” dedi.
Ve İbrahim’in yeniden ricaya başlamaması için mevzuyu değiştirdi.
“Başka ne haber var?”
“Şeyhülislam ile oğulları Varna yoluyla Trabzon’a, oradan Erzurum’a aşırılacaktı. İstanbul’un Edirne üzerine harekete geçtiği duyulunca isyancıların gözü boyanmış olmak için herifler geri getirildi. Ağakapısı’nda hapsedildi.”
“Ne olacak sonra?”
“Ettiklerini bulacaklar, ektiklerini biçecekler.”
“Yani?”
“Öldürüleceklerdir sultanım, kurtuluş yok!”
“Hiç şeyhüislam katlolunur mu?”
“Cennetmekân pederiniz devrinde Hoca Mesut Efendi, Sultan IV.
Murat Han devrinde de Ahi Hüseyin Efendi öldürülmüşlerdi.”
“Peki ama Feyzullah Hoca’nın katline kim ferman verecek?”
“Asiler!”
Veliahdın yüzü sarardı. Fakat bu renk bozukluğu çok sürmedi. Bir şeyhülislamın ve birkaç kazaskerin ölümü üzerinde fazla durmayı lüzumsuz buluyordu, bahsi yine saltanat meselesine çevirmeyi tercih ediyordu. Bu sebeple kayıtsız görünerek sordu:
“Maslahat ne zaman tamam olur dersin?”
“Şevketli kardeşiniz, Sadrazam Rami Paşa’nın sözüne uyarak Babaeski’de siper kazdırır durur. Öbür ordu da belki oraya ulaşmıştır. O hâlde sabaha akşama son haber gelir.”
“Aman göz kulak ol, beni unutma!”
Ayrıldılar ve o geceyi uykusuz geçirdiler. Veliaht, sabaha kadar gözlerini açık tutarak saltanat zevkini kuruntuladı. Yazıcı İbrahim, uzun ve çok karışık hülyalar içinde planlar çizdi, kendisine tehlikesiz fakat çok muhteşem bir istikbal hazırlamak için kafa yordu.
Güneş, bu iki dostun yataklarına ayrı ayrı ışık dökerken zeki yazıcının dediği gibi siyasi âlemin bir gecesi biterek yeni bir gün doğuyordu. Çünkü Babaeski’de karşılaşan iki ordu çarçabuk anlaşmışlar; kucaklaşmışlar ve bir ordu hâlinde Edirne’ye doğru yürümeye başlamışlardı. Bu neticeyi hazırlayan Rami Paşa, her ihtimale karşı nefsini korumak için kaçmış, bilinmez bir köşeye saklanmıştı. II. Mustafa, sersem bir durumda ölümden kurtulmak kaygısına kapıldığından atının başını Edirne’ye çevirmiş bulunuyordu. Kendi sukutunu -herkesten evvel- halka müjdelemek ister gibi bir ulak hızıyla şehre doğru geliyordu.
Yazıcı İbrahim bu hadiseleri de -dört yana dağıttığı adamları vasıtasıyla- çok erken haber aldı, hemen saraya koştu, veliahdın mahbesine gitti, uykusuz şehzadeyi buldu, ayağına kapandı.
“Mübarek olsun padişahım, taht u taç size intikal etti. İlk biat eden kulunuzum. Bu şerefi bana nasip eden Allah’a hamdolsun.” dedi.
Veliaht, bu haberin sahih olup olmadığını sormak isterken dışarıda vaveyla koptu, içeriye hücum başladı. Padişahın kaçıp geldiğini, dairesine kapandığını gören saraylılar, eski efendilerini yüzüstü bırakarak yeni efendilerinin yanına koşuyorlardı, el ve ayak öperek tebriklerini sunuyorlardı.
Babaeski vakası Edirne’de duyulmuştu, halk sokaklara dökülerek nümayişler yapıyordu, taht üzerindeki değişikliği alkışlıyorlardı. O sırada Çalık Ahmed tarafından yola çıkarılan heyet dahi şehre ulaşmış ve hemen saraya gelerek veliahdın “icma-i ümmet”le padişahlığa çıkarıldığını resmî surette tebliğ eylemiş olduğundan her türlü endişe ve tereddüt ortadan kalkmış oluyordu.
Artık Sultan III. Ahmed adını almış olan veliaht bu durumda kendini topladı, sarayın adalet köşkü denilen yerinde taht kurulması emrini verdikten sonra sabık padişahla dairelerini becayiş etti, onu mahbesine naklettirerek kendisi harem dairesine geçti ve umumi biat resmini icraya hazırlandı.
Bu hayhuy arasında Yazıcı İbrahim’in yeri çok gerilerde kalıyordu. Kızlar ağası, silahtar, çuhadar, rikâbdar gibi saray erkânı ve hele Babaeski’den gelen isyan reisleri yanında basit bir yazıcının ne adı anılabilirdi ne sanı. Fakat Sultan Ahmed, büyük bir heyecan içinde bulunmasına ve bir sürü teşrifat zincirleriyle sımsıkı sarılmasına rağmen onu unutmadı. Bir aralık fırsat bulup Yazıcı Halifesi İbrahim Efendi’yi huzuruna getirtti.

4
Şeyhülislam Feyzullah Efendi, uyuz bir beygire ters bindirilmiş olduğu hâlde Edirne sokaklarında gezdiriliyor.
“Üzülüyorum yazıcı, çok üzülüyorum. Yeni doğmuş çocuk gibi şaşırdım kaldım. Dört yanım yabancılarla dolu ancak seni yâr ve sadık bilip işte arattım. Ne etmek, nice davranmak gerek beni irşat et.”
Muşkaralı köylü, birçok dualar ve senalar yaparak yer öptü, ayak öptü.
“Şimdilik Çalık Ahmed’e iltifat buyur, asilerle kaynaşıp anlaştığı için Kavanoz Ahmed Paşa’yı vezir edin. İstanbul’da şeyhülislam yapılan hocayı yerinde bırak. Feyzullah ile oğullarını zinhar tesahup etme. Burada kalmayı da isteme, İstanbul’a git.”
“Başka?”
“Başka ne dilersen yap fakat bu arz ettiğim şeyleri ihmal buyurma. Fitne yatıştıktan sonra ferman senindir.”
“Sana nice mükâfat edeyim?”
“Beni kapında tut, yeter.”
Sultan Ahmed bu öğütleri dinledi, ilkin asilerin yeniçeri ağalığına getirdikleri Çalık Ahmed’e vezir rütbesi verdi, herifi ağalıktan paşalığa çıkardı. Sonra evkaf yazıcı halifesi İbrahim Efendi’yi, kendi kalemiyle yazdığı bir emirname ile kızlar ağasına kâtip tayin etti. Bu suretle zekâsına hayran, tok gözlülüğüne ve sadakatine emin olduğu akıl kâhyasına, her gün sarayda bulunmak imkânını vermiş oluyordu.
Yeni ve tecrübesiz padişahın böyle davranması yine kendisi için hayırlı ve isabetli olmuştu. Çünkü sarayın içinde ve dışında tanıdığı yoktu. Kardeşinden miras kalan saray erkânını yerlerinde bırakmaktan başka bir çare de bulamamıştı. Fakat başta Kızlar Ağası Abdurrahman olmak üzere bu erkânın hiçbirine itimat edemiyordu. Bilhassa Abdurrahman Ağa’yı tarassut altında tutmak istiyordu. Zira yüzlerce harem ağası onun emri altında idi, bütün kadınlar ve kızlar yine onun idaresine bağlıydı, içine ne kuş ne horoz girmesine imkân olmayan haremin anahtarları da Abdurrahman’ın elinde bulunduğu için padişah bu adama karşı son derece uyanık bulunmak zorunda idi.
Koca bir isyan ordusunun evler basıp çarşılar yağma ettiği, şunu bunu öldürdüğü ve taht devirdiği sırada sarayın ve harem dairesinin emniyetini korumak için ancak bu tedbiri düşünebilmiş, İbrahim Efendi’yi kızlar ağasının yanına yerleştirmişti. Bu zeki adamın her şeyi göreceğine, sezeceğine kanaati vardı. Aynı zamanda onu yanı başına, haremin eşiğine getirmiş oluyordu.[4 - Lale Devri’nin müessisi olan Nevşehirli İbrahim Paşa’nın hali tercümesini yazarken enderun tarihi muharriri Ata Bey söyle diyor: “Karaman eyaletinden Niğde sancağında vaki Ürgüp kazasına tabi Nevşehir tabir olunan Muşkara karyesi sükkânından İzdin Voyvodası denmekle maruf Ali Ağa’nın oğludur. H. 1100 tarihinde hemşehrilerini ziyaret kastıyla İstanbul’a geldi, akrabasından eski sarayda bulunan Mustafa Efendi delaletiyle ilkin mezkûr saray helvacıları, sonra baltacıları ocağına girdi ve istidat sahibi olduğu için yine o saray evkaf kâtipliğine tayin olundu. Biraz sonra yazıcı halifesi olmak üzere Edirne’ye çağrıldı. Orada saltanat nöbeti bekleyen Sultan III. Ahmed’in mahremi esrarı ve mutemedi kârgüzarı olmuştu. 1115’te vuku bulan cülus sırasında hatt-ı hümâyûn ile darüssaade ağası Abdurrahman’ın kâtipliğine tayin buyruldu. Birkaç kere vezaret rütbesi teklif olunduğu hâlde kabul etmediğinden padişah nezdinde kadri ve itibarı çoğaldı. (C. 1, s. 153)]
Artık “Yazıcı Efendi” diye anılmaya hak kazanan İbrahim, bu yakınlıktan istifade etmeyi ihmal eylemedi. Sık sık huzura çıkarak taşra ahvalinden efendisine haberler götürmeye koyuldu. Akıllı yazıcı, ordu durumu hakkında en mevsuk bilgileri taşımakla iktifa etmiyordu, isyan sergerdelerinin kurdukları tahakküm şebekesini kırmak için yollar, çareler de gösteriyordu. Fakat kendisi son derece ihtiyatlı olduğundan efendisini de ihtiyatlı davranmaya alıştırıyor ve bütün hamlelerin İstanbul’a dönüşten sonra yapılması fikrini ileri sürüyordu.
Henüz kendine çekidüzen veremeyen hapsettiği kardeşinin lehine şurada veya burada bir hareket vuku bulmasından da korkan Sultan Ahmed, yolculuk sırasında nahoş bir duruma düşüp de tahtını kaybetmemek için İstanbul’a gitmeyi geciktirmek azminde idi. Yolda baskına uğramaktan endişe ediyordu. İşte bu sırada sabık şeyhülislamın öldürülmesine teşebbüs olundu ve Edirne şehri bütün tarihinde görmediği bir manzara karşısında kaldı.
Devlet haini, millet haini olarak ilan ve ölüme mahkûm edilmiş olan Şeyhülislam Feyzullah Efendi -yukarıda da işaret olunduğu üzere- Ağakapısı’nda mahpustu. Daha evvelki devirlerde iki şeyhülislamın öldürülmüş olmasına rağmen kendini pek de tehlikede görmüyordu. Çünkü ulemanın peygamberlere vâris olduğuna herkesin inandığını biliyordu ve bu inancın her tehlikeye siper olacağını umuyordu.
Fakat Çalık Ahmedler, Sipahi Karakaşlar, Yeniçeri Toracanlılar, Cebeci Küçük Aliler, en büyük bir hocayı öldürmekle hocalar güruhuna gözdağı vermek ve güruhun herhangi bir sebeple kendi aleyhlerine ağız açmalarını önlemek istiyorlardı. Yine onlar, sarıklarına bile el değdirilmesi büyük bir günah sayılan hocaların en büyüğünü öldürmek suretiyle, padişahı da korkutmak emelini güdüyorlardı. İsyan başlangıcında Feyzullah Efendi’yi hain olarak ilan ettiklerine göre bu işi yapmak kendilerince bir siyaset borcuydu da…
Yalnız usule riayet lazımdı. Padişahtan müsaade almak ve şeyhülislamın ilmî rütbesi üzerinden alındıktan sonra canına kıymak icap ediyordu. İsyan elebaşıları bu pek basit zahmeti ihtiyar etmekten çekindiler, kendi hükümlerini yine kendileri bizzat infaz etmeye kalkıştılar ve koca şehri velveleye verdiler.
Sultan Ahmed, Ağakapısı’na hücum edildiğini ve şeyhülislamın isyancılar tarafından alındığını duyunca Yazıcı Efendi’yi getirtmiş ve asiler arasına girerek ne haltlar edildiğini gözüyle görüp kendisine söylemesini emretmişti.
Harpten, darptan son derece nefret eden bu adam, Avcı Sultan Mehmed’in ve o da Deli İbrahim’in oğlu idi. Deli İbrahim ise -meşhur olduğu üzere- adam öldürtmekten ve öldürülen kimselerin can çekişini seyretmekten -çıldırasıya- zevk alırdı. Sultan Ahmed, dedesinin bu zevkine -fakat başka şekilde- tevarüs etmiş gibiydi, ölümü ve ölüyü görmekten değil, hikâyelerini dinlemekten hoşlanıyordu. Saltanatı zamanında şunu bunu öldürtmesi bundan ve dedesi gibi kızıl bir zalim olamaması ise kendi ihtiraslarını hoşnut eden daha kuvvetli zevkleri tatmin etmek imkânını bulmasındandır.
Yazıcı Efendi, omuzuna yüklenen bu vazifeyi de yaptı ve Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin son demlerini takip etti ve bu müşahededen kendi ülküsüne göre istifade etmeyi unutmayarak padişaha şu ağız raporunu okudu:
“Yaman, çok yaman bir iş oldu sultanım. Dünya kurulalı beri böyle bir cinayet, böyle bir fazahat işlenmemiştir. Bütün Edirne halkı melal içinde lal olup kalmıştır. Ben kulun dahi henüz sersemlikten kurtulmuş değilim. İçimde hem bulantı hem titreme var. Ondan kaziyeyi huzurunuzda zikretmekten çekinirim. Fakat taht u taç sahibisiniz, nik ü bed her vakadan haberdar olmanız gerektir. Ondan ötürü macerayı takrire mecburum. Sipahi Karakaş Mustafa, Yeniçeri Toracanlı Ahmed, Cebeci Küçük Ali, aralarında beş-altı yüz kişi olduğu hâlde Ağakapısı’nı basmışlardı. Bu vaka, şevketli efendime malumdur. Fitne elebaşıları Şeyhülislam Feyzullah Efendi dertmendini oradan alıp kendi çadırlarına götürdüler, işkenceye koydular. Ayan ve nihan bütün hazinelerini söylettiler, ondan sonra burnunu kestiler, kulağını kestiler, dudaklarını kestiler, al kanlara revan olduğu hâlde bir yırtık gömlekle lagar ve uyuz bir beygire ters bindirdiler; Edirne şehrini sokak sokak, çarşı çarşı, meydan meydan gezdirdiler. Zalimler en önde nara atıp sayha koparıp yürüyorlardı: ‘Ey ümmet-i Muhammet, dine ihanet eden devlete ihanet eden rüşvetçi hainlerin cezası budur. Görün; agâh olun, ibret alın!’ diye bağırıyorlardı. Yüzlerce çocuk, o uyuz beygirin ardına takılmışlardı; heyhey çağırırlardı, yuha deyip gülüşürlerdi. Gelip geçenden mecruh ve natuvan şeyhülislama taş atan, küfür savuran oluyordu. Ama halkın ekseri bu nareva zulümden haşyet duyup geri geri kaçıyordu, gözün yumup fesahate şahit olmaktan tevakki eyliyordu. Feci olan şu idi ki sarıklılar ayet okuyup hadis okuyup zalimlerin ayağını kementlemek, bu zulmün önünü almak gereken kendini bilmez bir karış boylu çocuklarla birleşiyorlardı. Alkış çala çala ve cübbelerine zil çaldıra çaldıra alay ardında koşuyorlardı. İşte bu hayhuy içinde şeyhülislam alayı bütün şehri dolaştı, Bitpazarı’na geldi, orada yine mevizalar söylendi, halkın mecruh ve sefil hocaya birer balgam savurması emrolundu. Bu emre herkesten önce hocalar inkıyat gösterdi; dün elen, eteken öptükleri şeyhülislamın yüzüne tükürmeye başladılar.
Feyzullah Efendi fazla kan zayi etmekten; taştan, tükürükten bitkindi, beygir üzerinde duramaz bir hâlde olup iki yana melul melul sallanıyordu. Sipahi Karakaş Mustafa onun can vermek üzere bulunduğunu görünce ileri atıldı; yumruklayarak ve küfürler ederek bedbahtı beygirden indirdi, ilkin hançerle bir yanını deldi, kalabalıktan da kendini taklit etmelerini istedi. Şimdi iğneden yatağana kadar delici, kesici bir alet yakalayan saldırıyordu, elindeki silahı şeyhülislamın bir yanına sokuyordu.
Feyzullah Efendi çoktan can verip gitmişti lakin iğneler, çuvaldızlar, bıçaklar, hançerler, palalar, yatağanlar hâlâ işliyordu. Yeniçeri Toracanlı Ahmed, bu gidişle ölünün lime lime olacağını anladığından hemen araya girdi:
‘Yeter, yoldaşlar artık elinizi çekin. Çünkü herifi parçalarsanız cenaze alayı tatsız olur.’ dedi. Demek herifin nâşinide bir düşüncesi vardı. Herkes bu düşünceyi merak ettiğinden ölünün etrafında bir sessizlik peyda olmuştu. Toracanlı Ahmed, kendi omuzdaşlarıyla kısa bir fiskos yaptıktan sonra üç-beş kişi çağırdı, onların kulağına bir şeyler söyleyip yola vurdu, yüzünü de halka çevirerek emir buyurdu.
‘Zinhar dağılmayın, bekleyin. Şeyhülislam efendi cenaplarına şanlı bir alay düzeceğiz.’
Ben kulun kılığımı değiştirmiştim, bir yana çekilip seyre dalmıştım. Bir saat mi, bir buçuk saat mi orada durduk. Ölü parçalanmış gibi bir durumda çamurlar içinde upuzun yatıyordu.
İşte bu bekleyiş sırasında pazarın bir yanından bir gürültü koptu, sıra sıra papazlar göründü. Bu ruhban güruhu hep katrani libaslar giymişler, kara kara külahlar takmışlar, uzun uzun zünnarlarını kuşanmışlardı ellerine birer çelipa almışlardı, kendi dillerince ve usullerince teganni ederek geliyorlardı.
Papazlara, Toracanlı Ahmed’in yolladığı adamlar kılavuzluk ediyordu, artlarında da dört-beş yüz zimmi yavaş yavaş yürüyorlardı. Bu katrani alay, şeyhülislamın naaşı başına kadar gelince durdu, papazlardan sırmalı haç taşıyan biri ilerleyip fitne başılar önünde boyun kırdı, kötü bir Türkçe ile sordu:
‘Fermanınız nedir?’
Toracanlı Ahmed, yerde yatan ölüyü gösterdi.
‘Bu leşi, alacaksınız kendi dininizdeki ölülere yaptığınız gibi dualar ırlaya ırlaya şehri dolaşacaksınız, sonra Tunca’ya atacaksınız. Sesinizin kesildiğini, bir sokağın eksik bırakılıp dolaşılmadığını duyarsam sesinizi yeryüzünden keserim!’ dedi.
Başpapaz yine boyun kırdı, ‘Başüstüne sultanım!’ dedi. Lakin bir tabut getirtmek istedi. Toracanlı Ahmed, hemen celallendi, papazın sakalını üç-beş kere çekip sarstı, yüzüne de birkaç muşta savurdu.
‘Bre melun, bu leşe tabut gerekseydi biz getirtmez miydik? Sen, boş kafanla bize yol mu gösteriyorsun? Haddini bil yoksa kelleni kucağına düşürürüm. Tez bir ip al, leşin ayağına tak, ipi kendin tut, arkadaşlarına da tuttur, yola düzül!’ dedi.
İşte şevketli padişahım, Feyzullah Efendi böyle öldürüldü, cenazesi böyle kaldırıldı ve cesedi tam üç saat taşlar, çamurlar, mezbeleler arasında sürüklendirildikten sonra Tunca’ya atıldı. Onun velinimetini felakete sürüklediği muhakkaktır. Âl-i Osman mülkünü kendi malikânesi yerine koyup halkı soyduğu hazineyi soyduğu, hatta padişahı soyduğu muhakkaktır. İlmiye mansıplarını haraç mezat satmakla iktifa etmeyip o mansıpların en büyüklerini kendi oğullarına, yeğenlerine, damatlarına, akrabasına ve dostlarına hibe ettiği dahi muhakkaktır. O bir kere değil, on kere belki yüz kere ölüme istihkak kesbetmiştir. Lakin kendisini böyle öldürmek, böyle gömmek, cinayettir, fesahattir. Fitne başı sergerdeler bu görülmemiş gadri işlediler, bir şeyhülislam naaşını papazlara sürüttüler.”
Zeki yazıcı, gizli bir maksatla bu mevzuyu canlandırmak istiyordu. Padişahın heyecandan titrediğini, sonra titremeye başladığını görünce o maksada geçti, sesine çok elemli bir eda çizdi.
“Şevketli sultanım, her fitneden böyle fazahatler doğar. Tacidar ve şehriyâr olanlar için fitneye istidat uyandırmamak gerektir. Padişahlar hizmetinde bulunanlara da gözlerini dört açıp gece gündüz uyanık durup fitne havası esecek delikleri tıkamak farzdır. Eğer kardeşiniz hazretleri şeyhülislama yüz vermemiş yahut onun mülke tasallut ettiğini vaktinde sezmiş olsalardı bu fitneler kopmazdı. Sadrazamların da şeyhülislamdan korkup dillerini kısmamış, velinimetlerine vaktinde hakikati bildirmiş bulunsalardı yine bu akıbetler vuku bulmazdı.” dedi.
Ve padişahı endişe içinde bırakmamak için hemen ilave etti.
“Efendimin selameti, afiyeti uğrunda bin şeyhülislam feda olsun. Bu iş, ulu Tanrı’ya şükür, sizin fermanınızla olmadı, Halik’in de halkın da yanında cenabınızın mesuliyeti yoktur. Bundan sonra da böyle işlerin olmayacağı, olamayacağı aşikârdır.”
Sultan Ahmed, çok güçlükle kendini heyecandan kurtardı, alnındaki terleri yorgun yorgun sildi.
“Şimdi, ne olacak? Bu adamlar böyle saltanata şerik olup kalacak mı?” dedi.
“Hayır padişahım, siz cennetmekân babanızdan, dedenizden ve ecdadınızdan size kalan taht üzerinde müstakil olarak saltanat süreceksiniz. Lakin biraz sabır, biraz tahammül!..”
“Ne vakte kadar?”
“İstanbul’a dönünceye kadar…”
“Oraya mutlak gidilmek mi lazım?”
“Lazım padişahım. Eğer cenabınız hemen yola çıkmazsanız ordu yine mırıldanır, huysuzlanır. Çünkü asker tayfasının payitahtta kurulmuş çeşit çeşit tezgâhları ve her neferin bin tarakta bin bezi var. Edirne’de kalmaları imkânsızdır. Onun için ferman buyurun; tuğlar dikilsin, hazırlıklar başlasın.”
Sultan Ahmed, iradesiz ve belki şuursuz inkıyat etti; mırıldandı:
“Öyle ise kızlar ağasına söyle; vezire haber salsın, tuğları da çıkartsın!”
***
Yazıcı Efendi’nin bu suretle başlayan yardımları hemen her gün tazeleniyordu. Padişahın da ona sevgisi, itimadı gittikçe çoğalıyordu. Zeki köylünün hakikatleri ne yaman bir şekilde sezdiği bu İstanbul’a dönüş işinde dahi görülmüştü. Çünkü Sultan Ahmed’in kızlar ağasına gönderdiği emir henüz sadrazama ve onun vasıtasıyla Çalık Ahmed Paşa, Karakaş Mustafa, Cebeci Ali, Toracanlı Ahmed murabbasına tebliğ olunmadan saraya bir ültimatom gelmişti, padişahın hemen İstanbul’a dönmesi -küstah bir ifade ile-ihtar edilmişti. Bu ültimatoma, saray önüne çarçabuk dikiliveren tuğlar gösterilmek suretiyle hem müstehzi hem vakur bir cevap verildiğinden fitne elebaşları mahcup oldular, özür dileyip savuştular. Yazıcı Efendi de fırsatı kaçırmadı, huzura koşup kendi lehine ustaca bir hamle yaptı.
“Düşüncelerinizin, mahz-i keramet idiği işte zahir oldu. Siz, İstanbul’a hareket için irade buyurmamış olsaydınız hâl, hayli düşvar olurdu. Halk, Çalık’la omuzdaşlarının emriyle yola çıkıldığını sanıp dedikodu yapardı. Şimdi herkes, kendi mübarek arzunuzla İstanbul’a döndüğünüzü öğrendi. Fitneciler de mahcup düştü.” dedi.
İsabetli bir hareketin şerefini padişaha tahsis eder gibi görünerek o şerefi kurnazca benimsiyordu. Fakat padişah kelime oyunları altında saklanan hakikatleri kavrayacak bir durumda değildi. Zorbalar tarafından sürüklene sürüklene saraydan çıkarılıp İstanbul yoluna atılmaktan kurtulduğu ve bu yola şerefiyle çıkmak imkânını bulduğu için bahtiyarlık duyuyordu. Bu sebeple Yazıcı Efendi’nin imalarına, telmihlerine değil, kendi neşesine kıymet veriyordu.
Şen şen gerindi: “Hakkın var. İyi düşündüm, iyi davrandım, herifleri mat ettim.” dedi.

5
Velinimetim, telaş buyurmayınız, Çalık Ahmed’i çağırıp ağzına bir parmak bal çalın!
Lakin hadiselerin birbirini takip etmesi -o sıradaki içtimai şartlara göre- zaruri idi ve padişahın Yazıcı İbrahim’e sık sık el uzatması da bu yüzden mukadder görünüyordu. Nitekim hazırlıklar bitip de padişah, saltanatının ilk alayını kurduğu, halkın ve o karmakarışık ordunun alkışları içinde yola çıktığı gün, bir yaman vaka yüz gösterdi. Sultan Ahmed’in korkudan kalbi ağzına geldi. Kırlarda ve at üstünde sadık yazıcıyı aramak zorunda kaldı. Vakıa, İstanbul’dan Edirne’ye gelmiş olan altmış bin askerle, onlara Edirne’den katılan binlerce kalabalığın -şehirden biraz uzaklaşır uzaklaşmaz- durarak ve korkunç yaygaralar kopararak cülus bahşişi istemelerinden ibaretti.
Yersiz yapılan bu talebi yerine getirmek, o kadar adama bahşiş vermek imkânı yoktu. Hazine sandıkları boştu. Allah’ın kırında para bulmak mümkün değildi. Hâlbuki bahşiş isteyenler: “Ya para verirsiniz yahut başınıza geleceklere tahammül edersiniz!” diye bağırıyorlardı. Eski padişah ve bir sürü şehzade kafesler içinde yola çıkarılmış bulunduğu için vaziyet çok nazik görünüyordu. Para alamayan askerin Sultan Ahmed’i alaşağı etmeleri ve yerine başka birini hatta sabık hünkârı çıkarmaları ihtimal dâhilinde idi.
İşte böyle bir durumda yine Yazıcı İbrahim imdada koştu. Korkudan ne yapacağını şaşırmış olan Sultan Ahmed’in yanına sokuldu.
“Velinimetim, telaş buyurmayın. Çalık Ahmed’i yanınıza çağırtın, ağzına bir parmak bal çalın, şu gürültüyü bastırmasını emredin. Biraz sonra bütün ağızlar kilitlenir; yol açılır.” dedi.
O, hayran ve perişan sordu:
“Ne balı çalayım, balı nerede bulayım?”
Yazıcı İbrahim Efendi, yalnız padişahın işitebileceği bir sesle fısıldadı:
“Onu sadrazam yapacağınızı hissettirin, yeter!”
“Bu söz, beni ona karşı borçlu düşürmez mi?”
“Düşürse bile o, alacağını arayıncaya kadar ahireti boylar.”
Sultan Ahmed, şaşkın şaşkın yazıcının yüzüne baktı. Eğer bu bakışlar, karşısındaki adamın ruhuna kadar inebilseydi çok garip hakikatlerle karşılaşırdı. Lakin kafeste büyüyüp el eliyle tahta çıkan bir Osmanoğlu’nun gözlerinde böyle bir nüfuz olamazdı. Onun için, sadrazamları devire devire Osmanlı ülkesinde sadrazamlığa yarar bir kimse bırakmamayı ve ancak o vakit sadrazam olmayı tasarlayan zeki yazıcının bu ülküye uygun olarak attığı ilk adımı sezmedi, onun içinde sıralanan düşünceleri göremedi, sadece uysallık gösterdi.
“Peki!” diye mırıldanarak zorbalar tarafından yeniçeri ağası yapılmış ve kendisinin fermanıyla da paşalığa yükselmiş olan Çalık Ahmed’i çağırttı.
“Ağa paşa, bu gürültü nedir?” dedi.
“Asker, cülus bahşişi ister padişahım.”
“Yeri mi, sırası mı?”
Ve kudretli zorbanın cevap vermesine meydan vermeden ilave etti:
“Sen ki yarın sadrazam olacaksın, bu densizliklere nice tahammül edersin? Beni yoldan alıkoyan kendini bilmezler bir gün senin de başına çorap örmezler mi? Haydi git, bu yol bilmezlere kendini tanıt!”
Çalık Ahmed’in de bütün emeli sadrazam olmaktı. Padişahın -senet verir ve hüccet imzalar gibi- o emele uygun bir taahhüt altına girdiğini görünce iliğine kadar sevindi, yüzü kıpkırmızı olduğu hâlde hemen eğilip hünkârın üzengilerini öptü.
“Bir günün, bin olsun. Çalık Ahmed kulun yolunda ölmesin de ne yapsın. Şimdi bu yolsuzların ağzına mühür vururum, seslerini boğazlarına tıkarım!” dedi.
Dediğini de yaptı. Elebaşlarını toplayıp yol üstünde bahşiş istemenin ve henüz tahta çıkmış, hazine işleriyle uğraşmaya vakit bulamamış olan masum padişahı zorlamanın “erkeğe yakışmayacağını” sert sert anlattı, bahşişin İstanbul’da verileceğine kefil oldu, gürültüyü bastırdı ve alayı yürüttü.
Yazıcı İbrahim, tehlikenin giderildiğini görünce yine fırsatı kaçırmadı, padişaha sokuldu.
“Gördünüz ya velinimetim, bir Çalık Ahmed koca bir orduyu susturabiliyor. Demek ki o, daha önce davranabilirdi, bu densizliğe meydan vermezdi. Fakat kuvvetini size hissettirmek için iptida sustu, sonra susturdu. Günahı, vebali yine kendi boynuna olsun belki gürültüyü çıkaran da kendisidir!”
Padişah, dalgın dalgın mırıldandı:
“Sana Edirne’de söyledimdi ya o mutlaka ölmelidir.”
Yazıcı da aynı sesle cevap verdi:
“Süpürge kullanılamaz hâle geldikten sonra çöplüğe atılır. Çalık Ahmed’in de henüz süpüreceği pislikler, çerler çöpler var.”
Doğru söylüyordu. Gürültünün biri henüz bastırılmışken başkası baş gösteriyordu. Bu sebeple padişah; zayıf ruhunun olanca kuvvetiyle yazıcıya sarılıyordu, o da kendi büyük ülküsüne göre bu sarılıştan istifade ederek hem ona hizmet ediyor hem kendine bir “ışıklı yarın” hazırlıyordu.
Birbirini kovalayan hadiseler içinde padişahı ürkütmek itibarıyla en mühimi, saray bostancılarının yaptığı ayaklanmadır. Edirne’den İstanbul’a sıkıla sıkıla, üzüle üzüle gelebilen Sultan Ahmed, bütün Osmanlı kalelerinden sağlam görünen Topkapı Sarayı’nda geniş bir nefes alacağını, zevke ve sefaya dalıp padişahlığın tadını çıkaracağını umarken -ayağının tozunu bile silmeden- garip, aynı zamanda korkunç bir ayaklanma ile karşılaşmıştı.
Söylediğimiz gibi bunu yapanlar saray bostancıları idi. Bostancı, saray bahçelerinin koruyucuları demek ise de bunlar müsellah bir ocak hâline sokularak gitgide padişahın muhafız alayı sayılmaya başlamışlardı. Haseki, kozbekçi, kapıcı, dolap, zülüflü ve zülüfsüz baltacılar ocaklarıyla beraber bostancılar on bin kişilik bir fırka teşkil ediyorlardı fakat hassa askerî vazifesi bilhassa bostancılara tahmil olunmuştu. Bu sebeple bostancıbaşı, “mabeyin müşiri” sayılıyordu ve bu mansıba getirilen zat, sarayın harice karşı müdafaasını omuzuna almış bulunuyordu.
Padişahların, herhangi bir müsellah hücum önünde, güvenecekleri kuvvet bostancılardan ibaretti ve onlar da fırsat düştükçe kendilerine güvenilebileceğini ispat etmekten geri kalmıyorlardı. Mesela III. Murat devrinde Sadrazam Ferhat Paşa’ya hücum vesilesiyle vuku bulan bir ayaklanmada bostancılar, bir hamlede fitnecileri çil yavrusuna çevirip dağıtmışlardı. Deli İbrahim, Kara Mustafa Paşa’yı öldürmek isteyince ve onun sarayında tahassun ettiğini haber alınca bostancıbaşıyı beş yüz bostancı ile göndermiş ve bu küçük kuvvet, bütün müdafaa tertiplerini bozmaya, sadrazamı yakalamaya kâfi gelmişti. Yeniçeriler de bu vakadan yedi sene sonra Deli İbrahim’i tahttan indirmek istedikleri vakit, bostancılarla uyuşmayı zaruri görmüşler ve bostancıbaşının rızasını tahsil etmeden saraya girememişlerdi.
Bostancılara ve bunların başı olan ağaya padişahın itimadı çok yüksekti. Deniz yolu ile yapılan gidişlerde bostancıbaşı mutlaka padişaha refakat eder ve saltanat kayığının dümenini o idare eylerdi.
İşte Sultan Ahmed’e karşı ayaklanan böyle bir kuvvetti. Yani sarayı ve padişahı muhafazaya memur olan binlerce müsellah insan, saray ve padişah aleyhine isyan ediyordu. Bu ayaklanmanın sebebi yine bahşiş meselesi idi. Lakin bostancılar, yeniçeri ve sipahilerle sair askerî zümreler gibi -ananeye uyarak teamüle dayanarak- cülus bahşişi istemiyorlardı. Padişahtan enikonu şükran cizyesi almak emelini güdüyorlardı.
Onların ortaya attıkları dava şu idi; Gürcistan’a gönderilecek olan iki yüz cebeci, birikmiş aylıklarını istemek bahanesiyle ve Edirne’den gizlice gelen Cebecibaşı İbrahim’in teşvikiyle ayaklandıkları zaman Sadrazam Kaymakamı Abdullah Paşa, yeniçerilerden ve sipahilerden yardım göremeyerek bostancılar ocağına başvurmuştu, onların silahlanarak cebecileri dağıtmasını istemişti. Bostancılar onun dileğini yerine getirmediler, isyanın büyümesini kolaylaştırdılar ve bu suretle tahtta değişiklik vuku bulmasına sebep oldular.
Davanın neticesi de şu oluyordu: “Biz veliahdın tahta çıkmasını istememiş olsaydık cebeciler ayaklanır ayaklanmaz silaha sarılırdık o iki yüz kişilik kalabalığı darmadağın ederdik, elebaşlarını öldürürdük, fitneyi daha başlangıçta bastırırdık. Lakin veliahdın cülusuna taraftar olduğumuz için isyana karşı kayıtsız kaldık. İki yüz kişinin seksen-doksan bin kişilik bir ordu olmasına göz yumduk. O hâlde yeni padişahımız, tahta çıkmalarını herkesten ve her şeyden önce bize borçludur. Bu borcu gönül rızasıyla ödemelidir yoksa yapacağımızı biz biliriz!”
Ahlaksız muhitlerde fitne, salgın hastalığa benzer. Çarçabuk yayılır. Bostancıların ayaklanması da genişlemek istidadını gösteriyordu ve saraydaki başka ocakların onlara iltihak etmeleri kuvvetle muhtemel görünüyordu, öyle de olmasa harem ağalarının, has odalıların, kapıcıların bostancı takımına karşı koymaları ve onların hücumundan padişahı korumaları mümkün değildi. Çünkü bostancılar hem kalabalıktı hem silah kullanmakta mahirdi.
Padişahın bu isyan önünde boyun eğmesi de çirkindi. Zira öyle bir hareket, istikbal için kötü ve çok kötü bir misal teşkil edecekti. Yeniçerilerin, sipahilerin sık sık yaptıkları tazyike, tahakküme sarayın içinde de nazire yaratılmış olacaktı.
Bu sebeple Sultan Ahmed telaş ve endişe içinde idi, hareme kapanıp dövünüyordu, uykusuz geceler geçiriyordu.

6
İbrahim Efendi, basit bir hizmetkâr gibi zorbabaşıyı etekledi ve ağız açmak için ondan emir beklemeye koyuldu.
Bostancılar ise zaman geçtikçe işi azıtıyorlardı, gemi azıya alıp küstahlığı arttırıyorlardı. Sarayda zevk şöyle dursun, emniyet kalmamıştı. Kadınlar, ağalar ve hiç kimse korkudan odalarını terk edemiyordu, bostancı palasıyla kesilmek endişesine kapılarak için için ağlaşıyorlardı.
İşte bu durumda yine Yazıcı Efendi ileri atıldı, pusula yazarak ve adam üstüne adam yollayarak padişahın huzuruna çıkma imkânını aradı ve nihayet bu emeline ererek efendisine halas yolunu gösterdi.
“Padişahım, sizi kaygılı görüyorum, iki-üç gündür mübarek didarınızı kölelerinizden nihan eylediniz, gündüzümü geceye çevirdiniz. Küstahlık dahi olsa mübarek hâkipayinize yüz sürüp sormak cüretinde bulunacağım; şevketli efendimi neşesiz kılan bostancıların gürültüsü mü?” dedi.
Sultan Ahmed, ağlar gibi bir sesle cevap verdi:
“Ha şunu bileydin İbrahim. Elbet onlardır, o melunlardır, o nankörlerdir!”
“Ya niçin bu nan ü nemek hakkın bilmeyen bîdin, bîiman güruhu tepeletmezsiniz?”
“Kimi kime tepeleteyim? Bizim bayraşmaz[5 - Korkak] Arapçıkları mı, sırma entari içinde yalnız salınmak bilen has odalıları mı yoksa seyisleri mi onların üzerine yollayayım? Hüküm onlarda, söz de onlarda!”
“Çalık Ahmed ne güne durur padişahım?”
Sultan Ahmed, ellerini havaya kaldıra kaldıra geri çekildi ve bağırdı:
“Ne dedin ne dedin? Çalık Ahmed’i, bugüne dek yaptıkları yetişmiyormuş gibi şimdi kendi evimin işlerine de mi karıştırayım?”
“Başka yol yok padişahım. Mademki o süpürgedir, bostancılar da şimdi kirli çaput hâline gelmiştir; ferman buyurun, süpürge vazifesini yapsın, kirli çaputları silip süpürsün!”
Hünkâr, her vakit yaptığı gibi yine derin derin İbrahim Efendi’nin yüzüne baktı. Uzun uzun onu süzdü, sonra ellerini koynuna soktu.
“Çalık Ahmed, bu işi kolay kolay başarır mı?”
“Hiç şüphe yok, padişahım.”
“Ya sonra şımarmaz mı?”
“Belki şımarır fakat kanatlanmış karıncaya döner, çarçabuk söner!”
Sultan Ahmed, sık sık yaptığı gibi yine zeki yazıcının yüzüne derin derin ve uzun uzun baktı, iradesiz bir uysallıkla boyun kırdı.
“Peki, öyle olsun. O herif evimin düzenine de karışsın. Fakat ben tenezzül edip de ona el uzatmam. Maslahatı sen idare et.” dedi.
İbrahim Efendi, yer öpüp çıktı. Padişahtan daha nüfuzlu görünmeye çalışan ve Ağakapısı’nı saraya çevirip tantana içinde bırakan Çalık Ahmed Paşa’nın yanına gitti; basit bir hizmetkâr durumuna bürünerek zorbabaşıyı etekledi, el pençe divan durdu. Ağız açmak için ondan emir beklemeye koyuldu.
Çalık Ahmed’in yanında büyücek bir kalabalık vardı. Söz onda, hüküm onda ve kuvvet onda olduğu için en büyük hocalar, en ünlü ağalar, mansıp dilenen vezirler sürü sürü, küme küme kendini ziyarete geliyorlardı. Huzurunda kavuk sallıyorlardı. Bin türlü riyakârlıklarla herifi okşayıp meramlarını yürütmeye savaşıyorlardı.
Koca zorba keyfinden fıkır fıkır gülüyordu, dalkavuklarını tuhaf tuhaf söyleterek boyuna kahkaha savuruyordu. Kızlar ağasının ayakta duran kâtibine yan gözle bile bakmıyordu. Onun bu kayıtsızlığı suni, sahte idi yanındakilere gösteriş içindi. Padişah ile de sıkı fıkı temasta bulunduğunu bildiği Yazıcı Efendi’yi mühimsemez görünmekle kendi kudretinin yüceliğini misafirlerine hissettirmek istiyordu.
Neden sonra, biçare bir adamın el pençe divan durduğunu fark etmiş gibi davrandı.
“Ha, lafa daldık da seni unuttuk. Hoş geldin yazıcı. Hele otur, nefes al.” dedi.
Ve onun sekiz temenna savurarak süklüm püklüm bir duruma sarılarak bir köşeye büzülmesi üzerine şöyle bir toplandı.
“Hayrola? Sen bizim dergâha kolay kolay gelmezsin. Böyle ansızın boy gösterişinden derdin olduğu anlaşılıyor. Dert veren Allah dermanını da verir. Sıkılma, hacetin neyse söyle.” dedi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/m-turhan-tan/lale-devri-69429484/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Mihal Köprüsü’nü kıymetli seyyahımız Evliya Çelebi şöyle tarif ediyor: “Burada en ibretnüma eser Mihal Köprüsü’dür ki onun kurulduğu yerde Arda, Tunca, Meriç Nehirleri birbirine mahlut olur. O kadar geniş ve uzundur ki ruyizeminde manendi yoktur. İllaki, diyar-ı Alman’da Tuna üzerindeki Kelvar Köprüsü ola yahut Edirne’ye bir menzil uzakta Kocamurat Han’ın altmış dört göz Ergene Köprüsü ola. Mihal Köprüsü’nün bu üç divane nehir üzerine bina edilebilmesi keramet nevindendir. Uzunluğu ziyadedir, genişliği de üç arabanın yan yana geçmesine müsaittir. Fil cüssesi kadar taşlarla yapılmış kaldırımlı musanna bir köprüdür. Gözleri kavs-i kuzahvar kemerlerdir.”

2
Henüz padişah olmayan şehzadelerin adlarına ilave olunan sultan kelimesi isimden sonra gelir. Mesela padişahlar Sultan Ahmed, Sultan Mehmed diye anılır. Şehzadelere ise Ahmed Sultan, Mehmed Sultan denilir. İran’da da asalet ifade eden mirza unvanı prenslerde isimden sonra, başka asilzadelerde isimden evvel gelir.

3
Hünkâr Bahçesi Sarayı, Edirne’de vaktiyle mevcut olan iki hünkâr sarayından biridir. Temelini İkinci Murat atmış ve Fatih Sultan Mehmed tarafından ikmal olunmuştur. Daha sonra Kanuni Süleyman devrinde genişletildi, onun halefleri eliyle de güzelleştirildi. Dört tarafını Tunca Nehri sardığından duvarsızdı. Saraçhane Köprüsü ile şehre bağlı idi. Çok güzel ağaçlarla süslü idi. Yer yer köşklerle bezenmişti. Harem dairesi kale biçiminde olup yedi kat üzerine kurulmuştu. Her katta birçok odalar, salonlar, şahnişler, teraslar, fıskiyeler ve havuzlar vardı. Bir yanında vücuda getirilmiş olan muhteşem koruda av hayvanlarının her çeşidi üretildiğinden padişahlar, diledikleri vakit orada av ihtiyaçlarını tatmin edebilirlerdi.

4
Lale Devri’nin müessisi olan Nevşehirli İbrahim Paşa’nın hali tercümesini yazarken enderun tarihi muharriri Ata Bey söyle diyor: “Karaman eyaletinden Niğde sancağında vaki Ürgüp kazasına tabi Nevşehir tabir olunan Muşkara karyesi sükkânından İzdin Voyvodası denmekle maruf Ali Ağa’nın oğludur. H. 1100 tarihinde hemşehrilerini ziyaret kastıyla İstanbul’a geldi, akrabasından eski sarayda bulunan Mustafa Efendi delaletiyle ilkin mezkûr saray helvacıları, sonra baltacıları ocağına girdi ve istidat sahibi olduğu için yine o saray evkaf kâtipliğine tayin olundu. Biraz sonra yazıcı halifesi olmak üzere Edirne’ye çağrıldı. Orada saltanat nöbeti bekleyen Sultan III. Ahmed’in mahremi esrarı ve mutemedi kârgüzarı olmuştu. 1115’te vuku bulan cülus sırasında hatt-ı hümâyûn ile darüssaade ağası Abdurrahman’ın kâtipliğine tayin buyruldu. Birkaç kere vezaret rütbesi teklif olunduğu hâlde kabul etmediğinden padişah nezdinde kadri ve itibarı çoğaldı. (C. 1, s. 153)

5
Korkak
Lale Devri М. Турхан Тан

М. Турхан Тан

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Her şeyin başladığı 1703 senesi… Osmanlı tarihinin en şaşaalı ve tantanalı zamanı olan Lale Devri dönemi… Öyle ki döneme ismini verecek kadar ünlenmiş olan türlü türlü lale bahçeleriyle, başta Çırağan olmak üzere Sadâbâd, Ferahâbâd Saraylarının arzıendam eden güzel dilberleriyle, çeşitli siyasi entrikalarıyla meşhur olmuş bir dönemi… Karakterlerini Sultan III. Ahmed, Sadrazam İbrahim Paşa ve dönemin ünlü şairlerinden Nedim gibi gerçek kişilerin oluşturduğu Lale Devri romanında M. Turhan Tan’ın tarihî kurgu alanında kaleminden dökülenler oldukça merak uyandırıcıdır. Her şey güllük gülistanlık iken bütün insanların yüzüne daimî bir tebessüm yerleşmiş ve etraf cıvıl cıvılken bu masmavi gökyüzünü kanlı bir isyan kızıla boyayacaktır… Türk okuyucusu tarafından pek bilinmeyen M. Turhan Tan, tarihî roman geleneğimizin en önemli isimlerinden biridir. Birçok önemli memuriyetlerde bulunduktan sonra Sivas mebusluğu da yapmış ve 1922 yılından itibaren kendini tamamıyla yazı hayatına adamıştır. En önemli eserlerini ise tarihî romancılık alanında vermiştir. Bazı eserleri Almanca, İngilizce ve Yunanca gibi dillere çevrilen, tarihî gerçeklikleri berrak ve sürükleyici bir üslupla aktaran Tan, Türk tarihinin zengin mirasını eserlerine ustalıkla taşımış ve okuyucusuna tarihî romanları keyifle okutan bir yazar olarak Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Turhan Tan’ın ölümünden sonra unutulan ve Türk yazın hayatından çekilen eserleri, Türk okuyucusunun özellikle son zamanlarda ilgisini çeken ve neredeyse güncelleşen konulara değinip ele aldığı dönemlere ışık tutmakta, günümüzdeki kimi tartışmalara cevaplar getirmektedir.

  • Добавить отзыв