Renan Müdafaanamesi ve Kanije Müdafaası

Renan Müdafaanamesi ve Kanije Müdafaası
Namık Kemal
İki eserin bir araya getirildiği bu kitapta, ilk eser, pek çok zaman yazdıklarıyla Batılı yazarların İslam ve Osmanlı’ya karşı ön yargılı fikirlerini çürütmeyi amaçlayan Namık Kemal’in, “İslam’ın ilme engel olduğunu, Müslümanların İslam’dan kurtulmadıkça ilerlemelerinin mümkün olamayacağını” ileri süren Fransız düşünür Ernest Renan’nun 1883 yılında Sorbonne Üniversitesinde verdiği “İslam ve İlim” başlıklı konferansa ve bu isimle yayımladığı kitaba karşı İslam’ı savunan bir müdafaanamesidir. Ayrıca eser içerdiği derinlikli bilgileri sebebiyle sadece Renan’nun fikirlerine değil Avrupa düşüncesinin yanlı görüşlerine de bir cevap niteliğindedir. "Garip şey! Meğer Müslüman olduğumuz için başımızın etrafına bir 'demir halka' geçirilmiş, o halka da duyularımızı her çeşit ilme, her türlü öğrenime ve yeni bilgilere kapalı tutarmış ve bizim bundan hâlâ haberimiz yokmuş!" İkinci eserde ise Türk tarihinin meşhur müdafaalarından Kanije Müdafaası konu edilmektedir. Namık Kemal bu eserinde bu tarihî olayı bütün canlılığıyla resmetmiş ve Türk askerlerinin üstün gayretlerini, Tiryaki Hasan Paşa’nın zekâ dolu çözüm yollarını bir roman havasında anlatmıştır. "Üç ay boyunca aç kaldık! Yastık yerine kılıçlarımıza yaslandık! Bu kadar kardeşimiz gözümüzün önünde şehit oldu. İçimizde yara almamış bir tek insan kalmadı. Gülleler içinde yuvarlandık. Bu kadar gayret ve fedakârlığın neticesini bugün alacağız. Elhamdülillah hepimiz Müslüman’ız. Bu yüzden gayet iyi biliyoruz ki düşman karşısında vefat edenlerimiz şehit olurlar. Şehitlik Allah indinde peygamberlikten sonra gelen en yüce rütbedir. Sağ kalanlarımız ise gerek dünyada ve gerekse ahirette kurtuluşa, selamete erer. Ben Alman düşmanın hücum şeklini çok iyi bilirim. Bir kere geri çekilirse mağlup olduğu gündür. Yerlerinizde sebat edip ilk hücumda asla yılmayın. Bir kere böyle hareket ederseniz Allah’ın yardımıyla zafer mutlaka bizim olacaktır!"

Namık Kemal
Renan Müdafaanamesi ve Kanije Müdafaası

Namık Kemal, 21 Aralık 1840’ta Tekirdağ’da doğdu. Asıl adı Mehmed Kemal’dir. Namık adını ona şair Eşref Paşa vermiştir. Çocukluğunu Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde geçirdi. Bu yüzden özel öğrenim gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. 1863’te Babıali Tercüme Odasına kâtip olarak girdi. Bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanıştı. 1865’te İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükûmeti eleştiren yazılar yazdı. Ali Suavi’nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı Muhbir gazetesinde yazmaya başladı. 1868’de Hürriyet adında başka bir gazete çıkardı. Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872’de İbret gazetesini kiraladı. Burada çıkan bir yazısı üzerine, dört ay süreyle kapatıldı. İstanbul’dan uzaklaştırılmak için Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı Vatan Yahut Silistre oyunu sahnelendiğinde olaylara neden oldu. Namık Kemal, birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Kalebentlikle Magosa’ya sürgüne gönderildi. 1876’da I. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi’yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. II. Abdülhamid’in Meclis-i Mebusan’ı kapatması üzerine tutuklandı. Midilli Adası’na sürüldü. 1879’da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884’te Rodos, 1887’de Sakız Adası’na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu, Bolayır’da gömüldü.
Tiyatro türüne özellikle önem veren Namık Kemal, altı oyun yazmıştır. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistre yalnız ülke için değil, Avrupa’da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrilmiştir. Celaleddin Harzemşah, Namık Kemal’in en beğendiği yapıtı olarak bilinir. Bu eserde Namık Kemal, İslam birliği düşüncesini kapsamlı bir biçimde sergilemiştir. Namık Kemal’in ilk romanı olan İntibah, 1876’da yayımlanmıştır. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsal ve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de İntibah Türk romanında bir başlangıç sayılabilir.
Eserleri: Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Celaleddin Harzemşah, Kara Belâ, İntibah, Cezmi, Tahrib-i Harâbât, Takip, Renan Müdafaanamesi, İrfan Paşa’ya Mektup, Mukaddeme-i Celal, Devr-i İstila, Barika-i Zafer, Evrak-ı Perişan, Kanije, Silistre Muhasarası, Osmanlı Tarihi, Büyük İslam Tarihi.

RENAN MÜDAFAANAMESİ
Fransız yazar Bay Ernest Renan’nun “İslam ve İlim” konusunda verdiği ve daha sonra da yayımladığı konferans, uzun zamandan beri gazetelere konu ve sermaye olmaktadır.
Bu konferansın metni daha yeni elime geçti. Metin kısaysa da içindekilerin yanlışlıklarını ortaya koymak, birkaç yüz cilt kitap yazmayı gerekli kılmaktadır. Bunun için düşünce ve kanaatlerimi yazmakla söylenmiş şeyleri boş yere tekrar etmiş olmayacağımdan eminim.
İslam’ın, ilme engel olmadığını, tam aksine ilmi teşvik ettiğini ispat etmek için yanımda yeteri kadar kitap bulunmadığına üzgünüm. Bununla beraber konferans sahibi, kendi davasının batıl olduğuna yine kendi sözleriyle o kadar çok delil toplamış ki bu cevabı yazabilmek için başka kitaplara müracaat mecburiyeti ortadan kalkmıştır.
Makalenin incelenmesine girişmeden önce konuşanın meşrep ve mezhebini öğrenmek, ileride getirilecek delillerin kolayca anlaşılmasına yardım edeceği için hayat hikâyesini birkaç satırla özetliyorum:
Şimdi altmış yaşına ulaşmış olan Bay Ernest Renan, çocukluğunda ailesi tarafından papaz mektebine verilmiş. Öğreniminin başlangıcında gösterdiği kabiliyet üzerine hocaları tarafından Hristiyan inançları üzerinde çalışmaya sevk edilmiş. Bay Ernest Renan, işte o zaman lisan ve felsefe derslerinden zevk alarak İbranice, Arapça ve Süryanice tahsil etmiştir.[1 - İbranice ve Süryaniceye olan vukufunun derecesini bilemeyiz ancak Arapça bilmediğine, kendi risalesinden birkaç delil göstereceğiz.] Ancak hür fikirleri papazlığa uymadığı için o sınıfı terk edip kendi kendine öğrenime başladı. Daha sonra felsefe ve Sami dilleri[2 - İbranice, Arapça, Süryanice gibi Doğu dillerini kapsayan dil ailesi.] imtihanlarına girerek birinci mükâfatı kazandı.
Fransa Akademisi tarafından, edebiyata dair bir hizmet için İtalya’ya gönderildi; orada topladığı verileri İbn Rüşd’e ait bir kitap hâline getirmiştir. Bundan sonra Fransa’nın millî kütüphanesinde görevlendirilmiş; bu görevi takiben Fransa Akademisi üyeliğine tayin edilmiş ve ilmî bir çalışma için Suriye’ye gitmiştir.
Ernest Renan’nun gürültü kopararak şöhrete ulaşan eseri “İsa’nın Hayatı”dır. Bunun araştırılması, incelenmesi ve çürütülmesine dair yazılan kitaplar, risaleler toplansa bir kütüphane meydana gelir. Bu kitap hakkında papazlar tarafından yapılan şiddetli tenkitler sonucunda kendisi görevli okluğu İbranice hocalığından ayrılmıştır.
Hâl tercümesinden daha fazla bahsetmeye hacet göremedim çünkü bu özet, Bay Renan’nun, yüzyıllardan beri Avrupa’da papazlar ve özellikle engizisyon tarafından yapılagelen çirkin işkenceleri tenkit ede ede her kötülüğü, dinin tesirine yüklemek isteyen ve her dini bu özelliğiyle ele alan aşırı inkârcılardan olduğunu göstermeye yeterlidir.
Şimdi konferans sahibinin bu görüşüne, bahsettiği meselenin tamamen yabancısı olduğu eklenirse makalesinin ne kadar saçma bir mantıkla kaleme alındığı yönünde zihnimizde toplu bir bilgi meydana gelebilir.
Doğu dillerindeki geniş bilgisi sayesinde Fransız Akademisi üyeliği gibi elde edilmesi zor bir mevkiye ulaşmışken Ernest Renan’nun İslam konusunda cahil olduğunu iddia etmem garip görünmesin. Yalnız Ernest Renan değil, Avrupa’da Doğu ilimlerine intisap ile şöhrete ulaşmış kişilerin bile İslam dini konusunda zihinlere hayret verecek derecede cahil olduklarını kolayca ispat edebilirim.
Uzun seneler İstanbul’da yaşamış, Arapça ve Farsçanın dışında, bu iki lisana muhtaç olması ve gramer kaidelerinin mazbut bulunmaması yönüyle bir yabancı için öğrenilmesi, Müslümanların konuştukları bütün dillerin en zoru olan Türkçede oldukça güzel yazacak kadar tecrübe kazanmış olan Osmanlı Tarihçisi Hammer[3 - On sekiz cilt olarak basılmış olan bu eser, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulmasıyla başlar ve Kaynarca Antlaşması ile son bulur. Bir hayli kötü niyet ve hatalarla, birtakım yanlış muhakemelerle dolu olmakla beraber, iç olaylar ve özellikle dış ilişkilerle ilgili birçok detayı ihtiva etmesinden dolayı Türk milletinin tarihini bilenlere, bilgilerini arttırmaları bakımından faydalı bir eserdir.] bile İslam dini konusunda bir şey söylemek isteyince Doğu’ya ait bir kitap okumamış yabancılar kadar ve hatta onlardan daha garip bir bilgisizlik gösterir.
Hammer’in “Osmanlı Tarihi”nin X. cildinin 400-401. sayfalarındaki şu fıkraya dikkat buyurulsun:

İslam hükümlerine göre öğle namazı, güneş zeval noktasında iken kılınmaz ancak bir iki dakika sonra eda olunur çünkü peygamberin hadislerine güvenilirse her gün zeval saatinde şeytan, güneşi iki boynuzunun arasına alarak âlemlerin sultanı Allah’a mahsus olan kibir tacını başına giyer fakat “Allahu ekber” sedasını işitir işitmez bırakır. Osmanlı tarihçileri, işte bu suretle, Sultan IV. Murat ve Sultan İbrahim zamanlarıyla Sultan IV. Mehmet’in çocukluk döneminde hırs, zevk ve sefanın, isyan ve şeytani kötülüklerin zirveye ulaştığını söylemişlerdir.
Muhammet ümmetine ulaşan hadislerde bu inancı işaret eden bir tek harf var mıdır? Zaten vakit girmeden önce beş vakit namazın hiçbirini kılmak caiz olamaz; güneş tam tepede iken öğle girmediği için tabii ki namaz kılınmaz. Hammer, sıradan bir çömeze de sorsa bu hakikati öğrenebilecekken kim bilir kimden işittiği bir maskaralığı dinin kesin hükümlerindenmiş gibi ele almıştır. Bu, İslam hükümlerine ilişkin cehaletin zirvesi değil de nedir? Boynuzlu şeytan bazı kiliselerde görülüyorsa da İslami kitapların hangisinde şeytana bir hayvan şekli verildiği görülmüştür?
Hayır! “Bu üç padişahın zamanında hırs, zevk, sefa, isyan, şeytani kötülükler zirveye ulaşmıştı.” diyen hiçbir Osmanlı tarihçisi yoktur. Hatta kullandığı ibare hiçbir anlam ifade etmiyor ki bir Osmanlı tarihçisine isnat edilebilsin. Farz edelim ki biri böyle bir hezeyan söylemiş olsa bile bu ifade İslam’da şeytanın öğle vakti güneşi boynuzlarıyla tutup da başına giydiğine dair bir inancın bulunduğunu göstermez.
Avrupa’yı İslami durumdan haberdar etme konusunda herkesten daha başarılı olmakla tanınan “Şark Kütüphanesi” adlı eseri, Avrupa’da hâlâ Doğu dilleri ve İslami bilgiler alanında uğraşanların en büyük kaynaklarından bulunan meşhur D’Herbelot, bu kitabının “El-Kur’an” başlıklı bölümünde şu fıkrayı yazar:

Peygamberlerine perestiş eden Müslümanlar, Kur’an-ı Kerim’i de fevkalade yüce tutarlar çünkü “Yaradılışın başlangıcında Kur’an-ı Kerim, Levh-i Mahfuz’dan ayırt edilerek, göğün yedi katından birinde emaneten korunmuş ve birinci derecedeki meleklerden olan Cebrail’in kendi eliyle gökten alınarak Hz. Muhammed’e (S.A.V.) sure sure getirilmiştir.” derler.
Böyle bir sözü söyleyen veya inanan hiçbir Müslüman’ın bulunmadığını belirtmeye gerek yoktur. Avrupa’da gayretli birtakım insanlar, mesela en küçük böceklerin cinsini tayin etmek, türlerini belirlemek için ömürlerini tüketerek, akla hayale gelmeyecek şeylere emek sarf ederek nice keşifler ortaya koymaktadırlar. Bunlardan binlerce düşünce ve hüner sahibi kişi, Doğu dilleri ile uğraşıp dururken, 1300 yıldan beri dünyanın büyük bir bölümünü kaplamış olan bir dinin (İslam’ın) yüz binlerce eseri elde dolaşırken, bu dinin hakikati yine de Avrupa’da bu kadar meçhul kalıyor! Bu hâl, gerçekten hayret verici değil midir?
Evet, bu hayret edilecek bir durumdur fakat sebepleri de meydandadır.
Bu konudaki görüşümü de belirteyim: Bilindiği üzere Avrupa’da İslam’ın incelenmesiyle uğraşanlar ya Hristiyanlığa inananlar ya da hiçbir dine inanmayanlardır. Hristiyanlığa inananlar, bu incelemenin yapılması esnasında şahsi düşüncelerini konunun dışında tutmamaktadırlar.
Bizlere göre Hristiyanlık, hükmü kaldırılmış dinlerdendir. Bundan dolayı İslam bilginlerinden biri, Hristiyanlık inancını inceleyecek olursa; hükmü kaldırılmış yanların İslam’a uymayan meselelerini ortaya çıkarabilme konusundaki araştırmasını gayet tarafsız ve sağlıklı bir şekilde yapabilir. Hâlbuki Hristiyanlara göre İslam, ilahi bir din olmadığı için Hristiyan bilginlerinin İslam dini ile ilgili olarak yapacakları incelemeler, ellerine geçen kitaplarda itiraz edebilecekleri konuları aramaktan ibarettir.
İnanmayanlara gelince, Avrupa’da dinle ilgilenmeyenlerin hemen hemen tamamı, bütün dinlere; insan düşüncesinin en ağır esaret zinciri, aynı zamanda ilmin gelişmesine en güçlü engel gözüyle bakarlar; işte bu fikrin yayılmasından dolayıdır ki onların İslam dini hakkında yaptıkları araştırmalar, papazlar gibi ellerine geçen her kitapta itiraz edebilecek bir şeyler aramaktır.
Zaten bir dinin ilahi olmadığına hükmetmek o dine duyulan hürmeti ve ciddiyeti ortadan kaldıracağı için zevzeklik ve belki de aslını bozma nazarıyla bakılan bir şeyin mahiyetini tarafsızca araştıracak, uzun uzadıya külfet çekecek, sabır sahibi bir insana kolay kolay rastlanmaz.
Bunlardan başka, Avrupalıların garip bir inançları vardır ki Bay Renan bu itikadı, makalesinin şu fıkrasında çok güzel özetlemiştir:

Bir Müslüman çocuğu, on on iki yaşına gelip de dininin emirlerini öğrenmeye başlayınca, o zamana kadar oldukça uyanık iken birdenbire taassup göstermeye başlar ve soyut bir hakikat zannettiği şeye sahip olmaktan dolayı aptalca bir kibirle dolu olarak, esasen başkalarının çok gerisinde bulunan bu hâlden dolayı özel bir imtiyaza sahipmiş gibi kendisini mutlu sayar! Bu mantıksız gurur, İslam’ın en köklü kötülüğüdür.
Bunlar, İslam’ın, kendisine, diğer dinlerden büyük olduğu nazarıyla baktığını zanneder de meseleyi aksi noktadan ele alıp İslam’ı diğer dinlerden aşağıda görürler. Kanaatlerince böyle küçük bir kavmin inancına önem vermek, lüzumsuz şeylerle uğraşma anlamını taşıyacağı için Doğu’ya ait meselelerle uğraşanların büyük çoğunluğu, İslam dinini de bazı vahşi kabilelerin mezhepleri gibi eğlence olarak araştırırlar.
Dikkate değer bir başka husus da şudur: Gerek kurallarının zenginliği ve zorluğundan gerek yazı özelliğinden dolayı Doğu dillerinde bir yabancının maharet kazanması en zor işlerden biri olarak kabul edilebilir. Bir dereceye kadar Avrupa’da Osmanlıca bilginlerinden sayılan Hammer, küçültme için kullanıldığı bilinen “gidi” kelimesinin anlamını kavrayamadığından, serhat yiğitlerinin kahramanlık nakaratlarını ifade eden “Yoktur sizinle viremiz, eğrili gidi eğrili.” beytindeki “gidi” sözünü “hirre” manasına gelen “kedi” zannederek kitabında bu şekilde tercüme etmiştir(!)
Arapçayı çok iyi bilmekle şöhret yapmış olan Renan, bu risalesinde, feylesof kelimesini; Arapların, “f”nin esresi, “y”nin “f”yi uzatması ve “lam”ın sükûnu ile “filsuf” şeklinde okuduklarından bahsediyor! Müslümanların dillerine merak saran Avrupalıların bir kısmı, kendi öğrenemedikleri dilleri, başkalarına öğretmek için kendi kendilerine gramer kitapları yazıyor. Bazı Avrupalılar, bu kitapları okumakla istedikleri her dilde uzmanlaşabileceklerini sanıyorlar.
Paris’te bulunduğum sırada umuma açık bir Türkçe dersine katıldım. Hocanın anlattıklarından bir kelime bile anlamadım. Şayet arada üç dört Türkçe edat işitmemiş olsaydım, hiç bilmediğim bir dil öğretiliyor zannederek kendimi mazur görürdüm.
Bundan başka, Avrupalıların İslam’a dair yazdıkları kitaplardaki “yarı âlimliğe” de büyük bir pay ayırmak lazım gelir.
Sathi bilgiye sahip olan kişilerin, okudukları kitaplarda anlayamadıkları konulara, ne kadar hakikate uygun olursa olsun, gevezelik nazarıyla bakmaları tabii değil midir?
Şimdi bir Avrupalının, İslam’ın muhtevasını ve özelliklerini tam olarak anlayabilmesi için senelerce derinliğine araştırma yapması gerekir fakat o, bu araştırmayı yapmadan, sathi bilgiyle İslam’a; fikir hürriyetine ve medeniyetin gelişmesine engel gözüyle bakar. Bu kanaatinin neticesi olarak da incelemesini makul olmayan inançların araştırılmasına ayırır. Tesadüf ettiği her meseleye, benzetmek gibi olmasın, sanki Zulu halkının inançlarıyla ilgili bir bilgi elde etmek için sathi bir göz atmayı yeterli görür de devamlı meşgul olduğu dillerin daha kelimelerini bile doğru telaffuz edemez. Bu durumda bir Avrupalının o dinin mahiyeti hakkında yazacağı şeylerin hezeyandan başka bir şey olabilmesi aklen mümkün müdür?
Şu hakikati de söyleyeyim: Avrupa’da Müslümanların dillerinden bir veya birkaçını gerçekten bilen, öğrenen hiç kimse olmadığı söylenemez fakat bu başarıya haiz olan imtiyaz sahipleri; Doğu’yu bilme ve herkese bildirme iddiasında bulunup da “risale” yazanların, konferans verenlerin çoğu gibi; İslam’ın ilmî gelişmeye tesirlerini, kendini gösterme maksadıyla, böyle kırk sayfalık risalecik çerçevesinde hesaba çekme ve tenkit etme bencilliğine kalkışmaz.
İşte, Doğu ile uğraşan Avrupalılardan birçoğunun İslam’a dair konuları bilmemelerinin hangi sebeplerden ileri geldiği yukarıdaki açıklamalardan anlaşılmıştır. Bay Renan’nun da İslami meselelerde bu sebeplere yenik düşen, yanlış bilgi ve eksik araştırma sahiplerinden olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
Gerek Renan ve gerekse çağdaşlarının mahiyetlerini belirtmek için daha fazla söz söylemeye ihtiyaç kalmamıştır kanaatindeyim. Dolayısıyla ben sözü makalenin muhteviyatına getiriyorum.
Ben, Bay Renan’nun risalesini görmeden önce bu kadar az söze o kadar çok yanlışlığın sığabileceğini ümit etmezdim. Bahsettiğim hataları birer birer sayayım:
Yazar, milletlerin hüviyetlerinin aynı kalmadığına dair herkesin bildiği gerçeği, yeni bulunmuş bir “felsefe sırrı’’ymış gibi sözünün başına alarak; Arap ilmi, Arap medeniyeti, Arap felsefesi, Arap sanatı, İslami ilimler, İslam medeniyeti tabirlerinde bulunan benzerlik ve karmaşayı kaldırmak istediğinden bahsediyor. Rivayet ettiğine göre bu karmaşa zihinlerde açık olmayan bazı düşünceler meydana getirmekte ve bu düşüncelerse birtakım yanlış fikirlerin ve hatta fiiliyatta bile ağır hataların doğmasına sebep olmaktaymış(!)
Renan’nun bahsettiği bu tabirlerde hiçbir benzerlik, karmaşa olmadığı herkesçe bilinmektedir. Bununla beraber, yazar; İslam’ın ilmini, medeniyetini, felsefesini, sanatını bütün bütün inkâr edecek düşünceleri ele almak için sadece makalenin başında, tabirlerdeki benzerlikten doğan kavram karmaşası olduğunu ileri sürmekle yetiniyor.
Bu kavram karmaşasıyla meydana gelen, açık olmayan mütalaaların da birtakım yanlış düşünceler, büyük hatalar doğurduğuna dair bir iddia ileri sürüyor ve bu iddialarına hiçbir delil gösteremiyor. Aslında Renan’nun bu iddialarına delil göstermemesi garip karşılanmasın ki onun tutumundaki Avrupa bilginlerinin bizimle ilgili her sözü, kendilerince her türlü delil ihtiyacından uzak olan açık hakikatlerden sayılır. Bu kişilerden, Doğu’ya dair sözlerine delil istendikçe, “Ben söylüyorum.” cevabını aldığımız hâllere çokça rastlamışızdır.
Bay Renan, bu mücerret davasının peşinden şöyle bir iddia daha ortaya koyuyor:

Zamanımızın koşullarına dair biraz bilgi sahibi olan herkes, İslam ülkelerinin mevcut geri kalmışlığını, tahsil ve terbiyesinin düzeyini, İslam inancına sahip milletlerin zihnî kabiliyetlerinin hiç hükmünde olduğunu açıkça görebilmektedir. Doğu ve Afrika taraflarında olanlar, sağlam bir müminin fikrini sınırlayan, zihinlerini ilimlere karşı sürekli kapatan veya bir şey öğrenme, yeni bir düşünceyi benimseme kabiliyetinden mahrum eden bir çeşit demir çember içinde mahsurdurlar.
Bilgi ve anlayış bakımından İslam’ı; Çin’de ateşe, Hint’te hayvanlara ibadet eden; bilinmeyen yerlerde, Büyük Okyanusya adalarında insan yiyen âdemoğullarından daha aşağı görmek, davasında delil göstermeye lüzum görmeyen Bay Renan için mümkündür fakat bu saçma sözlere güven duyulmasını ümit ederse bilgisinin şöhretine çok saf bir şekilde güvenmiş olur.
Garip şey! Meğer Müslüman olduğumuz için başımızın etrafına bir “demir halka” geçirilmiş, o halka da duyularımızı her çeşit ilme, her türlü öğrenime ve yeni bilgilere kapalı tutarmış ve bizim bundan hâlâ haberimiz yokmuş!
Müslümanların mektep bulabildikleri yerlerde eğitim ve öğretim vasıtalarındaki bin türlü eksikliğe rağmen o mekteplere devam eden diğer dinlere mensup öğrencilerden her zaman üstün olageldiklerini Renan nasıl inkâr edebiliyor? Yoksa iddiasına delil göstermemeyi kendi şanından sayıp karşı tarafın gösterdiği delilleri kabul etmemesi münazara tarzının bir gereği midir?
Renan’nun risalesinden anlaşılan ve aşağıda söz konusu edilecek fikrine bakılırsa tabiat ve matematik bilimleriyle meşgul olan Müslümanlar, her hâlükârda dinî düşünceden ve dine itina etmekten uzak gibi görülecektir. Bununla beraber, biraz kendileriyle konuşsa o Müslümanları herkesten daha sağlam şekilde dine bağlı bulacaktır çünkü matematik ve tabiat bilimleriyle uğraşan Müslümanların, o bilimlerle ilgili konularda “Güneşin kendi yörüngesinde gitmesi…”,[4 - “Yasin”, 38] “(…) Bulutlardan da su indirdik…”[5 - “Nebe”, 14] ve “Sizleri çiftler olarak yarattık.”[6 - “Nebe”, 8] gibi ayetlerde açık deliller görerek imanları bir kat daha kuvvetlenir.
Bay Ernest Renan’nun yukarıda bahsedilen ve “Bir Müslüman çocuğu…” ifadesiyle başlayan, “(…) En köklü kötülüğüdür.” sözleri ile son bulan sözleri, bu ibareyi takip etmiştir.
Bay Ernest Renan’nun bu iddiasını da cevapsız bırakmayalım. Acaba bu fikri ileri süren Renan’nun inancına göre kendi dinini diğer dinlerden, kendi milletini de diğer milletlerden daha üstün tutmak sadece Müslümanlara mı mahsustur? Hristiyanlığa, Yahudiliğe, ateşperestliğe, putperestliğe inananların, kendi dinlerini başka dinlerden, kendi milletini başka milletlerden aşağı veya onlarla eşit gördüğünü iddia etmek mümkün müdür? Elbette değildir. Kendi inancına göre hak dine uyduğu için milletini diğer milletlerden daha üstün saymak; İslam’a göre niçin diğer milletlerden daha aşağı olmayı gerektirsin de Hristiyanlara, Yahudilere ve başkalarına göre öyle olmasın? İslam’ın ilim alanındaki etkileri kadar önemli bir mesele bu türlü delillerle mi halledilecek(!)
Yine makale sahibi der ki:

Dinî amellerinin sadeliği, Müslümanlara, diğer dinler hakkında pek de haklı sayılmayacak bir küçümseme fikri verir.
Bay Renan bilmezse bile vukuf sahipleri layıkıyla bilmektedir ki Müslümanlar, dinî amellerinin sadeliğini, zorluğunu hiçbir vakit düşünmemiştir ve düşünmez de… Hiçbir Müslüman diğer dinlere aşağılayıcı bir gözle bakmaz. Diğer dinler ilahi kitaplara dayanıyorsa onlar İslam indinde hor değil, hükmü kalkmış inançlardır. Eliyle yaptığı puta, kendisini yarattığını sanarak tapanların batıl inançlarına, Müslümanlar da Hristiyanlar da Yahudiler de dinsizler de yalnız hakaretle değil, tabii olarak alay nazarıyla bakarlar.
Hiçbir dine mensup olmayan Bay Renan için Hristiyan ve Yahudilerin, İslam’ı hak dinlerden saymaması mazur görüldüğü hâlde İslam’ın, Hristiyanlığı ve Yahudiliği hükmü kalkmış birer din olarak görmesi, acaba niçin saldırı sebebi olabiliyor? Putperestlere, ateşperestlere ve hatta dinsizlere dair, ehl-i kitabın sahip olduğu bir fikirden dolayı Renan, sadece Müslümanları suçlayamaz. Makale sahibinin yanlış zannına göre Müslümanlar, yüce Allah’ın; ikbal, kuvvet ve şahsi özellikleri nazarıdikkate almaksızın kime nasip ederse ona iyilik edeceği inancında bulundukları için eğitim ve ilme, Avrupa düşüncesini meydana getiren her türlü hususa tam bir hakaretle bakarlarmış(!) Yüce Allah’ın lütfunu hiçbir kayıt ve şarta bağlamamak yanlış bir inanç mıdır? Meşhur bir hatip olan Renan, dünyada ikbale ve kudrete sahip olanların hepsinin bilgi ve beceri sahibi kişiler olduğunu, her bilgi ve beceri sahibinin ikbal ve kuvvet mevkisine ulaştığını iddia ederse ileri sürdüğü bu tezini mütalaa sahiplerine kabul ettirebilmek için insanlık tarihini kitaplıklardan, fikirlerden tamamen kaldırmak yetmez, çağdaşların durumunu birbirinden gizlemeye de bir çare bulmak lazım gelir!
Bir de Müslüman’ın bu inançta bulunması, niçin ilme hor bir gözle bakmasını gerektirsin? İlim, sadece güç, kudret, mevki ve makam elde etmek için mi öğrenilir?
Fransız milletine mensup olan Bay Renan’nun kendi ülkesinde asilzade olmadıkça bir kimsenin mevki ve makam elde etmesinin mümkün olmadığı zamanlarda, ilmin çeşitli kademelerine nefislerini vakfetmiş olan Descartes’lar, Pascal’lar, hangi kudret ve ikbale ulaşmak için çalışmışlardır? Polonya’da Kopernik krallığa, Roma’da Galileo papalığa seçilmek için mi kendini ilme adamıştı?
İlim öyle bir sevgilidir ki tutkunları sırf ona kavuşabilmek için ömürlerini tüketirler. İlmi istifade vasıtası yapmak için öğrenenlerin hiçbir zaman ilim alanında yüksek bir mevki ve makama ulaştıkları görülmemiştir.
Bu akli delillere de ihtiyaç yoktur. Hakikati ispat için fiiliyat yeterlidir. Eğer İslam, ilme hor gözle bakmış olsaydı, Müslümanlar arasından hiçbir âlim çıkmazdı. Bay Renan, “Müslümanlardan âlim çıkmamıştır.” diyecekse açıklasın da bunun üzerinde duralım. Bay Ernest Renan gittikçe tuhaflaşıyor.
Renan, yukarıda açıklandığı gibi İslam’ın; eğitime, ilme, Avrupa fikrini teşkil eden her türlü meziyete tam bir hakaretle baktığını açıkladıktan sonra der ki: İslam inancı ile aşılanmış olan bu yara, o kadar kuvvetlidir ki her türlü ırk ve milliyet ayrılıkları İslam’ın kabulüyle mahvolur. Berberi, Sudanlı, Çerkez, Afganlı, Malezyalı, Mısırlı, Habeşli milletler, Müslüman olunca artık Berberi, Mısırlı, Sudanlı değil, sadece Müslüman’dır.
Renan’ın mukaddimesi ile sonucu arasında münasebet bulunduğunu keşfedebilenlere büyük bir mükâfat verilse yeridir(!)
Ne olmuş? İslam, her türlü ikbal, kudret ve kuvvetin hakiki kaynağının yüce Allah olduğunu kabul edermiş, bundan dolayı eğitim ve ilme hor gözle bakarmış; bunun için de Müslüman olan herkes, ırk ve milliyetini unutarak sadece Müslüman kalırmış!
Burada, ilme hor gözle bakmakla Müslümanların milliyetlerini kaybetmeleri arasında bir münasebet var mıdır? Yazar geçinen bir adam için konferans verirken değil, belki sayıklarken bile bu kadar saçmalamak ayıp karşılanır.
Tarihen sabittir ki İslam devletleri arasında ortaya çıkan birtakım ihtilaflar üzerine İslam’ı kabul etmiş milletlerin tamamı milliyetini muhafaza edebilmiştir ancak bunlardan hangisine sorulursa sorulsun, diğer dinlerin mensupları gibi Müslüman sıfatını, Çerkez veya Afgan sıfatına tercih ettiği görülür.
Bununla beraber konferans sahibine şunu soralım:
“İslam, birçok milliyeti mahvedip insanların kaynaşmasını engelleyen şeylerden birini imkân derecesinde azaltmış olsaydı, fikr-i hikmetçe takdir olunamayacak bir durum mu ortaya çıkmış olurdu?”
Yine makale sahibi der ki:

Bu durumdan, yalnız kendine has düşünce tarzını muhafaza edebilen İran müstesnadır çünkü İran, İslam’da kendine mahsus özel bir mevki kazanmıştır. İranlılar, Müslüman olmaktan öte Şii’dir.
Müslümanlıktan ziyade Şii olmak ne anlama geliyor? Müslüman olmayan Şii de mi varmış! Bazı edebî tabirlerde bu tür kelime oyunlarına yer verilebilir fakat ciddi bir esere manasız söz karıştırmanın yeri yoktur.
Bay Renan, Şiiliği İran’a has bir mezhep ve bu özelliği de İranlıların Müslümanlar arasında özel bir yer elde etmelerine sebep olarak gösteriyor! Şayet İslam tarihini hakkıyla öğrenmiş olsaydı, Şiiliğin İslam dünyasında girmediği bir yer ve nüfuz etmediği bir millet kalmadığını öğrenmiş olurdu.
Bilindiği gibi Şiiliğin İran’da tamamen yerleşmesi üç asırlık bir meseledir; bu mezhep İran’da yerleşinceye kadar yüz binlerce kişinin kanının döküldüğü de tarihen sabittir. İslam dünyasında, İran’dan birkaç yüz yıl önce bu mezhebi kabul etmiş ve Şiiliği günümüze kadar devam ettirmiş milletler de bulunmaktadır.
Bu açık gerçeklere karşın İranlılara Müslümanlar arasında ayrı bir konum vermek, İranlıları İslam’dan daha çok Şiiliğe meyilli bir millet olarak kabul etmek caiz ise ne diyelim?
Bay Renan, bu kadar garip görüşler öne sürdükten sonra, geleceğe emniyetle bakmak için geçmişe göz atarak, “Şimdi (zannınca) bu derece gerilemiş olan İslam medeniyeti bir zamanlar çok parlaktı; bu kadar âlimler, hekimler yetiştirdi; asırlarca Batı’da Hristiyanlık dünyasının hocası oldu; bu hâl geçmişte meydana geldi, bundan sonra niçin gelmesin?” diyenlerin fikrini de beğenmeyip “Benim de asıl bahsedeceğim bu noktadır.” diyerek “Gerçekten İslami ilimler veya hiç olmazsa Müslümanlar tarafından kabul ve müsaadeye mazhar olmuş bir ilim var mıydı?” meselesine ortaya atıyor. Meselenin halli için söze başladığı sırada, üç asırlık bir zaman boyunca İslam ülkelerinde pek mümtaz bilginler, hekimler bulunduğunu ve o zaman İslam dünyasının, ilim bakımından, Hristiyan dünyasına tercih edildiğini itiraf ettikten sonra birtakım yanlış neticeler çıkarmak için bu delillerin tahlil edilmesine ve bunun için de Doğu’nun medeniyet tarihinin asır asır incelenerek İslam’ın o geçici üstünlüğünü hazırlayan çeşitli aşamaların belirtilmesine lüzum görüyor. İşte arzu ettiği tahlile şu sözlerle başlıyor:

İlim ve felsefeye en yabancı devir, birkaç asır devam eden ve Arapların vicdanını tevhidin çeşitli yolları arasında kararsız bırakan ve mezhep tartışmalarının sonucu olan İslam’ın birinci asrıdır.
Ne buyurursunuz, İslam’dan önce Araplar arasında “tevhidin muhtelif yollarıyla ortaya çıkan mücadeleler” de varmış! İslam’ın ilk asrından birkaç yüzyıl önce Arabistan’da Tanrı’nın birliği, Yaratıcı’nın birliği inancının var olduğun ve bundan dolayı kabileler arasında mücadeleler, harpler yaşandığına dair Bay Renan’nun keşfedip ortaya koyduğu gerçeği, şimdiye kadar hiçbir kitapta görülmediği, hiçbir delili de olmadığı için kendisinden başka dünyada kimse kabul edemez.[7 - İslam’dan önce Arabistan’da tevhid inancına sahip ve “Hanifler” olarak bilinen kimseler bulunmaktadır. Bunlar Allah’ı bir bilen, bütün peygamberlere iman eden, sünnet olan, Kâbe’yi ziyaret eden, Allah’ın yasak ettiği şeyleri kendilerine haram sayan kimselerdir (Bkz. Şaban Kuzgun, “Hz. İbrahim ve Haniflik”, Ankara 1985, 110-197). Bunun yanında müşriklerin; putların dışında, kendilerini, yeri, göğü vb. şeyleri yaratan bir yüce Tanrı inancına sahip oldukları Kur’an’dan anlaşılmaktadır (Bkz. “Isra”, 67; “El-Müminun”, 86; “Ankebut”, 61-65; “Ez-Zuhruf”, 87; “Fetih”, 52 vb. Bu konuda ayrıca bkz. Ekrem Sarıkçıoğlu, “Kur’an’a Göre Müşrikler ve Putperestler”, İslami Araştırmalar mecmuası, Ankara, 1986, 26-32).İslam’a göre dinler tevhid esasına dayanmaktadır ve ilahi menşelidir. İnsanlar doğru yoldan uzaklaştıkça Allah onları yeni elçilerle uyarmış, doğru yola çağırtmıştır (“Bakara”, 136; “Nisa”, 163, vd.). Bu elçiler birbirini takip etmiş ve Hz. Muhammed ile sonlanmıştır (“Azhap”, 40). Elçiler görevlerini hakkıyla yapabilmeleri, Tanrı buyruğunu tam olarak anlatabilmeleri için her kavmin dili ile gönderilmişlerdir (“İbrahim”, 4). Allah her kavme bu uyarıcılardan göndermiştir (“Fatır”, 24, “İsra”, 15; “Ra’d”, 7). Bu uyarıcılar da Allah’a kulluk etmeyi, saptırıcılardan sakınmayı, hakkı kabul etmeyi tebliğ etmişlerdir. Böylece öz bozulsa da tevhide, ilahi hükümlere dair bazı izler kalmıştır. Zaten bugün dinler tarihi alanında yapılan çalışmalar, ilkel kabilelerde olsun, çok tanrılı toplumlarda olsun, farklı inanışlar yanında bir “yüce varlık”, “yüce Tanrı” inanışının bulunduğunu ortaya koymuştur. Namık Kemal, kaynaklara müracaat etmeye fırsat bulamadığı için veya Renan’ın her fikrini yanlış ve İslam’a aykırı bulduğu için bu görüşünü de reddetme ihtiyacı duymuştur. Belki de müşrik Arapları tevhid ehli olarak görmemiştir. Bilhassa mezhep mücadeleleri olmadığına dair görüşe katılmak mümkündür.]
İslam’ın birinci asrında Müslümanlar arasında ilim yaygın değilmiş; eğer ilimden murat sadece matematik ve tabii ilimler ise bunlar gerçekten yoktu ancak bundan İslam’ın ilme karşı olduğu sonucu mu çıkar? İslam, yayıldığı yerlerde halkı âlim bulmuş da onları cehalete mi sevk etmiş?
Felsefe konusuna gelince, Bay Renan, sahabelerin sözlerini ihtiva eden kitapları, en azından “Nehcu’l Belaga”yı görmüş olsaydı, sanırım kolay kolay böyle bir iddiada bulunamazdı.
Makale sahibi, bu iddiasının peşinden, konuyla hiçbir ilgisi bulunmadığı hâlde bedevilerin şair olduklarını fakat âlim olmadıklarını açıklamakla ve Hz. Ömer’in (R.A.) İskenderiye Kütüphanesi’ni yaktırmadığını itiraf etmekle beraber dünyada hâkim olmasına çalıştıkları yüce kuralların (Kur’an ve sünnet) haşa, fikirlerin ilme yakışır bir şekilde gelişimini ve bu alandaki çeşitli çalışmaları harap edegeldiğine dair saçmalıkları dile getirdikten sonra şu görüşlere yer verir:

Miladi 750 yılına doğru, İran üstünlük göstererek Abbasiler’in Emeviler’i yenmesini sağlayınca her şey değişti. İslam’ın merkezi Dicle ve Fırat arasına taşındı. Burası ise Şark’ın gördüğü en parlak medeniyetlerden birinin izleriyle doluydu. Bu da İran’ın Sasani medeniyetidir ki bu medenniyet Nüşirevan zamanında zirveye ulaşmıştı. Oralarda sanayi, birçok asırdan beri ilerleme kaydetmişti. Hüsrev buna bir de fikrî gelişmeyi ilave etti. İstanbul’dan kovulan felsefeciler, İran’a sığındı. Hüsrev, Hint kitaplarını tercüme ettirdi. Halkın çoğunluğunu oluşturan Hristiyanlar, Yunan’ın ilim ve felsefesine vâkıftılar. Tıp bütün bütün onların elindeydi. Papazlar hem mantık ve hem de geometri bilirlerdi. “Şehname”de Rüstem’in köprü yaptırmak istediği zaman mühendislik işleri için bir katolikos çağırttığı belirtilmiştir. İslam’ın şiddetli darbesi, İran’ın bu güzel gelişmesini yüz sene kadar geciktirdiyse de Abbasiler’in saltanatı, Hüsrev zamanının parlaklığını tekrar canlandırdı. Abbasi ailesini saltanata ulaştıran ihtilali yapanlar İranlı reislerin idaresi altında bulunan İran askerleriydi. Abbasiler’in kurucusu olan Ebu’l-Abbas’ın ve özellikle Mansur’un çevresinde bulunanlar her zaman İranlı idi. Sanki Sasaniler yeniden dirilmişti. Gizli müsteşarları, şehzade hocaları, başbakanları İran’ın eski hanedanlarından olan Bermekîler arasından seçilmişti. Onlar milletinin mezhebine sadık kalarak İslam’ı hem pek geç hem de inanmaksızın kabul etmişledi. Nasturiler de gönülden inanmayan halifelerin etrafını sarıp özel bir imtiyaz olmak üzere hekimbaşılık unvanlarını ele geçirdiler.
Makale sahibinin bu kadar gevezeliğini, İslam’ın ilme engel olduğuna delil makamında dinliyoruz. İfadelerinde öyle bir işaretten eser olmadığı şöyle dursun, doğru bir şey var ise o da Hz. Ömer Faruk (R.A.) Efendi’mizin İskenderiye Kütüphanesi’ni yaktırdığına dair papazların dilindeki iftiranın çürütülmesidir. Bir de bazı Hristiyanların Abbasi halifelerinden birkaçına hekimlik ettikleri doğrudur.
Diğer iddialara gelince, önce hilafet merkezinin Bağdat’a naklolunması İslam’ın medeniyetçe ilerlemesine nasıl etki edebilirdi? Bay Ernest Renan’nun İran taraflarında vehmettiği Sasani medeniyeti ancak otuz kırk yıl sürebilmiş ve İslam’ın zuhuru üzerine duraklamaya girmiş bir terakki şeklinden ibaretti. Neden ihtiyaç duyulsun ki soylu Arap milleti; daha hükûmet merkezi Şam’da iken Yunan medeniyetinden, o bin sene boyunca büyük eserler meydana getirerek felsefe ve ilmi insanlık âlemine yayan ve hatta Bay Renan’nun fikrince Sasanilerin fikrî gelişimlerine de -Yunan kitaplarını tercüme etmeleri yönüyle- öncülük eden Yunan ilminden almasın da ilmin faydalarını Sasani medeniyetinden alsın?
Acaba İran medeniyetinin Dicle ve Fırat arasında kalan izleri, Yunan ilminin Şam’daki izlerinden daha mı fazlaydı?
Nuşirevan ve Hüsrev zamanlarında İran’ın ilimce öyle yüksek bir mevkiye ulaştığının ispat edilmesi açısından Bay Renan’nun hiçbir delile dayanmayan sözlerinden başka bir işaret göremiyoruz. Birkaç sene Yunan felsefesinden yararlanmak ve Hint’den birkaç kitap tercüme ettirmekle bir milletin ilimde yüksek bir dereceye ulaşması mümkün müdür?
Bay Ernest Renan, Sasani Devleti’nin Araplardan üstün olduğuna, İran’ın hangi ilmî ve edebî eseriyle hükmediyor? İranlılar o zaman ilimle haşır neşir idi de kitapları nerede kaldı? Yoksa bunların da İskenderiye’deki gibi Müslümanlar tarafından yakılan bir kütüphanesinin bulunduğuna dair bir yalan mı uydurulacak? Bilgin olan bir millet, kendi fertleri arasında köprüye mühendislik edecek adam bulamaz da diğer milletlerin din görevlilerinden mi yardım diler?
Bay Renan, o zamanki İranlıların ilim ve bilgi sahibi olduğunu iddia ediyor; hâlbuki Abbasi ailesinden ilk olarak hilafet iddiasına kalkan İmam İbrahim hiç de bu inançta değildi. Hatta Horasan’daki vekillerine şu şekilde emirler gönderiyordu: “Oralarda Araplardan hiç kimseyi sağ bırakmayınız, ilim ve zekâları, istenildiği gibi idare edilmelerine engeldir; hâlbuki yerliler cahillikleri yönüyle hayvan gibidir, yularlarından tutar, istediğiniz yere götürebilirsiniz.” Acaba Bay Renan, Abbasilerin ortaya çıktıkları sırada İranlıların fikrî özellikleri bakımından bulundukları mertebeyi çağdaşlarından daha iyi bildiği iddiasında mıdır?
Sasaniler zamanında halkın en büyük kısmını Hristiyanların oluşturduğunu söylemek aklın kabul edeceği hâllerden midir? O zaman İran’daki halkın çoğunluğu Hristiyan olsaydı, Hristiyanlığın en büyük koruyucularından olan Doğu Roma İmparatorluğu’na karşı Sasaniler bağımsızlığını nasıl koruyabilirdi?
Hanedanı kendine bağlı olan Bermek’in oğlu Halit, Müslüman idi. Bir hanedan içinde yalnız bir adamın dini kabul etmemesi, o hanedanın İslam’ı geç kabul ettiğine mi delalet eder? Bermekîler’in Müslümanlıklarını açığa vurmalarının gerçek bir imana dayanmadığını Bay Renan nereden biliyor? Kendileriyle görüşüp de kalplerinin sırlarına nüfuz etmemiştir sanırım! Bermekîler’in münafıklık veya dinden dönmelerine delil gösterebilecek bir davranışları veya sözleri işitilmemiş ve hatta inançlarının bozuk olduğuna dair herhangi bir kitapta bir fıkracığa bile tesadüf olunamaz. Bermekîler’in zayıf inanç taşıdıklarına dair elde bir delil bulunsaydı, o aileyi yok ettikten sonra kendilerini halkın saldırısından kurtarmak için Bermekîler hakkında bin türlü kötülük ilan etmeyi devletin en önemli işlerinden sayan devlet büyükleri, Bermekîler’i halk nazarında lanetletecek böyle bir söylentinin yayılmasını, on bir asır sonra dünyaya gelecek olan Bay Renan’ya mı bırakırlardı?
Bermekîler’in ikbali yalnızca Harun devrinin bir kısmına ait iken Abbasîler’in; ilim asrında genellikle gizli müsteşarlıklarını, şehzade hocalıklarını, vezirliklerini Bermekîler’e tahsis etmeleri pek acemice bir mübalağa değil midir?
Bay Renan, Ebu’l Abbas Seffah ile Ebu Cafer Mansur’un da tam inanmadıklarını iddia ediyor. Zira makalesinin hemen her paragrafından, İslam’a inanmış bir kimsenin ilim âşığı olmasına zihninde bir türlü ihtimal vermediği anlaşılıyor. Kur’an-ı Kerim’de, “Allah hikmeti kime dilerse verir…”[8 - “Bakara”, 269], “Ant olsun ki biz Lokman’a hikmet verdik…”[9 - “Lokman”, 12], “Allah içinizden iman etmiş olanlarla kendilerine ilim verilmiş bulunanların derecelerini arttırır…”[10 - “Mücadele”, 11], “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[11 - “Zumer”, 9], “Ey Rabb’im, benim ilmimi artır, de!”[12 - “Taha”, 114] gibi nice ayetler ve güvenilir kitaplarda, “Âlimler peygamberlerin vârisleridir.”, “Bir âlimin ölmesi bir âlemin yok olması gibidir.”, “Beşikten mezara kadar ilim talep ediniz.”, “Çin’de de olsa ilim talep ediniz.” gibi bunca hadis-i şerif mevcuttur ki bunların hepsi, dinen âlimin şerefine, her Müslüman’ın ilim öğrenmekle ve hikmetle mükellef olduğuna kesin delildir.
Hâl böyle iken inandığı din tarafından ilim ve hikmet öğrenmekle görevlendirilmiş bir milletin fertlerinin dinî emirlerden uzaklaşmadıkça ilim ve hikmete meyletmeyeceğini iddia etmek, karanlığın kalkmasını güneşin batmasına bağlamak kadar batıllık ve apaçık bir maskaralık değil midir?
Bir varsayım olarak makale sahibinin vehmettiği gibi, inancı tam olan Müslümanlarda ilim ve hikmete hizmet etmiş hiç kimse bulunmasın ve hatta Müslümanların ilmi hor gördükleri de doğru olsun, ilim ve hikmetin yüceliğine ve öğrenmenin gerekliliğine dair Allah’ın ve peygamberin bu kadar emirleri ortada dururken Müslümanların o emirlere uymamasından dolayı dine bir noksanlık gelmesi ihtimali var mıdır?
Makale sahibi, Bağdat yeniden hayat bulmaya başlamış olan İran’ın başkenti olunca, fatihlerin dili olan Arapçanın ortadan kaldırılmasına ve dinin tamamen inkâr edilmesine imkân bulunmamışsa da meydana gelen yeni medeniyetin karma olduğunu ve Arap olmayan Müslümanlarla, Hristiyanların üstün geldiğini, idare ve özellikle güvenlik kuvvetlerinin bütün bütün Hristiyanların elinde kaldığını iddia eder.
Süphanallah! Abbasiler Arapçayı ortadan kaldıracaktı da hangi dil ile konuşacaklardı? İslam halifesi olmalarından dolayı dünyanın en büyük makamına ulaşmış iken İslam’ın tebliğ dili olan Arapçayı ret ve inkâr ederek devletlerini temelinden yıkmaya çare aramakla mı meşgul olacaklardı?
Abbasi halifelerinin vezirleri, yönetimin her dalında görevli memurları, zabıta nazırı olan polis amirleri, isimleriyle unvanlarıyla tarihî kaynaklarda yazılıdır; Bay Renan’nun, bunların içinden bir Hristiyan bulup göstermeye gücü yeter mi? Bu tür konularda tarihî hakikatleri değiştirerek iddialarını ispat edebilir mi?
Bay Ernest Renan, Harun Reşit ile Memun’un da İslam’a inanmadıklarını iddia ediyor; hâlbuki hükümdarlık günlerinin çoğunu hac ve savaşlarda geçirmesinden dolayı Harun, Müslümanlar nazarında değerli ve faziletli kişilerden sayılır; Memun’un ise inancında zayıflık değil, tam tersine taassup bulunduğunu, benimsediği Mutezile mezhebinin yaygınlaşmasında uyguladığı zorlayıcı hareketler ispat eder. Dine ilgi duymayan bir hükümdar, bir mezhebi yaygınlaştırmak için zorlamaya başvurup da ahalisinin çoğunu ne sebeple kendinden nefret ettirsin?
Memun’a mı mezhepsiz diyeceğiz? O Memun ki inancı sebebiyle kendi akrabalarına ve çocuklarına karşı İmam Rıza Hazretleri’ni tercih ederek kendisine veliaht yapmıştır.
Yukarıda ispat edildiği üzere Seffah’ın, Mansur’un, Harun’un ve Memun’un dinle ilgilenmekten uzak olmalarıyla “İslam ilme engeldir.” iddiaları açıklanamaz. Makale sahibinin dört Müslüman hükümdarını, sanki mahrem meclislerinde yıllarca bulunmuş, kalplerinin gizliliklerini öğrenmiş gibi, hizmetlerinde bulunan devlet büyüklerinin hepsiyle beraber “dinsizlik” ile suçlaması ne garip bir hafifliktir.
İşte Bay Ernest Renan, Bağdat’taki gelişme ve yükselmenin, sırf bu padişahlar ile yakınlarının sarf ettikleri himaye gayretinden, dinsizliklerinden kaynaklandığı iddiasında ısrar eder ve bu iddiasının hemen arkasından, vaktiyle Kayravan’dan Bağdat’a gelen İspanyol bir zatın, orada her çeşit din ve mezhebe mensup kimselerin oluşturduğu bir ilim heyetine girdiğini ve bu heyette, Müslüman olmayanlardan birinin İslam âlimlerine karşı “Biz buraya akli deliller üzerinde tartışmaya geldik, bize Kur’an ve hadisten çıkarılmış deliller getirmeyiniz çünkü biz onlara inanmıyoruz.” dediğini işitmiş olduğuna dair bir fıkra naklediyor.
Şüphesiz Bay Renan söz konusu olan bu hürriyeti, dinden uzak sandığı hükûmet adamlarının akılcılığına bağlamak istemektedir.
Biraz insaf ile düşünülsün: Eğer mezheplere dair konularda yapılan incelemeler ve konuşmalarda bu hürriyet, dinen caiz görülmeseydi, o asırlarda herkesin önünde öyle dinî hükümlere aykırı birtakım münakaşalara müsaade etmek, dünyada hiçbir hükûmet için kabil olabilir miydi?
Bay Ernest Renan, risalesinin birçok sayfasını, tercüme ve telif kuvvetiyle Arapların ulaşmış oldukları ilmî derece hakkında gayet noksan bazı malumatlar vermeye ayırmış, bu konuların arasına da dikkate değer bazı pasajlar sıkıştırmıştır: Mesela Araplar, filozofları, yukarıda açıklandığı gibi “f ve “lam” harflerinin esresi, “z”nin de uzatılmasıyle “filizuf” diye söylerlermiş; bu terim ise “zındık” kelimesi kadar tehlikeli bir unvan alarak, genelllikle ölüm ve işkenceyi gerektirirmiş(!)
Eski çağlarda medeniyetin mucidi sayılan eski Yunanlılar, felsefenin gerçekten mucidi olan Sokrat’ı “tek Tanrı”ya inandığı için idam ettiler.
Orta Çağ’da medeniyetin yeniden canlandırılmasında öncü milletlerden olan İtalyanlar, “yeni astronomi”yi tasdik ve ispat etmekle uğraştığı için Galileo’yu idam etmedilerse bile idama yakın işkencelere uğrattılar. Yeni Çağ’da düşünce hürriyetinin beşiği sayılan Fransızlar, Jean-Jacque Rousseau’nun kendisi tarafından bastırılmayan “Emile” adlı kitabını yaktırdıktan sonra kendisini de tutuklatmak istediler.
Bu olayları tarihlerde görüp duyuyoruz. Bay Renan, Arapların ilmî dönemlerinde felsefi konularla uğraştığı için idam olunmuş veya işkence edilmiş bir kişi bulabilir mi? Kendisinin de bahsettiği El-Kindi, Farabi ve İbni Sina’nın hayat hikâyeleri; Sokrat’ın, Galileo’nun ve Rousseau’nun başından geçenlerle kıyas kabul eder mi?
Makale sahibi, Endülüslülerin de Bağdat’tan sonra ilim öğrenmeye başladıklarını söylüyor da Endülüs hükümdarlarının nüfüzlularının Bağdat’takiler gibi dinî inançlardan uzak olduğunu söylemiyor. Bu konuda susması, acaba iddiasının aksine bin delil gösterilebileceğini bildiğinden midir? Yoksa “Bir adam eğer Müslüman ise ilme meyledemez.” iddiasını kendisi devamlı tekrarladığı için herkesçe doğruluğu kabul edilmiş apaçık bilgiler hükmüne geldiğini mi kabul ediyor?
Bay Ernest Renan’ın tuhaf bir iddiası da şöyledir:

Gerçekte Arap felsefi düşüncesinin Sasani ve Yunan felsefesine dayandığını ve hatta Sasani ilmine Yunan felsefesi denilirse daha doğru olacağını açıklamaktadır. Bay Renan, zihninde bir karar vererek Arap ilmine makalesinin başlangıcında iddia ettiği gibi “Sasani ilmi” adını mı verecek? “Sasani ve Yunan ilminin karışımıdır.” mı diyecek? Sırf Yunan felsefesi gözüyle mi bakacak? Hangi kanaatte olduğunu açıklasa da herkes ne demek istediğini anlamak için bu kadar zorluk çekmese.
Şurası sormaya değerdir: Arap’ın ilim ve felsefesi, ister Sasaniler’den ister Yunanlılardan alınmış olsun, tamamıyla Araplar tarafından icat olunmadığı için Arap’ın kendi fikrî kazancından ve mahsulünden sayılmayacak mıdır? Eğer sayılmayacaksa diğer kavimlerin eski Yunan’dan aldığı ilim ve felsefeyi tamamıyla Yunanlıların icat ettiğini nasıl ispat edeceğiz? Bunların da kendilerinden evvelki kavimlerden birçok şeyler aldığına dair, delilleriyle ispatlarıyla ortaya konulan bunca araştırmayı nasıl reddeceğiz de o ilimlerin, o felsefelerin adına Yunan ilim ve felsefesi diyeceğiz. Yoksa Arapların bilgi bakımından yalnız Yunanlılardan aldığı şeylerle yetinerek bunlara hiçbir şey ilave etmedikleri mi iddia olunacak!..
Bay Ernest Renan, beşer fikrinin ışığının manevi kudreti bir milletin elinde söneceği zaman, onu alıp yakacak başka bir kavmin peydah olduğundan, Arap âlimlerinin sonuncusu olan İbni Rüşd, Marakeş’te hüzünlü ve terk edilmiş olarak öldüğü sıralarda Abelard’ın incelemelerini yayımlamaya başladığını beyan ediyor.
Evvela, yukarıda Bay Renan, ilim ve felsefenin “İslam’ın üç asrına” münhasır olduğunu iddia etmişti, şimdi ise İbni Rüşd’ü Müslümanlar arasında filozofların sonuncusu olarak kabul ediyor. Renan’nun Araplarda “felsefenin başlangıcı” olarak kabul edildiğini belirttiği Abbasiler’in ortaya çıkması, hicri 132 yılına tesadüf etmektedir; İbni Rüşd ise bir rivayette 595, bir başka rivayette 603 yılında vefat etmiştir. Acaba, makale sahibinin hesabınca 132 yılıyla 595 veya 603 yılı arasındaki süre yalnız üç asırdan mı ibarettir?
İkinci olarak, İbni Rüşd’ün, terk edilmiş ve hüzünlü bir şekilde vefat ettiğinden bahseden Bay Renan, acaba, velisinin izni olmaksızın bir kız ile evlendiği için erkekliğinden mahrum edilmiş, ilmî ve felsefi çalışmalarından dolayı ölünceye kadar eziyet ve işkenceden kurtulamamış olan Abelard’ın sevinç ve ikbal içinde öldüğünden mi bahsedecek!
Makale sahibinin İbni Rüşd hakkında verdiği bilgide şöyle bir tarih yanlışlığı da vardır: Vakıa, İbni Rüşd bir müddet Marakeş’te hüzünlü ve terk edilmiş olarak kalmıştır fakat öldüğü zaman hem yüksek bir görevdeydi hem de büyük servete sahipti.
Bay Ernest Renan, felsefenin Müslümanlar arasında daima hor görüldüğünü ve miladi 1200 yılından sonra İslam ülkelerinde bütün bütün kaldırıldığını; tarihçiler ve her ilimden bahseden yazarlar, bir vakitler felsefenin varlığından bahsetmişlerse de “Kaybolmuş bir kötülük.” şeklinde bahsettiklerini iddia etmekten çekinmiyor!
İbni Sina ile İbni Rüşd, Arap[13 - Namık Kemal, burada, Müslümanlarla Arapları aynı gözle görmektedir. Bundan dolayı Türk oldukları herkesçe bilinen İbni Sina, Farabi ve benzeri bilginlere Arap olarak bakması belki de İslam’a olan hürmetindendir veya o zaman Batı’daki yayınların tesirinde kalmıştır.] filozoflarının en büyüklerindendir. Birincisi iki İslam devletinde vezir-i azamlık, ikincisi keza iki İslam devletinde kadılar kadısı payelerine nail olmuşlardı. Bu hakikat İslam nazarında felsefenin hor görüldüğünü mü yoksa değerli ve yüce tutulduğunu mu göstermektedir?
Miladi 1453 yılında İstanbul’u fetheden cennetmekân Gazi Sultan Mehmed Han’ın, Fatih Camisi külliyesinde yaptırdığı tıp medreseleri ortada duruyor; aslında ona da lüzum yok: Bugün camilerin her birinde felsefe kitaplarının okutulmakta olduğunu gözümüzle görüp duruyoruz. Bir ilmin, ibadethanelerde okutulmasına kadar cevaz verilmesi, o ilmin bir ülkeden kaldırılması mı demektir?
Şimdi, İslam ülkelerinde okutulan felsefenin Avrupa’da rağbette olan felsefe olmadığı bir tenkit sebebi sayılmasın. Renan’nun Müslümanlar arasında kaldırıldığını iddia etttiği felsefe, Arap’tan miras alınan ve şimdi elimizde bulunan felsefedir. Felsefeden “Kaybolmuş bir kötülük.” şeklinde bahseden tarihçiler, yazarlar kimlerdir? Bunu Bay Ernest Renan’ya sorarsak bilinen ve hatırı sayılır bir isim veremeyeceğinden eminiz.
Makale sahibi der ki: El yazısı ile kaleme alınmış felsefe kitapları parçalandığı için az bulunur olmuştu; astronomi ilminin ise sadece kıbleyi tayin edecek kadar öğrenilmesine izin verilmişti.
Acaba bu zat, Doğu’da müşrik Tatarlar, Batı’da haçlı bağnazlar tarafından yakılan milyonlarca kitabın kaybolmasını da İslam’ın etkisine mi yüklemek ister? Bay Renan, astronominin öğrenilmesine müsaade edilmesini yalnız kıblenin tayinine hasretse de hiç olmazsa “namaz vakitleri”ni öğrenmek için güneşin ve diğer yıldızların ufuktan ne derece yüksekte bulunduklarını bilmenin de İslam’da yasak olmadığını söyleseydi, hakkımızda bir mertlik göstermiş olurdu!
Hicri 823 (miladi 1420) yılında Uluğ Bey’in, Semerkand’da yapılmasına teşebbüs ettiği “Rasathane”de otuz sene çalışarak “Uluğ Bey Zîc”i[14 - Zîc: Yıldızların yerlerini ve hareketlerini göstermek için hazırlanmış cetvel.] meydana getiren ilim adamları, acaba Müslüman değil miydiler? Kanuni Sultan Süleyman döneminde bir taraftan İspanya ve diğer taraftan Hint sahillerine giden Osmanlı donanmasını, astronomiye dair sadece kıble tayin edecek kadar bilgisi olanlar mı sevk etmişlerdi?
Voltaire, İsveç Kralı XII. Charles’ın dönemine dair yazdığı eserde, Rusların o zamanki cahilliklerini tasvir ederken şöyle bir fıkracık nakleder:

Uzun zaman olmamıştır ki güneşin tutulacağını haber verdiği için İran sefirinin kâtibini Moskova’da ahali yapmak istemişlerdi.
Acaba Bay Renan’nun kanaatine göre, Moskova halkını astronomi bilen bir adamın etrafına sevk eden yine İslam mıydı? Her gün göz önünde duran yüz bin delile karşı, İslam ülkelerinde astronomi öğretimine müsaade edilmediğinden bahsetmek, yıldızların varlığını inkâr etmek kabilinden değil midir?
Makale sahibi kendi özel keşiflerine devam ederek; O zamandan sonra, İbni Haldun gibi istisnalardan başka, Müsiümanlar arasında geniş fikir sahibi adam çıkmamış ve İslam, ilim ve felseyeyi mahvetmiştir. şeklindeki bencil iddiasını ileri sürmeye cesaret etmiştir.
İbni Haldun’un çağdaşı olan Sadeddinleri, Seyyidleri ve onlardan sonra gelenlerin isimlerinin sayılması büyük bir kitabın yazılmasını gerektirecek İslam büyüklerini, Bay Renan nereden bilsin de böyle cahilce bir söz söylemesin?
Yukarıda da söylemiştim, Renan’nun her sözü doğru olsa dünyada Müslümanlardan hiç kimse ilim ve felsefe ile uğraşmamış bulunsa yine de bundan İslam’ın ilim ve felsefeye engel olduğu türünden yeni bir mantık icat edilmedikçe ispatlamak mümkün değildir. Gerek ilim ve gerekse hikmetin üstünlüğüne dair ve bunların tahsilini emreden bunca ayet ve hadis meydanda durmaktadır.
Bay Renan, biraz insaf etse şunu itirafa mecbur olur: Kurtuba’nın, Gırnata’nın, Bağdat’ın, Semerkand’ın ve daha bunlar gibi yüzlerce İslam şehrinin yüz binlerce ebedîleşmiş kitabı ile binlerce âlimini ateş içinde, at ayakları altında mahveden haçlılar, Tatarlar; İslam dinine mensup değildiler!
Vahşi kavimlerin istilasından sonra Avrupalılar da asırlarca kör bir cehalet içinde kalmışlardı. O zamanlar Batı ülkelerindeki ilim ve felsefeyi mahveden Gotlar, Hunlar, Avarlar değildi de Hristiyanlık mıydı? Hristiyanlık idiyse niçin İslam’da mevcut olan ilim ve hikmeti mahvolma derecesine getiren Hristiyanlar, Tatarlar olmuyor da İslam oluyor?
Bay Renan, tarihin en önemli meselelerinden biri konusunda bu kadar ciddiyetsiz düşünülmüş bir konferans vermekten ne kazanır bilemem fakat araştırıcılar nazarında Doğu ahvalini iyi bildiği şeklindeki şöhretinin belki yüzde doksanını kaybetmiş olacağından eminim.
Voltaire, Hristiyanlığın en büyük düşmanlarından olduğu hâlde menfaat şevkiyle papaya çatma merakına düşmüş ve gayesine ulaşma aracı olarak da “Muhammed” adında bir tiyatro meydana getirmiş ve bu tiyatroda Voltaire, İslam’ın gerek tarihini gerek ahlakını bütün bütün bozmakla beraber, Arapçaya “pe” harfini dâhil edecek kadar cahillik göstererek kendini âlemin maskarası yapmıştır. Bilmem, Bay Renan’nun da çatacak bir yeri, hallolacak bir gayesi mi vardır ki kırk sayfalık bir makaleye binlerce yalan sığdırmaya uzun uzadıya gayret sarf etmiş! Bilindiği gibi karşılıksız olarak bu kadar gevezelik yapılmaz…
Bay Renan bu nakillerden sonra, birdenbire insaf yoluna girer gibi görünerek Araplara atfedilen ilmin tesirlerini azaltmak istemediğini söyler de yine kendisi için lüzumlu saydığı gidişine fikir atfederek Araplara isnat olunan bu maarifin Araplarla ilgisinin yalnız dilden ibaret olacağını; İbni Sina gibi İbni Rüşd gibi kişilerin Araplığının, Bacon’ın, Spinoza’nın Latinliği kabilinden bulunduğunu açıklar.
Bir milletin büyük ve güçlü döneminde isterse o milletten olmasın, din ve eğitim yönünden o milletin birliğine girmiş olan kişiler ile başka bir kavme mensup olan ve o kavmin dilini kullandığı hâlde yok olmuş bir kavmin diliyle kitap yazan insanlar arasında bir münasebet kurmak, felsefi meselelerden bahseden bir zata yakışır münasebetsizliklerden değildir.
İtalyan bir aileye mensup olan Napolyon nasıl Fransız, atalarının Slav ırkından geldiği söylenen Bismarck nasıl Alman ise İbni Sina, İbni Rüşd, Farabi’nin de şüphesiz öylece Arap sayılmaları gerekeceğine şüphe var mıdır?
Bay Renan, El-Kindi’yi ayırdıktan sonra, Arap filozoflarından hiçbirini milliyet itibarıyla Arap ırkından saymadığı gibi “Düşünce bakımından da ilgileri yoktur.” diyor. Makale sahibinin, düşünce bakımından akrabalıkla neyi murat ettiğini anlayamadık ki sözünün doğru olup olmadığını araştıralım! Bir kavmin kendine özgü ve diğer kavimlerle karıştıktan sonra ayrı bir düşüncesi de mi olurmuş?
Bay Ernest Renan’nun çok garip bir iddiası daha var, diyor ki: Bu filozoflar Arapçayı kullanırlardı ancak kullanımında pek sıkıntı çekerlerdi; Arapçanın şiire ve hitabete çok uygun olan üslubu, ilahiyatta kullanılması zor bir alettir, Arap filozof ve bilginler genellikle kötü yazarlardı.
Arapça kelimeleri doğru söylemekten âciz olan bir adama göre böyle bir inanca sahip olmak yadırganacak şeylerden değildir fakat bu bilgisizliğiyle beraber, Arap dilini, ilmini, felsefesini muhakemeye kalkışmasına; yalan ve hatalarının hepsini medeniyet âlemine hakikat şeklinde göstermekte başarılı olabilmesine gerçekten hayret edilir. Sahanın uzmanlarınca edebiyat ile Arapçanın paralellik teşkil ettiğini mümkün görenler vardır fakat dilin aslında olan açıklık, diğer dillerden Arapçaya yeni kelimeler aktarma tarzındaki kolaylık yoluyla; eski Yunancadan başka, ilmî eserler telif etmek için Arapçaya yaklaşacak hiçbir lisan olmadığını itiraf ederler. Arapçada ilahiyatla ilgili çalışmaların en güzel ve ilme dair teliflerin en açık eserlerden olduğunu, Arapçayı sağlam bilen bir adama sorsaydı Bay Renan dahi pek kolay öğrenirdi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/namik-kemal-32646160/renan-mudafaanamesi-ve-kanije-mudafaasi-69429223/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
İbranice ve Süryaniceye olan vukufunun derecesini bilemeyiz ancak Arapça bilmediğine, kendi risalesinden birkaç delil göstereceğiz.

2
İbranice, Arapça, Süryanice gibi Doğu dillerini kapsayan dil ailesi.

3
On sekiz cilt olarak basılmış olan bu eser, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulmasıyla başlar ve Kaynarca Antlaşması ile son bulur. Bir hayli kötü niyet ve hatalarla, birtakım yanlış muhakemelerle dolu olmakla beraber, iç olaylar ve özellikle dış ilişkilerle ilgili birçok detayı ihtiva etmesinden dolayı Türk milletinin tarihini bilenlere, bilgilerini arttırmaları bakımından faydalı bir eserdir.

4
“Yasin”, 38

5
“Nebe”, 14

6
“Nebe”, 8

7
İslam’dan önce Arabistan’da tevhid inancına sahip ve “Hanifler” olarak bilinen kimseler bulunmaktadır. Bunlar Allah’ı bir bilen, bütün peygamberlere iman eden, sünnet olan, Kâbe’yi ziyaret eden, Allah’ın yasak ettiği şeyleri kendilerine haram sayan kimselerdir (Bkz. Şaban Kuzgun, “Hz. İbrahim ve Haniflik”, Ankara 1985, 110-197). Bunun yanında müşriklerin; putların dışında, kendilerini, yeri, göğü vb. şeyleri yaratan bir yüce Tanrı inancına sahip oldukları Kur’an’dan anlaşılmaktadır (Bkz. “Isra”, 67; “El-Müminun”, 86; “Ankebut”, 61-65; “Ez-Zuhruf”, 87; “Fetih”, 52 vb. Bu konuda ayrıca bkz. Ekrem Sarıkçıoğlu, “Kur’an’a Göre Müşrikler ve Putperestler”, İslami Araştırmalar mecmuası, Ankara, 1986, 26-32).
İslam’a göre dinler tevhid esasına dayanmaktadır ve ilahi menşelidir. İnsanlar doğru yoldan uzaklaştıkça Allah onları yeni elçilerle uyarmış, doğru yola çağırtmıştır (“Bakara”, 136; “Nisa”, 163, vd.). Bu elçiler birbirini takip etmiş ve Hz. Muhammed ile sonlanmıştır (“Azhap”, 40). Elçiler görevlerini hakkıyla yapabilmeleri, Tanrı buyruğunu tam olarak anlatabilmeleri için her kavmin dili ile gönderilmişlerdir (“İbrahim”, 4). Allah her kavme bu uyarıcılardan göndermiştir (“Fatır”, 24, “İsra”, 15; “Ra’d”, 7). Bu uyarıcılar da Allah’a kulluk etmeyi, saptırıcılardan sakınmayı, hakkı kabul etmeyi tebliğ etmişlerdir. Böylece öz bozulsa da tevhide, ilahi hükümlere dair bazı izler kalmıştır. Zaten bugün dinler tarihi alanında yapılan çalışmalar, ilkel kabilelerde olsun, çok tanrılı toplumlarda olsun, farklı inanışlar yanında bir “yüce varlık”, “yüce Tanrı” inanışının bulunduğunu ortaya koymuştur. Namık Kemal, kaynaklara müracaat etmeye fırsat bulamadığı için veya Renan’ın her fikrini yanlış ve İslam’a aykırı bulduğu için bu görüşünü de reddetme ihtiyacı duymuştur. Belki de müşrik Arapları tevhid ehli olarak görmemiştir. Bilhassa mezhep mücadeleleri olmadığına dair görüşe katılmak mümkündür.

8
“Bakara”, 269

9
“Lokman”, 12

10
“Mücadele”, 11

11
“Zumer”, 9

12
“Taha”, 114

13
Namık Kemal, burada, Müslümanlarla Arapları aynı gözle görmektedir. Bundan dolayı Türk oldukları herkesçe bilinen İbni Sina, Farabi ve benzeri bilginlere Arap olarak bakması belki de İslam’a olan hürmetindendir veya o zaman Batı’daki yayınların tesirinde kalmıştır.

14
Zîc: Yıldızların yerlerini ve hareketlerini göstermek için hazırlanmış cetvel.
Renan Müdafaanamesi ve Kanije Müdafaası Namık Kemal
Renan Müdafaanamesi ve Kanije Müdafaası

Namık Kemal

Тип: электронная книга

Жанр: Всемирная история

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: İki eserin bir araya getirildiği bu kitapta, ilk eser, pek çok zaman yazdıklarıyla Batılı yazarların İslam ve Osmanlı’ya karşı ön yargılı fikirlerini çürütmeyi amaçlayan Namık Kemal’in, “İslam’ın ilme engel olduğunu, Müslümanların İslam’dan kurtulmadıkça ilerlemelerinin mümkün olamayacağını” ileri süren Fransız düşünür Ernest Renan’nun 1883 yılında Sorbonne Üniversitesinde verdiği “İslam ve İlim” başlıklı konferansa ve bu isimle yayımladığı kitaba karşı İslam’ı savunan bir müdafaanamesidir. Ayrıca eser içerdiği derinlikli bilgileri sebebiyle sadece Renan’nun fikirlerine değil Avrupa düşüncesinin yanlı görüşlerine de bir cevap niteliğindedir. "Garip şey! Meğer Müslüman olduğumuz için başımızın etrafına bir ′demir halka′ geçirilmiş, o halka da duyularımızı her çeşit ilme, her türlü öğrenime ve yeni bilgilere kapalı tutarmış ve bizim bundan hâlâ haberimiz yokmuş!" İkinci eserde ise Türk tarihinin meşhur müdafaalarından Kanije Müdafaası konu edilmektedir. Namık Kemal bu eserinde bu tarihî olayı bütün canlılığıyla resmetmiş ve Türk askerlerinin üstün gayretlerini, Tiryaki Hasan Paşa’nın zekâ dolu çözüm yollarını bir roman havasında anlatmıştır. "Üç ay boyunca aç kaldık! Yastık yerine kılıçlarımıza yaslandık! Bu kadar kardeşimiz gözümüzün önünde şehit oldu. İçimizde yara almamış bir tek insan kalmadı. Gülleler içinde yuvarlandık. Bu kadar gayret ve fedakârlığın neticesini bugün alacağız. Elhamdülillah hepimiz Müslüman’ız. Bu yüzden gayet iyi biliyoruz ki düşman karşısında vefat edenlerimiz şehit olurlar. Şehitlik Allah indinde peygamberlikten sonra gelen en yüce rütbedir. Sağ kalanlarımız ise gerek dünyada ve gerekse ahirette kurtuluşa, selamete erer. Ben Alman düşmanın hücum şeklini çok iyi bilirim. Bir kere geri çekilirse mağlup olduğu gündür. Yerlerinizde sebat edip ilk hücumda asla yılmayın. Bir kere böyle hareket ederseniz Allah’ın yardımıyla zafer mutlaka bizim olacaktır!"

  • Добавить отзыв