Zavallı Çocuk

Zavallı Çocuk
Namık Kemal
On dört yaşındaki Şefika ile sevgili Atâ arasındaki büyük, tutkulu ve masum aşk Zengin bir paşayla evlendirilmek istenmesi üzerine girdiği çıkmaz ve kavuşma ümidini yitiren Şefika`nın, sevgilisiyle birlikte yaşadığı, herkesin ruhunu donduran hazin sonu… Döneminde birçok sansasyona neden olan bu eser, sadece aşkın ruhsal acısı üzerine kurulu olmayıp aynı zamanda toplumun geleneklerine karşı tenkitleri de ortaya koyuyor. Aile, aşk ve toplumu konu alan klasik bir başyapıt!

Namık Kemal
Zavallı Çocuk

Namık Kemal’in Hayatı
Namık Kemal, 21 Aralık 1840 (26 Şevval 1256) tarihinde Tekirdağ’da doğdu. Annesi Zehra Hanım’ın babası Abdüllatif Paşa o sırada Tekirdağ’da memur olarak bulunuyordu.[1 - Namık Kemal’in hayatının en önemli bir zamanı görüldüğü gibi Abdüllatif Paşa ile geçmiştir. Kemal için yazılmış eserlerde onun yedi ceddi arandığı ve uzun uzadıya bilgi verildiği hâlde Abdüllatif Paşa’nın basit ve mütevazı memurluk hayatı kimse tarafından araştırılmamıştır. Oysa onun tayin ve tespiti Kemal’in hayatına dair birtakım olayları “zamana bağlamak” bakımından önemlidir. Ebüzziya, Kemal’in dedesinin Tekirdağ’da muhassıl (mutasarrıf), Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır da mütesellim (vali vekili) bulunduğunu kaydederler. Görüldüğü gibi karışıklık daha buradan başlamaktadır.] Kemal, daha çok küçük yaşta iken Zehra Hanım öldüğü için dedesiyle anneannesi Mahdume Hanım’a kaldı. Babası Mustafa Asım Bey, bekâr bir hâlde küçük bir çocuğa bakamayacağını ve dedesiyle anneannesi bulunurken onu üvey anaya vermenin yersizliğini düşünerek onlardan ayrıldı, İstanbul’a döndü.
Kemal’in bundan sonraki hayatı, ölümlerine kadar hep anneannesiyle dede yanında geçti. Abdüllatif Paşa o zamanın memurluk hayatının bir gereği olarak sık sık yer değiştiriyordu, her yer değiştirme sırasında bir zaman için İstanbul’a geliyor ve nöbet bekliyordu. Kemal, dedesinin bu yoldaki seferlerinden hepsine katılmıştı. Yine o zamanın hayat koşullarından biri olarak, İstanbul dışında böyle gezginci bir memurluk hayatı geçirenlerin çocuklarında görüldüğü gibi Kemal de İstanbul’da bulunduğu sırada, tek tük bulunan okullardan birine az bir zaman gidip geliyor; İstanbul dışı seferlerinde de oraların yerli bilginlerinden bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu.
Kemal’in dedesinin 1851 (1268)’de Kars’a tayin edildiğini Ebüzziya kaydeder. Bu Kars seferinin Kemal üzerinde epey etkisi olduğunu birkaç kişi söyleyip anlamıştır. Bunlardaki abartılı yerleri bir yana bıraktığımız hâlde on iki yaşlarına varan ve artık zekâsı eşya ve olanlara karşı açılmakta bulunan zeki bir çocuğun kuvvetli izler almaya başladığını kestirebiliriz. Abdüllatif Paşa’nın Kars’tan ayrılma, İstanbul’a gelip memurluk bekleme ve Sofya’ya tayin edilme hususlarında bir tarih söylenmiş değildir.
Sofya, Kemal’in fikirce oluşumunda bir aşama teşkil etmiştir. Oraya gelinceye kadar her zaman yarıda kalan okul veya özel okuma hayatı gerek Sofya’nın daha kalabalık ve uyanık bulunmasından gerekse kendisinin yaş bakımından gençlik çağında olmasından dolayı, biraz düzene girmiş ve Kemal de bu işte çok gayret göstermiştir. Kemal Sofya’da iken şiirler, hem de dikkati çekecek şiirler meydana getirmeye başlamıştır. Manzum yazıya başlayabilmek için daha gençliğinde eskilerin şiirlerinden yirmi bin beyit ezberlemek ve yenilerin eserlerinden de on bin kelimeyi göz önünde tutmak ve usta divanlarını durmadan okumak gerekti. Kemal o tarihe kadar hep bu kadro içinde yetişmişti. Arapça ile Farsçanın gerekli ilk bilgilerini öğrenmiş, bunu ilerletmeye başlamıştı. Bu şiirlerini o sırada Sofya’dan geçen şair Eşref Paşa’ya okuduğu zaman Eşref Paşa, Kemal’in bir eksiğini tamamladı: Şairlerin, şiirlerinde, kendi adlarından başka bir isim kullanması bir gelenekti; buna “mahlas” denirdi. Eşref Paşa da Kemal’in “Namık” mahlasını kullanması öğüdünü verdi.
Bizim mebadi-i neş’ette (göründüğümüz zaman) şiir iştiharı anamın babamın verdiği ismi unutturmuştu da mahlasım Namık, ismim makamına kaim olmuştu.
Kemal’in bir mektubundan.
Sofya’nın bir etkisi de Kemal’de Fransızca öğrenmek şeklinde görülmüştü. Çevre bakımından bu yerler dil öğrenmeye çok elverişliydi, nitekim Ahmet Mithat da Fransızcayı buradan öğrenmişti. Sofya’da dedesi ile anneannesi, torunlarının mürüvvetini görmek üzere Kemal’i on altı yaşındayken evlendirdiler.
Kemal İstanbul’da (1857-1858): Kemal, dedesi Sofya’dan ayrılınca onunla birlikte İstanbul’a döndü. Yukarıda da işaret edildiği gibi Abdüllatif Paşa’nın memurluk hayatı yıl olarak belirtilmediğinden bu hususta şimdiye kadar Kemal’in on altı yaşında İstanbul’a, hem de divan (şiir mecmuası) sahibi olarak döndüğü tekrarlanıp durulmuştur.
Kemal’in 1856-1857 (1273) yılında Sofya’da bulunduğunu İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın, Kemal divanında bulunan ve bu hicret yılı ile tarihli olan bir hicviyeden bahsetmesinden açıkça anlıyoruz.
Kemal’in on sekiz yaşlarında İstanbul’a geldiği sıralarda ilk iş olarak o zamanın şiirle uğraşan çevrelerini araması ve buralarda rastladıkları ile düşüp kalkması tabii bir hareket sayılır.
Kemal’in rast geldiği şairler için birtakım adlar söylenir. Bunlar arasında Kemal’den 15-20 yaş büyüklerle Kemal’in yaşıtları da bulunmaktadır. Yenişehirli Avni Bey (1826-1884), Leskofçalı Galip Bey (1828-1867), Kör Hakkı Bey[2 - Hakkı Bey 1853-1854 (1270) tarihinde aklını kaybederek on iki yıl bu hâlde hasta kaldığına göre bu tarihlerde bu çeşit toplantılardan uzak kalmış olması lazımdır.] (1822-1895), Kâzım Paşa (1821-1890), Manastırlı Faik (1825-1900), Halet (1837-1878), Memduh (Sonra paşa olmuştur, 1839-1925), Hersekli Arif Hikmet (1840-1903), bu adları söylenenler arasındadır. Bunların toplantılarına “Encümen-i Şuara” diye bir ad verilmekte ise de gerek resmî gerek yayım hâlinde o zamanlardan kalma böyle bir kayıt açık olarak yoktur.
Ebüzziya, Kemal’in ilk memurluğunu Tercüme Odası’na girmiş olması şeklinde gösterir. Fakat bunun için bir tarih söylemez. İbnülemin Mahmut Kemal İnal Son Asır Türk Şairleri eserinde Galip Bey’den bahsederken 1859 yazında (1276 başları), Kâni Paşa’nın İstanbul gümrük emini olduğu zaman, Sadaret Mektubî Kalemi’nde bulunan Leskofçalı Galip Bey’i başkâtip olarak yanına aldığını, Galip Bey’in de Namık Kemal muavin olmak üzere bazı gençlerle kalemi oluşturduğunu yazar. Kemal, 1860 Mart veya Nisan aylarında Ziya Bey (Paşa) ile tanıştı:
Kendilerini en evvel bir ramazan günü -ki yetmiş altı senesi idi-Manastırlı Nailî ve Faik’le Bayezit Camii’nde gördüm.
Kemal’in bir mektubundan.
Kemal’in buradaki memurluk hayatı çok sürmemiş olsa gerektir; çünkü 1861 Mayıs’ında Abdülmecit’in ölmesi üzerine başlayan idare hayatı değişikliklerinde Leskofçalı Galip Bey de Garp Trablusu Gümrük Eminliği’ne atanmış ve Kemal’in de Galip Bey’le başladığı İstanbul Gümrük Tahrirat Kalemi’ndeki işinde devamına lüzum kalmamıştır.
Kemal Tasviriefkâr’da (1862-1867): Ebüzziya, Kemal’in Tasviriefkâr’a nasıl ve ne şekilde girdiğine, Şinasi ile tanışmasının ne yolda olduğuna dair hiçbir bilgi vermez; sadece “Yetmiş dokuz tarihinde Tasviriefkâr’a muharrir olmuş idi.” der.
Şinasi, ilkin Tercümanıahval gazetesi ile başladığı gazetecilik hayatına Tasviriefkâr ile serbest ve başlı başına uğraşmak üzere devam etmiştir. Gazete 7 Haziran 1862’de yayımlanmaya başladı. Haftada iki defa çıkarılmakta olan gazetede en geniş yer tutan haberler daha çok yorumlayıcı bir üslupla yazılmakta ve kuru bir haber veya çeviri olmaktan uzak bulunmaktaydı. Kemal’in bu gazeteye yardımının, hele ilk zamanlar, ne şekilde olduğu açıkça bilinemiyor.
Şinasi 1865 baharında Paris’e gidince[3 - İbnülemin Mahmut Kemal İnan, Son Asır Türk Şairleri eserinde Kemal’den söz ederken bu tarihi 1864 (1281) olarak gösteriyor. 21 Recep 1281 (20 Aralık 1864) tarihinde çıkarılan Matbuat Nizamnamesinin emrettiği yolda gazetelerin sonuna sorumlu müdür adı koymak usulüne uyarak Şinaside 5 Ocak 1865’te yayınlanan 262 numaralı Tasviriefkâr’dan sonra adını koymuştur. Şinasi’nin Ruzname ile olan tartışmasının son makalesi Tasviriefkâr’ın 260 numarasındadır. 1865 Şubat’ında çıkmış olan 269 numaradan sonra sorumlu müdür yerine Raşit imzası konulmaya başlanmış ve 8 Haziran 1865 (14 Muharrem 1282)’te çıkan 305 numaradan sonra da “Sahib-i imtiyaz vekili: Raşit” denmiştir ki bütün bunlar Şinasi’nin 1865’te Paris’e gittiğini gösterir.] gazeteyi Namık Kemal’e bırakmıştır. Kemal’in, Ebüzziya tarafından yayımlanan Müntahabat-ı Tasviriefkâr adlı kitaplarda gösterdiği yazılardan tarih itibariyle en eski olanı 26 Aralık 1865 (7 Şaban 1282) tarihli ve 355 No.’da bulunan Belçika Kralı Leopold’ün Vefatı başlıklı yazıdır. Kemal, daha önce, 1863 Mart’ında ikinci sayısı çıkarılan Mir’at adlı resimli dergide “Babıâli Tercüme Odası hulefasından Kemal” imzasıyla Montesquieu’nun kitabını Romalıların Eshab-ı İkbal ve Zevali Hakkında Mülâhazat adıyla Türkçeye çevirmeye başlamış ve aynı sayıda Namık mahlasıyla da Ragıp Paşa’nın bir gazeline olan naziresini yayımlamıştır. Bu yazılarından sonra imzasıyla yayımlanmış yazılarına ancak 1866 ve 1867 yıllarında rastlıyoruz. Kemal bu yıllar içinde Mahmut Nedim Paşa’nın kardeşinin oğlu Mehmet, Suphi Paşa’nın oğlu Ayetullah, Yusuf Paşa’nın oğlu Nuri, İskender Bey’in oğlu Reşat ve daha bu gibi akranı gençlerin kurdukları, memlekette yenilik yapmak isteyen bir dernekle de ilgilenmişti. Sonunda bunun, hükûmet tarafından haber alınması üzerine meydana çıkan şüpheler ve gerek o sırada gazetelerin heyecan uyandırıcı yazıları üzerine hükûmetin bir kararname çıkararak gazeteleri kayıt altına alması ve bazı yazarları memur olarak İstanbul’dan uzaklaştırmak istemesi, Kemal’in Avrupa’ya gitmesine yol açmıştır.
1867 yılı başlarında Girit meselesi baş gösterince gazetelerde bunun üzerine şiddetli yazılar yazılmaya başlanmıştı. Hele Ali Suavi’nin yayımlamakta olduğu Muhbir adlı gazetenin bu iş üzerine bazı teşebbüsleri zihinleri karıştırıyordu. Kemal de 1867 Ocak ayında, tam bir yıl önce yazmış olduğu Devr-i İstilâ risalesini[4 - Kemal’in kitap şeklinde basılan ilk eseri kalemi Devr-i İstilâ risalesidir. Bu risaleyi 1282 senesi Ramazan ayının onuncu gecesi (26 ocak 1866) alâtarikul-imlâ (söyleyerek) bana yazdırmış idi.Hiç tashih görmeden bir sene sonra hatta kendi reyi hilafına olarak 83 senesi Ramazan ayında (Ocak 1867) Tasviriefkâr tefrikasına dercettiren de ben idim.Kemal’in büyüklüğünün idrake işte bu risalesi sebep olmuştu. Kâğıdı kalemi elime alıp da makaleyi “Vaktaki mukaddema iklim-i Arap’tan zuhur ile az müddet için nur-i seher gibi alâka münteşir olan firka-i İslâmiye…” sözleriyle takrire başladığında ben, imlaya bedel hayran hayran yüzüne bakmış idim.Bunun üzerine: “Niçin yazmıyorsun?” sualinde bulunduğundan “Ömrümde vaktaki ile başlar bir ibareye tesadüf etmediğinden bir şey rivayet ediyorsun zannettim.” cevabını vermiş idim. O güldükçe gönüllere bir sefa-yi cavidanî bahşeden baygın gözleriyle yüzüme bakarak bir ibtisam-ı müşfikane ile “Yaz bakayım! Sonra öğrenirsin.” demiş idi. Binaenaleyh tarih-i Osmaniye vakayi-i âdiyesine kadar ihata-i külliyesi olan sahib-i dehâ gece saat üçten ona kadar (= 16.30-3.30) hatta kâh mutadı olduğu üzere gezinerek ve kâh ef’alini tasvir ettiği salâtîn-i âliyyeye müteallik mazbutu olan fıkarat-ı tarihiyyeyi nakleyleyerek risaleyi kamilen imla eyledi.Ebüzziya Tevfik] Tasviriefkâr’da yayımlamaya başlamıştı. Bu ufacık kitapta Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk kuruluş anından başlayarak XVI. yüzyıla kadar olan gelişmeleri heyecanlı bir dille anlatılıyordu.
Gerek Türkçe gazetelerin gerek yabancı dillerde çıkan gazetelerin yazıları hükûmetin 12 Mart 1867 tarihli kararnameyi çıkarmasına yol açtı. Bu kararname gereğince hükûmet geçici bir zaman için hüküm sürmek üzere gerekli gördüğü gazeteyi kapatacaktı. Muhbir gazetesi kapatılmış, Ali Suavi Kastamonu’ya sürülmüştü. Namık Kemal Erzurum vali muavinliğine, Ziya Bey (Paşa) Kıbrıs mutasarrıflığına atanmıştı. İkisi de daha önce kendilerine yapılmış bir çağrıyı hatırladılar. Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa şubatta memleketten çıkmaya zorlanmış, o da Avrupa’ya çekilmişti; oradan devrin parlamaya başlayan iki yazarını yanına çağırmıştı. Onların gerekli masraflarını görecekti ve hükûmetin Mısır işinde tuttuğu yola karşı yazılar yazdıracaktı. Ziya Bey daha önce de bulunduğu Kıbrıs’a mutasarrıf olarak bile gitmek istemiyordu. Bir arzuhâlinde kendisinin bu ilk Kıbrıs mutasarrıflığından şu yolda yakınıyordu: “Kıbrıs’ın malum olan vehamet-i havasından nâşi oraya gider gitmez sıtmaya müptela oldum ve bu illeti muahharen iki sene daha çektim. Ve o sebeple bir bendezadeleri telef oldu ve pederim derd-ü kederle menzulen vefat etti”.
Bundan ötürü gerek Kemal gerek Ziya Bey (Paşa) İstanbul’da Mustafa Fazıl Paşa’nın işlerine bakan bir yabancının yol göstermesiyle gizlice Avrupa’ya gitmek üzere yola çıktılar (17 Mart 1867).
Kemal Avrupa’da (1867-1870): Kemal Avrupa’ya gittikten sonra hayatı dolaşmalarla geçti. Kendisiyle Avrupa’ya kaçmış olanlar, politika yüzünden sığınmış bulunduklarından sık sık tedirgin ediliyorlardı. 1868 Haziran’ında Londra’da Ziya Bey’le birlikte Hürriyet gazetesini çıkarmaya başladılar. Fakat biraz sonra ayrılmak zorunda kaldılar. Mustafa Fazıl Paşa, Abdülaziz’in Avrupa’ya yaptığı bir yolculuk sonunda kendisinin memlekete dönmesi iznini almış ve Avrupa’ya getirttiği insanlara, ilkin vadettiği yardımı kesmişti. Bu, sıkıntı verecek bir hâldi. Ailelerinin yardımının, kendilerini yabancı memlekette yaşatacak bir hâlde olmadığı muhakkaktı. 1870 Fransa-Prusya muharebesinin başlaması, durumlarını daha sıkıntılı bir hâle soktu. Ziya Bey Hürriyet gazetesindeki bir yazı yüzünden Londra’dan ayrılmak zorunda kalarak Cenevre’ye çekilmiş ve gazeteyi orada çıkarmaya devam etmişti. Namık Kemal de İstanbul’a dönebileceği hakkında aldığı söz üzerine Paris’ten kalkarak İstanbul’a döndü.
Kemal ve İbret gazetesi[5 - Kemal’in bu hayat devresi ve İbret gazetesindeki yazıları hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler şu kitaba müracaat edebilirler: Mustafa Nihat Özön, Namık Kemal ve İbret Gazetesi 1938, Remzi Kitabevi.] (1870-1873): Kemal Avrupa’dan memlekete döndükten sonra bir zaman sakin bir hâlde kaldı. Bu durgunluk bir görünüştü. Gençlerden bir kısmıyla toplanıp konuştuğu muhakkaktı. Ahmet Mithat, Menfa adlı eserinde Kemal’in siyasî ve içtimai denecek şekildeki bu konuşmalarından birini anlatır. Gazetelerden de Diyojen gazetesine ara sıra yazılar yazıyordu. Diyojen bir mizah gazetesi olmakla beraber o devrin birçok siyasi gazetesinden daha esaslı bir surette olayları inceliyor ve eleştiriyordu. Sadrazam Ali Paşa’nın ölümüne kadar gazeteler, birkaç tane yenisinin çıkarılmasına izin verilmekle birlikte, sıkı bir baskı altındaydılar. Ali Paşa’nın 1 Eylül 1871’de ölmesi üzerine yerine sadrazam olan Mahmut Nedim Paşa zamanı ise idarece çok karışık bir devirdir. On bir ay sürmüş olan bu zaman içinde yapılan işlerin dedikodusu yıllarca sürmüş, çok tehlikeli sonuçlar göstermişti. Bu devre içinde Diyojen’in ve dolayısıyla Kemal ve arkadaşlarının yaptıkları mücadele, ayrı ve dikkatle incelenmeye değer bir konudur. Bununla beraber Kemal ve Ali Paşa’nın ölümü üzerine Avrupa’dan memlekete dönmüş olan bazı arkadaşlarında bir gazete çıkarmak fikri uyanmıştır. Uzun uzadıya çalışmalardan sonra daha önce çıkmış olup birkaç kere hükûmetçe kapattırılmış olan İbret adındaki gazeteyi yeni baştan çıkarmak üzere izin aldılar. 13 Haziran 1872’de bunu yayımlamaya başladılar. 9 Temmuz’da çıkarılan 19. sayıda gazete hükûmetçe kapatıldı. Yazarlarından bir kısmı İstanbul dışında memurluklara gönderildi. Temmuzun sonunda Mahmut Nedim Paşa sadrazamlıktan uzaklaştırıldı, yerine Mithat Paşa sadrazam oldu. Fakat Kemal eylülde yine Gelibolu’ya gitti. İbret gazetesine de yeniden çıkarılma izni verildi.
Kemal’in memurluk hayatına canla başla sarıldığı, kötülediği bazı hâlleri kendi iş sahasında düzeltmeye çalıştığı görülmüştür. Fakat bunlardan en çok önem verdikleri, şahsi faaliyet ve iradenin çabuk netice verebileceği gibi şeyler olmadığından bu memurluk hayatında çok bulunamadı. İdare işlerinde bu çabayı gösterdiği gibi İbret gazetesine de düzenli olarak yazı yazıyordu. Memur olmasından dolayı yazılarına imza atamadığından başmuharrir kelimelerinin ilk harflerini, “B.M.” simgesini kullanıyordu. Hatta bundan başka, arkadaşlarından Ebüzziya Tevfik kendi başına Hadika adlı bir gazete çıkarmaya başladığından ona da yazı yardımı yapıyor, gene aynı yüzden o gazetedeki makalelerinde de Namık Kemal’in baş harfleri olan “N.K.” simgesini kullanıyordu.
En sonunda idare işlerindeki hareket tarzından çıkan memnuniyetsizlikler, kendisinin aralık ayı ortalarında Gelibolu mutasarrıflığından ayrılmasına yol açtı. Kemal ay sonlarında İstanbul’a döndü ve bir süre sonra yine kendi imzasıyla yazılar yazmaya başladı. Kemal bu sefer İstanbul’a gelişinde arkadaşlarını tiyatro ile esaslı bir şekilde uğraşır buldu, bu ilgiyi daha canlı bir hâle getirmek üzere arkadaşlarını kendi başkanlığı altında toplar bir vaziyet aldı; tiyatro hakkında kendi de birkaç makale yazdı, piyes hazırlamaya koyuldu. Vatan Yahut Silistre bu çalışmanın bir ürünüdür. Bu piyes prova edilirken Gülnihal[6 - Bu piyesin ilk adı Râzdil iken, basılmasına izin alınmak üzere Maarif Nezareti’ne verildiği zaman bu isimdeki sır ve gönül anlamlarından kuşkulanmışlar ve ismi, kahramanlarından birinin adı olan Gülnihal’e çevirmişlerdir. Bundan başka içinden bazı kısımlar da çıkartılmış olduğundan Kemal, “… Beni neşrettiğime ve belki yazdığıma pişman eyled.” der.] piyesini yazmaya başladı. 1 Nisan 1873 Salı günü akşamı Vatan ilk kez oynandı. İki gece sonrası için ikinci defa oynanacağı ilan edildi. İlk oyunda görülen bazı coşkunluklar ikinci oyunda bir gösteri hâlini aldı. İbret gazetesinin, bu hâli alevlendirir şekildeki yazıları da hükûmeti bir tedbir almaya zorladı.
Kemal Magosa’da (1873-1876): 5 Nisan’da İbret gazetesi kapatıldığından, ertesi pazar günü Kemal, Nuri, Ahmet Mithat, Ebüzziya Tevfik ve talebeden Hakkı Efendi tevkif edildiler. Üç gün Zaptiye kapısında tutulduktan sonra 9 Nisan Çarşamba günü Çanakkale’ye götürülmek üzere vapura bindirildiler, oradan da ayrı vapurla Tevfik (Ebüzziya) ile Ahmet Mithat Rodos adasına, Nuri ve Hakkı Akkâ’ya, Kemal de Kıbrıs Adası’na götürüldüler.[7 - Kemal’in Magosa hayatı için Akif Bey piyesinin önsözünde bilgi verilmiştir.]
Kemal, Kıbrıs Adası’nın Magosa Kalesi’nde otuz sekiz ay mahpus kaldı. Bu zaman içinde Kemal, yukarıda Ziya Bey’in bir yazısında zikrettiği, Kıbrıs gibi havasının fenalığı ile ün almış bir yerdeki kalebentlik yaşamına, ancak içindeki ateş ve çok sıkı çalışmalarıyla dayanabilmiştir. Ailesinden ve özellikle dostlarından para yardımı görüyor, o sırada daha ziyade ilgi uyandıran ve isimsiz olarak basıldığı hâlde fazla bir beğeni ile aranan eserlerinin satışıyle buradaki hayatının maddi sıkıntılarını hafifletiyordu. İstanbul ile özel aracılarla çok düzgün şekilde bir mektuplaşma düzeni kurmuştu, İstanbul’un fikir hayatını adım adım izlediğini, bu mektupların bazılarından pek iyi anlıyoruz. Yeni yetişen gençlere mektuplar yazıyor, onları yollarında cesaretle ilerlemeye isteklendiriyor, tartışmalarında onlardan yana çıkıyordu.
İstanbul’da basılan kitaplarında, kendi adını koyamadığı için üvey dayısı Mahir Bey’in sorumluluk ve imtiyazını gösteren kayıtlar vardır. Bu şekilde Vatan Yahut Silistre’nin ikinci baskısı, Akif Bey ile Zavallı Çocuk piyeslerinin birinci ve ikinci baskıları, Gülnihal’in ilk baskısı yapılmıştır. İstanbul’dayken Vatan’ı bitirmiş ve Gülnihal’e başlamış, ötekilerini Magosa’da meydana getirmiştir.
Kemal, eski edebiyata karşı olan en sert eleştirisini Magosa’da bulunduğu sırada yazmıştır. İrfan Paşa’nın çıkardığı küçük bir eserdeki bir fikre karşı yazdığı İrfan Paşa’ya Mektup, Hintli Şeyh İnayetullah’tan çevirmiş olduğu Bahar-i Daniş eserinin uzunca olan önsözü, Recaizade Ekrem’in tercüme ettiği Me Pirzon hakkında yazdığı eleştiri yazısı ve hele Ziya Paşa’nın bir eski yazı seçme kitabı olan Harabat için yazdığı Tahrib-i Harabat ve Takip, bu üç yıllık zamanın kitaplarıdır.
Kemal İstanbul’da (1876-1877): Kemal Magosa’daki sürgünlük hayatından ancak Abdülaziz’in hükümdarlıktan indirilmesi (30 Mayıs 1876) üzerine kurtulabildi. Yeni Hükümdar V. Murat “Politika töhmetiyle menfi ve mahpus olanların” affını emretti, bunun üzerine Kemal de haziran ayının ortalarına doğru İstanbul’a döndü. Bu hükümdar değişikliği memlekette bir meşrutiyet devrinin başlamasına yol açmak içindi. Nitekim yeni hükümdarın akıl hastalığı meydana çıkarılarak meşrutiyet için daha kuvvetli vaatlerle II. Abdülhamit hükümdarlığa getirildi (31 Ağustos 1876).
Bu İstanbul dönüşünde Namık Kemal Şura-yı Devlet’e (Danıştay) atanmış ve kanunuesasi (Anayasa) hazırlama işinde çalışmaya başlamıştı. Abdülhamit meşrutiyet işiyle uğraşanları birer birer İstanbul’dan uzaklaştırmaya başladı. 5 Şubat 1877’de Mithat Paşa memleketten çıkmaya zorlandı, Ziya Bey de vezirlikle paşa olarak Suriye valiliğine atanarak bir süre önce İstanbul’dan uzaklaştırılmıştı. Mart ayının ilk günlerinde Mebusan Meclisi açıldı, fakat dış siyaset durumu fena bir şekil almaktaydı ki nisanın sonlarına doğru Rus Harbi ile karşılaşıldı. Bu sırada Kemal’i kollayan bazı hafiyelerin jurnalleri sonucu Kemal hapsedildi ve cinayet mahkemesine verildi. Beraat etti fakat yine kurtulamadı, maaşını almak suretiyle İstanbul’dan başka bir yere gitmesi için sıkıştırıldı, o da Midilli Adası’nı seçti.
Kemal Akdeniz adalarında (1877-1888): Kemal 1877 Ağustosu’nda Midilli’ye gitti. Orada “ikamete memur” edildi. Bir zaman bu hâlde bulunduktan sonra 1879 Nisan’ında aynı adanın mutasarrıflığına atandı. 1884 Aralık ayında Midilli Adası’ndan Rodos Adası mutasarrıflığına geçirildi. Vilayet merkezinin Rodos Adası’na nakledilmesi üzerine Kemal de 1887 Kasım ayında Sakız muttasarrıfı olarak oraya gitti. Aynı adada 2 Aralık 1888’de öldü.

1873 Yılı ve Sonrasında Tiyatro
1872 yılının Ekim ve Kasım aylarına rastlayan 1289 Ramazan ayı için Gedikpaşa Tiyatrosu her akşam oyun vermek ve ramazandan sonra da -cuma ve pazartesi geceleri olmak üzere- haftada iki oyun hazırlığına başlamak kararını almıştı. Bu karar, tiyatronun oyuncu ve çalışacak insanlar kadrosunu genişlettiğini anlattığı kadar oyun programının da kuvvetlendirilmiş olduğunu göstermektedir. Oyunlar arasında komedi, dram ve şarkılı oyun sanatçıları diye zamanın imkânları derecesinde bir ayrılık yapıldığı da görülüyor. Bu hâl, yavaş dahi olsa zamanın genç yazarlarını bu işle ilgilendirecek bir şekil aldığını göstermektedir. Ebüzziya Tevfik Ecel-i Kaza piyesini hazırlıyor, Bağdat’tan dönmüş olan Ahmet Mithat Letaif-i Rivayât adı altında çıkarmaya koyulduğu hikâyeler arasına piyesler katıyor, Şemseddin Sami ve yayın âleminde görülmeye başlamakta olan Manastırlı Rifat ile arkadaşı Hasan Bedreddin (Paşa) telif piyes denemesine kalkışıyorlardı.
Yazdıkları piyeslerin provalarında bulunmak, oynanma sırasındaki bir nevi Avrupai fuvayye hayatının çekiciliği, işlerindeki atılışı artırıyordu. Kuvvetleri birleştirmek lüzumunu duyuyorlar ve hemen hepsi başka başka gazetelere yazı yazan gençler oldukları için zamanın gazetelerini de bu tiyatro işiyle ilgilendirmek yolunu tutuyorlardı. Böylelikle bu yıl çıkan gazetelerde tiyatro konusunda birçok yazı yazıldı.
Hele yazılan, bir piyes olunca yazarın en ziyade önem vereceği iş olarak “söyleyiş” derdi de gazetelerin belli başlı bir yakınmasıydı. İstanbul’un Fethi adlı bir piyesin sahneye konmasında oyuncuların Matbuy-u müfahimim /metbu-i mufahhamım, milku milet / milk ü millet, sedakat / sadakat, fevkalade / Fevkalâde yolundaki söyleyişleri tartışılmıştır.
Bu sırada Kemal Gelibolu’da bulunuyordu. İbret ile Radika gazetelerindeki tiyatro konuları, dikkatini bu edebiyat çeşidi üzerine çekti. Aralık ayında Gelibolu mutasarrıflığından ayrılıp İstanbul’a dönünce, arkadaşlarını toplayarak (kendi tabirlerince) “Osmanlı Tiyatrosunu İlerletmeye Çalışan Komite”yi kurdu. Kemal ve arkadaşları piyesler hazırlamaya koyuldukları gibi oyuncuların söyleyişleriyle de uğraşmaya başladılar.
Bu, az, fakat ateşli çalışmanın ilk eseri olmak üzere son zamanlarda dilimizde kullanılan bir sözle büyük bir “gala” şeklinde komitenin uğraşmalarını takdim ettiler: 1873 Ocak ayının 26. Pazar günü akşamı Hariciye Nazırı Halil Şerif Paşa koruyuculuğu altında Ebüzziya Tevfik’in Ecel-i Kaza, Ali Bey’in Ayyar Hamza piyesleri oynandı. 20 Mart’ta Darüşşafaka yararına aynı tarzda tertip edilen oyunda bütün devlet büyükleri hazır bulundu. 30 Mart Pazar akşamı Ahmet Mithat’ın Eyvah! dramı oynandı. İki gün sonra ilk defa olarak Vatan sahneye konuldu. Piyesin gördüğü rağbet, üç gün sonra tekrarına lüzum göstermekle birlikte aynı zamanda yapılan gösteriler de Kemal’in hapsine ve sonra sürülmesine yol açtı.
Bunun üzerine, daha önce kitaplar hakkında uygulanmaya başlanan “muayene ettirildikten sonra basılma” tarzı gibi tiyatroda oynanacak telif veya çeviri piyeslerin de Zaptiyece muayene edilip izin sistemi kondu (bu hâlâ sürüp gider).
Namık Kemal’in sürülmesi Vatan piyesinin oynanmasına dokunmadı. Bu iş için Ebüzziya’nın 21 Mayıs 1908 tarihiyle Süleyman Nazif’e yazmış olduğu bir mektuptan alınan şu satırlar oldukça iyi fikir verebilir:
“Silistre oyunu tiyatro sanatına ait havas ve mezayadan[8 - Havas ve mezayadan: Hassalar ve meziyetlerden.] isterse bin defa hariç, yüz bin fersah bait[9 - Bait: Uzak.] bulunsun; fakat tasvir-i necdet[10 - Tasvir-i necdet: Başkalarının yapamayacağı şekildeki kahramanlık tasviri.] gibi istihkar-ı mevt[11 - İstihkar-ı mevt: Ölüm hakir görülme.] gibi havas-ı hamaset[12 - Havas-ı hamaset: Yaratılıştaki kahramanlık hassaları.] ve recüliyetten[13 - Recüliyet: Erkeklik.] sonra secayâyı[14 - Secayâ: İralar, karakterler.]ve hususa milletin hissiyat-ı vatanperveranesini tercüme eden o eser, mevki-i temaşaya konduğu o geceden itibaren iki ay zarfında kırk yedi defa tekrar olunmuş ve İstanbul’dan ib’adımızdan[15 - İb’adımızdan: Uzaklaştırılmamızdan.] sonra Sultan Abdülaziz bile bir iki kere huzurunda icra ettirdiği gibi İzmir’de, Selanik’te, ta Sultan Murad’ın cülusuna[16 - Cülus: Osmanlı tarihinde yeni padişah olan kimsenin ilk defa tahta oturması, tahta çıkma.] kadar üç sene zarfında belki beş yüz kere oynanmış ve üç aydan ibaret olan ahd-i Murat Hanide[17 - Ahd-i Murat hanide: V. Murat’ın hükümdarlık zamanında.] ise iki üç günde bir defa Koru ve Bağlarbaşı ve haftada lâakal[18 - Lâakal: En az.] üç gece Gedikpaşa ve Konkordiya tiyatrolarında icra edilmiş…”
Kemal ile arkadaşlarının sürgünlükleri sahnenin devamına ve genel olarak tiyatro piyeslerinin yazılmasına engel olmamıştır. Nitekim Kemal, Magosa’da bulunduğu müddetçe Zavallı Çocuk piyesini yazıp kitap hâlinde bastırdığı gibi piyes sahnede de oynandı. Aynı tarzda Ebüzziya Habibe yahut Semahat-i Aşk diye Victor Hugo’nun bir piyesini Türk tarihine uyguladı Ahmet Mithat da Letaif-i Rivâyât serisinde bazı piyesler yayımladı. Bu, durumun sürgünler tarafından, onlar bu gayretle çalıştıkları sırada İstanbul’da kalan öteki arkadaşlarından birkaçı ile yayım âleminde yeni yeni görülmeye başlayanlardan gayet ateşli bir şekilde tiyatro yazmayı deneyenler olmuştur.
Recaizade, Afife Anjelik denemesinden sonra sahneye de konmuş olan Vuslat yahut Süreksiz Sevinç piyesini bu yıl yazdı, Abdülhak Hamit Tarhan ilk eserini genel eğilimden kendini kurtaramayarak tiyatro şeklinde yazıp yayımladı; Macera-yı Aşk da bu hevesten doğmuştur. Hasan Bedreddin (Paşa) ile Manastırlı Mehmet Rifat ilk eserlerini bu yıl verdiler. Kitaplarını büyük bir saygı ve sevgi ile Magosa’da Kemal’e gönderdikleri zaman Kemal’in bunlara cevap olarak yazdığı mektup ikisini de hayli mükemmel eserler vermeye sürükleyecek bir teşvik oldu. Kemal mektubunda yazdıkları arasında şunları söylüyordu:
Bir sabah vakti idi; hava, yiğitlerimizin narası gibi gürlemekte; güneş, ezkiyamızın (zeki kimselerimizin) fikri gibi parlamakta iken bulunduğum ve nefsime zindan-ı felâket (felaket zindanı) ve fakat vicdanıma arş-ı âlây-ı saadet (saadetin en yüksek tahtı) bildiğim mahpese beş altı ahbap geldiler; mektubunu da asarını (eserlerini) da getirdiler. En evvelâ Ya Gazi Ya Şehit’i okuduk (Bu eser Manastırlı Rifat’ın bir tiyatrosudur.). İçimizde ağlamadık göz, çırpınmadık yürek, kızarmadık çehre, titremedik vücut kalmadı. Ona da kanmadık, Görenek’i (bu da Manastırlı Rifat’ın bir piyesidir) de kıraat ettik. Tıpkı arzu ettiği gibi güldük, sonra ağladık. Yaşa Rifat!
Ona da kanaat etmedik, arkadaşın Bedri’nin (Sonra paşa olmuştur.) İskat-ı Cenîn’ini okuduk. Yalnız numune gösterdiği hanedanın değil, umum milletin o şeniadan dolayı uğradığı tedenni belasına ağlaştık, faillerine lanetler ettik. Aferin Bedri!
Kemal bu coşkun teşviklerden sonra gençlere çok önemli bir noktayı hatırlatarak diyor ki:
“… İnsan gözüne yeni karalanmış bir kâğıt göründükçe Şinasi’ye nasıl rahmet okumaz ki! Üdebamızı (ediplerimizi) altı yüz seneden beri enîn ve ıstırap içinde tutan ve adına usul-i kalem yahut kaide-i rabıt denilen zincir-i esareti (esirlik zincirini) ahendestâne (demir ellilere yakışırcasına) bir darbe-i himmetle (himmet vuruşuyla) paraladı.
Şimdi okuyoruz; hem de okuduğumuz şeylerde lezzet bulmak, yazdığımız şeylerde lezzet buldurmak için fikrin en vâsi (geniş) meydanlarına, kalbin en hafi (gizli) köşelerine girmeye çalışıyoruz. Meal, elfazı; maani, bedii; salâset, ziyneti; ruh, kalıbı zincir-i tahakkümüne aldı. Bir şey yazmak istenilince esvap gösterecek ağaç parçası (manken) gibi lafza münasip mana aranmıyor; gelin tezyin edecek gibi mananın letafetini gösterecek elfaz aranıyor…
Kemal’in bu son görüş ve öğüdü bizim fikir ve yazı hayatımızın en kemirici yarasına dokunuyordu. Kemal ve arkadaşlarından bazılarının oldukça irade ve uğraşla uygulayabildikleri bu son cümlesindeki fikir, ondan sonra da büyük küçük birçok yazarımızda kötü etkilerini göstermiş bir hâldir.
Tiyatro eserlerinin bu bolluğu, şöhret bulmaya başlayan yazarların bu çeşit eserler yazmasına yol açtığı gibi birçok kimsede de bu hevesi uyandırdı. 1860’tan 1871 yılına kadar on bir yıl içinde basılmışları ancak ona çıkabilen tiyatro eserine karşı 1872-1875 arasında yüzden fazla piyes yayımlanmıştır. Fakat bu çokluğu nitelik bakımından bir düşüklük karşılar. Zaten bu son iki tarih arasında, hele 1875’ten sonra Güllü Agop tarafından kurulmuş ve ateşli bir gayretle canlılık göstermiş olan sahne hayatında da bir çözülüş gözükmeye başlar. Ondan sonra Türk sahnesinde bir gelenek gibi tekrarlanıp durmuş olan bazı kötü alışkanlıkların ilk tohumlarının da bu sıralarda çimlendiğini görüyoruz.
Kurulmuş olan tek tiyatronun birkaç yıl içinde gördüğü beğeni, bazı eski orta oyunu sanatçılarının buna katışmasına yol açtığı gibi yeni bazı kişilerin de bu işe girmesini sağladı. Fakat 1874 yılında tiyatroyu yönetenler arasında çıkan fikir ayrılıkları, bu yönetimdeki bozgunluğa yol açtı. Agop Efendi, perdeli ve sözlü tiyatro oynatmanın elindeki bir fermana dayanarak yalnızca kendi hakkı olduğunu iddia etmesine karşı ortaoyunlarını ıslah etmek, pandomim oynamak, opera tiyatrosu açmak gibi hareketler başladı. Moliere’den ortaoyununa uygun bulunarak, Türk hayatına uygulanarak aktarılmış olan İşkilli Memo, Dikran Çuhacıyan Efendi’nin opera tiyatrosunun yanında bir de pandomim kumpanyası ve bunun için oyunlar yapılması, hep bu hareketlerin sonucudur. Aktörlerin bir tiyatrodan öteki tiyatroya geçişlerini gösterili bir yolda yapmalarına, ilk olarak bu zamanda rastlıyoruz. Gazetelerin de bir kısmı Gedikpaşa Tiyatrosu etrafında, öteki kısmı ona karşı olan iki cepheye ayrılmış bir vaziyet aldılar.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/namik-kemal-32646160/zavalli-cocuk-69428626/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Namık Kemal’in hayatının en önemli bir zamanı görüldüğü gibi Abdüllatif Paşa ile geçmiştir. Kemal için yazılmış eserlerde onun yedi ceddi arandığı ve uzun uzadıya bilgi verildiği hâlde Abdüllatif Paşa’nın basit ve mütevazı memurluk hayatı kimse tarafından araştırılmamıştır. Oysa onun tayin ve tespiti Kemal’in hayatına dair birtakım olayları “zamana bağlamak” bakımından önemlidir. Ebüzziya, Kemal’in dedesinin Tekirdağ’da muhassıl (mutasarrıf), Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır da mütesellim (vali vekili) bulunduğunu kaydederler. Görüldüğü gibi karışıklık daha buradan başlamaktadır.

2
Hakkı Bey 1853-1854 (1270) tarihinde aklını kaybederek on iki yıl bu hâlde hasta kaldığına göre bu tarihlerde bu çeşit toplantılardan uzak kalmış olması lazımdır.

3
İbnülemin Mahmut Kemal İnan, Son Asır Türk Şairleri eserinde Kemal’den söz ederken bu tarihi 1864 (1281) olarak gösteriyor. 21 Recep 1281 (20 Aralık 1864) tarihinde çıkarılan Matbuat Nizamnamesinin emrettiği yolda gazetelerin sonuna sorumlu müdür adı koymak usulüne uyarak Şinaside 5 Ocak 1865’te yayınlanan 262 numaralı Tasviriefkâr’dan sonra adını koymuştur. Şinasi’nin Ruzname ile olan tartışmasının son makalesi Tasviriefkâr’ın 260 numarasındadır. 1865 Şubat’ında çıkmış olan 269 numaradan sonra sorumlu müdür yerine Raşit imzası konulmaya başlanmış ve 8 Haziran 1865 (14 Muharrem 1282)’te çıkan 305 numaradan sonra da “Sahib-i imtiyaz vekili: Raşit” denmiştir ki bütün bunlar Şinasi’nin 1865’te Paris’e gittiğini gösterir.

4
Kemal’in kitap şeklinde basılan ilk eseri kalemi Devr-i İstilâ risalesidir. Bu risaleyi 1282 senesi Ramazan ayının onuncu gecesi (26 ocak 1866) alâtarikul-imlâ (söyleyerek) bana yazdırmış idi.
Hiç tashih görmeden bir sene sonra hatta kendi reyi hilafına olarak 83 senesi Ramazan ayında (Ocak 1867) Tasviriefkâr tefrikasına dercettiren de ben idim.
Kemal’in büyüklüğünün idrake işte bu risalesi sebep olmuştu. Kâğıdı kalemi elime alıp da makaleyi “Vaktaki mukaddema iklim-i Arap’tan zuhur ile az müddet için nur-i seher gibi alâka münteşir olan firka-i İslâmiye…” sözleriyle takrire başladığında ben, imlaya bedel hayran hayran yüzüne bakmış idim.
Bunun üzerine: “Niçin yazmıyorsun?” sualinde bulunduğundan “Ömrümde vaktaki ile başlar bir ibareye tesadüf etmediğinden bir şey rivayet ediyorsun zannettim.” cevabını vermiş idim. O güldükçe gönüllere bir sefa-yi cavidanî bahşeden baygın gözleriyle yüzüme bakarak bir ibtisam-ı müşfikane ile “Yaz bakayım! Sonra öğrenirsin.” demiş idi. Binaenaleyh tarih-i Osmaniye vakayi-i âdiyesine kadar ihata-i külliyesi olan sahib-i dehâ gece saat üçten ona kadar (= 16.30-3.30) hatta kâh mutadı olduğu üzere gezinerek ve kâh ef’alini tasvir ettiği salâtîn-i âliyyeye müteallik mazbutu olan fıkarat-ı tarihiyyeyi nakleyleyerek risaleyi kamilen imla eyledi.

    Ebüzziya Tevfik

5
Kemal’in bu hayat devresi ve İbret gazetesindeki yazıları hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler şu kitaba müracaat edebilirler: Mustafa Nihat Özön, Namık Kemal ve İbret Gazetesi 1938, Remzi Kitabevi.

6
Bu piyesin ilk adı Râzdil iken, basılmasına izin alınmak üzere Maarif Nezareti’ne verildiği zaman bu isimdeki sır ve gönül anlamlarından kuşkulanmışlar ve ismi, kahramanlarından birinin adı olan Gülnihal’e çevirmişlerdir. Bundan başka içinden bazı kısımlar da çıkartılmış olduğundan Kemal, “… Beni neşrettiğime ve belki yazdığıma pişman eyled.” der.

7
Kemal’in Magosa hayatı için Akif Bey piyesinin önsözünde bilgi verilmiştir.

8
Havas ve mezayadan: Hassalar ve meziyetlerden.

9
Bait: Uzak.

10
Tasvir-i necdet: Başkalarının yapamayacağı şekildeki kahramanlık tasviri.

11
İstihkar-ı mevt: Ölüm hakir görülme.

12
Havas-ı hamaset: Yaratılıştaki kahramanlık hassaları.

13
Recüliyet: Erkeklik.

14
Secayâ: İralar, karakterler.

15
İb’adımızdan: Uzaklaştırılmamızdan.

16
Cülus: Osmanlı tarihinde yeni padişah olan kimsenin ilk defa tahta oturması, tahta çıkma.

17
Ahd-i Murat hanide: V. Murat’ın hükümdarlık zamanında.

18
Lâakal: En az.
Zavallı Çocuk Namık Kemal
Zavallı Çocuk

Namık Kemal

Тип: электронная книга

Жанр: Кинематограф, театр

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: On dört yaşındaki Şefika ile sevgili Atâ arasındaki büyük, tutkulu ve masum aşk Zengin bir paşayla evlendirilmek istenmesi üzerine girdiği çıkmaz ve kavuşma ümidini yitiren Şefika`nın, sevgilisiyle birlikte yaşadığı, herkesin ruhunu donduran hazin sonu… Döneminde birçok sansasyona neden olan bu eser, sadece aşkın ruhsal acısı üzerine kurulu olmayıp aynı zamanda toplumun geleneklerine karşı tenkitleri de ortaya koyuyor. Aile, aşk ve toplumu konu alan klasik bir başyapıt!

  • Добавить отзыв