İntibah
Namık Kemal
Namık Kemal’in 1876 yılında sürgündeyken kaleme aldığı İntibah, edebiyatımızda ilk edebî roman olarak kabul edilir. Yazar romana Son Pişmanlık adını verse de Maarif Vekâleti tarafından kitabın ismi yazara müracaat edilmeksizin İntibah: Sergüzeşt-i Ali Bey (Uyanış: Ali Bey’in Maceraları) olarakdeğiştirilmiştir.Roman, güzel bir aile terbiyesi alarak yetiştirilen Ali Bey’in hafifmeşrep bir kadın olan Mehpeyker’e gönül vermesi ve bu sevdanın Ali Bey’e olan tesirleri ile başlar. Oğlunun hâline üzülen Fatma Hanım, güzellik ve iyilik timsali bir dilber olan Dilaşup’u cariye olarak eve getirir. Romanda, dış çevreye karşı deneyimsiz bir genç olan Ali Bey’in, yaşamları ve karakterleri birbirinden tamamen farklı iki kadın arasında olgunlaşmaya başlaması ve bu geç kalınmış “uyanış”ın kendisine ve çevresindekilere olan menfi etkileri anlatılır. Ayrılıklar, nedametler ve ızdıraplarla dolu bir sergüzeştin nihayetinde Ali Bey, kendi sonunu da kendi hazırlamaktadır.
Namýk Kemal
Ýntibah
Namık Kemal, 21 Aralık 1840’ta Tekirdağ’da doğdu. Asıl adı Mehmed Kemal’dir. Namık adını ona şair Eşref Paşa vermiştir. Çocukluğunu Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde geçirdi. Bu yüzden özel öğrenim gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. 1863’te Babıali Tercüme Odasına kâtip olarak girdi. Bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanıştı. 1865’te İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükûmeti eleştiren yazılar yazdı. Ali Suavi’nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı Muhbir gazetesinde yazmaya başladı. 1868’de Hürriyet adında başka bir gazete çıkardı. Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872’de İbret gazetesini kiraladı. Burada çıkan bir yazısı üzerine, dört ay süreyle kapatıldı. İstanbul’dan uzaklaştırılmak için Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı Vatan Yahut Silistre oyunu sahnelendiğinde olaylara neden oldu. Namık Kemal, birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Kalebentlikle Magosa’ya sürgüne gönderildi. 1876’da I. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi’yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. II. Abdülhamid’in Meclis-i Mebusan’ı kapatması üzerine tutuklandı. Midilli Adası’na sürüldü. 1879’da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884’te Rodos, 1887’de Sakız Adası’na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu, Bolayır’da gömüldü.
Tiyatro türüne özellikle önem veren Namık Kemal, altı oyun yazmıştır. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistre yalnız ülke için değil, Avrupa’da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrilmiştir. Celaleddin Harzemşah, Namık Kemal’in en beğendiği yapıtı olarak bilinir. Bu eserde Namık Kemal, İslam birliği düşüncesini kapsamlı bir biçimde sergilemiştir. Namık Kemal’in ilk romanı olan İntibah, 1876’da yayımlanmıştır. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsal ve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de İntibah Türk romanında bir başlangıç sayılabilir.
Eserleri: Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Celaleddin Harzemşah, Kara Belâ, İntibah, Cezmi, Tahrib-i Harâbât, Takip, Renan Müdafaanamesi, İrfan Paşa’ya Mektup, Mukaddeme-i Celal, Devr-i İstila, Barika-i Zafer, Evrak-ı Perişan, Kanije, Silistre Muhasarası, Osmanlı Tarihi, Büyük İslam Tarihi.
“SON PİŞMANLIK”IN MUKADDİMESİ
Şu kitabın tahririne başlanıldığı sırada Edebiyat-ı Osmaniyye’ye dair Hakayik’te,[1 - Hakayikü’l-vekayi, ilk sayısı 3 Eylül 1870 Cumartesi günü (7 cemaziyelahir 1287) çıkarılmaya başlanılmış bir gazete.]Ceride-i Havadis’te[2 - Ceride-i Havadis, ilk sayısı 1840 Ağustos başında çıkarılmaya başlanılan haftalık gazete olup sonraları gündelik olarak çıkarılmıştır.] birkaç makale görüldü.
Reşat imzasıyla Hakayik’te neşrolunan varakaya tamamiyle aynı fikirde olduğumuzu şu eser-i âcizanemin tarzi tertip ve şıve-i ifadesi göstereceğinden o hususca sözü uzatmaya lüzum görmeyiz.
(Meram anlayalım: Gerek o Reşat imzalı zatın –ki şahsı bizce meçhuldür– gerek bizim itiraz etmiş olduğumuz edebiyat sırf kendi lisanımıza aittir; yoksa Arabinin asar-i edebiyece dünyada en zengin, en mükemmel lisanlardan olduğunu ve Fariside pek güzel, pek makbul eserler bulunduğunu asar-i Şarkiye ile tevaggulü [çok uğraşmış] olanlardan hiçbir sahib-i temyiz inkâr edemez. Ama Türkçemizin âsar-i edebiyesine ta’riz etmeye hakkımız var mıdır, yok mudur? Aşağıda ufacık bir bahsedelim de ona göre hük’molunsun.)
Şimdi, Reşat imzasıyla Hakayik’e bent veren zatta Abdi imzasıyla mukabele eden sahib-i kalem tarz-i, eski yolda yazılan asarımızın müdafaasına kendinde iktidar görmüş iken ona dair yazdığı makalenin baş tarafında şu yolda istimali tasavvur olunan sükûtun dermandegî ve acze hamflolunmak ihtimali silsile cümban-i hamiyet ve gayret olarak, diyor.
Eğer edebiyatın letafeti bu ise vazgeçtik; şu on üçüncü (on dokuzuncu) asr-i hikmet içinde Osmanlı zürefasına, öyle zincirleme tabirlerle zincirli gayret gibi mazmunların lüzumu yok.
Gene Abdi namında olan sahib-i kalem, o makalesinde tiyatroyu Şiilerin muharremde[3 - Muharrem ayini. Müslümanlarca acıklı Kerbela vakasının anısı olarak hicret yılının ilk ayı olan muharremde yapılan merasim. Şiiler bu merasimi daha etraflı ve özel birtakım ilavelerle yaparlar.] icra edegeldikleri mateme teşbih etmiş! Acaba Hakayik’i mütalaa eden eshab-i fikir, bu tasavvura ne demiş olsa gerek? Şüphe yok ki “Bu zat ya tiyatro görmemiş ya muharremde Valide Hanı’na[4 - Valide Hanı, İstanbul’un Çakmakçılar semtinde eski, meşhur bir han. Buranın çokluk kiracılarını İran tebaalılar teşkil ederdi; onun için muharrem ayinleri burada bütün özelliği ile yapılırdı.] gitmemiş.” diyecekler. Çünkü tiyatro denilen timsal-i edebi, matem dedikleri taklid-i Acemaneye benzetmenin badelmüşahede [gördükten sonra], imkânı hiç kimse için kabil olamaz.
Gene bu zat, tiyatronun kendi zannı gibi ise lisan-i Osmani’de daha güzel yapılabileceğini iddia ediyor. Eğer efendinin başka lisana vukufu olsaydı, bu davada bulunmazdı. Lisan, öyle taş kovuğunda yetişen incir ağaçları gibi kendi kendine kemal bulmaz. Asırlarca terbiye-i-efkâra hizmet için kendini vermiş birçok edip, hakîm lazımdır ki bir lisanın intizamına, zenginliğine imkân hasıl olabilsin.
Arabi, dünyada en müntehap lisandır. Fakat o lisanın ehlinden, şimdi dünyada mevcut olan insan adedince allameler, fazıllar, hakîmler, müellifler, şairler, edipler, hatipler zuhur etmiş ve bahusus en kısa bir suresi fesahat ve belagatte sihr-aferinan-i cihanı i’caza kâfi olan Kur’an-ı Kerim gibi bir teyid-i ilahiye mazhar olmuş.
Farisî, milel-i mütemeddineye kendini beğendiriyor. Lakin onda Şehnameler[5 - Şehname (Şahların kitabı), Fars şairlerinden Tuslu Firdevsi’nin 1010 yılında tamamladığı büyük destan.], Hamseler[6 - Hamse (beş kitap), genel olarak beş eserden meydana getirilen eserler için kullanılır. Namık Kemal burada şair Genceli Nizami’nin eserini söylemek istiyor. Mahzenül’esrar (1165), Husrev ve Şirin (1175), Leyla ve Mecnun (1188), İskendername (1191), Heftpeyker (1198) eserlerinden ibarettir.], Mesneviler[7 - Mesnevi, eski edebiyatta bir nazım şeklinin adı olmakla beraber, Namık Kemal burada Mevlâna tarafından yazılan eseri söylemek istiyor.] var;
Nasîr-i Tusî[8 - Nasîr-i Tusî, 1201 1274 yılları arasında yaşamış Fars bilgin ve hükûmet adamlarındandır.] gibi, Sadi[9 - Sadi, Şirazlı Fars şairlerinden olup 1193’te doğmuş, 1292’de ölmüştür. Gülistan ile Bostan ünlü eserleridir.] gibi, Feyzi-i Hindî[10 - Feyzi-i Hindi, Hindistan’da yetişmiş, Fars şairlerinden.] gibi, Cami[11 - Cami, (1414 1492). Daha ziyade “Molla Cami” diye anılır. Ünlü şair ve fikir adamıdır. Leyla ve Mecnun, Yusuf ile Züleyha, Baharistan, Nefahatül’üns eserleri eski edebiyatımızda büyük roller oynamıştır.] gibi hükemanın, urefanın, üdebanın, zurefanın asarı var.
Biz bunlardan neye malikiz ki temeddünle meşhur olan Avrupalılardan edebiyatta daha güzel eserler meydana getirmeye muktedir olalım?
O Abdi imzalı zat her kim ise oynanması ve hiç olmazsa dinlenmesi kabil olmak şartıyla yani içinde olan kelimelerinin umumunu oynayanların, dinleyenlerin anlayacağı surette manzum ve hatta mensur iki perdeli bir tiyatro meydana getirsinler. O zaman, kendilerini muterizleri bulunan Reşat Bey’in yahut efendinin değil, benim değil, umumen Osmanlı eshab-i kaleminin üstad-i hüneri, lisanımızın mucid-i edebi olan birkaç zat idadına idhal etmek vezaifimizden addolunur. Yoksa öyle hamiyet ve gayrette zincir tasavvur edenlere, tiyatroyu muharrem matemine teşbih eyleyenlere, diğer bir bentte ilmin intişarını fesad-i âleme bais göstermeye çalışanlara göre kalemini “lisan-i mu’cez beyan-i hame” terkib-i Acemane ve Acemiyanesiyle tavsif etmek üdeba beyninde –hangi manasıyla olursa olsun– makbul olacak hâllerden değildir zannederim.
(Bir istitrat daha yapmaya mecbur olduk. Bahsettiğim; edebiyat-i Arap, şarkça Asr-i Cahiliyet’ten[12 - Asr-i Cahiliyyet, Arabistan’da İslamlığın çıkıp yayılmasından evvelki zaman.] Mu’tasım-i Abbasî[13 - Mu’tasım-i Abbasî, 833 yılından 844 yılına kadar hüküm sürmüş olan Abbasî halifesi.] zamanına ve garpçe Endülüs’ün inkırazı vaktine kadar yazılan şeylerden ibarettir. Yoksa şimdi Mısır’da, Tunus’ta, ötede beride söylenilen birtakım kasideler, figanlar bihakkın Arap edebiyatından madut olamaz.
Benim bahsettiğim asar-i cehle mesela Mütenebbi’nin[14 - Mütenebbi, (915-953) Arap şairlerinden.], yahut Ebül’ula’nın[15 - Ebül’ula (979-1058) Maarralı Arap şairi.] beyitleri gibi âlimane, âlîcenabane ve hakimane sözlerdir; şimdiki dalkavuk müdahaleleri değil.)[16 - Faik Reşat şöyle bir not ilave etmiştir: Kemal Bey ekser-i asarını istiktap tarikıyle, yani söyleyip yazdırmak suretiyle vücuda getirir, yazılanları da tashih için bir daha okumazdı. Mukaddimeyi de o suretle yazdırıp hâlbuki yazan adam Ara-biye, Farisiye aşina olmadıktan başka yazısı da okunmaktan müberra ilmakla merhumun burada Arap ve Acem meşahîr-i şuarasından bazılarının misal olarak irat eylediği ebyatından fakat bu iki beyit okunabilmiş ve diğerleri maatteessüf terk edilmiştir.]
Gazetelerde bu mübahase üzerine bir varaka daha görüldü ki güya, iki tarafın reyini tevfika çalışır da ahlakımızın tehzibini Ahlak-i Alaî[17 - Ahlak-i Alaî, Kınalızade Ali Çelebi’nin (1510-1572) Suriye Beylerbeyi olan Ali Paşa adına 1564 yılında yazmış olduğu bir ahlak kitabı.] ve Makamat-i Harirî[18 - Makamat-i Harirî, Arap şairlerinden Hariri (446-518)’nin 495-504 yılları arasında yazmış olduğu ve Haris bin Hammam ağzından Ebu Zeyid Seruci’nin başına gelenleri anlatan elli hikâyenin dergisi.] yolunda birtakım kitapların teksir ve tercümesine talik ettikten sonra, şimdi yazılan hikâyattan ahlak-i millîyece bir hizmet husulü memul olmadığını söyler. Hâlbuki Ahlak-i Alaî kadar ciddî bir kitabı –velev ne kadar lisan-i avamda yazılmış olursa olsun– okuyup ondan istifade etmek zaten terbiye görmüş adamların icarıdır.
Makamat-i Hariri ise bilakis ahlakı ifsat eder. (Ebu Zeyyid-i Sürucî’nin, kadı huzurunda, zevcesiyle geçen muhaveresi okunsun.)
Bu zat varakasında: “Zamanımızda hikâyeler mi ahlaka hizmet edecek?” diye soruyor.
Evet, onlar hizmet edecek! İnsan öyle kuru kuruya mev’iza dinlemeye kani olmuyor, eğlenerek istifade etmek istiyor. Ne yapalım? Tabiat-i âlemi değiştirmek elimizden gelir mi?
İtikad-i âcizaneme kalırsa hikâye hakikaten insanlar arasında nail olduğu itibara layıktır. İnsan, eğlencesinde de fayda görecek birtakım nasayih bulursa zarar mı etmiş olur?
Ahlak-i Alaî’den terbiye görmek hapiste ıslah-i nefs etmeye, Télémaque[19 - Télémaque, Fransız yazarlarından Fénelon’un 1599’da yazıp Türkçeye Yusuf Kâmil Paşa tarafından çevrilmiş ve dilimizde Garp dillerinden ilk tercüme roman ününü almış olan eseri.] gibi hikâyattan bir şey istifade etmek ise bir muntazam bahçede ders okumaya benzer. Mahpuslarda, zindanlarda kaç kişi ıslah-i nefs edebiliyor? Muntazam bahçeli mekteplerden ne kadar erbab-i daniş çıkıyor?
Ahlak-i Alaî’yi milletimize edebiyatça nümune-i edebiyat addeden zatın tabiatını bilemem fakat ben o kitabı havi olduğu birçok efkâr-i hikemiyeyi takdir ile beraber mütalaa etmekten ise mütalaası için lazım olan vakit kadar mahpusta kalmayı tercih ederim. Bildiğim eshab-i kalemin hangisine sordumsa onlar da bu reyimi tasvip ettiler.
İşte eğlenceyi dahi bir medar-i istifada etmek mütalaasına mebnidir ki Hintliler, İbraniler, Yunaniler, Romalılar, Araplar, Acemler, Avrupalılar daima hakimane nasihatleri şathiyat kabilinden birtakım hikâyeler içinde setredegelmişlerdir.
Hatta Hint’ten Garp’a geçmiş bir hikâyedir ki: Hakikat bir kız imiş. Fakat çıplak gezermiş, nereye gittiyse kabul etmemişler, nihayet bir kuyuda saklanmaya mecbur olmuş. Hikâye ise dişleri dökülmüş, suratı buruşmuş, elleri çolak, ayakları paytak, beli kambur, ağzı kokar, burnu akar bir kocakarı imiş. Lakin yüzünü düzgünler, eğreti dişler, vücudunu gayet ziynetli libaslarla tezyin ettiğinden, daima görenlerin makbulü olurmuş. Akibet, Hakikat’e bir gün kuyuda rast gelmiş, kendi elbise vesair tezyinatını vermiş, ondan sonra Hakikat’de gittiği yerde kabul olunmaya başlamış. Elimizde Hümayunname var, Fakihetül’hulefa var, Elfül Leyli Velleyle var, Gülistan var, Bostan var, Hadika-i Senaî var, Yahya’nın Mihr ü Hüma’sı var, Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’u var, Galip’in Hüsn ü Aşk’ı var; hasılı var, var. Bunlardan ne zarar gördük ki tehzib-i ahlak için Alaî’yi, Makamat’ı filanı okumaya icbar-i nefs edelim? Şeyh Galip merhum ne güzel demiş:
Nush ise eğer budur mezaki
Dünya fani ahiret baki
Olsa ne kadar harab ü mağşuş
Yoktur bunu bir işitmedik gûş.
Edebiyat-i Osmaniye’nin böyle istişhada layık asarı da var fakat nadirdir.
Ayetle, hadisle müsbet olduğu üzere mükevvenat ezvaç olarak yaratıldığından, tabiat-i âlem fıtratan muhabbetle mecbuldür. Binaenaleyh insanın aşka meyli her şeyden ziyade görülür. Bu sebepten dolayı hikâyelerin, tiyatrolarla havi olduğu hisse-i hikmeti ekseriyet üzere aşka dair olan birçok kıssa içinde setreder… Onun için biz de şu eser-i âcizanenin havi olduğu bikr-i hayali bir hikâye-i muhayyele ile yaşmaklamak istedik.
Bundan başka hikâye yazmakta bir vazife daha vardır. O da muhatabını ıslah etmek veya eğlendirmek için münasebetli münasebetsiz, akla ağıza ne gelirse söylemek, tarz-i kudemapesendanesini terk ile tabiat-i beşeriyenin tahliline çalışmaktır.
Vicdan-i beşerdeki serair-i kalbin en gizli köşelerine nazar taalluk etmedikçe bulmak muhaldir. Serair-i kalbiye bilinmedikçe bir adama söylenilen sözleri teessür ettirmek ise bütün bütün adîmü’lihtimaldir. Çünkü fikir her ne tasavvur ederse bir kere zihnindeki mahfuzat ve gönlündeki teessürata tatbik eder. Benzerse kabul eyler, benzemezse etmez. Bir-iki asırdan beri, hususiyle zamanımızda Avrupalılar ahval-i kalbiyeyi teşrih etmekte bir meharet-i fevkalade izhar ederek gerek tiyatro gerek hikâyeyi, edebiyatın en büyük kısımları adadına idhal ettiler. Hatta Fransız lisanında hikâyeye “roman” derler. Vüs’at-i hayal ve garabet-i tasavvur cihetini haiz olan asara “romantique” tâbir olunur ki; Shakespeare gibi, Walter Scott gibi, Schiller gibi, Lord Byron gibi, Victor Hugo gibi, Alfred de Musset gibi her kitapları iki-üç yılda bir kere, iki-üç yüz bin nüsha basılmakta olan eazim-i üdebanın kendi lisanlarınca ihtira ettikleri, ilerlettikleri tarz-i hastır.
Kuvvei-i hayal, Şark’ta bittabi Garp’a galip olduğundan ve Avrupalılar –her fende olduğu gibi– edebiyatta dahi Hint’in, Yunan’ın, Arap’ın, Acem’in mukallidi bulunduğundan bu tarz-i hassın mucidi olmak şerefi dahi, bizim ecdadımıza kalır. Şu kadar var ki Avrupalılar taklit ederken bir şeyin hakikaten taklide şayan olan yerlerini ediyorlar. İşte o kabilden olarak kendilerine bir nümune-i edep bulmak için Arap’ın, Acem’in vesair elsine-i kadîmenin asar-i muteberesini tercüme etmişler. Mantık ve adaba mutabık gördükleri yerlerini misal-i imtisal etmişler, içlerinde akıldan hariç mübalağa, hiçbir şeye benzemez teşbih görmüşler ise ona ittiba etmemişler, cinas-i lafzi gibi zevzeklikleri de makbul tutmamışlar. Ona binaen biz daima Avrupa lisanlarının edebiyatça gerek intihap ettikleri kavaid-i külliyeye gerek ihtiyar eyledikleri tarz-i taklide tabi olmak mecburiyetindeyiz. Çünkü gerek o kavaid-i külliye gerek o tarz-i taklit Avrupa’nın evham-i heveskârîsinden çıkma birtakım hayalat değil; sırf hakikat ve tamamiyle sevk-i tabiattır. Onlar nasıl Arap’ın veya Acem’in yollu tasavvurat-i şairane ve hakimanesini şevk ve haz ile kabul ederek lisanlarında bu türlü şeylerin tercüme ve taklidiyle bir vüs’at-i efkâr ve kuvve-i tahayyül hasıl etmişler ise biz dahi onların “tercümeleri mesela Ekrem Bey gibi bazı üdebamızın neşriyatında görülen” birtakım asar-i nefîselerine taklit eder ve Şark ve Garp’in fikr-i kemal ve bikr-i hayalini izdivaç ettirmeye çalışınız.
Mesleğimizin istikametini göstermeye ise meşhut olan rağbet-i umumiye kifayet eder.
Huz mâ safa da’ mâ keder.
Gel, ey fasl-i baharan mâye’-i arâm ü hâbımsım
Enis-i hatırım, kâm-i dil-i pür ıstırabımsın[20 - Gel ey bahar mevsimi, sen benim dinlenme ve dalmamın mayasının;Fikir ve hatırımın yoldaşı, ıstırapla dolu gönlümün istemisin.]
Bahar günleri, bu köhne cihanın suph-i safa-yi nevcivanisidir. Bahar erişince toprağın her tarafı baştan ayağa taravet kesilerek Yuhyil’arzi bade… mevtiha sırrı aşikâr olur. O kuru kuru ağaçlar –mahşere tesadüf etmiş kemikler gibi– yeniden can bulmaya başlar. Bir hâlde ki: Taravetlerine dikkat olunsa nazar-i ibretle vücutlarına serapây eden hayatı görmek kabildir.
Bir hâlde ki: En küçüğündeki gelişmeye bakılsa âlemin her zerresinde bir ruh tecelli ediyor zannolunur.
Bir hâlde ki: Sahranın her tarafına tecessüm etmiş zevki ruhanî belki ruh bulmuş safay-i cismanî denilse mübalağa edilmemiş olur.
Nevbaharın en büyük bir bediası –mebzuliyet ve melufiyet cihetleriyle gayet hakir gördüğümüz– çemenlerdir. Dünyada renklerin hadd-i itidali olan yeşilden tatlı renk mi olur? Bahar mevsiminde ise gûya ki ruy-i arzın her zerresi yeşillenir.
(Hatta kendini insan zanneden ve hakikat aranılırsa nebattan farkları bil-ihtiyar tahvil-i makama iktidardan ibaret olan birtakım beylerimiz de ötede beride rast geldikleri hanımlarla yeşillenmeye çalışır.)
Hele bir kere çemenler açıklı koyulu renkleriyle toprağı ihata etmeye, bir kere ebr-i baharın in’itafı çemenzar üzerinde mevceler, hareler teşkil eylemeye, bir kere sahranın ötesinde berisinde yığın yığın beyaz çiçekler açılmaya başlar mı; bir kere derya hafif hafif dalgalanmaya, bir kere nesim-i ahesterevane güzariyle suyun yüzünde bir cebîn-i safa nazireler yaparcasına kırışıklar göstermeye, bir kere ufak mevceler, habaplar rüzgârın önüne düşerek bir yere toplanmış semen, etrafa dökülmüş yasemin döküntülerinden nişan vermeye yüz tutar mı; sahraları safasından harekete mecali kalmamış derya, deryaları şevkinden ihtizaza gelmiş sahra kıyas edersin.
Güller göründükçe zannolunur ki birçok yeni yetişme, yabancılar nazarından kaçarak ağaç gölgelerine, yaprak aralarına saklanmış; ara sıra rüzgârı muvafık buldukça gizlendikleri perdeden çıkarlar, birbirleriyle dudak dudağa gelirler. Rüzgâr muhalefete başlayınca gene inzivaya çekilirler, birbirlerine mütehassirane arz-i iştiyak ile hafif hafif gülüşürler.
(Sebebi hayalat-i Şarkıyye ile kesret-i itilaf mıdır, nedir? Ben gülden bahsettikçe bülbülü bir türlü unutamam. Vakıa güle âşık olmadığını bilirim. Fakat biçare kuşun tavr-i sevdavisine bakılırsa, o ufacık gönlünde ne büyük bir muhabbet eseri hissolunur.
O muhabbette var ise kendi hürriyetinedir ki tutulup da kafese hapsedilince nağmekârlık etmesi şöyle dursun, ekseri yaşaması bile kabil olamıyor.)
Lalelere bakıldıkça kıyas edilir ki geceden çemenzarda bir meclis-i işret tertip olunmuş da sermestane uykuya varan ashab-i meclisin her biri şarap ile dolu kadehini bir köşeye bırakmış. Kadehlerin kimi havaya veya cemine mail bir vaziyette duruyor kimi henüz yerleşememiş gâh eğriliyor gâh doğruluyor.
Baharın her mahsulünü, her safasını, her hâlini bir teşbih ile tasvir etmek benim değil; gökyüzünü ham eriğe, küre-i zemini kızıl yumurtaya benzeten eshab-i hayalin dahi kolaylıkla muktedir olabileceği şeylerden değildir.
Mamafih, bedayi-i baharın yalnız çemeniyle, gülüyle, lalesiyle iktifa edemeyeceğim.
Acaba az rüzgârlı, hafif bulutlu bir havada bir baharın çemenistanına ziya aksedince hasıl ettiği hâle hiç dikkat edilmiş midir? Bir taraftan rüzgârın tahriki, bir taraftan bulutların sayesi çemenzarı her mevci bir başka şekle girmiş bir yeşil hareye benzetmez mi? Ekser sahralarda görüldüğü gibi, çemenler öbek öbek her renkte, her şekilde çiçeklerle müzeyyen olurlar da güneşin pertevi üzerlerinde temevvüce başlarsa rûy-i arza tavus tüyünden halılar (kaliçe)[21 - Namık Kemal Arap harfleriyle “halı”nın aynı şekilde yazılan “hal”in i’li hâliyle karşıklığa meydan vermemesi için aynı manada olan Farsça “kaliçe” kelimesini parantez içinde ilave etmiştir.] döşenmiş zannolunmaz mı? Hurşid-i nevbahar, feyzini yalnız zemine hasretmez. Sabah akşam gökleri de nura gark eder, renge boğar. Baharın küre-i nesime verdiği letafetten midir nedir? O fasılda gökyüzünün letaif-i elvanı olsa olsa güneş çehreli, ziya saçlı bir dilberin mai gözlerinde görülebilir.
Baharda havanın feyziyle bulutlara gelen hiffetten midir nedir? O zamanın fecrindeki, şafağındaki safalar da sair vakitlerin tuluuna, gurubuna benzemez.
Ziyanın hasıl ettiği renkler bir derece parlak, bir derece revnaklı görünür ki afaka binlerce alaim-i sema yığılmış kıyas olunur. Gûya ki felek baharın zemine verdiği hüsne gıpta eder ve ufukta bahçelerimize nazire yapmaya kalkışır. Güneş ya tulu veya gurup edip de saba temevvüce başladığı gibi bulutlar paralanır; kimi yeşillenir yaprak şeklini bağlar kimi ağarır zambak gibi açık saçık salınmaya başlar kimi morarır sümbül gibi, kandil gibi öteye beriye dağılır. Nazar eb’ad-i namütenahi içinde kendini kaybetmeye başlayıp da kuvâya hayal galebe edince adam sema deryanın veya derya semanın aynası olmuş, bağlardaki çiçekler semaya veya ufuktaki bulutlar deryaya aksetmiş, hasılı yerle gök birleşmiş kıyas etmemek kabil değildir.
Baharımızın mehtabını unutmayalım. Eğer hilal ise ekseriyet üzere etrafına bedir büyüklüğünde, bedir şeklinde, bedir letafetinde bir hale bağlar ki hani “Kamer bir mahluktur, bazı sehhareler [büyücü karılar] yere indirirler de sütünü sağarlar” itikadında bulunanlar yok mu? Onlardan biri, bu hilal ve haleyi görünce o sütü sağılan mahlukun hamile (hamil)[22 - Namık Kemal, Türkçede “hamile” olarak “gebe” manasına kullanılan kelimeyi, yanlış sayan belagatçilerin hücumuna uğramamak için, doğrusu olan “hamil” kelimesini parantez arasında ilave etmiştir.]olduğuna zâhib olsa revadır.
Eğer bedir ise etrafına bir sarı hale dağıtır ki bizim gibi mehtabın da bir âlem olduğunu bilenler dahi felekte ak benizli bir kız pencereden aşağı sarkmış, sırma saçlarını çehresinin etrafına dağıtmış, zeminin ârâyiş-i rengârengini temaşa ediyor zanneylese tayib olunmaz.
Mehtabın baharda deryaya aksini seyretmelidir ki serv-i sîmînin letafetinde olan kemali anlamak mümkün olabilsin. Havalar berrak, sular sâf; serv-i sîmîn ise gûya ki nurdan dökülmüş bir peri kızı gibi anadan doğma çıplak suya girer, şinaverliğe başlar. Vücuduna dokunan her katre su iken nur kesilir. Derya arasında, güzeran-i hayal için, minhac-i hakikat gibi nuranî bir cadde peydah olur.
Biz galiba sadaddan çıktık. Muradımız, Çamlıca’nın tarifine evsaf-i bahardan bir girizgâh bulmak idi. Fakat yazın mev’id-i telakisini ararken yolda çiçek toplamaktan kendini alamayan hevadarân-i muhabbet gibi pişgâh-i tasavvura rast gelen birkaç taze hayali çiğneyip geçmeye gönlümüz kail olmadı. Taciz ettikse af niyaz eyleriz. İşte maksada şüru’ ediyorum.
Ey âlem-i misalin seyyah-i hûşyârı
Hiç kasr suretinde gördün mü nevbaharı?[23 - Ey rüya âleminin aklı başında yolcusu,Sen ilkbaharı hiç köşk şekline girmiş bir halde gördün mü?]
İstanbul’u görenlere malumdur ki; Çamlıca Köşkü, ruhperverlikte nevbahardan aşağı kalır bedayi-i rüzgârdan değildir. Binası bir tarafa dursun, yalnız bulunduğu mevkii İstanbul’un en müstesna bir noktası olduğu gibi, İstanbul bir mali’ke-i derya-yi letafettir ki yalnız hazin hazin sahillerine yüz sürerek önünden akıp giden deryanın safası mevkiin bütün cihan içinde akransızlığını ispata kifayet eder.
İstanbul denilen mecmua-i bedayiin hâvi olduğu her türlü nevadiri bir bakışta gösterecek bir nokta ise Çamlıca’dır: Boğaziçi’nde bir büyük orman veya bir küçük körfez yoktur ki; Çamlıca’nın ayağı altında olmasın. Payitahtımızın Beyoğlu gibi, Galata gibi, Babıâli civarları gibi, Sultan Bayezit gibi hangi mamur ciheti görülür ki Çamlıca’nın nazar-i temaşasından kendisini saklayabilsin. İstanbul’da tesisat-i atîka ve ebniye-i meşhureden hiçbiri var mıdır ki Çamlıca tasvirini almak mümkün olmasın.
Çamlıca o nazargâh-i ibrettir ki bahar içinde insan çeşmesinin yanına çıkar da başını kaldırır etrafına bakınır ise gözünün önünde tabiî, sınaî, fennî nice yüz bin türlü bedayiden mürekkep bir başka âlem görür. Bayağı hadaka-i basar (göz bebeği) o âlem-i bedayiin bir meharet-i fevkalade (son derece ustalık) ile nokta-i vahideye sığıştırılmış haritasına döner. Bir de gözünü aşağı meylettirmek isteyince nur-i nazarı –cihanın her türlü çiçeğini cami şükûfezara düşmüş bal arısı gibi– dakikada bir çiçeğe işleyerek, saniyede bir meyve ile oyalanarak aheste aheste sahil-i deryaya gidinceye kadar tâb ü tuvandan kesilir.
Çamlıca’ya Firdevs âlânın yere inmiş bir kıt’ası denilse şayestedir. Feyyaz-i kudret (Tanrı) âlemde âb-ı hayat icadını irade etmiş olsaydı, o hasiyeti Çamlıca suyuna verirdi.
Bundan takriben sekiz sene evvel, orada bir tulu seyretmiştim. Semadan zemine nur yerine ruh yağıyor kıyas ettim.
Seyir yerleri zevkim değildir. Tatil günleri her türlü, beşaretten berî bir kuru ülvan için “boyanmış cellat kemendi denilmeye layık” bir sıkı boyun bağı takarak ve “süslü tomruk vasfına şayan” bir çift dar potini giyerek sabahtan akşama kadar araba arkasında devr ile fısk ü hırmanı cemetmek ve akşamdan sabaha kadar hunnak eziyeti ve nasır cefasiyle yatakta inlemek gibi şeylerde bir safa göremem. Hele cuma ve pazar günleri Unkapanı’ndan bir piyade tutup da yolda seksen kayığa çatarak doksan girdab-i mehalikten geçerek o nazenin Kâğıthane Deresi’ne duhul ile tozdan dumandan yapma bir insan resmi veya teşbihin daha doğrusu istenilir ise, Hazer hazer ki ecel nâresit medfunem mısraına mâsadak olmağı iltizam etmişçesine mezarını omuzuna almış bir cadı (cadu)[24 - Namık Kemal “cadı” kelimesini Türkçe söylenişe göre yazmış ve bunun Farsça yazılış şekli olan “cadu”yu da parantez arasında ilave etmiştir.] şekline girmek, sonra da bu hâlin adını eğlence koymak hiç aklımın erdiği şeylerden değildir. Fakat ne yalan söyleyelim, cumanın, pazarın gayri bir açık veya sümbülî havalı günde Boğaziçi seyirlerinin hemen kâffesini ve hususiyle baharda Çamlıca’yı severim.
İnsan cihan-i medeniyetin lezaiziyle ne kadar ülfet etse gene arada sırada hâl-i evveli olan sahranişinlik meylini bütün bütün hatırdan çıkaramıyor. Şimdi bir grup zamanı bir su başında, bir çemenzar içinde, bir ağaç altında oturup da, tabiatın o ulvi mahzunluğunu temaşa etmek şehirlerin, hanelerin hangi eğlencesine tercih olunmaz?
Ara sıra beldelerin o ufunetli havasından, uygunsuz manzarasından kaçarak nesimin mesamât-i ezhardan henüz kurtulmuş parçalarıyla teneffüs etmeyi nasıl gönül olur da istemez? Sahranın birbirine benzemez nice yüz bin elvan ve eşkâline dalmayı hangi nazar vardır ki arzu etmez?
İşte insanın umumuna şâmil olan seyir meyli bittabi –zirde hâlinden bahsedeceğimiz– Ali Bey’de dahi mevcut idi.
Geldi sabah-i ruz-i civaniye infilak
Eyyam-i fitne erdi belalar mübarekî[25 - Gençlik gününün sabahı açıldı,Kargaşalık günleri erişti, belalar mübarekî.]
Ali Bey ağniya evladından yirmi bir-yirmi iki yaşında bir delikanlı idi. Anasının, babasının bir tanesi olduğundan ve hususiyle pederi evlat kadrini gerçekten bilenlerden bulunduğundan “İstanbul’da bulunduğu hâlde” tahsiline, maarifçe terakkinin aksa-yi meratibine varmış olan yerler zadegânı kadar, itina olundu. Çocuk o yaşında iken birkaç lisan bilir; üdeba arasında, nevrestegân-i maarifin en müstaitlerinden addolunurdu. Hele pederinin –bizim taraflarda emsali az görülen– rıfk ü şefkati fıtratında olan saffet ve nezakete o kadar kuvvet vermiş idi ki terbiyesine, muamelesine bakanlar kendini âdeta bir melek zannederlerdi. Fakat biçare pederi sağ oldukça ciğerparesi için daima bir büyük endişe içinde idi. Çünkü çocuk sarı benizli, ziyade asabî, bununla beraber kanı da oynak bir şey olarak gördüğü hakimane terbiyelerin, müşfikane muamelelerin tesiriyle tabiatın netayicinden olan hiddete galebe eder gibi görünür ise de o mizacın, bir diğer neticesi olan inhimak ve iptilaya esir olduğu hemen her hâlinden anlaşılırdı. Her neye merak ederse bütün dünyayı unuturcasına ona hasr-i eşgal ederdi; bir şey arzu eder de husulünde bir mâniaya tesadüf eylerse maksadı ne kadar cüz’ı olur ise olsun, ele geçirmek için yolunda en büyük fedakârlıktan çekinmez idi. Hatta ufak bir emelinden meyus olunca günlerce hastalanır, gecelerce gizli gizli ağlardı.
Pederi ise dünyada hem en büyük kemalat hem de en büyük nekaisin saiki olan bu inatçı huyu çocuğun tabiatından çıkarmaya imkân göremediği için o meyelanı daima tahsil ve terbiye cihetlerine sevk ederek oğluna bir silah-i istifade etmek isterdi.
Vakıa Ali Bey, pederinin hayatından ve hele on dört-on beş yaşına girdikten sonra âlemde maariften başka sevilecek, arzu olunacak bir şey bulamaz olmuş idi. Dünyayı unuturcasına meşgul olduğu şey var ise dersleri idi. Bir küçük maksat için büyük fedakârlık ihtiyar ederse nüshası nadir bazı kitapları bahasının kırk-elli misline almakta ederdi; hastalanırsa bir bahiste mağlup olduğu için hastalanırdı; ağlarsa okuduğu şeylerde bir müşkül meseleye tesadüf edip de halledemediğinden dolayı ağlardı.
Fakat bu âlem-i inkılab kendi gibi sebatı sevenlerden olmadığından, çocuk yirmi yaşına girer girmez –sebeb-i vücudu, mürebbi-i efkârı olan– pederi ahirete intikal etmekle Ali Bey’in hâlinde birbirini müteakip enva-i tagayyürat, enva-i belaya zuhur etmeye başladı.
Der vakt-i cevanî zi muhabbet çi hicabest
Bes tavr-i acep lazim-i eyyam-i şebabest.[26 - Delikanlılık çağında sevgiden niçin utanmalı?O acayip hâl gençlik günlerinin gerekli bir şeyidir.]
Çocuğun fıtratan teessüratı galip olmakla beraber aldığı terbiye vicdanındaki hissiyata bir kat daha kuvvet verdiğinden ve pederi ise bâis-i hayatı olduğu için indinde hayattan mukaddes olduktan başka her halükârda mürebbisi, müsteşarı, râzdaşı, yâr-i sadıkı olduğundan gönlünde ne kadar kabiliyât-i muhabbet var ise hemen cümlesini ona hasretmiş idi. Öyle hiç hatırında yok iken mâmelek-i vicdan ve irfanı olan bir vücud-i azizi telafisi kabil olamayacak surette bağteten gaip edince hayatın lezzetini de beraber gaip eyledi. Nedim-i ruhu olan kitaplarına bakar; nacins ülfetine düşmüş kadar sıkılırdı. Mesire-i efkârı olan kalemine gider; zindana atılmış kadar müteezzi olurdu. İşi gücü, odanın bir köşesine çekilerek yetimane ah etmeye, mahzunane gözyaşı dökmeye münhasır olmuş idi. Onun bu hâli ise validesine, zevcinin vefatından ziyade endişe vermekte idi.
Beyin validesi behredar-i maarif olan milletler kadınları gibi danişli bir şey değil ise de zaten zekâsı galip olduktan başka yirmi beş sene kadar beyinin terbiyesi altında kalarak gördüğü, işittiği hadiselerden onun irşad-i hakîmanesiyle pek çok hakikatler istihraç etmiş bir kadın idi. Ona binaen kendini de ye’sü keder önüne salıvermek lazım gelse sevgili zevcinden uzak düştüğü gibi bir de ciğerparesini de gaip edeceğini ve gözlerini ölülere ağlaya ağlaya dirileri görmeyecek bir hâle getirmek; dünyada olanlara zararlı, ahirette olanlara faidesiz olduğunu bildiğinden merdane bir ikdam ile ne kadar hüznü, ne kadar kederi var ise gönlünde hıfz eder ve böyle zevcinin eksikliğine ağlamak gibi en memduh olan bir hâlini kabahat yollu ketmetmeye mecbur olduğundan dolayı çehresine âriz olan acı acı tebessümleri hande-i neşat suretinde göstermek isterdi.
Çocuğu düştüğü hüzn-i sevdavîden almak için bin türlü vesail düşündüğü sırada, hanelerine yakın olan Çamlıca’yı da hatırından çıkarmadı. Nihayet bir çarşamba günü –ki mayıs evailine müsadif idi– felek zümrütten dökülmüş bir âyineye benzedi; üzerini muslî telden örtü çekilmiş gibi gayet beyaz bir bulut sereylemiş idi. Bir hâlde ki güneşin ziyası nazik mizaçlı bir nazeninin barıka-i cemali gibi dokunduğu yerleri tenvir eder fakat yakmazdı. Ağaçların –sayesinden sahralar istiğna hasıl ettiği için– yukarıdan aşağı nazari hakaretle bakar gibi gerdenkeşanî duruşları abes görünür idi. Rüzgâr memedeki çocuğunun uykusuna nigehbanlık eden validenin nefesinden hafif eserdi. Hanım hava ve sahranın bu letafetini görünce Ali Bey’i ricalar, niyazlar, ibramlarla Çamlıca’ya doğru çıkmaya ikna eyledi.
Seyre ilk gittiği gün oraları çocuğa pek bigâne görünmüş idi. Hatta ikinci, üçüncü defa dahi çocuğu sahraya temenni ile icbar ile çıkardılar. Ancak gide gide Bey, Çamlıca ile gereği gibi istinasa başladı. Birkaç gün birbiri üzerine kıra çıkmasa âdeta sıkılırdı.
İnsan ne garip baziçe-i tabiattır ki Ali Bey indinde en aziz olan bir vücudun fenasından müteessif iken asar-ı hayatın timsal-i mücessemi olan cihan-i medeniyetten kaçar da her arşın toprağında nice vücutlar nihan olmak cihetiyle, mevtin misal-i müşahhası olan sahralarda gezip eğlenmek isterdi.
Her ne hâl ise Bey, iki günde bir kere Çamlıca’ya gitmeyi –tabiatinde olan inhimak cihetiyle– hayatının levazım-i zaruriyyesinden addeder olmuş idi. Fakat gezişten muradı kalabalıktan kaçmak olduğu için, tatil günleri eğlencesinden geri kahr ve binaenaleyh cuma ile pazarı kendince hilaf-i âde sa’yü meşakkat eyyamından bilir idi.
Bir gün kalem arkadaşlarıyla Çamlıca’ya olan meylinden bahsederken kendinden orada bir ziyafet isterler, o da memnunlukla kabul ile: “Yarından tezi yok buyurun.” deyince “meğer mübahase bir sah gününe tesadüf eylediğinden” arkadaşları gülüşmeye başlarlar. Ali Bey ise bu handelere hiçbir mana veremeyerek sebebini istizah eder. Anlar ki rüfekası indinde Çamlıca’da cuma ve pazarın gayri –tenhalık cihetiyle– eğlenmek gayr-i kabil sayılır. Her ne kadar eğlenceden murat kalabalık seyretmek ise İstanbul ve Beyoğlu sokakları dururken Çamlıca’ya gitmeye hiç lüzum olmadığını anlatmak isterse de alışıldığa karşı gösterilen delail –velev bedihî olsun– ne kadar tesir ederse beyin behhaslığı dahi o kadar netice verebilir. Ekser kalem ihvanı arasında mutat olduğu üzere kendiyle zahirde pek laubali, hakikatte pek külfetli görüşen nazik beylerden bazıları Ali Bey’in öyle bir tenha günü teklif ve bu teklifinde ısrar edişini ziyafetten kaçtığına hamleder yollu birtakım kinayeli sözler söyledikleri için çocuk arzusundan değil hicabından daveti cumaya talik eyledi.
Validesi ise oğlunun “Öyle bir günlük eğlence atisince terettüp edecek felaketleri nereden keşfeylesin?” insan içine karışarak vakit geçirmeye meylini görünce ciğerparesi yeniden dünyaya gelmiş kadar memnun olmuş idi.
Cuma gelince karar veçhile, Bey’in arkadaşları saat üç[27 - Alaturkadır, şimdiki saate göre ondur.] raddelerinde Üsküdar’a geçerler. Sabah yemeğinden sonra zaten Ali Bey’in evinde mevcut olan iki arabaya binerler. Doğru mev’id-i salaları olan Çamlıca’ya giderler.
Bir müddet çeşmenin başında ikamet ile Ali Bey tabiatın nice yüz bin bedayi-i rengârengini, beriki beyler –mulevven ferace ve boyalı çehreleriyle mesireyi, ağaçları baştan aşağı çiçeklere gark olmuş da rüzgâr estikçe öteye beriye salınmaya başlamış bir bahçeye hemhâl eden– hanımların şivesini temaşa ile saat yedi buçuk-sekize[28 - Saat on beşe doğru.] kadar eğlenirler.
O vakit ise Çamlıca’nın en “civcivli”[29 - Namık Kemal, yazılarında pek az kullandığı konuşma dili tabirlerinden olan bu kelimeyi tırnak içine alarak Arap veya Fars kelimelerinin asıllarını işaret etmekle gösterdiği dikkati bunda da gösterip akla gelebilecek olan karşılıklara evvelden bir cevap vermek istemiş sayılabilir. “Civcivli zaman” bilindiği gibi bir yerin en kalabalık bulunduğu zamandır.]zamanı olmak cihetiyle yollar birbiri ardınca akıp gelmekte olan yaşmak kalabalığından köpükler içinde kalmış birer seyl-i huruşanı andırmaya başladı. Beyler de yerlerinden kalktılar. Hanımlara karıştılar. Her biri belki bir tanesine iptilasından, ondan başka kimseyi sevmek ihtimali olmadığından, yolunda ölmeyi canına minnet bileceğinden, hasılı dünyada ne kadar soğuk yalan var ise cümlesinden bahisler açmaya başladılar.
Bu hâller ise Ali Bey’in fıtratına, terbiyesine bütün bütün mugayir olmak cihetiyle bu eğlenceden bayağı bir felaket kadar müteezzi idi. Fakat memleketimizin hâli malum: Ahbap arasında kalbin teessüratını halisane izhar etmemek ülfet âdabından sayılıyor. Eğlence gibi hiç hükümsüz şeylerde bile, beğenmediği hâli riya ile beğenir gibi görünmek insaniyet vezaifinden addolunuyor. Binaenaleyh biçare çocuk, ekseriyete tabi olmak ve gönlündeki ıstırabı safa şeklinde göstermeye çalışmaktan başka çare bulamadı. O da arkadaşlarıyla beraber öteye beriye gezinip dururken –hiç içindekilere dikkat etmeden– bir arabaya rüfekasından yeni öğrendiği tarz ile işaret etti. Lakin arabadan mukabele görmedi. Bu hâl ise evvel emirde bir ehl-i ırz arabasına tasallut etmiş olmak vahimesiyle bir derece hicabını mucip oldu ki kanında hasıl olan hararet vücudunu eritecek zanneyledi.
Öyle bir mevkide ve öyle bir hâl üzerine, lisanen isti’fay-i kusur için imkân göremediğinden mazerethâhâne bir nigâh-i huznalut ile beyan-i teessür etmek istedi. Kirpikleri birbirinden ayrılıp da o tarafa doğru bakar bakmaz arabanın perdesi bir kere açıldı, bilmediği yolda bir işaret göründü, gene derhâl kapandı.
Malumdur ki ciddiyatın birçoğu uysallıktan tevellüt eder. O kabîlden olarak bu biçare delikanlının da öyle arkadaş hatırı kırmamak için ihtiyar ettiği bir hareket sergüzeşt-i, ömrünü bir facia-i cangüdaza tahvil eylemiştir.
Arabadan edilen muamele nazarında, ismet perdesinden biihtiyarane aksetmek istemiş bir eser-i muhabbet gibi görünerek zihnine, kalbine bütün bütün istila etmiş ve birkaç dakika içinde dünyada emeli yalnız aldığı işaretin manasını bilmeye ve sahibini görmeye inhisar eylemiş idi. Bununla beraber hazm-i nefsinde kâmilane mücadelelerle rüfekasına hâlini sezdirmedi! Çamlıca’da bulundukça zâhirde herkese eğlenmekte ittiba eder fakat zihninde mahut işareti anlamak için –Mısr’ın hutut-i kadîmesini elde elifbası yok iken okumaya çalışan hükema gibiher şekilden nice mana, her vazı’dan birçok kazâyâ istihracıyle uğraşırdı. Fakat it’ab-i fikir ettikçe hallini istediği muamma işkâle düşer; muamması işkâle düştükçe zihnindeki yorgunluk artar; hayali ise bu devr-i fasit içinde hayran hayran dolaşır dururdu.
Akibet, bereket versin ki avdet sırasında başka bir arabadan gene aynı aynına öyle bir işaret zuhur eyledi de “gûya yeni girdiği meslekte malumatını ilerletmeye çalışır yollu işaretin” ne mana ifade eylediğini arkadaşlarından birine sual edebildi ve işaret “Etraf ağyardan hali olmadıkça muhabere caiz değildir.” demek olduğunu öğrendi.
Bu malumat üzerine ise işaret sahibesinin ismetince olan itikadı bir kat daha kuvvet bulmaya başladı. (O kadar tecrübesiz bir çocuk, ismetli bir kadının öyle işaretlerden bittabi haberdar olamayacağını nereden idrak eylesin?) Çocuk, bu fikir ile evine gelerek sabahlara kadar arabadaki hanımı zihninde bin şekle koymuş ve hiçbirinde gönlündeki arzunun timsalini görememişti.
Sabah olunca –zatında olan fetanet cihetiyle– kendini toplamaya ve böyle bir gün içinde o kadar senelik mahsuli ömrünü terk ettirecek surette kalbine hücum eden endişeyi bir tarafa atmaya azmeyledi. Evin kapısından çıkışı dahi bu niyetle idi. Hatta yolda Çamlıca tarafına bakmak istemedi. Fakat biçare ne yapsın ki daha arkadaşlariyle Çamlıca’ya gittiği gün harekât-ı ihtiyariyyesinin eceli gelmiş ve belki mezarı orada kazılmıştı.
İnsan her adımını rnezardan tebaüt için atar. Gene her adımda mezara bir adım daha tekarrüp eder. (Nitekim her nefesini temdid-i hayat için alır. Gene her nefeste hayatından bir nefeslik zaman eksilir.) İşte Ali Bey de o kabilden olarak Çamlıca’dan uzaklaşmak arzusuyla yol değiştirmeye başladı. Fakat her yol değiştirdikçe Çamlıca’ya daha kestirme vasıl olur bir sokağa girerdi.
Nihayet böyle endişelerde tabiî olan “herçibâdâbât” akibet-i vahimesine ittisalden kurtulamadı. Arabadaki hanımın fikirde hayalini tasvir ile uğraşmaktan ise Çamlıca’da cemalini taharri daha münasip olacağına hükmeyledi. Kaleme Beylerbeyi tariki ve Şirket’in[30 - Şirket, Boğaziçi’nde vapur işleten Şirket-i Hayriye.] mahut “dilenci vapuru”[31 - Dilenci vapuru, Boğaziçi’nin Rumeli ve Anadolu kıyısı iskelelerine karşılıklı uğrayıp giden vapur seferine halkça takılmış ad.] ile inmeyi düşünerek yola girdi. Hemen kendini Çamlıca’da buldu. Gûya aradaki mesafe tayyolunmuş veyahut yürüdüğü yollar uykuda geçmiş idi.
Hicrile çifte nehr-i revan gözlerim
Ol nev-nihali hayli zaman oldu gözlerim[32 - Gözlerim ayrılık yüzünden akan çifte nehir oldu.Ben epey zamandır o fidan boyluyu gözleyip dururum.]
Heyhat! İnsan için her gün zuhur eden bin türlü âmalin kaçma zafer müyesser olur! Bey, Çamlıca’ya vasıl oldu. Ancak oralarda gözüne tesadüf eden şey, arabadan aldığı işaretin yâd-i hazininden ibaret idi.
Öyle bir vakitte kalem kimin hatırına gelir? Çeşmenin yanındaki ağacın altında bir sandalyeye oturdu. Biraz vaktini sevdiğini ağyar arasında görmüş âşık gibi beht-i sırf içinde geçirdi. Bir hâlde ki simasındaki renksizliğe, âzasındaki hareketsizliğe bakılsa taş kesilmiş zannolunurdu.
Ondan sonra birdenbire yüzü kızarmaya, vücudundaki azanın her biri bir başka emele malik imiş gibi ayrı ayrı titremeye başladı. Yerinden fırladı. Yâriyle mev’id-i telakisini geçirmiş âşık gibi şiddetle, sür’atle etrafı dolaştı. Bir hâlde ki çehresindeki hararete, hareketindeki şitaba bakılsa oralara insan kıyafetinde bir yıldırım düşmüş kıyas edilirdi.
Kendi hâlâ aradığını bulmak ve ondan sonra İstanbul’a inmek hülyasında iken ufuktan doğru Çamlıca üzerlerine bir karanlık çökmeye başlamış idi. Bir karanlık ki her insan için ömründen zaman geçtikçe zuhuru tabii olan perde-i şek gibi ağır ağır gelir fakat dakika be dakika yaklaşırdı.
Bey ise o karanlığı gördükçe yorgunluktan gözleri kararıyor sanırdı. Akıbet kumru göğsü gibi her renginden nice reng-i diğer tevellüt etmek şanından olan gurup alamâtı görünmeye başladı.
Ali Bey ise o yaşa gelince hiçbir akşam; bir yerde kalmaya validesini alıştırmamış, sebepsiz bir gün kaleme gitmemek nefsinden sâdır olmamış; hasılı kendi âdetini tabiat-i âlem, kendi fikrini sırf hakikat bilmiş bir çocuk olmak cihetiyle böyle yirmi yıllık bir ömür içinde hiç başına gelmedik bir badireye uğrayınca o kadar telaş eyledi ki hâline bakılsa ölüm derecesine gelmiş bir hastadan fark olunmazdı. İnsan bir garip hayvandır ki her şeye alışır. Her alışmadığı şeyden korkar. Hatta bazı kere o kadar korkar ki mevti (mesela) dünyada en ziyade bekasızlıkla maruf olan ikbalden ayrılmaya bile tercih eder. (Ağleb-i ihtimaldir ki ölüm korkusunun umum nev-i beşere şamil olması da mevtin bir şahsa bir kere geldiği cihetle alışıklığa kabil olmadığındandır.)
Bey o telaş ile evine gurup ile beraber vasıl oldu ki çehresi gurup üzerinde bulunan güneş gibi hem ateşler içinde kalmış hem de sararmış idi. Kapıdan girer girmez herkesten evvel validesine tesadüf eyledi. Biçare kadın! Yavrusunu taharri eden ceylan gibi bir adım atar bir de döner etrafına bakardı. Bey’i görünce hiddet yerine o derece izhar-i beşaret eyledi ki oğlunun aguş-i vefasında birinci tebessüm-i masumanesini gördüğü zaman bile belki o kadar mesrur olmamıştı. Bu kadar meserretle beraber sitemden de kendini alamadı: “Ali’ciğim! Beni bu hâllere düşürmek insaf mıdır? Nerede kaldın?” Hüzünden, telaştan mürekkep birtakım sözlerle boynuna sarılmaya, yüzünü gözünü öpmeye, koklamaya başladı. Ali Bey’in cevabı ise: “Telaş etme! nineciğim! Şimdi yukarı çıkalım da hikmetini söylerim.” demekten ibaret idi. Fakat ne söyleyeceğini de bilmediğinden merdiven gözüne darağacı gibi görünür, gönlüne müstevli olan sıkıntıdan ise, o zamana kadar çektiği âlamın cümlesinden ziyade müteezzi olurdu. Çünkü o vakte gelinceye dek asla irtikâp etmediği yalancılığa müracaat etmekten başka validesini iknaya bir çare tasavvur edemezdi. İndinde ise hem yalan söylemek hem de en evvelki yalaniyle dünyada herkesten aziz bildiği validesini aldatmak ölümden beter bir azab-i elîm idi. Lakin biçare ne yapsın? Doğduğu günden beri meluf olduğu hicabı birdenbire terk ederek muhadderattan bir kadına nasıl hakikat-i hâli beyan etsin! Validesinin bittabi uğrayacağı endişeleri düşünmesin de ne hâl ile düştüğü felakete onu mahrem etmeye kalkışsın! Zarurî Dürug-i maslahat âmiz bih ez rast-i fitneengiz kavl-i mahudunu terk-i hicap etmek ve elbette üzmek seyyielerine tercih ile titreyerek ve söylediği sözler dudaklarını yakarcasına ağzından dökülerek: “Kalemde işimiz çok. Vapura yetişemedim. Belki yarın da yetişemem, merak etmeyin!” dedi. Hemen söylediğine pişman oldu. Çünkü pederi kendine daima “Halka söylemekten utanacağın bir işi yapmaktan nasıl utanmazsın? Sen herkesten alçak mısın ki yaptığın bir işi ötekinin berikinin bilmesinden hicap lazım gelsin de yalnız senin bilmekliğinden hicap lazım gelmesin?” der idi. Bir kere de: “Sevdiğini üzmemek için doğruyu ketmeyleme! Zira bir vakit gelir ki sevdiğin o ketimden haber alır da korktuğundan ziyade üzülür.” demiş idi.
Ne faidesi var ki memleketimizde herkes ve hususiyle kadınlar için büyüklük hükûmet hizmetinde büyümeye münhasır zannolunduğundan, validesi Bey’in ağzından kalemce meşguliyet sözünü işittiği gibi ciğerpâresince bir mukaddema-i ikbal kıyas ederek sürurundan yerinde oturamaz oldu. Çırpınarak: “Allah ikbalini arttırsın! Kal iki gözüm! Lazım olursa gece de kal! Ben merak etmem. İnşallah seni pek büyük görürüm. Tek o büyüklüğe yolun açılsın da ben gecelerce hasretine de tahammül ederim!” demeye başladı.
Bu sözler de Ali Beyce sırf yeni bir fikir idi. Çünkü Bey, kalemine, hizmetine, tahsiline pek müdavim ise de bu sa’yi kendince bir vazife bilir ve o vazifeyi bir zevk suretinde yerine getirirdi. Yoksa hiçbir vakit büyümek, nail-i ikbal olmak hatırına gelmemiş idi.
Öyle ikdam, ifay-i vazife gibi mealiyi itiyat ederek insan arasında gerçekten insan gibi büyümüş bir delikanlı, bir-iki gün içinde karı arkasında gezmek, yalan söylemek, validesinde hırs-i ikbal görmek gibi üç garibeye birden tesadüf edince fikri bittabi birkaç şiddetli rüzgâr önüne düşmüş bir sefineye dönerek her tarafa meyil göstermeye ve fakat bir tarafa gidememeye başladı. En büyük azmi validesine işin doğrusunu söylemek idi. Ancak akibet hevay-i muhabbet malum olan galebe-i mutlakasını icra ederek geç gelmeye ve gece kalmaya ruhsatından dolayı o defa Bey, kendini tekzip edemedi.
Ve beyne ihtilaf il leyli vessubhi ma’rekün
Yekürrü aleyna ceyşühu bil’acayib.[33 - Gece ile sabahın geçimsizliği arasında bir savaş vardır,Acayip askeriyle bize hücum eder.]
Vakta ki uyku zamanı gelip de Bey kendi odasında tenha kalınca vücudundaki kan seyyale-i berkiyye sür’atiyle harekete başladı. Gûya her damarı bir telgraf teli idi ki beynine dokunan cihetinden yıldırımlar saçılırdı. Uyumak ister; muktedir olamazdı. Düşünmek ister; bir şey bulamazdı. Yirmi yıllık ömrünün tecaribi nazarında hayal gibi kalmış idi. İki günün meşhudatı ise tabiatiyle o kadar kuvvetli bir zihne hatt-i hareket tayin edemediğinden beyin hâli hayret-i sırfa müncer olmuş idi. Gûya ki gözleri açık iken uyurdu; gûya ki uyanıklık âleminde rüya görürdü.
Bilmem gecenin haline hiç dikkat buyurulmuş mudur? Bir kere yeryüzüne o karanlık çöker; bir kere odanın kapısı, penceresi kapanır da tenhalığın vahşeti fikre, kalbe istila eder mi? Dünya ile ademin hiç farkı kalmaz. Ne tarafa bakılsa her şeye nazar taalluk etmez, ses işitilmez, yâr-ü ağyar görünmez. İnsan uykuya muktedir olabilirse Beliğ’in:
Nakd-i can ile bu âlemden ucuz kurtuldum.
kavlini tekrar ederek mezara girenler kadar bahtiyardır. Olsa olsa rüya görür. Rüya ise ne kadar eziyetli olur ise olsun nihayet bir-iki saat imtidat eder. İnsan uyumaya muktedir olamazsa tabii –belki zaruridir ki– nefsini, eneiyyetini gönlünün içinde saklanmış bilir. Cisim ruha bir mezar olur. Azab-i kabrin envai zuhur etmeye başlar. Acaba öyle bir hâlde hatırdan ne hülyalar geçmez? Acaba öyle bir uykusuzluk âleminde her düşündüğünü fiile çıkarmaya –Fiile çıkarmak nerede kalır?– mezara girdiği zaman münkireyne bil’ihtiyar söylemek ister kimse var mıdır?
Acaba insanın içini dışına çevirseler –vicdanı ile tenha kaldığı zamanlar– ettiği hulyalardan ziyade nazarında müstekreh görünür mü?
Bu cihan-i mihnette kim vardır ki bir gece tenha kalsın; bir endişeden dolayı uykusunu kaybetsin; o hâlde cihanı, nefsini, ef’alini, sevabıkını düşünsün de milletimizin en büyük edip, en büyük hâkimi olan bir zatı muhatap ederek: “Heyhat! Sözün aynı savap imiş. Âleme geldiğime ben de pişman oldum.” demesin.
Cihanın ne türlü bir dâr-i mihnet olduğu malum. İnsanın ne kadar zayıf bir mahluk olduğu da tarif ihtiyacından müstağni. Ali Bey’in ahlakını, terbiyesini, uğradığı endişeyi yukarıda tarif etmiştik. Şimdi bir kere kendinizi onun yerine koyunuz. Bir de birinci defa olmak üzere endişeden uykusuz kalınız. (O zikri mucib-i hicap olacak tasavvuratı bir tarafa bırakalım.) Simya bilmek, kimya yapmak, dünyayı kendi reyinize tatbik için bir kuvvet-i fevkaladeye malik olmak, define bulmak, bir kıt’ada tasaltun etmek gibi ne kadar muhalat ve hayalat var ise hepsine bir cihet-i imkân ararsınız. Akıbet gene acziniz görünür; gönül mevtten başka bir şey arzu etmemeye başlar. İnsan yatağının yorganına, çarşafına bakar da kefenden, topraktan bir farkını göremez. Kendini telef etmek ister, ona da kıyamaz. Çaresiz akıbet-i hale intizar etmeye karar verir, değil mi? Ali Bey’in hâli de bu mütalaanın aynı idi.
Zihni ne kadar tasavvurat ve hayalata muktedir ise birer birer piş-i nazarından geçirdi. Cümlesi gözüne uyku gibi tatlı fakat gece gibi karanlık, rahat gibi muhal görünürdü. Bu şeb-i yelday-yı ıstırabın sabahı ise pazar olduğundan Ali Beyce aksay-i makasit olan arabanın oralarda bulunabilmesi ağleb-i ihtimal olmak cihetiyle –diri diri mezara gömülmüş adam gibi– gözünü kırpmaksızın içinde yuvarlandığı yataktan kalkar kalkmaz ilk işi, gene o temaşagâh-i intizara azimet oldu ve Çamlıca’ya gidince iki gün evvel arkadaşlarıyla ihtiyar eylediği köşeye oturdu. İki saat intizar etmeksizin karşıdan beklediği araba da görünmeye başladı. Gûya ki ne kadar âmali var ise tecessüm etmiş de araba şekline girmiş karşısına gelmiş idi.
Pederini, validesini karşılayarak serbestçe bir lakırtı söylemeye hicap eden çocuk, arabayı görünce biihtiyar yerinden sıçradı, istikbaline şitap eyledi.
Kendi arabaya doğru gider, araba ise önünden firar ederdi. Gûya ki kendi talip, araba emel idi. Gide gide kalabalıktan ayrıldılar. Araba Çamlıca’dan takriben on dakika uzak bir ağacın altında durdu. Ali Bey, bir çeyrek kadar ne yapacağını bilmeyerek etrafta dolaşmaya başladı. İnsanın hâli budur: Bir maksadın arkasında dolaşır fakat husulüne en ziyade ümitvar olduğu zaman takarrübünden ihtiraz etmeye başlar.
Bey bu hâlde sergerdan-i hayret iken arabanın şafak rengine takliden yapılmış canfes perdeleri açıldı. İçinden gene bilmediği yolda bir işaret zuhur eyledi. Bu ise Bey için halli muhal diğer bir muamma idi. Birçok tasavvurdan, tefekkürden, şüpheden, tereddütden sonra insanın her bilmediği şeyi kendi arzusuyla mutabık bir yolda tevli etmek hassa-i malumesinin vücudüne binaen aldığı işareti davet manasına hamleyledi. (Meğer zannı ayn-i isabet imiş.)
Bu zan ile –yukarıdan beri tafsil olunan evza-i mahçubanesiyle– arabaya takarrüp etmek istedi. Bir hâlde ki gözünün, kaşının hasılı kâffe-i âzasının her hareketi istizan-i matlap için bir lisan-i edep olmuş idi. Bir on-on beş adım kadar takarrüp edince arabanın iki kapısı birden açıldı. Bey’e karşı olan tarafından kumru göğsü feraceli bir hanım, diğer taraftan iki cariye zuhur ettiler. Cariyeler seyis ile beraber bir tarafa çekildiler. Hanım, Ali Bey’in yanına doğru gelmeye başladı.
Malumdur ki böyle seyir ziyneti olan hanımefendilerin yüzlerindeki yaşmak âdeta kabarmış düzgün demektir. Setr-i sima için değil, tezyin-i cemal için kullanılır. Belki hassası havayi gönül, hafif akıl, yalancı nezaket gibi saklamak istediği şeyi tamamiyle meydana koymaktan ibarettir. İşte, Ali Bey’in birkaç geceden beri zihnine istila eden mahbube-i vicdanı hakkında olan hayalatını gözü önünde tecessüm ettiren o ukâse-i hüsn-ü ân tavsifine seza olan, sütre-i hafifenin taalluk-i nazara hevay-i nesimiden ziyade hail olamamasıdır.
Ali Bey ahlakında olan hicap ile gönlündeki şevk ve incizabın şiddet-i tesiratı içinde –iki mıknatıs arasına düşmüş bir cüz-i madenî gibi– sükûtu ıstırabı calip ve ıstırabı sükûtuna galip bir hâl-i mütereddidane ile nihayet derecelerde icbar-i nefs ederek gözlerinin üst kapağını biraz yukarı kaldırmaya muktedir olunca karşısında ne görsün: Üstat elinden çıkma sanemlerden mütenasip yapılı, siyaha mail samurî saçlı, incerek düz kaşlı, noktalı yeşil gözlü, siyah ve uzun kirpikli, hafif sarı üzerine mevçli koyu al yanaklı, irice çekme burunlu, ufak ağızlı, (şiddet-i şeheveti gösterir surette) ateşî kırmızı kalınca dudaklı, her karşısına geleni kucaklayacak gibi önüne mail yürür, insanın kalbine girecek gibi manzuruna dikkatle bakar bir âfet duruyor.
Her türlü hevesat-i nefsaniyyenin şiddet-i galeyanı zamanında, o terbiyede bulunan bir delikanlı mahbub-i kalbi, ruh-i hayali olan öyle bir nadire-i rüzgârın birinci meclis-i mülakatına tesadüf ederse hayretten, giryeden başka neye muktedir olabilir?
İşte Ali Bey bu derece müşkül, böyle tesiratının izhar ve ızmarı nakabil bir beht içinde kalarak bir sözde arz-i murat istedikçe havf-ü tereddüt ile dudağını ısırmaktan başka bir şeye muktedir olamamak ve bir nigâh-i tahassürle keşf-i râz eylemek arzusuna düştükçe gözlerini girye-i tahayyürden kurtaramamak azabâbâdıstırabında iken hanımefendi tarafından feth-i kelama müsareat olunur.
Yaktın ey ateşzen-i arâm yanmış gönlümü
Nev-heves kıldın şu kendinden usanmış gönlümü[34 - Ey rahat ve huzuru yakıcı sevgili, aslından yanmış olan gönlümü yaktın.Şu kendinden usanmış gönlümü yine yeni heves ve arzu diler hâle koydun.]
Hanımefendi ki ismi Mehpeyker’dir, ahlak ve terbiyece bütün bütün Ali Bey’in hilafına olarak gayet namussuz, gayet alçak bir ailede perveriş bulmuş ve zaman-i rüşte baliğ olur olmaz rezailin envaında mürebbilerine üstat olmuştu. Biraz okuyup yazmakla uğraştığı ve ekser-i evkatını meşhur aşiftelerin meclis-i ülfetinde geçirdiği cihetlerle tabii bir kat daha kuvvet bulan zekâvet-i dessasanesi ise bir derecede idi ki ziynette peri güzelliğinde, Haccaç dirayetinde bir iblis yaratılmış olsaydı, istediği adama tahakkümde bu nazenin kadar ya maharet gösterir ya gösteremezdi.
Bununla beraber nihayet derecede şehvetine mağlup olduğu gibi, ahlakça dahi sevdiği adamları tâht-i tahakkümünde tutmaya talip idi ve hatta bu yoldaki teşebbüsatının kâffesinde her istediğini yapmış idi.
Bir güzeli severdi fakat yılan bir çiçeği nasıl severse bu da öyle severdi; bir adamı nasıl sararsa bu da öyle sarmak isterdi! Mezar vücudu nasıl kucaklarsa bu da öyle kucaklamaya çalışırdı; nasıl kucakladığına dünya yüzü göstermezse bu da öyle ihtisas etmek arzusunda bulunurdu.
Ali Bey ise hüsn-i tabiatle muttasıf olan kadınlarca en şiddetli sevdalar tahrik edecek derecelerde yakışıklı bir delikanlı olduğundan Mehpeyker daha ilk işaretini aldığı gün kendini zapt edemeyecek mertebelerde meftunu olmuştu. Bir derece ki sairleri ile ülfet etmek istedikçe bir kanun-i zaruret bildiği, taharri-i mal ve tahkik-i meşrep mukaddematını icraya bile kalkışmaksızın ve hatta velev Ali Bey fakir ve bethuy (fena huylu) olsa dahi gene dirig-i visal etmemek kararından içtinap etmeksizin mülakata gelmişti.
Bu azm-ü şevk ile Ali Bey’e yaklaşınca birkaç kere çocuğu yukarıdan aşağı süzerek telaş ve ıstırabından söze başlamaya, iktidarsızlığını anladıktan sonra hevesat-i şehevaniyesinde zuhur eden galeyanı –bin türlü tecrübelerinden hasıl ettiği melekât-i riyakârane ile– gönlünde hapsederek masumane ve sadedilane (bönce) bir tarz ile şu yolda muhavereye başladı:
“Beyefendi! Bir terbiye görmüş zata benziyorsunuz. Cuma günü buraya teşrif buyurmuştunuz. Arabama bir layıksız işaret ettiniz. Ben de size kalabalıktan sakınınız yollu bir işaret verdim. O güne kadar hiç seyir yerlerinde göründüğünüz yok iken bugün gene geldiniz. Gene eski yerinize oturdunuz. Karşıdan arabam görünür görünmez, eskiden beri bildiğiniz bir dostunuz geliyormuş gibi, bin türlü telaş göstermeye başladınız. Bütün seyir halkı gözlerini bize dikti. Bendeniz de şayet bir münasebetsizlik çıkar korkusuyla arkadan gelmeniz için işaret verdim. Siz ise hemen arabanın yanına yapıştınız. Kendinizi kaybettiniz. Buraya kadar bir hâlde geldiniz ki tarif olunmaz. Niçin bana bu kadar musallat oluyorsunuz? Görenler ne söyler? Beyhude yere beni lekelemekten ne hasıl olur?”
Mehpeyker bu sözleri söylerken Ali Bey’in simasında hasıl olan şiddet-i hicap ve infiale göz ucuyla dikkat ederek ve çehresindeki asardan kalbinin sırf heyecan hâlinde ve her türlü teessüratı kabul istidadında bulunduğunu layıkıyle derkeyleyerek cevaba intizar yollu bir dakikacık sükût ettikten sonra gene kelama bed’ ile mahzun mahzun:
“Benim bir parça yüzüme bakılırsa Allah’a emanet, siz de ay parçası gibi bir delikanlısınız. Sizin bana şayet meyliniz var ise ben de size müptela olabilirim. Sonra hâlimiz neye varır?” deyince Ali Bey’in bütün bütün ihtiyarı elinden gider. Biçare çocuk, bulunduğu yere yığılmamak için yanındaki ağaca dayanır. Kalbinin heyecanından çehresine gelen ısfırar ile bal mumundan dökülmüş tasvir gibi donakalır.
Yâre küstahane dil arzetti dâg-i sineyi
Ateşîn pirahen oldu germi-i haclet bana[35 - Gönül, sevgiliye göğüste açtığı yarayı küstahça gösterdi.Utanmanın verdiği sıcaklık bana ateşten bir gömlek oldu.]
Mehpeyker hafahane-i vicdana görmekte malik olduğu hiddet-i nazar ve muamelat-i naz-ü niyazda hasıl ettiği rüsuh kuvvetiyle Bey’in gönlündeki hissiyatı tamamiyle gözünün önünden geçirdikten sonra gâh söylediği lakırtılara pişmanlık izhar eder gâh muhabbetini hissettirdiğinden dolayı gönlünde husule gelen memnuniyyet-i hafiyyeyi setre çalışır gâh muamele-i âşikaresine karşı hüsn-i mukabele bekler yollu birtakım şivelere dökülerek her bakışından bir başka ima, her hareketinde bir işve-i diğer göstere göstere Bey’i bulunduğu beht-i hazin içinden kurtarmaya çalıştı. Bu suretle yavaş yavaş çocuğun çehresine toz pembe yaşmaklar kadar hafif bir reng-i al yayılmaya başladı. Vücudu biraz yerinden hareket eyledi. Sözleri kalbinden parça parça kopar da ağzından öyle dökülür imiş gibi kesik kesik: “Bilmem nasıl teşekkür etsem! Bendeniz neyim ki meylinize nail olabileceğim! Muradınız bir biçareyi taltif etmek yahut eğlenmek değil mi? Kulunuz… Kulunuz ona da razıyım!” deyince tercüman-i hissiyat olan her türlü evzaı taklitte en mahir oyunculara hocalık etmeye muktedir olan Mehpeyker, hüzn-i derununu şetaret-i ca’liyye ile örtmeye çalışır yolda hafif hafif fakat acı bir tebessüm ederek:
“Beyim kadınlar sahibini, hâkimini bilir. Biz bir vakit efendilerimizle eğlenmeye cesaret edemeyiz. İşimiz yalnız onlara eğlence olmaktır. Demin ‘Sizin bana şayet meyliniz varsa…’ dediğime baktınız da gerçekten sizi kendime meftun zannedecek kadar sadedilliğime mi hükmettiniz? Bilirim efendim, beyler buraya vakit geçirmeye gelirler. Her şeyle eğlendikleri gibi, biraz da önlerine tesadüf eden kadınlarla eğlenirler. Neden canım sıkılsın? Siz görülmedik bir şey çıkarmadınız ya… Âdeti yerine getiriyorsunuz.” yollu mukabele eyledi.
Kız bu sözleri söyledikçe Ali Bey’in vücudundaki kan hiddet ve hicap ile ateş kesilerek simasındaki reng-i al yeni tutuşmuş bir alev şekli bağladı. İnfialat-i nefsaniyyesinin şiddet-i galeyanı cihetiyle lisanına da bir küşayiş gelerek dedi ki:
“Nasıl meyil? Eğlence ne demek? Cemaliniz nerede kalır? İşaretinizi aldığım zamandan beri hayalinize esir oldum. Dün sabahtan akşama kadar divane gibi buraları dolaştım. İki gecedir bir dakika uyku uyumadım. Eğlence mi? Daha bir kere gördüm ama gözü perdeli doğmuş insan yirmi yaşına girdikten sonra o illetten kurtulur da dünyanın tezyinat-i rengârengini görürse güneşi nasıl sever, ben de sizi öyle severim. (Mehpeyker’in yüzüne haifane bakarak ve fakat bir şey hissedemeyerek) Ah! Affedin! Affedin! Canınızı mı sıktım? Haysiyetinize mi dokundum? Allah bilir ne söylediğimi ne de söyleyeceğimi bilirim. Şimdiye kadar böyle bir belaya düşmedim ki tecrübem olsun da makama münasip davranayım. Niçin kaşlarınızı öyle çatıyorsunuz? Benziniz uçtu. Ben sizinle ne vakit eğlendim ki öyle acı acı lakırtılar söylüyorsunuz? Ah! Yorgunluk bir taraftan, uykusuzluk bir taraftan, kalbin helecanı bir taraftan… Üzerimde bir ağırlık var, vücudumun âzası birbirinden ayrılıverecek sanıyorum. Buraya geldim. Sanki hafif bir iltifatınızla teselli bulacaktım. İptida ‘Arkama düşüyorsun.’ diye, sonra da ‘Eğleniyorsun diye azarladınız.’ yollu söylendi.
Lakırtısının son kelimeleri lisanından çıktığı sırada, gözlerinin her birinde yıldız gibi bir damla yaş parlamaya ve allı sarılı yanaklarının üzerinde şafak bulutuna tesadüf etmiş şihab gibi seyrine doyulmaz bir letafetle başladı.
Nasıl çıldırmadım hayretteyim hâlâ sevincimden
Lisanından seni sevdim sözün gûş ettiğim demler[36 - Şu senin ağzından “Seni sevdim.” sözünü işittiğim demlerSevinçten nasıl oldu da çıldırmadığıma hâlâ şaşıyorum.]
Teessürat-i şedideye gene teessürat-i şedide ile galebe olunur. Mehpeyker ise bu dakikayı layıkıyle bilirdi. Kinayat en ciddi sözlerin bile şiddetini arttırır. Hanım ise bu hakikatten dahi gafil değildi. Binaenaleyh Ali Bey’in vicdani infialatının hararetiyle erimiş bir maden gibi her kalıba dökülmeye kabiliyet hâlinde görünce o parlak gözlerine bir mahzuniyet getirerek ve zihni arzu ve nedametin keşmekeş-i tereddüdünde mustarip imiş gibi nazarını daima yere doğru dikerek şiddet-i infial ve fıkdan-i sabırdan mürekkep bir tavr-i hazin ile: “Öyle ya biz buraya beyefendinin musallat olmasından kendimizi kurtarmak için geldik! Kendiyle görüşmek istemesek arabamızın penceresini kapayamazdık! Kendinden kaçmak istesek gidecek başka seyir yeri bulamazdık! Yanına gittim, karşımda dargın gibi durdu. Bir kelime söylemedi! İptida lakırtı açmaya ben mecbur oldum. Onda da ‘Arkamda niçin geziyorsunuz?’ gibi mukaddimeler yapmaya ne ihtiyaç var idi? Niçin ‘Şayet ben de size müptela olurum.’ demeliydim? ‘Beyim senin bana meylin var ise ben seni çıldırasıya seviyorum. Zevkin ne ise emret.’ diyerek birdenbire kalbimi önüne açıvermek üzerimize vacip değil miydi? Kendi ‘Benimle eğleniyorsun.’ dedi. ‘Hayır, siz bizimle eğlenirsiniz.’ diyecek oldum. Hiç beyefendilerle öyle latife mi olur? Kendini azarlamışım! Baksana kıyametler kopuyor.” gibi uzun uzadıya birtakım sitemlere başladı.
Ali Bey lakırtısının her cümlesi bittikçe gâh itizara gâh cevaba gâh niyaza hazırlanır idi. Fakat Mehpeyker gözlerini yerden ayırmadığından ne evzaıyle arz ettiği istizanları göstermeye muktedir olabilirdi ne de lakırtısını kesmeye cesaret ederdi.
Söz buralara varınca Mehpeyker bir-iki dakika gene gönlüyle dövünür gibi mustaribane bir sükût hâlinde kaldıktan sonra birdenbire Ali Bey’in yüzüne gayet âşikane bir nigâh ederek ve hemen kucaklamaya kasdetmişçesine üzerine doğru bir temayül göstererek: “İşte söyledim. Gönlünüz oldu mu? İşte yüreğimi açtım, içinde ne varsa önünüze döküyorum. Bana kadınlığı, terbiyeyi unutturdunuz. Elvermedi mi? Bir daha mı söyleyeyim? İşte seviyorum. Ne yapayım? Gönlüme hükmüm geçmez ya! Kaderimden, haysiyetimden, vücudumdan, canımdan, dünyamdan, ahiretimden ziyade seviyorum.” diye dilnevazane bir muamele-i takatsuza âgaz eyledi. “Seviyorum” kelimesi ağzından her çıktıkça dudakları ismet kadar güzel, şehvet kadar lezzetli bir renk bağlardı.
Yetmez mi temaşa-yı cemal el de sunarsın
Ey âşık-ı mihnetzede buldukça bunarsın[37 - Güzelliği seyretmek yetmez mi ki bir de el uzatıyorsun?Ey mihnete uğramış âşık; buldukça bunuyorsun.]
Bu muamele-i dilfiribe karşı Ali Bey âdeta gaşyolmuş idi. Bir-iki dakika lakırtı söylemeye değil vücudunun bir kılını bile kımıldatmaya muktedir olamadı. İnsan için beyin kalbine girmek kabil olmalıdır ki o sırada birinci defa olarak hasıl ettiği hissiyat-i latifenin ne lezzetli şeyler olduğunu anlayabilsin.
Bey biraz kendini toplayınca şükrandan, meserretten, bahtiyarlıktan, saadetten açtığı bahisler o kadar âşıkane, o kadar şairane idi ve hususiyle simasının şekli ve azasının evzaıyle o kadar kuvvet bulmuştu ki kâffe-i tesiratiyle beraber kâğıt üzerine nakletmek ne eshab-i kalem için mümkündür ne de ressamlara müyesser olur.
Mehpeyker ise Bey’i tarz-i şehevanisinde ve fakat gayet şiddetli bir derecede sevdiğinden muhabbetinin bu derece hüsn-i kabul olunduğunu görünce tabii gönlüne istila eden inbisatın tesiratiyle sima ve lisanında hasıl olan taravet ve pürgûluğa rüsuh-i işvekâranesiyle bir revnak-i diğer vererek ve kendi açıldıkça Bey’i dahi açarak aralarında iki saat kadar bir sohbet-i can güzeran etti ki mecalis-i ruhaniyana layık olacak kadar latif idi.
Birbirine sarılmışça irtibat ile neşvement olan iki kalb-i sevdapezir mevkiin letafetine, baharın füyuzatına, seyrin eğlencesine, tenhalığın lezzetine, muhabbetin tesirat ve halatına dair her ne hissettiler ise birbirine teşrihatiyle beraber tebliğ eylediler.
Ali Bey’in infialatı yeni başlamış bir sevda-yı ismetkâranenin hayalat-i hailesinden ibaret olarak tasavvuratının dehşetini şairane nükteperverlik, safdilane serbestlik perdeleri altında saklamaya çalışırdı.
Mehpeyker’in hissiyatı ise hüsn-i kabul görmüş bir meyl-i şehevaninin ezvak-i sürurundan mürekkep olmakla gönlünün şetaretini câli bir hiffet-i masumane ve gelip gidici bir hacalet-i kâzibe ile setrederdi.
Mehpeyker, iki lakırtıda bir kere ömrün lezzetinden bundan sonra hissedar olacağına dair müferrih birtakım sözler söylerdi.
Ali Bey, o güne kadar Mehpeykersiz geçen ömrü için hazin hazin birtakım teessüfler eylerdi.
İkisi de gönlünce bir zaman geçirmek için aşk ve hevesten mürekkep bir nice tasavvurat ve müzakerat ile meşgul oldukları sırada Ali Bey, mülhemane bir tarz ile gayet ciddi bir yolda söze başlar da der ki:
“Tev’em yaratılmış iki gönül niçin birbirinden ayrı yaşamaya mecbur olsun? Sizde adi bir adamı değil padişahları bahtiyar edecek kadar hüsn-ü cemal var. Bendeniz de sizi bahtiyar edemez isem muhabbet ve mutavaat kuvvetiyle mahzun bırakmamaya olsun çalışırım. En ufak eğlenceleriniz dünyada en büyük zevkim olur. Bir valideciğim var, pek haluktur; elbette benim iptilamı görünce size benden ziyade hürmet eder. Emrederseniz hemen bugünden…”
Mükâleme bu dereceye varınca Mehpeyker bütün bütün tarzını tebdil ederek çehresindeki teravet-i ferah yerine karaltıya mail bir hafif renk-i meyusiyet peydah oldu. Ağzındaki nazlı nazlı tebessümler, etrafındaki fıkırdak fıkırdak şiveler arasına bir mekânet, bir durgunluk karıştı. Gözlerini mahzun mahzun Ali Bey’e dikerek:
“Biz daha bugünden işin ta nihayetini düşünmeye başladık. Sakın o ümit ile kendinizi yormayınız. Benim önümde bir felaket uçurumu vardır ki onu geçip de hiçbir erkekle birleşmem mümkün değildir. Bir daha ağzınızdan öyle bir söz işitirsem beni kıyamete kadar göremezsiniz.” diyerek kat-i kelam eyledi.
Mehpeyker’in bu sözleri şayet izdivaç teşebbüsüne kalkışır ise tahkikat-i mutade sırasında sevabık-i ahvali tabiatiyle meydana çıkacağından ve o hâlde Bey’e malik olmak değil ondan bütün bütün inkıta etmek lazım geleceğinden dolayı şeytanatkârane bir haltiyat olduğunu Ali Bey anlayabilmek şöyle dursun birdenbire uğradığı alam-i yeis ile zihnine gelen perişanlık cihetiyle hilaf-i memul göründüğü rû-yi redde bir sebep dahi tasavvur edemediği için maşukasını iğzap edebilmek korkusuna bile malik olmaksızın biihtiyarane ve fakat mütereddidane suale kalkışarak: “Demin gördüğüm lutuflar ne idi? Şimdi en haklı teklifime gösterdiğiniz mümanaat nedir? Sizi dünyada benden ayıracak nasıl felaket uçurumu imiş?” diyecek oldu. Mehpeyker derhâl mekânetini müstehziyane bir bezlegûluğa tahvil ile: “Zaptiyede istintak memuru olduğunuzu bileydim elbette sizden korkardım; ülfetinize bir türlü cesaret edemezdim.” yollu hafif gülerek eğlenmeye başladı.
Ali Bey ise zihni bin türlü tasavvurat-i mütezaddenin keşakeş-i ıstırabında bulunmak cihetiyle o kadar zekâsiyle beraber nükteyi layıkiyle fehmedemediğinden hayran hayran: “Bendeniz zaptiyede müstantik değilim, Babıâli’de kâtibim.” demek istedi.
Mehpeyker o hezelamiz tebessümlerini bir kat daha tezyit ederek: “Babıâli’de herkesin esrarını aramak âdet midir? Leyla’nın şakirtlerinden kibar nazlısı bir hanım ile görüştüm (Biçare kadıncağız ne mürüvvetli idi. Benim gibi kalın kafalı bir deli kıza uğraşa uğraşa dersler de okuturdu.), ondan işittim: Babıâli hulefası arasında duyduğu sırrı saklamak, bir de kimsenin sırrını sormamak âdaptan sayılır imiş. Acaba malumatım yanlış mıdır?” sözleri ile meramını izah eyledi.
Bey, Mehpeyker’in lakırtılarındaki imaları anlayınca bir taraftan kendi yaşında bir kadından ders-i edep hakaretine düştüğü için tarif olunmaz derecede bir mahcubiyet altında kaldığı gibi diğer bir taraftan dahi mahbubesinde o kadar zekâ, o kadar irfan gördüğünden dolayı şevk-i sevdavisinin dakika be dakika tezayüdüne mağlup olarak bütün bütün veleh getirdiğinden mübahase değil itizara dahi muktedir olmaksızın: “İrade sizin! Nasıl emrederseniz öyle olsun!” demekten ve o dört-beş kelimeyi ağzından döke döke tekrar etmekten başka bir şey söyleyemedi.
Mehpeyker ise çocuğu öyle bir meyusiyet hâlinde bırakmak dahi istemediği cihetle gene hiffet-i masumanesini ele alarak ve lisanını bütün bütün değiştirerek: “Niçin öyle mahzun durdunuz? Ben neyim ki irade benim olacak? Bir kadın, hususiyle aşka mağlup olan bir kadın bir erkeği nasıl kendine ram edebilir? Yalnız deminki teklifinizi tekrar etmeyiniz. Başka ne isterseniz emrinize tabiyim.” dedi ve gayet şehevanî ve sevdavî bir nazarla beyin yüzüne bakarak sözlerine bir de: “Her ne isterseniz…” ilave etti ki –son sözünü her kelimesi kâffe-i havasının tazyiki altından çıkar gibi– gayet ağır bir tarzda söylemekle müsamahakârlığı ne raddelere kadar götüreceğini Bey’e ifham etmek istedi. Fakat Bey’in o yollarda hiç tecrübesi olmadığı gibi kendilerini iğfal-i kulube müekkil bilmiş nice yüz bin insan kıyafetinde şeytanın hulasa-i tasniatı olan nikât-i sefahet fetanetle idrak olunur şeylerden olmadığından çocuk, Mehpeyker’in son lakırtılarını yalnız hatırşinaslıktan tevellüt etme bir taltif-i nazikâneye hamleyledi ve binaenaleyh cevabında: “Sizden niyazım seyir günleri olsun burayı teşrifinizdir. Bendenizi mülakatınızdan mahrum buyurmayınız da o kadar ihsana da kailim.” diyerek saffet-i kalp ve masumiyet-i ahlakını Mehpeyker’in nazarında bütün bütün bedahete çıkardı.
Kız bu muamele-i sadedilane üzerine gene letaif-i müstehziyanesini ele alarak: “Çok şey istediniz fakat ne çare tabi olmaktan başka elimden ne gelir? Teşekkür olunur seyre gelmek herkese âdet olmuş, ülfetimize kimse birşey de söyleyemez. İnşallah uzun uzadıya kardeş gibi görüşürüz, eğleniriz.” diyerek ve saate baktıktan sonra vakit geçtiğinden bahseyleyerek gayet âşıkane bir veda ile arabasına avdet eyledi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/namik-kemal-32646160/intibah-69428503/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Hakayikü’l-vekayi, ilk sayısı 3 Eylül 1870 Cumartesi günü (7 cemaziyelahir 1287) çıkarılmaya başlanılmış bir gazete.
2
Ceride-i Havadis, ilk sayısı 1840 Ağustos başında çıkarılmaya başlanılan haftalık gazete olup sonraları gündelik olarak çıkarılmıştır.
3
Muharrem ayini. Müslümanlarca acıklı Kerbela vakasının anısı olarak hicret yılının ilk ayı olan muharremde yapılan merasim. Şiiler bu merasimi daha etraflı ve özel birtakım ilavelerle yaparlar.
4
Valide Hanı, İstanbul’un Çakmakçılar semtinde eski, meşhur bir han. Buranın çokluk kiracılarını İran tebaalılar teşkil ederdi; onun için muharrem ayinleri burada bütün özelliği ile yapılırdı.
5
Şehname (Şahların kitabı), Fars şairlerinden Tuslu Firdevsi’nin 1010 yılında tamamladığı büyük destan.
6
Hamse (beş kitap), genel olarak beş eserden meydana getirilen eserler için kullanılır. Namık Kemal burada şair Genceli Nizami’nin eserini söylemek istiyor. Mahzenül’esrar (1165), Husrev ve Şirin (1175), Leyla ve Mecnun (1188), İskendername (1191), Heftpeyker (1198) eserlerinden ibarettir.
7
Mesnevi, eski edebiyatta bir nazım şeklinin adı olmakla beraber, Namık Kemal burada Mevlâna tarafından yazılan eseri söylemek istiyor.
8
Nasîr-i Tusî, 1201 1274 yılları arasında yaşamış Fars bilgin ve hükûmet adamlarındandır.
9
Sadi, Şirazlı Fars şairlerinden olup 1193’te doğmuş, 1292’de ölmüştür. Gülistan ile Bostan ünlü eserleridir.
10
Feyzi-i Hindi, Hindistan’da yetişmiş, Fars şairlerinden.
11
Cami, (1414 1492). Daha ziyade “Molla Cami” diye anılır. Ünlü şair ve fikir adamıdır. Leyla ve Mecnun, Yusuf ile Züleyha, Baharistan, Nefahatül’üns eserleri eski edebiyatımızda büyük roller oynamıştır.
12
Asr-i Cahiliyyet, Arabistan’da İslamlığın çıkıp yayılmasından evvelki zaman.
13
Mu’tasım-i Abbasî, 833 yılından 844 yılına kadar hüküm sürmüş olan Abbasî halifesi.
14
Mütenebbi, (915-953) Arap şairlerinden.
15
Ebül’ula (979-1058) Maarralı Arap şairi.
16
Faik Reşat şöyle bir not ilave etmiştir: Kemal Bey ekser-i asarını istiktap tarikıyle, yani söyleyip yazdırmak suretiyle vücuda getirir, yazılanları da tashih için bir daha okumazdı. Mukaddimeyi de o suretle yazdırıp hâlbuki yazan adam Ara-biye, Farisiye aşina olmadıktan başka yazısı da okunmaktan müberra ilmakla merhumun burada Arap ve Acem meşahîr-i şuarasından bazılarının misal olarak irat eylediği ebyatından fakat bu iki beyit okunabilmiş ve diğerleri maatteessüf terk edilmiştir.
17
Ahlak-i Alaî, Kınalızade Ali Çelebi’nin (1510-1572) Suriye Beylerbeyi olan Ali Paşa adına 1564 yılında yazmış olduğu bir ahlak kitabı.
18
Makamat-i Harirî, Arap şairlerinden Hariri (446-518)’nin 495-504 yılları arasında yazmış olduğu ve Haris bin Hammam ağzından Ebu Zeyid Seruci’nin başına gelenleri anlatan elli hikâyenin dergisi.
19
Télémaque, Fransız yazarlarından Fénelon’un 1599’da yazıp Türkçeye Yusuf Kâmil Paşa tarafından çevrilmiş ve dilimizde Garp dillerinden ilk tercüme roman ününü almış olan eseri.
20
Gel ey bahar mevsimi, sen benim dinlenme ve dalmamın mayasının;
Fikir ve hatırımın yoldaşı, ıstırapla dolu gönlümün istemisin.
21
Namık Kemal Arap harfleriyle “halı”nın aynı şekilde yazılan “hal”in i’li hâliyle karşıklığa meydan vermemesi için aynı manada olan Farsça “kaliçe” kelimesini parantez içinde ilave etmiştir.
22
Namık Kemal, Türkçede “hamile” olarak “gebe” manasına kullanılan kelimeyi, yanlış sayan belagatçilerin hücumuna uğramamak için, doğrusu olan “hamil” kelimesini parantez arasında ilave etmiştir.
23
Ey rüya âleminin aklı başında yolcusu,
Sen ilkbaharı hiç köşk şekline girmiş bir halde gördün mü?
24
Namık Kemal “cadı” kelimesini Türkçe söylenişe göre yazmış ve bunun Farsça yazılış şekli olan “cadu”yu da parantez arasında ilave etmiştir.
25
Gençlik gününün sabahı açıldı,
Kargaşalık günleri erişti, belalar mübarekî.
26
Delikanlılık çağında sevgiden niçin utanmalı?
O acayip hâl gençlik günlerinin gerekli bir şeyidir.
27
Alaturkadır, şimdiki saate göre ondur.
28
Saat on beşe doğru.
29
Namık Kemal, yazılarında pek az kullandığı konuşma dili tabirlerinden olan bu kelimeyi tırnak içine alarak Arap veya Fars kelimelerinin asıllarını işaret etmekle gösterdiği dikkati bunda da gösterip akla gelebilecek olan karşılıklara evvelden bir cevap vermek istemiş sayılabilir. “Civcivli zaman” bilindiği gibi bir yerin en kalabalık bulunduğu zamandır.
30
Şirket, Boğaziçi’nde vapur işleten Şirket-i Hayriye.
31
Dilenci vapuru, Boğaziçi’nin Rumeli ve Anadolu kıyısı iskelelerine karşılıklı uğrayıp giden vapur seferine halkça takılmış ad.
32
Gözlerim ayrılık yüzünden akan çifte nehir oldu.
Ben epey zamandır o fidan boyluyu gözleyip dururum.
33
Gece ile sabahın geçimsizliği arasında bir savaş vardır,
Acayip askeriyle bize hücum eder.
34
Ey rahat ve huzuru yakıcı sevgili, aslından yanmış olan gönlümü yaktın.
Şu kendinden usanmış gönlümü yine yeni heves ve arzu diler hâle koydun.
35
Gönül, sevgiliye göğüste açtığı yarayı küstahça gösterdi.
Utanmanın verdiği sıcaklık bana ateşten bir gömlek oldu.
36
Şu senin ağzından “Seni sevdim.” sözünü işittiğim demler
Sevinçten nasıl oldu da çıldırmadığıma hâlâ şaşıyorum.
37
Güzelliği seyretmek yetmez mi ki bir de el uzatıyorsun?
Ey mihnete uğramış âşık; buldukça bunuyorsun.