Gülnihal
Namık Kemal
Rumeli’de bir sancak beyi olan Kaplan Paşa, halka zulmünde oldukça ileri gider. Memleketteki hatırı sayılır kişileri ortadan kaldırmış, otoritesini zulümle sağlama yoluna gitmiştir. Esasında tabiatı da yönetimi kadar kötü olan bu kişinin neredeyse tam zıddı bir karaktere sahip olan Muhtar Bey ise halkın başlarında görmek istediği bir beydir. Gelgelelim Muhtar Bey’in böyle bir isteği yoktur. Fakat Kaplan Paşa’nın haris tabiatı, Muhtar Bey’in sevdiği kızı -İsmet Hanım’ı- onun elinden almaya kadar varınca zalim yönetime karşı bir savaş başlar. Bu savaşın kaderi ise İsmet’in dadısı Gülnihal’in ellerindedir… İSMET: “Ne söyleyeceksin? Daha muradına ermedin mi? İşte paşan her ne emredersen yapıyor! İşte Zülfikâr Ağa -şu tüfekçibaşı- yolunuza can veriyor!” GÜLNIHAL: “Ah çocuk! Çocuk! Sen öyle şeyler de mi düşünmeye başladın? Ben… Ben… Ben seni Zülfikâr için feda ettim, öyle mi? Yarın… Yarın… İnşallah bu lakırtının ne kadar merhametsizce bir söz olduğunu anlarsın. O vakit bilmem yüreğime açtığın yaraların kanını silecek kadar gözlerinde yaş bulabilir misin?” İSMET: “Yine mi yalan? Yine mi hile? Hâlâ beni aldatacağını, kullanacağını sanıyorsun! Hâlâ utanmadan yüzüme bakıyorsun. Çekil yanımdan! İstemem, bırak, arkamdan gelme! Ağırlık gibi üzerime düşüp de beni kendi kanımla mı boğacaksın?”
Namık Kemal
Gülnihal
ŞAHISLAR
Kaplan Paşa: Sancak beyi[1 - Eskiden, birkaç kazadan ibaret olan, bir vilayete bağlı, kaza ile vilayet arasındaki idari teşkilata “sancak” yahut “mutasarrıflık”, bunun başında bulunan kimseye de “sancak beyi” yahut “mutasarrıf” denirdi.]
Muhtar Bey: Kaplan Paşa’nın amcasının oğlu
Hilmi Efendi: Hâkim
Zeynel Bey: Sancak beyliğinin ileri gelenlerinden
Muhtar Bey’in arkadaşı
Şemsettin Bey: İleri gelenlerden
Behram Bey: İleri gelenlerden
Sinan Bey: İleri gelenlerden
Hayri Bey: İleri gelenlerden
Kara Veli: Paşanın yakın adamlarından
Zülfikar Ağa: Tüfekçibaşı
Rıdvan: Zindancı
Çakır: Mezarcı
Hacı Hüsrev: Ahaliden
Raşit: Ahaliden
Selim: Ahaliden
Cafko: Ahaliden
Mestan: Ahaliden
Bir ihtiyar: Ahaliden
Paşo Hanım: Kaplan Paşa’nın annesi
İsmet Hanım: Kaplan Paşa ve Muhtar Bey’in amcasının kızı
Gülnihal: İsmet Hanım’ın dadısı
Yadigâr: Kaplan Paşa’nın cariyesi
Bir kadın, iki çocuk, cellatlar, cariyeler, ahali
BİRİNCİ PERDE
Süslü Bir Oda
BİRİNCİ MECLİS
İsmet Hanım, Gülnihal Kalfa
GÜLNİHAL: “Kızım! Yine söylüyorum, Muhtar Bey canını sakınsın! Sakınmazsa elden gider. Vallahi gider, billahi gider.”
İSMET: “Kadın, sen çıldırdın mı? Ben, daha dün konakta idim. Hanımefendinin ferahlık yüzünden akıyordu. Dudakları, ister istemez gülüyordu. Gönlü ne kadar rahattı, görmedin mi? Oğlu ne kadar ferahta, ne kadar sefada imiş, birer birer söylüyordu, işitmedin mi? Muhtar’ın canına kıyacaklar, diyorsun. Cana kıymak isteyenlerin yüzü öyle güleç durur mu?”
GÜLNİHAL: “Öyle durur hanımcığım, öyle durur. Ben, ömrümün on beş senesini, senin o konak dediğin, ecelin kaza şeklinde geldiği mezarlıkta geçirdim. Damlaya damlaya taşı delen sular gibi, bu kalın kafaya da -göre göre- çok tecrübeler yerleşti. Bunlar sel gibidir kızım! Sakin göründükleri vakit kork! Dokundukları evi temelinden yıkarlar. Bunlar canavar gibidirler iki gözüm! Güler gibi dudakları açılmaya başladığı zaman sakın! Azı dişlerini, yanına vardıkları adamın ta yüreğine saplarlar. Bunlar yılan gibidir efendiciğim! Renklerine aldanma. Kime sürünürlerse zehirlerini ta canına dökerler. Zavallı çocuk! Onların şen yüzlerinin şenliğine, parlaklığına mı bakıyorsun? O, bir düzgündür; uzaktan seyret! Sürünürsen ağzın zehirle dolar. O, bir alevdir, yanına yaklaşma; dokunursan vücudun yanar, kül olur. Sen, Paşo Hanım’ın güldüğüne mi aldanıyorsun? O, insan kanı içerken, insan ciğeri yerken de güler. Sen, yanındakilerinin tatlı sözlerine mi inanıyorsun? Onların gönüllerinde cehennem ateşi kaynasa yine yanaklarında güller açılır. Konağın hâli şu karanlık geceye benzer: Sen, her tarafını sakin, emin sanırsın. Gözler nereye baksa hiçbir şey görmez. Lakin içinde hiçbir vakit zehirli akrepler, kudurmuş köpekler, merhametsiz katiller eksik değildir! Şu pencereden bak: Konak gözünün önünde duruyor da içinde hiç cellattan, zindandan bir şey görüyor musun? İşte içindekilerin taş yüreği de o konağın hâli, küçülmüşüdür. Yüzlerine ne kadar dikkat etsen gönüllerindeki garezden, hıyanetten eser göremezsin. Bu zalimler, mezar gibi, dünya ile ahiret arasında yer tutmuşlar. Dışları çiçekler içinde görünür, içleri ölüm doludur.”
İSMET: “Dadı sus!”
GÜLNİHAL: “Sen daha dünyaya gelmemiştin. Akrabanızdan Ali Bey’in şu meydanda başını vurdular. Hâlâ gözümün önündedir. Kanı, kaynaya kaynaya, iki karış havaya fırlıyordu. Konaktakilerin yine -fıskiye seyrine çıkmış gibi- sefalarından, ferahlarından durulmuyordu.”
İSMET: “Dadı sus! Yüreğim sıkılıyor.”
GÜLNİHAL: “Sen daha bir yaşında idin. Onun küçük kardeşi Kahraman Bey’i şu zindan kapısının önünde astılar. Hiç aklımdan çıkmaz. Zavallı delikanlı, ipini koparmak için ellerini boynuna attı da hep tırnakları ile şah damarlarını kopardı. Yine konaktakiler salıncak sefası yapar gibi eğleniyorlardı.”
İSMET: “Dadı sus! Yüreğim sıkılıyor, diyorum. Beni çıldırtacak mısın?”
GÜLNİHAL: “Sen yeni sütten kesilmiştin. Dün buraya gelen hanımın babasını, bin hile ile kaleye aldılar. Yemin ettiler, kılıç atladılar,[2 - Kılıç üstünden atlamak suretiyle yemin etmek.] kan yalaştılar, kardeş oldular, yemeğe çağırdılar. İçkiyi halayıklara dağıttırdılar. Ben de içlerinde idim. Birbirlerinin kılına dokunmamak için Allah’ın mübarek adına yemin ederken, bir çift kurşun alnına, bir çift kurşun da göğsüne vurdular. Zavallı şehit! Yaralı aslan gibi bıçağına sarıldı. Bir atılışta odanın orta yerine kadar fırladı. Fırladığı yerde, cansız yıkıldı. Hâlâ hayali, her gece o kılıkta, konağın odalarında dolaşıyor! Yine konaktakiler cümbüşlerini, ahenklerini bozmadılar.”
İSMET: “Dadı, daha söyleyecek misin? Bayılacağım!”
GÜLNİHAL: “Dayını bu evin önünde, çengele astılar! Her çengelin iliştiği yerden dökülen kanlar esvabının üzerinde donmuştu da biçarenin vücudu çiçek açmış leylak ağacına benzemişti. Yine konaktakilerin gülüşlerine, eğlenişlerine baksan baharda mehtaba çıkmışlar sanırdın. Ben daha öyle hainlikler, öyle hınzırlıklar bilirim ki bir evde söylense Allah’ın rahmeti onun etrafından çekilir. Senin gibi bir melek işitse Hakk’ın gazabını görmüş gibi titreye titreye uzuvları birbirinden ayrılır! İşte kızım, bunlar böyle gülerler, oynarlar; böyle de adam yerler, kan içerler.”
İSMET: “Hay, musibet baykuşu! Hangi viraneden çıktın? Mezarlıkta mı ötüyorsun? Ağzın kapansın. Sana sus dedim, işitmedin mi? Kafamı ölülerle doldurdun. Vücudumu tabut sanıyorum. Korkumdan üstüme göz gezdiremiyorum. Benden ne istiyorsun?”
GÜLNİHAL: “ Rahatını, sağlığını istiyorum kızım. Sen, benim hâlimi bilmezsin. Ah, bu kadar senedir derdimi gönlümde saklıyordum. Dert saklamak nedir, bilir misin? Hiç gönlünde dert sakladığın var mı? Yine de Allah ne dert versin ne de saklatsın. İnsan gönlünü kimseye açamazsa içindeki gamların her biri bir parça ateş oluyor, her yapıştığı yeri dağlıyor, her açtığı dağda[3 - Dağ: Yanık yarası.] bir cehennem alevleniyor. Bak, daha lakırtılarından korkuyorsun. Ya gönlümü görsen ne yapacaksın? Ben de memleketimde senin gibi bir bey kızı idim. Benim de senin gibi saltanatım, konağım, halayığım, hizmetçilerim vardı. Ben de senin gibi on altı yaşında idim. Ben de senin gibi bir bey severdim. Bilir misin, nasıl severdim? Senin de başında sevda var, söylersem belki anlarsın. İnsan; baharın süslerini, gün batışının mahzunluğunu, sabahın ferahlığını, mehtabın sefasını nasıl sever; yeni doğurmuş analar çocuğunun ilk gülüşünü, babadan yetim kalmış çocuklar annesinin en tatlı sözlerini nasıl severse ben de beyimi öyle severdim! Nasıl sevdiğimi bir türlü tarif edemiyorum da münasebetsiz münasebetsiz şeylere benzetiyorum! Öyle severdim ki -bin kere tövbeler olsun- Acaba Allah’ım kadar mı seviyorum? diye düşünür, korkardım. Belki çektiklerim hep o günahımın cezasıdır. Yanıma geldikçe ömrümün sefasını, dünya lezzeti canlanmış da etrafımda dolaşıyor sanırdım. Yüzüne baktıkça bütün bütün kendimden geçerdim; dünya, gözümün önünden çekilmeye başlardı; varlığım, vücudum arada mahvolurdu. Gözümde, gönlümde, yanımda, canımda yalnız beyim kalırdı. Ah, kahrolsunlar, onun da düşmanları vardı. Onun da en büyük düşmanı, Muhtar Bey’in düşmanı gibi akrabasındandı. Ömründe bir gece, fırsat bulup da yanıma gelecek oldu. Melunlar gece geldiler, konağımı bastılar, beyimi yanımdan ayırdılar, gönlümden kopardılar, gözümün önünde paraladılar. Onun vücuduna bir bıçak dokundukça benim canımda bin yara açılırdı… Ne talihsizim ki o dakikada ölüp de ahirete olsun beyimle beraber gidemedim! Allah, ikimize, yer altında olsun beraber yatacağımız bir yatak nasip etmedi… Gebereceğime bayılmışım.”
İSMET: “Zavallı dadıcığım!”
GÜLNİHAL: “Gözlerimi açtım ki kendimi gemide, elimi ayağımı zincirde buldum. Meğer, beyimin canına kıyan melunlar beni de esir diye cellat suratlı bir herife satmışlar. Denizin dalgaları gemiye doğru yığılıp geldikçe sanki bir mezarlık yerinden oynamış da beni içine almak için çalkana çalkana üzerime atılıyordu. O mezarlar gönlüme, beyimin kucağından, cennetin köşelerinden daha sevgili görünmeye başladı. Mademki beyim mezarda idi, zihnimde ölmekten başka bir arzu bulamadım. Mademki dünyada beyimle beni aynı hâle getirebilecek bir tek ölüm kalmıştı, kendime en yakın ölüm olarak denizi buldum. Ellerimdeki zinciri dişimle kemirmeye başladım. Ben ne kadar çırpındım, ne kadar çabaladımsa esirciler de o kadar dövdüler. Öyle zamanlar oldu ki dayak altında ölmeyi de canıma minnet bildim. Onlar dövdükçe çırpınmaktan, çabalamaktan geri durmadım. Nihayet eziyetten takatim kesildi, vücudumun zayıflığı canımda da kuvvet bırakmadı. Kâh ağladım kâh bayıldım kâh kendimi kaybettim. Nihayet eziyetten eziyete, dayaktan dayağa, hakaretten hakarete, beladan belaya düşerek buralara kadar geldim. Dünyanın bin türlü felaketi, gönlüme bir katılık getirmişti, içimdeki yaralar gide gide kabuk tutmaya başlamıştı. Hamur durdukça nasıl ekşir, göğerirse vakit geçtikçe gönlümde olan kader de öyle tabiatını değiştirmiş, bütün bütün kine, intikama dönmüştü. Elimden geleni yaptım, konağa satıldığımın on beşinci günü beni buraya getiren esircinin gözümün önünde boynunu vurdurdum.”
İSMET: “Ah, zalim! O zavallıdan ne istedin?”
GÜLNİHAL: “Ne mi istedim? Kızım, sen esirci nedir bilmezsin. Elinde iken o kadar eziyet altında idim ki yedi ay, kendimi öldürmeye bile meydan bulamadım. Sebep olup da döktürdüğüm kan yok mu? Her gün benim gözümden alev damlaları dökülüyordu, yine o kanın -soğuk cehennemin dereleri gibi- bir dakika buzu çözülmezdi. Her gün benim ağzımdan ateşler saçılırdı, yine o kan, o pis herifin damarlarında -mercan dalı gibi- taş kesilir, dururdu. Bilmezsin, düşman kanı -kızgın kızgın köpükler saçarak- adamın ayağına doğru döküldüğü vakit, ne kadar lezzetli seyrolunur! Allah, yine de o lezzeti sana bildirmesin! İnsan bir kere kana alıştı mı gönlünün her pasını kanla yıkamak istiyor… İşte ben… Ben esirciyi öldürttükten sonra -cadı gibi- insan kanı görmekten, insan leşi koklamaktan başka bir şeyden lezzet almaz oldum. Paşalık makamı Kaplan’ın babasında iken haremde kan dökülecek işlere benden ziyade sırdaş kimse yoktu. Buraya geldiğime bakma. Geldimse dayının ölümünü hazırlamaya geldim!”
İSMET: “Demek dayımın ölümüne sen sebep oldun, öyle mi?”
GÜLNİHAL: “Ah! Dayın beni dinlese, benim sözümle iş görseydi, bugün Kaplan’ın yerinde otururdu! Hiç, ben dayının ölümüne sebep olaydım, annen bir tanecik kızını benim elime teslim eder miydi? Rahmetli, dikkatli bir hanımdı. İki günün içinde, gönlümün perdelerini birer birer açmış gibi asıl yaradılışımı anladı. Hainliğimin sonradan gelme olduğunu da bildi. İnsanın bazısında bir hâl olur: Aslanın yanına gitse av köpeği gibi kendi hükmü altına alır da kulağını çeker, üstüne biner. Hani geçen sene buraya gelen delikanlı gâvuru unuttun mu? Aslanları nasıl zapt ediyordu? İşte, annende de öyle bir hâl vardı. Yüzüme mahzun gözleri ile baka baka gönlümdeki yaralar bütün bütün kurumaya başladı. Yaradılışım yerinden oynadı, gönlüme mutlaka bir muhabbet lazım oldu. Ben, beyimden sonra kimseyi sevmek mümkün olmaz sanırken anneni sevmeye başladım. İnsan bir belaya düştüğü zaman imdadına bir melek yetişse onu ne kadar severse ben de anneni o kadar severdim.
Annenin hizmetine girdiğim zaman gönlüm hem kendi yanar hem de dünyayı yakar bir cehennem gibi idi. O ateşleri hep annen söndürdü. Gönlümden o azapları hep annen kaldırdı. Biçare kadın! Ben beyimi andıkça o, sabah bulutu renginde mavi gözlerinden çiy taneleri gibi yaşlar dökerdi. Vücudum, kıştan kurtulmuş ağaç gibi yeniden can bulurdu. Bilir misin insana, hâline ağlar bir adam görmek ne büyük tesellidir?”
İSMET: “Benim merhametli anneciğim, benim zavallı dadıcığım! Annemi Allah aldı ise ben duruyorum, ben de senin için ağlarım.”
GÜLNİHAL: “Çocuk! Benim için değil, senin dünyada hiçbir şey için ağlamanı istemem. Tek benim ciğerlerim parça parça olsun gözlerimden dökülsün de senin gözünden bir damla yaş akmasın.
İsmet, bilmezsin ki seni nasıl severim! Ben daha memleketimde iken Allah’ımdan senin gibi şahin gözlü, âşık bakışlı, şafak yüzlü, seher gülüşlü, gonca ağızlı, bülbül sedalı bir çocuk dilerdim. Bu ümidimi, beyime olan muhabbetimden, zihnimden bir dakika bile ayırmazdım. Annenin ağzından çocuğu olacağı sözünü işittiğim vakit, gönlümde ne kadar his varsa yerinden oynadı, ümitlerim tazelendi. Daha sen ananın karnında iken zihnimi bütün bütün hayalin bürüdü. Ah, ecel beyimle aramızı ayırmayaydı, benim de o vakit bir çocuğum olabilirdi. Allah seni verdi. Bizim annenle zati vücudumuz iki ise kalbimiz birdi. Kendi kendime derdim ki: ‘Hakk’ın bize bağışladığı küçük meleğe annesi karnını beşik yapıyorsa ben de kucağımı salıncak yaparım. Hanım süt verecekse ben de can veririm!’ Gonca tomurcuğu gibi dünyaya geldin, önce benim nefsimle açıldın, önce benim yüzüme güldün. Bu hainler dayını kapıp da annen kederinden humma ateşleri içinde yana yana ahirete gittikten sonra sen de ölürsen ben bu dünyanın azabını nasıl çekerdim? İki gözünden mahrum olup da yalnız hayal ile yaşayan biçareler gibi, beyimle annenden ayrılalı yalnız senin için yaşıyorum.
İsmet! İsmet! Bana bir günah işlemeyi emretme! Billahi, onu da yaparım! Seni dünyada rahat yaşatmak için ahirette cehennemden hiç kurtulmamayı göze alırım. Ahdim var: Seni hiçbir şey için mahzun etmemeye, sana hiçbir vakit bela yüzü göstermemeye çalışacağım! Annen ölürken baş ucunda yemin ettim. Allah’ın kılıcı üstümüzde, Azrail’i yanımızda idi. Bir kere düşün, öyle yemin nasıl tutulur!”
İSMET: “A, dadıcığım! Hem ‘Seni mahzun etmeyeceğim!’ diyorsun hem de akşamdan beri ağzında ölümden, ayrılıktan başka bir şey yok. Ölümü öyle tasvir ediyorsun ki insan mezardan çıksa o kadar iyi bilmez. Muhabbeti öyle tarif ediyorsun ki uyanık zamanında gönlümün dili olsa o kadar tesirli söyleyemez. Bütün sinirlerim yerinden oynadı. Şimdi bey de gelecek… Beni bu hâlde görürse ne der.”
GÜLNİHAL: “Bey mi gelecek? Ya Rabbi, sen hâlimize merhamet et! O, eceline âşık olmuş, Azrail’i kovalayıp duruyor!”
İSMET: “Kadın, niçin böyle uğursuz uğursuz sözler söylüyorsun?”
GÜLNİHAL: “Ah, çocuk! Sen, hâlâ bu dünyayı seyir yeri zannediyorsun. Muhabbet gönlünü sarmış, gözlerini bürümüş… Ne tarafa baksan gülecek, eğlenecek şeyler görüyorsun. Muhtar Bey tıpkı aslan yaradılışında. Karşısındakinin yılan olduğunu hiç düşünmüyor. Üzerine salına salına gidiyor. Yılan, aslanla pençeleşmeye gelmez; uzaktan üstüne atılır, beline sarılır, kemiklerini kırar!
Kızım, konakta Muhtar’ın sözü geçiyor. Adına ‘Fukara Babası’ diyorlar. Bu hainlerin beyninde fukara babası, ‘ölümüne karar verilmiş adam’ demektir, biliyor musun? Sen konağa gittikçe oradakilerin yüzü gülüyor, lakin güldükçe yüreklerindeki zehir dudaklarından dökülüyor. Onu ben görürüm. Ah, bir türlü size meram anlatamayacağım. Muhtar da dayın gibi kendini telef edecek! Sen de annen gibi azaplar, eziyetler içinde helak olacaksın. Yine, asıl ne olursa bana olacaktır. Beyimin muhabbeti yüreğimde bir yangın yeri gibi kaldı. Annenin hayali, zihnimde solmuş güle benzedi. Dünyanın cefasından gönlüm paralana paralana tükendi; canım, üzüle üzüle mahvoldu. Hepsinin yerine, yalnız sen kaldın. Şimdi kendini helak edip de Allah’la uğraştıra uğraştıra beni ahirete lanetli mi göndereceksin?”
İSMET: “Dadıcığım, şimdi ne yapabilirim? Beyi ben çağırmadım, vallahi ben çağırmadım. Kendi geleceğim, diye haber göndermiş! Nasıl olmaz, diyeyim? Ona can mı dayanır?”
GÜLNİHAL: “A, kızım! Bir gece görüşmemeye katlanamıyorsun da kıyamete kadar ayrılıktan korkmuyor musun?”
İKİNCİ MECLIS
Evvelkiler, Bir Cariye
İSMET: (cariyeye) “Ne oldu kız?”
CARİYE: “Beyefendi geldi!”
(İsmet, sevine sevine kapıya doğru koşar.)
GÜLNİHAL: “Ah, çare yok, kader yerini bulacak… Biçare, sevine sevine karşılamaya koşuyor! Allah’ım, bu kadar günahsız kullarına merhamet et de benim gönlümü, benim aklımı yalancı çıkar!”
ÜÇÜNCÜ MECLİS
İsmet Hanım, Gülnihal Kalfa, Muhtar Bey
MUHTAR: “İsmet’im, keyfin mi yok? Yüzüne bir mahzunluk çökmüş. Dudaklarındaki gülümseme eğreti gibi duruyor!”
İSMET: “Hayır beyim, bir şeyim yok! Dadım sizin için birtakım tehlikelerden bahsetti de sinirlerime dokundu.”
MUHTAR: “Benim için tehlikelerden mi bahsetti? Allah Allah! Sen, dadının sözlerine mi bakıyorsun? Efendim, kadın yüreği daima zayıf olur. Zayıf yürekte daima korku yatar. Ben burada Allah’ıma, kılıcıma dayandım, öyle duruyorum. Kimsenin, bir kılıma dokunmak haddi değildir. Babamın kanı damarlarımda, senin muhabbetin gönlümde iken korku belki aslanın gönlüne girer, benim kalbime girecek yol bulamaz!”
GÜLNİHAL: “Ah, beyim, benim yüreğim o kadar katıdır, o kadar katıdır ki öldükten sonra göğsümden çıkarsanız belki bir kılıç dövdürebilirsiniz. Ölümden korkmayan, hiçbir şeyden korkmaz! Dünyada da benim kadar ölümden korkmaz kimse yoktur. Hâlimi bilmezsiniz. Bana bir saat yaşamak, bir hafta can çekişmekten eziyetli gelir. Ben korkuyorsam sizin için korkuyorum. Gözünüzü birtakım hülyalar bağlamış, gittiğiniz yerleri doğru yol sanıyorsunuz. Bilmiyorsunuz ki önünüzde ecel tuzakları kuruluyor, cehennem kuyuları kazılıyor!”
MUHTAR: “Acayip şey! Ben kime ne yaptım ki önümde ecel tuzağı kurulacak?”
GÜLNİHAL: “Kime ne mi yaptınız? Bundan evvel bu memlekette babanız hüküm sürüyordu. Bundan sonra da siz hüküm sürebilirsiniz. Halk, sizin ömrünüze dualar ediyor. Paşa, niçin ölümünüze çalışmasın? Daha söyleyeyim mi? Siz, onunla en büyük arzusunun arasında bir setsiniz. Vücudunuzu dünyadan kaldırmak istemez de ne yapar? Herif İsmet’i seviyor, İsmet’i alacak! Anladınız mı?”
(İsmet, bir nefret çığlığı ile mindere yığılır.)
MUHTAR: (İsmet’in yanına koşarak ve Gülnihal’e son derece kızarak) “Ne söyledin?”
GÜLNİHAL: “Sizin sevdiğiniz gibi seviyor, demiyorum. Köpek tavşanı nasıl severse öyle seviyor: Tutacak, kemiklerini kıracak, kanını yalayacak! Kasap koyunu nasıl severse öyle seviyor: Canına kıyacak, etini satacak, yününden para kazanacak! O, şimdi iki şey düşünüyor: Biri sizi yok etmek, biri İsmet’i almak! O vakit bu memleketi istediği gibi esir eder. O vakit bütün soyunuzun malı ona kalır. O vakit topraklar doyurası gözleri belki doyar!”
MUHTAR: (acı acı gülerek) “Şu serseme bak!”
GÜLNİHAL: “Beyim, o kadar kendine güvenme! Senin gönlünde sevda var. Ellerin aslan pençesi, vücudun yıldırım alevi kesilmiş! Daima açıktan uğraşmak istiyorsun, daima meydanda dövüşmeye çalışıyorsun. Onda da zalim sevdası var, mevki deliliği var, mal tamahı var, haset illeti var, kin belası var, elindekini kaybetme korkusu var, İsmet’i elinden alıp da seni kederinden öldürme hülyası var! Bu hisler, onun gönlünde yedi başlı bir ejderha kesilmiş: Kimi sokar kimi ısırır kimi yutar kimi sarar kimi koparır kimi vurur kimi zehirler! Bu kadar kuvvetle uğraşılmaz, bu kadar hıyanetle başa çıkılmaz! Beyim, kendini sakın. Beyim, İsmet’e merhamet et de ihtiyatlı davran!”
İSMET: “Kadın! O köpek benim beyime ne yapabilecekmiş? Bakayım beni mi alır, yoksa cenazemi mi alır?”
GÜLNİHAL: “Beyinle senin cenazeni almaktan başka büyük daha ne yapsın?”
MUHTAR: “İsmetçiğim, sen hiç merak etme! Kesip attığım tırnağa bile dokunamaz.”
GÜLNİHAL: “Kesip attığınız tırnağa niçin dokunsun? Vücudunuzun en can alacak tarafına dokunur!”
MUHTAR: (hiddetle) “Ne yapabilir?”
GÜLNİHAL: (hiddetle) “Öldürür!”
MUHTAR: “Be kadın, hiç halkı düşünmüyor musun? Biraz önce herkesin bana ne kadar muhabbeti olduğunu sen söylüyordun!”
GÜLNİHAL: (acı acı gülerek) “Halk mı? O, size kıymak isteyince halkın ortasında mı kıyar sanıyorsunuz? Biz, çok, halka kendini sevdirmiş beyler gördük! Ziyafetler arasında, sohbetler içinde paraladılar. Halk, bazısını ölür ölmez unutmadı, aramaya kalkıştı. Arayanların üzerine beylerinin başını atıverdiler! Arkasından da birkaç kese altın serptiler. Beyi aramaya gelenler başı bıraktılar, altını kapışmaya başladılar. İçlerinde, iki saat evvel taptığı adamın kellesini kana boyanmış perçeminden tutup da altın yağmasına yer açmak için ötekinin berikinin üzerine atanlar da vardı. Hem ne hacet? Şimdi paşa şu kapının önüne iki cellat saklasa da siz çıkarken vurdursa halk ne yapar?”
İSMET: “Ay, kadın! Bizi bu gece sabaha kadar zehirleyip duracak mısın? Bir çare düşünüyorsan söyle! Yoksa sesini kes, artık elverir!”
GÜLNİHAL: “Düşmanlık bu dereceye geldikten sonra düşmanca davranmaktan başka, belanın önünü almaya çare yoktur. Halk ayaklanmaya hazır duruyor. Zalimler kiminin babasını öldürmüşler, kiminin oğlunu asmışlar, kiminin karısına dokunmuşlar, kiminin kızını kaçırmışlar, kimini dövmüşler, kimine sövmüşler, hepsini de soymuşlar! Herkes, içine düştüğü beladan kurtulmak istiyor. Kimse rahatça yaşamak için canını ortaya koymaktan çekinmiyor. Önlerinde bir adam, bir zabit arıyorlar! Beyefendiye geliyorlar, yüzlerine bile bakmıyor.”
İSMET: “Karı, sen çıldırdın mı? Beyimi kurtaracağım diye ateşin ta ağzına mı atmaya çalışıyorsun?”
GÜLNİHAL: “Ah… Acaba Allah bana o günleri gösterecek mi? Ben, bir kere beyi bu kadar günahsızın önünde göreyim… Yüz binlerce adamın canını, ırzını, malını kurtarmak için ateşin ağzına atılsın… Hiç şüphem yoktur ki Allah yardımcısı olur, melekler yardımına gelir! Memleketten bu belanın vücudu kalkar. Senin canından, rahatından gönlüm emin olur. Ben de o zaman türbe ziyareti yapar gibi her gün ayaklarına kapanır, ağlaya ağlaya ömrüne, saadetine dua ederim! Ama Allah’ın isteği başka imiş de bey bu yolda gidermiş… Şu ufacık şişeyi gördün mü? İçindeki su, iki ruhu dünya meşakkatinden kurtarmaya kâfidir! Bunu ben yanıma alır, seni de elinden tutar, mezarına götürürdüm. ‘Kızım! Felek, üzerimize bir canavar musallat etti. Burada insan yaşadığını istemiyor. Kırk saatte bir ucundan öbür ucuna varılamayan koca bir memleketi, padişahın toprağından kopara kopara ayırmak istiyor. Bu kadar insanın arasında bir kahraman, bir melek peyda olmuştu. Padişaha toprağını, erkeklere karılarını, kadınlara kocalarını, annelere çocuklarını, çocuklara babalarını ve herkese hakkını vermek için canını ortaya koydu. Hepimizin uğrunda şehit oldu. Vücudu toprağa girdi ise ruhu göğün en üst katında seni bekliyor! Kendini, öyle bir kahramanın, öyle bir meleğin kadrini, şanını bilen bir kız arkasından yaşamaz!’ koynumdaki zehrin yarısını elimle sana içirirdim, yarısını da kendim içerdim. Çocukken beşiğine götürdüğüm gibi bu yaşta iken de kucağıma alır, gülerek, oynayarak kara toprağa indirirdim. Üçümüz de bir günde ölürdük. Üçümüz de bir günde bu alçak dünyadan kurtulurduk!”
MUHTAR: “Gülnihal, ne kadar münasebetsiz şeyler söylüyorsun! Şimdi sizin keyfiniz gelecek diye padişahın adamına isyan mı edelim?”
GÜLNİHAL: “O kadar hürmetli bir ismi niçin ortaya atıyorsunuz. Padişah, onu bilir mi? Onun padişahı tanıdığı var mı? O, kendini bu memlekette padişah gibi tutuyor! Padişah nerede kalır? O, herkesin malını kendinin, ırzını kendinin, canını kendinin biliyor. Elinden gelse, haşa, Allahlık davası edecek! Paşa olalı iki yıl oluyor… Gün geçmedi ki on beş günahsızı öldürmesin! Mübarek bayram günü biri on üç, biri on beş yaşında iki masumu -atının önünden geçtikleri için- çengele astırdı. Padişahın bunlardan haberi var mı? Olsa razı olur mu?”
MUHTAR: “Kadın sus! Ben ölürüm de onu bunu yok edip cenazelerine basarak devletin bir makamına çıkamam! Ben, hükûmet köşesini akrabamın kanı ile boyayıp da üzerine oturamam! Anladın mı?”
GÜLNİHAL: (soğuk bir özür dileyişle) “Öyleyse beyim, Allah yardımcınız olsun! Bundan sonra bana duadan başka yapacak bir şey kalmadı…” (Çıkar.)
DÖRDÜNCÜ MECLİS
Muhtar Bey, İsmet Hanım
MUHTAR: “Gel efendim! Gel İsmetçiğim! Dadının münasebetsiz hülyaları seni rahatsız etmesin! Gel, biz seninle muhabbetimize bakalım! Bak, mehtap suya ne güzel aksetmiş… Hani sen çocukken soyunur da yüzerdin… Tıpkı ona benziyor! Yaprakların, çimenlerin üzerindeki ışıklara dikkat ediyor musun? Mübarek, sanki yeşil atlasa gümüş tel işliyor! Aman, şu salkım söğüt ne kadar güzel! Ayın ışıkları da yapraklarının arasından ne tuhaf geçiyor… Sanki bir gelinlik kız su kenarına oturmuş da perişan saçlarını elmas taraklarla tarıyor… Hele şu kuşa bak! Acaba bülbül müdür? Nasıl daldan dala sıçrıyor… Nasıl da yaprakların arasında -ümitsiz bir kalbe düşmüş kurtuluş ümidi gibi- kendini gören gözlerden saklayacak karanlık köşeler arıyor… O ne kadar dalgın bakış! Hiçbir şey söylemiyorsun. Sen gerçekten korktun demek.”
İSMET: “Beyim, bir çare bul da biz bu memleketten gidelim! Gülnihal’i bilirsin. Daima, ‘Erkek olsaydı vezir olmaya layıktı!’ der dururdun. O beyhude yere bu kadar telaş etmez. Sözleri, sanki bir keskin bıçakla gönlüme kazındı! İsmet’in sana kurban olsun, beni başka bir yere götür… Ben, böyle yaşamayı istemem! Yanımda olsan da olmasan da ben daima vaktimin geçmesine, ömrümün tükenmesine dua ediyorum!”
MUHTAR: “O niçin?”
İSMET: “Yanımda değilken ayrılığa dayanamadığımdan, yanımdayken de biri gelir de elimden alır korkusundan! Şimdi hâlim böyle… Bütün bütün birleşirsek daha güç olacak, bela daha da çoğalacak. Bana burada yaşamak, sanki canımı kucağıma almışım da yırtıcı hayvanlar içine düşmüşüm gibi gelecek. Ben o kadar endişeye, o kadar eziyete üç gün dayanamam. Ya çıldırırım ya ölürüm… Of! Daha lafını ederken kanım erimiş, alev kesilmiş kurşun gibi damarımı cayır cayır yakıyor! Şu elimin ateşine bak da hâlime merhamet et.”
MUHTAR: “İsmet’im! Sen evvelce böyle meraklı değildin. Havamız mehtap, vaktimiz bahar… Şu dökülen ışıklar gibi saf, şu akan sular gibi temiz iki gönül bir yere gelmiş… Kederler, tasalar hâlimize haset edip de yanımızdan kaçacakken biz kendimizi sıkıntının kucağına atıyoruz. Dünyanın o kadar değeri var mı ki tehlikesinden korkulsun? Ölüm o kadar korkunç bir şey mi ki düşünmeye değsin!”
BEŞİNCİ MECLİS
Evvelkiler, Gülnihal Kalfa
GÜLNİHAL: (telaşla odaya girerek) “İşte! İşte! Dediklerim çıktı! İşte, Kara Veli konağı bastı, geliyor! Beynim köpeklere lokma olaydı da düşünmeyeydim! Ölü doğaydım da bu günleri görmeyeydim!”
İSMET: “Ah, beyim! Senin ölümüne ben sebep oluyorum!”
MUHTAR: “Durun! Ne telaş ediyorsunuz?”
DIŞARIDAN BİR SES: “Böyle, elini kolunu sallaya sallaya bir evin haremine girilir mi? Her yeri kendi evin mi zannettin?”
BİR BAŞKA SES: “Şu hayvanı söyletmeyin, atın merdivenden aşağı!”
BİRİNCİ SES: (daha boğuk) “Alçaklar! Bir adama otuz silahı birden çekiyorlar!”
İKİNCİ SES: “Söyletmeyin! Merdivenden aşağı atın diyorum!”
(Merdivenden bir adam yuvarlanır. Bu sırada Muhtar Bey, daima dışarıya çıkmak ister. İsmet Hanım sarılır, koyvermez.)
GÜLNİHAL: “Veli’nin sesi… O canavar kükrüyor!”
ALTINCI MECLİS
Evvelkiler, Kara Veli, Birkaç Arnavut
KARA VELİ: “Bey, davranma! Paşanın emri var. Mahpussun, silahları teslim et!”
MUHTAR: “Kim halt etmiş? Benim hapsimi emretmeye cesaret eden hain kimdir? Kılıcımı hangi yiğit elimden alacak? Hele şu karşıma gelip de ‘Silahlarını teslim et.’ diyen köpeğe bak! Şimdi adama silahı nasıl verirler görürsün!” (Kılıcına davranır.)
KARA VELİ: (tabancalarını çekerek) “Bir adım daha atarsan canına kıyarım!”
İSMET: (Muhtar Bey’in göğsüne yığılarak) “Beyim, Allah aşkına etme! Benim başım için etme! Bu katiller sana kıyacak!” (Ellerini bırakır, minderin üzerine düşer, bayılır.)
MUHTAR: (İsmet Hanım’ın yanına koşarak) “İsmet! Beni onlar değil, sen öldüreceksin!”
KARA VELİ: “Fesat başı olmayı bilirsin, halkı paşanın üstüne kaldırmayı bilirsin! Bela vakti gelince de koşar, bir yetim kızın koynuna saklanırsın, öyle mi?”
MUHTAR: “Sus köpek! Ben halkı ayaklandıracak olsam şimdiye kadar hepiniz zebanilerin elinde bulunurdunuz! Benim işimde kusur bulmak senin haddine mi düşmüş? Hâlâ karşımda duruyor da dizlerinin bağı çözülmüyor! Hâlâ yüzüme bakıyor da yüreği yerinden kopmuyor!” (Hücum etmek ister, Gülnihal sarılır.)
KARA VELİ: “İleri gelme, canına kıyarım diyorum.” (yanındaki Arnavutlara) “Bey, ölmeyi kurmuş, silahlarınızı tetiğe alın!”
GÜLNİHAL: (soğukkanlılıkla) “Ne yapıyorsun?”
MUHTAR: “Çekil önümden, şimdi seni de iki parça ederim.”
GÜLNİHAL: (tavrını hiç bozmayarak) “Beni iki parça et, bunu gebert, ötekileri parala! Konağın içi dışı muhafızla dolu. Aslan avına çıkar gibi üzerine beş yüz köpekle gelmişler! O kadar silahtan kendini nasıl kurtaracaksın? Vücudunu bu odanın içinde paralatıp da İsmet’in hem canına hem namusuna mı kıyacaksın? Sen, sevdiğine acımaz mısın? O, senin vücudundan bir damla kan çıktığını görür de bir dakika yaşar mı?”
MUHTAR: (Şiddetli bir ızdırap ve tereddütten sonra kılıcını ayağının altında kırar. Tabancalarını pencereden fırlatıp kapıya doğru yürüyerek) “Gülnihal! İsmet, evvel Allah’a, sonra sana emanet! Bakalım Cenabıhak bizim için ne murat etmiş!” (kapıya doğru gitmek isteyen bir Arnavut’a) “Arkamdan gel edepsiz!”
(Herkes çıkar. Kara Veli en sonraya kalır. Mum iskemlesinin üstüne bir mektup bırakıp gider.)
YEDİNCİ MECLİS
Gülnihal Kalfa, İsmet Hanım
GÜLNİHAL: (Mektubu alır, acı acı gülerek) “İsmet Hanımefendi Hazretleri’ne… O… İtibar büyümüş.” (Mektubu açıp) “Gözümün nuru, ciğerimin köşesi efendim… Hay, gözlerinin nuru damla damla yere döküleydi! Ciğerin parça parça olaydı da ağzından geleydi! Ettiğim kabahate sebep yine sizsiniz. Alçak! Kim âşık olur da rakibinden kurtulmak istemez? Hain! Eğer Muhtar Bey’e acırsanız, yarın gelirsiniz, arz edeceğim şartları kabul edersiniz. İnşallah, yarına kadar yerin dibine geçersin!”
İSMET: (korkuyla ayılarak) “Nerede, bey nerede? Öldürdüler mi?”
GÜLNİHAL: (soğukkanlılıkla) “Hayır efendim. Öldürmediler, götürdüler. Yarın inşallah kurtarırız.”
İSMET: “Kurtarır mıyız? Nereden biliyorsun?”
GÜLNİHAL: (mektubu eline vererek) “Bak, size demedim mi?”
İSMET: (mektuba göz gezdirerek.) “Allah’ım, bu ne kadar hainlik! Bu ne kadar alçaklık! Dadıcığım, bey benim yüzümden ölüyor!”
GÜLNİHAL: “Hayır, Allah yardım ederse senin yüzünden kurtulacak!”
Perde iner
İKİNCİ PERDE
Birinci Tablo
Kaplan Paşa’nın Harem Dairesi
BİRİNCİ MECLİS
Kaplan Paşa, Paşo Hanım
PAŞO HANIM: “Oğlum, aslanım! Senin gönlünde bir sıkıntı mı var? Yüzünü korkunç bir duman bürümüş. Ne oluyor? Sen annenden hiçbir şey saklamazsın, değil mi? Dünyada bu kadar sefanı sürüyorum, her sevincinden ben de hâlimce hissemi alıyorum. Bir derdin varsa ondan da payımı isterim!”
KAPLAN PAŞA: “Derdim değil, bir emelim var. Sizden yardım isteyecektim. İşte, elimize saadet geçti, burası bize kaldı. Lakin soyumuzun yarı malı Muhtar’ın elinde. Ben sancak beyi oldum. O, sıradan bir adam kaldı. Yine sözü herkese benden çok geçiyor. Benim emrim, kılıcımın korkusu ile yerine geliyor. O, ne söylerse herkes candan, gönülden, isteyerek yapıyor. Yüreğimi parça parça etseler içinde Muhtar’ın kininden başka bir şey bulunmaz. Muhtar’ı bir türlü çekemiyorum. Çekemiyorum; çünkü herkes onu ne kadar seviyorsa benden de o kadar nefret ediyor. Çekemiyorum; çünkü o herkesi düşünüyor, herkes de onu düşünüyor, ben yalnız kendimi düşünüyorum, beni de kimse düşünmüyor. Çekemiyorum; çünkü ben kendine ne kadar fenalık edersem edeyim hiçbirine karşılık vermiyor. Çekemiyorum; çünkü o kendini benden büyük görüyor; ben kendimi ondan büyük göremiyorum. Çekemiyorum; çünkü o benim yerime gelmeye tenezzül etmiyor da yine herkes onu benim yerimde görmeye can atıyor. Çekemiyorum; çünkü hâlini düşündükçe felek o yaradılışta bir adamı bana hakaret için yaratmış sanıyorum. Çekemiyorum, çekemeyeceğim. Çünkü İsmet bile onun uğruna can veriyor, beni kendi hayatından yaşar gibi görüyor. Mutlaka çektiğim azapların intikamını alacağım! Elbette istediğim gibi canını yakacağım!”
PAŞO HANIM: “Oğlum! Ben soyumda senden yüreksiz adam görmedim! Aylardır çiftçinin, esnafın ağzında Muhtar’ın beyliğinden, büyüklüğünden başka söz yok da yine Muhtar ortada geziyor. Nesinden korkuyorsun da bu kadar kendini üzüyorsun? Zehrin mi yok? Sana güğümlerle zehir getireyim. Celladın mı eksik? Bir kere ayağını yere vursan karşına bin tanesi çıkar. Katırı ne yaşatır durursun?”
KAPLAN PAŞA: “Sen, intikamın ne demek olduğunu bilir misin? Bir adam, ölmekle ne olur? Biraz ömür kaybeder, biraz rahat kazanır. Benim çektiğim, ölüm gibi birkaç saatlik bir eziyet midir ki ölümü intikama kâfi göreyim? Ah, çektiğimi bilmezsin ki meramımı anlayasın! Ben burada bir zabitim, üç yüz bin kişiye hükmüm geçiyor. Hangisine her ne istersem yaparım, üç yüz bin kişinin başı elimde duruyor. Hangisini istersem koparır, avcumda oynarım. Üç yüz bin kişi Allah’ın her emrini tutmuyor fakat benim bir tek emrime karşı duramıyor!
İster misin, şu ovayı yarı beline kadar baş aşağı yere gömülmüş adamlarla donatayım? İster misin, şu bahçeyi anasından babasından ayrılmış yetimlerin gözyaşı ile sulayayım? İster misin, aşağı mahalleyi sel basacak kadar kan dökeyim? İster misin, bir çocuğu babasının eliyle ateşte yaktırayım? İster misin, bir adama, anasının derisini yüzdüreyim?
Ben burada ne istersem olur, ne emredersem yapılır. Kim bir emrime itaat etmeyecek olursa şimdi söylediğim eziyetlerden bin kat ziyade azap içinde gebertirim!
Bir kere bu kuvvete, bu kudrete bak; bir kere de Muhtar’ı yıldıramamayı düşün, Muhtar’dan aşağı olmayı gözünün önüne al!
Katırın bir kere yüzüne baksam vücudumda ne kadar kan varsa ateş kesiliyor, beynime toplanıyor! Başıma sanki kızgın taçlar geçiyor, ben de zindanımdaki katiller kadar eziyet çekiyorum. Hem bütün memlekete büyük olup da hem bir kişiden kendini küçük görmek insana ne büyük azaptır, bilir misin? Ömründe kimseye haset etmedin mi?”
PAŞO HANIM: “Oğlum, öldür dedim ona da kanmadın! Bilmem ne yapacaksın? Cehenneme gönderebilir misin? Ahirete de emrin işliyor mu?”
KAPLAN PAŞA: “Cehennem azabını ben ona dünyada çektireceğim. Kalbini, ciğerini bin parça edeceğim!”
PAŞO HANIM: “Yap oğlum, zevkin ne ise geri durma! Lakin nasıl yapacaksın?”
KAPLAN PAŞA: “Nasıl mı yapacağım? İsmet’i elinden alacağım, kalbini vücudundan koparacağım. Beni eceli kadar sevmeyen İsmet’i, canından ziyade sever gibi görünmeye mecbur edeceğim. Her dakika bin hakaretle, bin eziyetle gönlünü zehirleyeceğim, verem döşeklerine yatıracağım. Muhtar yaşayacak. İsmet’in, sağ iken mezara gömülmüş adam gibi, acı acı iniltisini işitecek. Vücudunu çürümüş kefenlerden daha soluk görecek. Her dakika, türlü türlü ölüm eziyeti çekecek. Her dakika, bin türlü cehennem azabına düşecek. Anlıyor musun? Ben intikamımı böyle isterim!”
PAŞO HANIM: “Ay oğul, sen çocuk musun? Sanki onu İsmet’ten ayırmak, canından ayırmaktan daha mı beterdir?”
KAPLAN PAŞA: “Ömründe kimseyi sevmemişsin ki ayrılık azabının ne olduğunu bilesin.”
PAŞO HANIM: “Bak, şu insaniyetsize bak! Ya sana olan muhabbetim?”
KAPLAN PAŞA: “Bana olan muhabbetin mi? A anne! Bana olan muhabbetinin, avcının köpeğini sevişinden hiç farkı olmadığını ben bilmez miyim sanırsın? Beni küçükten beri elinde büyüttün, istediğin gibi ava alıştırdın, işine yarıyorum, sen de çaresiz okşuyorsun. Muhabbet dediğin bu, değil mi? Ben, seni babamdan kurtarmaya alet oldum, sen de beni amcamdan kurtarmaya yardım ettin. Birbirimizi sevdiğimizin ortada başka bir delili var mı? Ya bizim bunlardan daha alçak bir sırrımız mı var ki birbirimizden saklayacağız diye için başka türlü görünmeye çalışıp duruyoruz? Biz âdeta ana oğul değil, iki ortak katiliz! Gel, nafile zahmetlere düşmeyelim. Hâlimize layık olan ne ise aramızda da o olsun. Öyle davranalım, hâlimizce davranalım.
Şimdi beni dinle! Muhtar hapiste. İsmet de içeriye gelmiş, onu kurtarmaya çalışacak. Yanına çağırırsın. Muhtar’ın kurtulması için bana varmasını şart koşarsın. Her ne yaparsa yapsın, kandırırsın. Mutlaka kandıracaksın. İsmet’i senden isterim!”
PAŞO HANIM: “Ay oğul, o nasıl söz? Muradın intikamsa İsmet’i al, başkasına ver! Bu yaştan sonra konağımın içinde hanımlığıma bir ortak mı peyda edeceksin? Bu kadar cariyelerin var, elvermiyor mu?”
KAPLAN PAŞA: “Bu sözleri söylediğin vakit hiç hatırına gelmiyor mu ki bugün oğlun buranın nasıl hâkimi ise senin de öyle hâkimindir. Nasıl terbiye ettiğini, nasıl yetiştirdiğini de bilirsin. Hayatın, senin keyfin için babasını zehirlemiş bir adamın elinde duruyor. O adam, acaba kendi keyfi için ne yapmaz? İsmet’i senden isterim, anladın mı? Söylediğim sözleri gözünün önünden ayırma! Ben, şu kapının arkasındayım.”
İKİNCİ MECLİS
Evvelkiler
PAŞO HANIM: (kendi kendine) “Ah, canavar büyüdü! Şimdi pençesini kendini taşıyan ananın karnına salıyor. Babasının canını yiyen, anasının ciğerini niçin yemesin?
Yürü, Allah’ın gazabına uğramış katil, yürü! Ardına bakıp da nafile geri dönmeye çalışma! Basacağın yerler, ayağının altından uçar. Önündeki mezarlardan mı korkuyorsun? Sen onları kendi tırnağınla kazdın! Bundan sonra sana kim yardımcı olacak? Bir kocan vardı, kıskançlığından bıktın, canına kıydın. Bir oğlun var, akrabasının etiyle besledin!”
KAPLAN PAŞA: (kapıdan geri dönerek) “Akşama kadar deli gibi kendi kendine söylenip duracak mısın?”
PAŞO HANIM: “Şimdi emrini yerine getiririm oğlum, şimdi yerine getiririm. Sen zevkine bak. Gel!.. Kim var orada?”
ÜÇÜNCÜ MECLİS
Paşo Hanım, Bir Halayık
PAŞO HANIM: “Kız, İsmet Hanım içeride mi?”
CARİYE: “Evet efendim. Sabahleyin gelmişti.”
PAŞO HANIM: “Söyle de buraya gelsin. Dadısını da çağır.”
CARİYE: “Peki efendim.”
DÖRDÜNCÜ MECLİS
Paşo Hanım
PAŞO HANIM: (kendi kendine) “Ömrümde ilk defadır korkunun ne demek olduğunu gönlümde hissetmeye başladım. Zehirlemek istesem dairemde yemek yemez, su içmez. Vurdurmak istesem, iktidar onda, mülk onda. Benim için kim silah çekecek? Ah… Diyelim ki çekecek adam bulunmuş… Canavar gibi bu kadar günahsızın kanını içtim; engerek gibi, yatağıma sığınan adamı zehirledim; ama kızgın kediler gibi kendi yavrumu yemeyi bir türlü gönlüm almıyor! Zavallı ben… Yine de ben anneyim ama o evladım değil! Nasıl evladım olsun ki; babasının kanını kendi elimle içirdim.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/namik-kemal-32646160/gulnihal-69428101/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Eskiden, birkaç kazadan ibaret olan, bir vilayete bağlı, kaza ile vilayet arasındaki idari teşkilata “sancak” yahut “mutasarrıflık”, bunun başında bulunan kimseye de “sancak beyi” yahut “mutasarrıf” denirdi.
2
Kılıç üstünden atlamak suretiyle yemin etmek.
3
Dağ: Yanık yarası.