Cezmi

Cezmi
Namık Kemal
Çok iyi bir atlı sipahi olan, iyi silah kullanan şair ruhlu Cezmi’nin serüveni Sokollu Mehmet Paşa döneminde İstanbul’da başlar. Ardından Azerbaycan ve İran’da bulur kendini Cezmi. Son olarak da Tebriz Sarayı’nda türlü entrikaların içinde. Kılık değiştirerek vatanına geri dönerken başından türlü maceralar geçmiş, ölümlerden dönmüş, cinayetlere şahit olmuş, saray entrikalarının içinde bulunmuştur. Türk edebiyatının ilk tarihî romanı olma özelliğini taşıyan “Cezmi”yi, büyük vatan şairi Namık Kemal, Midilli’deyken kaleme almıştır. Bu eserde, Namık Kemal’in diğer eserlerinde olduğu gibi, İslam birliği düşüncesine atıfları oldukça göze çarpmakta ve vatan, millet aşkı da Cezmi’nin şahsında işlenmektedir.

Namık Kemal
Cezmi

Namık Kemal, 21 Aralık 1840’ta Tekirdağ’da doğdu. Asıl adı Mehmed Kemal’dir. Namık adını ona şair Eşref Paşa vermiştir. Çocukluğunu Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde geçirdi. Bu yüzden özel öğrenim gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. 1863’te Babıali Tercüme Odasına kâtip olarak girdi. Bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanıştı. 1865’te İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükûmeti eleştiren yazılar yazdı. Ali Suavi’nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı Muhbir gazetesinde yazmaya başladı. 1868’de Hürriyet adında başka bir gazete çıkardı. Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872’de İbret gazetesini kiraladı. Burada çıkan bir yazısı üzerine, dört ay süreyle kapatıldı. İstanbul’dan uzaklaştırılmak için Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı Vatan Yahut Silistre oyunu sahnelendiğinde olaylara neden oldu. Namık Kemal, birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Kalebentlikle Magosa’ya sürgüne gönderildi. 1876’da I. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi’yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. II. Abdülhamid’in Meclis-i Mebusan’ı kapatması üzerine tutuklandı. Midilli Adası’na sürüldü. 1879’da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884’te Rodos, 1887’de Sakız Adası’na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu, Bolayır’da gömüldü.
Tiyatro türüne özellikle önem veren Namık Kemal, altı oyun yazmıştır. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistre yalnız ülke için değil, Avrupa’da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrilmiştir. Celaleddin Harzemşah, Namık Kemal’in en beğendiği yapıtı olarak bilinir. Bu eserde Namık Kemal, İslam birliği düşüncesini kapsamlı bir biçimde sergilemiştir. Namık Kemal’in ilk romanı olan İntibah, 1876’da yayımlanmıştır. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsal ve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de İntibah Türk romanında bir başlangıç sayılabilir.
Eserleri: Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Celaleddin Harzemşah, Kara Belâ, İntibah, Cezmi, Tahrib-i Harâbât, Takip, Renan Müdafaanamesi, İrfan Paşa’ya Mektup, Mukaddeme-i Celal, Devr-i İstila, Barika-i Zafer, Evrak-ı Perişan, Kanije, Silistre Muhasarası, Osmanlı Tarihi, Büyük İslam Tarihi.

1
Hicretin IX. yüzyılı ki (miladi XV. yüzyıl) son senelerinde (1495) Osmanoğulları’nın onuncu padişahı Kanuni Sultan Süleyman dünyaya gelmişti.
Birbirinden önemli birçok tarih olayını ve büyük keşifleri içine alan bu yüzyıl, insanlık tarihinde üstün bir çağdır. Güya ki kudret eli, ancak birkaç bin yılın içine sığabilecek olayları bir araya toplamış da, bir mucize daha göstermek için, yüz yıldan ibaret bir zaman içine sıkıştırmıştı.
Gerçekten doğuda Müslimoğlu Kuteybe’nin idamı, batıda Abdurrahman El-Fehri’nin bozguna uğraması üzerine, uzunluğuna Pirene Dağları’yla Gobi Çölleri, genişliğine Güney Okyanusu ile Kıpçak sınırları içinde kalan Müslümanlık diyarı ve İspanya’dan başka Avrupa’nın birçok tarafını kaplayan Hristiyanlık âlemlerinde, Me’mun ile Şarlman’ın ölümlerinden sonra Tavaif-i Mülk ve Haçlı savaşlarından başka, tarih bakımından önemli ve bahusus insanlıkla ilgili hemen hiçbir olay görülmemişti.
İnsanoğlunun düşünüş ve yaşayışında sürüp giden bu durgunluk ve sessizlik, XIII. yüzyılda yeni icatlarla sona erdi. Mesela, barutun savaşlarda kullanılmasına bu yüzyıl içinde başlandı. Orta Çağı kapatıp Yeni Çağı açan, Büyük Türk Hakanı Fatih Sultan Mehmet H. XV. yüzyılda, topçuluk sanatında yaptığı bazı değişiklikler ve yenilikler sayesinde topu, o zamana göre en mükemmel silah hâline getirdi. XVI. yüzyılda barut, tüfeklerde de kullanılmaya başlandı. Askerler, savaş alanlarında birer azap melaikesi gibi, ellerindeki bu yeni silahlarla etrafa ateş saçmaya başladılar.
XV. yüzyılın büyük devlet adamlarından Timur, otuz beş senelik ciddi bir çalışma ile, uzunluğuna İzmir Körfezi’nden Moğolistan’a ve genişliğine de Kıpçak sahalarının sonuna kadar uzanan yerler içinde, o zamanlar mevcut olan dört yüz milyona yakın Müslüman’ı bir hükûmetin bayrağı altında topladı; güneyde Mısır ve Yemen’de hutbesini okuttuğu gibi, kuzeyde de Moskova’ya ve Lehistan’ın ortalarına kadar bayrağını dalgalandırmaya muvaffak oldu. İskender’in fetihlerini âdeta gölgede bıraktı.
Fakat XVI. yüzyıldaydı ki, Yavuz Sultan Selim I. dünyayı bir padişah için az gördü. Sekiz seneden ibaret saltanatında Mısır ile bütün Arabistan’ı ve Doğu illerini bir merkeze bağladıktan başka, Mısır seferinde halifeliğin de Osmanoğulları’na geçmesini sağladı. İskender’in, Cengiz’in ve hatta Timur’un içini yakan cihangirlik fikrinin İslamlık kuvvetiyle gerçekleşmesi için gerekli ortamı hazırladı.
Kültürün yayılmasında ve insan kafasının aydınlatılmasında en büyük rolü oynayan matbaayı XV. yüzyılda Foster icat etmişti. Hâlbuki Fust ile Gutenberg, hiç de hakları olmadığı hâlde, matbaanın mucidi bilinmektedirler. Onlar, yine XV. yüzyılın ortalarına doğru, daha da geliştirerek, mesela evvelce kullanılan tahta kalıplar yerine harf kalıpları yaparak bundan faydalanmışlardır. Gutenberg, bu yoldaki çalışmalarını olumlu bir sonuca erdirebilmek için, önce “Fust”, sonra da “Schoeffer” ismindeki sermaye sahipleriyle iş ortaklığı yapmış, fakat aralarında sonradan anlaşmazlık çıktığı için Gutenberg hayli güçlüklerle karşılaşmıştır.
XVI. yüzyılda matbaacılık, Avrupa’nın hemen her tarafına yayılmış bir durumdaydı. Fakat ne yazık ki, İslam ülkelerinin bundan henüz haberi bile yoktu. XVIII. yüzyılda İstanbul’da bir Damat İbrahim Paşa, bir İbrahim Müteferrika yetişmeseydi, daha da haberi olmayacaktı.
Yine XV. yüzyıl içinde meşhur Kristof Kolomb, Nuh’un gemisinden karayı aramaya giden güvercin gibi, şiddetli itiraz tufanları arasından çıkarak, Amerika’yı keşfetti; böylece insanlık âlemine, yine bu âlem içinde, yepyeni ve bambaşka bir cihan eklemeye muvaffak oldu.
XVI. yüzyıl içinde de, Avrupalılar, Amerika’nın hemen her tarafına sokularak, o zamana kadar kayıplarda kalmış ve hiç işlenmemiş olan bu yeni dünyanın her çeşit faydalı hazinelerinden hisse almaya başladılar.
XVI. yüzyılın üstünlükleri sadece bunlardan da ibaret değildir. Yine bu yüzyıl içinde, Büyük Türk Hakanı ve Türk Orduları Başkomutanı Kanuni Sultan Süleyman I. şanlı bayrağımızı, şafaklar içinde doğmuş bir hilal gibi, Viyanalarda, Tebrizlerde, İspanya ve Hindistanlarda dolaştırarak, dünyanın doğusunda, batısında şanla, şerefle dalgalandırıyordu.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, Büyük Türk Amirali Barbaros Hayrettin, savaş gemilerinin top dumanlarını, rahmet bulutları gibi ufuklara yaymış, Akdeniz’i bir Türk gölü hâline getirmiş, savaş ganimeti olarak da koskoca bir memleketi[1 - Cezayir] Osmanlı topraklarına katmıştı.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, Kırım hanlarından Devlet Giray II., ikinci hücumunda Moskova taraflarına istila ateşleri saçarak, kuzeyin kar ve buz sahaları içinde, üç yüz sene sonra gelecek olan bir cihangire[2 - Birinci Napoleon.] güya ibret dersi ve Prusyalı generale[3 - Moskova’yı yakan General Konozof.] uyulacak, bir örnek gösterir gibi, insan yapısı bir yanardağ peyda etmişti.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, Babür Han, dedesinin dedesi olan ve fetihlerinin çokluğuna, yaygınlığına göre büyük cihangir sayılan Timurlenk’in birkaç yüz bin asker ve bin türlü sefer meşakkatleri ile zapt edebildiği Hindistan’ı, sadece on beş bin kişi ile, ordusu yüz binleri aşan bir devletin elinden çekip almış, orada dünyanın muhteşem bir hükümdarlığını, Türk-Moğol İmparatorluğu’nu kurmuştu.
Yine aynı yüzyıl içindeydi ki, Şîr Han Ferit, Afganlı bir askerin oğlu iken yaradılışındaki cihangirlik kuvvetiyle Hindistan’ın kuzeydoğusunda, kendine mahsus bir devlet kurarak Babür saltanatı gibi ortaya yeni çıkan ve her bakımdan kuvvetli olan bir devleti parçalanmak derecesine getirmişti, ömrü vefa etseydi, o da Yavuz Sultan Selim gibi bir cihangir olabilirdi.
Yine aynı yüzyıl içindeydi ki, Turan’da “Şeybaniye Devleti” hükümdarlarından bilhassa “Ubeydullah” devrinde Altınordu Devleti’nin “Berke Han”[4 - Berke Han (veyahut Berkay) (ölümü 1266) Cengiz torunlarından Cuci’nin oğlu olup, Altınordu Devleti’nin Batı hanedanından üçüncü hükümdardır. Müslümanlığı kabul eden ilk Altınordu hükümdarıdır ve Araplar kendisine “Bereket Han” demişlerdi.] zamanındaki satvetini, yeniden canlandırma ümitleri verecek kadar parlamaya başlamıştır.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, Sünnilerin silahıyla çevrilmiş, çelikten bir çember içinde kalan İran’da, Safevi taraftarlarının taassubu, mayasını kanla yoğurarak bir Şii Devleti kurmaya muktedir olmuştu.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, Almanya İmparatoru meşhur Şarlken Kanuni Sultan Süleyman’ın ezici kuvvetine karşı durabilmek için senelerce uğraşmaktan hiçbir sonuç elde edememiş; Viyana’yı Türk muhasara çemberi içinde, Macaristan’la Hırvatistan’ın birçok yerini yine Türk istilası altında gördükten sonra, kahrından, hükûmet sarayı yerine bir manastırı kendisine dünya mezarı olarak seçmiş ve oraya girip her şeyden elini eteğini çekmişti.
Yine aynı yüzyıl içindeydi ki, Almanya’da Luther (Marten 1483-1546) adlı bir din adamı, Katolik baskısına karşı Protestanlık adıyla yeni bir mezhep kurarak Hristiyanlığı ikiye bölmüştü.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, İspanyollar, medeni Granada’yı mazlum kanına, yarı vahşi Meksika’yı masum kanına boğarak doğuda, batıda temaşası insanlığa kan ağlatacak kadar dehşetli bir gurup tablosu meydana getirmişlerdi.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, dünyalara sığamamakta güneş ışınlarıyla rekabet eden bir zekâ,[5 - Kopernik (Nicolas Copernicus, 1473-1543), yeni astronomi anlayışını bulmuş olan Polonyalı astronomi bilgini.] mutlak boyutları seyredercesine birtakım matematik incelemeleriyle güneşin, hep aynı yerde durduğunu ve dünyamızın da güneş etrafında döndüğünü fen yoluyla açıklamış ve ispatlamıştı.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, dünyaları kaplayacak bir marifet tufanını kafasına sığdırabilmek harikasına erişenlerden meşhur B. Diaz ve Vasco de Gama,[6 - Ümit Burnu, Afrika’nın güney ucundadır. 1486’da Barthelmy Diaz tarafından keşfedilmiş ve ilk Vasco de Gama (Vasko dö Gama) tarafından dolanılmıştır.] açık denizlerde gizli kalmış olan Ümit Burnu’nu keşfederek geçmeye muvaffak olmuşlardı. Ağaçlarında altın meyveler sarkan ve bitkileri gümüş çiçekler açan Hindistan’ın zenginlik ürünlerinden, Portekizliler bu sayede Avrupa’yı faydalandırmaya başladılar.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, medeniyet âlemini istibdat ayakları altında ezmek için meydana çıkmış sanılan ve Napolyonları, Bismarkları bile hayli telaşlandıran Cizvit Kurumu[7 - Cizvitler: İsa Cemiyeti denilen bir Hristiyan kurumu. Ignance de Loyola adlı bir rahip tarafından, Hristiyanlığa hizmet ve Hristiyanları ıslah maksadıyla 1534’te kurulmuştur.] kişizade iken dilenciliğe kadar düşmüş, gözü açık, fakat ayağı topal; suratı insan, fakat kendisi şeytan, acayip bir yaratığın taassup gölgesi altında kurulmuştu.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, Yemen’den kahve, Amerika’dan tütün gelerek birbiri ardınca, halkın heves sergilerine atılmış; biri sıvı, öteki duman, insanlar için iki siyah ihtiyaç belası daha belirmeye başlamıştı.
İşte, başından gelip geçenleri yazmak istediğimiz Cezmi de o yüzyılın ileri gelenlerindendir. Biyografisi pek öyle büyük olaylarla dolu olmasa bile, devletin büyücek bir savaşıyla da ilgisi olduğu için okunmaya değer bulduk. Onun içindir ki, romanı yazmaya cesaret ediyoruz.

2
Cezmi, 1546 yılında dünyaya geldi; fakat insan içine 1566’da karıştı. Yani o zaman, turfanda yetişmiş meyveler gibi, zihin açıklığı sayesinde, eserlerini vaktinden önce göstermeye başladı. Babadan kalma bir sipahi tımarı vardı. O zaman kendini insan bilerek, insan için gerekli geçim meseleleriyle uğraşmaya, insanları denemeye ve iş öğrenmeye başladı.
Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman, türbelerine çekilmişlerdi.
Barbaros’un kabrindeki ağaçlardan, çimenlerden, gemilerine yelken veya leventlerine kanlı kefen olmaya özenerek yaratılmış gibi, beyazlı kırmızılı çiçekler açılmaya başlamıştı.
Devlet Giray II.nin o, toprağı yanardağlardan alınmış kalbi; o, parlaklığı Kuzey Kutbu’nu bile imrendiren fikirleri, kara toprak altında, yokluk karanlığında örtülmüş kalmıştı.
Türkiye’de bu, büyüklere kılıcıyla, kalemiyle hizmet eden kudretli kimselerden Pir Mehmet Paşa, oğlu tarafından zehirlenmiş; Makbul İbrahim Paşa, Ahmet Paşa cellat elinde can vermişlerdi. Zembilli Ali Efendi, İbn-i Kemal, Ebussuut, Rüstem Paşa, Pertev Paşa, Tun-gutça Paşa, Piyale Paşa, Salih Paşa, Ramazan Paşa; hepsi hepsi ölmüştü.
(Bu roman sonuna kadar okununca anlaşılacağı üzere, Cezmi’nin Hint ile, Avrupa ile, Turan ile hiçbir ilgisi olmadığı için, oralarda ortaya çıkıp da adlarını yukarıda saydığımız büyük adamlardan tekrar bahsetmeyi gerekli görmüyoruz. Konumuz yalnız Osmanlı Türklerini, Tatarları ve İranlıları ilgilendirdiği için, biz de dünyanın sadece o taraflarından söz edeceğiz.)

3
Cezmi topluma karıştığı sıralarda, bunca devlet adamının göçüp gitmesine rağmen, büyüklerin defteri henüz dürülmemişti. Kılıç Ali Paşa; Barbaros’un, Turgutça’nın, Piyale’nin Avrupa’ya karşı Akdeniz’deki istila tufanlarının dehşetini sürdürüp gidiyordu.
Yemen’in, Tunus’un birinci fatihleri olan Hadım Süleyman Paşa ile Piyale Paşa, cennetteki köşelerine çekilmişlerse de, o yerlerin ikinci fatihi Sinan Paşa, Kubbealtı’nda, dördüncü vezirlik makamında oturuyordu.
Kıbrıs’ın fethinde olağanüstü yararlıklar gösteren sayılı Türk komutanlarından Kara Mustafa Paşa, üçüncü vezirdi.
Dört Büyükler diye ün salan ve devletin manevi kuvvetleri demek olan dört zatın birincisi, memlekette rüşvet ve dalkavukluğu icat eden Şemsi Paşa ise, ikincisi de doğruluğu, fedakârlığı, cesareti ve bilhassa medeni cesaretiyle ün salan merhum Hoca Sadrettin’di. O Hoca Sadrettin ki, 1589’da, Eğri Savaşı’nda bozguna doğru giden Türk ordusunun başındaki Padişah III. Mehmet’in morali bozularak savaş alanını terk etmesini, medeni cesaretiyle önlemiş ve zaferin kazanılmasını sağlamıştı.
Dört Büyükler’in üçüncüsü Gazanfer Ağa, dördüncüsü de Canfeda Kadın idi. İkisi de ve bilhassa Canfeda Kadın, padişah katında sözleri geçen insanlardı. Bu yoldaki nüfuzlarını da yüzde doksan iyiliğe sarf ederlerdi. Yemen’in gerçek fatihi sayılmaya layık olan genç kahraman Özdemiroğlu Osman Paşa, Yemen’de Sinan Paşa’nın ezici rekabetinden kurtularak lodos hızı ve hiddetiyle İstanbul’a gelmiş; bir müddet Sokullu’nun babaca, fakat aynı zamanda eğitmence şiddetlerine uğradıktan sonra, sancak beyliğiyle Anadolu’yu dolaşmaya başlamıştı.
Aşağıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, bozulmaya yüz tutan yeniçerilerin bir disiplin altına alınmaları yolunda mevkisini ve hatta hayatını tehlikeye sokan Revan ve Gence Fatihi Ferhat Paşa, mirahurluk ile devlet hizmetinde ehliyetini ispat edenlerden biriydi.
O devrin en büyük devlet adamı ise, Kanuni’nin en son sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa’ydı ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kanuni zamanındaki azamet ve ihtişamından canlı bir örnek hâlinde, gelecek padişahlara armağan kalmıştı.
Güneş battıktan sonra ışınlarını bir dereceye kadar sürdüren ay gibi, Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünden sonra onun ikbal ziyasını Sokullu korumakta ve etrafa yaymakta devam ediyordu.
Kanuni’nin ölümünden sonra meydanı boş bulan Almanya İmparatorluğu tarafından gösterilen düşmanlık belirtileri karşısında:
“Rahat durmazsanız iki hududun ortasında bir geçilmez çöl peyda eder de şerrinizden emin olurum!” tehdidiyle Avrupa’yı dehşetle titreten yine aynı Sokullu’ydu.[8 - Hammer’in rivayetlerinden alınmıştır.]
Hazar Denizi yoluyla Asya içlerine doğru hükmünü yürütebilmek için Volga ve Don nehirlerini bir kanalla birleştirerek Yavuz Sultan Selim’in büyük ülküsü olan İslam birliğine o yönden bir ulaşma yolu açmaya çalışan yine aynı büyük adamdır.
II. Selim devrinde, Müezzinoğlu Kaptan Ali Paşa’nın idaresindeki Türk donanmasına, Donjuan adlı amiralin komutasındaki Haçlılar donanması İnebahtı (Lepant)’da saldırdı. Türk donanmasının tecrübesiz amirali, tecrübeli reislerin sözlerini dinlemedi. Kendi başına hareket etti. Bu yüzden Türk filoları müthiş bir bozguna uğradı (1571). O kan ve ateş tufanları arasında Uluç Ali Reis, komuta ettiği yirmi kadar gemimizi, düşman çemberini âdeta bir kılıç gibi yararak güçlükle kurtarabildi. Bu başarısından dolayı kendisine Kılıç Ali Paşa denildi.
Avrupa’nın bütün deniz kuvvetleri karşısında, o kadar dehşetli bir bozgun içinde bile yeise kapılmamış olan bu ünlü Türk amirali, Türk’ün bu çekilmiş kılıcı, Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa ile bir görüşme esnasında, ihtiyar Sokullu’nun ertesi seneye bir donanma yetiştirmesi emrini alınca durakladı; donanma için gerekli malzemenin kolay sağlanamayacağını söyledi. Bunun üzerine Sokullu, “Paşa, paşa, meyus olma! Bu devlet öyle bir devlettir ki, isterse bütün donanmanın demirlerini gümüşten, yelkenlerini atlastan, halatlarını da ibrişimden yaptırır.” cevabını verdi. Gerçekten de bir kış içinde kırk bin asker ve tayfa ile mücehhez iki yüzden fazla gemi yaptırarak, Amiral Kılıç Ali gibi ömründe feleğe baş eğmemiş bir kahramana bile bükülmez elini öpmek için huzurunda baş eğdiren yine Sokullu’dur.
II. Selim’in ölümünden sonra, Sokullu sarayda yavaş yavaş soğuk karşılanır bir duruma düşmeye başlamıştı. Çünkü II. Selim’in şehzadeliği esnasında Üveys Paşa gibi, Kadıoğlu gibi, hizmetinde bulunanlar, efendileri tahta geçer geçmez âdeta birer ikinci hükümdar olmaya yeltenmişlerse de, Sokullu’nun çelik iradesi yeni padişahın da kendisini tutması ve ötekilere pek öyle yüz vermemesi sayesinde hevesleri kursaklarında kalmıştı. II. Selim gerçekten hak tanır, insan kıymeti bilir, ihtiyar sadrazamının tecrübesine ve iyi niyetine güvenir, Sokullu’nun esasen makul olan bütün tekliflerini kabul ederdi. Bu bakımdan Üveys Paşalar, Kadıoğlular gerçi Sokullu’ya bir şey yapamadılar; fakat onun amcası oğlu ve Budin Valisi Mustafa Paşa’yı idam için Mirahur Ferhat Ağa’yı cellatlıkta kullanmaya; yine Sokullu’nun yakın adamlarından nişancısı, münşeat sahibi meşhur Feridun Bey’i ve kethüdası Hüsrev Ağa -ki, biri yazı, öteki icraat bakımından ihtiyar sadrazamın iki tutar eli demekti- hizmetinden ayırmaya muvaffak oldular. Hatta dairesinde bulunan bazı imtiyazlı kimselerin zeametlerini,[9 - Zeamet, ziamet: Osmanlılar zamanında sipahilere verilen en büyük tımar.] tımarlarını bile zapt ederek gerek paşayı, gerek yakınlarını her türlü kuvvet ve haysiyetten mahrum bırakmaya çalıştılar. Fakat Sokullu’nun Tanrı vergisi meziyetlerini yok etmek ellerinden gelmiyordu. Sarayın bütün bu alçakça entrikaları karşısında ihtiyar sadrazam yine vakarını muhafaza ediyor; birçok yıldırım darbesine uğradığı hâlde, hak yolunda, doğruluk yolunda yükselen minareler gibi hepsinin üstünde dimdik duruyor; herkese Tanrı yolunu göstermeye çalışıyordu.
Cezmi’nin yetiştiği sıralarda imparatorluğun durumu işte bu merkezdeydi. Padişahın etrafını sarmış olan menfaat düşkünü birtakım kötü insanların bu çeşit davranışları yüzünden imparatorluğun iç bünyesinde ufak tefek çöküntü alametleri belirmeye başladığı hâlde, Sokullu’nun gayret ve dirayeti sayesinde devlet, dışarıya karşı eski azamet ve ihtişamını koruyabiliyordu.

4
O zamana göre İslam devletlerinin büyüklerinden sayılan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kuzey sınırlarında kurulmuş büyük bir ordu hükmünde bulunan Kırım Hanlığı da Devlet Giray devrindeki parlaklığını kaybetmeye başlamıştı. Çünkü Devlet Giray’dan sonra yerine gelen Semin (Semiz) Mehmet Giray, vücutça kanı kesilmiş, karnı su toplamış gibi, aşırı derecede şişko bir şeydi. Bundan başka âdeta bozulmuş, şişip kabarmış kötü bir kalbi vardı. Cengiz töresinin yenilenmesini İslam birliğinden, kendi istibdadını halifeliğin devamından üstün tutardı.
Fakat kendisi han olduğu zaman “Kalgay” yani veliaht tayin ettiği kardeşi Âdil Giray, ağabeyinin fikrinde ve yolunda değildi.
Âdil Giray, Cezmi’den birkaç ay önce, bir ilkbahar sabahı, güneşle beraber doğmuş ve doğar doğmaz da güya bu âlemin sonunun geleceğini ve insanoğlunun düşkünlüklerini biliyormuş gibi ağlamayı âdet edinmişti.
Güya ki, Şeyh Galib’in (Hüsn ü Aşk – Güzellik ve Aşk) adlı eserini süsleyen ninnisinin:
Uyu ey ay yüzlüm, bu az zamandır!
Feleğin maksadı sana yamandır;
Zira ki o çok sert ve bi-amandır;
Lütfetmesi bile ateşle kandır..
Sanırım sonunda harap olursun..”
kıtasını sanki Âdil Giray’ın dadısının ağzından söylemiş ve:
Ta doğduğum günden beri ağlarım
mısrasını sanki Âdil Giray’ı göz önüne getirerek yazmıştır.
Çocuk yavaş yavaş emeklemeye başladı. Bu, öyle bir emekleyişti ki, o zamanlar mahkûmlara takılan gülleler gibi, âlemin sıkıntılarından bir küre yapılmış da ayağına bağlanmış sanılırdı. İki adım attığı zaman -dünya dönerken nasıl üstün bir kuvvetin ezici pençesinde bitkin olduğunu gösterirse- o da hareketine kendi isteğinin üstünde bir kudretin mâni olageldiğini gösterirdi.
Çocuk büyümeye başladı. Bahçelerde oynayışı bile başka çocuklara benzemezdi. Bazen eline bir yaprak alır, havaya atardı. Yaprak, rüzgârın tesiriyle titredikçe üzerine rastlayan nurun gösterdiği hafif hafif dalgalanışlara bakar, gökyüzünde de çocuklar birbirlerine yaprak atıyorlarmışçasına görünen yıldızlar, o yaprakların parlaklığıymış gibi birtakım hayallere kapılırdı.
Bazen havada bir ateş böceği görür, aydan kopan bir parça yere düşmüş de ay gibi uçuyor sanırdı. Yaşı henüz araştırmalara ve bilgilerle uğraşmaya elverişli olmadığı hâlde, daha o yaşta, hayalinde kendine göre bir âlem yaratmış ve belki:
Bir düşünceyle sana bin âlem icat eylerim
mısrasındaki hayal gücünü gösterecek dereceye gelmişti. Çünkü doğuştan şairdi.
Şair nedir? “Tabiatın en sevdalı zamanlarındaki hüzünlü gülümsemelerinden yaratılmış bir mahluk!” Gülümseyişlerinde güldeki şebnem gibi gözyaşları, ağlayışlarında bulutlardaki eleğimsağma gibi gülümseme alametleri görünür; tabiata bütün yaratıklardan daha fazla esirken, tabiatın üstüne çıkmak ister; kendi kendini bile idare edemezken, dünyayı zayıf kollarıyla sürükleye sürükleye başka bir feyiz noktasına, başka bir olgunluk merkezine götürmeye çalışır. Bunca didinmeler içinde gücü, kuvveti kesilince de, ya kafeste siyah perdeler içinde mahpus bülbüllerin nağmesi kadar hüzünlü veyahut dünyamızdan teneffüse yeter hava bulamayacak derecede yükselip sonra aşağıya doğru hiddetle süzülen sahillerin haykırışı kadar acı feryatlara başlar.
İşte asıl şiir o feryatlar ve asıl şair de o karakterde, o yaradılıştaki insanlardır. Yoksa beş on kelimeyi aruz veya hece kalıplarına uydurmaya, yine birkaç kelimeyi birbirine kafiye yapmaya muktedir olanlar değil…
Konudan ayrılmayalım! Âdil Giray, doğuştan büyük bir şair yaratıldığı gibi, kisbî kabiliyetinin sair cihetleri de o nispette olağanüstüydü.
Artık öğrenim çağına gelmişti. Kendine okutulan kitapları, sanki dünyaya gelmeden önce okumuş bitirmiş gibi gördüğünü bir bakışta anlardı, öyle ki, henüz yirmi yaşlarında iken, zamanının bilginlerinden sayılıyordu.
Âdil Giray’ın bir üstünlüğü de, endamındaki güzellikti; yüzünün pembe ile süslü sarıya çalan tatlı bir rengi vardı. Derin mavi gözleri ise o tatlı renk içinde, gökyüzünün gurup bulutları arasından güçlükle belirebilmiş iki parçasını andırıyordu.
O bulutlar hep aynı renkte oldukları hâlde, ziyanın tesiriyle açıklaşarak, koyulaşarak nasıl birçok renkte görünürse, Âdil Giray’ın yüzü, saçları, kaşları ve bıyıkları da sarılık içinde türlü türlü sarılıklar peyda ederdi.
Kırım hanlarının, hanoğullarının ve hatta halkının elbisesi de İstanbulluların o zamanki esvaplarına benzemezdi. Arkalarına giydikleri şeyler, oldukça dar ve binaenaleyh vücutlarıyla orantılıydı. Başlarında kavuk yerine güzel siyah bir kalpak bulunurdu. Âdil Giray’ın bu biçim elbisesi ise, yüzüne, gecenin mehtap halesine yakıştığı kadar yakışırdı.
Âdil Giray, doğuştan şair olduğu kadar da asker yaradılışlıydı. Vicdanı temiz, kültürü kuvvetli, dindar ve hamiyetli bir insandı. Halifelik merkezi olan İstanbul’u dayanak noktası bilir; bağlı bulunduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun devamını kendi hayatından daha üstün tutardı.
Tarihlerden etraflıca anlaşılacağı üzere, o zamanlar Kırım’da kalgaylık; veliahtlık, sadrazamlık, başkomutanlık gibi birtakım yüksek hizmetleri ifade eden yüksek bir makamdı.
Hanların tayin ve azilleri, Osmanlı padişahının yetkisi içindeydi. Azledilen veya ölen hanların yerlerine de çok defa kalgaylar tayin edilegelirdi.
İşte Osmanlı başkentinde böyle bir yetkinin ve Kırım’da da Âdil Giray yaradılışta dürüst bir zatın bulunuşu, Mehmet Giray’ı kötü tasarılarını gizlemek zorunda bırakıyordu.
Dünya üzerinde birbiriyle birleşemeyecek iki son nokta bulunmadığı gibi, Cezmi’nin yaradılışı, görünüşte Âdil Giray’ın taban tabana zıddı sanısını uyandırıyorsa da, gerçekte herkesten fazla ona yakındı.

5
İran’da İsmail Safevi’nin yerine Şah Tahmasp (saltanat: 1524-1577) geçmişti. Fakat bu, öyle bir tahta çıkıştı ki, Yavuz’un ve Kanuni’nin keskin kılıçlarının hâlâ devam edegelen korkusuyla Tahmasp, kendine bir başkent bile bulamayacak kadar dehşet içindeydi. Bununla beraber; bu korkak ve hain herif, Şehzade Sultan Bayezit kadar asil bir misafirini bazı menfaatlere kurban ettiği gibi, bütün tebaasını soyarak Asya’nın yarısından ziyadesini yağmalamış, Cengiz’inkine yakın mal ve mülk toplamıştı. XVI. yüzyılın sayılı zalimlerindendi; yaptığı zulümler insan tahammülünün kat kat üstündeydi.
Babası Şah İsmail Safevi zamanında kurulan devletini, Osmanlıların ve Şeybanilerin ezici yumruğundan ve istilasından koruyabildiği için yine aynı yüzyılın büyük adamlarından da sayılabilen Şah Tahmasp, elli üç senelik uzun bir saltanattan sonra 1577’de ölmüş, daha doğrusu layık olduğu cezaevine göçmüştü.
XVI. yüzyıl, devlet adamı yetiştirmekte bereketli bir çağ olduğundan mıdır nedir, İran da Tahmasp’ın ölümünden sonra değerli idareciler çıkarmaktan geri kalmadı.
Tahmasp’ın sekiz erkek çocuğu bir araya toplansa hepsi bir adam etmezdi; hepsi de birbirinden aşağılık şeylerdi. Fakat bir kızı ile bir gelini politika alanında, bir torunu da kahramanlık meydanında kendisi kadar ve belki kendinden ziyade şan ve şeref kazanabilecek yaradılıştaydılar.
Kızı Perihan, gelini, en büyük oğlu Mehmet Hüdâbende’nin karısı Begüm Şehriyar, torunu da, Hüdâbende ile Şehriyar’ın çocukları Hamza Mirza idi.
O zamanlar on sekiz, on dokuz yaşlarında bulunan Perihan, Tanrı’nın özene bezene yarattığı, gerçekten eşsiz bir dünya güzeliydi. Ahlak ve karakter bakımından da emsali yoktu. Çok cesur ve her bakımdan kuvvetliydi. Çelik gibi sağlam bir iradesi vardı.
Begüm Şehriyar’a gelince: Kırkına yaklaştığı hâlde, tazeliğini ve güzelliğini henüz kaybetmemişti; renkli bir güzellik içinde göze çarpardı. Yılan gibi görünüşte zayıf, fakat gerçekte kuvvetli bir bünyesi vardı. Âciz kaldığı zamanlar yılan gibi yerlerde sürünür; fakat eline fırsat geçer geçmez insanı sokardı. Amacına varmak için, izini kaybettirecek eğri büğrü bir yol takip ederdi. Velhasıl acayip bir rüzgâr gibi eser dururdu.
Perihan’ın bir gonca gülü andıran güzelliği yanında onun güzelliği zakkum çiçeğinin güzelliğinden farksızdı. Ahlak ve ruh bakımından da Perihan’ın taban tabana zıddıydı. Şahsi menfaatlerini her şeyden üstün tutardı.
Yaş bakımından tecrübesi daha fazla olduğu gibi, hareketleri de, maddecilikle, menfaatle fazla uğraşanların hareketleri gibi dolambaçlıydı. Bu bakımdan entrika alanında saf Perihan’dan üstün olması -bu alçak dünyanın gidişatına göre- normal bir şeydi. Cesaret bakımından sıfırdı. Perihan’ın cesareti ise, ancak büyük kahramanlarla kıyaslanabilecek derecedeydi.
Hamza Mirza’ya gelince: Bu zat, annesine hiç benzememişti. Şehriyar yılan karakterinde, kendisi ise kaplan tabiatındaydı. Yılandan kaplan doğabileceğini kim umar? Fakat Ulu Tanrı en olmayacak şeyleri bile yaratmaya kadirdir. Hamza Mirza son derece cesurdu. Dünyada hiçbir tehlikeden çekinmez, gözünü budaktan esirgemezdi. Askerlikte de büyük bir istidadı vardı. Hatta aşağıda görüleceği üzere, Özdemiroğlu gibi zamanının en büyük ve en tecrübeli askeriyle uğraşmaya muvaffak olmuştu. Fakat nefsine son derece düşkündü. Can yakmaktan, kan dökmekten hiç çekinmez, bundan âdeta zevk duyardı.
Tahmasp’ın ölümü sırasında bu üç üstün kuvvetten, yani Perihan, Şehriyar ve Hamza Mirza’dan, yanında yalnız kızı Perihan vardı. Asker ise, Gürcü ve Çerkez reislerinin etkileri altında bulunuyordu. Gürcülerin reisliğini Mirza Ali Han-ı Cürî ve Hüseyin Kuli Halife, Çerkez beylerinin reisliğini de Dağıstan Hâkimi Şemhal yapıyordu.
Şemhal Perihan’ın dayısıydı, Hüseyin Kuli Han ile Ali Han Gürcü’nün de Tahmasp şehzadelerinden Mirza Haydar’a anne tarafından yakınlıkları vardı.
Fakat asker takımının en düzgün ve en kalabalığı, sarayın muhafızlığında bulunan ve bizim o zamanki bostancılar hükmünde olan koruyuculardı; onların komutanı da Hüseyin Bey Yüzbaşı adında gayet cüretli ve kahraman bir zattı.
Tahmasp ölünce, Hüseyin Bey Yüzbaşı, şehzadelerden birini kendi kuvvetiyle tahta çıkarmak ve bu sayede kendisi de manevi bir saltanat kurmak hevesine düşerek, tekmil koruyucuları başına topladı. Gürcü takımını da Çerkez takımından daha kuvvetli gördüğü için, Gürcü reislerinin birliğine girdi. Saltanata en münasip olarak Haydar Mirza’yı düşünüyordu. Zaten Tahmasp, daha ölüm döşeğinde can çekişirken, saray entrikacıları Haydar Mirza’yı gizlice saraya sokmuşlar ve şah son nefesini verdiği anda, içerideki taraflarının yardımıyla, başına bir de taç oturtmuşlardı.
Tahmasp’ın öldüğü dışarıda duyulur duyulmaz, gerek Hüseyin Bey, gerek Gürcü reisleri, seçtikleri yeni şahı alkışlamak için, silah elde saray civarına saldırdılar. Dua ve tebrik sesleri ayyuka çıkıyordu.
Tam bu sıradaydı ki, sarayın küçük kapılarından biri şiddetle açıldı. At üzerinde bir garip yaratık, açılan kapıdan alana atıldı. Bindiği at beyazdı; fakat vücudundaki yer yer kan damarlarından benekli bir kaplana benziyordu. Binicisinin uzun saçları, hayvanın üzengilerine kadar dökülüyor ve bu saçlar, güneşin batacağına yakın ufukta görünen siyah bulutları andırıyordu.
Gözleri tıpkı birer yıldız gibi parlıyor, etrafa nur saçıyordu. Henüz açılmamış iki goncaya benzeyen kırmızı dudaklarından dokunulsa kan akacak sanılırdı. Arkasında, hafif ve beyaz bir bulutun mehtabı örtebileceği kadar, vücudunu örten ve hatta üzerinde kan damarlarından hasıl olan lekelere bakılırsa, buluttan ziyade ay etrafındaki nur çemberine benzeyen bir gömlek vardı. Elinde, rüzgârın şiddetinden bir dal gibi kavisleşmiş, çiçeği leylak dalları renginde ve şeklinde bir kılıç tutuyordu.
Böyle tabiatüstü bir vücut, hiç kimsenin beklemediği, hatta düşünmediği bir anda, etrafına dehşet saçarak alana atılınca, saray kapısı önünde bulunan askerler, başka bir âlemden inme bir yaratık görmüş gibi birden irkildiler, büyük bir şaşkınlığa uğradılar. Gürcülerin elleri ayakları titremeye, ellerindeki silahlar yere dökülmeye başladı.
Alana atılan binici, hemen oradaki halkın üzerine doğru atını sürdü ve hiç lakırtı söylemeye lüzum görmeksizin sadece kılıç işaretiyle dağılmalarını emretti.
Askerlerin yaktığı meşalelerden, yüzünün bir tarafına korkunç bir kızıllık aksetmiş, öte tarafına da sanki parlak bir ışık eklenmişti. Bu durumu ile, gerçekten dünyamızın dışında başka bir âlemde yaratılmış da sonra dünyaya inmiş nurdan bir cisim gibi görünüyordu.
Bu müthiş binici, Perihan’dan başkası değildi. Haydar Mirza’nın alkışlarını, Haydar Mirza taraftarlarının saray içinde sağa sola saldırışlarını uykusu arasında işitmiş, hemen yatağından fırlayarak gecelik kıyafetiyle dışarı atılmış ve birinin kanına susayan, birini boğmaya çalışan iki atlı arasından bir koruyucunun yere düşen kılıcını kaptığı gibi başka bir koruyucunun merdiven başında bıraktığı hayvana atlayarak kapıdan dışarı fırlamıştı.
Saray içinde birbirine saldıranların bir tarafında Hüseyin Bey Yüzbaşı’nın askerleri, öte tarafında da Şemhal taraftarları bulunuyordu. Çünkü Şemhal, Tahmasp’ın ölmek üzere olduğunu yeğeni Perihan’dan öğrenmiş, Gürcülerle koruyucuların Haydar Mirza’yı tahta çıkarmaya uğraştıklarını da kendi adamlarından haber almış ve bunun üzerine kendi taraftarlarını karşı taraftakilere mağlup ettirmemek için, yanındaki Çerkezlerle sarayın başka bir kapısından içeriye dalmıştı.
Hüseyin Bey Yüzbaşı’nın divan kapısını zorlayarak kırdığı ve içeri hücum ettiğini görünce, o da işe karışmaya karar verdi.
Saray dışındakiler, meşalelerle, sevinç çığlıklarıyla, Haydar Mirza namına, âdeta düğün şenliği yapıyorlardı. İçeriye girenler ise, hançerlerle, kılıçlarla, dışarıdaki şenliğe karşı, bir matem yuvası hazırlamakla meşguldüler.
Perihan, o belalı yerden kurtulup da, cüret ve cesaretiyle kimseye benzemeyen kılık kıyafetinin yarattığı şaşkınlık sayesinde, ortalığa hâkim olarak Gürcü takımını bulundukları yerde şaşkın şaşkın dolaştırdığı sıralardaydı ki, Şemhal, saraydaki Haydar Mirza’yı taraftarlarıyla birlikte mahvetmiş, girdiği kapının muhafazasına bıraktığı silah arkadaşlarının imdadına koşmuştu.
Yukarıda tasvir ettiğimiz garip cismi görünce, o da şaşırdı kaldı; o da karşısında birkaç adım atamamak derecesine geldi. Bir hayli durakladıktan sonra, gökten inmiş bir melek yahut yerden çıkmış bir peri sandığı vücudun, yeğeni Perihan olduğunu nihayet anladı. Ve ancak ondan sonra yanına yaklaşmaya cesaret edebildi.[10 - Perihan’ın şahsı hayal mahsulü ve kılık kıyafeti şair mübalağası zannedilmesin! Osmanlı tarihlerinin hangisine müracaat etseniz, onun adını sanını, becerdiği işleri ve bunların sonuçlarını görür, okursunuz.Osmanlı-İran münasebetlerine ve bu iki devlet arasında geçen olaylara dair oldukça tafsilat veren Fransız tarihlerinde de Perihan’ın bir hayli niteliği tasvir olunmuştur.]
Şemhal, Tahmasp’ın karılarının hangi milletten olduğunu ve çocuklarının her birinin hangi karısından doğduğunu bilemezdi. Bildiği yalnız Perihan’ın annesi kendi kız kardeşiydi ki, o da on dört yıl önce ölmüştü.
Bununla beraber, İran’ın o zamanki durumu:
Her bir aşiretin Beyi bir başka Padişah
mısrasındaki anlama tıpatıp uygundu. İleri gelenlerden hangisi rakiplerini yenerse, hükûmetin kendi kabilesi tarafından kurulmasını isterdi. İşte bu geleneğe uyarak Şemhal de, Tahmasp’ın Çerkez anadan doğma bir oğlunu İran tahtına çıkarmak fikrine düştü. İçlerinde kan ve soy bakımından hangisinin Çerkez olduğunu yeğeni Perihan’dan sordu.
Perihan, o zamana kadar, bazen bulutlarda görünen elektrik kızıllığını andırır korkunç bir hâlde dururken, birdenbire yıldırım kadar parlak, yıldırım kadar müthiş bir kahkaha ile:
“Dayı, içlerinde Çerkez olarak yalnız ben varım! Fakat sen, haşa, Tanrı değilsin ki, beni erkek yapıp tahta çıkarmak elinden gelsin!” dedi.
Şemhal, Gürcü takımının en sözü geçen reisi Hüseyin Kuli Halife’yi saraya getirtti. Aralarında birçok görüşme oldu. Sonunda yine Perihan’ın fikrine uydular. Tahmasp’ın oğullarından o zaman Kahkaha Kalesi’nde[11 - Kahkaha Kalesi, İran’da bir kalenin adı.] bulunan II. İsmail’i tahta çıkarmak için davet ettiler.
Perihan’ın bu makama İsmail’i seçmesine sebep, o zamana kadar kendisinde göregeldiği sessizlik, yumuşak huyluluk ve adalete karşı gösterdiği yapmacık sevgiydi. Eline bir fırsat geçerse, milleti mesut edecek ve hususiyle İranlıları Sünnileştirecek gibi görünür ve Perihan’a karşı -bütün kudretlerini entrikadan alan haris kimselerin yüksek düşünceli olgun insanlara daima ödeyegeldikleri- yaltaklık vergisinde devam eder dururdu.
İsmail, gerek hâli, gerekse kalemiyle, fakat en ziyade hilekârlığı ve düzenbazlığı sayesinde, Perihan’ın gözünde kendisini oldukça insana benzer bir şey olarak göstermeye muvaffak olmuştu. Kendisi ise, kardeşinin fıtri kabiliyetlerini sadece bir icra vasıtası telakki eder; kız kardeşine, bazı katillerin adam öldürdükten sonra kırıp bir tarafa atıverdikleri silah gözüyle bakardı.
Nitekim, tahta çıkar çıkmaz evvela Perihan’ın taraftarlarıyla uğraşmaya başladı. Şemhal’i öldürtmeye çalıştı, muvaffak olamadı, fakat Şirvan’a kadar kaçmak zorunda bıraktı. Bununla da yetinmedi; kardeşlerinden, akrabasından sağ kalanların gözlerine, o zamanların melun âdeti üzere, mil çektirdi.
Kahkaha’dan Kazvin’e gelinceye kadar “Pederim” diye hitap ettiği, Kazvin’de evine indiği ve hükûmetin idaresini güya onun eline teslim ediyormuş gibi, hakkında birçok güven belirtisi gösterdiği zavallı Hüseyin Kuli Halife’yi de birkaç gün içinde, arkadaşları ve akrabası gibi, göz nurundan mahrum bıraktı.
Feleğin çemberinden geçmiş bir tilki kadar hilekârdı. Tahta çıkıncaya kadar, yumuşak huyluluğu ve cömertliğiyle olağanüstü bir ün kazanmış olan II. İsmail şah olur olmaz garezciliğini, kinciliğini o dereceye götürmüştü ki, yukarıda durumundan söz ettiğimiz Hüseyin Bey Yüzbaşı’yı, yegâne kurtuluş yeri bilerek sığındığı Bağdat’tan bin bir çeşit desise ve tedbirle getirerek derhâl idam ettirdi.
Perihan’a gelince: Bütün bu işler olup biterken o, en yüksek dağlarda bulunup da ayağının altındaki bulutların yıldırım, şimşek ve yağmur gürültülerini eğlence tarzında görenler gibi, II. İsmail’in hareketlerini kayıtsızlıkla, fakat dikkatle takip ediyordu. Çünkü aklı kudretince kardeşinden kat kat üstün olduğunu biliyor ve Şah II. İsmail’in, oturduğu iktidar koltuğundan aldığı şiddetin kendisine değil, hatta eteklerine bile yetişemeyeceğine emin bulunuyordu.
Şah II. İsmail’in aptalca bir kanaati vardı. İtiraz edenler mezara girerse, itirazın arkası kesilir, gözlere mil çekilirse tenkitçi bakışlar da kapanır zannederdi. Hâlbuki şairin üç yüz bu kadar sene sonra, Osmanoğulları’nın 33. padişahı Sultan II. Abdülhamit’e hitaben söylediği:
Ne mümkün zulm ile bidâd ile imha-yı hürriyet
Çalış, idraki kaldır muktedirsen âdemiyyetten..[12 - Beyit, Namık Kemal’in “Vatan Kasidesi”nden alınmıştır.]
beyitten de anlaşılacağı üzere, hürriyet fikri zulümle, adaletsizlikle asla yok edilemezdi.
Müstebit İsmail’in zulmüne uğrayanlar, yine onun emriyle idam edilen reislerin çocuklarını, mezar kadar sessiz, ölü gibi sır vermez birer intikam aleti yaptılar. Ve Şah II. İsmail tahta çıkışından bir buçuk yıl sonra, bir ramazan gecesi, has nedimi Helvacıoğlu Hasan Bey’le beraber, bir odada ölü bulundu.
İsmail’in ne suretle öldüğü bir türlü anlaşılamadı. Odalarının kapısı açıldığı arada şah ölmüştü; Hasan Bey de henüz can çekişmekteydi; bir iki dakika sonra o da öldü. Binaenaleyh, bu çifte ölüm olayının nedeni ve nasılı anlaşılamadı. Hiç değilse, Hasan Bey’in ifadesinden olsun tarihe bazı üstünkörü malumat kalması dahi nasip olmadı. Yalnız, sebepleri gizli kalmış olayları daima birisine mal etmeyi âdet edinen hayal sahipleri, şahın ölümünü Perihan’dan bildiler. Fakat bu zan hiçbir müspet delile dayanmıyordu.
Bizim tarihçilerden bazılarının rivayetine bakılırsa, II. İsmail bir yandan İran’da Sünnilik kuvvetiyle kendi saltanatını kuvvetlendirmeye çalıştığı hâlde, bir yandan da Şiilik kuvvetiyle Osmanlı Devleti’ne karşı koymak fikrindeydi.
Kalpleri kötü, akılları kıt kimseler çok defa ikiyüzlü, iki meşrepli, iki mezhepli olmayı büyük bir maharet sayarlar; birbirine zıt şeyleri bir araya getirmenin aklen de, mantıken de imkânsız olduğunu düşünemezler. Karlar, tipiler içinde birtakım izler görüp de hiçbirine güvenemedikleri hâlde, yine hiçbirini kaybetmemek için bir yönden öbür yöne habire koşan acemi yolcular gibi, iki yol arasında boşuna helak olur dururlar.
Tarihlerimizin bir kısmı da, Sokullu’nun faydasız görmesine rağmen açılan ve 1577’den 1639’a kadar muhtelif fasılalarla yarım asırdan fazla sürüp giden Osmanlı-İran savaşlarının bu safhasını, Osmanlıların İran’dan bazı yerler koparmak tamahkârlığına bağlamak istemişlerse de, işin doğrusu öyle değildir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Kanuni devrini andıracak ve Köprülü devrine gelinceye kadar en son ve bir dereceye kadar en parlak silah parıltısı sayılabilecek o savaş, gerçekte Şah II. İsmail’in, yukarıda söz konusu ettiğimiz acayip fikirlerinden ileri gelmişti.
Perihan’ın, canını dişine takarak koskoca bir saltanat tahtına çıkarttığı Şah II. İsmail o yüksek makamdan kendi münasebetsizlikleri sebebiyle, hatta hayatını da kaybederek gitmişti. Yerine gelen Muhammed Hüdâbende, gözlerine mil çekilmiş zavallı bir âmâ idi. Yıllardır dünyayı görmekten mahrum kalmış müebbet zindan mahkûmları gibi, hayatını saran koyu karanlıklar sebebiyle, yaşamak kendisi için belki çekilmez bir azap olmuş; vücut rahatından başka dünyada her lezzetten yoksun bulunduğundan, kimse ile uğraşmak şöyle dursun, dünyasından bile bütün bütün usanmış bir adamdı.
Yeni şahın komutan ve yakınlarının çoğu da, Şah II. İsmail tarafından gözlerine mil çektirilmiş Hüseyin Kuli Halife ve o kabilden felaket arkadaşlarıydı. Bununla beraber, yine de Türklerle savaşmak arzusundan geri kalmazlardı.
İran’ın o zamanki hükûmetine, gerek maddeten, gerek manen, körler âlemi denilse yeridir.
O yıllarda İran’ı idare edenlerin hemen hepsi gerçekten kördü ki, Perihan’ın her işinde, her davranışında parlayan zekâ ışıklarını bir türlü göremiyorlar; Begüm Şehriyar’ın gidişatındaki hainliği de, bazı çiçeklerdeki zehirler gibi yüzünün güzelliği örttüğü için, bir türlü fark edemiyorlardı.
Henüz, pek genç olan Hamza Mirza’nın istidadını yaşıyla, cellat kudretini de boyu ile ölçüyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun servetini ise, ancak Yavuz Sultan Selim’in Kanuni Sultan Süleyman’ın zatlarıyla kaim sandıkları için, Türk milleti ile savaş alanında boy ölçüşmeyi kolay sanıyorlar; birtakım boş hayallere kapılmaktan kendilerini alamıyorlardı.
İşte o arzuların, o huyların sonucuydu ki, Safevî Devleti’yle Osmanlı Devleti birbirine harp ilan etti.

6
Devrin sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa, bu savaşı faydasız görüyor ve yapılmasını istemiyordu. Çünkü Don Nehri’yle Volga Nehri’ni birleştirip, Hazar Denizi üzerinden Turan’a bir ulaşma yolu açmak ve böylece İran’ın tepesinde bir tehdit yumruğu yaratmak umudunu kaybetmişti. Esasen askerin durumu da malumdu. İran Seferi’ni istememekte Sokullu’nun iki düşüncesi daha vardı.
1- Donanmamızın İnebahtı bozgunu (1571) siyaset yönünden gerçi hiçbir etki yaratmamıştı. Fakat Osmanlı Devleti, Yıldırım’la Timurlenk arasındaki Ankara Meydan Savaşı’ndan beri hiçbir yerde yenilmemiş, bahusus kuruluşundan beri Avrupa’nın karşısında böyle bir yenilgi görmemişti. Binaenaleyh, İnebahtı bozgununun sonucu olarak zafer güveninin bizde bir dereceye kadar azalması ve Avrupalıların Osmanlı İmparatorluğu’nun ikbal güneşini söndürme ümitlerinin artması tabii idi. Bu takdirde ise, Avrupa’da aleyhimize yine bir Haçlılar birleşmesi ortaya çıkabilirdi. İşte bu kuvvetli ihtimali göz önünde tutan ihtiyar ve tecrübeli sadrazam, elindeki kuvvetlerin bir kısmını doğuda harcamak istemiyor; hepsini batıdan gelebilecek bu tehlikeye karşı hazır bulundurmak istiyordu.
Sokullu’nun bu düşüncesi çok doğruydu. Zira imparatorluğun başında, bir yandan Avrupa’nın bağrına kadar uzanırken, bir yandan da İran’ı titretecek olan bir Yavuz Sultan Selim, bir Kanuni Sultan Süleyman yoktu. Kendisi ne kadar büyük bir adam olursa olsun, iktidar mevkisinde padişahtan sonra geliyordu. Hem İran’a yeni bir savaş açtığımız takdirde Avrupalılar bunu fırsat bilerek üstümüze çullanmazlar mıydı? Aksini kim iddia edebilirdi? Bu takdirde, hem doğudan hem batıdan gelecek iki tehlikeye karşı durmak kolay bir iş değildi. Binaenaleyh, tehlikeyi kendi üstüne davet demek olan bu savaşı ihtiyatsızlık sayıyor, faydasız ve neticesiz buluyordu.
2- Avrupa zengin bir bölgeydi. Yeniçeriler ve sipahiler Avrupa seferlerinde birçok ganimet elde ederlerdi. Bundan başka gittikleri yerlerin menzilleri az, mevkileri bayındır olduğundan, savaşlarını daha kolaylıkla yaparlar ve netice olarak savaşların hep Avrupa’da olmasını isterlerdi. Çaldıran’a giderken yeniçeriler, Yavuz gibi bir cihangirin çadırına bile kurşun sıkarak hoşnutsuzluklarını açığa vurmamışlar mıydı?
İran ise, Cengiz’in, Selçuklukların ortaya çıkışından beri, birkaç yüz sene içinde belki kırk elli defa istila belasına uğramış, yağma edilmişti. Bundan başka Şah İsmail Safevi’nin Şiilik namına telef ettiği canlar, yıktığı yuvalarla bir büyük harabeye dönmüş; içindeki köyler, kasabalar mezarcı kulübesi gibi görünen koca bir mezarlığa benzemişti. Bütün bunlardan başka, arada ne de olsa bir din kardeşliği vardı.
İran’a sefer açıldığı takdirde, İstanbul’dan hududa ve huduttan da gidilecek yerlere kadar, hemen Avrupa’nın tamamına yakın bir mesafeyi hem de yürüyerek geçmek gerekiyordu. Geçilecek olan bu meşakkatli yollarda ise, ganimet namına hemen hiçbir şey yoktu. Bilakis her çeşit sıkıntı bol bol mevcuttu. Bu bakımdan asker takımı, İran seferini ya Sultan I. Selim’in şahsiyetindeki heybet ya da Kanuni Sultan Süleyman’ın kendi asker gönüllerinde yarattığı ve parlattığı saygı kuvvetiyle yaparlardı. Sokullu devrinde ise ne öyle bir heybet ne de böyle bir saygı vardı… Tecrübeli sadrazam, asker İran viraneliklerine sevk edildiği takdirde, yetmiş seksen yıldan beri bin bir çeşit belayla arkası ancak alınabilen fitnelerin, ayaklanmaların geri gelmesinden de çekiniyordu. Bu düşünce çok isabetli idi. Nitekim, yeniçeri ve bilhassa sipahi tarihlerinde görülen yeni kargaşalıkların ilk tohumları bu savaşta ekilmeye başlandı.
İkinci Vezir Ahmet Paşa da, sadrazamın fikrindeydi. Fakat Ahmet Paşa’nın esasen sadakatten başka bir meziyeti, her işte Sokullu’ya tabi olmaktan başka bir fikri yoktu. Hatta zamanının zürefası kendisine Sadrazam Gölgesi diye ad takmışlardı.
Yukarıda biraz belirtildiği üzere, Sokullu sarayda eski itibarını kısmen kaybetmişti. Bundan dolayı saray adamları, sadrazam her ne istese onun aksi bir yol tutmayı, amaca varmak için en doğru, en kestirme bir çare saymaya başlamışlardı.
İran Savaşı meselesinde Sokullu’ya en çok itiraz edenlerden biri ve belki birincisi, Kıbrıs Fatihi Lala Mustafa Paşa’ydı ki Kubealtı’nda üçüncü vezirdi.
Bu savaşın heveslilerinden birisi de, yine Sokullu’nun sayesinde Tunus ve Yemen’in fethinde hizmetleri görülen Dördüncü Vezir Sinan Paşa’ydı.
Bu iki zat, birbirlerinin fatihlik, kahramanlık şöhretlerini çekemezlerdi; ikisi de Sokullu’dan sonra sadrazam olmayı kafalarına iyice yerleştirmişlerdi. İkisi de o devrin devlet adamları arasında, Sokullu’dan sonra, kendilerinden büyük bir adam bulunabileceğini bir türlü kafalarına sığdıramazlardı.
Bununla beraber aralarında bir fark da vardı: Lala Mustafa Paşa “Sokoloviç” veya Türkçesi “Şahinoğlu” soyundandı. Bu bakımdan sadrazamın en yakın akrabasından olduğu hâlde, aynı zamanda en büyük düşmanlarındandı. Çünkü, kendisi ikbal mevkisine karşı ne kadar haris ise, sadrazam da o nispette mevkiye hiç önem vermez, yalnız vazifesini severdi.
Sinan Paşa’nın ise gerek ahlakça, gerek soy ve akrabalıkça Sokullu ile hiçbir ilgisi yoktu. İktidar koltuğu hırsında Lala Mustafa Paşa’yı bile fersah fersah geride bıraktığı hâlde:
“Erişir menzil-i maksuduna aheste giden
Tiz-reftar olanın pâyına dâmen dolaşır”[13 - Yavaş giden amacına erişir. Hızlı gidenin eteği ayağına dolaşır.]
fikrini benimsemiş, uzak görüşlü bir zattı. Padişah, yakınlarından ziyade Sokullu’nun himayesinde gölgelenmek ister; fakat bir yandan da saray adamlarını boşlamazdı. Hayli zengindi. Yaşadığı devir ise, hediyeler devri ve mutlaka büyüklerden birine bağlılık devriydi.
Sinan Paşa, İran seferi meselesinde tabii Sokullu’dan ayrıldı. Çünkü, gerek padişah yakınlarının, gerek Lala Paşa’nın saraydaki nüfuz derecelerini iyice biliyor ve bu savaşın mutlaka açılacağına inanıyordu. İran Savaşı açıldığı takdirde ise, ordunun emir ve komutası, kendinden kat kat üstün olan baş rakibi Lala Mustafa Paşa’nın eline verilecek ve zafer kazanılınca da Sokullu’nun yerine Lala Paşa geçecek diye düşünüyor ve böyle bir durum, hiç işine gelmiyordu. Binaenaleyh, yapılacak iş savaşa taraftar olmak ve katılmak, rakibine meydanı boş bırakmamaktı.
Bu iki zattan Lala Mustafa Paşa, İran’ın savaş hazırlıkları karşısında güdülecek barışçı bir siyasetin, imparatorluğun şan ve haysiyetine dokunacağını ve belki bu suretle düşmana karşı girişilecek uysallığın, kuvvetsizliğimize yorumlanarak, düşmanın savaş arzularının bir kat daha şiddetleneceğini ileri sürüyordu.
Sinan Paşa ise, velev İranlılar savaştan çekinseler bile, neticede Safevi saltanatının yıkılacağını ve böylelikle tekmil İran’ın Osmanlı ülkesine katılacağı fikrini savunuyordu.
İkisi de en büyük bir fırsat zamanının gelmiş olduğundan tutturarak, elektriğin birbirine zıt iki kuvveti gibi birer başka noktadan hareket ettiler; birbirleriyle çarpıştılar, arada savaş ateşinin alevlenmesine sebep oldular. Bu ateş ise, eğrile doğrula Sokullu merhumun haysiyetini ta temelinden sarstı.

7
Karanlık bir gecede şiddetli bir karayel fırtınasıyla Boğaziçi’nde çıkan bir yangın levhası göz önüne getirilsin! Öyle bir yangın ki, siyahlı, kırmızılı renk renk müthiş alevleriyle, eski masallarda gördüğümüz ejderler gibi kâh göklere çıkmak ister, kâh rüzgârın şiddetli bir karşı koymasıyla aşağı süzülür, denizlerle çarpışır, ortalığı birbirine katan bir heybetle sahilden denize atıldığı gibi, denizden de karşısındaki sahile saldıracak gibi görünür. Etrafına gökteki yıldızlar kadar çok kıvılcım saçar, düşen yıldızlar gibi yanık tahta parçaları, kızgın demir kırıkları dağıtır. Havadan, hatta o heybetli ateşin kenarına düşen damlalara dahi bu parçası kadar soğuk bir bela yağmuru yağar durur.
Ağaçlar, dağlar, tepeler, kimi kefeniyle ayağa kalkmış şehit cenazesi, kimi üzerine beyaz örtü çekilmiş fakir tabutu, kimi taşları kırılmış da üzerine yığılmış ecdat mezarları gibi bembeyaz karlar içinde bir dehşet, bir acayiplikle göze çarpar.
Gecelik kıyafetiyle yataklarından uğramış birtakım zayıf ve biçare kadınlar, çocuklar, can korkusu ile tir tir titreyerek etrafta dolaşırlar.
Bu korkunç manzara karşısında, denizin tufanı andırırcasına şiddetle çarpışan dalgaları arasında çalkanıp gelen bir kayıktan imdada koşmak için bir delikanlı denize atılır; kayıktakiler, ağır bir yükten kurtulmuş olduklarına hükmederler; kendi selametleri için o biçarenin dalgalar arasında yuvarlanıp gidişini kendileri için büyük bir nimet bilirler; azgın dalgalardan ziyade onun kayığa yaklaşmasından çekinirler. Sahilde bulunanlar ise, alevlerin her tarafı sardığı o korkunç anda, denizin içinde azgın dalgalarla boğuşup kendilerine yardım etmek isteyen o kahraman delikanlıya tutunması için bir tahta atmaktan bile ürkerler. Çünkü, atacakları küçük bir tahta parçasının bile, söndürmeye uğraştıkları yangını artıracağından korkarlar. Velhasıl, denizdeki gönüllü yardımcılarına ufacık bir yardımda bulunmaya cesaret edemezler. O biçarenin fırtına çığlıklarına karışan, tüyler ürpertici, sinir bozucu feryatları da, vücudu gibi, dalgalar arasında kaybolur gider. Üzerine dağ gibi dalgalar yığılır; sanki altında bir yanardağ faaliyete geçmiş de bir mezarlıktaki ölü kemikleri gibi beyaz, fakat müthiş köpükler her tarafından havaya doğru fışkırır. Her dakika, hatta her saniye dalgaların şiddetli çarpışmasına uğrayarak, kâh göklere çıkmak isteyen kasırga gibi doğrulur; kâh döne döne yerin dibine geçen ve yokuş aşağı büyük bir hızla akan sel gibi aşağı yuvarlanır; üzerinden hava tazyik eder; vücudunu dünyaya yük olmuş müstebit hükümdarlar gibi, cehennemin yedi kat dibine sevk etmek ister; yine deniz o hava basıncına karşı koyar, vücudunu mezar kabul etmemiş günahkârlar gibi dışarıya atmaya çalışır; ateş ara sıra saldırışını biçarenin bulunduğu tarafa çevirir; hayatını yok etmek için o iki sütun kuvvetle yarışa kalkar. Dalgaların her saldırışında sanki vücuduna bir cellat kemendi sarılır; dalgalara her gömülüşünde sanki bir kere mezara girer. Didişe didişe sinirleri takatten kesilir; uğraşa uğraşa vücudundaki kuvvet tükenir. Tuzlu sular yutar; âdeta içi zehirle dolar; soğuk iliklerine kadar işler; kanı donmaya, elinden ayağından hayat çekilmeye başlar. Feryat eder, kimsenin kulağına girmez; yardım diler, kimse yardımına gelmez!
Hâlbuki karşısında, gözleri önünde ve boyundan ancak üç dört defa uzun bir mesafede, vücudunu ısıtacak ateş cehennem alevleriyle yarışıyor! Kendisini kurtaracak insanlar, sahili mahşer meydanının bir numunesi gösterecek kadar kalabalık!
Fakat heyhat! O ateş ısıtmak için değil, etrafı yakmak için tutuşmuş; o insanların yüzde biri yangını söndürmeye uğraşıyorsa, yüzde doksan dokuzu can korkusu ile kendini bile kurtarmaktan âciz kalmıştır. Bir kısmı da, mahşer gününde, Tanrı katında affa mazhar olan kulların biri hayatına kastedecek kadar haris, cehenneme atılsa tamahından, ateşlerini boynuna saklayacak kadar alçak insanlardır. O korkunç ve dayanılmaz belalar arasında bile yine katilliğe, çalıp çırpmaya uğraşıyor.
İşte yardım için denize atılan gönüllünün durumunu, şeklini tasvir için ateşten, fırtınadan söz açmak gerektiği gibi, Cezmi’nin başından gelip geçenleri anlatmak için de yukarıdaki satırları yazmak gerekti.
Ancak, karşılaştırmada şu fark var: Yangın hayalî bir tasvir; birinci bölümdeki tarifler ise renkleri ileride meydana çıkacak bir tablonun müsveddesidir.

8
Cezmi’nin doğum yılını yukarıda söylemiştik. Şimdi biraz da ailesinden ve aldığı eğitimden söz edelim.
Cezmi, tımarı İstanbul civarında bulunan bir sipahinin oğluydu. Henüz iki yaşındayken, annesini kaybetti. Ana şefkati malumdur. İnsanda ne kadar ince duygu varsa, hepsi o sayede gelişir, o sayede daha küçükten eserlerini göstermeye başlar.
Cezmi’nin, annesini henüz tanıyamadan kaybedişi, o eğitimden, o şefkatten mahrum kalışı, kalbinde örtülü olan kabiliyetleri büsbütün bozmadı; yalnız başka yola çevirdi. Çünkü eğitmeni babasıydı. Babası ise asker olduğundan, çocuğunu bittabi askerce eğitecekti. Çocuk, mesela küçükken bir anne, yani bir koruyucu melek bulunmazsa, düştüğünü ve yine kalktığını görecek, masumca tavırlarına ve hatta ağlayışına gülümsemelerle karşılık verecek bir babası, kendisini teşvik edecek bir eğitmeni vardı.
Bundan dolayı, yaradılışındaki incelik ve şefkatten önce, gayret ve cüret tarafları gelişmeye başladı. Binaenaleyh anadan asker doğmamış olsa bile baba ocağından asker olarak ayrılması gerekiyordu.
Ulu Tanrı’nın bu dünyada masumlara en büyük ihsanının, en büyük nimetinin anneler olduğu inkâr edilemez. Fakat yine Ulu Tanrı’nın hikmeti, bir yavruyu anasından mahrum bırakırsa, nispeten onun yerini tutacak birisini de onun yerine koyuyor. Cezmi’nin annesi ölünce, onun yerini tutan, şefkatte anasından hiç de aşağı olmayan babasıydı.
Bazı babalar, çocuklarını korumada ve eğitimde annelerden daha üstündürler.
İnsanlık tarihi incelenecek olursa, yetişen büyük insanlar tarafından meydana getirilen ilmî eserlere iki büyük, iki esaslı sebep görülür ki, bunlardan biri acımak, öteki de cüret ve cesarettir. Acıma duygularınız çok defa anne yahut kadın kucağında, cüret ve cesaretimiz ise baba yahut erkek koltuğu altında beslenip gelişir. Bu bakımdan cennet, anaların ayağı altında olduğu kadar babaların da koltuğu altında, kılıçlarının gölgesinde bulunabilir. Bir anne, çocuğunu gereğinden fazla şefkat göstererek şımartabilir; fakat maksadı elbette şımartmak değil, eğitmektir.
Zaman gibi, sayı gibi, sonsuz mesafeler gibi, insanlardaki hayal gücünün erişemeyeceği Tanrı yapısı şeyler düşünülsün; bir de o Tanrı yapıları arasında bir dünya ve o dünyanın ortasında, boyu nihayet iki metreyi bulmayan insan adlı bir yaratık düşünülsün. Sonra o insanoğlu, şimdiye kadar yine kendi cinsinden milyarlarca kişinin ebedî sessizlik ve dinlenme yeri olan bu koskoca dünyayı, aklı sayesinde, elinde, çocukların oynadıkları top gibi bir eğlence şekline soksun, hatta sonsuzluklara bile hükmediyor denebilecek buluşlar ortaya koysun da yine bir erkekle bir kadın birleşerek aralarında kendi vücutlarından kopma, kendilerine nazaran hemen insanla dünya arasındaki kocaman fark kadar âciz ufacık bir melek doğuverince erkekleri, kadınları güldürecek derecede saf gülümsemelerle bir yolda, kadınları, erkekleri ağlatacak derecede masumca ağlayışlarla başka bir yolda doğuştan, medeniyetten, kültürden ne kadar kuvvet elde edebilmişlerse hepsini o masum zayıfın mini mini ellerine teslim etsinler, küçücük ayaklarının altına saçsınlar!
Dünyada insan için övünülecek bundan büyük güzellik var mıdır?
Cezmi’nin babası, bu yüksek düşünceleri bir kitapta görmemişse de kalbinde hissedenlerden olduğu için, ölen karısından kendine armağan kalan çocuğunu erkekçe büyüttü. Çocuk ağlayacak olsa, kendisi güler, onu da güldürürdü. Çocuk hastalanacak olsa, kendi sağlığını onun korunmasına hasreder, kendi sağlığı bozulmaksızın onu da iyileştirmeye muvaffak olurdu.
Çocuk daha sekiz dokuz yaşlarındayken hatasız bir yaradılışa, kayıtsız ve her şeyi hoş gören bir karaktere malik olmak istidadını göstermişti.
Bünyesi kuvvetliydi; gençliği bir ilkbahar ferahlığı içinde geçiyordu. Başkasından görüp öğrendiği “dünyayı bir mesire saymak” eğitimi de gönlüne başka türlü istidatlar, başka türlü hevesler vermişti. Başı ucunda yıldırım gürlese, ona, gökyüzünde birisi gülüyormuş gibi gelirdi. Gözünün önünden bir cenaze geçse, tabutunu bebek sandığı sanırdı.
Derslerini amcasından okudu. Amcası da babası gibi bir sipahi yani asker oğlu askerdi. Bununla beraber, o çağlarda çok yaygın olan kültür hevesi,[14 - Kanuni devrinde yalnız yeniçeriler arasında seksen kadar şair bulunduğu tarihî bir gerçektir.] kendisini zamanın müspet ilimlerini de öğrenmeye sevk etmişti.
Amcası gerekli bilgileri kendisine verirken ve sipahiliğe ait talimleri öğretirken, bir yandan da askerlik fikrini onun kafasına yerleştirmeye uğraşıyordu. Bu yoldaki özel eğitiminin özeti de şuydu: Askerliğin gereği gülmek ve hatta ölürken bile gülmektir. Asker, gözyaşını şehit düştüğü vakit vücudunu süsleyen yahut düşmanını öldürdüğü zaman kılıcından o mağlubun üzerine dökülen kan damarlarında görür. Asker, gerçekten askerse, mezarının en karanlık köşesinde cennete bir pencere bulur. Asker, gerçekten askerse, vücudu toprak altında yatarken, ruhunun gökyüzünde, namının halkın dilinde iftiharla dolaşacağını düşünür ve yerin altını üstü ile eşit ve belki yerin altını daha üstün görür. Asker, gerçekten askerse, rahat döşeğinde ölüp de şöylece bir mezara atılıvermekle, şan meydanında şehit edilerek mezara bedel bir milletin kalbinde yatmak arasında ne büyük fark olduğunu gayet iyi bilir.
Böyle yüksek, böyle vatansever düşüncelerden dolayıdır ki, askerliğin en büyük özelliği de savaş alanını güzel bir mesire, güzel bir yol geçidi saymaktır.
Amcasının bu konudaki düşüncesi, bu ve buna benzer sözlerle çocuğun yüksek duygularını açmaktan, geliştirmekten ibaretti. Fakat ne yazık ki Cezmi, on beş, on altı yaşlarındayken amcasını, yirmi yaşına gelince de babasını kaybetti.
Dünyaya yalnız başına geldiği gibi, bu dünyada yine yapayalnız kalmıştı.
Fakat Tanrı’nın insanlar için aileden sonra en büyük dayanağı olmak üzere yaratıp kurduğu insan toplumuna karışabilecek yeterliği kazanmıştı. Atalarının kılıcı hakkı olan tımarı devletin kanunları kendisine sağladığından geçim sıkıntısı diye bir şey bilmiyordu. Çocuk denilecek kadar gençti; fakat bünyesi hiç ihtiyarlamayacak kadar kuvvetli, babasından miras kalan kılıcı ise kendisini düşman şerrinden koruyabilecek kadar keskindi.
Aldığı eğitim gereğince dünyayı, her tarafı ölülerle dolu bir savaş alanı bilirdi. Onun için hiçbir şeyden çekinmez, ölümden, beladan korkmanın ne demek olduğunu düşünmeyi bile kafasına sığdıramazdı.
Gençliği, gördüğü kuvvetli eğitim, yoksulluğu hiç tanımamış olması, laubali karakterine başka bir parlaklık, başka bir kuvvet kazandırıyordu. Genel durumu:
Bir safa ağzı açmış sanki her kabarcığı
Kainatın hâline gülümser şarabımız.
beytindeki tarife canlı bir örnek sayılacak kadar rintceydi. O kadar ki, gençlik çağında aşkı bile, çiçeklerin tazeliği veya içkinin verdiği neşe gibi, birkaç saatlik geçici bir şey sanırdı.
İşte Cezmi ile Âdil Giray’ın karakterleri arasında bir aykırılık gösteren bunlar olduğu gibi, o iki zıt yaradılışı birbirine yaklaştıran yönler de vardı: Cezmi de Âdil Giray gibi doğuştan şair ve asker yaratılmıştı.
Cezmi, dünyanın her kederinden, her üzüntüsünden, hatta ciddi bir aşktan bile uzak ve tamamen başıboş, o gençlik çağında hem eğlenmek hem meyhanede Hafız Divanı okuyan rintler gibi, eğlenti arasında öğrenimini tamamlamak için İstanbul’a gelmişti.
Kendisi “Kalemini kılıcıyla keser, kılıcını da maktaında[15 - Makta: Kesit. Eskiden mürekkeple yazı yazılan kamış kalemi açtıktan sonra ucunu üzerine koyup kestikleri yazı aracı.] biler.” sözüyle nitelenmeye değer bir asker olarak yüzü ne kadar heybetliyse gidişatı ve genel durumu ile de o kadar sıcak ve sokulgandı. Erkekçe tavırları, hoş sohbetleri ve şakacılığı sayesinde, o zamanın hem en seçkin askerlerinden hem de kudretli şairlerinden birçoğu ile birer birer tanışmıştı.
En önce edindiği himayecileri ise sarayın en iyi, en seçkin binicisi olması bakımından, o vaktin tabirince “Mirahurluk”ta bulunan Ferhat Ağa[16 - Birinci bölümde kendisinden biraz bahsedilen Ferhat Paşa.] ile Baki’den sonra devrin en kudretli şairi sayılan Nev’î[17 - Nev’î (1533-1589): XVI. yüzyılın, Baki’den sonra en büyük şairi olup Malkaralıdır. Şeyhlerden Pir Ali Efendi’nin oğludur. Mürettep divanı vardır.] idi.
Ferhat Ağa’nın hâl ve şanı yukarıda bir dereceye kadar görülmüştü. Aşağıda ise, daha birçok güzel eseri görülecektir.
Nev’î, ağıtı ile meşhur Baki’nin (1526-1600) yerini tuttuğunu ispat eden ve Harbat’ın[18 - Harabat: Şair Ziya Paşa’nın Türk, Arap ve İran edebiyatlarından seçme örnekleri ihtiva eden eseri. Namık Kemal, “Tahrib-i Harabat” ve “Takibi Harabat”] birinci cildinde bulunan “nun” kafiyeli ufak manzumeciği ile Nef’î’yi (? – 1634) bile izinden yürütmek şerefini kazanan zattır ki, oğlu Atâyi de (1538-1637), Taşköprülüzade Ahmet Efendi’nin “Şakayık-ı Numaniye” adlı eserine zeyl yazmıştır. Bununla beraber sağlığında Nef’î’nin birçok haksız hücumuna hedef olduktan başka, Hamse adlı manzumesi için, ölümünden bir iki yüz sene sonra, Şeyh Galip lisanından aşağıdaki yersiz kötülemeye de uğramıştır:
İstanbul’umuzda Nev’îzade
Etmiş tek u pûyunu ziyade.[19 - Tek u pûy (Tekâpû): Dalkavukluk. Beytin anlamı: “Nev’îzade İstanbul’umuzda dalkavukluğu ile ün salmıştır.”]
Cezmi’nin Ferhat Ağa ile tanışması ve onun himayesini kazanması dehşetli bir olayın sonucuydu. Bu olayı da açıklayalım:
Şu değersiz kitabı okuyanların birçoğu, İstanbul’daki Umumi Hapishane’yi -Tanrı saklasın; içine girmeseler bile- dışından elbette görmüşlerdir.
İşte o hapishanenin bulunduğu yer, bahsettiğimiz olayların geçtiği çağlarda, yani XVI. yüzyılda birçok vezirin ve devlet adamının gezinti mahalli olan mesut bir yerdi.
Önünde bulunan ve şimdi Sultanahmet Alanı denilen arsa ise, bugünkünden başka biçimdeydi. Gerçi şimdiki gibi o zaman da, biri Mısır’ın, öteki eski Yunanistan’ın büyüklük delillerinden olan iki taş, biri piramit biçimi, biri de dikey şekliyle, medeniyet eserlerindeki kalıntıları iki geometrik delil ile göstermekteydi.
Vaktiyle zevklerine düşkün Rum imparatorlarının taht yeri olan o yılan biçimi tunç direk ise, kırık dökük, delik deşik kıyafetiyle, zulmün yıkılışını apaçık gösteren bir belgeydi.
Bugün hapishane tarafından bakıldığı zaman, bu taşların biraz ötesinde göze çarpan kocaman çınar o zamanlar belki daha dikilmemişti bile. Bu çınarın da ayrı ve acıklı bir hikâyesi vardır: Dallarına binlerce mazlum veya sanık asıldığı için tarihlerimizde “Şecer-i Vakvak”[20 - Şecer: Ağaç; Vakvak: Yemişleri insan biçiminde olduğu söylenen bir masal ağacı; Şecer-i Vakvak: İstanbul’da Atmeydanı’nda, yani şimdiki Sultanahmet meydanında bir çınara verilen ad. Öldürülen bazı büyüklerin kafaları kesilip bu ağacın dallarına asılırdı.] unvanını almıştır. Cami meydanında idam edilen yeniçerilerin cesetleri de yine o ağacın altına atıldığı için bir şairin:
Meyva vaktinde yetiştik Şecer-i Vakvak’ın
mısraı ile, merhamete ve insanlığa yakışmayacak şekilde alay konusu da olmuştur. Şimdi ise kuruya kuruya, iyi tarih bilenlerin gözünde ve hayalinde, çürümüş insan kemiklerinden yapılma bir dehşet heykelinden başka bir şey değildir.
Sultanahmet Cami-i Şerifi’nin -ki Ayasofya’ya pek yakın olduğu, için belki tenha kalır düşüncesiyle, devamlı cemaatine vazife tayin olunmuşken, sonraları bayramlarda, mevlutlarda, yüzlerce alayın, binlerce halkın toplanma yeri olarak geleceği keşfetmenin imkânsızlığını ispatlayan bir taş belgedir- Hüdaî Hazretleri açılış duasını henüz okumamış, hatta ilk temel taşına ilk harcı koyan Sultan I. Ahmet henüz ana rahmine dahi düşmemişti.
Caminin bulunduğu yerde, biri Sokullu’nun, diğeri İkinci Vezir Ahmet Paşa’nın, birbirine bitişik iki konağı vardı. Bu konaklar, şimdi cami duvarlarının bulunduğu yerden bir hayli ötedeydiler. Alan ise, gerçi Rumlar zamanındaki kadar geniş değilse de, bugünkü durumuna göre daha genişçeydi. Osmanlı Türklerinin o zaman en büyük eğlencesi olan bu alanı, saray ağalarıyla vezirlerin daire halkı, cündilikteki maharetleri için bir sınav yeri yapmışlardı; mevsim elverişli oldukça tatil günleri cirit oynamak için oraya çıkarlardı.
1568 yılı şevval ayının ilk cuma günü Mirahur[21 - Mirahur (imrahur): Sarayın binek, ev, yük hayvanları, ahırları ile bunlara bakanların binmesine memur kimse. Has ahırın en büyük amiri.] Ferhat Ağa, padişahın bazı taltiflerini ulaştırmak için Sokullu Mehmet Paşa’nın konağına gelmiş, Atmeydanı’na bakan divan odasında bir pencere önüne oturmuştu. O gün Cezmi de, İkinci Vezir Ahmet Paşa konağında, paşanın adamlarından bir bildiğini görmeye gelmiş, aynı alana bakan başka bir odada iki arkadaş konuşmaya dalmışlardı.
O sırada saray takımı Ayasofya tarafından, vezirlerin daire halkı da konakların kapısından göründüler, alanda at oynatmaya, cirit oynamaya başladılar.
Cezmi bir müddet seyrettikten sonra:
“Bunların içinde atlı yok!” diyecek oldu.
Bu söz, karşısındakine pek garip geldi:
“Çocuk, sen ne söylüyorsun? Osmanlı atlısının en seçkini bunlardır.” deyince, Cezmi:
“Hiç öyle lakırtı mı olur? Ben bir kılıç tımara malik sipahiyim. Altıma uyuz bir hergele versinler, bunların hepsiyle uğraşırım.” cevabını verdi.
Daire halkından yanlarında bulunanlar gülüşmeye başladılar. Nihayet bahsi kızıştırdılar, Cezmi’yi alana çıkarmaya davet ettiler. Binmesi için paşanın tavlasından gayet aksi bir yağız kurt atı çıkardılar. Binek taşına çektiler.
Cirit için gereken şeyler hayvanın eyerinde mevcuttu. Cezmi, binek taşına gelince hayvanı seyretmek istiyormuş gibi bir tavırla aşağıya indi. Dizgininden tutarak hayvanın başını birkaç kere öteye beriye çevirdikten sonra, birden sıçrayarak üzerine atladı. Hayvan gerçi aksiydi, dikkafalıydı; fakat Cezmi üzerine atlar atlamaz, efendisini görmüş acemi bir köle gibi yumuşayıverdi. Cezmi de oradakileri selamlayarak kapıdan çıktı, atlıların arasına karıştı.
Oyunda cirit atmak, kovaladığını istediği yerinden vurmak, eyer boşaltarak gelen değnekleri savuşturmak, bir eliyle atın yelesine sarılarak, öteki eliyle yerden değnek kapmak, belinden yukarısıyla arkaya dönerek üzerine atılan ciritleri tutmak hususlarında o kadar büyük bir ustalık gösterdi ki, seyredenlerin hepsi hayran oldu.
Böyle genç bir sipahinin binicilikte saray ağalarına varıncaya kadar üstünlük göstermesi, Sokullu Mehmet Paşa’nın konağından bu manzarayı seyreden Ferhat Ağa’nın binicilik damarlarına dokundu. Sadrazama:
“Bu çocukla benden başka uğraşacak kimse yok, müsaade buyurunuz!” diye veda ederek atına atladı, o da alanda dolaşmaya başladı.
Ferhat Ağa, gerçekten zamanının en usta binicisiydi. Birkaç kere alanın bir başından öbür başına gitti geldi, birkaç kere Cezmi’nin ciritini savuşturdu, fakat kendi Cezmi’ye bir değnek bile vuramadı. Nihayet ustalığı sayesinde Cezmi’yi Ahmet Paşa Konağı’nın önünde sıkıştırdı. Cezmi eyer boşaltmak istedi. Arkaya dönüp değnek tutmak umuduna kapıldı. Ferhat Ağa’nın atı gayet terbiyeli, kendi bindiği at ise çok huysuz olduğundan, bir türlü atının başını istediği yolda idare edemedi. Ne kadar ustalık, ne kadar marifet gösterse, yine değnek yiyeceğini ve sonuçta yenilmiş sayılacağını anladı. Birkaç kere değnekle hayvanın boynuna çarparak tavlanın arka kapısına çevirdi.
O kapı ise vaktin âdetince, yalnız bir hayvan girebilecek kadar alçaktı. Kapının üzerindeki duvar ise bir değil, bin kafa parçalayacak derecede sağlamdı. Kapıdan sadece at sığabilir ve geçerken belki eyeri bile sürünürdü.
Ferhat Ağa, bu durumu görünce telaşa düştü. Dünyanın en kıymetli adamlarından sayılan ve biniciliğin gelecekteki en büyük ümitlerinden görünen böyle genç bir sipahiyi -çocukların oynarken kırdıkları oyuncaklar gibi- boş yere kaybedeceğinden dolayı son derece canı sıkıldı:
“Oğlum, hayvanın başını sola doğru çevir, duvara çarpacaksın!” diye bağırmaya başladı.
Cezmi ise hiç aldırmıyor, yoluna devam ediyordu. Kapıya birkaç adım kalır kalmaz eyer boşalttı. Fakat boşaltırken iki ayağını birden üzengiden çıkardı. Hayvan başını pek yukarı kaldırmasın diye sağ elini atın kolanına bağlanan ve dilimizde palan denilen kayışa, sol elini de gemine atarak hayvanın karın altına sokuldu, tavlaya sağ salim girdi.
Tavla karanlıktı, fakat hayvan yemliğine alışık olduğundan orada da bir kaza olmadı.
Cezmi, atın karın altından sıyrıldı, ufak kapıdan dışarı fırladı. Koşup Ferhat Ağa’nın üzengisini öptü. Her gün, her istediği vakit yanına serbestçe gidip gelmek için emir aldı. Aldığı emir ise o zamanların anlamına göre, devlet katında yükselmek için apaçık bir yoldu.

9
Cezmi’nin Şair Nev’î ile tanışmasına gelince: Bu, öyle tehlikeli bir olay neticesinde olmadı, Cezmi’nin yaradılışındaki şairliğin yardımıyla oldu.
Cezmi’nin Ahmet Paşa Konağı’ndaki arkadaşı, paşanın tezkireci yamaklarından kendi yaşında bir delikanlıydı. Arkadaşı Cezmi’nin Mirahur Ağa’dan iltifat görmesine, dolayısıyla vasıta olmak gibi hayırlı bir iş yaptığı için övünüyordu ve bu övünç ile, açılan ikbal yolu sanki kendisine aitmiş gibi, Fatih civarındaki evinde Cezmi’ye bir de ziyafet vermişti. Bu ziyafete saray has oda takımından ve Sokullu dairesinden, ziyafet sahibinin kapı yoldaşlarından beş altı kişi de davetliydiler. Yemeye içmeye başladılar. Söz konusu döne dolaşa Cezmi’nin cirit olayına geldi. Her biri Cezmi’yi ayrı ayrı övmeye başladılar. Nihayet lakırtı Ferhat Ağa’nın teveccühünün kendisi için ne kadar yükselmelere başlangıç olabileceğine döküldü. Hatta içlerinden biri:
“Bir iki gece evvel rüyamda ata binmiştim. Devlete erersin, dediler. Hiçbir şey çıkmadı. Şimdi anlıyorum ki, rüyada ata binmekten bir şey elde edilmiyor. İnsan uyanıkken böyle ata binebilse devlet ayağına geliyor.” gibi nükteli sözler söylemeye başladı.
Cezmi ise bu övünmelerin hepsine karşılık:
“Eğer geçen günkü cirit oyunu benim için gerçekten yükselme vasıtası olacaksa, hem kendime hem devletin hâline acırım. Gösterdiğimiz marifet nedir ki devlet katında yükselmemizi gerektire? Bir kılıç tımarım var, o nimetin hakkını ne zaman ödedim ki başka bir devlet arzusuna düşeyim? Benim inancıma göre, hak etmeden yükselme, haklı mahrumiyetten bin kat fenadır. Kendi kendisini bulunduğu mertebeye layık görmeyen adam, halkın gözünde ne kadar küçüleceğini düşünürse utancından yerlere geçer. Şimdi mesela benim gösterdiğim meziyet, biraz ata binmek, biraz cirit atmaktan ibaret oluyor. Bu meziyetlerle olsam olsam iyi bir seyis veya maharetlice bir cirit öğretmeni olabilirim. Bu hâl ile beni tutsalar da mesela yüksek bir subay yapsalar, halkın karşısına ne yüzle çıkarım? Tanrı bana yükselme nasip ettiyse, o yükselmeye layık olduğumu ispatlayacak hizmetler kısmet etsin.” cevabını verdi.
Toplantıda bulunanlar, Cezmi’nin bu sözlerini yalancıktan alçak gönüllülüğe ve utancına yordular. Fakat gerçekte Cezmi, fikrini, vicdanını bu sözleriyle gayet samimi bir şekilde anlatmış oluyordu. Çünkü ikbale, ilerlemeye hevesli değildi. Ancak, hak ettiği takdirde yükselmeyi isterdi.
Sohbet ilerledikçe herkesin neşesi de artmaya başlamıştı. Mecliste hazır bulunanların hepsi az çok kültürlü insanlar olduğu gibi, müzikten de anlıyorlardı. Eğlence olarak bir ağızdan önce Baki’nin:
Hoş geldi bana meygedenin âb u havası
Billah ne güzel yerde yapılmış yıkılası[22 - Meyhanenin suyu, havası bana pek hoş geldi. Yıkılası meyhane vallahi ne güzel yerde yapılmış.]
matlalı[23 - Matla: Kaside veya gazelin ilk beyti.] ve arkasından da Nev’î’nin:
Gönül hercayi dilber bi-hakikat neylesün Nev’î
Şikâyet bi-vefalardan şikâyet bi-vefalardan[24 - Gönül, o gelgeç güzel pek hakikatsiz Nev’î ne yapsın? Vefasızlardan şikâyet, vefasızlardan şikâyet…]
maktalı[25 - Makta: Kaside veya gazelin son beyti.] gazellerini okumaya başladılar.
Okudukları şeyler, sanki orada bulunanların durumlarını ibret gözü önünde tasvir ediyordu. Zira kimi, Baki’nin beytiyle, içkiye hitaben sarhoşça övgülerde bulunuyor veya beddua ediyor; kimi de, Nev’î’nin mısralarıyla, aşk yüzünden uğradığı sitemleri birer birer hatırlayarak coşuyordu.
Cezmi ise vücudu sapasağlam, midesi gayet kuvvetli olduğundan içki kendisine pek dokunmuyordu. O, büsbütün başka bir terbiye almıştı. Aşktan anladığı mana ise tamamen başka olduğu için, sitemini görecek, cefasına katlanacak sevgilerle pek öyle sıkı fıkı düşüp kalkmadığı için, bu konuda hatırlayabileceği meşakkatleri de yoktu. Müziğe karşı da o güne değin pek öyle yakın bir ilgi göstermemiş, daha doğrusu müzisyen olmaya hiç heves etmemişti. Esasen heves etmiş olsa da tabiatı buna elverişli değildi.
Meclis arkadaşları neden sonra Cezmi’nin ahenge karışmadığını fark ettiler. Kendileriyle birlikte şarkı söylemesi için onu zorlamaya başladılar. Müzikle fazla bir ilgisi olmadığını söyledi. Önce inanmadılar, sonra Cezmi’nin teminatı üzerine inandılar. Fakat bu defa da, güzel sanatlardan biri olan müzikten anlamadığı için teessüf perdesi altında, birtakım dokunaklı sözlerle Cezmi’ye taş atmaya başladılar.
Müziğin güzel sanatlardan olduğunu Cezmi de biliyordu; fakat sesi buna elverişli değildi. Sonuç olarak, bir müzik parçasını zevkle dinlemeyi, söylemekten üstün tuttuğunu sözlerine ekledi. Cezmi’nin bu konudaki düşüncelerini gönül saflığı ile bildirmekten ibaret olan sözlerini arkadaşları, attıkları taşlara karşılık saydılar. İçlerinden biri, gevezelik yarışına çıkmış gibi:
“Ha, sahi, unutmuştum. Siz şairsiniz. Hiç musikiye tenezzül mü buyurursunuz? diye hafif tertip alaya başladı. Durumu ve sesinin tonu bu sözlerdeki alay maksadını açıktan açığa belli ediyordu.”
Cezmi dayanamadı: “Ne yapalım efendim?..” diye karşılık verdi. “İnsanlık dururken çalıkuşu olmaya heves etmek elimden gelmiyor…”
Bu sözleri toplantıda bulunanların hiddetini bir kat daha artırdı. Aralarında şöyle bir konuşma başladı.
Davetlilerden biri:
“Şiir söylediğiniz zaman herhâlde deminki okunan beyitler gibi söylersiniz ya!”
Cezmi:
“Kim bilir… Belki…”
Bir başkası:
“Yok, yok! Bey onları da beğenmez…”
Cezmi:
“O beyitleri beğenmezsem ne lazım gelir yani? Şiirden birazcık anlasanız siz de beğenmezdiniz. Baki’nin, Nev’î’nin her sözü mutlaka güzel olmak gerekmez ya!”
Öteden bir başkası:
“Bey, Baki’den de Nev’î’den de daha güzel söyler, Fuzulî gibi söyler.”
Cezmi:
(Hiddetini saklayarak) “Evet, Fuzuli gibi söylerim. Ne olmuş yani?”
Önceki:
“Öyleyse, şimdi bir Fuzuli Divanı buluruz, rastgele bir yaprağını açarız, ilk sayfasında çıkacak şiirine bir nazire[26 - Nazire: Örnek, karşılık. Divan edebiyatında bir şairin şiirini taklit ederek aynı ölçü ve aynı kafiyede yazılan şiir.] söyleyebilirseniz size dört başı mamur bir ziyafet veririz. Ya söyleyemezseniz?”
Cezmi:
“Tabii biz de bir ziyafet vereceğiz. Fakat şiiri kim ayırt edecek? Ayırtmanlık size kalacaksa şimdiden yandık demektir, bahse hiç girişmeyelim. Söyleyeceğim nazireye şimdiden fenadır deyip çıkarsınız işin içinden…”
Bir başkası:
“Hayır, öyle değil! Şair Nev’î benim hocamdır. Gider ona gösteririz.”
Cezmi:
“Öyleyse pekâlâ olur.”
Konuşma buraya gelince bir Fuzuli Divanı[27 - Divan: Eskiden divan şairlerinin, alfabetik sıraya göre düzenlenmiş şiir dergisi.] bulmak gerekiyordu. Bu eseri ha deyince bulmak ise hayli güçtü. Çünkü bizde Kanuni Sultan Süleyman zamanından sonra, her yeniliğe karşı olduğu gibi, matbaacılığa da önem verilmemişti. Hatta böyle bir icattan henüz haberimiz bile yoktu. Matbaacılık bize, ancak bir iki yüz sene sonra, Lale Devri’nde, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın ve İbrahim Müteferrika’nın himmetleriyle gelebilmiş, fakat ne yazık ki, Patrona Halil adında bir sergerdenin isyanı hepsini kökünden silip süpürmüştü.
O devirde matbaa olmadığından bütün kitaplar elle yazılıyor ve en değerli eserler bile cahil hattatların elinden yanlışlarla dolu olarak çıkıyordu. Bu sebepledir ki:
Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahririn
Ki sevad-ı rakamı sûrumuzu şûr eyler
Gâh bir harf sükûtiyle kılar nasırı nâr
Gâh bir nokta sükûtiyle gözü kör eyler[28 - O, kötü yazan kâtibin (hattat’ın) eli kalem, olsun (yani kamış kalemin ucu gibi, makta (kesit) üzerinde kesilsin.) Onun yalan yanlış karalaması, düğünümüzü kavga gürültü şekline sokar. (Sûr kelimesi Arap harfleriyle yazıldığı zaman, sin harfinin üstüne yanlışlıkla üç nokta konulacak olursa, anlam tamamen değişir, düğün anlamına gelen sûr, kavga gürültü anlamına gelen şûr şekline girer). Bazen de bir harfi atlayarak nasır kelimesini nar, yani ateş şekline, göz kelimesini yazarken de bir nokta atlayarak kör şekline sokar.]
diye hattatların cahilliğinden feryat eden Fuzuli’nin divanı da el yazması idi ve yukarda da söylediğimiz gibi, pek az bulunuyordu. Ziyafet sahibinin evinde Fuzuli divanı yoktu. Davetliler arasında saraya mensup adamlardan biri bir uşak göndererek kendi dolabında mevcut olan divanı getirtti. Fal bakar gibi rastgele bir yerini açtılar. Bağdat şehrini tasvir eden meşhur kasidesi çıktı.
Cezmi, Fuzuli’nin öyle en güzel, en kuvvetli şiirlerinden biri çıktığını görünce, aynı kuvvetle nazire yazmanın güçlüğünü düşünerek kalben pek üzüldü, hatta iddiasına bin kere pişman oldu. Fakat bir kere ok yaydan çıkmıştı. Artık geri dönülemezdi. Kendini bilen insanlar için en şiddetli ceza sayılan maskara olmak korkusu ile hiç renk vermedi.
“Bir ziyafet için bir kasideyle uğraşmak çekilir hâllerden değil, fakat ne yapalım? Bir kere bahse tutuşmuş bulunduk. İnşallah Ferhat Ağa’nın sayesinde naziremiz padişaha sunulur da caizemizi[29 - Caize: Eskiden bir büyüğe sunulan manzumeye karşılık verilen para.] oradan alırız.” dedi.
Nazirenin yazılması için aralarında kararlaştırılan müddet bir haftaydı. Hafta sonunda Cezmi naziresini getirdi, muarızlarına teslim etti.
Cezmi, bu kadar iddia ve inat üzerine yazdığı şiirde tabii olanca kudretini sarf etmiş, olanca şairliğini göstermiş, naziresini gerçekten nazire denebilecek bir hâle getirmişti.
Muarızları, geçen olayı anlatarak ve Cezmi’nin yaşını, durumunu da tarif ederek kasideyi Nev’î’ye gösterdiler. Koca şair, liyakate âşık, her işin ehlini takdir eden bir zattı. Kasideyi yukardan aşağı dikkatle okudu, okudukça coştu, coştukça okudu ve nazireyi aslından üstün bulduğunu söyledi.
Nazireyi getirenleri, Cezmi’nin şairliğini küçümser bir tavır takındıkları için âdeta ayıpladı:
“Aklınızın ermediği meselelerde niçin fikir yürütürsünüz? Çocuk nazireyi pek güzel söylemiş, hatta bazı yerlerinde Fuzuli’yi bile geçmiş. Fuzuli’nin:
Deşt ü sahrasında sad Leyla vü Mecnun cilve-sâz
Kûhrârı üzre bin Ferhad u Şirin bâde-hâr[30 - Ovasında ve sahrasında yüzlerce Leyla ve Mecnun cilveleşmede; dağlarında binlerce Ferhat ve Şirin aşk şarabı içmede.]
beyti ki, kasidenin en güzel parçasıdır; naziredeki:
Rûşena bir sahasında Ravza-i Peygamberi
Rû-nümâ bir ravzasında Kâbe-i perverdigâr[31 - Bir alanında Hazreti Peygamber Efendi’mizin aydınlık mezarları, bir bahçesinde Ulu Tanrı’nın kâbesi görünmede.]
beytiyle hiç ölçülebilir mi? Bence Cezmi’ninki çok daha kuvvetli…”
Şair Nev’î, Cezmi’yi çok takdir etmişti. Hemen o gün yanına getirtti; bin türlü iltifatlarda bulundu. Hele şakacılığına, hazır cevaplığına, tabiatındaki iyiliğe ve ahlakındaki açıklığa büsbütün hayran kaldı. Ve daha o günden Cezmi’yi kendi oğlu Atâî kadar, belki daha çok sevmeye başladı.
Nev’î bu iltifatlarla da yetinmedi; kasideyi padişaha bizzat sunarak o kudretli ve genç şair için birçok ihsan almasına vasıta oldu.
Ferhat Ağa mirahur, Nev’î de şehzade öğretmeniydi. Böyle nüfuzlu iki insan, kendisini himayelerine alınca, sarayın kapıları Cezmi’ye artık tamamıyla açılmış, devlet katında yükselme yolları görünmüştü. Fakat bu gibi şeyler Cezmi için önemli değildi; onun parada, pulda, mevkide gözü yoktu. Biricik isteği, başlamak üzere olan İran Savaşı’na katılabilmek için bir tavsiye mektubu elde etmekten ibaretti.

10
Sebeplerini yukarıda biraz açıkladığımız İran seferi nihayet açıldı. Cezmi, bu savaşa katılabilmek için soluğu derhâl sarayda, Ferhat Ağa’nın odasında aldı. Tesadüfen şair Nev’î de oradaydı. Aralarında şöyle bir konuşma başladı:
Ferhat Ağa:
“Vah çocuk, seni de İran seferine gönderecekler, öyle mi? Gitmek istemiyorsun, onun için ricaya geldin, değil mi? Telaşlanma! Dur bakalım, elbette bir çaresini buluruz.”
Cezmi:
“Hayır efendim, beni kimsenin bir yere göndereceği yok. Bugün adam arıyorlar. Beni ‘çocuktur’ diye beğenmediler. Ben de gitmek için yardımınızı ricaya geldim.”
Ferhat Ağa:
“Nereye?”
Cezmi:
“Ay efendim! Sılaya, hacca hiç değil. Savaşa! İran boyuna.” Nev’î:
(Gülümseyerek) “Çocuk, savaş şiir yazmaya benzemez…”
Cezmi:
“Niçin benzemesin? İnsan düşünüp yazdığı kadar, dövüşmeyi de beceremez mi? Elimdeki kalem, bana altımdaki yağız attan daha dik başlı görünüyor.”
Nev’î:
(Gülümsemeye devam ederek) “Şairlere kılıç kullanmayı da öğreteceksin galiba… Hiç kanla gazel, kaside mi yazılır?”
Cezmi:
“Revahe oğlu Abdullah’a[32 - Revahe oğlu Abdullah: Eski Arap cengâverlerinden, şair.] ne buyuruyorsunuz?”
Nev’î:
“Şu mukayeseye bak hele! O zat, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’le tanışıp görüşmek şerefini kazanan ve bütün iyilikleri üzerinde toplayan yüksek bir insandı.”
Cezmi:
“Ya Ebu Müslim[33 - Ebu Müslim (719-755): Emevîleri devirip Abbasîleri halifelik tahtına çıkaran ünlü komutan. Horasanlıdır, Türk asıllı olduğu rivayet edilir. Abbasi Devleti kurulduktan sonra, İkinci Abbasî Halifesi tarafından, hizmetine karşılık olarak öldürülmüştür.] ya Ebu Tamam[34 - Ebu Tamam: Ünlü Arap cengâverlerinden, şair.] ya Ebu Firas?”[35 - Ebu Firas: Ünlü Arap cengâverlerinden, şair.]
Nev’î:
“Yine mukayeselere başladın. Onların her biri bir toplumun başkanıydılar, en büyük nitelikleri de kahramanlıktı.”
Cezmi:
“Ya Fatih ya Yavuz ya Kanuni?”
Nev’î:
“Allah Allah! Onlar padişah. Hem sen bu türlü mukayeselere son vermeyecek misin?”
Cezmi:
“Pekâlâ, ya Kadı Fâzıl’a Derviş Yakup Paşa’ya ve bilhassa benim gibi bir sipahi olan Yahya Bey’e ne diyeceksiniz?”
Ferhat Ağa:
“Çocuk, sen yükselmek için İran yıkıntılarında dolaşmak zorunda değilsin. İşte burada baban yerinde iki kişi var. Söz dinle ilk fırsatta seni sipahilikten saray hizmetine aldırırım.”
Cezmi:
“Garip şey! Eskiden saray ağalarından sipahi yaparlarmış, dünya şimdi bütün bütün tersine mi dönmeye başladı?”
Nev’î:
“Ee canım, başka bir mesleğe kayırırız, orada derece derece yükselir gidersin.”
Cezmi:
“Bizim tımarı, bizim kılıcı ne yaparız?”
Ferhat Ağa:
“Peki, istediğin nedir?”
Cezmi:
“Bu devlet kurulalıdan beri atalarıma, babama ve bana verilen paraların karşılığını mürekkeple ödeyemeyeceğim. Çünkü kırmızısı kokuyor. Siyah ise gözüme Arap köle kadar çirkin görünüyor. Devlete olan borcumu kanla ödemek istiyorum.”
Nev’î:
“Nasıl kanla?”
Cezmi:
“Vallahi, felek yâr olursa düşman kanıyla.”
Ferhat Ağa:
“Ama arada insanın kendi kanı da dökülebilir.”
Cezmi:
“Varsın dökülüversin. Damla yakut kaybolacak değil ya..”
Nev’î:
“Ben senin savaşa gittiğini istemiyorum.”
Ferhat Ağa:
“Ben de aynı fikirdeyim.”
Cezmi:
“Koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun biri ünlü bilginlerinden, biri büyük komutanlarından iki devletlinin bir askerin vatan ödevini yapmasına engel olacaklarını hiç düşünmemiştim.”
Konuşma bu şekle dökülünce Nev’î ile Ferhat Ağa bakıştılar.
Birkaç dakika aralarında kaş göz işaretiyle anlaştıktan sonra Nev’î, Cezmi’ye hitaben:
“İstediğimiz savaşa katılmana mutlaka engel olmak değil. Sarayda eğitimini tamamlamaktı. Fakat mademki öyle istiyorsun, yolun açık ve uğurlu olsun! Savaş alanı da insanlar için en büyük bir ibret okuludur. Layık olduğun olgunluğu orada elde edersin.” dedi.
Sonra Ferhat Ağa’ya dönerek:
“Acaba paşaların hangisine bir tavsiye versek? Sinan Paşa’ya mı yoksa Mustafa Paşa’ya mı daha münasip olur?” diye sorunca, Ferhat Ağa tabii Mustafa Paşa’ya tavsiye edilmek gerekeceğini söyledi. Konuşmaya devam ettiler:
Nev’î:
“Fakat Mustafa Paşa’nın size olan düşmanlığı malumdur. Namdaşı olan Budin valisi akrabasındandı; onun uğradığı kazaya da sizi vasıta etmişlerdi.”
Ferhat Ağa:
“Mustafa Paşa gerçi garazcı bir kişidir, fakat vatan ve memleket menfaati bahis konusu olunca, garazcılığını bir yana bırakır. Manasız şeylere önem vermez. Hem Budin valisi olayında benim rolüm olmadığını da pekâlâ bilir. Ben nihayet bir memurdum. Aldığım emri elbette yerine getirmek zorundaydım. Durum böyle olmasa bile ben Mustafa Paşa’yı Sinan Paşa’dan yine de üstün tutarım. Çünkü öteki mübarek övünmekten başka bir şeye yaramaz. Lüzumsuz tecavüzler, faydasız garazlarla uğraşmak, onun gibi küçük ruhlu insanların başlıca niteliklerindendir. Onun için, nasıl olsa Mustafa Paşa’ya müracaat zorundayız. Hem Sinan Paşa zaten bu savaşa gitmeyecek.”
Nev’î:
“O niçin?”
Ferhat Ağa:
“Haberiniz yok mu? Sinan Paşa Bağdat koluna memur edilince, askerin ve savaş araçlarının işe yarayanları tamamen Mustafa Paşa’nın emrine verildi. Bunun üzerine Sinan Paşa da, kendi komutasındaki ordu derme çatma bir şey olduğundan, Mustafa Paşa’nın her isteği fazlasıyla yapıldığı hâlde, kendisinin hiçbir isteğine cevap bile verilmediğinden tutturarak, gürültü patırtısını, padişahın kulağına kadar götürdü. Padişahımız Efendimiz de, Sinan Paşa’nın bu durumunu göz önünde tutarak ve birbirine rakip iki komutanın savaş esnasında orduya müşterek komuta etmelerindeki zararları düşünerek, ikisinden hangisi daha uygunsa, ordu komutanlığının ona verilmesini Sadrazam Paşa’ya emir buyurmuşlardı. Sadrazam da, önce Sinan Paşa’yı çağırdı. İran’a giderse ne yolda hareket edeceğini sordu. Mübarek, ölçülü konuşmayı bilmez, laf ebeliğinden çekinmez, hemen Zaloğlu Rüstem kesildi. Ordu kendi komutasına verilirse, Tebriz’i, Şirvan’ı belki Şiraz’ı, İsfahan’ı bir saldırışta berbat edeceğine, şahı boynuna ip takarak İstanbul’a getireceğine dair birtakım endazesiz iddialara kalkıştı; bir hayli palavra savurdu.”
Sadrazam bunun üzerine Mustafa Paşa’yı davet etti. Ötekinin ataklığına mukabil bunun ağırbaşlılığı ve terbiyesi malum. Sadrazamın aynı konudaki sorusuna karşılık, şimdiden kesin bir şey söyleyemeyeceğini, hududa vardıktan sonra durum ne yapmayı gerektiriyorsa onu yapacağını, zaferin ise Tanrı’nın takdirine kalmış bir şey olduğunu söyledi.
Her iki komutanı da dinledikten sonra sadrazam, Mustafa Paşa’yı bu iş için daha uygun buldu ve durumu da padişaha arz etti.
Nev’î:
“Şu mübarek sadrazamın da bu hâlleri sevilir. Mustafa Paşa akrabasındandır, fakat Şehzade Bayezit olayından beri kendisinden ne kadar nefret ettiğini bilirim. Sinan Paşa’nın Yemen’de, Tunus’ta az çok yaptığı hizmetler ise, Sadrazam Paşa tarafından hayli takdir edilmişti. Hatta Özdemiroğlu gibi bir kahramanı bile sadece Sinan Paşa’nın hatırını sayarak takdir etmişti. Sinan Paşa, gerçi sadrazama dalkavuklukta kusur etmiyor; fakat devlet işi gelince Koca Sokullu, doğru yoldan hiçbir vakit şaşmıyor.”
Ferhat Ağa:
“Ya Efendi Hazretleri! Devleti ilgilendiren büyük meselelerde sadrazam da hislerine ve garazlarına tabi olursa, devlet otoritesi, devlet kuvveti nasıl korunabilir?”
Böyle bir müddet konuştuktan sonra ikisi de Cezmi’nin kültüründen ve binicilikteki ustalığından bahsederek, Mustafa Paşa’ya hitaben birer tavsiye mektubu verdiler.
Cezmi’ye Ferhat Ağa güzel ve cins bir at, Nev’î de bir kara Horasan kılıç armağan ettiler.

11
1570 ilkbaharı gelmişti. Devletçe kararlaştırılan İran seferi, Sokullu’nun teklif ve ısrarı üzerine, savaşın başlaması, tecavüzün önce düşman tarafından vukusuna bağlı tutuldu. Ve şurada burada başlayan bazı Gürcü isyanlarının bastırılacağı söylentisi ortaya atılarak, ordu Üsküdar’a geçirildi.
Yeniçerilerin türlü türlü kıyafetleri, sipahilerin kırmızı, sarı renklerle süslü bayrakları, bilhassa ordu komutanlığı karargâhına mensup olanların altın gümüş kakmalı silahları, at takımları ve telli, sırmalı cüppe ve kaftanları, Üsküdar sahrasını, bütün çiçekleri birden aşılmış bir tabiat bahçesine benzetmişti.
Cezmi ise bu gürültülü gösterişler arasında, yüzünde zekâ ışıkları parıldayan mert tavırları ve göz alıcı gençliğiyle koca bir ordunun içinde en seçkin yaratık sayılacak kadar herkesin takdir ve iltifat dolu bakışlarını üzerine çekip duruyordu.
O zamanlar şimdiki gibi hızlı giden taşıma araçları bulunmadığından, Erzurum’a ancak birkaç ayda varılabilirdi. Her şeyden önce beş altı yüz kadar düşman kellesi ordu komutanının ayakları ucuna yuvarlandı. Bu kelleler, Van Valisi Hüsrev Paşa’nın hediyesiydi ve Kürt reislerinden Mahmudî Hasan Bey’in himmetiyle elde edilmişti.
İran hükûmeti, Türk ordusunun İstanbul’dan hareketini haber alır almaz, evvelce elçilikle İstanbul’a gelmiş olan ve gerek cesareti, gerek siyasetiyle İran’da olağanüstü bir ün kazanan Tokmak Han’ı Gürcistan muhafızlığına tayin eylediği gibi, Tebriz’deki askerine de, Allah Kuli Han komutasında, Van üzerinden Anadolu’ya hücum emrini vermişti.
Van Valisi Hüsrev Paşa, İranlıların tecavüzünü ve komutanlarımızdan iki zatın bir kalede muhasarada kaldığını haber aldı ise de, buna karşılık olmak üzere girişilecek hareketi gereğine göre tertiplemek için Mahmudî Hasan Bey’i altı yüz atlı ile düşmanın kuvvet miktarını kesif için gönderdi. Bu müfreze düşman ordusuna yaklaşınca, İran kuvvetlerinin tahminen yirmi bin kişi kadar olduğunu gördü.[36 - Ayrıntılı bilgi için bk. Peçevî Tarihi, C. 2, s. 39.]36 Yanındaki diğer komutanlar, durumu Hüsrev Paşa’ya bildirmek için geri dönmek teklifinde bulundularsa da Hasan Bey başını açarak:
“Ben seksen yaşına geldim; bir kere düşmandan yüz çevirmedim; arkamı düşman göreceğine kara toprak görsün!” diyerek kılıcını çekti ve İran alaylarına doğru atını sürdü. Komutası altında bulunan askerlerin hepsi kendi aşiretinden, kendi yakınından oldukları için arkasından ayrılmadılar. Dörtnala İran karakoluna çattılar.
O sırada Tebriz hanı da tesadüfen o karakolda bulunuyormuş. Bir avuç askerin koca bir ordu üzerine böyle doludizgin hücumu akıl kabul edecek şeylerden olmadığından, Mahmudilerin saldırışını, İranlıları Türk ordusunun kurduğu pusuya düşürmek için bir savaş hilesi sanır; büyük bir telaş ile geri çekilme emri verir. Askerin düzensizliği ve Türk süvarisinin arka arkaya hücumları, bu geri çekilişi kısa zamanda müthiş bir bozguna çevirir.
İran kuvvetlerinin başında bulunan Allah Kuli Han, biraz kendisini toparlayıp da Türk askerinin ardının gelmediğini görünce, hiddet ve pişmanlığından tepeden tırnağa ateş kesilir; bozulan kuvvetlerini tekrar toplar; intikamını mükemmel bir şekilde almak için Van’ı kuşatmaya koşar.
Mahmut Bey ise, düşmanın bu hareketini haber alır almaz, münasip bir yerde pusu kurar ve büyük bir ustalıkla İran ordusuna gece baskını yaparak birçok düşman askerini yine bir çırpıda tepeler. İki gün önce kazandığı güneş gibi parıltılı zafere bu gece de mehtap kadar parlak bir zafer ilave eder.

12
Cezmi, gerek yaradılışı ve gerek terbiyesi bakımından tam bir asker olduğu gibi, nefsine güveni de fazlaydı. Yararlığı sayesinde, arzuladığı terakkinin gerçekleşeceğine kuvvetle inanır ve hele genç olduğu için, terakkiden ziyade ün kazanmak sevdaları güderdi. Gerçi devletinin yolunda gerekirse canını bile feda etmeyi başlıca vazifelerinden biri ve belki birincisi bilirdi; fakat fedakârlığının da takdir edilmesini kendince vazifeye karşılık bir hak sayardı. Onun nazarında ikbalin en ziyade arzuya değer tarafı şöhretti.
Heyhat! O yaşta, o meziyette bir genç, bir zaman gelip de şöhreti ölümden daha fena göreceğini ve savaşa sadece ölmek arzusu ile giderek susadığı eceline bile kavuşmaktan mahrum kalacağını nereden keşfedebilirdi?
İşte Cezmi, o samimi duygularının etkisi altında, bin türlü zafer hayali içinde ve yükseleceğine yüzde yüz inanarak mücessem bir ümit kesilmiş olduğu hâlde, İstanbul’dan çıkmıştı. Rüyalarında en büyük galibiyetlere hep kendisinin sebep olduğunu söylüyor, hülyalarında savaş alanına ilk önce at sürmek şerefini hep kendine yaraşır buluyordu.
Erzurum’a varıp da, doğrudan doğruya devletin muntazam askeri olmayan bir aşiret müfrezesinin hem savaşı açmak hem de birbiri ardınca iki büyük zafer kazanmak şerefine kavuştuklarını işitince, kendi durumunu düşünerek çok üzüldü. O zamana kadar ordu komutanına bir nevi emir subaylığı yapmaktan başka bir hizmette bulunmamıştı. İlk çıkacak fırsatta, her ne şekilde olursa olsun, meydana atılmayı zihninde iyice kararlaştırdı. Şiddetli bir bekleyiş içinde hayli üzüntülü günler geçirdi.
Birkaç gün sonra, keşif müfrezelerimizden elli altmış kişilik bir grup etrafı dolaşırken, Çıldır sahrasında Tokmak Han kuvvetlerine rastladılar; kendi sayılarının azlığına bakmaksızın uygun bir yer tutarak savaşa giriştiler. Bunu haber alan ordu komutanı, hem bu müfrezeyi kurtarmak hem de düşmanın durumunu etraflıca tetkik etmek için, o sıralarda Talia’da bulunan Diyarbakır Beylerbeyi Derviş Paşa’yı ileri harekete memur etti. Bu haberi arkadaşları Cezmi’ye ulaştırdılar.
Haber Cezmi için en büyük müjde yerine geçti. Sabırsızlıkla beklediği gün gelmişti. Çünkü Derviş Paşa’nın maiyetinde bulunmak hemen savaşa girmek demekti.
Derviş Paşa, Sokullu soyundandı; saldırdığı zaman şiddetle saldıran, temiz yürekli, genç bir kahraman olduğu gibi, binicilikte de diğer komutanlardan ve belki Türk sipahisinin hepsinden daha üstün sayılırdı. Dünyanın en iyi binicisi olan Arap atlıları bile, Derviş Paşa’nın ancak öğrencisi olabilir ve bununla övünebilirlerdi.
Cezmi, aldığı müjdeli haberin heyecanı içinde hemen yerinden fırlayarak ordu karargâhına koştu. Ferhat Ağa ile şair Nev’î’nin tavsiye mektupları ve bunlara ilaveten kendisinin de sevimliliği ve zarafeti sayesinde karargâhın ileri gelen kişilerine kendini sevdirmişti. Derviş Paşa’nın maiyetine girmek ve onunla birlikte savaşa gitmek istediğini söyleyince, ağalar, ordu komutanından yalnız izin değil, Derviş Paşa’ya hitaben bir de kuvvetli tavsiye aldılar.

13
Her ne meslekte olursa olsun, birinci teşebbüs, birinci hareket vicdanda ne türlü teessürler, fikirde ne yolda tasavvurlar hasıl eylediği herkesin kendi nefsinde tecrübe ile bildiği hâllerdendir.
Cezmi’nin mesleği olan askerlikte ilk teşebbüsün doğuracağı teessürlerin ve tasavvurların şiddeti ise hiçbir hâl ile kıyaslanamaz. İnsan ne kadar kayıtsız, ne kadar fedakâr ve kahraman olursa olsun, nefsini tehlikelerden korumak endişesini ortadan kaldırmak mümkün değildir. Buna acemilik ve tecrübesizlik de eklendi mi, dünyanın en zeki, en cesur insanları bile zihinlerinde bir duraklama, kalplerinde bir heyecan duymaktan kendilerini alamazlar.
Gidilecek savaş alanı ise öyle bir sınav yeridir ki, ahirete en uzak mesafesi bir mermi menzilinden ibarettir.
Uyuşmayanlar için insanı yok eden ölüm, düşmanın erlerinde değil, o erlerin gölgelerinde bile kendini gösterir; insan, bastığı toprakların her tarafını kendisi için hazırlanmış bir mezar sanır. Dünyanın ne kadar güzellikleri, hayatın ne kadar lezzetleri, kalbin ne kadar emelleri varsa, hepsi bir yere toplanır ve bir sinema şeridi gibi gözünün önünden geçer.
İşte Cezmi, savaşa gitmeyi o kadar arzuladığı hâlde, yine atına binip de alaya girince bu tabii kırgınlıklardan kendisini bir türlü kurtaramadı. Çünkü her akıllı insan gibi o da kendine ne kadar güvense talihine güvenemezdi.
En umulmadık yerden beklenmedik bir durum belirip de askerlikteki ustalığına ve kahramanlığına leke sürülecek, arkadaşları arasında ve kendisini koruyanların gözünde alçak olarak tanınacak diye üzülüyor ve bu kuruntu, gönlündeki ıstırabı bir kat daha artırıyordu.
Fakat yaradılışındaki kahramanlık, azmindeki kuvvet ve bilhassa izzetinefsinin başlıca meziyetlerinden olan namus hırsı ve gayreti, yukarda bahis konusu olan duygularına gerektiği şekilde mukabele ediyordu. Bu teessürlerin birbiriyle çarpışması, daha düşman görülmeden, Cezmi’nin hayal âleminde büyük bir cenk destanı açmıştı.
Cezmi, bu tasalar ve tereddütlerle düşman karşısına gelip de tüfek alevleri, kılıç parıltıları gözlerinde şimşeklenmeye başlayınca, savaşı, ne evvelce hayalinde canlandırdığı gibi eğlenceli buldu, ne de sonradan zannettiği kadar belalı…
İçine girdiği gerçek durumu göz önüne alınca, daha önce ezbere edindiği o iki zıt hayal de zihninden silinip gitti. Savaşın ne demek olduğunu şimdi çok iyi anlıyordu. Savaş denilen şey, tehlike ve zafer ihtimallerinin ikisine de eşit derecede elverişli bulunduğu gibi, talihin de bir tecrübe yeriydi.
Derviş Paşa, genç bir kahraman ve usta bir binici olduğu kadar da yaradılıştan çok heyecanlı ve hiddetli bir zattı; en küçük bir şeyden hemen parlayıverirdi. Düşmanla karşılaştıkları zaman kükremiş bir aslan kesildi. Düşman kendilerinden kat kat fazlaydı; fakat o, aradaki büyük sayı farkına hiç önem vermedi; bayrağı altında bulunan üç dört yüz yiğitle koca bir ordunun ta kalbine, en can alacak yerine saldırmakta bir dakika bile tereddüt etmedi. Güya ki, paşanın müfrezesi cihanı yakan müthiş bir alev, karşısına çıkan düşman ise bir yığın çer çöp ve yonga parçalarıydı. Birinci safta bulunan İran alayları ilk saldırışta eridi. Hiçbir kuvvetin karşı koyamayacağı bu müthiş saldırışla düşman ordusunun ümidi birden sarsılmaya başladı, hatta, bu sarsıntı bazı düşman tümenlerinde bozgun şeklini aldı. Düşman komutanı Tokmak Han, komuta ettiği koskoca bir ordunun, küçük bir Türk müfrezesi önünden, topu tüfeği ile tabana kuvvet kaçmak rezaletini ölümden daha beter buldu. Kaçmakta olan askerlerini son bir gayretle derleyip toparladı. Her biri Türklerin umumundan daha kalabalık birer müfreze teşkil ederek, Derviş Paşa kuvvetlerini dört yandan çevirmeye kalkıştı.
Buna karşılık Derviş Paşa, av sürüsüne dalmış şahin gibi, saatte bir düşman birliğine saldırıyor ve her saldırışında pençesine rastlayan düşmanın kimini yerlere seriyor, kimini çil yavrusu gibi darmadağın ediyordu.
Fakat ne çare ki, saflarımız gittikçe seyrekleşiyor, şehit düşenlerin yerleri doldurulamıyor, buna karşılık düşman askeri ise mütemadiyen takviye aldığı için azalmak şöyle dursun, bilakis gittikçe çoğalıyordu. İranlılar mütevali hücumlarıyla nihayet birliğimizi kuşatmaya muvaffak oldular ve bir hayli askerimizi de şehit ettiler.
Derviş Paşa bu elverişsiz şartlar içinde bile hiç yılmıyor; yanında sağ kalan bir avuç kahramanla ve göğüs göğüse, kılıç kılıca bir boğuşma ile düşmanı saatlerce hırpalıyor, hırpalıyordu.
Nihayet Tokmak Han tarafından üzerlerine dolgun mevcutlu bir süvari alayı daha sevk edildi. Bu taze kuvvet, şiddetli bir saldırışla, paşanın yanında bulunanlardan otuz kadar kahramanı şehit ettikten sonra, topuz ve kılıç darbeleriyle kendisini de atından düşürdüler.
Genç ve kahraman Türk komutanı yaya kaldığı hâlde, tek başına koca bir alayla bir hayli zaman uğraştı; birbiri ardınca üzerine saldıran üç İranlıyı birer kılıçta ikiye böldü.
Bu olağanüstü savunma sırasında, henüz sağ kalan Türk kahramanları, üstün bir gayretle, her biri etrafını saran İran kuvvetlerini yararak silahlarının yanında toplandılar. Derviş Paşa’nın askeri olduklarını gösteren aslanca bir saldırışla, komutanlarının etrafını saran İranlıları dağıtarak kendisini yine atına bindirdiler.
Cezmi, her ne kadar sipahi ise de, kendi alayından ayrılarak Derviş Paşa’nın maiyetine girmiş ve elinde ordu komutanı tarafından verilen tavsiyeler bulunduğu için paşanın karargâh mensupları arasına karışmış ve bu kahramanca saldırışa da katılmıştı.
Tehlike henüz bitmiş değildi. Derviş Paşa, düştüğü tehlikeden kurtulup da atına atlayınca, yine müfrezesini çeviren düşman alaylarını ezmek umuduna kapıldı; şiddetli şiddetli saldırışlara kalktı. Hatta galip gelme ümidi bile belirmeye başlamıştı. Fakat Tokmak Han, üzerlerine üst üste taze kuvvetler sürüyor, düşmanın sayısı gittikçe artıyordu. Savaş üçüncü defa olarak kızışmaya başlamıştı.
Bizim taraf ne kadar azaldıysa, karşı taraf onun birkaç misli çoğaldı. Bu defaki çarpışma, daha öncekilerle mukayese edilemeyecek derecede şiddetliydi. Her Türk eri, en az sekiz on düşmanla boğuşmak zorunda kalıyor ve kanının her damlasına karşılık bir düşmanın canını alıyordu.
Şehitlik şerbetini henüz içmeyenler arasında yaralanmadık hiç kimse kalmamıştı. Fakat o zamanın silahları bugünün silahları gibi öyle pek tesirli olmadığından, çoğunun yarası hafifti.
Kendi vücutlarını komutanlarına seve seve siper etmekte olan kahraman askerlerimizin sayısı çok azalmıştı.
İranlılar, şiddetli bir hücum ile, paşanın sağ tarafında bulunan birkaç süvarimizi de şehit ettikten sonra, bir okla paşanın atını öldürdüler; ikinci bir okla da kendisini yaralayarak yere düşürdüler. Durum, bizim için çok tehlikeli bir safhaya girmişti.
Cezmi, bulunduğu birkaç yüz adım mesafeden paşanın düştüğü tehlikeyi görünce, gözlerini kan bürüdü; tüyleri diken diken oldu. Âdeta, kendinden geçmiş denilecek heybetli bir tavırla:
Serkeşlik etti tevsen-i baht-ı sitîzkâr
Düştü zemine saye-i eltâf-ı Kirdgâr[37 - “Talih denilen huysuz ve kavgacı at itaatsizlik etti. Tanrı lütuflarının gölgesi yere düştü.”]
beytini okuyarak ve:
“Paşa yerlerde yatıyor! Dinini, milletini, devletini seven arkamdan gelsin!” diyerek kılıcını ağzına, kargısını eline aldı. Ferhat Paşa’nın yadigârı olan küheylanının dizginini boynuna attı, başını düşman üzerine çevirdi. “Keskin üzengi”, paşanın bulunduğu tarafa hücum etti. Yanında bulunanlar da kendisiyle birlikte ileri atılmakta bir an bile tereddüt etmediler; komutanlarını kurtarmak için belki rüzgârla yarışabilecek kadar hızlı koştuğu için, paşanın etrafını sarmış bulunan düşman askerlerine herkesten önce o yetişti; birbiri ardınca birkaç düşmanı tepeleyerek silah kuvvetiyle açtığı bahadırlık yolundan bir melek gibi yaralının yanına vardı. Hemen yere indi. Paşayı kendi atına bindirdi. Saygı ile üzengisini öptüğü sırada öteki silah arkadaşları da yanlarına geldiler.
Sayıları gayet az olan bu kurtarıcı müfreze, sağdan soldan hâlâ hücum eden düşmanları, devamlı gayretleriyle püskürtüyor, hiçbirini komutanın yanına yaklaştırmıyordu.
Atını paşaya verdiği için yaya kalan Cezmi de ani bir hareketle bir İran süvarisinin dizginine sarıldı. Fevkalade bir ustalıkla herifi öldürerek altındaki “Şahbeğendi”ye[38 - Şahbeğendi: İran’da yetişen ve at cinslerinin hepsinden fazla makbul olan bir at cinsi.] atladı ve savaşan arkadaşlarının arasına karıştı.
İşte o bir avuç kahraman, elbiselerine dökülmüş kan lekeleriyle, hamiyet meydanının zafer anıtı olarak dikilen somaki birer heykel gibi dimdik, insanüstü bir gayretle düşmana karşı dayandılar.
Aradan biraz vakit geçmişti ki, düşman saflarının arkasında, havadan bir siyah duman peyda oldu, bir tarafı yerde sürünerek son süratle bize doğru gelmeye başladı. Tam o sırada bizim askerin arkasında da bir kızıl toz kalktı, ucu göklere sarılarak nihayet şiddetle düşmana karşı yürümeye başladı. Manzara, müthiş ve heybetliydi, öyle ki, tozun dumanın dehşetine bakılsa, yerler gökler birbirinin üzerine yığılıp geliyor sanılırdı.
Düşman tarafından görünen duman, fırtınalı bir yağmur bulutu; bizim taraftan kalkan toz da, ordu komutanı tarafından Derviş Paşa’nın imdadına gönderilen Özdemiroğlu Osman Paşa kuvvetleriydi.
Birisi, iki taraf için de göklerden inen bir kaza, öteki yalnız İranlılar için ani bir bela olan tozlar, dumanlar birbiri ardınca savaş alanına yetişti. Bulutlar, yüklü bulundukları yağmur damlalarını orduların üzerine saçmaya, Özdemiroğlu Osman Paşa da, o damlalarla yarışırcasına kurşun yağdırmaya başladı.
Bu taptaze Türk kuvvetlerinin ateşi bir yarım saat kadar devam edebilseydi, İran ordusu tamamen dağılırdı. Fakat ne yazık ki, o devrin silahı sudan muhafaza olunur şeylerden olmadığı için, yağmurun şiddetiyle, on, on iki dakika içinde bütün bütün kullanılmaz hâle gelmiş ve iş yine kılıca dayanmıştı.
O devirde ateşli silahları en iyi kullanan Türklerdi. İran ordusu, Derviş Paşa ve hatta sonradan imdatlarına gelen Osman Paşa, Behram Paşa ve Ahmet Paşa tümenlerinin toplamından yine de yüzde yetmiş fazlaydı. Türklerin ellerindeki ateşli silahlar işlemez hâle gelince, İranlılar çoğunluklarına güvendiler; ordumuzla göğüs göğüse gelmekten çekinmediler.
Osman Paşa, Derviş Paşa’ya benzemezdi. Derviş Paşa, insan kıyafetinde bir aslansa, Osman Paşa da aslan saldırışında bir insan olduktan başka, askerlik ve savaş bilgileri bakımından zamanındaki komutanların hepsinden üstündü, iş kılıca dayandığı sırada dahi, elindeki kuvvetleri büyük bir ustalıkla kullanarak düşmanın çoğunluğunu hükümsüz bıraktı.
Öğleyin başlayıp güneş batıncaya kadar süren savaşta, Osman Paşa sanki bir yıldırım kesilmişti. Bizim için nerede bir tehlike belirse, hemen Hızır gibi oraya yetişiyor ve yalnız tehlikeyi önlemekle kalmıyor, orada galebe de sağlıyordu.
Derviş Paşa, öyle kendinden daha kıdemli, kendinden daha muktedir bir komutanın savaş alanına gelmesi üzerine, komutayı Özdemiroğlu’na bırakmış, yarasını tedavi ettirmek için bir çadıra çekilmişti. Bununla beraber, savaşın o faslında da düşmanın hücumlarına şiddetle karşı koyan ve düşman dayatmasına karşı en şiddetli hücumları yapan askerlerimiz, yine Derviş Paşa tümeninden sağ kalanlardı; onların en seçkini, en önde gideni yine Cezmi’ydi.
İki taraf askerlerinin birbirine iyice karıştığı, savaşın en çok kızıştığı sırada Cezmi, sol bacağından bir kargı yarası almış, fakat onun da acısına alışmış olduğundan, savaşı artık hiç mühimsememeye başlamıştı. Hele Derviş Paşa’yı o müthiş tehlikeden kurtarmaya muvaffak olduktan sonra, dövüşmeyi âdeta cirit oynamaktan daha kolay görecek kadar nefsine ve talihine güveni artmıştı.
Derviş Paşa çadıra çekilince, Cezmi de hemen, cesaretinin ganimeti olan şahbeğendiyi, atı vurulmuş bir çadır uşağına emanet ederek kendi küheylanına atladı, meydana atıldı ve savaşa katıldı. Gösterdiği bahadırlık ve ustalığa yalnız bizimkileri değil, karşı tarafın kahraman-sever kişilerini bile hayran bıraktı. Elindeki hamiyet kılıcı, buluttaki yıldırımlar gibi, düşman topluluklarının her birine çarptıkça şimşekler çaktırıyordu.
Sırası düştükçe at, silah kullanmakta öyle harikalar gösterdi ki, Osman Paşa gibi vazifesinden başka hiçbir şeyi gözü görmeyen, olanca dikkatiyle savaşı idare etmekte olan ciddi bir askeri bile, vakit vakit âdeta tertibatını unutturacak kadar hayranlıkla kendisini seyretmek zorunda bıraktı.
Güneş artık batmak üzereydi. İki tarafın askerleri son bir defa daha birbirine karıştı. Türklerin renk renk bayrakları, İran topluluklarından meydana gelen karaltılar içinde yer yer birçok eleğimsağma peyda etmiş gibi garip şekiller gösteriyordu.
İranlılar; hava iyice kararıncaya kadar bulundukları yerlerde ister istemez dayanmak zorunda kaldılar; nihayet karanlıktan faydalanarak tabana kuvvet kaçtılar. Savaş alanında beş bin kadar ölü ve yaralı ile bir o kadar da esir bıraktılar.[39 - Sahaif-ül-ahbar, C. 3, s. 525.] Çadırlarını, silahlarını, katırlarını ve diğer savaş araçlarını galiplere terk ederek becerebildikleri kadar uzaklara kaçtılar. Ordularının kılıçtan arta kalmış perişan birliklerini bütün bütün dağılmaktan ancak bu suretle kurtarabildiler.
Osman Paşa, savaş alanından dönünce ilk işi Derviş Paşa’nın hatırını sormaya koşmak oldu. İki komutan, savaşa dair konuşmaya başladılar. Derviş Paşa, söz arasında bir münasebet düşürerek, Cezmi’nin kahramanlığını ve kendisini o müthiş tehlikeden nasıl kurtardığını anlatarak, bu gencin mükâfatlandırılmasını rica etti. Osman Paşa, bu sözlere karşı:
“Ben de bugün kula atlı bir sipahi gördüm, paşalarımızdan ziyade işe yaradı. İnşallah ikisini birden mükâfatlandırırız!” deyince, Derviş Paşa, ordu içinde kula atlı bir adam olarak kendisini kurtaranın da yine aynı sipahi olduğunu söyledi. İnsan kıymetini çok iyi bilen Özdemiroğlu:
“Öyleyse bu çocuk iki kat mükâfata layıktır.” diyerek Derviş Paşa’nın adamlarına Cezmi’yi hemen buldurarak kendi yanına göndermelerini sıkı sıkıya tembihledi ve çadırına döndü.
Cezmi’yi bulup komutanın yanına götürdüler. Koskoca Paşa, hemen yerinden kalktı ve öyle tek atlı bir sipahiyi:
“Gel oğlum!” hitabıyla kucaklayarak alnından öptü; taltiflere gark etti; başına kendi eliyle iki çelenk taktı,[40 - Bir askerin başına çelenk takmak, o zamanın âdetince nişan ve iftihar makamındaydı.] arkasına güzel bir hilat[41 - Hilat: Büyükler tarafından iltifata layık kimseye giydirilen süslü elbise.] giydirdi; ayrıca beş yüz altın ile yine altın saplı bir kılıç ve zümrütlü bir hançer ihsan etti.
Paşa, bunlarla da yetinmeyerek, başka bir isteği olup olmadığını sorunca Cezmi:
“Paşamızın nusretinden,[42 - Nusret: Yardım etmek, yardım.] devletimizin devamından başka hiçbir ricam yoktur. Hem olsa bile söylemeye utanırım. Bendeniz İstanbul’dan bir kansız kılıç, bir soğuk tüfekle gelmiş, tek atlı bir sipahiyim. Savaşa yalnız bir kere girdim. Derviş Paşa’ya at yetiştirmek gibi ufacık bir hizmetle bu kadar ihsanlarınıza mazhar oldum ki, gerçekte bunların en küçüğüne bile layık değildim.” cevabını verdi.
Gerçekten de, Cezmi’nin yukarıda etraflıca belirttiğimiz ahlak ve emellerine göre, gözünde para, kılıç, hançer, hilat vs. gibi şeylerin o kadar önemi yoktu. Fakat kazandığı çelenkler, gölgesi kimin başına konarsa bir devlet tacına erişmekle meşhur olan devlet kuşu sahiden mevcut olsa da onun kanadından yapılmış olsaydı, ancak bu kadar sevinebilirdi.
Mamafih mükâfat bunlarla da kalmadı. Derviş Paşa ki, kahramanlığı kadar cömertliğiyle de dillere destandı; Cezmi’ye yarı mevcudunu vererek bol bol ihsanlarına gark etti. O zamanın iyi bir geleneğine uyarak öteki paşalar da birbirleriyle yarışırcasına, Cezmi’yi bol bol mükâfatlandırdılar; öyle ki, Cezmi, iki gün içinde orta hâllilikten zenginliğe yükseliverdi.
Bütün bunlardan başka, Osman Paşa, Cezmi’nin hâllerinden ve konuşmasından onun kültürlü bir genç olduğunu sezerek, kendisini sipahilikten müteferrikalığa[43 - Müteferrika: Padişahın, sadrazamın, vezirlerin buyruklarını götüren, büyük hizmetlere, zamanla vezirliğe kadar yükselebileceklere verilen isim.] nakletmiş; öyle hem kalemi hem kılıcı ile hizmete muktedir, her türlü eğitime ve ilerlemeye istidatlı bu eşi bulunmaz genci tamamen kendi yanına almıştı.
Cezmi de, Osman Paşa’nın maiyetinde feyz ve şöhret imkânlarını çok daha elverişli gördüğü için, bir yandan çok seviniyor, fakat bir yandan da kendi karakterine çok yakın bulduğu Derviş Paşa’dan ayrılacağına son derece üzülüyordu.

14
Yukarıda bahsettiğimiz askerî başarı, Gürcistan’da birçok reisin hükûmete itaati ve Ahıska’dan[44 - İran’da iki şehrin adı.] Tebriz’e[45 - İran’da iki şehrin adı.] kadar hemen bütün kalelerin zaptı veya kendiliklerinden teslimiyle sonuçlanmış, itaat altına alınmak sırası şimdi Şirvan’a[46 - İran’da bazı şehirlerin adları.] gelmişti.
Ordu komutanı o niyetle orduyu harekete getirerek “Kınık” nehrine yakın münasip bir yerde açık ordugâha geçti.
Öte taraftan ise, Tokmak Han’ın tavsiyesi üzerine, Şah Muhammed Hüdâbende, Tebriz Hâkimi Emir Han’ı sınır boyundaki kuvvetlerinin umumuna komutan tayin etmiş, o da, maiyetine verilen Mogan[47 - İran’da bazı şehirlerin adları.] Hâkimi Murad Han ve Nahcivan[48 - İran’da bazı şehirlerin adları.] Hâkimi Şeref Han gibi yedi sekiz kişiyi de yanına alarak, Tokmak Han’la birleşmişti. Bu suretle sayıları yirmi bin kişiye yükselen İranlılar, “Kınık” nehrine dökülen çaylardan birini, “Koyungeçiti” adıyla anılan bir yerinden geçtiler; Türk ordusunun, ileri karakollarına sarkıntılık etmeye başladılar.
Ordu komutanı Mustafa Paşa, Emir Han’ın bu hareketlerine karşılık, yine Özdemiroğlu Osman Paşa’yı, ordunun, kınından sıyrılmış o keskin kılıcını sevk etti ve Halep Beylerbeyi Mehmet Paşa ile Zülkadiriye (Dulkadir) Beylerbeyi Mustafa Paşa’yı da maiyetine verdi.
Kısa bir müddet sonra iki tarafın kuvvetleri karşılaştı. Fakat bu defaki savaş, Çıldır Savaşı gibi değişik safhalar geçiren bir boğuşma değildi.
Savaşın başından sonuna kadar Türkler, hep hücumda, İranlılar ise savunmada ısrar ettiler. Şu kadar var ki, bizim aslanların bu defaki hücumları, Çıldır Savaşı’ndaki kahramanlıklarına eşit, İranlıların umutsuzca savunmaları ise o zamanki saldırılarından birkaç kat üstündü. Bununla beraber, Osman Paşa’nın eşsiz ustalığı ve askerlerimizin mertçe gayretleri, İranlıları yine sekiz saat içinde perişan etti. Hatta, can korkusu ve bozgun şaşkınlığı içinde bu defa “Koyungeçiti”ni de bulamadılar; Türk mermilerinden canlarını kurtarabilmek ümidi ile, alay alay nehre atılarak su ve ateş arasında mahvolup gittiler.
İran’ın bu ordusundan ancak yüzde beş asker ve bazı hanlarla artçılık görevi için nehrin öbür yakasında bırakılmış olan Emir Han tümeni kurtulabildi.
Cezmi, bu savaşın başlarında, Çıldır’dakinden daha fazla gayret göstermiş, birkaç İran alayının bozulmasına tek başına sebep olmuştu. Fakat, düşman ordusunda bozgun belirtileri baş gösterince, bayağı üzülmeye başladı. Çünkü kahramanlığı takdir etmek, her kahramanın şanından olduğu için Cezmi de İranlıların o kadar ümitsizce, fakat aynı zamanda o kadar da fedakârca dayandıklarını gördükçe, bayağı üzerlerine varmaya kıyamaz olmuştu. Hatta yağmacı takımından, en büyük marifet ve cüretleri düşkünü ezmek olan birtakım reziller, düşman bozulduktan sonra nehrin kenarına inmişler; bela dalgaları arasında yuvarlanan ve canlarıyla uğraşan zavallılara ateş ederek vücutlarında nişan talimi yapmaya ve eğlenmeye başlamışlardı.
Cezmi, bu alçaklığı görünce aklı başından gitti, atını hemen üzerlerine sürdü:
“Zaten canlarıyla uğraşan bu zavallılardan ne istersiniz? Ecelden de mi merhametsizsiniz? Azrail’le yarışa mı çıktınız? Kaçanı boğmak, can çekişeni öldürmek insanın şanına yakışır mı? Hepiniz defolun bakayım!” diye bağırıp çağırarak hepsini azarladı.
Kendisini Osman Paşa’nın ne kadar çok sevdiğini, herkes gibi onlar da gayet iyi bilirlerdi. Bu yüzden başlarına gelebilecek belayı anladıkları için hiç ses çıkarmadılar ve defolup gittiler.

15
Cezmi, bu haşeratı kovduktan sonra çadırına dönmek üzereydi ki, yanı başında, nehrin içinde, imdat ister yollu iki el ve arkasından bir de baş gördü. Başın görülebilen kısmı, suların içinde çeneye kadar yükseldi, sonra birden yine sulara gömüldü ve gözden kayboldu.
Cezmi, bu zavallının henüz yaşamakta olduğunu anlamıştı. O gün ise, vicdanının görünmez derinliklerinde beliren bir garip değişiklik ile bir can kurtarmayı, bir düşman ordusunu mahvetmekten daha büyük bir fazilet sayıyordu. Mümkün olduğu kadar soyundu ve hiç düşünmeden sulara atıldı; biraz önce gördüğü vücudun tekrar su yüzüne çıkmasını bekledi.
Aradan bir iki dakika geçince, deminki eller, bu defa kırk elli adım uzaktan yine görünmeye başladı. Cezmi hemen o tarafa doğru yüzerek, yakalamaya koştuysa da boğulmak üzere olan bu zavallının göründüğü yer akıntı üzerinde olduğundan, imdada yetişmek bir türlü mümkün olamadı. Gördüğü iki kol, dirseklerine kadar meydana çıkar çıkmaz, yine batmaya başladı. Cezmi, yüzerek yanına vardığı zaman, herif büsbütün kaybolmuştu. Cezmi’nin ise –canı pahasına da olsa– azminden dönmek, şanından değildi. Biraz bekledi; adamcağızın bir daha meydana çıkmadığını görünce, kendisi nehre daldı ve araştırmaya başladı. Birkaç saniye geçer geçmez kolunu yakaladı, herifi suyun yüzüne çıkardı.
İkisi birlikte suların yüzüne çıktıktan sonra, kendisine sarılmamasını ve yalnız eteğinden tutarak kendini takip etmesini sıkı sıkı tembihledi; sarıldığı takdirde ikisinin de boğulacağını anlattı. Fakat zavallı adam, can korkusu ile, bu sözlerin belki manasını bile anlamamıştı. Cezmi’nin iki kolunu kendi kolları arasına alarak vücuduna öyle sımsıkı sarıldı ki, hareketine meydan bırakmadı.
Cezmi, bir yandan sadece ayaklarıyla yüzmeye, bir yandan da tutulduğu bu zorlu beladan kurtulmaya var kuvvetiyle çalıştı. Fakat ne mümkün? Herif bütün kuvvetini kollarına toplamış, güya canını kurtarmaya çalışıyordu. İkisinin de boğulmak üzere olduğundan haberi bile yoktu. Elleri birbirine kilitlenmiş, sinirlerinin her biri sanki bir zincir kesilmişti. Cezmi’nin bütün çabaları faydasız kaldı.
Böylece on, on beş dakika kadar suyun yüzünde uğraştıktan sonra, ikisinin de takati kesildi. Nehrin dibine doğru inmeye başladılar.
Hayatını kurtarmaya çalıştığı adam, kendisi için âdeta bir kaza eceli şekline girmişti. Biçare Cezmi, savaşlarda bu kadar ateşlerden, kılıçlardan kurtulduktan sonra, kendi isteğiyle bir iyilik yapayım derken, şimdi bu genç yaşta boğulup gitmek, pisi pisine ölmek üzereydi. Derin bir ümitsizliğe kapılmıştı. Kollarına söz geçirebilse, birkaç dakika önce, nehirde boğulmaktan kurtarmaya çalıştığı adamı, şimdi kendi elleriyle boğmak isteyeceği muhakkaktı.
Nihayet nehrin pek de derin olmayan dibine varmışlardı. Son kalan kuvvetini topladı; takatten büsbütün kesilmeye başlayan herifi şiddetle silkerek bir tarafa itti; sonra ayaklarını hızla yere vurarak suyun yüzüne çıktı. Cezmi kıyıya doğru yüzmeye uğraşırken herif yine suyun yüzüne çıkmaya başlamıştı. Fakat, bu çıkış, diriden ziyade, bir ölünün çıkışına benziyordu. Zavallının zerre kadar takati kalmamıştı. Bu durum karşısında Cezmi’nin yine merhamet damarları kabardı; çektiği bu kadar sıkıntının, atlattığı bu kadar tehlikenin boşa gitmesine gönlü bir türlü razı olmuyordu. Yine herifin imdadına koştu. Adam baygın bir durumdaydı. Belindeki kuşağa el attı.
Vücuduna bir canlının eli değivermekle, herifin biraz önce tükenmiş gibi görünen hayat kuvveti yine şiddetle harekete geldi. Bu sefer evvelkinden daha berbat bir şekilde Cezmi’ye sımsıkı sarıldı. Birkaç dakika önce atlattığı tehlike, şimdi daha korkunç ve giderilmesi imkânsız olarak yeniden baş göstermişti.
Mevsim her ne kadar yaz ortaları ise de, civardaki yüksek dağların karları, buzları daha yeni çözülmeye başladığı gibi, havalar da fazlaca yağmurlu olduğu için, nehirde o gün gözle görülebilir bir taşkınlık vardı.
Bu ikinci tehlike belirdiği sırada, seller, bela tufanı hâlinde coşup taşıyordu. Cezmi’nin hâli evvelkinden daha tehlikeli, daha bitikti.
Savaş alanının güneybatısından kuzeydoğusuna doğru akıp gitmekte olan nehrin geçtiği yerler, pek ziyade arızalı olduğundan, takip ettiği akış yolu yılankavi bir şekilde, yirmi yirmi beş adım aralıklı girinti ve çıkıntılarla uzayıp gidiyordu.
Sanki musibet selleri coşmuş da dağları, kırları, içlerinde bulunan bitkiler ve hayvanlarla birlikte yerlerinden sökmüş sürüklüyor gibi, bu coşkun suların üzerinden binlerce sökülmüş ağaç, telef olmuş hayvan leşi yuvarlanıyordu.
Cezmi, zaten vücuduna sarılmış olan beladan kurtulmaya bile çare bulamazken, şimdi üstelik bir de sellerin sürüklediği ağaç dalları ve hayvan leşleri karşı durulmaz bir şiddetle sağdan, soldan üzerine hücum ediyordu. Zavallı genç, kurtuluştan artık büsbütün umudunu kesmişti. Bir yandan herif, avına sarılmış ejderha gibi Cezmi’yi baskısı altında ezip dururken, bir yandan da kâh bir ağacın dalları, kâh bir leşin ayakları iki zavallıyı birden sarıyordu. Nehrin birkaç dakikada bir yön değiştiren şiddetli akıntıları –kemiklerini kırarcasınabir girintiden öbür çıkıntıya çarpıyor, bu çarpmalarla vücudunda başlayan dayanılmaz acılar da takatini büsbütün kesiyordu.
Suların akıntısıyla öteye beriye çarptıkça, sahildeki kaya parçaları, ağaç kökleri, vücudunda yaralar açıyor, bu yaralardan akan kanlar pıhtılaşarak, nehrin teşkil ettiği ufak tefek girdaplar üzerinde eğile büküle korkunç şekiller meydana getiriyor ve sanki zavallının her tarafına kara yılanlar yapışmış sanılıyordu.
Kırk kırk beş dakikadan beri su içinde bulunan vücudu, yorgunluktan ve can acısından başka, esmekte olan şiddetli rüzgârın tesiriyle iyice üşümüştü; sanki damarlarındaki kan, yavaş yavaş donuyor; vücudunun harareti gittikçe düşüyordu.
Üst üste başına gelen bu belalar içinde Cezmi’nin artık uğraşmaya hiç takati kalmamıştı; kurtarmak istediği adamın ağırlığı üstün gelerek ikisi birden yine aşağı doğru inmeye başladılar.
Nehrin o kısmı, evvelce battıkları yerden birkaç kat daha derindi. Cezmi’nin takatsizliğine şimdi bir de şaşkınlık eklenmişti; çok iyi bir yüzücü olduğu hâlde, şimdi kolunu oynatmayı bile düşünemiyordu. Ezici bir kuvvet kendilerini cehenneme doğru çekip götürüyormuş gibi, aşağıya doğru iniyorlardı. Nihayet donmuş birer cisim hâlinde kendilerini nehrin dibinde buldular. O sırada herife bir uyuşukluk gelmiş, Cezmi’ye sımsıkı sarılan kolları çözülmüştü. Şimdi kendisine sol eliyle tutunuyordu.
Cezmi, bu suretle kollarını serbest görünce, birdenbire ümitlendi; aklı başına, kuvveti yerine geldi; su altında kalmış bir hava kabarcığı gibi hızla yükseldi. Sol eli Cezmi’nin gömleğinden ayrılmayan İranlı da kendisiyle beraberdi. Çıktıkları yer sahile pek yakındı. Nehrin o kısmında hayvan leşi, ağaç döküntüsü falan gibi engeller de yoktu. Cezmi, son bir gayretle yüzmeye başladı. Yolunda canını Azrail’in pençesine kaptırarak saatlerce mücadele ettiği İranlı ile birlikte, birkaç dakika sonra kıyıdaydılar.
Kim bilir kaç saatten beri o bela selleri içinde yuvarlanan herif, iyice kendinden geçmiş, Cezmi’nin de uğradığı meşakkatler yüzünden vücudunu kımıldatacak hâli kalmamıştı. Bununla beraber, öyle çıplak ve ıslak bir durumda dinlenmeye kalkışmak, ölümü davet etmek demekti. Onun için Cezmi, orada düşmanın başıboş terk ettiği hayvanlardan birini yakaladı; hastayı onun üzerine sardı; kendisi de atına bindi; beraberce orduya döndüler.
Cezmi, çadırına gelince, hemen bir hekim getirtti. Gereken sağlık tedbirleri alındı. Kendisi çektiği sıkıntılardan ve bilhassa vücudundaki berelerden âdeta hasta olduğu hâlde, yine de hizmetçi gibi herifin etrafında pervane oluyordu.
Hasta İranlı pek güzel bakıldığı için, birkaç günde iyileşti. Cezmi’nin rahatsızlığı ise yedi sekiz saatlik bir uykudan sonra tamamen geçmiş ve hastası iyileşinceye kadar vücudundaki bereler de kapanmaya yüz tutmuştu.
Cezmi’nin bu herif yüzünden uğradığı sıkıntıların maalesef sonu gelmemişti. Herifin iyileşmesinden iki gün sonraydı ki, Kınık Savaşı’nda esir edilen ve karargâhtaki sayıları pek az olan İranlı esirler bir gece kaçmaya kalkmışlar ve ellerine geçirebildikleri silahlarla birkaç askerimizi de öldürmüşlerdi. Bunun üzerine Osman Paşa çok sinirlenmiş ve o zamanın kötü âdetlerine uyarak bütün esirlerin idamını emretmişti.
Cezmi, bir dostunun yanından çadırına dönmek üzereydi ki, ölümlerden kurtardığı talihsiz misafirinin üzerine birkaç kişinin hücum ederek, ellerini bağladıklarını ve boynunu vurmak üzere yere çökertmiş olduklarını gördü.
Cezmi, bu adamı canı pahasına kurtarmıştı. Bundan başka, ecelin pençesinden kurtardığı bir adamı cellat eline teslim etmek, onun mert karakterine uyacak şeylerden değildi. Hemen cellatlara yaklaşarak bu zavallıdan ne istediklerini sordu. Onlar da, esirlerin idamı için komutan tarafından emir verildiğini söylediler. Bunun üzerine Cezmi:
“O, esir değildir, benim adamımdır.” diyerek yarı tatlılıkla, yarı zorla herifi cellatların elinden aldı.
İş bu kadarla kalsa, belki pek önemli olmayabilirdi. Fakat böyle bir mertlik örneği karşısında ona uymamak, Türk yiğitliğinin şanından olmadığı için, askerler arasında kendine güvenenler, Cezmi’nin, düşkünü korumak hususundaki bu cüretinden cesaretlendiler; yalnız kendi esirlerini değil, eş ve dostlarının esirlerini de kurtarmakta âdeta merhamet yarışına giriştiler.
Osman Paşa, zamanın diğer vezirlerine nispetle pek insaflı ve haksever bir zat olduktan başka, gayretli ve yürekli insanları da pek sevdiği ve takdir ettiği için, bu yoldaki şefaat ve ricaları bol bol yerine getiriyor; verdiği kesin emre rağmen, esirlerin idamdan kurtarılmalarına göz yumuyordu. Fakat iş yavaş yavaş çığırından çıkmaya başlamıştı.
Osman Paşa’nın insanlık yönü yanında bir de komutanlık yönü vardı, işgal ettiği mevkinin haysiyetine çok düşkün olan bu ciddi ve mert asker, devlet otoritesinin kırılmasına, hatta zedelenmesine asla tahammül edemezdi. Bilhassa güvendiği, sevdiği insanlar, emirlerine aykırı davranışta bulundukları zaman, bu davranışların paşa üzerindeki tepkisi çok şiddetli olurdu. İşte bundan dolayıdır ki, paşanın yakın adamı olmasına güvenerek Cezmi’nin esir kurtarmakta gösterdiği cüret komutanı son derece hiddetlendirdi.
Osman Paşa çok sinirli bir insan olmasına rağmen, öyle pek olur olmaz şeylere öfkelenmezdi. Cezmi’nin bu davranışı yüzünden, verdiği emirlerin yerine getirilmediğini haber alınca, baştan aşağı kızgınlık kesildi; yüzünü kara bir bulut kapladı. Cezmi’yi, nerede olursa olsun, derhâl bulup huzuruna getirmeleri için arka arkaya birkaç adam gönderdi. Paşanın takındığı tavır çok müthişti. Kızgınlık dolu bir sükût içinde susuyordu. Yanında bulunan diğer komutanlar ve yüksek rütbeli devlet adamları, göz ucu ile yüzüne bakmaya bile cesaret edemiyorlardı.
Osman Paşa da gerçi bir beylerbeyiydi; orada hazır bulunan paşaların çoğu da akranıydılar. Fakat işgal ettiği mevki, bütün rütbelerin üstünde olduktan başka, Özdemiroğlu’nun memleket çapında bir ismi ve kendine mahsus ayrı bir otoritesi vardı.
Cezmi, bu suretle sıkı sıkı arandığını ve bilhassa aramaya memur adamların cellatlık hizmetinde kullanılan takımdan olduklarını görünce, başına gelecek tehlikenin önemini pek çabuk takdir etti.
Bununla beraber, paşanın lütfuna olan itimadı yine büsbütün kaybolmadı. Zaten böyle bir itimat olmasa bile, kendisi korkunun ne olduğunu bilen takımından değildi. Zerre kadar heyecanlanmaksızın ve telaşa kapılmaksızın komutanın huzuruna çıktı.
Osman Paşa, Cezmi’yi görünce hiddeti bir kat daha arttı. Ağzından alev püskürür gibi şiddetli, yıldırım patlar gibi gümbürtülü bir sesle:
“Sen herhâlde casussun ki, verilen emirlere karşı geliyor, milletin ordusunu fesada veriyorsun!” diye bağırdı.
Hazır bulunanlar, birden sonucu kavrayamayarak paşanın ağzından “Kaldırın! öldürün” gibi bir emir çıkacak diye korktular. Buna meydan vermemek düşüncesiyle, Cezmi’nin affı için, birbiri ardınca ricaya, şefaate başladılar.
Özdemiroğlu’nun huyunu suyunu hepsi gayet iyi bildiklerinden, yalvarış yollu bir söz söyledikçe arkasından, paşayı yumuşatmak için Cezmi’nin hizmetlerini sayıp döküyorlardı.
Yalvarmalar tesirini göstermiş, paşa biraz sakinleşmişti.
“Bu defalık size bağışladım, esirlerin idamına da kendisini memur ettim; gitsin, vazifesini yapsın.” emrini verdi.
Cezmi, hayatı pahasına da olsa, kimseye eyvallah edecek insanlardan değildi. Herkesin susmasından faydalanarak söze başladı, önce Şair Zade’nin:
Teenniden etme sakın içtinap
Umûr-u siyasette kılma şitap
Ki bir demde berhûna vardır mecal
Veli mürdeyi zinde etmek muhal[49 - Temkinli davranmaktan asla çekinme!Cezanın yerine getirilmesi için emir vermede acele etme!Bir anda birçok insanın kanı dökülebilir;Fakat bir ölüyü diriltmek imkânsızdır.]
beyitlerini okudu; arkasından da herifi sudan nasıl kurtardığını tesirli, gayet şairane bir eda ile etraflıca anlattıktan sonra:
“Hayatımı tehlikeye koyup da bir can kurtardığım için beni idam etmek, insanlığa ve mertliğe yakışırsa ona da razıyım; fakat esir öldürmek elimden gelmez. Ben askerim, cellat değilim.” diyerek sözünü bitirdi.
Osman Paşa, olayı dinledikçe derece derece yumuşuyor; kalbindeki iyi duygular, öfke ve şiddetini yavaş yavaş eritiyordu. Fakat zaaf göstermemek, komutanlık haysiyetine halel vermemek için istifini hiç bozmadı:
“Bir düşman kurtarmak için canını bu kadar tehlikelere atmakta ne mana vardı? Onların bize yaptıklarını bilmiyor musun?” diye Cezmi’yi azarlamaya kalkıştı.
Cezmi ise, işin o cihetini hiç düşünmemiş olduğu için, birden cevap veremedi. Alelacele bulup verebildiği cevap:
“Kurtardığım adam, Şii[50 - Şii: Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in damadı Hazreti Ali’yi ve onun evlatlarını mağdur sayarak bu dava ile Sünnilerden ayrılan ve ayrı bir mezhep meydana getiren Müslüman topluluğuna mensup olan.] değil, Sünni’dir.[51 - Sünni: Kur’an-ı Kerim’deki dogmalara ve peygamberimizin sünnetine göre amel etmeyi en doğru ve tek yol olarak gösteren İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin kurduğu mezhepten olan Müslüman.] Kendi adı Pertev, fakat babasının adı Ömer,[52 - Şiilerin inancına göre, Hazreti Muhammed’den sonra halifelik Ali’nin hakkı olduğu hâlde, Bekir, Osman ve Ömer, onun hakkını gasp ettikleri için, bu üç halifeye muğberdirler. Erkek çocuklarına onların isimlerini bile koymazlar. (Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı müddetince, Sünni Türkiye ila Şii İran, maalesef bu mezhep kavgalarıyla birbirlerini yemişlerdir.)] kız kardeşinin adı da Ayşe’dir. Arkasında Şirvan esvabı gördüğüm için imdadına koşmuştum.” sözlerinden ibaret kaldı.
Bu sözlerin birçok yeri gerçeğe uygundu; yalnız bir iki yeri doğru değildi. Gerçi herifin babasının adı Ömer, kız kardeşinin adı da Ayşe’ydi ve her ikisi de Sünni idi. Fakat Pertev, İranlı Şii bir cariye (odalık)den doğmuş ve büyüdüğü zaman annesinin mezhebini seçmişti. Fakat bu gerçeği Cezmi de bilmiyordu. Konuşmasının Pertev’le ilgili kısmı, onun üzerinde Şirvan elbisesi görmek meselesinden ibaretti. Yukarıdaki açıklamadan da anlaşılacağı gibi, Cezmi nehre atıldığı zaman herifin kollarıyla başının bir kısmından başka bir yerini görmemiş ve bittabi cinsiyetini, milliyetini fark edememişti.
Osman Paşa, bu izahat üzerine Pertev’in idamından vazgeçti. Cezmi’nin fedakârlığı paşaların ne derece takdirini çektiyse, bu fedakârlığın sonucu olan başarısı da o derece gıptalarını davet etti. İçlerinden Halep Beylerbeyi Mehmet Paşa, sevap ortağı olma gayretiyle söze başladı:
“Diğer esirler arasında da Sünni bulunmak ihtimali vardır. Bundan başka, Sünni olmayanların hepsinin isyana katıldıkları da sabit değildir. ‘Affetmek zaferin zekâtı’ olduğuna göre, onlar da af buyrulsa daha münasip olmaz mı?” dedi.
Osman Paşa da:
“Allah cezasını versin, Cezmi zaten hem bu işteki tutumu hem de buradaki sözleriyle emrimizin yerine getirilmesini engelledi. Bundan böyle kimse idam edilmesin.” cevabını verdi.
Böylece, Cezmi’nin başladığı ve Mehmet Paşa’nın da tamamladığı insanca aracılık sayesinde, iki bin kadar zavallı, cellat elinden kurtulmuş oldu.
Başta Osman Paşa olmak üzere, kahraman askerlerimizin gayretiyle kazanılan Çıldır Savaşı, Gürcistan’ın istilasına başlangıç olduğu gibi, Kınık Savaşı da bütün Şirvan mülkünün Türk topraklarına katılmasını sağlamıştı. Bu başarı üzerine Özdemiroğlu’na vezirlik rütbesi verildi; Şirvan askerî valiliğine ve komutanlığına tayin edildi.
Ordu komutanı Lala Mustafa Paşa, Erzurum’a döndü. Osman Paşa da yanında kalan on bin kadar askerle, Şirvan kalelerini onarttı; nüfus ve arazi sayımı yaptırdı; o civarların emniyet ve asayişini sağladıktan sonra İran’a geçerek Karadağ ve Mogan taraflarını da itaat altına aldı; Şamahi’yi il merkezi yaparak orada yerleşti.
Osman Paşa, ordusu ile birlikte Şamahi’ye varınca, komutanlar ve diğer yüksek rütbeli askerler, birer eve misafir edilmişlerdi. Bu arada Pertev de, hayatını kurtaran Cezmi’yi kendi evine misafir etti.
Pertev, soluk sarı benizli, çini mavisi gözlü, az çiçekbozuğu, burnunun ucu aşağıya, ağzının iki yanı yukarıya meylederek ok ve yay şekli almış, boynunun kısalığı ve kemiklerinin de aşırı kalınlığı, vücudunda tenasüpten eser bırakmamış, gayet çirkin bir şeydi. Fakat babası Mirza Ömer, ela gözlü, al yanaklı, kır sakallı, vücudu düzgün, kalbinin saflığı yüzüne vurmuş gibi nur yüzlü, mübarek bir ihtiyardı. Kız kardeşi Ayşe ise Tanrı’nın tezgâhında sanki güzellik örneği olarak yapılmış, tahrirli mavi gözlü, üzerine yaldız serpilmiş gibi parlak, sarı saçlı, sarılığıyla beraber gayet gür kaşlı, ağzı burnu ufacık, vücudunun her tarafı birbirine gayet iyi yakışmış, melek gibi bir kızdı. Fakat daha on iki yaşında ve zayıf yapılı olduğundan, güzelliği bir bakışta göze çarpacak kadar gelişmemişti.
Mirza Ömer, fakir bir adam olduğu için, yemeği karısı pişirir, evin diğer işlerini de oğlu ile kızı görürlerdi. Bu suretle kız her akşam Cezmi’nin yanında bulunur, Cezmi ise gayet neşeli ve şakacı bir insan olduğundan, çocukla pek çok şakalar yapardı. Ayşe’nin zekâsı da, güzelliği kadar parlak olduğu için, Cezmi’nin şakalarına masumca, fakat zekice karşılıklarda bulunarak evin neşesini arttırırdı. Beş on gün içinde Cezmi ile Ayşe sıkı fıkı ahbap olmuşlardı.
Cezmi, Mirza Ömer için Tanrı’nın özel bir ihsanıydı. Pertev’in hayatını kurtardıktan başka, Osman Paşa’ya olan yakınlığı dolayısıyla, gelebilecek fenalıklardan koruyor ve misafir olarak bulunduğu bu evde, zenginliğinin kuvvetiyle, bayağı ev sahipliği yapıyordu.
Pertev de, kendisi için hayatını iki defa tehlikeye atmış, onu cellat elinden kurtarmış, sonra da pek çok ihsanlarda bulunmuş olan Cezmi’ye karşı taparcasına saygı gösteriyordu.
Cezmi ise ev halkı içinde en fazla Ayşe’ye iltifat ediyordu. Bu hâl, Mirza Ömer’in gözünde, Cezmi’nin Pertev’i kurtarmasından daha büyük bir nimet hükmündeydi. Çünkü, karakterlerindeki aykırılık dolayısıyla ihtiyar, Pertev’den pek hoşlanmaz, fakat Ayşe’yi çıldırasıya severdi.
Mirza Ömer, Cezmi’nin çocuğa teveccüh ve yakınlık gösterdiğini gördükçe, sevinçten deli oluyordu. Ayşe, o yaşa gelinceye kadar Kur’an-ı Kerim ve din dersleri okumuş, istidadı sayesinde, gördüğü her yazıyı sökmeye başlamıştı. Cezmi’nin ara sıra komutanlık dairesine gidip gelmekten başka bir işi olmadığı için, bu çocuğun öğrenimini ilerletme işini eğlence kabilinden üzerine almıştı. İhtiyar İranlı, bunları gördükçe sevincinden bayılma derecesine gelir ve ara sıra onların sohbetlerine katılır:
“İnşallah büyüsün de size vereyim.” gibi şakacıklar da karıştırırdı.

16
Osman Paşa, böylece Şamahi’ye yerleşmiş, oralarını Türk bayrağı altında tutmaya kesin olarak azmetmişti. Hatta Sokullu’nun, o zamanlar Bahr-i Şirvan denilen, Hazar Denizi’yle Karadeniz’i bir kanalla birleştirme fikrine paralel olarak, Hazar Denizi’nde bir donanma tedarikine bile girişmişti.
Fakat Özdemiroğlu’nun bu azim ve teşebbüsü ile, oraların eski hâkimi olan Eriş Han Şirvan’dan umudunu kesmedi.
Tebriz Hâkimi Emir Han ve Gence Hâkimi İmam Kuli Han’la da birleşerek ve başına yirmi beş binden fazla asker toplayarak, Türk ordusu Erzurum’a döndükten sonra, Eriş Nehri’nden beri tarafa tecavüze başladı.
Emir Han ile İmam Kuli, önce on beş bin kişilik bir tümenle Eriş Kalesi üzerine düştüler. Kale Komutanı Beylerbeyi Kaytaş Paşa, yanında bulunan bin kadar askerle, kendilerinin on beş misli, bu İran tümenine karşı durmaktan çekinmedi. O da, Derviş Paşa kadar fedakâr ve hamiyetli bir askerdi. Fakat binicilikte Derviş Paşa derecesinde mahir olmadıktan başka, askerleri de, ocaklara yeni girmiş acemi erattı. Bu savaşta İranlılar, paşayı ve askerlerinin çoğunu şehit ettiler. Kalenin de bazı taraflarını yağmaladıktan sonra yine Eriş Han kuvvetlerine katıldılar.
Yirmi beş bin kişilik bu İran ordusu, 986 (1570) ramazanının dokuzuncu günü Şamahi’ye gelerek Osman Paşa’ya meydan okumaya başladı.
Paşanın yanındaki kuvvet, topu topu on bin kişiydi. Fakat bu tümen, Türk askerlerinin en tecrübeli, en seçkin kahramanlarından mürekkepti. Gerek nefislerine itimatları, gerekse komutanlarına emniyetleri son derece yüksekti. Bundan dolayı, paşa, düşmanla meydan savaşına girmekten çekinmedi.
O gün ve ertesi gün sabahtan akşama kadar savaş devam etti. Akşam olunca, davul çalınarak ateş kesiliyor, iki tarafın askeri birbirinden ayrılıyor, ertesi sabah yine bütün şiddetiyle başlıyordu.
Daha önceki gibi bu savaş da biteviye sürüp gidiyordu. Yalnız bu defa hücum İranlılarda, savunma Türklerdeydi. Osman Paşa yine her zamanki gibi, tabiyedeki[53 - Tabiye: Savaşta muhtelif sınıflara mensup askerî birlikleri gerekli yerlere en ustaca yerleştirip kullanma sanatı ve bu işi inceleyen ilim.] ustalığı ile düşman çoğunluğunu etkisiz bırakıyor; askerlerimiz de gösterdikleri kahramanca gayretlerle şan üstüne şan kazanıyorlardı.
Cezmi ise, bugünkü generallerin emir subaylığı gibi, öteye beriye habercilik hizmetinde bulunuyor; komutanlık emirlerini daha aşağı rütbedeki ilgili subaylara ulaştırıyor ve gerektikçe toplayabildiği ufak tefek müfrezelerle düşman alaylarına duman attırıyordu.
Ramazanın 11’inci ve savaşın 3’üncü günü İranlılar “ya ölüm, ya zafer” azmiyle hücumlarını o kadar sıklaştırdılar ve şiddetlendirdiler ki, askerlerimizi birkaç yerde mevzilerinden söküp atmaya muvaffak oldular. Fakat aldıkları yerleri, Özdemiroğlu’nun gerçekten kurmayca planları sayesinde ellerinde tutamadılar. Askerlerimiz, kayalara çarpan şiddetli dalgalar gibi, düşmanla çarpıştıkça geri çekiliyor, fakat her çekilişte yeni baştan toplanarak yine eski yerlerini alıyorlardı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/namik-kemal-32646160/cezmi-69428149/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Cezayir

2
Birinci Napoleon.

3
Moskova’yı yakan General Konozof.

4
Berke Han (veyahut Berkay) (ölümü 1266) Cengiz torunlarından Cuci’nin oğlu olup, Altınordu Devleti’nin Batı hanedanından üçüncü hükümdardır. Müslümanlığı kabul eden ilk Altınordu hükümdarıdır ve Araplar kendisine “Bereket Han” demişlerdi.

5
Kopernik (Nicolas Copernicus, 1473-1543), yeni astronomi anlayışını bulmuş olan Polonyalı astronomi bilgini.

6
Ümit Burnu, Afrika’nın güney ucundadır. 1486’da Barthelmy Diaz tarafından keşfedilmiş ve ilk Vasco de Gama (Vasko dö Gama) tarafından dolanılmıştır.

7
Cizvitler: İsa Cemiyeti denilen bir Hristiyan kurumu. Ignance de Loyola adlı bir rahip tarafından, Hristiyanlığa hizmet ve Hristiyanları ıslah maksadıyla 1534’te kurulmuştur.

8
Hammer’in rivayetlerinden alınmıştır.

9
Zeamet, ziamet: Osmanlılar zamanında sipahilere verilen en büyük tımar.

10
Perihan’ın şahsı hayal mahsulü ve kılık kıyafeti şair mübalağası zannedilmesin! Osmanlı tarihlerinin hangisine müracaat etseniz, onun adını sanını, becerdiği işleri ve bunların sonuçlarını görür, okursunuz.
Osmanlı-İran münasebetlerine ve bu iki devlet arasında geçen olaylara dair oldukça tafsilat veren Fransız tarihlerinde de Perihan’ın bir hayli niteliği tasvir olunmuştur.

11
Kahkaha Kalesi, İran’da bir kalenin adı.

12
Beyit, Namık Kemal’in “Vatan Kasidesi”nden alınmıştır.

13
Yavaş giden amacına erişir. Hızlı gidenin eteği ayağına dolaşır.

14
Kanuni devrinde yalnız yeniçeriler arasında seksen kadar şair bulunduğu tarihî bir gerçektir.

15
Makta: Kesit. Eskiden mürekkeple yazı yazılan kamış kalemi açtıktan sonra ucunu üzerine koyup kestikleri yazı aracı.

16
Birinci bölümde kendisinden biraz bahsedilen Ferhat Paşa.

17
Nev’î (1533-1589): XVI. yüzyılın, Baki’den sonra en büyük şairi olup Malkaralıdır. Şeyhlerden Pir Ali Efendi’nin oğludur. Mürettep divanı vardır.

18
Harabat: Şair Ziya Paşa’nın Türk, Arap ve İran edebiyatlarından seçme örnekleri ihtiva eden eseri. Namık Kemal, “Tahrib-i Harabat” ve “Takibi Harabat”

19
Tek u pûy (Tekâpû): Dalkavukluk. Beytin anlamı: “Nev’îzade İstanbul’umuzda dalkavukluğu ile ün salmıştır.”

20
Şecer: Ağaç; Vakvak: Yemişleri insan biçiminde olduğu söylenen bir masal ağacı; Şecer-i Vakvak: İstanbul’da Atmeydanı’nda, yani şimdiki Sultanahmet meydanında bir çınara verilen ad. Öldürülen bazı büyüklerin kafaları kesilip bu ağacın dallarına asılırdı.

21
Mirahur (imrahur): Sarayın binek, ev, yük hayvanları, ahırları ile bunlara bakanların binmesine memur kimse. Has ahırın en büyük amiri.

22
Meyhanenin suyu, havası bana pek hoş geldi. Yıkılası meyhane vallahi ne güzel yerde yapılmış.

23
Matla: Kaside veya gazelin ilk beyti.

24
Gönül, o gelgeç güzel pek hakikatsiz Nev’î ne yapsın? Vefasızlardan şikâyet, vefasızlardan şikâyet…

25
Makta: Kaside veya gazelin son beyti.

26
Nazire: Örnek, karşılık. Divan edebiyatında bir şairin şiirini taklit ederek aynı ölçü ve aynı kafiyede yazılan şiir.

27
Divan: Eskiden divan şairlerinin, alfabetik sıraya göre düzenlenmiş şiir dergisi.

28
O, kötü yazan kâtibin (hattat’ın) eli kalem, olsun (yani kamış kalemin ucu gibi, makta (kesit) üzerinde kesilsin.) Onun yalan yanlış karalaması, düğünümüzü kavga gürültü şekline sokar. (Sûr kelimesi Arap harfleriyle yazıldığı zaman, sin harfinin üstüne yanlışlıkla üç nokta konulacak olursa, anlam tamamen değişir, düğün anlamına gelen sûr, kavga gürültü anlamına gelen şûr şekline girer). Bazen de bir harfi atlayarak nasır kelimesini nar, yani ateş şekline, göz kelimesini yazarken de bir nokta atlayarak kör şekline sokar.

29
Caize: Eskiden bir büyüğe sunulan manzumeye karşılık verilen para.

30
Ovasında ve sahrasında yüzlerce Leyla ve Mecnun cilveleşmede; dağlarında binlerce Ferhat ve Şirin aşk şarabı içmede.

31
Bir alanında Hazreti Peygamber Efendi’mizin aydınlık mezarları, bir bahçesinde Ulu Tanrı’nın kâbesi görünmede.

32
Revahe oğlu Abdullah: Eski Arap cengâverlerinden, şair.

33
Ebu Müslim (719-755): Emevîleri devirip Abbasîleri halifelik tahtına çıkaran ünlü komutan. Horasanlıdır, Türk asıllı olduğu rivayet edilir. Abbasi Devleti kurulduktan sonra, İkinci Abbasî Halifesi tarafından, hizmetine karşılık olarak öldürülmüştür.

34
Ebu Tamam: Ünlü Arap cengâverlerinden, şair.

35
Ebu Firas: Ünlü Arap cengâverlerinden, şair.

36
Ayrıntılı bilgi için bk. Peçevî Tarihi, C. 2, s. 39.

37
“Talih denilen huysuz ve kavgacı at itaatsizlik etti. Tanrı lütuflarının gölgesi yere düştü.”

38
Şahbeğendi: İran’da yetişen ve at cinslerinin hepsinden fazla makbul olan bir at cinsi.

39
Sahaif-ül-ahbar, C. 3, s. 525.

40
Bir askerin başına çelenk takmak, o zamanın âdetince nişan ve iftihar makamındaydı.

41
Hilat: Büyükler tarafından iltifata layık kimseye giydirilen süslü elbise.

42
Nusret: Yardım etmek, yardım.

43
Müteferrika: Padişahın, sadrazamın, vezirlerin buyruklarını götüren, büyük hizmetlere, zamanla vezirliğe kadar yükselebileceklere verilen isim.

44
İran’da iki şehrin adı.

45
İran’da iki şehrin adı.

46
İran’da bazı şehirlerin adları.

47
İran’da bazı şehirlerin adları.

48
İran’da bazı şehirlerin adları.

49
Temkinli davranmaktan asla çekinme!
Cezanın yerine getirilmesi için emir vermede acele etme!
Bir anda birçok insanın kanı dökülebilir;
Fakat bir ölüyü diriltmek imkânsızdır.

50
Şii: Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in damadı Hazreti Ali’yi ve onun evlatlarını mağdur sayarak bu dava ile Sünnilerden ayrılan ve ayrı bir mezhep meydana getiren Müslüman topluluğuna mensup olan.

51
Sünni: Kur’an-ı Kerim’deki dogmalara ve peygamberimizin sünnetine göre amel etmeyi en doğru ve tek yol olarak gösteren İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin kurduğu mezhepten olan Müslüman.

52
Şiilerin inancına göre, Hazreti Muhammed’den sonra halifelik Ali’nin hakkı olduğu hâlde, Bekir, Osman ve Ömer, onun hakkını gasp ettikleri için, bu üç halifeye muğberdirler. Erkek çocuklarına onların isimlerini bile koymazlar. (Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı müddetince, Sünni Türkiye ila Şii İran, maalesef bu mezhep kavgalarıyla birbirlerini yemişlerdir.)

53
Tabiye: Savaşta muhtelif sınıflara mensup askerî birlikleri gerekli yerlere en ustaca yerleştirip kullanma sanatı ve bu işi inceleyen ilim.
Cezmi Namık Kemal

Namık Kemal

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Çok iyi bir atlı sipahi olan, iyi silah kullanan şair ruhlu Cezmi’nin serüveni Sokollu Mehmet Paşa döneminde İstanbul’da başlar. Ardından Azerbaycan ve İran’da bulur kendini Cezmi. Son olarak da Tebriz Sarayı’nda türlü entrikaların içinde. Kılık değiştirerek vatanına geri dönerken başından türlü maceralar geçmiş, ölümlerden dönmüş, cinayetlere şahit olmuş, saray entrikalarının içinde bulunmuştur. Türk edebiyatının ilk tarihî romanı olma özelliğini taşıyan “Cezmi”yi, büyük vatan şairi Namık Kemal, Midilli’deyken kaleme almıştır. Bu eserde, Namık Kemal’in diğer eserlerinde olduğu gibi, İslam birliği düşüncesine atıfları oldukça göze çarpmakta ve vatan, millet aşkı da Cezmi’nin şahsında işlenmektedir.

  • Добавить отзыв