Hürrem

Hürrem
Turhan Tan
Korkunç bir intikam planı mı? Yoksa yüzyılın aşkı mı?

Turhan Tan
Hürrem

KIRIM SULTANI’NIN YOLLADIĞI GÜZEL CARİYE

Üstüne Başkalfanın zoruyla, Bursa işi hareli kumaştan bir kısa kaftan, onun altına sırmalı kadifeden bir yelek giymişti. Ne bu yelek, ne ipekli ve üç yırtmaçlı entarisi, gümüş göğsünün lekesiz beyazlığını örtüyordu ve omuzlarından bu yarı açık göğse doğru dökülen saçlar, olgun bir aya sarılmış hafif yıldız gölgelerine benziyordu.
Hafsa Sultan oğlunun yanı başında oturuyor, Haseki Mahidevran ayakta duruyordu. Ortada birçok eşya yığılıydı. Genç Hünkâr, isteksiz bakışlarla uzun bir süre bu yığınları seyretti, sonra yüzünü anasına çevirdi.
“Valide,” dedi, “şu samurları Hazinedara yolla. Kakımları sen al, zerdevaları Mahidevran’a ver, ipeklileri halayıklara paylaştır.”
Sözlerini bitirince yerinden kalktı, kapıya doğru yürüdü. Geniş ve ileriye doğru çıkık alnı kırışıktı. Esmer yüzünde karışık düşüncelerin izleri seziliyordu. Gözlerinin üstüne kadar inen, iki balıkçıl kuşu tüyüyle süslü yusufî kavuk, bu sert yüzü enikonu korkunçlaştırıyordu.
Hafsa Sultan, uzunca boyuna mağrur bir edayla bambaşka bir hava vererek uzaklaşan oğluna hayran hayran baktı ve seslendi.
“Aslanım, Kırım Hanı’ndan gelme bir de canlı armağan var.”
Oğlu durdu ve yürüyüşünü sendeleten bu haberden hoşlanmadığını hissettirmek ister gibi ters ters baktı.
“Bir halayık, değil mi? Görmeye değmez. Kime dilersen bağışlayabilirsin.”
“Fakat güzel kız, hele alımına hiç diyecek yok. Bir gören bir daha görmek ister.”
Haseki Mahidevran kıpkırmızı kesildi. Hiddetten titreyen bir sesle Valide Sultanın sözünü kesti.
“Çirkinlere güzel denildiğini yeni işitiyorum. Neresi güzel o Moskof tutsağının? Gözü paslı, yüzü yaslı… Üstelik burnu da eğri! O güzel sayılırsa size, bize ne demeli bilmem!”
Genç Hükümdar yavaş yavaş geri döndü. Gözdesi ve ölü diri birkaç çocuğunun annesi olan kıskanç Hasekinin yanına geldi. Bir elini onun omzuna koydu.
“Elması,” dedi, “kuyumcu, altını sarraf anlar. Validemin gözü de güzelliğin mihenk taşıdır. Ne şaşar, ne aldanır.”
Ve annesine döndü.
“Kırım Hanı’nın canlı armağanını görmek isterim. Emret de getirsinler.”
Terbiye sınırını bilinçsiz bir küstahlıkla aşmış olan Hasekiyi cezalandırmak fırsatı yüz göstermişti. Hafsa Sultan, bir kaynana insafsızlığıyla bu fırsattan yararlandı ve Mahidevran’ın kıskandığı kızı yine ona çağırttı.
“Yavrum, dışarı çık da şu Urus kızını istet. Bizi de biraz yalnız bırak.”
Darbe ağırdı, güzel Haseki iliğine kadar titriyordu. Fakat ne yapabilirdi? Kendisi birkaç şehzade doğurmuş olmasına rağmen nihayet bir halayıktı. Burada, bu sarayda ise söz söylemek hakkı ancak Padişahın ve sonra anasınındı. Onlar dil birliği yapınca kendisine susmak, kalbini de susturmak düşerdi.
Bununla beraber ümitsizliğe kapılmış değildi. Padişahın Kırım’dan gelen kızı beğenmeyeceğini, şöyle bir görüp geri çevireceğini ve geceleyin yine kendine geleceğini umuyordu.
İşte bu ümitle ayaklarını sürüye sürüye odadan çıktı, kapı önünde nöbet bekleyen haremağasına Valide Sultanın emrini iletti.
“Hani Kırım’dan bir murdar kız gelmişti ya, işte onu istiyorlar. Git Başkalfaya söyle, alıp buraya getirsin. Fakat kahpeyi süsleyip püslemeye kalkışmasın, ne kılıktaysa el değdirmesin, öylece iletsin.”
Zenci hizmetkâr cariyeler koğuşuna doğru yürürken, Haseki ilâve etti.
“Başkalfa odasına dönmeden beni de görsün!”
Şimdi yüreği çimdiklenmiş, beyni yumruklanmış gibi garip bir acı içinde kendi dairesine gidiyordu Mahidevran. Duyduğu azap, yüreğinde ve beyninde kanayan ıstırap büyüktü. Bununla beraber, isteyip de elde edemediği şekerlemenin hayalini anasından dayak yerken bile nemli gözlerinden uzaklaştıramayan hırçın çocuklar gibi, Kırım’dan gelme Halayığın yüzünü göz bebeklerinden kovamıyordu. Onunla birlikte yürüyordu.
Odasına da aynı hayali taşıyarak girdi ve bir köşeye yığılarak hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. Kaynağını anlayamadığı bir duygu, on yıldan beri kendinin olan erkekten artık uzaklaşacağını sezdiriyordu ona ve bu sezgi onun gür siyah saçlarının her teline terden birer dizi inci işliyordu.
Bir aralık, yaş dolu gözlerinin önüne oğlu Mustafa’nın sevimli yüzü geldi ve benliğini altüst eden acılar azalır gibi oldu.
Henüz beş yaşındaki bu çocuk, elinden kaçacağını sanarak üzüldüğü taç sahibi erkeğin veliahtıydı. Babası ölünce saltanat, kudret, taç, taht ve bütün devlet onun eline geçecekti. Şu hâlde gelecek, valide sultan olacağı için kendisinin demekti ve o mutlu günü sabırla, tahammülle, tevekkülle bekleyip şimdi ses çıkarmaması gerekti.
Haseki Mahidevran bu düşünceyle biraz soluklandı. Er veya geç valide sultan olduğu gün, kendine şu acı dakikaları yaşatan ve kim bilir daha ne ağular yutturacak olan Rus kızdan hıncını çıkarmayı kurarak gözlerini sildi. Dudaklarına acıyla ümidin birleşmesini temsil eden, gamlı ve tatlı bir tebessüm işledi, oğlunun odasına geçti. Hain görünen hâli kendi odasının eşiğinde bırakıp, çok şeyler vaat eden geleceğin kucağına koşuyordu. Artık memnundu ve kalbine yayılan sıcak heyecandan saçlarının teri bile kurumuştu.
Oğlu, kendini haremağası yerine koyup, yere yatırdığı sekiz on yaşlarındaki yavru bir zenci halayığı kamçılamakla, arada sırada da, “Seni satılık et seni! Kapı dinlersin, söz uğru-lamaya çalışırsın ha!” diye haykırmakla meşguldü. Onu azat kâğıdını kucaklayan yorgun bir cariye gibi kolları arasına alan Haseki, kelimeleri çılgın öpücüklere karıştırarak deli deli söyleniyordu.
“Sen yaşa oğlum, yaşa, beni de yaşat. Varsın, baban kucaktan kucağa dolaşsın. Bir gün olur, o da yorulur, şu bulanık sular durulur, yeni yeni meclisler kurulur, şimdi vuranlar o gün vurulur!”
O sırada Hafsa Sultan’ın odasında da başka bir sahne görülüyordu. Başkalfa, Kırım Hanı’ndan gelme canlı armağanı odaya getirmiş ve anayla oğlu beklemeden harıl harıl şikâyete girişmişti.
“Kız değil, Sultanım, bu bir afet. Dün geldi, ayağının tozuyla koğuşu fesada verdi. Deli desem yanlış olacak. Çünkü gözlerinde zekâ ışığı yanıyor. Akıllı desem yakışmayacak. Çünkü yaptıklarını hiçbir akıllı yapmaz. Boyuna ağlıyor, boyuna çırpınıyor. Gözyaşlarını sil diye mendil uzatsak alıp yırtıyor, yanağını okşayacak olsak elimizi ısırıyor. Koğuşta tırmalamadığı yüz, tekmelemediği bacak bırakmadı. Hani, konuktur, yurdundan ayrı düşmüş bir zavallıdır diye düşünüp acımasam ağalara yalvarıp kamçılatacaktım. Anamdan emdiğimi burnumdan getirdi yirmi dört saat içinde. Ya geceleyin yaptıkları? Hepimiz tatlı tatlı uyurken onun boğazlanıyormuş gibi acı acı böğürerek bir sıçrayışı, kapıya pencereye bir saldırışı var ki, Edirne tımarhanesindeki zincirli deliler yapmaz. Ferman Sultanımın, Şevketli Efendimindir ama cariyenize kalırsa bu kızı bir baltacıya filan verivermeli, saraydan uzaklaştırmalı. Adam olacağını ummuyorum.”
Başkalfa, sözlerini Hafsa Sultan’ı muhatap alarak söylüyordu ve kendini dinleyen de yine oydu. Padişahın bu gevezelikle ilgilendiği yoktu. Kulağını sağırlaştırarak bütün hassasiyetini gözlerinde toplamış, Kırım’dan gelme canlı armağanı süzüyordu.
Kız, şu soyu sopu belirsiz kız, İstanbul Fatihi’nin düşüreceği Belgrad Kalesi’ni tahta çıkar çıkmaz zapt eden bu genç hükümdarı, Osmanlı İmparatorluğu’nun henüz yirmi yedi yaşındaki yegâne hâkimini derin derin meşgul edecek, oyalayacak ve hatta sağır bırakacak bir değerde miydi?
Görünüşe göre hayır. Bir Rus köyünde doğmuş, papaz olan babasının İsa namına verilegelen basit sadakalara dayalı dar bütçesine ağır bir yük teşkil ederek yarı aç ve yan çıplak yaşamış, kiliseyle kulübesi arasında sürünen kısa yoldan başka bir ufuk görmemiş, yazma ve okuma öğrenmemiş olan bu genç kız, üzerinde uzun uzun durulacak hiçbir güzel nokta, hiçbir güzel hat ve hiçbir güzel özellik taşımıyordu. Çirkin değildi, fakat şahane güzellerden de sayılamazdı. Çok beyazdı, etine dolgundu, endamlıydı. Burnunun garip bir biçimi vardı; yüzüne çevrilen bakışları daha uzaktan yakalamak ister gibi kalkıktı. Şahlanmış bir gurura, canlı ve duygulu bir kıskaca benziyordu. Saçlarıysa kalın ve açık kumraldı. O gün iyi taranmadıkları için, henüz çile haline konmamış bir ipek kümesini andırıyordu bu saçlar. Kalınca dudaklarında hırçın bir kıvrılış, koyu mavi gözlerinde bulutlanmaya uygun gamlı bir gökyüzü vardı. Üstüne, Başkalfanın zoruyla, Bursa işi hareli kumaştan bir kısa kaftan, onun altına sırmalı kadifeden bir yelek giymişti. Ne bu yelek, ne ipekli ve üç yırtmaçlı entarisi gümüş göğsünün lekesiz beyazlığını örtüyordu ve omuzlarından bu yarı açık göğse doğru dökülen saçlar, olgun bir aya sarılmış hafif yıldız gölgelerine benziyordu.
O sırada henüz kırk beş yaşında bulunan Hafsa Sultan’la bu on yedi yaşındaki Moskof kızı yan yana konulursa, geçkin kadın iyi tıraş edilmiş elmas bir top, genç kız da toprak altından yeni çıkarılmış ve yamru yumruluğu giderilmemiş bir yakut parçası gibi görünebilirdi. Biri o kadar olgun, öbürü o kadar hamdı.
Fakat Rus kızında anlaşılmaz bir hayat sırrı, nereden ve ne şekilde fışkırdığı belli olmayan bir cazibe vardı. O darmadağın saçlara, o gamlı gözlere, o kalkık burna, o kıvrık ve kalın dudaklara, hatta o bakımsız kıyafete rağmen bu sır, bu cazibe işi Sultan Süleyman’ı da büyülemiş, tatlı bir hayret içinde bırakmıştı.
Belgrad’ın genç fatihi, dar görünüp de geçit vermeyen, berrak fakat esrarlı bir dere önünde bulunuyormuş gibi şaşkındı. Dalgasız, sessiz, hatta ensiz göründüğü hâlde böğründe aşılmaz, geçilmez bir derinlik saklayan bu derenin sırrını yakalamak, özünü bulup ortaya koymak için zekâsını yoruyor, iradesini zorluyordu. Bu kızın neresi ve nesi güzeldi? Niçin gözlerini ondan ayıramıyordu ve neden yüreği hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı? Genç Hükümdar, bakışlarını Kırım’dan gelme canlı armağanın gamlı gözlerinden, kıvrık dudaklarından ve özellikle kalkık burnundan ayırmamakla beraber hep bu sırrı taşıyordu. Kızı güzel bulamamıştı, ancak beğenmiş, candan beğenmişti, şu kadar ki beğenişinin sebebini anlayamıyordu ve bu belirsizlik onu üzüyordu.
Sultan Süleyman, bakışlarını büyülemiş, yüreğine eşini görmediği bir heyecan aşılamış olan şu körpe kızın cinsel bir kudretten ziyade ruhsal ve manevî bir güç taşıdığına iman getirmek üzereydi. Çünkü o, cinsî cazibenin her yönünü ve yüzünü bilen bir adamdı ve sarayında yaşayan üç yüz kadın da bunu kendisine her gün, her dakika hatırlatıyor ve yeni baştan öğretiyordu. Bu sebeple bu kumral güle bambaşka bir değer vermişti. Onda sınanmış hakikatlerden de, hayalî hazlardan da üstün bir zevk kaynağı, bir neşe pınarı, ilâhî kucaklamalar püskürtecek bir zekâ denizi bulmuştu.
Fakat bir şeyler söylemek de gerekiyordu. Küçük bir mırıldanışı kürenin her bucağında sürekli akisler yapan şu ağız, genç bir esir kızın esrarlı cazibesi önünde uzun müddet kapalı kalamazdı. Krallıkları, imparatorlukları ve koca koca kıtaları karşısında eğilir görmek için yaratıldığına inanan bu kafa, uzun dakikalar sersem ve kendinden geçmiş bir hâlde eğilip duramazdı. Mutlaka uyanmak, kudretine ve büyüklüğüne yakışan bir şekilde durumu anlamak lazımdı.
Biraz geç olmakla beraber Sultan Süleyman bunu kavradı, görünmez bir sihir ocağından tel tel süzülüp kalbini saran sihirli ağdan iradesini kurtarmaya çalıştı ve tatlı bir rüyadan sıyrılır gibi gözlerini anasına doğru açtı.
“Hakkın var, valide,” dedi, “küçük Rus çok alımlı şeymiş. Tülle örtülü elmasa benziyor. Değeri, biçimi pek belli olmuyor ama ışığı göz kamaştırıyor. Bu tülü yırtmalı, cevheri açığa çıkarmalı.”
Kırım’dan gelme Halayığı bir saray bostancısına layık gören ve bu fikrini açıkça da söylemiş olan Başkalfanın korkudan rengi uçup dudakları titrerken, Süleyman şu emri verdi:
“Küçüğün ayrı odası, ayrı sofrası, ayrı kalfası ve lalası olacak. Sandığı sepeti bir hasekininki gibi hazırlanacak, üstüne toz kondurulmayacak. Üst tarafını validemle görüşürüm.”
Başkalfa iliğine kadar yayılan korkudan kendini kurtaramamıştı. Deminki patavatsızlığı için alacağını sandığı cezanın bildirilmesini bekliyordu. Hünkâr, onun alık alık ve acıdan kıvranarak beklediğini görünce sesini sertleştirdi.
“Ne duruyorsun be, eksik etek,” dedi, “Küçüğü alıp götürsene.”
Beriki, yeniden hayat bulmuş bir ölü gibi sersem bir sevinçle eğildi ve kekeledi.
“Ayak öpmesin mi, Efendim? Ummadığı lutfa erdi, dün gelmişken bugün kereminizi gördü.”
Süleyman omuzlarını silkti, Rus kıza baka baka cevap verdi.
“El öpmeyi, ayak öpmeyi ne bilsin yavrucak. Hele dinlensin, dillensin, yanını yönünü öğrensin… Ondan sonra kendisini saray adetlerine alıştırırız. Bugünden zavallıyı sıkmayalım, ürkütmeyelim.”
Başkalfa bir kere daha eğilip Hünkârı ve anasını ayrı ayrı selamladıktan sonra esir kıza döndü, bir haseki karşısındaymış gibi saygıyla kapıyı gösterdi.
“Buyurun, Efendim,” dedi, “Gidelim, odanızı hazırlayalım.”
Türkçe anlamayan kız, yapılan işaretten kendisine söyleneni kısmen anladı, odadan çıkmak gerektiğini sezdi ve oraya girdiği dakikadan beri ilk defa gözlerini Padişahın yüzüne çevirdi, uzun bir bakışla o esmer yüzü süzdü. Padişah da ona baktığı için gözler karşılaşmış, bakışlar çarpışmış ve yürekler selamlaşmıştı. Rus topraklarından, Galiçya’nın adı anılmaz, sanı bilinmez bir köyünden yakalanıp Tatar akıncılarının haşin pençeleri arasında sürüklene sürüklene ovalar aşmış, dağlar dolaşmış ve denizler geçmişti küçük esir. Yeryüzünde en büyük kudret diye tanınan muhteşem Hükümdarın bakışında kısa süre içinde kendisine esir olacak bir kalbin ebedî hayranlığını ve Sultan Süleyman da onun bakışındaki gönül selamında sihirli bir gücün hâkimiyetini sezmişti.
* * *
İşte Hürrem Sultan’ın Topkapı Sarayı’na gelişi, Sultan Süleyman’la ilk karşılaşması böyle oldu. Hünkâr, Kırım Hanı Mehmet Giray’dan gelen mektup sayesinde bu kızın Galiçya köylerinden Rogatino’da doğduğunu, babasının papaz bulunduğunu öğrenmişti. Fakat bu bilgilerin dikkate değer tarafı yoktu. Çünkü büyük oğlunun anası Mahidevran Kafkasyalıydı ve soy sop bakımından kimin nesi olduğu belirsizdi. Dalmaçya’dan, Macaristan’dan, Almanya’dan, Lehistan’dan, İspanya’dan, Portekiz’den yakalanıp getirilmiş olan bütün öbür kızlar, sayıları üç yüzü bulan o renk renk halayıklar da aşağı yukarı aynı durumda bulunuyorlardı. Bu sebeple Hünkâr, yeni ve pek körpe esirin geçmişiyle, almış olduğu kilise terbiyesiyle ilgilenmedi, onun taşıdığı gizli kişiliğe ilgi gösterdi. Kızın gözden çok yürekle, ruhla sezilen manevî güzelliği, büyüye benzeyen ve varlığı hissolunup da içeriği sezilmeyen gücü onu bir anda büyülemiş gibiydi.
Bununla beraber acele etmedi, yılda üç beş kız için yaptırdığı gibi onun hemen hamama sokulması, güzelce temizlettirildikten sonra yanına getirilmesi için emir vermedi. Çünkü tahta çıkmadan önce babasından yüksek işler başarmadıkça ve hele mensup olduğu sülâlenin en büyük şahsiyeti sayılan Fatih Sultan Mehmet’in mağlup kaldığı yerlerde galip olmadıkça saray eğlencelerine bel bağlamamayı vicdanına karşı vaat etmiş bulunuyordu. Hâlbuki saltanata kavuşalı iki yıl olduğu hâlde sözünü henüz yerine getirmiş değildi. Bir yıl önce Belgrad’ı almakla Fatih’i bir adım geçmişti, fakat benzemek istediği o ünlü hükümdar zamanında meydana gelen Rodos bozgununun intikamı hâlâ alınmamıştı. O ünlü kaleyi düşürmedikçe ve Fatih’in adaya kadar yollayıp da diktiremediği Türk bayrağını şövalyeler sarayının tepesine asmadıkça içmiş olduğu ant yerine gelmiş sayılmazdı.
Bu, vicdanî bir gereklilikti. Fakat kendisini körpe esirden şimdilik uzak tutan başka sebepler de vardı ve bunların başında kızın Türkçe bilmemesi geliyordu. Gerçi aşkın dili dünyanın hiçbir yerinde değişmez. Medenî, bedevi veya vahşî, hiçbir erkek tesadüf edip de hoşlandığı bir kadınla anlaşmakta güçlük çekmez. Tabiatın bir zorunluluğunu olan cinsel yakınlaşmalarda kelimelerin yeri yoktur. Çünkü ağızların görevi böyle vaziyetlerde konuşmak değil öpüşmektir. Bunun içinse sözlüğe, dillere ihtiyaç duyulmaz.
Sultan Süleyman, Türkçe bilmeyen pek çok kıza aşkını hissettirmiş ve onların sundukları aşkı, yine kelimesiz bir uyum içinde pekâlâ anlayarak kabul etmişti. Fakat şu Rus kızıyla insanlığın o ortak dilini kullanarak ve dilsiz kalarak görüşüp anlaşmak istemiyordu. Çünkü kıza karşı kalbinde uyanan çekim ondaki yüz güzelliğinden, ten tazeliğinden ileri gelmiyordu. Anlaşılmaz bir özün eseriydi bu. O özü çözmek ise ancak kelimeli, cümleli bir dile dayalı uzun sohbetlerle, tartışmalarla mümkün olabilirdi.
Hünkârın nefsine karşı dahi itiraf etmek istememesine rağmen kafasında dolaşan belirsiz bir düşüncenin de bu ağırdan almada yeri vardı. O, girdiği kalpte hâkim olmak becerisini sezdiren küçük esirin bu ruhsal gücüne karşı kendi benliğinde bir denge kurmak, onu mağlup etmese bile nefsini de yendirmeyerek, galibi ve mağlubu olmayan bir aşk hayatı yaşamak kaygısına düşmüştü. Babadan, dededen kalma bir gücün değil, bizzat yaratılmış bir haşmetin sahibi olarak küçük esirle temasa geçmek istiyordu. Bunun için de yeni savaşlar, yeni zaferler kazanmak lâzımdı.
İşte kısmen açık, kısmen belirsiz olan bu düşüncelerin etkisiyle genç Hükümdar iradesine hâkim oldu, kalbine düşen kıvılcımı yavaş yavaş ateş olmak üzere yine kalbinde sakladı, küçük esiri yanından uzaklaştırdı ve sonra annesine döndü.
“Valide,” dedi, “kızı beğendim. Yakında o da Mahidevran gibi senin gelinin olacak, sana torunlar doğuracak. Fakat şimdilik sana yakın, bana uzak kalsın. Çünkü dil bilmiyor, yol bilmiyor. Benim hatırım için zahmet edip de kendisini terbiye edersen çok memnun olurum.”
Hafsa Sultan, her yıl bir iki yeni gözdenin sarayda yer almasına rağmen Hünkâr üzerinde kuvvetli bir nüfuz yürütebilen Mahidevran’ı hatırlamaktan geri kalmadı.
“Baş üstüne, Aslanım,” dedi, “Küçük kızı senin hizmetine uygun bir hâle korum. Fakat Hasekiden korkarım. Biliyorsun ya, o densizdir, huysuzluk eder, senin aziz başını ağrıtır.”
“Sen ona kulak asma, dediğimi yap. Şayet Hasekinin bir densizliğini görürsen bana haber ver, haddini bildireyim. On yıldır kahrını çektiğim yetmez mi onun?”
Sultan Süleyman sözlerini bitirip ayağa kalktı, gitmeye davrandı. Annesi de genç bir sıçrayışla peşinden fırlamıştı. Onu kapıya kadar geçirmeye hazırlanıyordu. Eşiğin önünde ikisi birden aynı düşünceye kapıldılar ve aynı zamanda birbirlerine sordular.
“Kızın adı ne olacak?”
Bu gerçekten önemli bir meseleydi ve saray hayatında halayık adlarının oynadığı rol büyüktü. Çünkü ismin gökten indiğine, uğur ve uğursuzluk getirdiğine inanılırdı. Gerçi analarından babalarından aldıkları adı unutarak sarayda yeni isimlerle çağrılmaya alışan kadınlar, Arapça ve Acemce kelimelerin birleştirilmesiyle yapılan kendi adlarını doğru söyleyemezlerdi. Garip değişikliklere uğratırlardı. Ancak o adın anlamını mutlaka bilir ve bu anlamdaki kuvvete, zarafete göre övünürlerdi. Adında zarif ve güzel bir taraf bulunmayan kadınlar ise adeta üzülür, yeni bir isim alma çaresi aramaya koyulurlardı.
Hafsa Sultan işte bu düşünceye uyarak, Hünkâr da yüreğini büyüleyen kızı güzel bir isimle anmak zevkini kuruntulayarak bir anda aynı şey düşünmüşlerdi. Anne, dalgın bir hâldeki oğlunu memnun edeceğini umarak acele etti.
“Yavrucağıza Gülbahar diyelim. Rahmetli büyük annenin adı… Uğur gelir belki.”
Süleyman dudaklarını büktü, dalgın dalgın mırıldandı.
“Babamın anası Gülbahar öldüğünde ben on beş yaşımdaydım; boyuyla posuyla, kaşıyla gözüyle kafamda dipdiri duruyor. Güzeldi, ama bu Rus kızı kadar alımlı değildi.”
“Şanslıydı ya, yeter. Baban gibi bir aslan doğurmuştu.”
“Her Gülbahar bir Yavuz doğurmaz, anne. Başka bir Gülbahar da dedemi doğurmuştu.”
“Yeri nur olsun, dedenin nesi vardı ki?”
“İki büyük arasında bir küçüktü o, valide. Fatih’in oğlu, Yavuz’un babası? İkisiyle de ilişkisi yok gibi bir şey!”
“Deme Aslanım, böyle deme, dedenin ruhu incinir, bugüne bugün onun kanını taşıyorsun. Ben de duyarak, işiterek biliyorum. Rahmetli deden, cennetlik baban gibi yavuz kişi değildi ama Allahlıktı. Ona ‘veli’ diyorlar.”
“Deli dememek için, anne, deli dememek için. Sen bu halkı tanımazsın. Onlar, bir kelimeyle koca bir padişahı maskaraya çevirirler. Dedeme veli demelerinin sebebi budur, onunla eğlenmektir. Padişahlardan veli çıkar mı hiç?”
Ve ağzı açık kalan annesinin hayretini önemsemeyerek konuya döndü.
“Kızın adı,” dedi, “Hürrem olsun.”
“Ne demek Hürrem, evlâdım?”
“Gönül açıcı, yürek ferahlatıcı, sevinçli, güleryüzlü, mutlu demek!”
“Hay ağzını seveyim Aslanım. Ne de uzun anlattın bir tek Hürrem’i!”
“Bir tek, doğru anne… Ancak bine bedel!”
Hünkâr hızlı hızlı yürüdü, odadan çıktı, kendi dairesine doğru gitmeye koyuldu. Dalgındı, farkında olmadan boyuna şu beyiti tekrar ediyordu:
Eğerçi yeryüzü hürremdir, ey dost,
Veli sensiz gönül pür gamdır, ey dost.
Yatak odasının eşiği önünde bu şiir dudaklarından silindi, kelimelerin yerine geniş bir tebessüm geldi ve için için söylendi.
“Küçüğü korumak için büyüğü avutmalı. Böyle yapmazsak gülü dalında kuruturlar, yüreğime dert düşürürler.”
Bunu söyledikten sonra odaya girmekten vazgeçti, adımlarını Mahidevran’ın dairesine çevirdi ve onu küçük Şehzade’nin yanında buldu. Ana, gürbüz yavrusunu dizine yatırmış, saçlarını okşuyordu. Karşısında el pençe divan duran Başkalfa da alı al, moru mor bir yüzle bir şeyler anlatıyordu.
Genç Hükümdarın odaya girmesiyle beraber Başkalfanın dili tutuldu, yüzünün rengi değişti, dizlerine titreme geldi. Bayılacak ve bulunduğu yere düşüp yığılacak gibiydi. Süleyman, suç üstünde yakalanmışa benzeyen bu kadının acıklı telaşını sezmemiş gibi göründü, yavrusunu kucaklayıp yerinden sıçrayan Hasekinin yanına gitti.
“Gönlüm,” dedi, “seni özledi, geldim. Mustafa’yı validemin yanına yolla, biraz baş başa kalalım.”
Ve onun cevabını beklemeden Başkalfaya çocuğu gösterdi.
“Bunu al götür, soframın da burada kurulmasını kilerci kadına söyle.”
Bir saniye sonra odada yalnız kalmışlardı ve genç Hükümdar, on yıllık gözdesinin yanı başına oturarak tatlı tatlı konuşmaya girişmişti. Daha beş dakika önce Rus Halayık için verilen emri haber almış ve ruhundan yaralanmış olan Haseki, şu ziyaretin kendini avutmak maksadıyla yapıldığını sezmekle beraber, uyuşturucu almış bir hasta gibi acıdan sıyrılıyor, yavaş yavaş neşeleniyordu. Milyonlarca insanın hayatını, kaderini belirleyen, bir tek sözüyle dilediği kişiyi alçaltan veya yükselten bu güçlü adamın, ikiyüzlü bir hesaba da dayansa kendi dizinin dibinde sevgiden, vefadan bahsetmesi hoşuna gidiyor ve bu yalandan bile mutlu oluyordu.
Hünkâr da gerçekten canlı ve heyecanlı konuşuyordu. Şairliği coşmuştu; boyuna nükteler sıralıyor ve birbiri ardınca kıvrak beyitler okuyordu. Bir aralık bu heyecan son haddini buldu ve genç Sultan, Mahidevran’ın ellerini yakalayıp, “İnan kadın, inan,” diye bağırdıktan sonra sesini birden alçalttı, dudaklarını onun kulağına yaklaştırdı, bayıltıcı bir ahenkle fısıldadı:
Harimi cenneti hüsnün yeter penâh bana,
Haramdır dahi bir gayri secdegâh bana.
Mahidevran, iç yaralarından tamamıyla kurtulmuştu. Beyni döne döne ve kalbi eriye eriye efendisine sarılıyordu. Bu bir yıkılıştı, bir harap oluştu. Fakat onun için bir mutluluktu ve birkaç saatten beri çektiği acı hep bu saadeti elden kaçırma korkusundan doğuyordu. Hünkâr, muhtemel densizliklerinin önüne geçmek için avutmak istediği kadının uzun günler ayılamayacak kadar sarhoş olduğunu görünce, yavaş yavaş ciddiyetini ve sertliğini takındı, parmaklarını güzel Hasekinin saçlarından ayırmamakla beraber sesine başka bir ahenk verdi.
“Mahidevran,” dedi, “yüreğimin içini görebiliyor musun?”
Kadın, yarım kalmış tatlı bir rüyanın hasretini taşır gibi şaşkın ve acı içinde başını kaldırdı, efendisinin gözlerine baktı. Oradan, o iki sarı elâ köşeden yol ve ışık alıp söylenilen yere, Hünkârın kalbine inmek istedi. Fakat umduğu, aradığı yolu ve ışığı bulamadı, sarı elâ gözlere kumral bir yüzün, beyaz bir endamın yerleştiğini görür gibi oldu, sendeledi ve inledi.
“Yüreğinde o Rus kızı oturuyor!”
Süleyman güldü.
“Demek ki sen bana bakıp onu görüyorsun!”
Ve iki uzun öpücük arasında ekledi.
“Ben sana bakıp onu unutmak istiyorum. Buna inanmalısın!”
Tam bu sırada kilerci kadın içeri girdi, sofra kurmaya girişti. Mahidevran, yine ümitsizlikle ümit arasında sallanıyordu. Fakat yemekten sonra ümit yıkıldı, hayal kırıklığı başladı. Çünkü Hünkâr, “İşim var, artık ayrılalım,” deyip dairesine çekilivermişti.
Bu görüşmenin, bu baş başa kalışın son olduğunu tahmin etseler acaba böyle mi ayrılırlardı?

ATEŞ HATTINDA AŞK

Artık o isim, Hürrem ismi, âşık Padişahın ağzında efsunlu bir meze, bir çerez halini almıştı. Her şarap kadehi sonunda bu ismi çiğniyordu, şarap zevkini onunla olgunlaştırıyordu.
Sadrazam Piri Paşa, yer öpüp geri çekildi. Hünkârın yüzünü biraz solgun gördüğü için endişelenmişti. Önüne bakar gibi davranarak gizlice bu soluk yüzün sakladığı düşünceleri araştırıyordu. Süleyman, uzunca bir süre sessiz kaldıktan sonra, odanın bir kenarında serili duran Bursa ihramını gösterdi.
“Otur, Lala,” dedi, “Ayakta durma.”
Piri Paşa, yere kadar eğildi ve telaşla cevap verdi.
“Estağfurullah, Efendim. Kul haddini bilir.”
“Uzun etme Lala, otur. Çünkü konuşmamız hayli uzun sürecek. Yorulur, rahatsız olursun.”
Sadrazam bu sefer, “El’emrü fevkal edeb,” dedi, işaret olunan yere oturdu ve Hünkârın sorduğu soru üzerine anlatmaya koyuldu.
“Kurtoğlu, Rodos işini dilinden düşürmez oldu, hakkı da yok değil. Mısır ’a gidip gelecek gemilerimizin güvenliği için adanın alınması gerek.”
Hünkâr, Sadrazamın sözünü kesti.
“Eski hıncı çıkarmak için de bu işi başarmak lazım.”
“Doğrudur, Şevketli Hünkâr. Hınç meselesi de var. Fakat biz, öç almak için değil, Akdeniz’i de Türk yapmak için Rodos’a el atmak isteriz. Şövalyeler yol kesenlik ediyor, şu koyda, bu koyda pusu kurup silahsız yolcuları yakalıyor, küreğe koyuyorlar. Hainlerin elinde binden fazla tutsak bulunduğunu sanıyorum. Onlar, bizim yardıma koşmamızı bekliyor.”
“İyi ya, hemen yürüyelim. Ne bekliyoruz böyle?”
“Kurtoğlu kulun da öyle diyor. Vezir Mustafa kölense oturamaz oldu, elinden gelse tek başına Rodos’a koşacak.”
Hünkârın kaşları çatıldı.
“Ben de telaş içindeyim, bir an önce savaşa girişmek istiyorum. Fakat sen, yalnız sen, bıyık falından ayrılmıyorsun.”
“Merhamet buyur Hünkârım, celallenme. Olay büyüktür, düşünmek ve çok düşünmek ister. Makamı cennet olsun, pederiniz merhum gibi bir sahipkıran, Rodos üzerine yürümeyi ağırdan aldı, acele eylemedi. Ben kulun o zaman Kurtoğlu gibi, Mustafa Paşa gibi davranıyordum, hemen yürüyelim diyordum. Merhumdan kötü söz işittim. Ancak o haklıydı, biz kısa düşünüyorduk.”
Ve önemli bir hatıranın zihninde kımıldanmasıyla kendinden geçmiş gibi sesi değişe değişe anlattı Sadrazam.
“Rahmetli Efendimin emriyle yüz elli gemi yapmaya başlamıştık. Yüz kadırga da hazırdı, Hünkârın küçük bir işaretini bekliyordu. Orduyu da hemen sefere çıkacak hâle koymuştuk. Merhum, bu durumda bir gün bizi huzuruna çağırttı, sordu.
‘Beni Rodos’a götürmek istiyorsunuz, değil mi?’
Ben, sevine sevine cevap verdim.
‘İznin olursa öyle, Hünkârım.’ ‘Peki, ne kadar barutunuz var?’ ‘Dört ay sürecek bir muhasaraya yeter miktarda!’ ‘Bu kadar barutla Rodos alınmaz. Siz ata gemsiz binen, yola azıksız çıkan gafillersiniz. Benim de alnıma kir süreceksiniz. İlkin hazırlığınızı tam yapın, sonra orduyu sefere sürün.’”
Piri Paşa, Yavuz’la yapılan bu konuşmayı aktardıktan sonra, o günün hâlâ yaşayan utancını silmek ister gibi elini alnına götürdü.
“İşte,” dedi, “bu söz bana ders oldu. Bol gemi, bol barut, bol azık sağlamadıkça, adayı alacağımıza inanç getirmedikçe bu yaman işe el vurmayı doğru bulmuyorum.”
Süleyman sinirlenmişti. İhtiyar vezirin ağırdan alma ve tedbir tavsiye eden sözlerinden huylanmıştı. Onun Rodos işini başarılması çok güç bir iş şeklinde tasvir etmesi, aynı zamanda gururuna da dokunuyordu. Bu sebeple hırçınlaştı.
“Kanın sulanmış,” dedi, “eski ataklığın kalmamış. Fakat ben henüz gencim, atılganım. Böyle de olmasam Rodos’un Belgrad’dan daha sarp olmadığını biliyorum. Orada Macarları nasıl yendiysem, burada da şövalyeleri berbat edeceğime eminim.”
Ve yerinden fırladı, Piri Paşa’yı da sıçrattı.
“Rodos’ta binden fazla Türk’ün küreğe konduğunu söyleyen sensin. Onların daha birçok günler inlemesini isteyen yine sensin. Bu ne hâldir, ne çirkin duygusuzluktur? Bin Türk zincirde inlesin de sen sarayında güle güle yatasın, öyle mi? Ayıptır Lala, ayıp. Sana yakışan, küreğe konmuş Türklerin her biri için bir Rodos yıkmaktır. Şövalyelerin Rodos’unu korumak değil.”
Oda içinde geziniyor, homurdanıyor, eliyle koluyla bir takım işaretler yapıyordu. Piri Paşa, Fatih’in mağlup olduğu ve Yavuz’un gitmek istemediği bir yere esaslı ve etraflı hazırlıklar yapmadan koşmak hevesi içindeki genç Hünkârın sinirlerini yatıştırmak için ter döke döke bir çare araştırırken, o, ansızın durdu.
“Belgrad dönüşünde ve yarı yolda oğlum Murat’ın öldüğünü duydum, İstanbul’a yaklaşınca bir kızımın toprağa verildiğini işittim. Saraya adım atınca büyük Şehzadem Mahmut’un cenazesiyle karşılaştım. Fakat bu üç ölüm senin şu durumun kadar yüreğimi yaralamadı. Sen bana bu kafayla mı hizmet edeceksin?”
Piri Paşa kekeledi.
“Durumu inceleyelim demek istedim. Yanlış anlamayın Hünkârım.”
“Durumu incelemek mi? Sen yalnız korkak değilsin, ahmaksın da. Çünkü benim uluorta hareket ettiğimi sanıyorsun. Acaba ben çürük tahtaya basar mıyım, benden evvelkilerin başaramadıkları bir işe el vururken kör gibi davranır mıyım? Senin inceleyelim dediğin durumu ben didik didik ettim, özüne kadar inceledim. Rodos’a gitmek istiyorsam kazanacağımı bildiğimdendir. Kale beni bekliyor!”
Piri Paşa bu sözlerin neye dayandığını anlamaya savaşırken, Hünkâr, koynundan bir tomar kâğıt çıkardı.
“Bak,” dedi, “Hekim Salamon’la Almaral ne yazıyorlar?”
Sadrazam şaşkın bir aceleyle kâğıtlara el uzattı ve korkak korkak mırıldandı.
“Bu adamları ben kulun tanımıyorum, adlarını yeni duyuyorum.”
“Çünkü uyuyorsun, çünkü seferin yalnız barut işi olduğuna inanmışsın.”
Ve Hünkâr, çok şeyler bilen bir adam gururuyla anlattı.
“Salamon, Rodos’un gözü açık, kulağı delik hekimlerindendir. Almaral, şövalye tarikatının başkanıdır; asıl adı Andre’dir ama Almaral diye anılıyor. Bunlar, benim Rodos’u şövalyelere bağışlamayacağımı senden daha iyi anladıkları için hizmetime can atıyorlar, kale hakkında mükemmel bilgi veriyorlar ve oraya bir an önce varmam için yalvarıyorlar. Sense gitmeyeyim diye yalvarıyorsun. Anla durumun ne olduğunu!”
Belgeler gerçekten önemliydi. Adanın en ücra noktasına kadar çizilmiş haritası ile kalenin planlarını da içeren bu kağıtlarda, şövalyelerin elindeki kuvvetin nitelik ve niceliği, cephane ve erzağın miktarı ayrı ayrı yazılıydı. Her iki casus da adaya hücum için en uygun zamanın gelmiş olduğunu söylüyordu.
Piri Paşa, İtalyanca asıllarına Türkçe çevirileri iliştirilmiş olan bu önemli belgeleri dikkatle gözden geçirdi ve tecrübeli bir vezir gibi davranarak onların ne dereceye kadar güvenilir olduklarını anlamak istedi.
“Kerem buyur, küstahlığımı hoş gör Padişahım. Bir noktayı öğrenmek isterim. Bu kâğıtları kim getirdi size?”
“Mısırlı Pir Ali Reis!”
“Efendimi de gördü mü bu Pir Ali?”
“Hayır, bizim Hasodabaşı İbrahim’i tanır o.”
“Demek İbrahim Ağa bu yazıp çizme işini idare ediyor. Ben kuluna da haber vermeye lüzum görmüyor.”
“Vay, kıskandın mı İbrahim’i?”
“Kıskanmadım, kıskanmam da. Fakat Padişahımın birinci hizmetkârı benim. Devleti savaşa götürecek işleri herkesten önce benim bilmem gerekir. Bugün İbrahim, yarın Ahmet, öbür gün Hüseyin devlet işlerine perde arkasından parmak uzatırlarsa düzen bozulur. Efendime bunu söylemek istedim.”
Süleyman, mahcup ettiğini sandığı ihtiyar Vezirin birden saldırmaya ve hakaret etmeye başladığını görünce kızmıştı, fakat onu yerinde ve zamanında cezalandırmayı daha uygun bularak hiddetini yendi, sesini biraz tatlılaştırdı.
“Senden saklı bir iş yapılmış değildir. İşte, kâğıtlar hep elinde. Sonra düşün ki İbrahim’in maksadı bana ve devletime hizmettir. Eğer o, adadaki Rum kızlarından biriyle denizci Mahmut Reis’in seviştiğini haber almasa, Pir Ali Reis’ten de faydalanmayı düşünmese, biz ne Almaral’ı ne de Hekim Sala-mon’u elde edebilirdik.”
Piri Paşa bariz bir hayretle sordu.
“Arada bir Rum kızı da mı var?”
“Evet, var. Bu kız, genç şövalyenin kapatmasıdır. Herifi sever görünür ama bizim Mahmut Reis’ten iki piç kazanmıştır. Şövalye bu çocukları kendinin sanıyor. Varsın, yine öyle sansın. Orası bize gerekmez.”
“Gerçekten kocamışım, bunamışım Padişahım. Şu kıssadan bir şey anlamadım.”
“Dur anlatayım, Lala, kıssa çok nefistir. Mahmut Reis iyi Rumca bilir. Bizim İbrahim’in de dostu. İbrahim onu Moralı kılığına soktu, bezirgânmış gibi birkaç kere Rodos’a yolladı. O, mal alıp satmak bahanesiyle orada bize casusluk edecek adamlar arıyordu. İlkin bu kızla tanıştı, çarçabuk sevişti, iki yıl içinde onu iki kere ana yaptı. Bir yandan da onu kılavuzlukta kullanıp Hekim Salamon’la Almaral’ı elde etti.”
“Pir Ali Reis nereden çıktı?”
“Mahmut Reis adadan ayrılışlarında İstanbul’a gelmiyor, hep Mora’ya gidiyor. Çünkü şövalyelerin de İstanbul’da casusları var. Onun için ihtiyat etmek lâzım. Pir Ali Reis ise, İbrahim vasıtasıyla benden aldığı emir üzerine, Mora sularında dolaşıyor, Mahmut Reis döndükçe kendisiyle görüşüyor, getirdiği kâğıtları alıp buraya yolluyor.”
“Şu hâlde kale içinden alınmış demektir. Ferman buyurursanız harekete geçelim.”
“Mümkünse şimdi!”
Piri Paşa yer öpüp çıktıktan sonra Sultan Süleyman, Manisa’da bir dul kadından satın alıp kendine nedim edindiği, tahta çıktıktan sonra da hasodabaşı yaptığı İbrahim’i çağırttı.
“Sadrazam,” dedi, “Rodos’a yapılacak seferin vaktinin geldiğini anladı. Fakat kendinin atılma vaktinin geldiğini anlamadı. Bu işi hemen yapayım mı, yoksa Rodos dönüşüne kadar bekleyeyim mi? Sözü sana bırakıyorum.”
Hasodabaşı, sevinçten kıpkırmızı kesilmekle beraber hırsını tatmin etmekte ve ettirmekte acele etmedi, efendisinin elini öperek yalvardı.
“Beni şimdi vezir edinirsen kem nazara uğrarım, hizmetinde bulunmak şerefinden uzak kalırım. Belki sen de dile gelirsin. Onun için kerem et, Rodos dönüşüne kadar beni yerimde bırak.”
* * *
Rodos’a gidecek ordu ve donanma hazırlanıncaya kadar Süleyman hareme girmedi, kadınlarla ilişki kurmadı, Hasodabaşıyla baş başa yaşadı. Birlikte yiyor, birlikte içiyor ve birlikte yatıyorlardı. Hükümdar, savaş hazırlıklarının tamamlanması işini Piri Paşa’ya bırakmıştı. Kendisi, zeki ve sanatkâr nediminin yanık sesini, kıvrak sazını dinlemekle ve şarap içmekle vakit geçiriyordu. Hürrem adını taktığı körpe halayık hakkındaki duygularını, düşüncelerini İbrahim’e de anlatmıştı. Artık o isim, Hürrem ismi, âşık Padişahın ağzında efsunlu bir meze, bir çerez halini almıştı. Her şarap kadehi sonunda bu ismi çiğniyordu, şarap zevkini onunla olgunlaştırıyordu.
Yalnız şarap değil, saz da Hürrem’i anmak ve andırmak için vesile olup gidiyordu. İbrahim yaya el vurup sazının tellerini,
Beni senden sanema kimse cüda eyleyemez,
Meğer ol gün ki gele, canı yerinden ayıra,
diye yanık yanık söyletince, Süleyman padişahlık kibrinden sıyrılır gibi oluyordu. “Öyledir İbrahim, öyle. Teller doğru söylüyor,” diye inim inim inliyordu. Bazen yüreğinde alevlenen aşkın etkisiyle çılgına döner, İbrahim’e söylediği besteyi yarıda bıraktırarak haykırırdı.
“Bırak dedikoduyu, bırak ruhsuz sözleri. Bana benim anlayacağım şeyi oku.”
Hasodabaşı bu emri alır almaz nağmeyi değiştirir ve gözlerini efendisinin süzgün gözlerine dikerek sazını şu biçimde ağlatırdı:
Dağı gamın ki mihr ü muhabbet nişanıdır,
Sinemde saklarım ki saadet nişanıdır.
Pargalı sanatkâr, efendisinin ara sıra pek üzüntü gösterdiğini görünce ayaklarına kapanıp yalvarırdı.
“Sana bir değil, bin değil, yüz bin can feda; niye gam çekersin? Çekil halvete, dilediğin kâmı al. Önünde engel mi var?”
O vakit Hünkâr acı acı gülümserdi.
“Bu bir sırdır, ruh sırrıdır. Ben ona başka türlü âşığım. Gel desem geleceğini bilirim, hatta öl desem öleceğini bilirim. Çünkü ben padişahım, o bir halayıktır. Fakat bu, durumun dışyüzüdür. İçyüzüne gelince yerlerimiz değişiyor. O sultan oluyor, kölelik bana düşünüyor. Böyle olunca da gel demek, öl demek onun hakkı!”
“Siz işaret buyurun, o gel demekten çekinmez, çünkü haddine düşmez, Hünkârım.”
“Çekinmez belki. Fakat âşıklar mezhebinde teklife yer yoktur. Sevgili, zamanında merhamet eder, âşığı ölümden kurtarır.”
Ve kendi kendini teselli etmek istiyormuş gibi davranarak şöyle bir örnek gösterdi.
“Rahmetli babamla elbette ölçülemeyiz. Onun kadar ne zorba, ne de kahrediciyiz. Hâlbuki aşk, o gerçekten yavuz kişiyi de hâlden hâle düşürmüştü. Acı ve gözyaşı içinde,
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân,
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek,
diyen babam değil miydi?”
Hasodabaşı İbrahim, bu gamlı gamlı söylenişlere, bu acı acı dert yanışlara karşı, yine efendisinden dinlediği ve onun meclislerinde duyduğu felsefi sözlerle karşılık verirdi.
“Haklısınız, Hünkârım,” derdi, “Aşk önüne geçilmez bir kudrettir. Allah’ın büyüklüğünden süzülüp yüreklere sinen bir nur zerresidir. İmansız vicdan gibi aşksız irfan da karadır, kapkaradır. Sevin, daima sevin. Fakat,
Aşk odu evvel düşer maşuka andan âşıka,
Şem’i gör kim yanmadan yandırmadı pervaneyi,
sözünü unutmayın. Sizi yakan güzellik, güneş de olsa mutlaka sizden önce yanar. Buna inanın!”
İbrahim çok zeki bir gençti. Kürenin yarısını elinde tutan, öbür yarısını da yüceliğinin velvelesiyle sersemleştiren şu taç sahibi âşığın ruhunu kavramıştı. Huyunu bütün incelikleriyle öğrenmişti. Kendi görevi onun nabzına göre şerbet vermekti. Çünkü yarı kürenin Süleyman’dan sonra en kudretli adamı olmak için böyle davranması gerekti. Ancak, nabza göre şerbet vermek, gerçeklere yüz çevirmek değildi. O, vereceği şerbetin şekerini, sezdiği hakikatin rengine ve içeriğine göre belirlemeyi de gerekli bulurdu.
Aşk işinde de bu yolu tutmuştu. Padişahın mizacındaki coşkunluğu gözeterek dil kullanıyordu. Yoksa tahtın güzellik önünde hasıra çevrilmeyeceğini, yerlerde sürünmeyeceğini biliyordu. Taç, bir küme altın saç önünde belki eğilir, fakat bu eğiliş o saçı kendine tuğ yapmak içindir! Taht da, emsalsiz bir güzelliğe karşı duygu gösterir, çekilir ve açılır. Lâkin maksadı, o güzelliği içine atmak ve eritmektir.
İbrahim bütün bu gerçekleri biliyordu, hatta Sultan Süleyman’ın Hürrem’e gösterdiği çılgınca bağlılığın neden ileri geldiğini de anlıyordu. Sarayında üç yüz kadın bulunduran ve binlercesini daha bulundurmaya gücü yeten bu genç Hükümdarın Rusya’dan getirilmiş esir bir kıza ilk görüşte bu kadar bağlanması, başkalarını hayrete düşürse bile Hasodabaşına şaşkınlık vermezdi. Çünkü o, Padişahın sınırsız bir güçten, her dilediğine ermekten, her istediğini yapmaktan, her aradığını bulmaktan bıkarak acze, acıya hasret kaldığını, kolaylıklardan usanıp güçlükler aradığını çoktan sezmiş bulunuyordu. Zeki gencin düşüncesine göre, Padişahın Hürrem’e yanıp yakılması, hele de onu kendine hemen mal etmeyip uzakta bulundurarak ortaya sunî bir hicran koyması hep o ruhsal sebepten, acı duymak ve güçlüklerle pençeleşmek ihtiyacından ileri geliyordu. Şu hâlde kendisine düşen görev, Padişahın bu ruh hâlini okşamak, hayali üzüntülerini körüklemek, şimdilik uydurma olan aşkını beslemekti.
İbrahim, kendi geleceğini ve mutluluğunu düşünerek nedimlik görevini ince bir ustalık ve beceriyle yaparken, Sultan Süleyman’ın gelip geçici isteklerinin yanında yaşayan öz benliğini de gözden uzak tutmuyordu. Ne şarap ne de saz o özü uzun müddet sarhoş tutabilirdi. Aşk da, şimdi görünen hastalıklı şekliyle de olsa, o benliği boyuna uyutamazdı. İbrahim bu sebeple hiçbir fırsatı kaçırmıyor, şaraptan biraz gına geldikçe, saza biraz ara verildikçe sözü devlet işlerine ve o günün en büyük meselesi olan Rodos seferine getiriyordu.
Sultan Süleyman, savaş için ata bineceği güne kadar Hürrem’in hayaliyle oyalanmak ve yakınlık içinde yaratılmış şu hicran âleminin üzücü zevkine benliğini vakfetmek istemekle beraber, nediminin değindiği konulara ilgi göstermekten de geri kalmaz, hemen düşüncelerini, kararlarını sıralamaya koyulurdu. Fakat o halvet demlerinde bu çeşit sohbetler, iki kadeh arasındaki ara kadar kısa sürerdi ve söz yine saza verilerek konu hızla değiştirilirdi.
Günler birbiri ardına işte bu biçimde geçti, Sultan genç nedimiyle uzun bir halvet âlemi yaşadı. Yüreğini bütün genişliğiyle kendisine verdiği kızı, yanı başında olmasına karşın görmedi fakat adını da dilinden düşürmedi. Emeli, uçar bir pervane gibi değil, ruhu dudağına gelmiş bir hasta misali ona yaklaşmak ve bu ölüme yakın ruhu, sevgilisinin tebessümünden alacağı şifayla yerine çevirmekti.
Piri Paşa, bütün hazırlıkların tamamlandığını bu durumda Hünkâra haber verdi.
“Padişahım,” dedi, “üç yüz gemi yelken açmak, yüz bin asker de yürüyüşe geçmek için emrini bekliyor!”
O, uzun sürmüş bir rüyadan uyanır gibi şöyle bir silkindi, ruhsal zindeliği bir anda gözlerine toplandı, herhangi bir zaafın izlerini taşımayan gür sesiyle kararını bildirdi.
“Yarın ordunun başındayım. Donanma iki gün sonra çıksın!”
Hafsa Sultan, “Bize duayı unutmayın,” diyerek elini öpen oğlunun alnına dudaklarını koyarken fısıldadı.
“Hürrem’i bir kez görmek istemez misin, Aslanım?”
“O, yüreğimde ve göz bebeklerimde. Demek ki her saniye kendisini görüyorum. Hüner, beni ona göstermektir. Sen kendisini yanına al, Üsküdar ’a geç. Doğancılar Sarayı’ndan onunla birlikte alayı gör.”
Ve annesinin kulağına eğildi.
“Hürrem’in beni tanımasını, ilkin padişah ve sonra âşık olarak tanımasını isterim. Bu zahmet de sana düşer.”
Sultan Süleyman, Haseki Mahidevran başta olmak üzere birkaç saraylıyla hiç konuşmadı. Oğlu Mustafa’yla da ancak bir saniye oyalandı. Doğru kıyıya indi, kayığa bindi. Bu inişte ve binişte, saraydan kaçış gibi bariz bir acele seziliyordu. Mahidevran, yüreğini bastıra bastıra, Şehzade Mustafa nemli gözlerini aça aça bu hâle hayretlerini ortaya koyuyordu. Yalnız Hürrem, Padişahı Valide Sultan’ın dairesinin bir köşesinden kayıtsız gibi görünen bakışlarla takip edip uğurlayan Hürrem, şu kaçışa benzeyen uzaklaşıştaki sırrı apaçık görüyordu. Henüz on yedi yaşında bulunan esir, bu kudretli erkeğin kendisiyle karşılaşmaktan korktuğunu anlamıştı ve için için gülmüştü. Çünkü, aşktan kaçanların sevgililerini daha çabuk bulmak için koştuklarını her kadın gibi o da biliyordu.
Hürrem’in böyle görüp böyle düşünmekte hakkı vardı. Süleyman onunla yüz yüze ve göz göze gelmekten tam anlamıyla korkuyordu. Tanınmamış âlemlerin esrarını taşıyan o gözlerin önünde, sınanmamış zevklerin tadını vaat eden o dudakların karşısında sersemleşip kalıvermekten ve padişahlık büyüklüğüne yakışmayacak şeylere tenezzül etmekten ürküyordu. O sebeple gözlerini önüne eğerek dehlizleri aşmış ve saraydan kaçar gibi uzaklaşmıştı.
Fakat kayığa biner binmez korkudan ve telaştan sıyrıldı, tabii rengini alan gözlerini etrafa çevirdi. Şimdi bir ruh değişikliği geçiriyor, yeri ve göğü bambaşka görüyordu. İçinde oturduğu saltanat kayığı benliğini hızla uçuruyor, yükseltiyor ve baş döndürücü bir miracın heyecanına kavuşturuyordu.
Bu değişiklik ve bu hissi yükseliş, deniz üzerinde serilip uzanan haşmetli manzaradan ileri geliyordu. Önünde, ardında, sağında, solunda dizi dizi kayıklar vardı ve onların taşıdığı alay alay insan, yekpare bir kalp gibi kendini selâmlıyor ve apaçık bir köle bağlılığıyla kendine karşı boyun kırıyordu.
Daha ötede filo, onun geçişini renk renk alay bayraklarına sarılarak selam vaziyetinde bekliyordu. Baştarda, Türk gücünün harekete geçişini seyretmek için ölçülmez derinliklerin böğründen fırlayıp çıkmış bir deniz perisi gibi göz alıcı bir ihtişam içinde nazlı nazlı sallanıyordu. Kapudaneler, patronalar ve riyalalar, yelpazeler gibi zarif bir ahenkle yavaş yavaş kımıldanıyordu. Güneş, bu görkemli filoyu yakından görmek ve onun bağrından genç Sultanın köpüklerle bezenmiş yoluna dökülen alkışları yakından duymak için sanki yere ağıyor ve kamaşmış bir göz gibi sahnenin üzerinde yanıyordu.
Miğferler, zırhlar, kalkanlar, mızraklar, altın ve gümüş kitabeler, renk renk bayraklarla çeşit çeşit fenerler, Türk donanmasına başka bir heybet veriyordu. Süleyman, işte bu haşmet ve heybetin içine getirdiği ferahlıkla hakiki bir göğe yükseliş zevki alıyordu. Bir aralık gözünü geriye, Sarayburnu’na doğru çevirdi ve gurulru bir güvenle gülümseyerek için için söylendi.
“Hürrem işte bu aynada beni görecek, beni tanıyacak!”
Donanma toplarının velvelesiyle uğurlanarak Üsküdar’a adım attığı, ordunun alkışlarıyla karşılandığı anda yine Hürrem’i düşünüyor ve onun hayalini selamlaya selamlaya ata binerek asker safları arasından otağına doğru yürüyordu.
Üsküdar o tarihte pek bakımsızdı. Ne bugünkü camileriyle hamamları, ne de yüz yıl önceye kadar yaşayan kervansarayları, imaretleri vardı. Meşhur olan çeşmeleri, sebilleri de o devirde henüz yapılmamıştı. Şemsipaşa ve Salacak semtleri de boştu, yaz günlerinde yüzmeye gelen gençlerden başkasının uğrağı değildi. Doğancılar’da bir saray bir de han vardı. Han, doğan besleyip satan kimselerin barındıkları yerdi, saraysa mirî binalardandı.
Rodos’a gidecek ordu işte bu kasabanın dört yanını işgal etmişti ve Albahadır, Secah, Kadıköy bağlarının çevreleri hep çadırla bezenmişti. Hünkârın otağı da şimdi Orta Valide Camisi’nin bulunduğu bayır üzerine kurulmuştu. Doğancılar Sarayı buradan görülebiliyordu.
Sultan Süleyman, yeniçeri ve sipahi alaylarının arasından geçerek otağına ulaştı ve ilk emir olarak Sadrazama şu tebliğde bulundu.
“Validem gelecek. Yanında bulun, menzile ilet, kendisini iyi gözet. Sakın sıkılmasın.”
Onun sıkılmamasını istediği anası değil, Hürrem’di. Fakat ötekinin adını anıp berikini kastediyordu ve bu mahrem hatırlatmadan ayrıca bir zevk alıyordu. Bununla beraber oraya Hürrem’le meşgul olmak için gelmediğini de unutmuyordu. O sebeple Piri Paşa’yı savdıktan sonra “İki Mustafalar ” dediği paşaları yanına çağırttı.
Bunlardan biri vezirdi ve kendisinin eniştesiydi. Öbürü henüz vezir değilse de paşa unvanını almış, Yaylak lakabıyla anılan bir yiğitti.
Süleyman, yer öpüp divan duran iki Mustafa’dan ilkin eniştesi olana yüzünü çevirdi.
“Bak, Paşa,” dedi, “bu sefere serasker oldun, gözünü dört aç, adımlarını tarta tarta at. Büyük atam Fatih, Rodos bozgunundan dönüşte Mesih Paşa’yı asmamış, üç tuğlu vezirlikten çıkarıp Gelibolu’ya yollamış. Ben böyle yapmam, adadan bozguna uğrayıp dönecek olan paşaların derisine saman doldururum. Bunu bil de iyi davran!”
Ve sonra Yaylak Mustafa Paşa’ya döndü.
“Serasker Paşa hem adaşın, hem yoldaşındır. İkiniz de saraydan yetiştiniz. Birbirinize yan bakmayın, kardeş gibi davranın. Donanmayı sana, öncü orduyu da ben gelinceye kadar ona bırakıyorum. El ele verin, candan çalışın, adayı bir iyi sarın.”
Onlar el ve yer öpüp filoya katılmak üzere ayrıldıktan sonra, Hasodabaşı İbrahim huzura girdi. Zeki nedim, efendisinin önüne bir yığın kâğıt koyarken çapkın bir tebessümle soruyordu.
“Sofra kurulsun, etraf çevrilsin mi Efendim?”
Süleyman bu soruya cevap vermeden kâğıtları gözden geçirmeye koyuldu. Bunlar, menzil cetveliyle Mahmut Reis’ten son gelen raporlardı. Rodos’ta kalbini ele geçirdiği Rum kızının yardımıyla çok önemli bilgiler toplayan cesur denizci, bu sefer de kırk iki yıl önce yapılan Rodos kuşatmasına ait krokileri, planları yollamış ve o kuşatmada Türklere casusluk edip, sonunda birer suretle felâkete uğrayanların hatıralarından Hekim Salamon’la Almaral’ın endişeye düştüklerini, kendilerinin dile ve ele verilmemesi için yalvardıklarını da uzun bir mektupla bildirmişti.
Hasodabaşı İbrahim, Hünkârın dikkatini bu mektup üzerine çevirmeye çalıştı.
“Mahmut Reis’in,” dedi, “hakkı var. Salamon’la Almaral’ın bize yâr olduklarını kimseye sezdirmemek gerekir. Çünkü bu sır ortaya çıkarsa heriflerin başına bela gelmekle kalmaz, bizim başka yerlerde casus bulmamız da güçleşir.”
Süleyman, bu düşüncenin tam tersini ileri sürdü.
“Bence,” dedi, “bu değersiz bir meseledir. Casus dediğin bizim kanunnamedeki köftehordan da murdar kimselerdir. Bu gibilerin yokluğu, varlığından iyidir. Zorunluluk hâlinde köftehorun hizmeti kabul olunur, lakin eli öpülmez; casusların da hizmeti ödenir, fakat gayreti çekilmez. Salamon’la Almaral’ın bize sözleri gerek, kendileri değil. Casuslukları duyulursa bana ne?”
Ve sonra menzil cetvelini gözden geçirdi.
“Kırk günde mi,” dedi, “Marmaris’e varacağız? Uzun, çok uzun yol. Ben şöyle bir ağışta Rodos’a ulaşmak isterdim.”
Hasodabaşı, savaş yolculuğunda mesafe meselesinin bahse mevzu olamayacağını herkesten iyi bilmesi lâzım gelen Hünkârın şu sözünde nasıl bir hayıflanış saklı olduğunu hemen kavradı.
“Sultanım,” dedi, “sonu hayır olsun da varsın yol uzun sürsün. Donanmayla gidilseydi Rodos’a daha çabuk varılırdı. Fakat karadan gidişin zevki başka. Mülkünüzün bir parçasını göreceksiniz, halkın derdi varsa dinleyeceksiniz ve her gün geriden haber alacaksınız. Valide Hazretleri elbette gün başına bir ulak çıkarır, İstanbul’da olup bitene dair size haber ulaştırır.”
Zeki nedim, parmağını Hünkârın yüreğindeki sırra basmıştı. O, yolun uzunluğunu ileri sürmekle, sarayda kalan Hürrem’den günlerce uzaklaşmanın üzüntüsünü açığa vurmuştu. Hasodabaşı da, kara yolculuğunda gerilerden sık sık haber alacağını söylemekle o üzüntünün merhemini müjdelemiş oluyordu. Hünkâr, bu ince düşünüşten haz aldı ve nedimini minnettar bir bakışla okşadıktan sonra en büyük takdir kelimesini sarf etti.
“Aferin!”
Şimdi seferle ilgili şeyler üzerine konuşuyorlar ve elde edileceğine iman besledikleri zaferden sonra yapılacak şeyleri düşünüyorlardı. Süleyman, bir aralık dalgınlaşır gibi oldu ve gamlı gamlı nedimine sordu.
“Şövalyeler üzerine şu seferi açışımın öz sebebi nedir, bilir misin İbrahim?”
“Eski bozgunluğun hıncını almak!”
“Bu, görünen sebep. Sana ben görünmeyen, konuşulmayan sebebi soruyorum.”
“Rodos, Akdeniz’in kilitlerinden biridir. Bizim elimizde bulunması gerekir.”
“Bu da herkesin bildiği bir şey… Bana sen, başkalarının bilmediği sebebi söyle!”
“Başka bir sebep bulamıyorum.”
Hünkâr yerinden kalkmıştı. Otağ içinde ağır ağır dolaşıyordu. Uzun müddet bu durumda gezdi, düşündü, bıyığını karıştırdı ve sonra nediminin karşısına dikildi.
“Babam,” dedi, “yüreğinde olanı diline çıkarmazdı, kimseye sezdirmezdi. Hatta, İçimdekini bıyığım sezse onu kıl kıl yakarım, derdi. Ben bu kadar ileri gitmek istemem, bir sırdaş tutmaktan çekinmem. Seni de kendime sır ortağı, dert ortağı yaptım. Onun için Rodos’a gidişimdeki asıl sebebi anlatacağım. Fakat bu, canın gibi gizli kalmalı.”
Ve kulağına fısıldar gibi davrandı.
“Büyük amcamın oğlu Rodos’ta! Onun bir gün olup babası Cem gibi Frengistan’a gitmesinden, başıma dert açmasından korkarım. Babam, Frenklerle hoş geçinmişse bir sebebi de bu çıbanın delinmesinden korkmasıdır. Ben onun gibi hareket etmek istemedim, yılanı saklandığı kovukta yakalamayı kurdum.”
Hasodabaşı, herkes tarafından bilinip de kimse tarafından ağza alınmayan bu sırrı yeni duyuyormuş gibi davrandı, biraz da telaş gösterdi.
“Ya şövalyeler amcanızın oğlunu kaçırırlarsa?”
“Bunu yapmazlar, yapamazlar. Çünkü bana yenileceklerini anlayınca konuklarını adayla değişmek isteyeceklerdir. Kendisini şimdiye kadar alıkoymaları, beslemeleri de hep bu düşünce yüzündendir. Onlar, amcamın oğlunun başını adaya tercih edeceğime inanırlar. Yarın bunun doğru olmadığını anlayacaklar, çünkü ada da, amcamın oğlu da elime geçecek!”
Ve birden sözü değiştirdi.
“Haydi, git, validemin Üsküdar ’a geçip geçmediğini öğren. Lalama kalırsa bu haberi çok geç alırız. Dönüşte sofrayı kurdur. Yola çıkmadan biraz eğlenelim, ferahlanalım.”
İbrahim, sazıyla beraber beklenen haberi de getirdi, Valide Sultanın Salacak yoluyla Doğancılar Sarayı’na geçtiğini müjdeledi. Müjde diyoruz, çünkü Hünkâr, anasının Üsküdar’a gelişini bir müjde olarak görüyordu. Nitekim bu haberi alır almaz neşelenmişti. Parlaklığı artan gözlerini süze süze tatlı hülyalara dalmıştı. Burnunda da garip bir hareket belirmişti; havadan bir şeyler emmek ister gibi titreyip duruyordu.
Hasodabaşı, Sultanın, Hürrem’in kokusunu aramakta ve bütün eşyada yine Hürrem’i görmekte olduğunu sezdi.
“Valide Hazretlerine,” dedi, “selam yollamak gerekmez mi?”
O, hülyalı bakışlarını değiştirmeden cevap verdi.
“Hele Piri Paşa gelsin, valideden haber getirsin. Sonra biz görevimizi yaparız. Sen telleri söyle de gör.”
O gece de geç vakte kadar saz ve sözle geçti. Valide Sultandan selamlar, dualar getiren Piri Paşa çarçabuk savuldu. Efendiyle köle baş başa kaldı. Kadehler boyuna dolup boşaldı, teller fasılasız inledi ve gece yarısı, coşkunluğundan otağa sığmaz hâle gelen Hünkâr tarafından Valide Sultana uzun bir mektup yazıldı. Yeniden vedalaşmak maksadıyla kaleme alınmış gibi gösterilmeye çalışılan bu kâğıdın hemen her satırında Hürrem’e ithaf olunmuş bir kelime vardı ve sonu da onu Hafsa Sultan’ın korumasına bırakmaktan ibaret kalıyordu. Mektubu götürmekle görevlendirilen ulak, üç sırmalı bohça dolusu armağanı da Doğancılar Sarayı’na taşıma emri almıştı.
Midesini şarapla şişirmiş, kafasını dumana boğmuş, sinirlerini gerginlikten rehavete ve rehavetten gerginliğe geçirerek harap etmiş olmasına rağmen, Hünkâr gün doğmadan önce ayaktaydı. Gecesini yatakta sakin bir uykuyla geçirmiş gibi zinde görünüyordu. Otağ kapısına geldikleri haber verilen devletin önde gelenlerini huzuruna sokmadan iradeleriyle karşılaştırdı, ordunun hareket ettirilmesini ve kendi atının da hazırlanmasını emretti.
Biraz sonra pırıltılı bir mahşer uğultulu bir akışla harekete geçmiş, çadırlı ordugâh inanılmaz bir hız içinde atlı ve yaya gruplarına dönüşerek Maltepe yönünde yol almaya başlamıştı.
Bütün Üsküdar zaten ayaktaydı. İstanbul’dan da binlerce kişi orduyu uğurlamaya geldiğinden, yürüyen mahşerin yanı başında sabit görünen ikinci bir mahşer daha oluşmuşa benziyordu. Kalanlar, gidenleri alkışlarla uğurluyor ve avuçlarda alkış olup saygı haykıran yüreklerin sesi, yürüyen mahşerin uğultusu arasında garip bir şekilde yankılanıyordu.
İşte Türk gücünün sayısız canlı sahnelerinden biri de ordunun Üsküdar’dan bu çıkışıdır. Buna çıkış demek gerçekten ayıptır, günahtır. Ordu, bir şehirden çıkıp başka bir şehre giden veya bir noktadan kalkıp başka bir noktaya geçen askerî bir küme değildi; başka ve çok başka bir varlık olup, ona yürüyen bir tarih, ayaklanmış bir cihan ve yüz bin yıldızlı bir kâinat demek hiç de abartı sayılmazdı. Bu yürüyen tarihin, bu ayaklanan cihanın, bu pırıl pırıl parlayan kâinatın özü Türk, dili Türk’tü. O sebeple yeri ve göğü imrendiriyordu.
Hünkâr henüz otağındayken ordu harekete geçmişti. Fakat seyircilerden kimse Hünkârı aramıyordu, aramaya gerek görmüyordu. Çünkü her nefer bir hünkârdı. Bu hakikat, eğere şanlı bir taht yüksekliği vererek ve mesafeleri gerçekten şahane bir güçle devirerek at süren her süvarinin muhteşem endamında, kuvvetle güzelliğin seçme bir örneği olduklarından şüphe edilmeyen yayaların adımlarında canlanıp duruyordu.
Çamlıca, doğdu doğalı göğe dikilen başını yere eğerek ve bütün Boğaz, ezelden beri derinliklere, enginlere bakan gözlerini Üsküdar sırtlarına yükselterek ordunun bu göz kamaştırıcı yürüyüşüne dalarken, Sultan Süleyman da çadırından çıktı. Sürü sürü peyklerin, solakların, baltacıların, çavuşların oluşturduğu bin renkli hale içinde orduyu takip etmeye başladı. Atlı yaya yüz bin askerin ve Hünkârın yürüyüşünü seyrederek kendinden geçen halk bu kahramanları çılgınca alkışlıyordu.
Sultan Süleyman, başındaki miğferle üstündeki zırhtan daha sert bir yüz taşıyordu. Bununla beraber gözlerinde gururun kapayamadığı bir telaş vardı. Bu peçeli iç endişesi, Doğancılar Sarayı’na yaklaşınca büsbütün arttı ve o gururlu gözler, sadaka arayan keşküller gibi açık bir niyaz halinde sarayın duvarlarına çevrildi. Hürrem oradaydı, fakat görünmüyordu. Padişah ise onu aramakta olup bulamadığı, göremediği takdirde can evinden yaralanmışa dönecekti. Hâlbuki yüksek duvarlar, ardında bulunanları kıskanç bir sertlikle gözlerden saklı tutuyordu. Hünkârın kaderi değiştiren, kazayı yenen kudreti şu duvarlara şeffaf bir yüz veremezdi.
Süleyman, atını biraz daha yavaş sürmeye başlamış, oradan uzaklaşmamak ister gibi görünür olmuştu. İşte o sırada ve saray kapısının tam önünde, ihtiyar bir kadın kalabalık arasından fırladı, peykleri ve solakları geçerek Hünkârın yanına kadar geldi, üzengisine yapıştı.
“Dur,” dedi, “beni dinle!”
Padişahın etrafında yürüyenler bu cüretin nasıl cezalandırılacağını tahmin etmeye çalışırken, Süleyman dizginleri çekti. Kendini orada alıkoymakla mutlu eden kadının ellerini öpmek ister gibi davranarak şen şen sordu.
“Söyle anacığım, söyle. Kulağım sende, derdini sıkılmadan anlat.”
Üsküdarlı kadın, elini üzengilerden çekmedi, yanık yanık söylenmeye koyuldu.
“Bu gece yatağıma girerken üç keçim, iki koyunum, birkaç bakırım, bakracım, kilimim, minderim vardı. Uyandığım vakit bunları aşırılmış gördüm. Şimdi ne sağacak malım, ne sarınacak şalım var. Beni soydular, soğana çevirdiler, kuru hasır üzerinde bıraktılar. Elim böğrümde kaldı. Allah diyorum, başka bir şey demiyorum. Erim yok, dölüm yok. Kimsesiz bir eksik eteğim. N’ideyim, nasıl geçineyim?”
Süleyman, bu saf şikâyeti dinlerken gözlerini saray kapısından ayırmıyordu. Bir aralık, kapıdaki kafesimsi iki üç gözetleme deliğinin kımıldanır gölgelerce kapanıp açıldığını sezdi, için için titredi. Demek ki kapının ardında insanlar vardı ve bu minimini deliklere gözler yapışıktı. Kendisi Hürrem’in alay seyretmek üzere bu saraya getirilmesini emrettiğine göre deliklerde oynaşan gözlerin bir çifti de onun olsa gerekti. O hâlde Hürrem oradaydı ve kendini görüyor, dinliyordu.
Bu seziş onu sarhoş ettiğinden şikâyetçi kadınla eğlenmek istedi. Maksadı kapı önünde biraz daha oyalanmak ve Hürrem’e biraz daha yakın kalmaktı. O sebeple sordu.
“Evine giriyorlar, koyunlarını keçilerini melete melete alıp götürüyorlar, ne bulurlarsa bohçalayıp aşırıyorlar. Sense duymuyorsun. Bu kadar ağır uyku olur mu ya?”
Bu şakayı bir hakaret sayan bağrı yanık kadın, ellerini üzengiden çekti, gözlerini Hünkârın yüzüne dikti.
“Uyuyordum,” dedi, “çünkü seni uyanık sanıyordum!”
Sert ve yüksek bir sesle savrulan bu cevabın ağırlığı dinleyenlerin başlarını göğüslerine eğdirirken, Sultan Süleyman bir kahkaha patlattı.
“Hakkın var,” dedi, “biz uyumasak bu işler olmaz. Suç hırsızlarda değil bizdedir. Çalınan malı ödemek de bize düşer.”
Ve haremağalarından birine emir verdi.
“Bu kadını valideme götür, ona bir kese altın verilsin, bir de ev bağışlansın.”
Süleyman, Hürrem’e doya doya yüzünü göstermiş olmaktan ve minimini deliklere yapışık gözlerinden sızan ışığı ruhuna sindirmekten doğma bir ferahlık içindeydi. Evi soyulan kadına bir ev değil, bir ülke bağışlasa az bulacaktı. Kadın da memnundu; dili döndüğü kadar dua ve teşekkür ediyordu. Halk ise Hünkâra ders veren kadını imrene imrene alkışlıyordu.
* * *
Ordunun Üsküdar’dan sonra ilk menzili Maltepe’ydi. Sultan Süleyman orada donanmanın Marmara’ya süzülüşünü seyretti. Üç yüz parça gemi, şişirilmiş yelkenlilerle bir sürü kuğu kuşu gibi denizi yarıp gidiyordu. Bu gidişte, yarın alev olup düşman kalelerini yakacak beyaz ve kudretli bir tebessümün uçuşu seziliyordu. Ordu, o her neferi bir hükümdar kadar heybetli görünen ordu, ardından koştuğu zafer perisinin konakladığı bucakları denizden sarmaya giden gemileri “Yaşa!” sesleriyle Maltepe zirvelerinden uğurlarken, Padişah da otağına çekildi, menzil cetvelini bir daha gözden geçirdi, sonra başını ellerinin içine aldı, uzun uzun Hürrem’i düşündü ve birden kaleme sarıldı. Anasına heyecanlı bir mektup yazdı, küçük kıza iyi bakmasını rica etti ve kâğıdın sonuna şu satırları kondurdu:
“Yeniçeri kullarım, sipahilerim, bütün askerî tayfa sevinç içinde. Yarın yapılacak savaşlar bu yiğitleri şimdiden mest ediyor. Ben de sabırsızlanıyorum, bir an önce Rodos’a varıp düşmana saldırmak istiyorum. Fakat yarını bugüne getirmek elimizde değil. Biz güne hâkim olamıyoruz, günler bizi yönetiyor. Bundan da canım sıkılıyor, içime gazel düzmek hevesi çöküyor. Bizi duayla anmanıza vesile olsun diye kaleme aldığımız beyitlerden birini işte yazıyorum. Hürrem Türkçe öğrenmiş olsaydı sizinle okur ve aşka gelirdi. Bununla beraber, kendisine beyitimizin tadını hissettirmeniz iyi ve hoş olur. Yüreğimizden taşıp kağıda dökülen söz şudur:
Sûre-i velleyl okurdum dün namazı şâmda,
Zülfün andım dilberin, nittim, ne kıldım bilmedim.”
Süleyman, dilber yerine açıkça Hürrem diyemedeğinden dolayı enikonu hayıflanıyordu. Fakat Yavuz’un karısı olduğu için şiirin inceliklerini kavrayabilecek kadar olgunlaşan annesinin, dilberden maksadının ne olduğunu anlayacağını umarak teselli oluyordu.
Bir yükten kurtulmuş gibi seviniyordu. Çünkü yazdığı şu beyitle Hürrem’e aşkını ilân etmişti. Bir aşkın itirafı ise bir hükümdar için bile büyük bir yükten kurtuluş demekti. Söylenilmeyen, açığa vurulmayan aşk, ışığı hapsolunmuş aleve benzer. O alevin özgür bir şekilde yanması ve bulunduğu yeri yakması için mahpusluktan kurtulması gerekir. Aşkların itirafı işte bu neticeyi verir ve sevgilisine aşkını itiraf edebilen adam, bir yükten kurtulmuş gibi sevinir.
Süleyman da seviniyor, hürriyete kavuşmuş gönül alevinin yaktıkça sevinç doğuran ateşini doya doya duyarak tatlı bir acının zevkini yaşıyordu. Annesinin onun hislerine tercüman olacağından ve mektuba sarılı arzularını Hürrem’e damla damla tattıracağından emindi ve bu rahatlıkla belirsiz hülyalara doğru kollarını açarak geriniyor, geriniyordu.
Bununla beraber, üzerinde yürüdüğü yolun kendisine yüklediği görevleri de unutmuyordu. Her gün Piri Paşa’yı huzuruna kabul ederek ordu işleri hakkında görüşüyor, en basit meselelere kadar bilgi alıyor ve güvenlikle ilgili önemli emirler veriyordu. Yine her gün köylülerle temas ediyor, onların dertlerini dinliyor ve bol bol para dağıtıyordu. Saray adamları, biraz fazlaca yapılan bu bahşişleri onun cömertliğine, fukara severliğine hamlederek şaşkınlıkla karışık bir sevinç duyuyorlardı. Hâlbuki o, eski Süleyman’dı. Para işlerinde dengeli davranmayı ihmal etmezdi. Fakat, “Hürrem’in sağlığı, gönlünün mutluluğu,” için eşsiz bir bonkörlük gösteriyordu.
İşte bu şekilde Maltepe’den Çukurçayır’a gelindi, oradan Hereke’ye varıldı. Süleyman bu menzilde sabırsızlık gösterdiğinden, iki günlük yol bir günde alınarak Çınarlı’ya ulaşıldı, sonra sırasıyla Yıldızköprüsü, Kazıklı, Dikilitaş, Pamukçu, Yenişehir, Akbıyık, Zincirliköy, Derbent, Kızılkaya ilçeleri aşıldı ve Kütahya Ovası’na konuldu. Hünkârın titizliği ve sabırsızlığı ara sıra nüksettiğinden bir kısım konak yerleri geçiliyor ve iki menzil bir ediliyordu.
Savaş kokusu, zafer kokusu, şeref kokusu bütün orduyu kanatlandırmıştı. Her neferde uçma isteği görülüyordu. Bundan ötürü Hünkârın iki konaklık yeri bir günde aşmak için sık sık gösterdiği arzuya hemen herkes katılıyordu.
Kütahya Ovası’nda geçit resmi yapıldı, bu yüzden bir gün duruldu. Sonra Altıntaş Ovası, Pınarbaşı, Ece Köyü, Sıçanlı Düzlüğü geçildi, Sandıklı Ovası’na varıldı. Burada, donanmayla Rodos’a ulaşarak yanındaki fırkaları adaya çıkarmış bulunan Serasker Mustafa Paşa’dan uzun bir rapor geldi.
Cenk eri Vezir, şövalyelerin uzlaşmaya yanaşmadıklarını bildiriyordu. Bu haber, bilinen bir şeyi tekrarlamaktan ibaret gibi görünmekle beraber Süleyman’ın dikkatini çekmekten geri kalmadı. Hele Seraskerin, “Adadan artık kuş dahi uçup kaçamaz, kafeste kalanlar yine kafeste can vereceklerdir,” şeklinde bir cümle yazmış olması o dikkati arttırdı. Çünkü bu rapordan o, Cem Sultan’ın oğlunun adadan kaçırılmadığını ve şövalyelerin de ondan yararlanmayı henüz düşünmediklerini anlamıştı.
Süleyman şimdi daha sabırsızdı; durmadan yürümek ve orduyu da yürütmek istiyordu. Hâlbuki yol güçleşmiş, geçilmesi kolay olmayan bir bataklık hâlini almıştı. Her güçlüğü yenmek kudretini taşıyarak doğan Türk kahramanları, o sıra sıra bataklıkları, o dizi dizi uçurumları ve bayırları da yaman bir süzülüşle aşmayı başardılar. Üç gün ağızlarına bir katre su koymadan, koyamadan yürüdüler, İlpınar önüne vardılar. Artık yolun çoğu alınmış, azı kalmıştı.
Rodos, İstanbul’dan daha yakındı ve asker neşe içinde zafer destanları söylemeye koyulmuştu. Ladikya’yla Tunca arası aşılıp Çoban Ilıcası’na varılınca tatlı haberler de yağmaya başladı. Bu haberlerin başında, Hersek Beylerbeyi Mahmut’un Dalmaçya’da Scardorna Kalesi’ni bir kanlı baskınla zaptetmiş olması vardı. Akdeniz’in en büyük zümrütlerinden birini Türk hazinesine mal etmek için merhaleler aşan dilâverler, Adriyatik kıyılarında at oynatan kardeşlerinin kazandığı zaferlerden kıvanç duyuyorlar ve bayram yapıyorlardı. Rodos ve Dalmaçya… En küçük bir harita üzerinde bile bu iki noktayı birbirine yaklaştırmak imkânı yoktur. Fakat Türk gücü o imkânsızlığı işte gideriyor ve Dalmaçya’da koşma okuyan Türklerden Rodos’ta şarkı ırlayan kardeşlere zafer müjdeleri gelmesini mümkün kılıyordu. Ordu, selim bir sezişle bu olaydaki inceliği kavradığından, haklı bir gurura kapılıyordu. Dalmaçya kahramanlarına Çoban Ilıcası Karargâhı’ndan selâmlar uçuruyordu.
Sultan Süleyman da bu menzilde bir gönül muhasebesi yaptı, anasına yazdığı mektuplarla ondan gelen kâğıtları karşılaştırdı. İstanbul’dan çıkalı beri kendisi tam yirmi yedi mektup yollamış ve o kadar da mektup almıştı. Şu hesaba göre her gün karşılıklı olarak birer mektup alınmış ve verilmiş oluyordu. Bu, Hürrem’in bütün yol merhalelerinde anıldığını ve Hürrem tarafından da her gün doğuşunda Rodos yolcusunun hatırlandığını gösteriyordu. Demek ki yürekler durmadan işliyordu ve gönül işleri yolunda gidiyordu.
Bununla beraber İstanbul’dan gelen mektuplarda henüz açık bir işaret, aşka yorulabilecek bir kayıt yoktu. Valide Sultan bütün kâğıtlarında ilkin kendi sağlığından ve oğluna karşı taşıdığı hasretten bahsediyor, sonra Hürrem’le candan ilgilendiğini, onu yanından ayırmadığını, Türkçeyi çabuk öğrenmesi için onu zorlamaktan geri kalmadığını anlatıyordu. Hürrem ne diyor, ne yapıyor ve Padişahın vaziyetini nasıl buluyordu? Valide Sultan hiç bu noktalara değinmiyordu. Yalnız, son mektuplarının birinde, “Küçük Rus çok akıllı. Leb der demez leblebiyi anlıyor. Türkçeyi çabuk öğrenecek. Şimdi, ‘Efem’ filan demeye başladı. Aslanımın mübarek adını öğrendi. Bana her gün, ‘Aslanınızdan ne haber?’ diye soruyor. Galiba düşünde de sizi görüyor ki dün, ‘İyi o, çok iyi,’ diye sevinç gösteriyordu,” şeklinde bir açıklama yapmıştı.
Süleyman, edebî bir bilmecenin özünü açmaya çalışır gibi, Hürrem’den uzunca bahseden satırları on kere, yüz kere okumuş ve her kelimeden bir anlam çıkarmaya savaşmıştı. Kızın, kendisini anarken Valide Sultana karşı “Aslanınız” demiş olmasında tadına doyulmaz bir incelik buluyor ve şimdi “Aslanınız” diyen ağzın bir gün alevli bir arzuyla “Aslanım” diye inleyeceğini düşündükçe heyecanlara kapılıyordu.
Sözün kısası Hürrem ve savaş, Süleyman’ın yüreğini paylaşan iki büyük kuvvetti. Biri harekete geçince öbürü susuyor ve ardından susan taraf ortaya çıkarak berikini sessizliğe davet ediyordu. Toplar gürlemeye, kılıçlar işlemeye başlayınca Hürrem’i temsil eden kuvvet belki uzun bir zaman hareketsiz kalacaktı. Süleyman, pek yakınlaşan o dakikaları düşündükçe üzülüyordu. Ancak savaş sonunda kalbini tamamıyla Hürrem’e vereceğini hatırladıkça üzüntüsü geçiyor ve benliğine garip bir huzur geliyordu.
Süleyman, ordu ve hükümet işleriyle beraber bu gönül muhasebesini de düzen içinde yürütmekten geri kalmayarak hedefe doğru yürüdü, yol aldı, Kırksöğüt menziline vardı. Orada akrep çoktu ve bir çocuk pençesi büyüklüğünde bulunan bu zararlı yaratıklardan hayli sıkıntı çekildi. Onun için çadırlar erken yıktırıldı, iki menzil bir yapılarak Bozdoğan Suyu’na gelindi.
Süleyman, bu konak yerine gelinceye kadar merhametli, şefkatli, cömert bir hükümdar görünmüştü. Herkese karşı nazikti, çünkü gün doğarken Hürrem’i anıyor ve bu anışla neşeleniyordu. Gün batarken ise mutlaka İstanbul’dan bir ulak gelip yâr-ı can dediği kızın sağlığını müjdeliyordu. Bozdoğan Suyu menzilinde bu haber gelmedi ve Süleyman’ın da rengi, tavrı, hâli değişti.
İlk defa olarak o, gurubu tatsız, geceyi tatsız ve hayatı tatsız buluyordu. Annesinden gelen ve Hürrem’den bahseden her yeni mektubu okuya okuya dolaşırken engin sahralar kadar geniş bulduğu otağ, o gün gözüne mezarlar kadar dar ve karanlık gelmişti. İpekli ve yaldızlı perdeler, benliğini sarmaya savaşan kefen parçaları gibi sinirine dokunuyor, zarif oymalı direkler bağrına saplanmak için hazırlanmış birer mızrak gibi gözüne hain görünüyordu.
Genç Hünkâr eski mektupları okumakla bu sinir buhranından kurtulmak istedi, başaramadı. Geriye sıra sıra atlılar çıkararak İstanbul’dan gönderildiğine emin olduğu ulağı arattı ve gidenlerin geri gelmesini ümit içinde bekleyerek oyalanmaya çalıştı, yine buhrandan sıyrılamadı. İçinde kırmak, yıkmak ve devirmek ihtiyacı hâkimdi; zincirden boşanmış, fakat yine kafeste kalmış bir pars hırsıyla otağında dolaşıyor, boyuna homurdanıyordu.
İşte bu sırada Piri Paşa huzuruna geldi.
“Kocaları seferde olan eksik etekleri rüşvet alıp başkalarına nikâhlayan, akçesiz hüküm vermeyen, koca bir şehri haraca bağlayan Kara Kadı, Konya’dan geldi. Şikâyetçileri de beraber. Ne ferman buyrulur?”
Süleyman şöyle bir duraladı, nefsiyle mücadele eder gibi göründü ve sonra gürledi.
“As bir ağaca teresi, sallansın dursun!”
“Ordu kadısından fetva alsak, uygun olmaz mı?”
“İlkin herifi asarsın, sonra kendine gerekse fetvasını alırsın.”
Kara Kadı’yı suçlayan Piri Paşa’ydı. Fakat o, suçlunun mesleğinden çıkarılmak ve bir yere sürülmek yoluyla cezalandırılacağını umuyordu. Hünkârın ulu orta idam hükmü vermesi üzerine koca Vezir şaşırdı, bir şeyler söylemek istedi, beceremedi, süklüm püklüm huzurdan çıktı, mahkûmu cellâtlara yolladı. Süleyman onun arkasından homurdanıyor ve hayaletlere sesleniyormuş gibi boşluklara baka baka söyleniyordu.
“Hele ulaklar geciksin, hepiniz, hepiniz Kara Kadı’ya dönersiniz, ağaç dallarında sallanırsınız.”
Onun bu zalim isyanı, hiç şüphe yok, hain neticeler verecekti. Bereket versin ki beklenilen ulak geldi. Valide Sultanın küçük bir rahatsızlık geçirmesinden dolayı günlük raporu yollamadığı anlaşıldı ve mektuplaşma meselesi yine düzene girdi. Süleyman, Hürrem’in sağlık haberini almadan Bozdoğan Suyu’nu terk etmemiş ve bir gün orada kalmak Kara Kadı’nın idamına halkın tepkisini anlamak bakımından faydalı olmuştu. Ordu ve civar köyler ahalisi bu olayda, adalet kaygısının her şeye tercih edildiğini görerek Hünkârı takdir ediyordu. Bir ağaç dalında cüppesiyle, kavuğuyla sallanıp duran ölünün şahsında rüşvetçiliği, haksızlığı, zulmü cezalandırılmış bularak bu olayı candan alkışlıyordu. Yalnızca Hasodabaşı İbrahim işin içyüzünü anlıyor ve Kara Kadı’nın Hürrem’den haber gelmemesi uğrunda gittiğini apaçık seziyordu.
Yine bu Bozdoğan Suyu menzilinde, Rodos’u uzaktan yakından beneklemekte olan küçük adalardan Halke’deki Herek Hisarı’nın lâğımlar yürütülerek düşürüldüğü haberi alındı ve hayra yorularak şenlikler yapıldı. Her çadırda şu ilk zafer şerefine meşale yakılıp destanlar söylenirken Süleyman kendi otağı önüne çıkmıştı. Askerin pırıltılı ve gürültülü neşesine gözünü, kulağını vererek Hürrem’i düşünüyordu ve bu nurlu sevinç içinde can dediği, canan dediği kadınla kendi kalbini kucaklaştırıyordu.
Bozdoğan Suyu, ordu için uğurlu gelmekle beraber savaş sahnesine bir an önce varılmak arzusu da bütün gönüllere hâkimdi. Bu sebeple, İstanbul’dan gelen ulağın uzun bir mektupla geri çevrilmesinin ardından göç borusu çalındı, kösler inledi ve çadırlar yıkılarak yola çıkıldı. Tamla, Şah Medresesi, Şahna Ovası, Gökbeli Derbendi ve Bozöyüğü geçildi, Muğla civarındaki Karabağ Sahrası’na gelindi. Orada Menteşeoğulları’ndan İlyas Bey, Hünkârın şerefine büyük bir ziyafet hazırlamıştı ve uzunca bir yola kıymetli kumaşlar, şallar, halılar döşemişti.
Süleyman, Belgrad seferine giderken yoluna dökülen bütün peşkeşler için yaptığı gibi, İlyas Bey’in sunduğu armağanları da, “Aldım, kabul ettim, yine sana bağışladım,” sözleriyle geri verdi. Lâkin Muğla bölgesinde bir zamanlar hüküm süren Menteşe Bey’in bu civanmert varisine bol bol iltifat etti. Vaktiyle tahtta oturmuş, taç giymiş, sikke kestirmiş ve saltanat sürmüş olan bir adamın torunuyla yüzleşmek onu heyecana düşürmüştü. İlyas Bey’e yurduna dönmek emrini verdikten sonra nedimi İbrahim’e içini açtı.
“Biz,” dedi, “iki yüz elli yıldan beri tahtlar deviriyoruz, ocaklar söndürüyoruz. Tanrı’nın yardımını gördükçe bundan sonra da oğullarımız, torunlarımız bu yolda yürüyecektir. Fakat mutluluk ve şans sonsuza dek sürmez, her olgunluğun ardından bir çöküş gelir. Bir gün bizim soyun da sonu gelir, yarattığımız saltanatın yerinde yeller eser.”
Ve biraz düşündü, sonra içini çekti.
“Şu Menteşe oğlunu görünce işte böyle düşündüm. Onun dedesi bir hükümdardı. Kendisi şimdi çiftçilik ediyor. Dünyanın kararı yok İbrahim, dönüyor, boyuna dönüyor. Vay bunu anlamayanlara, fâni bir mutluluğa bel bağlayanlara!”
Belki gerçek mutluluğun aşk sayesinde ortaya çıkacağını, sevip sevilmenin ve kendi gönlünde bir güzele taht kurup karşılığında da o güzelin yüreğinde tahta oturmanın hükümdarlıktan değil cihangirlikten daha yüksek bir mutluluk olacağını söyleyecekti. Fakat bu derece hayıflanmayı kibrine yakıştırmadı, kendi şiirlerinden olan şu beyiti okumakla yetindi:
Mülk-i dünya kimseye kalmaz sonu berbad olur,
Ey Muhibbi, şöyle farz et kim Süleyman olmuşuz!
Zeki nedim, efendisinin böyle acı acı söylenmesindeki hakikî sebebi kavramakla beraber bilmezden geliyordu, zemine ve zamana uygun sözler bulup hünkârın coşkunluğunu gidermeye çalışıyordu. Fakat Padişah, kendi hayalinin geniş ufuklarında dolaşarak nedimini dinlemiyordu. Nitekim üzüntüden kurtulmak çaresini de yine o ufukların bir köşesinde buldu ve birdenbire sordu.
“Son menzile hangi gün ulaşacağız?”
İbrahim, hayalden hakikate, aşktan savaşa bir anda geçiveren Hünkârın bu garip değişimlerine alışkın olduğu için hayret etmedi, hemen cevap verdi.
“Yarın değil, öbür gün!”
“Öyleyse yüreğimizi kapayalım, gözümüzü açalım. Kalemi bırakalım, kılıca yapışalım.”
Ve gerçekten böyle yaptı. Gökova ve Kargasekmez yoluyla Marmaris Limanı’na varıldığı gün, o tamamıyla değişmişti. Aşkını ve acısını kalbine hapsederek bütün benliğini savaş işlerine vermişti. Marmaris’ten Rodos’a geçen büyük ordunun her askeri, onu yük hayvanlarının ve sayısız denklerin arasında dimdik durmuş görüyor ve bu duruşta adayı uzaktan yakalamak isteyen kudretli bir büyüklük seziyordu.
* * *
Rodos Adası’nı bademe benzetirler, görünüşü de gerçekten öyledir. Fakat herhangi bir Türk için bu ada, evini bulamayıp avare kalmış bir gözbebeğine benzer. Çünkü Anadolu’nun yanı başındayken o mübarek buradan ayrı düşmüştür. İşte bu ayrılık ona, evsiz bir gözbebeği yetimliği verir. Marmaris de, bu vaziyette, bebeksiz bir göz gibidir. Adayla liman, birbirini tamamlamak için yaratılmıştır ve Marmaris, adayı bağrına basmak iştahıyla daima açık duran bir kucağı andırır.
Dört yüz on beş yıl önce de durum böyleydi. Ada, yerleşmek için muhtaç olduğu evi arayan bir gözbebeği gibi acıklı bir durumdaydı. Marmaris, bebeğini kaybetmiş bir göz gibi görünüyordu. Üsküdar’dan yürüyüşe geçip şimdi Marmaris’ten kayıkla, çektirilerle akın akın Rodos’a dökülen ordu, işte bu birbirini arzulayan ve birbirine muhtaç iki coğrafya yetimini aynı bayrak altında birleştirmek ülküsünü taşıyordu.
Anadolu’yu ezelden beri ellerinde tutan Türklerin Rodos’u da benimsemek istemeleri tarihî bir zorunluluktan doğuyordu. Anadolu’ya hiçbir zaman ayak atmalarına imkân olmayan, Kudüs’ten kovulma şövalyelerin Rodos’ta oturmalarıysa korsanlık yapmak için orayı uygun bulmalarından ileri geliyordu. O hâlde Türk ordusu hakkın silâhı, şövalyeler haksızlığın siperiydi ve o silâhın bu siperi parçalaması insanlık onurunu yükseltecek bir hadise olacaktı. Fakat hakkın güç verdiği kol kadar hırsın, çıkarların harekete geçirdiği bilek de hassastır. Ondan ötürü şövalyeler yaman davranmayı tasarlamışlardı. Adanın biricik kasabası ve kalesi olan Rodos’u aşılmaz siperlerle çevrelemişlerdi. Her siper, yekpare bir üçgen gibiydi. Bununla beraber şövalyeler, Türk gücünün taşı toza çeviren yüksekliğini de düşünmüyor değillerdi. O sebeple başlarına topladıkları kalabalığa manevî bir kuvvet aşılamak isteyerek hurafeler tarihinden destanlar düzenliyor ve bunları birer ilâhî gibi kiliselerde söylüyorlardı. Yürekleri birer istihkâm hâline koymak için uydurulan bu destanlara göre Rodos, güneşle denizin sevişmesinden doğmuştur ve daima onların koruması altında kalacaktır.
Güneş ve deniz, şüphe yok, yenilemez. Ancak on altıncı asırda Avrupa, bütün Asya ve yarı Afrika, Türklerin güneşe de denize de söz geçirebileceğine akıl erdiriyordu. Şövalyeler, kendi askerlerinin düşüncelerini de etkileyen bu gücü gidermek için, Rodos’un birçok istila ordularını geri çevirdiğini ileri sürüyordu. Kırk iki yıl evvel Mesih Paşa kumandasındaki Türk kuşatma ordusunun dönüşü de bütün bu masalları ciddileştiriyordu. Rodosluların bir kısmı o inanılmaz geri dönüşü gözleriyle görmüşler, görmeyenler de analarından, babalarından dinleyerek gerçeği öğrenmişlerdi. Bu, şövalyelerin uydurdukları hikâyelerin doğru olabileceğini zannettiren bir delildi ve halk, siperlerden ziyade o vazgeçip dönüşü düşünerek Türklerle savaşa hazırlanıyordu.
Yaylak Mustafa Paşa kumandasındaki Türk donanmasının 7 Haziran 1522’de ada önünde görünmesi üzerine şövalyelerin savaş bayrağını çekmeleri, ikinci vezir Mustafa’nın karaya asker dökmesine önem verilmemesi, hatta Sultan Süleyman’ın 8 Temmuz 1522’de muhteşem bir ordunun ardından adaya çıkmasından da telaşa düşülmemesi şövalyelerin masallarla halkı kandırmış olması yüzündendir.
Eğer adada oturanlar, Mesih Paşa’nın şövalyeler tarafından vazgeçirilerek değil, askeri yağmadan alıkoyduğu için genel bir isyana hedef olarak çekildiğini bilselerdi, kesinkes bir felâketin gafil kurbanları durumuna düşmez, şövalyelerin elinde oyuncak olup kırılmazlardı.
Gerçeğin yanlış anlatılması ve halkın da kandırılması yüzünden güzel Rodos acı günler geçirdi, Türk’ün gazabına uğrayıp temeline kadar sarsıldı.
Burada savaşın tam bir tarihçesini yapacak değiliz, yalnız romanımızla ilgili sahneleri sıralamakla yetineceğiz. Ancak Türk kılıcının, taş, mermer ve demir de olsa önüne çıkan her engeli nasıl yerle bir ettiğini anlatmış olmak için Rodos’un savunma sistemini kısaca anlatmayı gerekli buluyoruz.
Türklerin Rodos’a gelecekleri duyulur duyulmaz, şövalyelerin “Üstad-ı Azam” diye anılagelen reisleri Villiers de L’isle-Adam, bütün köyleri ateşe vermiş, kale varoşlarını yıkmış, ada halkını şehre toplamıştı. Büyük birlikler, farklı milletlere mensup şövalyeler arasından seçilmiş bir cenk erinin kumandasına verilmiş bulunuyordu. Bu yolla sekiz milletin onuru, şerefi ortaya atılmıştı. Hangi savuma hattı iyi müdafaa edilmezse bir milletin namusuna kir getirilmiş olacaktı. Şu hâlde Türk ordusunun karşısına yalnız güçlü bir kale değil, Fransa’nın, Almanya’nın, İngiltere’nin, İspanya’nın, İtalya’nın, Portekiz’in, Provans’ın izzetinefsi de dikilmişti. Her savunma birliğinin başında bu milletlerden birine mensup ünlü bir şövalye vardı ve bunlar, kaleyle beraber kendi milletlerinin şerefi için de savaşacaklardı.
Üstad-ı Azam Villiers de L’isle-Adam, Meryem’e bağlı zafer kilisesinin yanı başındaki galipler kapısında yer almıştı. Şehrin kuzey girişini oluşturan bu kapının solunda Alman, biraz ilerisinde de Fransız burcu bulunuyordu. İngiliz burcu şarkta, Sen-Ambrovaz Kapısı’nın yanındaydı. Güney cephesini Provans ve İtalya şövalyeleri, deniz kapısını da Portekizliler koruyorlardı. Liman zincirlerle kapalıydı ve iki büyük kulenin koruması altındaydı.
Serasker Mustafa Paşa, kuşatma için gerekli olan keşifleri yapmış, gelecek askerin barınacağı yerleri hazırlamış, fakat hücuma kalkışmamıştı. Toplar bile gelişigüzel dağıtılmıştı. Süleyman işte bu durumda adaya çıktı, yüz bir pare top atılarak selâmlandı ve Seraskerle karşılaşır karşılaşmaz birliklerin kuşatma planına göre yer almaları emrini verdi. Bu plana göre, Fransız ve Alman burçları karşısında Rumeli Beylerbeyi Ayaş, İspanya ve Portekiz burçları önünde Üçüncü Vezir Ahmet, İngiliz burcuna paralel hâlde ve merkezde Serasker Mustafa Paşalar bulunacaktı. Sol cenahta Anadolu Beylerbeyi Kasım ve bu cenah solunda Sadrazam Piri Paşalar yer almakta olup karşılarına Provans ve İtalya burçları düşüyordu. Hünkârın otağı, serasker karargâhının arkasına düşen bir tepe üzerindeydi.
Türkler Alman burcuna yirmi bir, Sen Nikola Kulesi’ne yirmi iki topla ateş açacaktı. İngiltere ve İspanya burçlarına karşı da her biri üç toptan oluşan on dört batarya yönlendirilmişti. Şövalyeler bütün ümitlerini Venedikli mühendis Gabriyel Martinengo’ya bağlamıştı. Bu adam sanatında çok ustaydı; bir yığın ilmî projelerle Girit’ten Rodos’a gelmişti. O asırda Türklerin lâğım yürütmekte ve yer altı yoluyla kale devirmekte büyük bir şöhreti vardı. Gabriyel Martinengo, işte bu şöhreti kendi zulmünce köreltecek bir alet keşfetmişti ve onu Rodos savaşlarında denemek istiyordu.
Bu mühendisten sonra şövalyelerin bel bağladıkları askerî zekâlar, topçu Generali Guyot de Marselle ve alemdar Hanri Mauselle’ydi. Şövalyeler onları mitolojik devirlerin yarı ilâh tanrıları gibi tabiatın üstünde güç sahibi tanıyorlardı ve onlar da Türkleri denize dökmeyi vaat etmiş bulunuyorlardı.
Türk ordusu ne topa ne mancınığa bel bağlamıştı. Bunların kuşatmada gerekli olduğunu bilmekle beraber bütün güvençleri kendi nefislerindeydi. Her nefer, gülleye karşı göğüs gerebilen duvarların da sırası gelince aşılacağına emindi. Onun için palalarını, yatağanlarını, kılıçlarını, baltalarını bilemişler, metrislere yan gelip uzanmışlar, hücum emrini bekliyorlardı.
Sultan Süleyman, savaş bilimi dairesinde hareket olunmasını kumandanlara bırakmış ve kaledeki casuslarla temas çareleri aramaya da Hasodabaşı İbrahim’i memur etmişti. Kendisi, hâkim bir noktaya kurulmuş olan otağından metrisleri, top yerlerini ve bilhassa kaleyi izleyerek vakit geçiriyordu.
En çok meşgul olduğu yer kaleydi. O sıra sıra duvarlar, o yüce yüce burçlar, o dizi dizi hendekler; kendisine varılması, ulaşılması ve kazanılması güç bir kadın kalbi gibi karışık, derin, geniş ve korkunç görünüyordu. Bununla beraber ordusunun şu kaleyi devireceğine imanı vardı. Bu iman ona, gururlu, lakayt ve hırçın bir kadın kalbinin de er geç elde edileceğine dair güven veriyordu.
İlk ateş emrini verdiği dakikada bütün ömrünce unutamayacağını sandığı bir heyecan duymuştu. Topların ağzından kızıl bir fırlayışla çıkıp dumanlı bir uçuşla burçlara doğru süzülen güllelerde, ateş kesilmiş gönül dileklerinin ahlara, oflara sarılarak kayıtsız güzellerin taş gibi ruhsuz yüreklerine çarpmasını andıran bir hâl seziyor ve için için titriyordu. Aşk kabul etmeyen bir kadın yüreği gibi hain bir durum taşıyan kaleyi, bazen kendi eliyle yumruklamak hevesine kapılıyor ve o vakit otağında duramayarak metrisler arasına iniyordu.
İlk çarpışmadan sonra savaş kızışmış, top düellosu cehennemi bir şiddet almıştı. Rodoslular gerçekten iyi nişan alıyorlar, Türk siperlerini altüst ediyorlardı. Süleyman, aşka benzettiği bu savaşta lehinde gelişmeler hızla gerçekleşmediği için tecellilerine sinirlenip sık sık vezirleri azarlıyor, hücum imkânlarını çarçabuk yarattırmak için korkunç titizlik gösteriyordu.
Onun boyuna sarf ettiği sert sözlerden Hasodabaşı İbrahim de bol bol hisse alıyordu. Herif, İstanbul’a bir an önce dönmek isteyen efendisinin sevgisini kaybetmemek için geceyi gündüzüne katıyor, kaledeki casuslarla bağlantı kurmaya çalışıyordu. Önceden kararlaştırılmış parolalara, işaretlere rağmen bu iş kolaylıkla yapılamadığından, İbrahim’in telaşı, Süleyman’ın da titizliği artıp duruyordu.
Nihayet bir gün kaleden ilk dost selamı alındı. Hekim Salamon, Sen Jan Kilisesi’nin çan kulesinden top ateşlerini daha etkili bir şekilde idare etmeye yarayacak işaretler vermeye başladı. Almaral da, Sultan Süleyman’a bir kadın göndermek yolunu buldu ve savunma planlarının sakat taraflarını bildirdi. Ufak tefek çarpışmalarda, kaledekilerin ara sıra sınamaya yeltendikleri çıkış hareketlerinde ele geçirilen esirlerden alınan haberler de casusların sağladığı bilgiyi kuvvetlendirdiğinden, çarpışma şekli şövalyelerin aleyhine olarak değişmeye başladı. Bu değişikliğin ilk eseri, Rodoslularca yüz batarya toptan daha kıymetli tutulan mühendis Gabriyel Martinengo’nun vurulması oldu. Casusların verdikleri haberle onun hangi mazgal deliğine gözünü dayayarak top ateşini idare ettiği öğrenildiğinden, nişancı bir Türk neferi eliyle o deliğe yağlı bir kurşun yollamış ve mühendis tam gözünden vurularak öldürülmüştü.
İcat ettiği hassas davullarla Türklerin yeraltından yürüttükleri lâğımları kolaylıkla keşfeden zeki ve cesur mühendisin ölümü şövalyelerin gözlerini açtı ve kale içinde casus bulunup bulunmadığı aranılmaya başlandı. Hekim Salamon’un böyle bir kuşkulanma ve uyanmadan haberi yoktu; yine çan kulesinden işaretler vermeye devam ediyordu. Bir gün bu vazifeyi daha cesur bir şekilde yapmak istedi, bir oka mektup sararak Türk siperlerine atmaya kalkıştı ve yakalandı.
Üstad-ı Azam ve bütün şövalyeler, Türk zaferine kılavuzluk etmeye çalışan Yahudi’yi didik didik didiklemek istiyorlardı. Fakat suç ortaklarını meydana çıkarmak için işi ağırdan alıyorlar, herifi ağır işkencelere sokup söyletmeye çalışıyorlardı. Salamon, casusluk yaparken gösterdiği cesareti işkence çekerken gösteremezdi; Almaral’ı ele verdi ve onunla birlikte parçalandı.
Her iki mahkûm da kendilerini baştan çıkarmış olan Rum kızının adını dile almamıştı. Bu sebeple casusluk yine devam edebilirdi, lâkin bir olay bu imkânı da ortadan kaldırdı.
Pek garip ve o oranda da acıklı olduğu için açıklayacağız… Bu Rum kızı, bilindiği üzere, gemi süvarilerinden Kara Mahmut’a âşıktı. Rodos’un alınmasıyla beraber onunla evlenme hülyasını taşıyordu. Kara Mahmut ise, Hâkim Salamon’la Almaral’ın parçalandıkları sırada, Piskopya Adası’ndaki Illık Hisarı’nı almakla görevlendirilmişti. Yiğit denizci, mert bir hamleyle görevini yaptı, Ilık Kalesi’ni ele geçirdi. Fakat bu sırada yaralanıp öldü. Üstad-ı Azam, bütün şövalyeleri ve halkın ileri gelenlerini Eelemonitra Kilisesi’ne toplayarak casusların nasıl ele geçirildiğini, nasıl cezalandırıldığını tebliğ ederken, Piskopya Adası’nın Türkler tarafından zapt olunduğunu da söylemiş ve nutkunu şu kelimelerle bitirmişti:
“Piskopya düştü, fakat Kara Mahmut da düşürüldü. Bu adam Türklerce bin kaleye bedel tutulurdu. Demek ki biz küçük bir palankadan mahrum kaldık, Türkler bin kale kaybetti. O hâlde acınmayalım, sevinelim. Rodos elimizde kaldıkça Piskopyaların yine bizim demek olduğunu unutmayalım!”
Kara Mahmut’un âşığı olan Rum kızı da metresliğini yaptığı İngiliz şövalyesiyle beraber bu toplantıda hazırdı. Üstadı Azam’ın nutkunu dinliyordu. O, kendisine candan bağlı olduğu Kara Mahmut’un ölümünü duyunca çıldırayazdı, müthiş bir sinir buhranına tutuldu, ağlaya ağlaya ve çırpına çırpına evine geldi. Aziz sevgilisinden yadigâr kalan iki çocuğunu kucaklayarak, “Sizin artık neniz kaldı,” diye kendilerini öpüp koklamaya koyuldu. Gözlerinde cinnet parlıyor, sözlerinde cinnet çınlıyordu.
Kadının kiliseden saçlarını yolarak çıkması, sokakları inleye inleye aşıp evine gitmesi, şüphe değilse bile dikkat uyandıracak bir durumdu. Fakat kimsenin bu hâlle ilgilenmesine vakit kalmadı. Türklerin İngiliz burcuna hücum ettikleri haberi kilisedekilerin akıllarını başlarından aldığından bu çıkış ve gidişi düşünen olmadı, herkes savaş yerine koştu.
Rum kızının âşığı olan İngiliz şövalyesi de korku ve telaş içinde metresini unutmuştu. Koruması gereken burca gitmişti. Orada, durumu kavramaya bile zaman bulamadan bir Türk kurşunu geldi, beynini parçaladı. Şimdi Rum kızı hem Kara Mahmut’tan, hem İngiliz şövalyesinden dul kalmış oluyordu. O, burçlardan sokaklara ve sokaklardan evlere yayılan felâket haberini alır almaz büsbütün fenalaştı, tam manasıyla delirdi. Bir aşk gecesinde Kara Mahmut’un belinden alıp evinin bir köşesinde saklayageldiği hançeri yakaladı, iki çocuğunun kalbine soktu ve onların ölülerini bir yana bırakarak İngiliz burcuna koştu. Kendini erkek tanıtmak fikriyle, beyni parçalanmış âşığının mantosunu sırtına geçirdi, kılıcını eline aldı.
“Kara Mahmut’un diliyle konuşanların eliyle ölmek ve ona kavuşmak isterim!” diye haykırdı, burcun hendeklerinde pala sallayıp duran Türklerin arasına atıldı.
Bir dakika sonra o da ölmüştü. Fakat yere düştükten sonra saçlarının dağılıp açılması, gerçek kimliğini meydana çıkardı ve Türk hücumunu sendeletti. Yiğit Türkler, bir kadının kendilerine saldırmış ve kendi palalarıyla ölüp gitmiş olmasını üzerinde durulacak bir konu saymışlar, hücumu bırakarak kadının cesedi etrafında kümelenmiş ve tartışmaya koyulmuşlardı. Bu duruş, o gün için İngiliz burcunun kurtulmasına sebep oldu ve âşığına kavuşmak emeliyle ölümü göze alan kadın, şövalyelere de hizmet etmiş oldu.
Sultan Süleyman, neredeyse kesin bir zaferin elden kaçırıldığını görünce küplere binmiş, dört yanına ateş püskürmeye koyulmuştu. Kalenin günlerce, haftalarca, hatta aylarca düşmemesinde, kendi aşkının güçlüklerle karşılaşacağını temsil eden bir uğursuzluk seziyordu. Hürrem’in kalbiyle bu kale arasında bir benzerlik kurduğu ve ateş hattında hep aşkını düşündüğü için İngiliz burcunun şövalyelere bağışlanmasını bir türlü hazmedemiyordu. Bu üzüntüyle Rumeli Beylerbeyi Ayaş Paşa’yı görevden alarak hapse attı, donanmayı savaşta etkin bir şekilde kullanamayan Yaylak Mustafa’yı bir kazığa bağlatıp kepazeye çevirdi, amiralliği Behram Bey’e verdi.
Fakat İngiliz burcu önünde öldürülen Rum kızının, ele geçmiş esirlerin sorguya çekilmesi sırasında kimliği anlaşılınca o da olayı tuhaf buldu, Ayaş Paşa’yı yine yerine geçirdi, Yaylak Mustafa’yı da kazıktan çıkarttı. Yalnız eniştesini seraskerlikte bırakmadı, Mısır Valisi yaparak adadan uzaklaştırdı, kuşatmayı idare etme görevini Üçüncü Vezir Ahmet Paşa’ya yükletti.
Hekim Salamon ile Almaral’ın parçalanması, Kara Mahmut Reis’in ardınca denilecek kadar kısa bir zamanda Rum kızının ölüme kavuşması, Hünkârın kafasında bir kargaşalık yaratmıştı. Bütün bu hadiselerde kötülüğe bağlanan işlerin uğursuzluğunu gösteren bir işaret bulunuyordu. Düşüncelerini sevgili nedimine de açtı.
“Bak İbrahim,” dedi, “casusluk edenler birer birer cezalarını görüyor ve onların yüzünden bize de zarar geliyor. Zaten casus dediğin gidiler haber verebiliyorlar ama kale veremiyorlar. Bunu şu sınayışla da anladık. Şimdi gayret bize düşüyor. Göreceksin ki casuslarımız varken başarılmayacak işler şimdi kolaylıkla yürüyecektir. Bu, kulağına küpe olsun. Bir daha casus yardımına bel bağlama. Onları kullan, fakat kuvvetine güvenme!”
Hünkârın görüşü doğruydu. Salamon’dan işaret, Almaral’dan haber beklemek kumandanları serbest hareket etmekten alıkoyuyordu. Kaleyle ordu arasındaki gizli münasebet kesilince durum değişti ve savaş, Türk’e yakışan ahengi buldu. Artık her gün bir burcun temeli Türk yumruğuyla sarsılıyor ve kalede barınmak imkânı gittikçe azalıyordu.
Bununla beraber hiçbir burç henüz düşürülmemişti. Denizle güneşin çocuğu Rodos, bu kuşatmadan da kurtulmak ümidini yine kuvvetle taşıyordu. İkinci Vezir Mustafa, kolayca zapt olunacağını söylediği adadan uzaklaştığı için Padişahın sillesinden şerefini kurtarmış sayılabilirse de, onunla fikir ortağı olan Kurtoğlu, Hünkârın gözü önünde bulunuyordu ve her saniye ölüme mahkûm edilmeyi bekleyip duruyordu.
Padişahın sabırsızlık yüzünden birçok hırçınlıklar göstermesi gerçekten umulabilirdi. Fakat onun ateş hatlarında dolaşırken de küllenmeyen aşkı, bir yandan sabırsızlık doğursa bile öbür yandan ruhuna dayanma gücü aşılıyordu. Çünkü kaleyi düşürmekle kudret ve şöhret bakımından Fatih Sultan Mehmet’i geçeceğini, Hürrem’in de kalbine hâkim olacağını düşünüyordu. Kaleyi düşürmek içinse densizlik, titizlik ve terslik değil, tedbir ve tahammül gerekti. O sebeple bazen sert, bazen yumuşak davranıyordu. Gönül kıracak taşkınlıklardan uzak kalmaya çalışıyordu.
Yalnız mektup işinde son derece titizdi. Her gün İstanbul’a kâğıt yolluyordu ve her gün kâğıt bekliyordu. Anasının mektubu bir saat gecikse sinir buhranları başlıyor ve işte o vakit vezirlerin, yeniçeri ağasının, topçubaşının vaziyetleri güçleşiyordu.
Şurası kesin ki o, hastalıklı denilebilecek bir ısrarla yaratmayı başardığı sabit fikri artık makul bir şekle sokmuştu. Hürrem her zaman elindeyken yersiz bir hicrana katlanması, zevki kanıksamış bir kalbin kaprisi sayılabilirdi. Kaprisler, biraz aşermeyi andırır ve ekseriya gayrı tabii olur. Fakat Süleyman, yarı kuruntu, yarı yersiz olan aşkını şimdi mantığa da oturtma yolunu bulmuştu.
Ona bu imkânı veren, Kara Mahmut’un aşkına kendini ve iki çocuğunu feda etmiş olan kadındı. Süleyman, Hekim Salamon gibi, kançılar Almaral gibi o da bir casus olduğu için bu kadının ölümüne ilkin o kadar ilgi göstermemişti. Fakat gün geçtikçe düşüncesi değişti ve bu macerada aşkın kahredici gücünü görmeye başlayarak adeta imrenir oldu. Artık açıkça görülüyordu ki kendisinin de istediği, aradığı aşk, böyle ölümü yerinde nimet saydıracak bir bağlılıktır!
Süleyman, kendi kendine yaratıp yaşattığı aşkın nasıl bir ihtiyaçtan doğduğunu böylece anladıktan sonra, Hürrem’i daha fazla sever olmuştu. Çünkü kendini Kara Mahmut Reis’ten aşağı görmüyordu ve onun bir anayı evlât katili yapacak, bu katili güle güle ölüme koşturtacak kadar aşkta başarılı olmasını kıskanıp, aynı kudreti Hürrem üzerinde canlandırmak istiyordu. Genç Sultanın düşünmediği, düşünemediği nokta kaderdi. Acaba, perdeler arkasında boyuna hadiseler işleyen o gizli kuvvet, Osmanlı İmparatorunun hayatına neler takdir ediyordu? Süleyman, bunu hiç düşünmüyor ve Hürrem’e, her çılgınlığı kabul ettirecek bir aşk telkin edebilmek hülyasıyla nefsini her çılgınlığı kabule uygun bir hâle sokuyordu.
Bununla beraber yerinde kalbini kapamayı, gözünü açmayı, savaş ve devlet işleriyle samimi şekilde ilgilenmeyi ihmal etmiyordu. O korkunç savaşlar, o cehennemi top ateşleri arasında bir gün bile divan kurdurmamazlık yapmamıştı. Sabah namazı kılınır kılınmaz divan kendi gözü önünde kurulur, imparatorluğun dört yanından gelen kâğıtlar okunur, mühim davalar görülür ve yığın yığın emirler verilirdi. Bu toplantıların birinde rüşvetçiliklerinden şikâyet olunan yirmi beş kadıyı birden görevden almış ve Piri Paşa’ya bu adamları Kara Kadı gibi astırmadığının sebebini şu sözlerle açıklamıştı:
“Dedem Yıldırım merhum, bütün kadıları yakmak isteyince, mahkemeler için kâfiristandan papaz getirilmek lâzım geleceği kendisine anlatılarak emri geri aldırılmıştı. Bana da böyle bir fikir sunmanızı istemedim, heriflerin ekmeklerini ellerinden alıp canlarını bağışladım.”
Süleyman, savaş sırasında gezmekten de geri kalmıyordu. Sık sık Sen Eremo bahçesine gidiyor, Hasodabaşı İbrahim’e orada saz çaldırıyordu. Cem Sultan’ın adını taşıyan mesireyi de birçok defa ziyaret etmiş ve onun Rodos’ta bulunan oğlunu yakalarsa bu bahçeye gömdürmeyi tasarlamıştı. Aynı zamanda bayındırlık işleriyle meşgul oluyordu. Şövalyeler, eski Rodos köyünü taş taş üstünde kalmamacasına yıkmışlardı. Süleyman bu harabeden Türk zevkini temsil edecek bir mamure çıkarılmasını istedi ve Defterdar Abdüsselâm’ı görevlendirerek yapıya başlattı. Türk topları Rodos Kalesi’ni aman bilmez bir hırsla yıkarken Türk mimarları eski Rodos’u yeniden canlandırıyorlardı.
Uzun günler işte bu şekilde ve daimî savaşlarla geçip dururken bir yağmur afeti yüz gösterdi. Metrislerde değil, çadırlarda bile barınmak imkânsızlaştı. Bütün ordu bu tatsız ıslaklığın uyandırdığı hoşnutsuzlukla homurdanıyordu. Yalnız Süleyman, gökten yağmur değil de damla damla nur yağıyormuş gibi sevinç içindeydi, ruhî bayramlar geçiriyordu. Çünkü anasından son gelen mektubun yanında, “Ayaklarınızı öperim” kelimeleri vardı ve bunları Hürrem yazmıştı.
Ayağına bir taç kıymeti getiren bu sözler genç Hükümdarı gerçekten sevinç delisine çevirmişti. Hürrem’in Türkçeyi okuyup yazacak kadar öğrenmiş olması zaten kendini mutlu etmeye kâfiyken, onun ilk selâmını bir öpücükle göndermesi içine enikonu sarhoşluk getirmişti. Hep o kelimeleri tekrar ediyor ve “Ayaklarınızı öperim,” diyen dudakların tadını bulmaya çalışarak boyuna mektubun o parçasını yüzüne, gözüne sürüyordu.
O gece kasım ayının sonuydu ve muharrem ayının onuncu günü akşamına tesadüf ediyordu. Orduya, adet olduğu gibi aşure dağıtılmıştı. Şövalyeler de Sen Andre yortusunu kutlulamaya hazırlanıyor, kilise çanları boyuna çalıyordu. Süleyman, aralıksız düşen yağmurda, kendi mutluluğunu gülsuyuyla yıkayan geleneksel bir ilgi; çanların sesinde yine kendini bilerek veya bilmeyerek çağıran bir davet nidası sezdi. Hürrem’in selamını bir hamle işareti saydı ve bütün kumandanları otağına çağırarak genel saldırı emrini verdi.
“Artık,” diyordu, “yeter. Düşmana insaf bu kadar olur. Onlar bizim yavaş davranmamızı galiba kudretsizliğimize veriyorlar. Yarın bu zan giderilmeli, kaleye ne pahasına olursa olsun girilmeli.”
Siyasî hesaplar, idarî düşünceler bu şekilde bir yana bırakılıp da orduya dilediği gibi yürümek imkânı verilince tabii olan netice gecikmedi. Türk şahbazları, Tarihçi Hoca Sadettin’in bütün Frenk tarihçilerince alıntılanan tabirinde de dediği üzere, zincirden boşanmış aslanlar gibi ileri atılarak hendekleri aştı, duvarları tırmandı, burçlara yükseldi. İspanyol, İtalyan, İngiliz şövalyelerinin savunduğu siperler birer birer düşürüldü, kalenin çeşitli yerlerinde Türk bayrağı dalgalandı.
Türk gücünün Rodos semalarına astığı bu bayraklar, o yağmurlu havada, Tanrı’nın bile eşini henüz yaratmadığı birer gökkuşağı gibiydi. Şimdi yağmur, Türk gücünün büyüklüğünü toprağın göğsüne nakşetmek için süzülen tarih satırlarını andırıyordu.
Süleyman, kalenin bağrına el sunulduğunu görünce hücumu durdurdu.
“Kale,” dedi, “bizimdir. İstediğimiz anda içeri girebiliriz. Bu durumda boş yere kan dökmeyelim. Heriflere teslim olmalarını teklif edelim.”
Bu fikir yerindeydi. Çünkü bir tepeye benzetilebilecek kalenin aylardan beri eteğinde duran Türk ordusu şimdi zirveye yükselmişti ve şövalyeler ordusu tepenin öbür tarafındaki eteğine sürülmüştü. Etekten zirveye yükselen aslanların aşağı süzülmeleri kısa bir zaman işiydi ve bu süzülüşe hiçbir kuvvet engel olamazdı. Bu durumda son bir şefkat hamlesi yapmak Türklüğün hoşgörüsüne uygun düşecekti.
Ordu, kendi özündeki insanî ve medenî olgunluğa pek yakışan duraklamayı memnuniyetle kabul etti ve yeni mevzilerine yerleşerek bekleme durumuna geçti. Fakat şövalyeler, şaşkınlıktan doğma bir inatla şehri teslime yanaşmamıştı ve Cem Sultan’ın oğlu Prens Murat’ı da bir pazarlık konusu yapmak için Türk karargâhına yollamamışlardı. Bunun üzerine Süleyman şu ültimatomu gönderdi.
“Üç gün daha beklerim. İrademe uyulup da şehir kapıları orduma açılmazsa, Rodos’un insanları değil kedileri de ölüme mahkûmdur.”
Şövalyeler dilediklerini yapmak kudretini taşıyan Türklerin bu korkunç açıklaması karşısında bütün ümitlerini kaybetmişti. İliklerine kadar titremeye koyulmuşlardı, ancak diplomasi entrikaları çevirmeye yeltenmekten yine geri kalmıyorlardı. Çünkü papadan yardım bekliyorlardı. Avrupa’nın harekete geçeceğini umuyorlardı. Bu sebeple iki yüzlü davranmak yolu tutuldu, Sultan Süleyman’dan beş on gün daha süre istendi ve bu izin alınır alınmaz, henüz Türkler tarafından işgal olunmayan yerlerin savunulmasına girişildi.
Şövalyeler, Cem Sultan’ın oğlu Murat’ı Rodos Adası’yla değiştirmek istiyorlardı. Hünkârın buna razı gelmeyeceğini ve gelse bile ordunun adadan çıkmayacağını sezince fikirlerini değiştirmiş, Prensin adadan kaçırılmasının çaresini aramaya koyulmuşlardı. Gerçekleşir gibi görünen felâketin kesinleşmesi hâlinde bu prensten yararlanarak Türklerden intikam almayı tasarlıyorlardı.
Her gün Hürrem’den mektupla bir öpücük alarak yaman bir kavuşma, bir araya gelme arzusuna kapılan Hünkâr, bekleme devresinin sonunu iple çekiyordu. Şövalyelerin işi yine savsaklamak ve yeniden süre almak istediklerini görünce, soğukkanlılığını koruyamadı, haykırdı.
“Söz artık ordunundur. Ben susuyorum, şövalye gidilerle gaziler konuşsun.”
Gaziler, düşmanla konuşmak için zaten küçük bir işaret bekliyorlardı. Hünkârın şu sözüyle o işaret verilmiş oldu ve ordu zafer yoluna atıldı. Şimdi yükseklerden aşağıya doğru bir süzülüş başlamıştı. Evvelce yerden göğe çıkar gibi imkânsızlıklar yene yene kalenin hâkim noktalarına yükselen şahbazlar, bu sefer gökten yere ağıyorlardı. Manzara, bir baş üstünde kümelenmiş bulutların kalbe doğru inişini andıracak biçimdeydi ve kale şeklinde şekillenen bu kalp, çarçabuk yıldırımlarla örülüvermiş bulunuyordu.
Ortada artık ne burç, ne hendek vardı. Türkler şehrin kapılarına dayanmışlardı ve bu kapıların gerçekten mucizeler yaratan Türk kılıcına dayanmasına imkân yoktu. Üstad-ı Azam, bu durumda yarım ilâh çalımı satan General Guyot de Marsehac’la kendi Alemdarı Hanri Mauselli’ye yalvararak onlardan bozgunu zafere çevirecek strateji harikaları bekliyordu. Türklerin sert bir hamlesi onun yalvarışlarına ve umuşlarına nihayet verdi; Generalle Alemdar, başlarında bulundukları fırkalarla beraber bir çukurun içine gömüldü. Rodos artık düşüyordu. Bunu yüksek bir noktadan heyecanla seyreden Hünkâr da, sığındığı son siperden ağlaya ağlaya olanı biteni izlemeye dalan Üstad-ı Azam da anlamıştı. Fakat beklenen hadise, umulan anda meydana gelmedi ve bin bir renkli dalgalarla kabara kabara, önüne tesadüf eden her şeyi parçalaya parçalaya yürümekte olan coşkun su, ansızın durdu. Dalgalar yine kabarıktı, lâkin yürümüyordu.
Hünkâr, şehre girmek üzere bulunan ordunun birdenbire duraladığını görünce şaşırmıştı. Yanı başında yer alıp kendisi gibi hayret içinde kalan Hasodabaşı İbrahim’e telaşla sordu.
“Ne oluyor böyle?”
İbrahim’den önce ağalardan biri cevap verdi.
“Beyaz bayrak çekildi, ordu yürüyemez artık.”
Doğru söylenmişti; taştan, demirden, kazıktan, zincirden yapılmış bütün engelleri silip süpürerek, canlı ve cansız tesadüf ettiği her şeddi söküp atarak ilerleyen Türk dilâverlerine karşı konulmayacağını anlar anlamaz, şövalyeler yer yer beyaz bayrak çekmişlerdi. Galip ordu, işte bu durumda önüne aşılmaz bir uçurum açılmış gibi hareketten kalmış, yerinde sayıyordu.
Yekpare taşlardan yapılma piramidi andıran duvarların, içi su dolu geniş hendeklerin yürümekten alıkoyamadığı bir orduyu üç beyaz bayrağın hareketsiz bırakması garip görünür. Fakat bu hâlde garabet değil büyüklük ve saygı vardı. Çünkü zaafa, acze ve yalvarışa değer veren insan kuvveti fani olmaktan çıkar, semavî ve tanrısal bir kıymet alır. Türk ordusu da Rodos kıyılarında yıkıcı, ezici, mahvedici bir coşkun sel olmaktan ansızın uzaklaşmış, her zerresinde medenî olgunluğun ışığı yanan bir hoşgörü abidesi hâline geçmişti. Cesur şövalyeler, koca bir bahadırlık tarihi ve bütün Rodos, kendilerini temsil eden üç beyaz bayrağın gölgesinde diz çökerek bu abidenin eteklerini öpüyordu.
Hünkâr, zaafa, acze ve yalvarışa karşı şefkat gösteren orduyu artık hiçbir kuvvetin yürütemeyeceğini takdir ettiği için Sadrazama bir çavuş yolladı, şövalyelerin teslim olmak hakkındaki ricalarını dinlemesini emretti. Rodos burçlarını yıkan, hendekleri aşan Türk ordusu, şimdi şövalyelerin hayatını bağışlamış oluyordu ve Sadrazam, kalelerden gelen temsilcilerle görüşürken o hoşgörüyü sürdürmeyi borç tanıyordu.
Rodos’a ilk Türk güllesi 8 Temmuz 1522’de düştü, beyaz bayraklar ise 21 Aralık 1522’de çekildi. Demek ki kale tam beş ay Türklere karşı koydu ve Türkleri yordu. Bu yüz elli gün içinde Kara Mahmut Reis gibi, Elbasan Alay Beyi Murat gibi her biri bir Rodos değerinde birkaç düzine kahraman Türk şehit olmuştu. Yeniçeri Ağası Bali Bey gibi tek damla kanının değeri yüzlerce şövalye eden yiğitler ağır yaralar almışlardı. Yakılan burçların yanında Türk şehitlerinin mezarları yükseliyordu. Harcanan para hesapsızdı; kantarlarla barut sarf olunmuş ve binlerce gülle heder edilmişti. Şövalyelerden diri kalanlar ve şehir halkından onlara uyanlar bütün bu hesapları ödemeye mahkûm bulunuyorlardı. Fakat düşmanı yenen ordu, düşmanı affetmek büyüklüğünü de gösterdi ve Rodos’u koruyanların hayatını bağışladı.
Teslim anlaşması hazırlayan Sadrazam Piri Paşa gibi o senedi imzalayan Padişah da ordunun dileğine boyun eğmek zorundaydı. Bu sebeple anlaşma, mağlupların lehine oldu ve Türk hoşgörüsü, resmî belgelerle de tespit edildi. İmza edilen belgelere göre bütün şövalyelerin eşyalarıyla beraber adadan çıkmaları için Türkler tarafından gemiler sağlanacaktı. Adada kalacak Rum ve Lâtinlerin şahıslarına, mallarına, mülklerine ve mezheplerine saygı gösterilecekti. Herhangi bir korkuya mahal vermemek için ordunun, eşiğinde bulunduğu şehir kapılarından bir mil geri çekilmesi de ayrı bir maddeyle vaat edilmişti.
Hünkâr, ada temsilcileriyle görüşme sırasında Cem Sultan’ın oğlundan bahis olunmamasını Sadrazama emretmişti. Adadan yalnız şövalyelerin çıkmasına rıza gösterdiği için Prensin nasıl olsa ele geçeceğini tahmin ediyordu. Şövalyelerse onun adını ağza almaktan tamamıyla çekinmişlerdi. Çünkü Hünkârın, amcasının oğlunu bağışlamayacağını biliyorlardı ve Şehzadeyi gizlice kaçırmaya hazırlanıyorlardı.
Ordu, siyasî konuşmalarla, senetleşmelerle ilgilenmiyordu. Fakat Rodos’ta esir hayatı yaşayan binden fazla Türk’ün hürriyete kavuşabilmesi için şövalyelerin selâmete ermesinin şart koşulduğunu duyunca, bu ilgisizlik heyecana dönüştü, müthiş bir coşkunluk yüz gösterdi. Yiğit askerler, merhamet edip de canlarını bağışladıkları mağlup şövalyelerin, mazlum Türk esirlerini beş on gün daha zincirde inletmek gibi gerçekten çirkin bir hareketi yapmaktan çekinmediklerini görüp son derece üzülmüşlerdi.
Şahbazların yerden göğe kadar hakları vardı. Çünkü Rodos’u almak emeli oradaki Türk esirlerini kurtarmak kaygısından doğduğu gibi bu uğurda aralarında binlerce kurban vermişlerdi. Yeryüzünde ancak hür olarak yaşamaya alışkın olan Türklerin, ırktaşlarından bir tekini bile esir durumunda görmeye tahammül etmelerine imkân yoktu. Ordu işte bu imkânsızlığın kudretli bir örneği olarak Rodos’a gelmiş, burçlar devirmiş, hendekler aşmış ve kurtarıcılarını bekleyen ırktaşlarına kurtuluş müjdesini muhteşem bir zaferin kucağına sarıp sunmuştu. Bu hâle rağmen, yenilenlerin şöyle hoyrat bir hâl almaları elbette isyan duygusu uyandıracaktı.
Başta yeniçerilerle sipahiler olmak üzere bütün ordu, mağlup düşmana gösterdikleri şefkati yine korumakla beraber, esir Türkleri hemen hürriyetlerine kavuşturmak için harekete geçmiş, şehre doğru yürümüştü. Hepsi silâhsızdı ve bu halleriyle mağlup düşmanı ezmek için değil, millî bir borcu yerine getirmek için hareket ettiklerini göstermek istiyorlardı. Lâkin şövalyeler, bu silâhsız yürüyüşten de telaşa düştüklerinden bütün şehir kapılarını kapamışlar ve ellerinde bulundurdukları esirleri de ayaklanmalarına meydan vermemek için Aziz Yahya Kilisesi’ne doldurmuşlardı.
Silâhsız askerlerin şehir kapılarını kırmaları beş on dakikalık bir iş oldu ve ırktaşlarına hürriyet getiren dilâverlerle bu hürriyeti sarsılmaz bir imanla bekleyen esirlerin kavuşması Tanrı’yı da sevinçten ağlatacak bir manzara oluşturdu. Kurtaranlarla kurtulanlar boyuna kucaklaşıyordu. O sırada bir sipahi, Türk’ün hiçbir yerde esir kalmayacağını bir kere daha ispat eden bu tarihî sahnenin heyecanını şehir dışına da aksettirmek istedi. Aziz Yahya Kilisesi’nin çan kulesine çıktı, gür sesle ezan okudu. Bir yeniçeri de Sen Nikola Kulesi mazgallarında bulduğu davulu çalarak manzaraya şen bir ses daha kattı ve o ezanı tarihin kulağına haykırmış oldu.
O gün Noel sabahıydı. Papa Ardiyen, Sen Piyer Kilisesi’nde kutsal dualar okuyordu. Pencere kenarından ansızın bir taş düştü. Yuvarlana yuvarlana Papanın ayağı altına geldi. Kardinaller ve kilisede bulunanlar hayret ve dehşet içinde kalmışlardı. Yazısız bir mektuba benzeyen taşa bakıyorlardı. Papa, acı acı gülümsedi.
“Evlâtlarım,” dedi, “kilisenin dayanak noktalarından biri bugün düşmüş olacak. Bu taş, o düşüşü haber veriyor.” Ve sonra ellerini yüzüne kapayarak ilâve etti.
“Rodos için kana kana ağlayalım!”
Şövalyeler, çektikleri korkunun yersiz olduğunu anlamışlardı. Çünkü şehr ellerinde sade birer değnek olduğu hâlde giren askerler, kimsenin burnunu bile kanatmamışlardı. Bu da gayet tabiiydi. Türk, kendi dileğiyle verdiği sözden dönmez. Askerler de, evvelce bağışladıkları ve Hünkâra da bağışlattıkları canları incitmeyi hatırlarına bile getirmemişlerdi. Emelleri, esir Türkleri kurtarmaktı. Bu emele erince sevinmişler ve ezanlı, davullu bir gösteriden sonra geri dönmüşlerdi.
Bununla beraber, Hünkâr, Üstad-ı Azam’ın büyük korkular geçirdiğini düşünerek ona teselli ve güven vermek istedi. Kendisini huzuruna davet etti. Haçı kılıca eş yapmış, dini silâh kuvvetiyle yaşatmayı ülkü edinmiş bir tarikatın reisi olan Üstad-ı Azam, kendi karakterine göre kıyas yürüterek korktuğundan mı, yoksa şaşkınlığından mı bilinmez, bu davete olumlu yanıt vermekten çekinmişti. Fakat şehri değnekle işgal edip de bırakan ordunun ne kendisine, ne başkasına işkence ettiğini düşünerek akıllı davranmak yolunu tuttu, Türk ordugâhına gitti.
Hünkâr divana başkanlık ediyordu, memleket işleriyle meşgul oluyordu. Büyük otağın kapısı önünde on beş gemici, zincirler içinde titreşip duruyordu. Bunlar, Rodos halkından birkaç kişiydi. Anadolu yakasına geçmeye çalışan bedbahtlardı. Üstad-ı Azam, uzun süre onların yanında kaldı, divanın dağılmasını bekledi. Aralıksız yağan yağmura rağmen o, içine düştüğü sahneyi hayran hayran inceliyordu. Kapıcılar, çavuşlar, divana girmek nöbeti bekleyen beyler, paşalar hep yağmur altındaydı. Fakat kimse yüzünü ekşitmiyordu. Açık havada bulunuyorlarmış gibi sakin görünüyorlardı. Yağmur, piramitler üstüne düşen jaleler gibi bu demir vücutlu Türkler üzerinde hiçbir ıslaklık oluşturamıyor gibiydi. Üstad-ı Azam bu duruma ve her Türk’ün endamında beliren büyüklüğe, güzelliğe karşı derin bir imrenme seziyor ve bu imrenişin hararetiyle kış yağmurunun soğukluğunu duymaz oluyordu.
O sırada divanda heyecanlı bir tartışma yaşanıyordu. Vezirlerden bir kısmı suçlu gemicilerin üçer yüz değnek vurulmak suretiyle cezalandırılmasını, bir kısmı da küreğe konulmalarını istiyorlardı. Hünkâr, iki tarafın da fikrini anladıktan sonra kaşlarını çattı.
“Onları,” dedi, “kendi kadırgalarının serenlerine asmalı!”
Sadrazam Piri Paşa, sıkıla sıkıla fikrini ortaya attı.
“Tanrı’nın merhameti gazabından yüksektir. Efendimin de şefkati hiddetinden galip olmalıdır. Bu bedbahtlar gerçi ağır suç işlemişlerdi. Fakat bizi beş ay burada alıkoyan, binlerce askerimizi şehit eden düşmanın hayatını bağışladınız. Bunların da kuşça canlarına kıymayın.”
Hünkâr sert bir işaret yaptı.
“Lala,” dedi, “yanlış düşünüyorsun. Acze düşen düşman affolunur. Lâkin bizi acze düşürmek isteyen dost affolunmaz, olunamaz. Bu gemiciler adadan adam kaçırıyorlardı. Henüz zapt olunan bir yerden adam kaçırmak, kazanılmış zaferi küçültmeye çalışmak demektir. Asılmalı hainler!”
Süleyman’ın bu ağır hükmü niçin verdiğini divanda oturanların hepsi seziyordu. O, adadan adam kaçırmak yolunun kapanmaması hâlinde amca oğlunun da bir yol bulup savuşacağını düşündüğünden sert davranıyordu. Bununla beraber dayandığı mantık da yerindeydi. Henüz düşman vaziyetinde bulunanlara el uzatmak ve onları Anadolu’ya kaçırmak gerçekten kabul edilebilir suçlardan değildi. Piri Paşa bir söyleyip de iki dinlemişti, yersiz bir fikir yürüttüğünü anlayarak sıkılmıştı. Hünkâr,
“Düşünüp durma, Lala,” dedi. “Mahkûmları gebert, kapıda bekleyenleri de yanıma getirt.”
Üstad-ı Azam, on beş gemicinin ölüm hükmünü nasıl bir sakinlikle kabul ettiklerine de şahit oldu. Onlara, “Öleceksiniz,” diyen ağız kadar bu emri dinleyen kulaklar da titremek bilmiyorlardı. Bu, hâkimin kendini âdil bulduğu kadar mahkûmun da nefsini haksız ve suçlu gördüğünü gösteriyordu.
Üstad-ı Azam, kılıç vuruşları, kale devirişleri gibi giyinişleri, bakışları ve konuşmaları da ayrı ayrı birer büyüklük eseri olan Türklerle nasıl olup da boy ölçüşmeye yeltendiğini kendi kendine soruyor ve yaptığı işi rüyada geçmiş sanarak için için hayret geçiriyordu.
Üstad-ı Azam birkaç teşekkür kelimesi mırıldanırken, Hünkâr gerçekten şefkatli bir sesle sordu.
“Benden bir dileğiniz varsa söyleyin. Mümkün olan her yardımı yapmak, sizi memnun etmek isterim.”
L’isle Adam boynunu büktü.
“Hayatımızın bağışlanmasını dilerim.”
“Ordu zaten bu lütfu yaptı. Size kıymadı ve kıydırtmadı.”
“Teşekkür ederim, başka bir dileğim yok.”
“Öyleyse sarayına dön, yolculuğa hazırlan. Bir kılına ziyan, tek malına zarar gelmeden istediğin yere gideceksin.”
Hünkâr, az kaldı dayanamayıp soracak, amcasının oğlunun nerede olduğunu ona söyletmek isteyecekti. Fakat kendini topladı, dudaklarına kadar gelen bu soruyu dişleri arasında çiğnedi. Bununla beraber bütün adayı sıkı bir ablukaya aldırmaktan geri kalmadı. Cem Sultan’ın oğlunu kuş olsa uçurtmayacaktı. Biricik düşüncesi artık onu yakalamaktan ibaretti. Hürrem’in lâtif, zarif ve cazip hayalini bile bu emele feda ediyor, ara sıra gözünden uzaklaştırıyordu.
Üstad-ı Azam da ayak sürüyor gibi bir vaziyetteydi. Bir türlü hazırlığını tamamlamıyordu, yola çıkmıyordu. Hünkâr, onu sezdirmeden zorlamak için şehre kadar gitmekten çekinmedi ve kendisi at üstünde olduğu hâlde şövalyeler evi önünde tembel yolcuyla görüşerek gemilerin hazır bulunduğunu müjdeledi.
L’isle Adam’ın bu vaziyetten ve bu müjdeden sonra ayak sürümesine imkân kalmamıştı. O da vaziyetin nezaketini kavradı, pılı pırtı topladı, 1523 yılının birinci gününü hareket tarihi olarak belirleyip Padişaha bildirdi ve o gün dört altın vazodan ibaret olan hediyesiyle birlikte Hünkâr otağına geldi, el öpüp vedalaştı.
Üstad-ı Azam o tarihte henüz altmış yaşındaydı. Fakat son altı aylık hayat onu müthiş surette yıprattığından yetmişini aşmış gibi görünüyordu. Padişahın elini öperken titriyor ve hüngür hüngür ağlıyordu. Süleyman, yurdundan ebedî surette ayrılan şu mağlup düşmanın gözyaşlarından dolayı üzüldü ve iyi Rumca bilen Ahmet Paşa’ya yüzünü çevirdi.
“Bu ihtiyarı,” dedi, “gurbet illere sürdüğüm için üzgünüm. Bana değil, talihine küsmesini kendisine tatlıca anlat.”
L’isle Adam bu iltifata da teşekkür ettikten sonra otağdan çıktı, arkadaşlarıyla birleşerek kıyıya indi, gemiye binmeye hazırlandı. Padişah namına bir çavuş onu uğurlamaya memurdu. Mısır gemicilerinden Pir Ali Reis de çavuşa arkadaşlık ediyordu. Bu denizcinin oraya gönderilmesi, Cem Sultan’ın oğlunu şahsen tanımasından dolayıydı. Mısır’ın Yavuz tarafından alınmasından önce Şehzade Murat, kölemenler sarayının konuğuydu. O saray Yavuz’un hücumuyla ortadan kalkınca, derbeder Prens de çoluğuyla, çocuğuyla Rodos’a kaçmıştı. Pir Ali Reis, işte o konukluk yıllarında onu görmüş, iyiden iyiye tanımış bulunuyordu.
Cem’in oğlu hakikaten şövalyeler tarafından kaçırılmak isteniyor muydu? Hünkârın buna tam inancı vardı. Çünkü amcasının oğlunun Rodos’ta kalmak isteyeceğine asla ihtimal vermiyordu. Böyle bir hareket, göz göre göre ölümü beklemek olurdu. Hâlbuki Cem Sultan’ın oğlu, ölüme susamış bir adam değildi. Öyle olsa İstanbul’un fethi sırasında Bizans Sarayı’nda bulunan şehzade Orhan gibi davranır, kendi kendini yok ederdi. Bunu yapmadığına göre kurtuluş çareleri aradığına şüphe edilmezdi ve bu çare de şövalyelere katılıp kaçmak olabilirdi. Rodos’tan kovulan silahlı papazların galipten öç almak için bu yurtsuz prensten yararlanmak istemeleri de büyük bir ihtimal olduğundan, Sultan Süleyman ihtiyatlı davranmak gereğini duymuştu. Pir Ali Reis’i sahile yollamıştı.
Olanlar, Hünkârın doğru düşündüğünü ispat etmekte gecikmedi. Prens Murat, gerçekten kaçmak istiyordu ve şövalyeler de kendisini teşvik ettiklerinden İspanyol papazı kıyafetine girerek göçmenler kafilesine katılmıştı. İki kızıyla bir oğlu ve karısı da onunla beraberdi, kendisi gibi kılıklarını değiştirmişlerdi. Üstad-ı Azam, bu kaçma ve kaçırma işleminde önemli bir rol oynadığı hâlde, ne olur ne olmaz düşüncesiyle alarga bir vaziyet almıştı; Prens Murat takımından uzakta bulunuyor, onlarla ilgili değilmiş gibi görünüyordu. Berikiler de, bütün harp müddetince ve harpten sonraki günlerde kendi adlarının Hünkâr tarafından dile alınmamasından doğma bir ümitle, pek telaş göstermiyor, kayığa atlamak üzere sahilde sıra bekliyorlardı.
Rodos’un artık Türk vatandaşı sayılan halkı, dişili erkekli, hep birden kıyıya dökülmüş, denizin kucağında yeni bir yurt aramaya giden mağlupları seyrediyorlardı. Bu güzel adaya haksız olarak yerleşmiş ve oradan haklı olarak kovulmuş olan şövalyeler halkın yüreğinde hiç de yer tutmuş değillerdi. Onlar, doğruyu gösterip kendilerine yol açan ve fakat açılan yolda kılıçla yürüyen baskıcı bir zümreydi. Tanrı’ya dua yerine kesilmiş insanlardan küme küme kurban sunuyorlardı. Kiliseleri dindar Hıristiyanların gönül hoşluğuyla verdikleri nezirlerle, sadakalarla süslemek istemezler, korsanlık yapıp çaldıkları Türk malıyla doldurmaya savaşırlardı. Kendilerine yer veren, saygı gösteren halkıysa ancak köle gibi kullanırlardı.
Bu sebeple Rodoslular için için seviniyorlardı ve şövalyeleri Rodos’tan atan Türk pençesinde, kendilerinin de ruhlarına vurulmuş zincirleri kıran bir kurtarıcı kuvvet görüyorlardı. Kıyıya dökülüşleri işte bu kurtuluşu kutlamak ve zalimlerin denize sürülüşünü sevine sevine seyretmek içindi.
Karadan ayağını ilk çeken Üstad-ı Azam oldu. Hünkârın gönderdiği çavuş ona birkaç nazik kelime söyledikten sonra geri çekildi, şövalyelerin kayığa binmelerini seyrediyormuş gibi bir vaziyet aldı. Pir Ali Reis de aynı durumdaydı, fakat gözleri boyuna hareket ediyor, dört yanını gözetim altında bulunduruyordu. İşte bu sırada Prens Murat’ın kafilesi göründü. Murat, karısıyla çocuklarını ardına takmış olarak geliyordu. Pir Ali Reis, geniş siperli papaz başlığının altında, kiraza ağmış şahin gagasını andıran tarihî burnu daha uzaktan sezdiği için yanı başında duran çavuşa fısıldadı.
“Şehzade geliyor!”
Fatih Sultan Mehmet, taht ve tacını bırakamadığı oğluna miras olarak meşhur burnunu terk etmişti. Bu burun Cem’den Murat’a geçmiş bulunuyordu. Ne makyaj, ne başka bir şey bu mirası örtebilirdi. Prens Murat, sırtına geçirdiği papaz kıyafetine, beline sardığı zünnara, boynuna astığı haça ve taşıdığı başlığa güveniyordu. Bu kılıkla tanınmayacağını umuyordu. Başta Süleyman olmak üzere o sırada adada bulunan bütün Türklerin de kendisini hiçbir yerde görmediklerini düşünerek bu ümidini kuvvetlendiriyordu. Hâlbuki o gagamsı burun, bir kanıt gibi gerçeği haykırıp duruyordu. Nitekim Pir Ali Reis de o delili yirmi metre mesafeden okumakta güçlük çekmedi, bulunduğu yerden yavaşça ayrılarak kalabalığa karıştı ve Prensin kafilesinin arkasına düşecek surette davranarak onlara yetişip, henüz sekiz yaşında bulunan kız çocuğunun kulağına doğru eğilerek Türkçe fısıldadı.
“Nereye gidiyorsunuz, Sultanım?”
Önde giden Prens değil, karısı ve öbür çocukları da kızın kulağına böyle bir şey fısıldandığını sezmemişlerdi. Çocuksa kendi ana diliyle söylenen sözlerden tatlı bir hayrete düşüp hemen cevap vermişti.
“Başka memlekete, dostum!”
Tarihî burnun ortaya koyduğu gerçeği şu üç kelime desteklemiş oluyordu. Türkçe konuşan şu yavru, bir şövalyenin veya şövalyeler hizmetinde bulunan herhangi bir rahibin çocuğu olamazdı. Bu sebeple Pir Ali Reis hemen atıldı, Şehzade Murat’ın koluna girdi.
“Şevketli Hünkârın,” dedi, “selâmı var. ‘Papazlar ardına düşmesin, benim yanıma gelsin,’ diyor.”
O sırada çavuş da onların yanına gelmiş, Prensin eteğini öptükten sonra aynı sözleri tekrar etmiş ve bir de tavsiyede bulunmuştu.
“Sultanım, şu halkın saygısızlık göstermesinden korkarım. Sırrınız ortaya çıkmadan ben kulunu takip edin, Şevketli Hünkârın yüce gölgesine sığının. Kurtuluş orada, hayat oradadır. Şüpheye kapılıp mekânı cennet olan babanız gibi kâfiristanda rezil rüsva olmak, hele şu masumları o hâle düşürmek şanınıza yakışmasa gerek!”
Şehzade Murat hafakanlar geçiriyor, bayılmak üzere bulunuyordu. Kurtuluş yolunun eşiğinde ecelle karşılaştığını görerek ruhî bir sendeleyişe uğramış, sararıp soluyor, iki yanına sallanıp duruyordu. Karısıyla yetişkin oğluysa feryadı koparmış, kayığa binenlerin ve kıyıda kümelenenlerin gözlerini kendi üzerlerine çekecek surette haykırmaya başlamışlardı.
Saray çavuşu, işin tatsız bir biçim alacağını anladığından yüzünü ekşitti.
“Sultanım,” dedi, “sana telaş yakışır mı? Düşmanı hâline güldürürsen, babanın ruhunu ağlatırsın, Şevketli Hünkârın da gazabına uğrarsın. Mert ol, lütfedip bizimle gel.”
Murat’ın gözü denize dikilmişti; kayıklarla gemilere doğru açılan şövalyelerden yardım umuyordu. Şuurunun o sırada tamamıyla darmaduman olmasına rağmen, kayıkların geri dönmekte değil, ileriye doğru çala kürek koşmakta olduğunu sezmiş, tam bir ümitsizliğe düşmüştü. Pir Ali Reis onun sezişini kuvvetlendirmekten geri kalmadı.
“Şehzadem,” dedi, “şövalyeler senden uzaklaşmak için küreklere yelken takmışa benziyorlar. Mübarek gözünü onlara dikip durmanın ne zevki var? Yürü, Şevketli Hünkârın otağına. O, seni bekliyor!”
Murat kendini bekleyen bahtın huzuruna çıkmazlık edemeyeceğini anlamış, ümitsizlikten tevekküle geçerek hüzünlü bir gülümsemeye bürünmüş, karısıyla çocuklarına teselli veriyordu.
“Ömür ne azalır, ne çoğalır. Alın yazısı da bozulmaz. Boş yere çırpınmayın, cesur olun, ardımdan gelin.”
Fakat şu kılıktayken koca bir ordunun önüne ve amcası oğlunun huzuruna çıkmaktan utanıyordu. Taşıdığı kıyafet, papalara kafa tutan babasının hatırasını da incitecek kadar kötüydü. Bu sebeple çavuşa yalvardı.
“Şehre dönüp üstümü değiştireyim. Hünkârla bu biçimde buluşmak doğru değil.”
Çavuş, kendi fikrine göre yol gösterdi.
“Hanım sultanların Pir Ali Reis’le saraya dönmesi, cenabınız ve oğlunuzunsa doğru otağı hümayuna gitmeniz gerek. Şevketli Hünkâr, kıyafetinizi mazur görür. Şövalyeler katında tören kavuğu yahut kallâvi bulunacak değildi ya. Elbet size zünnar kuşandıracaklar, siyah elbiseler giydireceklerdi. Bunun için üzülmeyin.”
Çavuş da, Pir Ali Reis de bir Şehzade huzurunda bulunduklarını unutmuyor, çok saygılı davranıyorlardı. Fakat Şehzadenin bir siyasî suçlu olduğunu da hatırlarından çıkarmıyor, saygılarını açık bir haşinlikle meze ediyorlardı. Murat, divan durur gibi görünen bu ellerin kelepçe olmakta gecikmeyeceklerini takdir ettiğinden yine tevekkül gösterdi.
“El hükmülillâh,” dedi, “kazaya rızadan gayri elimizden ne gelir!”
Ve Pir Ali Reis’le şehre dönecek olan karısına, kızlarına birkaç teselli kelimesi fısıldadı, oğlunu yanına aldı, çavuşun önüne düştü, ordugâha doğru yürümeye koyuldu.
Sultan Süleyman, Hürrem’i kendine bir kere daha unutturan heyecanlı bir telaş içinde çavuşu bekliyordu. Onun geldiğini ve Cem’in oğlunu da getirdiğini haber alınca hemen yerinden fırladı, tutsakların yanına sokulmaları emrini verdi. Üç beş saniye sonra, Fatih Sultan Mehmet’in iki ayrı babadan üremiş olan üç torunu karşı karşıya gelmiş bulunuyordu.
Süleyman, evvelce de işaret ettiğimiz gibi, dedesi Beyazıt’ı değersiz bulacak kadar kıymet bilir bir adamdı. Yavuz’un oğlu olmasa kendini pek şanssız sayacaktı. Büyük amcası Cem’i de bu hissiyat dolayısıyla takdir ediyor ve hatta seviyordu. Fakat tahtın geleceği uğruna birkaç kardeşiyle bir düzine yeğenini fedadan çekinmeyen babası gibi, kendisi de aynı kaygıyla aynı cinayeti işlemek kararını vermişti.
Yalnız utanıyordu, kolu ve kanadı kırık bir adamı yok etmek kendine çok çirkin geliyordu. Hele o adamın bir felâket destanı yaratmış, adı talihsizliğe örnek olarak dillere düşmüş biçare Cem’in oğlu olması, içine bambaşka bir acıma veriyordu. Ordunun ve memleketin yapılacak cinayeti sessizce lanetleyeceğini düşününce, tahtın geleceği adına cani olmaktan uzaklaşmayı kabul etmek derecelerinde zaafa düşüyordu. Rodos’u, biraz da bu amca oğlunu yakalamak için aldığını âdeta unutmak üzereydi.
Ancak Prens Murat’ı bir papaz kıyafetinde görünce bütün bu düşünceler zihninden silindi, sinirlerine ateşli bir gerginlik geldi ve amcasının oğluna ilk hitabı bir haykırış oldu.
“Bre sütü bozuk adam, nedir bu kılık, nedir bu kıyafet?”
Ve el öpmek için ilerlemeye yeltenen Murat’ı sert bir işaretle yerinde alıkoydu.
“Düşman ayağı öpen bir ağzın elime değmesini istemem.”
Beriki can havliyle kendini müdafaaya çalışıyor, dengesiz bir ifadeyle ayetler, hadisler okuyarak halini mazur göstermeye savaşıyordu. Pek uzun süren şanssızlıklarla dolu bir ömrün acılıklarını okumakla geçirdiği anlaşılan Cem oğlu, Tanrı ağzıyla, peygamber ağzıyla konuşarak Tanrı’nın gölgesi, peygamberin vekili olduğunu söyleyen Hünkârı merhamete getirmek istiyordu. Onun bu şekilde yalvarışı Süleyman’ın acıma duygusunu harekete geçirmekten geri kalmadı, çünkü bu, bilgi sezdiren bir ağlayıştı ve ilmi seven Süleyman, ilmin gözyaşı oluşuna karşı kayıtsız kalamıyordu.
Murat, kudretli amcazadesinin biraz yumuşar gibi olduğunu görünce cesaretlendi.
“İnsaf et, Ulu Hünkâr,” dedi, “insaf et. Tehlikeden kaçmanın peygamberler sünneti olduğunu söyleyen, halifesi olduğun zat değil midir? Musa’nın peygamberliği yurdundan firar edişinden sonra olmadı mı? Muhammed’in kızı Rukiye, damadı Osman, halazadesi Zübeyr, Habeş iline göçmediler mi? Halife Osman’ın katli olayında sahabelerin bir kısmı Medine’den savuşmadılar mı? Atan ve amcam Beyazıt, babamın ölüsüne saygı göstermedi mi ve bir firari olduğu hâlde bütün ülkede adı rahmetle anılmadı mı?”
Murat, ileri sürdüğü hadiselerin çoğunu ayetle veya hadisle desteklediği, Arabî ve Farisî beyitler okuyarak konuyu heyecanlandırdığı için Süleyman tatlı tatlı dinliyordu. Fakat Cem’in oğlu yere diz çöküp, henüz bıyıkları terlememiş olan oğluna da diz çöktürtüp,
“Bir lokmaya razıyım. Göstereceğin yerde yaşayayım, candan duacın olayım. Suçumu bağışla, temiz elini kirli kanıma sokma,” diye yalvarmaya başlayınca vaziyetini değiştirdi.
“İyi ama,” dedi, “bu saydığın adamlar kötülüğü iyiliğe çevirmek için gurbet ellere savuştular, yurtlarından uzaklaştılar. Babanın vatanından çıkışı iyiliği kötülüğe çevirmek içindi. Onun ölüsüne saygı gösterilmekle bir fitnenin sönmesi kutlulanmıştı. Sen, yirmi sekiz yıl önce sönen o fitnenin sürünür gölgesisin. Aslına kavuşmalısın ki memleketin rahatı bozulmasın, yüreklerde nifak tohumu kalmasın.”
Ve Süleyman, fitne gölgesi dediği sefil, zavallı ve perişan varlıktan üstüne bir şey bulaşmasından korkuyormuş gibi otağın bir kenarına çekildi.
“Kalk, bedbaht,” dedi, “kalk. Boynundaki haçı at, belindeki zünnarı çıkar, ağzını bir iyi yıka, imanını tazele, babanın yanma bir Frenk şövalyesi gibi değil, bir Osman oğlu gibi git! Tanrı yardımcın olsun.”
Murat da, oğlu da düştükleri yerden kalkabilecek durumda değillerdi. Hünkârın verdiği işaret üzerine, kendilerini otağa getirmiş olan çavuş koştu, her iki Prensi ayağa kaldırdı ve dışarı çıkardı. Cellât otağın önündeydi, mahkûmları yere kadar eğilerek selamlıyordu. “Buyurun Sultanım, şu çadıra buyurun,” sözleriyle kendilerini mezara açılan kapıya doğru sürüklüyordu.
* * *
Süleyman kendini artık mutlu sayıyordu. İstanbul Fatihi’nin mağlup olduğu iki önemli yerde, o galip olmuştu, zafer kazanmıştı. Belgrad elinde, Rodos elindeydi. Hükümdarlığa geçer geçmez kazandığı bu iki muhteşem zafer, iki kuvvetli meşale gibi istikbal yolunu aydınlatıyor ve kendisine sayısız zaferlerin hayalini seyrettiriyordu.
Cem Sultan’ın oğlu meselesini kökünden hallettiği, bir tarih pürüzünü temizlediği için de ayrıca memnun oluyordu. Frenkler elinde bir Osmanlı şehzadesi, tahtın selâmetini gece gündüz tehdit eden bir kâbus demekti. Şimdi o kâbus o yavrusuyla beraber mezara gömülmüştü. Artık taç ve taht emin ve rahat yaşayabilirdi. Ne toz, ne bulut onun ışığını incitecekti.
Şimdi sıra kalbin zaferine gelmişti. Rodos’u nasıl topla döve döve, burçlarını yıka yıka ele geçirmişse, yar-ı canının kalbini de ateşli kelimelerle sara sara ve o yürekte bulunması mümkün olan her türlü direniş imkânını devire devire, bir aşk zaferiyle elde edecekti. O, henüz on üç yaşındayken “kadın” yenmeyi sınamıştı. On dört yıldan beri aynı sınayışı tekrar ediyordu. Fakat zaman geçtikçe anlamıştı ki kadını yenmek başka, kazanmak başkadır. Sayısını pek de hatırlayamadığı mağlup kadınların hepsi, kölelerin efendilerine gösterdikleri miskin uyumla ona boyun eğmişlerdi. Küçük bir işaret görür görmez diz çöken kadın ise kuşatmasız, hücumsuz ve zahmetsiz ele geçen kale gibidir. Galibini mutlu etmez, belki mahcup eder.
Süleyman da kadınlar üzerine on dört yıldan beri kazandığı zaferlerden haz değil, utanç duyuyordu. Onlar daima etlerini vermişler, gönüllerini kendilerine saklamışlardı. Çünkü kendisi hiçbir kadının yüreğine girmeyi denememişti ve böyle bir zahmete katlanmayı da düşünmemişti. Hürrem’i görüp beğendikten sonra ansızın “mücadele” kararı işte bu sebeplerden ve kadın eti üzerinde arsız bir sinek gibi dolaşmaktan artık utanç duyuşundandı.
Evet, aşk sahnesinde sinek rolü oynamaktan bıkıp usanmıştı. Şimdi heyecanlı bir pervane olup Hürrem’in yüreğine kapanmak istiyordu. Bunun için o yüreği evvela açmak gerekti. Bir kadın yüreğini açabilmekse iyi müdafaa olunan bir kale kapısını açmaktan daha zordu. Belgrad’la Rodos’u düşüren genç Hükümdar, belki de henüz sınamadığı bir işle karşılaştığı için bu kanaatteydi ve kendini hayal yahut kuruntu ürünü güçlüklere karşı hazırlamak kaygısına kapılmıştı.
Her şeyden, her hamleden önce şiiriyle Hürrem’i ateşlemek azmindeydi. Bütün şairler gibi o da şiirin sihir olduğuna inandığı için, her kelimesinde gönül ateşinden bir kıvılcım yanan gazellerle sevgilisinin kalbinde sönmez yangınlar tutuşturabileceğini umuyordu. O güne kadar yendiği kadınlara yalnız elini ve ağzını uzatmıştı. Hürrem’e kalbini, ruhunu, vicdanını uzatmak ve onların sesini de şiir hâlinde kıza duyurmak istiyordu.
Heyecanı daima coşkundu, fakat dudaklarını ve düşündüklerini bir türlü kâğıda geçiremiyordu. Bu sebeple, Rodos’un alındığını ve Cem Sultan’ın oğlunun yetişkin oğluyla birlikte katledildiğini anasına müjdelerken, Hürrem’e okunmak için yepyeni bir şiir yazamamış, eski şairlerden birinin şu gazelini mektubuna ilâve etmişti:
Sername-i muhabbeti cânâne yazmışam,
Hasret risalesin varakı câne yazmışam,
Nâlişlerini derd ile biçâre bülbülün
Bâdisabâ ehle gülistâne yazmışam.
Zülfün hikâyetini gönülde misal edip,
Gam kıssasını levhi perişâne yazmışam.
Resmetmişem gözümde hayalini gûyâ,
Nakşi nigân sağari mercane yazmışam.
Lâkin kanmıyor, kanamıyordu. Gözünü kapatıyor, Hürrem’i kendinden gelen mektupları dinlerken düşünüp, onun bu şiirdeki hasret ateşini azımsadığını, dudağını büküp durduğunu görür gibi oluyor ve bunu görmekten üzülerek hemen beraberinde taşıdığı divanları karıştırmaya, aşkını ve hicranını daha canlı surette hissettirecek şiirler aramaya koyuluyordu.
Rodos’tan sonra gemilere bindirilerek yollanan müfrezelerin Leryos, İstanköy, Gelmez, İncirli, İleki ve Sombeki adalarını işgal etmeleri üzerine anasına yazdığı başka bir mektuba da, işte o arayışlar arasında beğenip seçtiği şu manzumeyi koydu:
Kıldım belâyı aşk ile ben müptela sefer,
Meşhurdur ki âşıka ya sabr, ya sefer!
Hayretteyim ki böyle havadar iken sana,
Çün erdi kûyine niçin ede saba sefer?
Gitmez kapından ol ki görüp zülfü haddini,
Akereb de olsa mâh değildir reva sefer!
Katî alâyık eyleyip bizler gibi kalır,
Sevdayi zülfüyâr ile müsgi hatâ sefer!
Bunda, bu şiirde kendi dileğine uygun bir anlam açıklığı görüyordu ve Hürrem’in maksadı sezip duygulanacağını umuyordu. Fakat bir yandan da sabırsızlanıyordu. Savaş bitmiş, zafer kazanılmış olduğu hâlde henüz Rodos’tan ayrılmamak sinirine dokunuyordu. Gözü ve yüreği İstanbul’da, ayağı Rodos’ta olarak yaşamak neşesini kaçırıyor ve yapılması gerekli işlerin hızla görülmesi için Sadrazamı boyuna sıkıştırıyordu.
Nihayet bu işler bitti; fethedilen yerlere muhafızlar konuldu; bayındırlık işleriyle uğraşacak memurlar seçildi; Kırım Hanı’na, Mekke Şerifi’ne, Venedik Doçu’na zafernameler yollandı ve adadan ayrılmak zamanı geldi. Bu, bayram sevinci veren bir hadise olmakla beraber, Hükümdara ihmal edilemeyecek şeyleri de meydana çıkarıyordu. Adadan çıkmadan önce orada kalan şehitlere veda etmek lâzımdı. Süleyman, bu büyük vazifeyi çok tantanalı bir törenle yaptı. Zaferin bütün şerefi kendine ait olan ölülerin işgal ettiği sahaya, orduyu beraber alarak gitti, Hürrem’i kendisine bir kere daha unutturan uzun bir heyecan saati geçirdi. Sonra Cem Sultan’ın oğlu ile torununun mezarlarını ziyaret etti, bol bol gözyaşı döktü, avuç avuç para dağıttı ve ayağa kalkıp da ıslak mendilini koynuna koyar koymaz Marmaris’e hareket emrini verdi.
O, orduya karşı büyük bir cemile göstermek istiyordu. Bu maksatla, şehit Kara Mahmut Reis’in kadırgasına bineceğini vezirlere söyledi. Rodos’un alınması için çalışanların başında bu yiğit denizci vardı. O, tam iki yıl, dalgalar arasında mekik dokumuş ve bu adaya gidip gelerek savaşın planlarını hazırladığı gibi kanını da bu ülkü uğrunda dökmüş, düşmanla çarpışa çarpışa şehit düşmüştü. Süleyman, bu bahadır Türk’ün hatırasına saygı göstermekle orduyu hoşnut edeceğini düşündüğünden, mübarek bir yetim gibi limanda boynunu büküp duran kadırgayı hazırlattı, donattı ve onunla adadan ayrıldı.
İçinde şimdi uçmak ve orduyu da beraber uçurmak ihtiyacı tutuşmuştu. Bu ihtiyacın zoruyla menzil cetveli üzerinde boyuna düzeltmeler yapıyor ve merhalelerin çoğunu geçerek dönüş yolunu kısaltmaya çalışıyordu. Ordu da, kazanılan büyük zaferin şerefine, ona uysallık gösteriyor ve yorucu bir yürüyüşü kabul etmekten çekinmiyordu. Netice gerçekten parlak oldu, Rodos’a gelinirken kırk üç günde alınan yol, bu sefer yirmi günde aşıldı ve Muğla, Kuduş Köyü, Alaşehir, Torasili, Torahanlı, Paşaköyü, Susığırlık, Kemede, Subaşı, Anafor, Kurşunlu ile Pazarköy merhaleleri hemen hemen hiç durmadan geçilerek Dil İskelesi’ne varıldı. Orada Hünkârı Sarayburnu’na çıkaracak bir gemi hazırdı. Süleyman, kalbini arayan heyecanlı bir göğüs gibi çırpına çırpına gemiye atlarken, bir haremağası ona anasının son mektubunu sundu. Bu kâğıdın bir köşesinde şu satırlar ve altında da “Cariyeniz Hürrem” imzası vardı:
“Hoş geldiniz Sultanım, Velinimetim Efendim.”

HAVVA ROLÜNÜ DEĞİŞTİRİYOR

“Aşk,” dedi, “rüyaymış Efem!”
“Neden?”
“Elde, avuçta bir şey kalmıyor da ondan!”
“Yürekte de kalmıyor mu bir şey?”
“Orada tatlı bir sızı var Efem.”
“İşte aşk budur, Hürrem. Seven yürek daima sızlar. Fakat bu sızlayış, başka yanıklar gibi olmaz. Hoşa gider.”
“Sizin de yüreğiniz benimki gibi sızlıyor mu, Efem?”
Sarı, kumral, kıvırcık ve esmer üç yüz baş, kızıl bir tutku içinde yerlere kadar eğildi; elâ, mavi, yeşil ve kara üç yüz çift göz, kapandıkları noktada tek bir heyecanla titredi. Hünkâr geçiyordu. Sarı, kumral, kıvırcık ve esmer üç yüz baş, acılı bir hayret içinde yükseldi; elâ, mavi, yeşil ve kara üç yüz çift göz, nemli bir arzu içinde saray dehlizlerinin loşluğuna dikildi. Hünkâr uzaklaşmıştı.
Bu üç yüz güzel baş, iki yüz otuz uzun günden beri şu gelişi bekliyordu; bu üç yüz çift göz, yedi buçuk aydan beri şu mutlu günün doğuşunu hayal ediyordu. Barut kokusu, is ve duman içinde aylar geçiren Padişahın, saraya adım atar atmaz yorgunluk giderici şen bir gece yaşamak ihtiyacına mağlup olarak kendilerine ilgi göstereceğini uman bu başlar ve öyle bir gecenin kucağında iki mutlu yıldız olmak hülyasını ayrı ayrı taşıyan bu gözler ansızın hüsrana uğramışlar, güzel bir şaşkınlık eseri gibi bulundukları yerde buhran geçiriyorlardı. Çünkü Hünkâr tek bir saniye bile kendileriyle ilgilenmemiş, gül ve sümbül kümelerini okşamadan geçen bir rüzgâr gibi uzaklaşıp gitmişti. O renk renk güller, zarif uğultusunu duyup da serinliğini sezemedikleri rüzgârın arkasından bükük boyunlarını uzatarak bu umulmaz kayıtsızlığın matemini yaşıyorlardı.
Acının büyüğünü duyan Haseki Mahidevran’dı. O, renkten ve ışıktan yapılmış canlı birer top dizisi gibi yol üstünde uzanan üç yüz başı birer tebessüm sadakasıyla okşaya okşaya geçecek Hünkârın, kendi yanına gelir gelmez muhabbet, iltifat kesilerek dinleneceğini, bülbülleşeceğini ve sonra açık bir kucak hâline çevrilerek yan yana durduğu oğluyla birlikte kendisini sarıp sürükleyeceğini umuyordu. Hâlbuki Hünkâr, bütün o başlar gibi kendi başına da gözünü çevirip bakmadan, oğlunu öpüp okşamadan yürümüş, geçmiş, dairesine kapanmıştı.
Bu bir cilve olabilirdi. Fakat Valide Sultanla Hürrem’in Hünkârla beraber yürümüş ve yine birlikte gözden kaybolmuş bulunması, hadiseyi mağrur bir erkek cilvesi olmaktan çıkarıyor, tehlike hissettiren bir hâle sokuyordu. Yedi buçuk aylık bir ayrılıktan sonra gözdesine göz ucuyla bakmayan, oğlunu okşamayan Hünkârın yaman düşünceler taşıdığına şüphe yoktu.
Mahidevran bu durumda ilkin sarardı, ardından iradesini kaybedecek kadar sendeledi, yüzlerine bakılmayan şu halayıklarla bir seviyede bulunmayı nefsine yediremeyerek bir şeyler yapmak istedi ve hemen oğlunun eline yapışarak Hünkârın izine düştü. Onu kapandığı yerde yakalamak, ihmal olunmuş görevlerini hatırlatmak kaygısıyla hareket ediyordu. Fakat sonunu düşünmeyerek alıvermiş olduğu bu karar da biraz sonra kırık bir hülyaya dönüştü. Çünkü Padişahın dairesi önünde duran iki haremağası, siyah birer uçurum gibi onun önüne dikilmişler ve beyaz dişlerinin ördüğü kısa bir zincirle zavallının adımlarını kösteklemişlerdi.
“Şevketli Hünkâr halvette!”
Efendiden sonra kölelerin takındığı ağır tavır, gözdelik ve analık haklarını aramaya gelen sinirli kadını büsbütün kızdırdı ve bağırttı.
“Ayağının tozuyla halvete girmez o. Siz çekilin, benim işime karışmayın.”
Berikiler, aşılmaz birer siyah uçurum gibi görünmekte ısrar ettiler ve yalvardılar.
“Titizlenmeyin Sultanım, soğukkanlı olun. İçeride Valide Hazretleri var. Ferman dinlemeyip halveti bozarsanız gül hatırınıza toz kondurmuş, bizim de ocağımızı söndürmüş olursunuz.”
O da ayak diredi.
“Şehzadem babasını görmesin, mübarek elini öpmesin mi? Valide Hazretleri kendi aslanını koklayıp okşarken benim aslanım baba hasreti mi çeksin?”
Tartışma uzayıp gidecek gibiydi. Haremağaları da zor bir duruma düşmek üzere bulunuyorlardı. Hünkârın halvete çekildiğini söyleyen Valide Sultandı. Onun emrini çiğnemek ve çiğnetmek ellerinden gelemezdi. İçeri girmek isteyen de Padişahın o güne kadar gözbebeği sayılan nazlı gözdesi olup yanında Şehzadesi bulunuyordu. Bu zorlu ziyaretçileri zorla geri çevirmek de çok tehlikeliydi. Ağalar, her iki tarafı bir anda korumak ve kollamak imkânını bulamadıklarından yalvarmaya başlamışlardı; Mahidevran’ın eteğini bırakıp elini, elini bırakıp ayağını öpüyorlardı.
Fakat onun gözleri enikonu kararmıştı; halvet denilen âlemin esrarını yırtmak ve çiğnenmiş gördüğü haklarını elde etmek kaygısıyla ter ter tepiniyordu. Nihayet haremağalarını yenmenin yolunu hatırladı ve Şehzade Mustafa’ya kalın perdeyle örtülü yaldızlı kapıyı gösterdi.
“Gir yavrum,” dedi, “İçeri gir, baban orada; koş, ayağına kapan, elini öp!”
Çocuk bu sözlere uyacak, iki engeli aşacak ve anasının işaret ettiği hedefe ulaşacaktı. Yarının efendisine bu zavallı köleler engel olamazlardı. Kendisini yolundan çeviremezlerdi. O, Hünkârın kutsal varlığından bir parçaydı; dil ve el uzatılmaktan uzaktı.
Haremağaları bu sebeple ince boyunlarını bükmüşler, küçük Şehzadeye yol vermeye hazırlanmışlardı. Mahidevran da, her engeli devirmek kudretini taşıyan oğlunun izine basa basa halvet âleminin bağrına sokulmak için sabırsızlanıyordu. Orada nasıl karşılanacağını ve nelerle karşılaşacağını bilmemekle beraber her şeyi göze almıştı. Efendisi tarafından tek bir bakışla olsun okşanmamak felâketini tamir uğrunda bütün ömrünü yıktırmaya rıza gösteriyordu.
Fakat oğluna karşı açılacağına emniyet beslediği halvet kapısı, onu ve kendisini içeri almak için değil, belki büsbütün kapanmak için açıldı ve beslenen ümitler eşik önünde eriyip gitti. Valide Sultan önlerine dikilmişti.
Mahidevran, böyle bir şeyi hatırına getirmediği için şaşırmış, küçük Şehzade ise büyük annesini görünce geri çekilmişti. Haremağaları memnun bir eğilişle iki büklüm olmuşlar, kendilerini tehlikeden kurtaran meleği selamlıyorlardı.
Hafsa Sultan ilkin torununun yüzünü okşadı.
“Burada,” dedi, “işin ne yavrum? Çağrılmadığın yere gelmek sana yakışır mı? Bir daha böyle yapma.”
Ve sonra Mahidevran’a gözlerini dikti.
“Aslanımı rahatsız etmeye mi geldin? Ne cüret, ne cüret?”
Kadının bir şeyler söylemeye yeltendiğini görünce yürüdü, torununu da elinden tutup yürüttü.
“Düş ardıma,” dedi, “daireme gel. Orada konuşalım. Aslanım sesinizi duyarsa hâlin müşkül olur.”
Mahidevran, bir şehzade doğurmuş bulunmakla beraber, “emir kulu” olmaktan bir parmak bile yükselemediğini anladı. Dilediği vakit sormadan, rızasını bile almaya gerek görmeden yanına gelen, gelebilen ve bütün benliğini istediği şekilde kullanan, kullanabilen erkekle kendi arasında uzun mesafeler bulunduğunu gördü. Gözdeliğin, şehzade analığının şu perdeyi kaldırmak, şu eşiği aşmak hakkını da kendine vermediğini idrak etti. Hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. “Her şey” sanılıp da “bir hiç” olmak kalbini yakıyor, canını yakıyor, ruhunu yakıyordu. Fakat durumu olduğu gibi kabul etmek zorunda olduğunu da seziyordu. Ondan ötürü hıçkırıklarını savura savura Valide Sultanın ardına takıldı ve onun dairesine girer girmez yerlere kapanarak yalvardı.
“Haydi, o padişahtı, bir kadına değer vermez, acımaz diyelim. Sen ki kadınsın, anasın. Ne çektiğimi anlamaz mısın, bana acımaz mısın? Suçum ne? Kocadım mı, çirkinleştim mi, onu oyalayamaz mıyım?”
Hafsa Sultan bir mindere bağdaş kurup oturdu, torununu da yanına oturttu.
“Deli kız,” dedi, “saçmalıyorsun. Sana kocamış, çirkinleşmiş diyen yok. Gençsin, dinçsin, nur gibi kadın, kadıncıksın. Fakat düşüncesizsin. Padişahların bir gülle yaz geçirmeyeceklerini bilmiyorsun. Bırak Aslanımı kendi hâline. Varsın, dilediği çiçeği koklasın. Burnu o çiçeğe yapışıp kalacak değil ya. Yarın canı çekerse seni de koklar!”
Mahidevran, kapandığı yerden başını kaldırdı, yaş dolu gözlerini kolunun yeniyle sildi.
“Ya,” dedi, “Arada güller, sümbüller de var ha. Demek ki ben suyu sıkılmış limon gibi atılıyorum, şuna buna feda ediliyorum. Bunu Şevketli Hünkârdan ummazdım, beklemezdim.”
Ve deli gibi sıçradı, ayağa kalktı, oğlunun kollarına yapışıp onu yanına çekti.
“Aslanınıza,” dedi, “fare kılıklı Hürrem’i peşkeş çektiniz, değil mi? Tanrı sizi ettiklerinize bakıp ona göre sevindirsin, fakat ben yapacağımı bilirim.”
Salondan oğluyla beraber uzaklaşırken Valide Sultan sordu.
“Yapacağını da söyler misin, Hanım Sultan?”
O, başını çevirmeden cevap verdi.
“Bana yakışanı!”
Sultan Süleyman, kendini harem dairesinin ilk eşiğinde karşılamaya koşan anasının yanında Hürrem’i görünce tepeden tırnağa kadar titremiş, sendelemiş ve sonra kıpkırmızı kesilmiş olmakla beraber, dişili erkekli beş altı yüz kişilik bir cemaat önünde sultanlığına aykırı düşecek bir iş yapmaktan korunabilmişti. O kalabalık olmasa anasını belki önemsemeyecek, Hürrem’i çılgın bir açlıkla kucaklayıverecekti; çünkü kızı, kalbinde yaşattığı hayalden daha güzel ve daha cazibeli bulmuştu. İyi bakım, iyi giyim ve kuşam, Rus dağlarından koparılıp İstanbul sarayına getirilen bu canlı goncaya bambaşka bir güzellik, bambaşka bir olgunluk vermişe benziyordu. Saçların rengi eskisine nazaran iki kat parlak görünüyordu. Endam, bir bakışta sezilecek kadar fark taşıyordu. Önceden yere eğili ve hırçın duran gözler şimdi sakin ve mütebessimdi. Yalnız burun, yine eskisi gibi şahlanmış bir ihtiras işareti halindeydi; kalkıktı ve üzerinde bulunduğu yüze çevrilen gözlerin hayretini uzaktan karşılıyordu.
Süleyman, goncalık güzelliğini korumakla beraber olgun bir gül cazibesi de hissettiren Hürrem’in, güzellik bakımından elde ettiği gelişimi baş döndürücü bir hayretle ve iliğine kadar işleyen bir hayranlıkla anladıktan sonra kıpkırmızı kesilen yüzünü anasının avuçlarına kapadı, kekeledi.
“Çok teşekkür ederim, valide. Elması iyi işlemişsin, pırıl pırıl etmişsin. Üçümüz gidelim, halvette konuşalım.”
Onun yol boyuna dizilen renk renk başlara ve onların serdarı gibi bir durum alan Mahidevran’a iltifat etmemesi, oğlunu da öpüp okşamak şöyle dursun, hatta görmemesi işte bu sebeptendi. Hürrem’i serpilip açılmış ve gerçekten ilâhîleşmiş bulmasındandı. Kızın ayak sesini duydukça heyecana kapıldığı ve yirmi adım ötede bekleyen halvet âlemini düşündükçe de heyecana düştüğü için yanını, yönünü görmüyordu, göremiyordu.
Kendi dairesinde anasıyla ve Hürrem’le yalnız kalınca ruhundaki sersemlik geçti, yerine alevli bir iştiha geldi. Küçük Rus kızını, bir cennet elması gibi dilim dilim soyarak yemek, ruhuna hazmettirmek istiyordu. Yedi buçuk ay süren meşakkatli bir perhizin vücuda getirdiği açlık manevî ihtiyaçları kamçıladığından, âşık Hünkâr, homurdanan bir kurt gibi görünüyordu.
Fakat maddeyle mananın birbirini tamamlamak suretiyle kendisine aşılamış olduğu bu kurt ihtirasını yenmekte gecikmedi ve birden soğukkanlılığını ele aldı. Çünkü Hürrem’in parlak bakışlarında aşk yoktu. Yalnız sevinç ve biraz da gurur vardı. Süleyman, damarlarını yakan ateşe ve gözlerini bürüyen dumana rağmen bunu sezince iradesini topladı, aylardan beri taşıyageldiği düşünceye döndü. Şimdi, avcunun içinde gibi duran güzellik goncasını uluorta koklamak hırsından uzaklaşmıştı; onun her yaprağına bir aşk kokusu işlemek ve bir goncadan, kokulu bir sevda kıvılcımı yaratmak isteğine kapılmıştı.
Valide Sultan, henüz seferber kılığını terk etmeyen, zırhı içinde demirden bir heykel gibi görünen oğlunun karışık düşünceler geçirdiğini sezdiğinden şefkatli sesiyle bir konu açtı.
“Aslanım,” dedi, “gazan mübarek olsun. Şanına şan kattın, fakat ben de burada az yorulmadım. Şu küçüğü adam etmek için çekmediğim zahmet kalmadı. Allah’a şükür, emeklerim boşa gitmedi, seni hoşnut olmuş gördüm.”
Ve, “Öp Aslanımın ayaklarını,” emriyle Hürrem’i secdeye kapandırdıktan sonra oğlunun zelzeleler geçirdiğini sezmeksizin sözüne devam etti.
“Haspa çok akıllı şey. Mektuplarımda da yazıyordum ya. Bir sözü iki ettirmiyor, şıp diye belliyor. Türkçeyi benim kadar öğrendi. Okumada, yazmada ise beni fersah fersah geçti. Kaleminden kan damlıyor desem yalan değil. Neler yazmıyor, neler!”
Hünkâr, duyan, fakat anlamayan bir kulakla anasını dinliyordu. Hürrem’in ayaklarını öpmesi üzerine soğukkanlılığını yeniden kaybetmiş, yine aç kurt ihtirasına kapılmıştı. Ayaklarına sürünen dudakların ateşi, ta başına yükselmiş gibi beynini yakıyordu. Bu sebeple yalnız kalmak, ihtirasına biraz sükûn getirmek istedi.
“Tekrar teşekkür ederim, valide,” dedi. “Gerçekten iyi bir iş işlemişsin, nurdan oya yapmışsın. İznin olursa onu bir sınayayım, neler öğrendiğini gözümle göreyim.”
Hafsa Sultan afallar gibi oldu, bön bön oğluna baktı. Seferden gelen oğlunun üstünü değiştirmeden, yüzünü yıkamadan, karnını doyurmadan Hürrem’le baş başa kalmak isteyişini garip bulmuştu. Gerçi Padişahın bu küçük kıza pek değer verdiğini biliyordu. Ondan dolayı da kendisi gece gündüz demeden Hürrem’i terbiyeye çalışmıştı. Bütün bunlara rağmen oğlunun bu kadar sabırsız davranacağına ihtimal vermiyordu.
Kadıncağızın böyle bir ihtimale zihninde yer vermemekte hakkı vardı. Çünkü saray ananelerine göre padişahların yeni bir gözde seçmeleri özel törenlere bağlıydı. Onlar, o taç sahibi hovardalar, kapı artlarında aşk yakalayan tesadüf avcısı çapkınlar gibi uluorta hareket etmezler ve edemezlerdi. Her bayram gecesi kendilerine anaları tarafından birer halayık sunulmak âdeti o zaman henüz gelişmemişse de, gözdeyi seçmek usulü çoktan kurulmuş bulunuyordu. Bu usule göre hünkâr, kalbî olmayan taze bir aşk yaratmak isteyince haremağalarının reisine fikrini açar, o da bütün kızları hazırlayıp efendisinin yolu üstüne sıralar ve hünkâr, içlerinden kimi beğenirse onun omzuna mendilini atarak seçim törenini tamamlardı.
Süleyman, bu geleneğe saygı göstermiyor ve anasının sadece terbiyesini gösterme düşüncesiyle odaya getirdiği bir kızı yanında alıkoymak istiyordu. Fakat ne denebilirdi? Hünkâr, gelenekten de üstün bir kudretti. Bu sebeple Valide Sultan, hayretini çabuk giderdi, hatta gülümsemeye çalıştı.
“Allah,” dedi, “safa-yı hatır versin. Umarım ki küçükten memnun kalacaksın!”
İşte o sırada Mahidevran, haremağalarıyla dil kavgası yapıyor, içeriye girmek istiyordu. Hafsa Sultan, dışarıdaki gürültüyü, hassasiyeti bir nokta üstünde toplanmış ve Hürrem’den başka bir şey görmemek derdine düşmüş oğlundan önce duydu ve hemen perdeye koştu. Vaktinde yetişmiş ve halvetin zevkine balta asılmasına engel olmuştu.
O hırçın Hasekiyi oradan uzaklaştırmak, yine bir ananenin, bir kadınlık ananesinin hükmüne uygun oluyordu. Çünkü kendisi Valide Sultan olmakla beraber nihayet bir kaynanaydı. Mahidevran, gözde ve haseki adını taşıyan bir gelindi ve gelenek, kaynananın her fırsatta gelini üzmesini emrediyordu.
Onlar, beri yanda ve bildiğimiz şekilde karşılaşırken, Süleyman da Hürrem’in karşısına geçmiş, derin bir kendinden geçmeyle onu izliyordu.
Gerçekten kendinden geçmiş gibiydi; içinde yepyeni bir âlemin safha safha açıldığı ve bu âleme boyuna garip renkler, keskin ışıklar saçıldığını sanıyordu. Karşısında el pençe divan duran kız, bütün bu işleri hareketsizlik içinde yapıyor ve bu yeni âlemi örüyordu.
Süleyman, uzun ve pek uzun bir an bu durumda kaldı; yeriyle, göğüyle, yıldızlarıyla, güneşleriyle, çiçekleriyle, kuşlarıyla ruhunda beliren âlemin gelişimini safha safha seyretti ve sonra harikalar kuruntulamaktan yorulmuş, bunalmış bir hayal avaresi gibi silkindi, hakikatin kucağına atılarak dinlenmek istedi, Hürrem’in iki elini avuçlarına aldı.
“Kız,” dedi, “sen yaman şeysin. Aslını bilmesem gökten indiğine inanırdım. Bu ne güzellik, ne güzellik!”
Şimdiye kadar hiçbir kadına şu şekilde iltifat etmemiş, “güzelsin” dememişti. Birlikte olduğu kadınların gördükleri en yüce lütuf ve en yüksek muhabbet nişanesi, yanaklarının okşanmasından, saçlarının biraz karıştırılmasından ibaretti. Sürekli aşk dakikalarının yegâne cümlesini de “hazzettim” kelimeleri oluştururdu. Fakat o okşanışı gören, o basit kelimeleri duyan kadınlar, yanakları mehtaba değmiş, saçları yıldızlarla örülmüş ve meleklerle dudak dudağa gelmiş gibi ışıklı bir sersemliğe kapılırlar; gülerek, ağlayarak şükranlarını terennüm ederlerdi.
Hürrem öyle yapmadı, yere kapanmadı, sevinç yaşları dökmedi, şükran kasideleri kekelemedi, sadece gülümsedi.
“İnsanın,” dedi, “ayna gibi dostu var. Ben de kendi değerimi o dost ağzından her gün dinliyorum, dediğiniz kadar güzel olmadığımı duyuyorum, Efem.”
Hünkâr, eğilmek bilmeyen güzelliğe biraz hareket olsun vermek istedi. Hürrem’i göğsüne doğru çekti ve gözlerini onun gözlerine dikerek cevap verdi.
“Aynaya benim gözlerimle bakarsan ne kadar yanıldığını anlarsın.”
“Buna imkân var mı, Efem? Ben sizin gözlerinizi kullanabilir miyim?”
“Aşka düşersen kullanabilirsin!”
“Aşk nedir, Efem? Yeni işitiyorum bunu!”
Süleyman, ne şaşırdı ne de kızdı. Kızın aşk cahili olmasını tabii buluyordu. Yeryüzünde herhangi bir kimsenin kendini sorguya çekmesini havsalasına sığdıramamakla beraber, yapılan şu somdan heyecanlı bir haz alıyordu. Ondan ötürü şevkle aşkı anlatmaya koyuldu.
“Aşk,” dedi, “bir yüreğin başka bir yürekle kaynaşması demektir. Aşka düşüp de ikilikten çıkan yürekler, şeker karıştırılmış süte yahut güzel kokulu güle benzerler. O sütte şeker, o gülde koku neyse, birleşen gönüllerde de aşk odur, iki ayrı şeyi bir yapan kuvvettir.”
Hürrem gülümseyerek dinliyordu. Hünkâr, yaptığı tarifi eksik ve kendi düşüncelerini hakkıyla ifade etmek yeteneğinden uzak bularak, kızın da gülümsemesinden ilham alarak sözüne devam etti.
“Yıldızlar,” dedi, “niçin parlar, bilir misin? Güneşe âşık olduklarından. Ay niçin incelir, solar, erir? Aşktan. Çünkü yıldızlar gibi o da güneşe gönül vermiştir. Rüzgârlar, aşkın çocuğu ve aşkın esiri olan tabiatın sesidir. Kuşlar, hep aşk cıvıldar. Bülbülün bildiği tek bir beste varsa aşktır. Aşk olmasaydı yer olmazdı, gök olmazdı, hayat olmazdı, anladın mı küçük?”
Hürrem, ellerini Hünkârın avuçlarından çekmeden, gözlerini onun gözlerinden ayırmadan bir kelime söyledi.
“Hayır!”
Süleyman, hayretle karışık bir isyanla iki adım geri çekildi, kızı serbest bırakarak kollarını göğsüne kavuşturdu.
“Hayır mı?”
“Evet, Efem, anlamadım. Çok tatlı söylüyorsunuz ama ben bir şey anlamıyorum. Merhamet buyursanız da bana aşkın kendisini gösterseniz.”
Hünkâr, güç bir durumda kalmıştı. Kendisi aşkın bir tür yaratılış hastalığı olduğuna inananlardandı. Fakat aşkın sütte, şekerde, gülde kokuya benzemesini kavrayamayan Hürrem’e, vücudu mutlak, kemali mutlak, cemali mutlak, hayrı mutlak konularını nasıl anlatabilirdi?
Hâlbuki şu güç işi başarmaya mecburdu. Yedi, sekiz aydan beri kurduğu hülyalara gerçekleşme yolunu açabilmek için her şeyden önce yar-ı canına aşkı anlatmak ve tattırmak lâzımdı. Şu gereklilikle işin ansızın aldığı çapraşıklığı uygunlaştırmak ise kaleler devirmekten çok müşküldü.
Süleyman, yaradılışındaki hükmetme meyline ve aldığı terbiyeye göre davrandığı zaman bütün güçlüklerin, hatta bir an içinde, sönüp gideceğini biliyordu. Aşk nedir diyen kıza bir yastık göstermek yeterdi ve şimdiye kadar düzinelerle halayığa aşkın kuştüyü yastıklar üstünde bir nakış olduğunu hissettirmekle yetinmişti. Fakat Hürrem’e karşı böyle davranmak istemiyordu. Onun konuşur gibi görünüp de safiyetle karışık masum bir sertlik göstermesi, kendisini sorguya çekmesi hoşuna gidiyordu. Bu durumda, biraz küçülmek ve değişilmeden taşınan bir elbisenin ağırlığından biraz kurtulmak zevki seziyordu. Henüz beşikteyken endamına çizilen yaldızlı mevkiden ve ruhuna geçirilen altın zırhtan bıkıp usandığı için, Hürrem’in o mevkii yontup kısaltan, o zırhı hırpalatan sertliğinden mutlu oluyordu. Ona aşkı anlatmayıysa zaten istiyordu. Bu sebeplerle mutlu bir özenişe kapıldı ve aşkı yeni baştan tarife girişti.
“Gündüz,” dedi, “her yanda ne görürsün?”
“Aydınlık!”
“O aydınlığı avuçlayabilir misin, mendile koyup taşıyabilir misin, teraziye atıp tartabilir misin?”
“Hayır!”
“Aşk da böyledir, çocuğum. Kuvvetli bir ışıktır, hatta ışıktan da üstün bir şeydir, ateştir. Sezilir, görülür, fakat tutulmaz, ölçülmez, tartılmaz.”
Hürrem, anlamıyor gibi görünmekte ısrar etti.
“Güzel buyuruyorsunuz ama, Efem, gündüzün aydınlığı güneşten geliyor. Aşk ışığı nereden çıkar, nasıl görülür?”
Süleyman, bu çocukça soru üzerine dayanamadı, Hürrem’i yakalayıp bir endam aynasının önüne götürdü.
“Bak,” dedi, “iyi bak. Ne var orada?”
“Cariyeniz Hürrem!”
“Yani bir güneş.”
Ve kızın cevap vermesine meydan bırakmadan başını bir kolunun üzerine yatırdı.
“İşte,” dedi, “aşk, senin gibi güzellerden doğar, karanlık gönüllere gecesi olmayan bir gündüz işler.”
Birbirlerini gözbebeklerinde görecek kadar yakın bulunuyorlardı. Hünkâr, tantanalı kelimelerle anlatamadığı aşkı, hararetli öpüşlerin açıklığıyla, ve kulaktan değil dudaktan kalbe inen yolla Hürrem’e hissettirmek üzere bulunuyordu. Fakat kızın gözbebeklerinde beliren kendi yüzünü görünce garip bir ürpertiye kapıldı ve kızı yan yatar vaziyetten ayırarak geri çekildi. Başındaki tuğla ve üzerinde zırhla aşk yoluna girmekten utanmıştı!
Hürrem, dudaklarına kadar yaklaşan sarhoş edici saadetin ansızın uzaklaşmasından şaşırmıştı; açık bir kızgınlıkla Hünkârı süzüyordu. Onda, henüz işgal edilmiş ve tadı alınmadan kaybedilmiş bir taht hasreti baş göstermiş gibiydi. Hünkârın gözbebeklerinde kendini seyrederek kürenin en muhteşem bir tahtına yükseldiğini hayal ediyordu. Şimdi o yükseklikten ayrıldığını görerek demleniyordu. Fakat zekâsı hissine galip bir mahlûk olduğu için, kalbine çöken sızıyı sezdirmemeyi başardı, tabii bir duruma bürünerek sordu.
“Benim güneş olamadığımı siz de anladınız, değil mi Efem?”
Hünkâr, çılgın bir acele içinde tolgasını attı, zırhını çözüp çıkarmaya koyuldu ve homurdandı.
“Güneşten de parlak olduğunu anladım ve yandım Hürrem!”
Biraz sonra, Rus bozkırlarından gelen küçük Halayık, Osmanlı İmparatoru Sultan Süleyman’ın gözbebeklerinde yıkılmaz bir taht kuruyor ve bu tahtın temellerini haşmetli Hükümdarın kalbine atmış bulunuyordu. O, güzeller güzeli sayılan halayıkların yıllarca beklemek ve birçok üzüntüler çekmek şartıyla ancak erebildikleri bir saadeti yedi sekiz ay içinde ele geçirdiğinden dolayı değil, bu nimetin kolay kolay elden çıkmayacağını anladığı için gurur duyuyordu. Tabiatın numunelik yarattığı kadınlardan biri olmak kuvvetiyle, Hünkârın duygusal durumunu çarçabuk kavramıştı ve onun aşkı tarif ederken olduğu gibi gösterirken de samimî davrandığını anlamıştı. Şimdi bu vaziyetten yararlanmak ve bir kalp kazandığını kuruntulayarak zafer sersemliği geçiren Padişahı o kuruntu ve o sersemliğin hazzı içinde bunaltmak istiyordu.
Tabiatın olgun bir çırağı olarak hayata gözlerini açmış bu çok hassas ve çok işvebaz kadın, hangi yolun başında bulunduğunu tamamıyla görüyordu. Bu yol, gelişigüzel gözdelik yolu değildi. Eğer kalbini dudaklarına alarak ve o kalbi bir öpücüğe çevirip kendine aşk ilân eden şu erkeği daimî bir heyecan içinde bırakabilirse, dünyanın hâkimi olacaktı. Önünde işte bu muhteşem hâkimiyet yolu açılmıştı. Hüner, başka kadınların bir türlü aşamadıkları ve ilk merhalesinde sendeleyip kaldıkları bu yolu aşmaktaydı ve bunun için yapılacak şey, öbür kadınları sendeleten sebeplerden uzak kalmaktan ibaretti.
Rusya’nın fettan çocuğu, Sultan Süleyman’la yaşadığı ilk mahrem temasının yorgunluğu arasında işte böyle düşündü ve bütün kadınları yorgunluğa düşürüp kendisi dinç kaldığı için gönülden gönüle dolaşmak kudretini koruyan Hünkârı o güçten uzaklaştırmayı planına temel yaptı. Sunulan gıdayı azımsamış bir kedi sokulganlığıyla, zaferin sersemliğini henüz gideremeyen erkeğe yanaştı.
“Aşk,” dedi, “rüyaymış, Efem!”
“Neden?”
“Elde, avuçta bir şey kalmıyor da ondan!”
“Yürekte de kalmıyor mu bir şey?”
“Orada tatlı bir sızı var, Efem.”
“İşte aşk budur, Hürrem. Seven yürek daima sızlar. Fakat bu sızlayış, başka yanıklar gibi olmaz. Hoşa gider.”
“Sizin de yüreğiniz benimki gibi sızlıyor mu, Efem?”
Bunu söylerken Süleyman’ın ellerini yakalamış, sezdirmemeye çalışır gibi görünerek boyuna öpüyordu. Hünkâr, böyle sokulganlığı bütün hayatında ilk defa görüyordu. Hiçbir kadın kendisi tarafından işaret edilmedikçe yanına yaklaşmamış, hiçbir dudak böyle müsaadesiz teninde dolaşmamıştı. Hürrem, bu sınanmamış zevki ona tattırıyordu ve bir taraflı aşkların kıymetsizliğine şu haliyle tatlı bir örnek vermiş oluyordu.
Hünkâr gerçekten sarhoşlaşıyordu. Düşündüğü ve emel edindiği gibi Hürrem’e aşk aşılayıp aşılayamadığını henüz takdir edemiyordu. Daha doğrusu bu işin öyle bir hamlede başarılabileceğine inanamıyordu. Fakat özel bir zekâ, özel bir hassasiyet ve bir cilvekârlıkla karşılaştığına inanmıştı. Düşüncelerini, duygularını, dileklerini, hatta yanıp yakılışlarını, sarsılıp yıkılışlarını saklamayı zevk sayan ve aşk mihrabına hislerini kefenleyerek yaklaşan kadınlarla; gözünü yüreklerde dolaştırmak, dudağını damarların ta içine sokmak isteyen Hürrem arasındaki engin fark içine hem haz, hem hayret yayıyor, beynini hoş bir sarsıntıya düşürüyordu.
Berikiler, o Mahidevranlar ve benzerleri nihayet birer kalıptı. Hürrem, coşmaya ve taşmaya müsait bir kalpti. Onun bu özelliği, Süleyman’ın yüreğindeki kıvılcımı aniden bir yangına çevirip ruhundaki iştahı arttırdı ve o yangınla o iştah, bir haykırış olup Padişahın dudaklarında titredi.
“Yüreğimde oturuyorsun da onun nasıl sızladığını görmüyor musun? Gözünü aç, Hürrem, kalbime iyi bak. O yanıyor, senin için yanıyor!”
Kız sanki bu yanan kalbi avucuna alıp oynamak istiyormuş gibi sokuluyor, başını Hünkârın göğsüne dayayarak uzun uzun kokluyordu. Fakat hesaplı davranmaktan geri kalmıyordu. Emeli yanmadan yakmak, yıkılmadan yıkmak, incinmeden yenmekti.
Oyuncu zekâsının bütün inceliklerini kullanarak bu emeline erdi, genç Hükümdarı bozgundan bozguna uğrattı, okşaya okşaya yıprattı, rüyadan rüyaya geçerek tamamıyla sarhoşlattı ve sonra tek bir ter damlası taşımayan zinde alnını onun dizlerine dayayarak sordu.
“Ben sizin nenizim, Efem?”
“Aşkım.”
“Ya siz benim nemsiniz, Efem?”
“Aşkın!”
“Valide Sultan Efendimiz, Hasekiniz, halayıklarınız, köleleriniz, uşaklarınız da beni böyle mi tanıyacaklar?”
Hünkâr sustu ve somurttu. Kendini iliğine kadar büyüleyen şu oynak kadına evet diyemezdi, çünkü ona sunduğu ve ondan karşılığını aldığına inandığı aşk, sınırsız bir zevk ifade etmekle beraber ne Hürrem’e bir hak sağlar, ne de kendisine bir görev verebilirdi. İkisinin kalbi şekerle süt gibi karışmış da olsa, sütün aslı başka, şekerin aslı başkaydı ve herkes Hürrem’i halayık, kendisini padişah tanıyacaktı. Aşk, esirle sahibi arasındaki farkı gideremezdi.
Süleyman bu hakikati düşünerek susuyordu, fakat dizine yapışık duran o parlak alın yavaş yavaş yükselerek gümüş bir levha gibi dudaklarının hizasına gelince dayanamadı, dudaklarını uzattı ve kekeledi.
“Sana hünkârın gözdesi, gözbebeği diyecekler, yavrum.”
“Başkalarına da öyle diyorlar, Efem. Ben, beni size bağlayan zincirin adını öğrenmek istiyorum.”
“Sevgi!”
“Onu yalnız biz görürüz. Beni, sevenlerin, sevmeyenlerin de görecekleri bir bağla bağlamaz mısınız?”
Süleyman tepeden tırnağa kadar sarsıldı; kızın ne demek istediğini anlamıştı ve bu anlayış onun bütün benliğini hayret içinde bırakmıştı. Aşk yolunun ilk merhalesinde nikâha değinen Hürrem’i şimdi yalnız güzel, zeki, duygulu değil, tehlikeli de buluyor ve bir kat daha meşhur oluyordu. Çünkü kendisi yaradılış ve terbiye dolayısıyla savaş aşığı bir adamdı; bu aşk onu tehlike sever bir insan yapmıştı ve Hürrem’de tehlike sezince ona ait sevgisi de tabiatıyla çoğalıyordu!
Bununla beraber kadının masum bir sadeliğe sarıp ortaya attığı bu konu üzerinde durmayı şanına lâyık bulmadı, bahsi değiştirmek istedi.
“Sen benim aşkımsın, kalbimin ışığısın. Başkalarının ne diyeceğini düşünme, ne yapacaklarını düşün.”
“Ne yapacaklar, Efem?”
“Önünde eğilecekler, eteğini öpecekler; kulun, kölen olacaklar!”
“Kula kul, köleye köle olmak? Onlara belki hoş gelir ama beni sıkar efem!”
Hünkâr, verdiği hazzın bedelini çok başka türlü ödetmek isteyen zeki kadını bir daha ve bütün aklını kullanarak süzdü, yeni baştan titredi. Öper gibi görünen, yalvarır gibi görünen o gözlerde derin ve pek derin bir kudret yanıyordu. Hünkâr, bu ateşten, zihnine bulaşacak yangından korunmak için gözlerini kapadı.
“Aşk,” dedi, “dilsizlikten de hoşlanır. Susalım ve sevişelim!”
* * *
O gece sarayda mumlar yorulup uyudu, nöbetçiler yorulup uyudu, bütün hayat uyudu, dört kişi uyumadı. Hünkâr, Hürrem, Hafsa Sultan, Haseki Mahidevran!
Süleyman’la sevgilisi yemeği unutmuşlar, içmeyi unutmuşlar, hatta kendilerini unutmuşlardı. Yüreklerini kanat yaparak kendinden geçme âlemine yükselmişler, bin bir heyecan merhalesi dolaşarak sabahı bulmuşlardı. Güneş iki genci erimiş bir durumda buldu ve onların dirilişi gerçekten yeni bir doğum oldu. İkisi de başka bir hayata göz açıyormuş gibi tatlı bir hayret içindeydi. Süleyman, dedeler mirası tahtıyla ölçülmesine imkân olmayan yüksek ve pek yüksek bir tahta sahip olmuş gibi ruhî bir yükseliş sezerek beyin dönmesi geçiriyordu. Hürrem, göz kamaştırıcı âlemlerin bir erkek kılığına dönüşüp koynuna sığıştığını sanarak benliğinde hudutsuz bir enginleşme, bir genişleme görüyor, gurur buhranlarına kapılıyordu.
Hünkâr, yanı başında uzanan kadının mesut bir sersemlik içinde bulunduğunu gördü, taze bir arzuya kapıldı.
“Hürrem,” dedi, “gün doğmuş! Senin yüreğinde bir şeyler doğmuyor mu?”
O, mahmur mahmur gülümsedi.
“Benim günüm dünden doğdu Efem, bir dahi kararmaz o!”
“Senin günün ne çeşit şey?”
“Göktekinden daha nurlu, daha güzel, daha kuvvetli!”
“Aşk mı bu?”
“Sizsiniz Efem! Ben aşkı sizin bakışınızda, sizin konuşmanızda buluyorum.”
“Demek ki aşkı artık gördün, anladın. Memnun musun bari?”
“İnsan, karanlıktan ışığa çıkar da sevinmez mi Efem.”
“Sevincini bana da tattır öyleyse!”
Hürrem’i ona eskisinden yüz kat fazla sevdiren de başkalarının sustuğu yerde konuşabilmesi, başkalarının uyuduğu dakikalarda uyanık görünmesiydi. Şimdi de onun bu hissî inceliklerinden damla damla haz almak ve derece derece sarhoşlaşmak istiyordu. Kadın, bu arzuya karşı uysal görünmekle beraber ilk karşılaşma deminden beri sahip olduğu gizli amaçlardan da vazgeçmedi. Zevkin yanında fikri de hareket ettirdi ve Süleyman hayatı kâinatı unuturken, o bir saniye bile emelinden uzaklaşmayarak eski mevzuya geçti.
“Şimdi beni kovacaksınız, odama yollayacaksınız, değil mi Efem?”
“Odana gideceksin, fakat akşama yine gelmek için!”
“Sizden koca bir gün ayrı kalacağım ya. Yeter bu acı bana!”
“Ben yüreğinde değil miyim? Niçin ayrılmış olalım?”
“Ben de sizin yüreğinizde olmalıyım ki üzülmeyeyim.”
“Bu böyledir Hürrem. İnan ve üzülme.”
“Beni avutuyorsunuz Efem. Yüreğinizde hasekiler var. Onlar bana yer verirler mi hiç?”
“Aldanıyorsun yavrum. Ben hasekilere şu odada yer verdim ama yüreğime girmelerine izin vermedim.”
“Odanıza giren yüreğinize de girebilir.”
“Şimdiye kadar giremediler, yine giremezler.”
“Buna inanamıyorum, korkuyorum Efem.”
“Seni nasıl inandırayım. Onu da söyle, sıkılma.”
“Beni onlardan ayırt ederek!”
“İşte ayırt ettim, seni yüreğime soktum.”
“Teşekkür ederim. Fakat yüreğinize girdiğimi ben bile görmüyorum. Başkaları nice görür?”
“Nasıl gösterelim bunu?”
“Kimseye yapmadığız lütfü bana yaparak.”
Ve Süleyman’ın ellerine yapıştı, uzun uzun öptükten sonra cesur bir hamleyle fikrini büsbütün açığa vurdu.
“Beni halayık adından kurtar Efem! O vakit aşkın yalnız sevinç değil, saadet de getirdiğine inanırım.”
Kız, kendini azat ettirmek istiyordu; halayık adından kurtulmak için bundan başka çare yoktu. Fakat Hürrem için bin köle ve bin halayık azat etmeyi seve seve kabul edecek Padişah, onun bu dileğine uluorta onay veremezdi. Çünkü azat edilmiş bir halayığın gözde mevkiinde kalması mümkün değildi. Azat olmak, hürriyete kavuşmak demekti. Hür kadınların ise, meşhur medrese tabirini kullanalım, odalık yapılmaları caiz olmazdı ve bu gibiler ancak nikâhlanabilirlerdi.
Hünkâr, tamamıyla kendinin olmak veya tamamıyla kendisinden uzaklaşmak isteyen Hürrem’in şu dileğini ret de edemiyordu, kabul de. Reddederse onu kendi sevgisinden şüpheye düşürmüş ve üzüp incitmiş olacaktı. Kabul ettiği takdirde yıllardan beri devam edegelen bir gelenek yıkılacak ve sarayda “hak” sahibi bir adam vücut bulacaktı!
Süleyman, bu vaziyette savsaklama yolunu tuttu, kendine aşkın bütün zevklerini vaat eden kadını oyalamak istedi.
“Yavrum,” dedi, “telaş etme, sabırlı ol. Her şeyin çıkar bir yolu vardır. Bir gün, hayırlısıyla, ana olursun, bana senin gibi güzel çocuklar yetiştirirsin. O vakit yakışık alır, dediğin kolayca yapılır.”
Hürrem, ayak dirediği hâlde Hünkârı hiç olmazsa üzeceğini sezdi ve onun ellerini bırakıp ayaklarına sarıldı.
“Sizi,” dedi, “sınamak istemiştim. Şimdi inandım ki beni seviyorsunuz. Sözünüzde, hâşâ, durmazsanız da gam değil. Bana sizin halayığınız olmak, başkalarına sultanlık yapmaktan çok daha şerefli bir nimettir.”
Biraz sonra o, kendi odasına çekilmişti. Hünkâr da anasının yanına giderek şu açıklamada bulunuyordu.
“Hürrem’e bir gerdanlık, bir çift bilezik, üç yüzük vereceksiniz. Bunlar, hazinemizin en parlak elmaslarından seçilecektir. Onun hizmetine altı halayık, altı köle ayıracaksınız. Sizden sonra sarayda söz, Hürrem’indir. Bir dediği iki olmayacak, ne dilerse yapılacak!”
Hafsa Sultan, sabaha kadar uyku yüzü görmeyen gözlerini süze süze sordu.
“Hürrem sıraya da girecek mi?”
“Hayır, valide, girmeyecek. Çünkü gözdelerin nöbetini kaldırdım. Gece hizmetimi yalnız Hürrem görecek. Öbürleri dinlensinler artık.”
“Ya Mahidevran?”
“Şimdilik o da oğluyla oyalansın!”
Hafsa gülümsedi.
“Küçüğü çok beğenmişe benziyorsun. Onun gözünü açan, ağzına dil koyan ben olduğum için kendisinden hazzetmen hoşuma gider elbet. Hatta bir densizlik eder de canını sıkar, emeklerim boşa gider diye bu gece gözüme uyku girmedi. Fakat sen padişahsın, o kul cinsi! Bu ayrı gayrılığı unutma, ölçülü davran. Çok sevsen bile az sever görün. Böyle yaparsan ona da iyilik etmiş olursun. Çünkü bugün taç, yarın pabuç olmak bir kadını öldürür Aslanım.”
Hünkâr, anasının karışık düşüncelere ve duygulara tercüman olan şu öğüdünü geniş bir tebessümle karşıladı.
“Valide,” dedi, “sen Havva anamızın hikâyesini bilirsin. O, şeytan şerrine uğradı, Âdem babamızı cennetten çıkardı. Bizim Hürrem, Havva kadar güzel ama yaptığı iş başka. Çünkü beni cehennem sıkıntısı vermeye başlayan hasekilerden kurtarıyor, yeni bir cennete sokuyor. Dünden beri cennetteyim, beni oraya ulaştıran da Hürrem’dir. Böyle bir kılavuza eskimiş cananlar değil, can feda, cihan feda!”
Hafsa Sultan, kendi eliyle yetiştirdiği, dillenip güzelleşmesi için emekler sarf ettiği kızın bu kadar sevilmesinden, yine kendi iktidarı için tehlike sezinledi ve şaka yapar gibi görünerek endişesini açığa vurdu.
“Aman Aslanım, bu ne ateşleniş böyle. Sözlerini dinlerken içime korku çöküyor. Seni cennete sokan melek, bir gün beni senden ayrı düşürmek isterse hâlim nice olur?”
Hünkâr sürekli bir kahkaha savurdu, anasının omuzlarını okşadı.
“Melekler arasında gelinlik, kaynanalık yoktur valide. İkiniz kolay uyuşursunuz.”
Yirmi yedi yıl süren hasekilik hayatında eşi ve efendisi olan Yavuz Sultan Selim’in yüzünü belki yirmi yedi kere görmemiş ve hele oğlunun Hürrem’e gösterdiği ilginin binde birini o sert adamın ağzında bulmamış olan eski gözde ve güzel Hafsa, hayran hayran bakınırken genç Hükümdar yürüdü, salondan çıktı. Hasodabaşı İbrahim’i bulmaya ve saadetini ona da hikâye etmeye gidiyordu.
Şimdi Valide Sultan, emeklerinin ödülünü Hürrem’in dudaklarından almak, onu geçirmekte olduğu rüyadan ayırarak ayaklarına kapandırmak istiyordu. Kendince bu, gerekli bir işti. O, Osmanlı Sarayı’nda esir bir kadına verilebilecek mutlulukların en büyüğüne kavuşan Hürrem’e, bu saadeti kendisinin ihsan etmiş olduğunu belli etmek ve aynı zamanda, gözde olmakla Valide Sultana halayıklık etmekten kurtulamayacağını anlatmak kaygısını güdüyordu. Kızın gerdekten çıkar çıkmaz kendi yanına gelmemesine, etek öpüp şükranını sunmamasına zaten mim koymuştu. Bu kayıtsızlığı biraz acı biçimde tamir ettirecek ve sonra oğlunun yeni gözdeye verilmesini emrettiği elmasları, halayıkları, köleleri kendisinin bahşişleri olarak ona sunacaktı.
Bu düşünceyle odasına bir kız yollayıp Hürrem’i çağırttı. Fakat Rus Halayığın daha önce edilen davet üzerine Mahidevran’ın dairesine gittiğini haber alarak şaşırdı. Haseki, bu yeni rakibini niçin çağırtmıştı ve onunla neler konuşmak istiyordu?
Valide Sultan derin bir merakla bu noktayı tahmin etmeye savaşır ve Hürrem’i Mahidevran’ın odasından getirmenin uygun olup olmadığını kestirmeye çalışırken başka bir kız koşarak geldi.
“Efem,” dedi, “Hasekinin odasında kan gövdeyi götürüyor. Hürrem’le o, saç saça, baş başa geldiler, dalaşıyorlar. Sultanım lütfedip görünmezse birinden biri ölecektir. Şimdiden ortada kan var!”
Hafsa, ilkin şaşırdı, sonra kendini topladı; “it dişi, domuz derisi,” diye yavaşça mırıldandı ve şu emri verdi.
“Sen koğuşa git, beni görmemiş ol. Böyle kepazeliklerin duyulması, yapılmasından daha kötüdür.”
Ve kız çıkarken sert bir sesle ilâve etti.
“Onların dalaştığını benim duymuş olduğumu duyarsam dilini söktürür, köpeklere yediririm.”
Yalnız kalınca uzun uzun gülümsedi; Hasekiyle Hürrem’in paylaşamadıkları erkeğin bu dalaşmalardan iğrenerek yüreğini ana kucağında barındırmak isteyeceğini düşünüyor ve seviniyordu. Fakat kaynanalık duygularının yanında kadınlık hisleri de kımıldanıp durduğundan kavganın nasıl başlayıp nasıl bir netice aldığını öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Bununla beraber dişini sıktı ve dövüşün bitmiş olacağını hesapladıktan sonra bir halayık çağırdı.
“Git,” dedi, “Hürrem’e söyle yanıma gelsin!”
Haberci üç beş dakika sonra geri geldi, küçük gözdenin odasına kapandığını, kapıyı açmadığını söyledi. Hafsa Sultan hayret ve hiddet göstermeden kızı Mahidevran’ın dairesine yolladı, onu istetti. Ancak davete Haseki de icabet etmedi, hasta olduğu cevabını gönderdi.
Valide Sultan bu durumda gururunu değil, merakını tatmin etmeyi tercih etti. Her iki kızın hadlerini bildirmeyi oğluyla yapacağı görüşmeye bırakarak, hadisenin iç yüzünü öğrenme çarelerini aradı ve Mahidevran’ın ağalarından Sümbül’ü çağırttı. Bu, orta boylu, açık kaşlı, boğazı ve ellerinin üstü damgalı bir zenciydi. Validenin emrini alır almaz, siyahlığı beyaza çevirmiş gibi görünen bir yüzle koşarak geldi, etek öpüp divan durdu. Gözleri nemliydi, dudakları titriyordu. Hafsa Sultan, ilkin onun bu hâline ilgi gösterir gibi davrandı.
“Ne o Sümbül,” dedi, “dayak mı yedin? Rengin bozuk, gözün yaşlı. Kim dövdü seni?”
Köle, hıçkıra hıçkıra cevap verdi.
“Keşke dövülseydim, keşke öldürülseydim de bu günü görmeseydim Sultanım.”
“Beni de meraklandırdın herif, ne oldu, çabuk söyle!”
“Hürrem densizlik etti, Haseki Efendimizi kızdırdı.”
“Tasalandığın şeye bak. Aslanımın iki kedisi hırlaşmışsa kıyamet mi kopar. Varsınlar, dalaşsınlar. Yarın yine yalaşırlar, bir yalaktan su içerler.”
“Öyle demeyin Sultanım. Kavga yaman oldu. İkisi boğaz boğaza geldi. Bir daha barışmazlar.”
“Vallahi tuhafıma gitti. Nasıl dalaştılar bu kızlar? Eksiksiz gediksiz anlat bana.”
Sümbül, pek mühim gördüğü vakayı, bir kitaptan okur gibi itinayla hikâyeye girişti.
“Bu sabah,” dedi, “erkenden Haseki Efendimiz beni, Reyhan’ı, İsmail’i, Mercan’ı, Bosnalı Hüseyin’i, Frenk Rıdvan’ı huzuruna çağırttı. Gittik. Yanında Ehlidil, Çilsenem, Macar Ferahşad, Moskof Abide, Boşnak Pervane, Çerkez Emine, Abaza Hümayun, Bodur Zeynep, Kızıl Şakire, Pepe Kamer, Sırık Hurşit, Gökgözlü Dilruba, Çakır Mehpeyker vardı. Biz de bu halayıkların karşısına sıralandık.
Haseki Efendimiz çok titiz görünüyordu. Boyuna homurdanıyordu. Neden sonra yüzünü halayıklarla bize çevirdi.
‘Siz,’ dedi, ‘benimsiniz. Canınız elimdedir. Sizi istersem yaşatırım, istersem öldürürüm. Bunu düşününüz, soruma öyle cevap veriniz.’
Biz susuyorduk. O hepimizi ayrı ayrı süzdükten sonra sordu.
‘Bir düşmanım var, onu boğmak istiyorum. Bana yardım eder misiniz?’
Kimimiz tınmadı, duymazlığa geldi. Kimimizin ağzından isteksiz bir ‘evet’ çıktı. Fakat o, kendini dinliyordu; bizim iç yüzümüzü görecek, sesimizi duyacak hâlde değildi. Onun için sık dokuyup ince elemedi, Bodur Zeynep’e emir verdi, Hürrem’i çağırttı.”
Hafsa heyecan gösterdi.
“Sonra?”
“Sonra Sultanım, küçük Moskof kızı geldi. Ama ne geliş… Cenabın da görse dayanamazdı, celâllenirdin.”
“Allah, Allah. Nasıl geldi bakayım o kız?”
“Salına salına!”
“Genç kız, güzel kız. Elbet salınır. Suç mu bu?”
“Yalnız salınmıyordu Sultanım, dudağını da büküyordu. Haseki Efendimizi önemsemiyordu. Köleyiz, kuluz ama bizim bile o geliş gücümüze gitti. Yol var, erkân var. Bir halayık, şehzade anası hasekilerin yanına öyle çalımlı mı gelir!”
“Gevezeliği bırak da dövüşü anlat!”
“Evet, Sultanım. Hürrem, sanki Haseki Efendimizle eşitmiş gibi bir durumdaydı. Odaya girer girmez başköşeye gözünü dikti, el öpmedi, etek öpmedi, doğruca beğendiği yere gitti, oturdu, ayağını ayağının üstüne attı, ‘Mahidevran, beni istemişsin. Benden yolda eski, yaşça büyük olduğun için işte geldim. Nedir bakayım dileğin,’ dedi.”
“Sahi, böyle mi dedi, Sümbül?”
“Evet, Sultanım. Böyle dedi, hepimizin ağzını bir karış açık bıraktırdı.”
“Mahidevran ne yaptı?”
“O da ilkin belinledi, bön bön bakındı; sonra gazaba geldi, köpürdü. ‘Bre kaltak, bu ne çalım? Sen kendini adam mı oldum sanıyorsun. Gözünü iyi aç, terbiyeni takın. Senin şu halayıklarımdan farkın yoktur. Karşımda onlar gibi ayakta duracaksın!’ diye haykırdı.”
“Hürrem ne dedi ona?”
“Ne diyecekti, Sultanım? Elbette teşekkür etmeyecekti, karşılık verecekti. Nasıl ki verdi, hem de bol bol verdi. ‘Kaltak sensin,’ dedi; ‘Hoşt murdar,’ dedi; ‘Halt etmişsin kepaze,’ dedi; ağzına geleni söyledi.”
“Sonra?”
“Sonra, Sultanım, Haseki Efendimiz deliye döndü, ‘Vay satılmış et, bana dil de uzatıyorsun ha!’ diye bir nâra savurdu, Hürrem’in üzerine atıldı, yüzünü tırmaladı, saçlarını yolup kopardı, ellerini ısırdı, belini tekmeledi, iler tutar yerini bırakmadı.”
“Siz put gibi duruyor muydunuz?”
“Hürrem, Haseki Efendimize el kaldırmadığı için bize karışmak düşmedi, Sultanım.”
“Haseki dövülmedi, dövdü. Öyle mi?”
“Dövülmedi amma sövüldü, Sultanım.”
“Onun zararı yok. Eğer dayak yeseydi hâli yaman olurdu, Aslanımın yanında değeri çok küçülürdü.”
Ve birden ciddileşti, kaşlarını çattı.
“Haydi, git, geçmiş olsun dediğimi Mahidevran’a söyle. Yoldaşlarına da tembih et, gevezelik edip bu sırrı açık etmesinler. Gördüklerinizi, duyduklarınızı unutun.”
Valide Sultan, Sümbül çıktıktan sonra ellerini ovuşturdu, kendi kendine söylendi.
“Bu iş çok iyi oldu. Aslanım, Mahidevran’a kızacak, yüzü gözü tırmık içinde kalan Hürrem’den soğuyacaktır. Bir yenisi daha gelinceye kadar at benim, meydan benim.”
Fakat oğlunun emirlerini de unutmadı, Hürrem’e verilecek elmasları hazırlattı ve onun hizmetinde bulunacak halayıkları, köleleri seçtirip, beklemeye koyuldu. Hasekiyle Hürrem’in Hünkâr tarafından sorguya çekilişlerini seyretmek için hazırlanıyor ve o muhakemenin heyecanını şimdiden hissediyordu.
* * *
Hünkâr, Hasodabaşı İbrahim’e kendi mutluluğunu kısa bir cümleyle müjdeledi.
“İyi bir gece geçirdim, sefer yorgunluğunu giderdim. Hayatın tatlı tarafı da varmış İbrahim.”
Ve şu cümlenin ima ettiği kıvrak sahnelere geçit resmi yaptırmak ister gibi gözlerini kapadı, uzun bir hayal dakikası geçirdi. Sonra şen bir gülümsemeyle başını doğrulttu.
“Şimdi,” dedi, “sıra iş görmeye geldi. Ne var, ne yok bakalım!”
Zeki nedim, bir devlet adamı ciddiyetiyle anlatmaya koyuldu.
“İran elçisi Üsküdar ’a geldi. Piri Paşa kulun telhis sunuyor, beş yüz atlıyla gelen elçinin hangi gün İstanbul’a geçmesine ferman buyuracağınızı soruyor.”
“Beş yüz atlıyla mı gelmiş elçi?”
“Evet, Padişahım!”
“Bir barış mektubunu, bir dost selâmını taşımak için bu kadar atlı fazladır. Lalama söyle, elçiyi yirmi atlıyla yarın İstanbul’a geçirsin, kalabalığın üst tarafı Üsküdar’da kalsın. Başka ne var?”
“Şirvan Şahı’ndan mektup!”
“Tahta çıkışımı mı kutluyor? Biraz geç kaldı. Biz de cevabımızı geç verelim. Ödeşelim. Başka?”
“Moskova Kinazı bir elçi yollamış, adı Jan Morosof. Vezir kulunla görüşmüş. Efendisinin efendimle dayanışma yapmak istediğini söylemiş.”
“Dayanışma mı? Neye iyi bu?”
“Kulun da anlamadım. Kazan’ı, Ejderhan’ı paylaşmak için olsa gerek.”
“Gülünç bir teklif. Lalam herifi yürütsün ve zayıflara yardım seversem de onlarla ava çıkamayacağımı anlatsın. Şahinle serçenin uçuşu bir olmaz. Kinaz Vasili’ye bu nükte tatlılıkla anlatılmalıdır! Başka?”
“İkinci Vezir Ahmet kulun, ben kölene uzun bir mektup gönderdi.”
“Lalamı çekiştiriyor, değil mi?”
“Keramet buyurdunuz Padişahım, öyle yapıyor.”
“Ne diyor?”
“Cennetmekân pederinizin Mısır ’dan İstanbul’a sürgün ettiği adamlardan rüşvet aldı, kendilerini serbest bıraktı, diyor.”
“Bu eski hikâye. Ben tahta çıkınca bir iyilik yapmak istedim, o altı yüz Mısırlıyı yurtlarına yolladım. Lalama sormadım bile.”
“Ahmet Paşa, Rodos’a gidişi Sadrazamın hoş görmediğini hatırlatıyor.”
“Bu da malûmu ilâm değil mi ya? Adaya gitmezden önce Lalamla konuşan benim. Herifceğiz gizli kapaklı davranmadı ki. Ne düşünüyorsa yüzüme karşı açıkça söyledi. Fakat ben kendisini azarladım, seferi açtım. Allah göstermesin, ceddim Fatih devrinde olduğu gibi elimiz boş dönseydik ne olacaktı? Lalamı, ‘İyi gördün,’ diye asacak mıydık? Devlet işidir bu, herkesin düşüncesi bir olmaz. Hüner, önümüze açılan sekiz on yoldan en temizini, en kısasını ve en doğrusunu seçmektir. Bu da bize düşer. Ahmet zırvalıyor.”
“Ben kulun da öyle görüyorum. Fakat bana yazılanı efendimize arz etmek borcumdur. O sebeple Ahmet’in dediklerini birer birer dile alıyorum.”
“Başka ne diyor o?”
“Rodos’tan Anadolu’ya, Anadolu’dan Rodos’a geçirilecek halk işinde de para dönüyormuş, Lalanız hayli çimleniyormuş!”
“İşte bu yeni bir iftira, taze bir kara çalma. Fakat sessiz kalınarak geçiştirilemez. Kazasker Fenarizade Muhittin’e haber yolla Ahmet’i görsün, dinlesin. Bir ipucu, bir tutamak bulursa durumu incelesin, sonunu bana bildirsin.”
Ve Sultan birden deli gibi gülmeye başladı. İbrahim hayretler içindeydi; efendisinin savurduğu kahkahalar arasında belinlemiş, bön bön bakıyordu. Hünkâr, uzun bir müddet güldükten sonra sert bir çehre aldı.
“Bre İbrahim,” dedi, “kendi kendimizi niçin aldatıyoruz? Daha Manisa’da bulunurken sana söz vermiştim, tahta çıkar çıkmaz seni vezir edineceğimi söylemiştim. Rodos’a gitmeden önce teklif ettim, erkendir dedin, temkin gösterdin. Şimdi acele ediyorsun, sözümü yerine getirtmek istiyorsun. Fakat beni haksızlıktan güya korumak kaygısını da atamıyorsun. Ahmet kepazesinin yalanlarını ele alıp Lalamı kündeden attırmaya çalışıyorsun. Hâlbuki bunlar boş şeyler; Piri Paşa, ben padişah olmadan azle mahkûm edilmişti. Bu hüküm şimdi yerine getirilecek, sadrazamlık sana verilecektir. Ancak açık olalım, adamcağızı hem görevinden, hem şerefinden mahrum etmeye çalışmayalım. Fenarizade kılı kırk yarsa dahi, göreceksin ki Lalama suç bulaştıramayacaktır. Hiç Yavuz gibi bir padişaha bir buçuk yıl sadrazamlık yapan adam, kolay kolay tuzağa düşer mi?”
Hasodabaşı, lütufla kahrın bir arada sunulmasından gelme neşeli bir acıyla kekeledi.
“O hâlde Lalanız yerinde kalsın, Fenarizade de teftişe çıkmasın, Efendimiz.”
“Olmaz, İbrahim, olmaz. Ben sözümü tutacağım. Halkın dedikodusuna yer vermemek için de böyle teftişler yaptırmak, göz boyamak lâzımdır. Yalnız aramızda riya istemem. İkimiz de Lalamı niçin feda ettiğimizi biliyoruz. Bildiğimizi bilmez görünmek neye iyi?”
Ve adalete önem veren vicdanını susturmak için şöyle düşündü.
“Ahmet, Lalamı düşürüp kendisi sadrazam olmak istiyor, iftiralar düzüyor. Kötü maksatla yapılmak istenilen iyilikler bile kötüdür. Bu sebeple Ahmet gözümden düşmüştür. Mevkiinden de düşecektir. Lalama gelince… Ona acımıyor değilim. Lâkin benim vezirim olarak kalmasına imkân yok. Yavuz’un beğendiği bir adamda, Yavuz’u biraz olsun andıran huylar ve görünüşler bulunması tabiidir. Nitekim ben Lalamda bu varlıkları seziyorum ve babamı görmüş gibi karşısında küçülüyorum. Onu görevden almak isteyişimin hakiki sebebi işte bu küçülüşten kurtulmak kaygısıdır. Tahtın hakkı yalnız azamet, yalnız ceberuttur, İbrahim. Vay bu hakkı bilerek, bilmeyerek tanımayanlara!”
Nediminin bu felsefeyi tamamıyla kavramadığını zannederek açıklamaya girişti.
“Lalamda babama benzer görünüşler bulduğumu söylerken şaşırdın, değil mi? Hâlbuki şaşılacak bir şey yoktur. Ben insanların ancak kendilerine benzeyenleri, benzer görünenleri ve hiç olmazsa benzeyecek olanları sevdiklerine, sevebileceklerine inanırım. Fikir uygunluğu denilen halet de bundan başka bir şey değildir. Eğer babam kendi düşüncelerinin, kendi duygularının birçoğunu Piri Paşa’da bulup sezmeseydi, onu vezir edinmezdi ve hele kafasını koparmadan yıllarca yanında bulundurmazdı. Ben de senin şahsında bana biraz benzerlik bulmasam nedim olmak şerefini sana vermezdim, sadrazamlığı da omzuna yükletmeyi düşünmezdim.”
İltifat büyüktü; bunu İbrahim kadar Süleyman da kavradı ve düzeltme gereği gördü.
“Senin bana benzerliğin yaş bakımındandır. İkimiz yaşıtız ve bu, seni bana yaklaştırıyor. İhtiyarlığın Lalamı benden uzaklaştırması gibi!”
Hasodabaşı, kıymeti büyük oranda küçültülmüş olmakla beraber yine cihan değer bir mahiyette kalmış olan şu iltifattan dolayı şükranını sunmak istedi, efendisinin ayaklarına kapandı.
“Ben,” dedi, “senin kölenim, azat kabul etmez kölenim. Emrinle, lütfunla yedi düvele birden hükümdar olsam eşiğinde hizmetkâr olmaktaki saadeti bulamam, yine kapından ayrılmam.”
Süleyman, gerçekten beğenip takdir ettiği kölesinin sözlerini bariz bir kayıtsızlıkla dinliyordu. Çünkü topuklarına kasideler işlenmesini ve eteğine şiirler asılmasını kanıksamıştı. Aynı zamanda zihnini Piri Paşa meselesi işgal ediyordu. Onu görevden almak kendince zorunlu bir durumdu. Fakat adalet bakımından bu işi mazur gösterecek sebep yoktu. İleri sürmek istediği ihtiyarlık sudan bir bahane oluyordu. Çünkü zekâsı yerinde, sağlığı yerinde, çalışma gücü yerinde olan bir adamı, hele bir veziri ihtiyarlık yüzünden atmak, yaş olgunluğunu uluorta suç saymak akidesine yol açacaktı. Bu akidenin genelleştirilmesi hâlinde, bir gün kendisini de tahttan atmak isteyenlerin çıkmayacağını kim temin edebilirdi?
Hünkâr, işte bu fikirleri zihninden geçiriyor ve nediminin sözlerini duymuyordu. Neden sonra kendini topladı.
“Teşekküre gerek yok,” dedi, “kader böyle istiyor. Yeni idareye yeni adamlar gerek.”
Bunu söylerken Hürrem’i hatırlamaktan geri kalmadı ve tatlı bir heyecan geçirdi. O da, şüphe yok ki, gönül bakımından bir yenilik sunuyordu. Demek ki taht üzerinde meydana gelen değişiklik devam edip gidiyordu ve bu, kaderin cilvesinden başka bir şey değildi.
Süleyman, bu kuruntuyla vicdanında kımıldayan üzüntüleri giderdi, kararını kesinleştirdi. Tahtta kendisi, kalbinde Hürrem, Kubbealtı’nda İbrahim, yeniliğin göstergesi olacaklardı ve bu şekilde her şey yeni bir kuvvet, yeni bir kudret, yeni bir macera alacaktı. O, zihninde canlanan bu yenileşme sahnesinin mutlu neticelere varacağına da kanaat getirdiğinden neşelenmiş, nedimine yeni baştan iltifat ediyordu.
“Bana sadakatle hizmet edeceğine, devletime yarar bir vezir olacağına kuşkum yoktur. İyi ve akıllı bir vezir, kuvvetli bir ayak demektir. Hükümdar o ayakla yorulmadan yürür, durmadan yol alır.”
Ve İbrahim’in yine bir şükran kasidesi okumasına meydan vermeden kapıyı gösterdi.
“Sen git, dediklerimi yap. Ben de biraz kitap okuyup eğleneyim. Akşama doğru yine gelirsin, sazını bile getirirsin.”
Biraz sonra eline bir kitap almış, dalgın dalgın sayfaları çeviriyordu. Gözünün önünde hep Hürrem dolaştığı için, kimi kırmızı, kimi siyah mürekkeple yazılmış, kimi de yaldızlanmış satırlar, hiçbir şey ifade etmeden silik bir akışla yapraklar arasından süzülüp geçiyorlardı. Fakat sık sık tekrar eden bir kelime, Hünkârın dalgın bakışlarına bir uyanıklık getirdi ve gözü bir sayfa üzerinde dikili kaldı. Piri Paşa adının birkaç yerde yazılı bulunması bu uyanıklığı yapmıştı.
Süleyman, gözbebeklerinde alevlenip duran Hürrem’in hayaline bile hükmeden şu arsız kelimeyi uluorta geçemedi ve kitaba ünlü vezirin olmak üzere kaydedilmiş olan şiirleri dikkatle okumaya koyuldu. Bunlar, âşıkane yazılmış gazeller olup, şimdi Padişahın hoşuna gidiyor ve her mısra, dudaklarında besteli bir ahenk alıyordu.
O güne kadar şairliğine hiç de değer vermediği Sadrazamın yanık yazar bir ehlidil olduğunu anlamak, Süleyman’ı âdeta sevindirdi. Kıymetli birkaç elmas elde etmiş gibi hazla bu şiirleri incelemeye koyuldu. Gazelin birisi şöyleydi:
Şeb-i zülfünde kalanlar zulûmat ile yürür
Erişen lebleri âbine hayat ile yürür
Zahidi hasreti mey şöyle zayıf eyledi kim
Elde tespih ü asası salâvat ile yürür
Remzi ya! Kaddine benzer nice serv ola ki ol
Salınır şiveler ile harekât ile yürür.
Süleyman bu gazeli birkaç kere okudu ve birkaç kere içini çekti.
“Herif,” dedi, “âşık. Öyle olmasa böyle söylenmez, söylenemez.”
Yine Piri Paşa’nın olmak kaydıyla kitaba geçirilen şu beyiti daha çok beğendi:
Ney yine feryada başlar her nefes,
Var iken la’lin gibi feryâd – res!
Şimdi, görevden almak istediği ihtiyar Vezir için yüreğinde bir acı duyuyor, onu incitmemek ve yerinde bırakmak arzusuna kapılıyordu. Lâkin kitabı kapayıp da düşünmeye dalınca o dilek söndü, eski azmi tazelendi ve dudaklarında bir felsefe belirdi.
“İhtiyar kadın dudağında tebessüm ne ise, kocamış şair ağzında da şiir odur. Biri gözü, biri de kulağı incitir. Ben gencim ve yanımdakileri de genç isterim. Koca Piri’ye yakışan bir köşeye çekilmek, kendi kendini avutmaktır.”
* * *
Büyük, hayli büyük bir saz âleminden sonra hareme giren Süleyman, henüz gerdek görecek toy bir güvey gibi heyecan içindeydi. İbrahim’in yayı, o gece teller üzerinde değil, onun yüreğinde kıvranmış ve bu yüreği inim inim inletmişti. Şimdi o iniltilerin yorgunluğunu Hürrem’in berrak sesiyle yıkamak istiyordu.
Özlemek haddini birden aşarak tahammül olunmaz bir arzu derecesi alan coşkun bir ruh hâli içinde bulunduğundan, anasını görmeyi ihmal etmişti. Doğruca kendi dairesine girip Hürrem’i çağırtmıştı. Ellerini ovuşturarak odada dolaşıyor ve yar-ı canının eşikte görünmesiyle beraber söyleyeceği hasret şiirinin ezberini yapıyordu. Hürrem’in, bir gece evvel tattığı mutluluğun yorgunluğunu taşıyarak, o gün sahip olduğu şahane bahşişlerin şükranını tekrar ederek koşa koşa geleceğini kuruntuluyor ve onu konuşturmadan yeni bir haz âlemine sürüklemek için planlar hazırlıyordu.
Fakat beklenen güneş doğmadı. Hürrem gelmedi ve ona davet müjdesini götüren kadın, iliğine kadar işlemiş bir hayretin sersemliğini kekeleye kekeleye şu haberi getirdi:
“Küçük cariyeniz gelmiyor, gelemem diyor.”
Süleyman, yanlış duyduğunu sandı, alıklaşacak kadar şaşırdı ve kadının otuz iki dilime ayrılmış saçlarını yakalayarak haykırdı.
“Gelmem mi diyor, gelemem mi diyor? Bir daha söyle bakayım lanet olasıca, bir daha söyle!”
Kadıncağızın aklı birkaç bin zerreye ayrılmış ve her zerre bir damla ter olup saçlarından bir kılın dibine akmış gibiydi. Acılı ve perişan tekrar ediyordu.
“Gelmiyor, gelemem diyor.”
Hünkâr, bileğine doladığı otuz iyi örgüyü hırsla çekti, kadının başını insafsızca sarstı.
“Nasıl gelmez, kâfir? Nasıl gelemem der, habis? Ona iftira edip kanına girmek istiyorsun, değil mi? Dur öyleyse, sana iftiranın ne demek olduğunu öğreteyim.”
Gözü dönmüş, belinden hançerini çıkarmaya savaşıyordu. Fakat kırılmış hülyalardan yüreğine ve sarsılmış sinirlerinden bütün benliğine bulaşan acı sebebiyle eli ayağı titrediği için hançeri kınından çıkaramıyordu. Gülünç bir telaş içinde bocalıyordu. Kadın, hayatının gerçekten tehlikeye düştüğünü sezerek ağlıyor, yalvarıyordu.
İşte bu sırada Valide Sultan içeri girdi, delirmiş gibi görünen oğlunun hançer kabzasına yapışık elini yakaladı.
“Aman Aslanım,” dedi, “Nedir bu hâl? Şimdi inmeye uğrayıp ayaklarının dibine yıkılacağım. Kendinden geçmişsin, sararıp solmuşsun. Cihan bir yana, sen bir yana. Bu fâni dünyada ne olabilir ki seni böyle zıvanadan çıkarsın, sağken hasta etsin?”
Süleyman hızlı bir tepki verdi, aşkta uğradığı hayal kırıklığını ana şefkatiyle tamir etmek isteğine kapıldı, ölüm teri döküp duran kadının saçlarını bırakarak Hafsa Sultan’ın ellerine yapıştı.
“Bilsen, ah bilsen,” dedi, “ne kadar kızgınım.”
Ana, sesini biraz daha tatlılaştırdı ve oğlunu okşar gibi bir edayla sordu.
“Ne oldu Aslanım? Tatsız bir haber mi aldın?”
“Daha ne olacak, valide. Şu lanet olası kadın, bizim Hürrem’e iftira ediyor.”
“Nasıl iftira?”
“Buraya gelmesini söyletmiştim. Güya gelmem, gelemem demiş. Hiç Hürrem bu haltı eder mi? Ben gel derim de koşarak gelmez mi? Şayet gelmezse başının kopacağını bilmez mi?”
Hafsa Sultan, gamlı gamlı başını salladı.
“Şu halayığın boş yere kalbini kırmışsın, Aslanım. Çünkü sana duyduğunu söylemiştir. Hürrem gelmez, gelemez!”
Süleyman yeniden alevlenmek üzereyken, Hafsa, yüzünü halayığa çevirdi.
“Hürrem niçin gelemeyeceğini de söyledi mi?”
“Söyledi, Efem!”
“Ya sen Aslanıma niçin söylemedin?”
“İzin vermediler, celallendiler, Efem.”
“Haydi, ayak öp, suçunu bağışlat!”
Hünkâr, yürekleri altüst edecek bir sesle gürledi.
“Ben kabıma sığmıyorum, yerimde duramıyorum; sen edep, erkân sayıklıyorsun valide! Şimdi ayak öpmenin, öptürmenin sırası mı? Bırak şu uğursuzun yakasını. Ne bilirse söylesin, ben de ne yapacağımı bileyim.”
Kadıncağız, ölümden kaçar gibi bir telaşla anlattı.
“Hürrem kız, ‘Efendimizin huzuruna çıkacak yüzüm kalmadı. Ben satın alınmış et parçasıymışım. Öyleyse Şevketli Hünkârın yanında işim ne. Yüzüm gözüm de yara içinde, bere içinde. Saçlarım yoluk, kopuk. Bu biçimle Efendimin yanına gitmekten utanırım. Mübarek gözlerini kanlı yüzümle, hırpalanmış saçlarımla niçin inciteyim,’ dedi.”
Padişah, hayretten acıya, acıdan hiddete geçiyordu. Bu sözleri dinlerken sararıp kızarıyor, kızarıp bozarıyordu. Hürrem’in ağır bir hakarete uğradığını artık anlamıştı. Müthiş bir kızgınlık buhranına kapılacak gibi oluyordu. Fakat hakaretin derecesini henüz takdir edemediği için köpürüp coşmamak için sabır gösteriyordu. Zihninde zalim bir endişe de yüz göstermişti. Anasının davetsiz yanına gelişini, haberci kadını öldürmekten kurtarışını, Hürrem işini bilir görünüşünü düşünerek, kendini zıvanadan çıkaracak olan vaziyette onun ilgisi bulunduğundan kuşkulanmaya başlamıştı. Eğer Hürrem’i döven, inciten ve ağlatan anasıysa ne yapacaktı?
Hünkâr bu çok zalim endişeden hızla kurtulmak istediğinden, Hürrem’in ne suretle değil, kimin tarafından dövüldüğünü anlamayı tercih etti ve korka korka sordu.
“Onu kim dövdü valide?”
Alacağı cevabın kendisini bütün ömründe ve hatta ahrette bedbaht edecek bir şekilde olmasından ürktüğü için kulağını tıkayacak gibi davranıyordu ve bunu yapamayınca gözlerini kapamıştı. Valide Sultan’ın, “Mahidevran!” demesi üzerine içi ferahladı ve dudaklarından bir sevinç feryadı fırladı.
“Oh, hele şükür.”
Artık kızmakta, dilediği gibi kızmakta hürdü. Hürrem’i inciten anası olmadıktan sonra, vereceği cezanın büyüklüğünden endişelenmeye gerek yoktu. Bu sebeple soğukkanlılığını ele aldı, benliğindeki coşmak, taşmak ihtiyacını yendi, masum olduğu anlaşılan halayığın küçük bir tebessüm sadakasıyla yüreğini okşadıktan sonra şu emri verdi:
“Hürrem’e söyle, mutlaka gelsin!”
Fakat kadın çıkarken bir şey hatırlamış gibi davrandı, “Gel, bre alık,” diye onu geri çağırdı. Sert ve pek sert bir uyarıda bulundu.
“Demin, Hürrem’e, ‘Hürrem kız,’ dediğin kulağıma çarptı. Bir daha bu haltı edersen dilini koparırım. Hürrem, kadınefendidir. Ona göre davran, yanına varınca da eteğini öpmeden konuşma. Anladın, değil mi? Haydi yürü!”
Beş on dakika sonra fettan Rus Halayık eşiğin önünde göründü. Ne kılığını düzeltmiş, ne saçına başına düzen vermişti. Yüzündeki tırmıklardan sızan kanları da yıkamadığı için semavî bir çarpışma sonunda berelenmiş, kızıl çizgilerle bezenmiş aya benziyordu. Fakat bu ay ağlıyordu da. Odaya girer girmez bir elini en yakın bulunduğu duvara dayamış, bir elini kalbine basmış, hıçkırıksız bir ağlayışla gözyaşı dökmeye başlamıştı. Kurumuş kanları sile sile dökülen yaşlar, o beyaz yüze soluk mürekkeple yazılmış hazin bir dilekçe biçimi veriyordu. Süleyman, felâketini anlatmak ve uğradığı hareketin tamirini rica için en yüksek kâtipler kaleminden dahi çıkması imkânsız böyle güzel bir dilekçe sunan gözdesini kucaklamamak, göğsüne bastırmamak ve yaman bir açıklıkla derin bir mazlumluk anlatan o akışkan incilerden yapılma satırları diliyle, damağıyla okumaya koşmamak için büyük bir iç zahmeti çekti, yerlere kapanmak isteyen iradesini üzüle üzüle zorladı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403192?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Hürrem М. Турхан Тан

М. Турхан Тан

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Korkunç bir intikam planı mı? Yoksa yüzyılın aşkı mı?

  • Добавить отзыв