Teröristler
Maj Sjöwall
Per Wahlöö
Martin Beck #10
"Amerika’dan bir senatör Stockholm’ü ziyarete gelecektir. Uluslararası bir terör örgütünün senatöre suikast düzenleme ihtimaline karşı kurulacak olan ekibin başına Martin Beck getirilir. Beck, bu ziyaretle ilgili alınabilecek güvenlik önlemleri üzerinde çalışırken aynı zamanda öldürülen milyoner bir sinemacının katilinin peşine düşer.
“Çıtır ve hoş anlatımının yanında bu kitapta tansiyon o kadar yoğun ki okurken bir dişinizden olabilirsiniz.”
Dennis Lehane
“Tüm Sjöwall/Wahlöö kitapları içinde, Teröristler, merak uyandıran en sıkı kitap.”
The New York Times"
Maj Sjöwall, Per Wahlöö
Teröristler
1
Emniyet Genel Müdürü gülümsüyordu.
Genellikle cana yakın ve çocuksu gülüşünü basın ve televizyona saklar, Emniyet Amiri Stig Malm, İstihbarat Şefi Eric Möller ve Cinayet Büro Şefi Martin Beck gibi yakın çevresindekilere nadiren gülümserdi.
Bu üç adamdan sadece biri gülümsedi. Stig Malm’ın çok güzel, bembeyaz dişleri vardı ve gülerken bembeyaz dişlerini göstermekten hoşlanırdı. Yıllar içinde gülümsemenin binbir türlüsünü görmüştü. Şimdi de kendisi göze girmek için yapmacık bir şekilde gülümsüyordu.
İstihbarat şefi esnemesini bastırdı, Martin Beck ise burnunu sildi.
Saat daha sabah yedi buçuktu, Emniyet Genel Müdürü’nün acil toplantı düzenlemek için en sevdiği saatti, ama bu, merkeze düzenli olarak tam o saatte geldiği anlamına gelmiyordu. Çoğunlukla sabahın geç saatlerine kadar ortada gözükmezdi ve geldiği zaman da en yakındaki iş arkadaşları bile ona ulaşamazdı. Kapısında ‘Emniyet Genel Müdürü’nün Kalesi’ gibi bir cümle yazılmış olsa yeridir, sahiden de burası geçilmez bir hisardı. Doğal olarak da buranın kapısını ‘Ejderha’ lakaplı, bakımlı bir sekreter koruyordu.
Bu sabah Emniyet Genel Müdürü neşeli ve sevecen bir tavır takınmıştı. Hatta odaya bir termos kahve ve her zamanki plastik bardaklar yerine de gerçek porselen kupalar getirtmişti.
Stig Malm kalkıp kahve koydu.
Martin Beck, tekrar yerine oturmadan önce pantolonundaki kırışıklığı düzelteceğini, ardından elini biçimli dalgalı saçlarında dikkatlice gezdireceğini biliyordu.
Stig Malm onun amiriydi. Martin Beck ona en ufak bir saygı duymuyordu. Martin Beck kibirli ve işgüzar davranan üstlerine artık eskisi kadar sinir olmuyordu. Hatta bugünlerde bu tip insanları sadece gülünç buluyordu. Öte yandan sinirini bozan ve sıklıkla işini yapmasına mâni olan şey, adamın katılığı ve hiçbir zaman öz eleştiri vermemesiydi. Bu da pratik polis işleri konusunda hiçbir şey bilmemesi kadar önemli bir eksiklikti. Böylesi bir pozisyona da hırsı, siyasi fırsatçılığı ve az da olsa sahip olduğu idare kabiliyeti sayesinde yükselmişti.
İstihbarat Şefi kahvesine dört küp şeker koydu, kahveyi kaşıkla karıştırdı ve kahvesini höpürdeterek içti.
Malm kahvesini şekersiz içti, sağlığına çok dikkat ederdi.
Martin Beck kendini pek iyi hissetmiyordu, bu yüzden sabahın bu erken saatinde canı kahve istemedi.
Emniyet Genel Müdürü hem şeker, hem krema koydu ve serçe parmağını büküp kupayı kaldırdı. Kahveyi bir yudumda midesine indirdi, kupasını ileri itti ve aynı anda cilalı toplantı masasının köşesinde duran yeşil dosyayı önüne çekti.
“Hadi bakalım,” dedi tekrar gülümseyerek. “Önce kahve, sonra işler.”
Martin Beck hiç dokunmadığı kahvesine sıkılarak bakıyordu. Canı bir bardak soğuk süt çekmişti.
“Nasılsın, Martin?” dedi Emniyet Müdürü, pek de inandırıcı olmayan bir ilgiyle. “Pek iyi görünmüyorsun. Yine hastalanmak niyetinde değilsindir umarım. Sensiz kalma gibi bir lüksümüz yok, biliyorsun.”
Martin’in hastalanmak gibi bir niyeti yoktu. Zaten hastaydı. Sabahın üç buçuğuna kadar yirmi iki yaşındaki kızı ve kızının erkek arkadaşıyla şarap içmişti ve bunun sonrasında berbat görüneceğinin farkındaydı. Fakat kendi başına açtığı derdi üstüyle konuşmaya hiç niyeti yoktu, ayrıca ‘yine’ kelimesini kullanması haksızlıktı. Mart ayının başında bir kere grip olup yüksek ateşten dolayı üç gün işe gelememişti ve şu anda aylardan mayıstı.
“Hayır,” dedi. “İyiyim. Sadece biraz üşütmüşüm.”
“Gerçekten hiç iyi görünmüyorsun,” dedi Stig Malm. Ses tonu ilgileniyormuş gibi değildi, azarlıyordu resmen. “Gerçekten.”
Ona sert bir şekilde baktığını görünce iyice sinirlenen Martin Beck şöyle dedi; “İlgine teşekkür ederim ama iyiyim. Burada benim nasıl göründüğümü ya da sağlık durumumu konuşmak için toplandığımızı sanmıyorum.”
“Doğru,” dedi Emniyet Müdürü. “Hadi işe dönelim.”
Yeşil dosyayı açtı. İçindekiler taş çatlasın üç dört sayfaydı, bugünkü toplantı fazla uzamayacaktı.
En üstte daktiloyla yazılmış bir mektup vardı, imzanın altında kocaman yeşil bir damga ve Martin Beck’in oturduğu yerden ne olduğunu tam çıkaramadığı antetli bir kâğıt görünüyordu.
“Hatırlayacağınız üzere, devlet ziyaretlerinde ve benzer hassas durumlar söz konusu olduğunda, özellikle saldırgan nitelikte gösterilerin ve az çok iyi planlanmış suikast girişimlerinin bekleneceği durumlarda alınacak güvenlik önlemleri konusunda pek de iyi olmadığımızı değerlendirmiştik,” diye başladı Emniyet Müdürü, halk önünde sergilediği şatafatlı konuşma biçimine geçerek.
Stig Malm onaylayarak mırıldandı, Martin Beck bir şey demedi ama Eric Möller itiraz etti.
“Eh, o kadar da kötü sayılmayız, değil mi? Kruşçev’in ziyareti, Logård basamaklarına bırakılan kırmızıya boyanmış domuz haricinde iyi gitti. Kosıgin de öyle, organizasyon da güvenlik de iyiydi. Farklı bir örnek vermek gerekirse, Çevre Konferansı da öyleydi.”
“Evet, öyle ancak bu kez daha zoruyla karşı karşıyayız. Bu sefer kasım ayının sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nden bir senatör gelecek. Deyim yerindeyse çetin ceviz. Daha önce ABD’den gelen üst düzey yetkililerin ziyaretinde bir sorun yaşamamıştık. Tarihi belirleyip bazı talimatlar verdiler. Hazırlıklarımıza bir an önce başlayıp en ince ayrıntısına kadar planlamalıyız. Her türlü ihtimale karşı hazırlıklı olmalıyız.”
Emniyet Müdürü artık gülümsemiyordu. “Bu kez yumurta fırlatmaktan daha feci bir şey olabilir, buna hazırlıklı olmalıyız,” diye ekledi zalimce. “Bunu aklından çıkarmamalısın, Eric.”
“Önleyici tedbirler alabiliriz,” dedi Möller.
Emniyet Müdürü omuz silkti. “Bir yere kadar evet,” dedi. “Ama sorun çıkarabilecek kişileri teker teker arayıp bulamayız. Siz de benim kadar iyi biliyorsunuz. Bu konuda talimat aldım, siz de alacaksınız.”
Ben de şimdi aldım, diye düşündü Martin Beck dertlenerek. Hâlâ yeşil dosyadaki mektubun başlığını okumaya çalışıyordu. ‘Polis’ kelimesini çıkarabilir gibi oldu. ‘Policia’ da olabilirdi bu. Gözleri ağrıdı, dili zımpara kâğıdı gibi kupkuru ve pürüzlüydü. İstemeye istemeye acı kahveden bir yudum aldı.
“Neyse, bunlara geleceğiz,” dedi Emniyet Müdürü. “Bugün konuşmak istediğim konu bu mektup.” İşaret parmağıyla açık dosyanın üstünde duran kâğıda dokundu. “Karşı karşıya kaldığımız durumla yakından alakalı,” dedi. Mektubu Stig Malm’a verdi, mektup masada elden ele dolaştırılırken konuşmasına devam etti.
“Gördüğünüz üzere bu bir davetiye. Yakında bir devlet ziyareti olacak. Biz de onlara bu ziyaretin hazırlıkları için bir gözlemci göndermek istediğimizi bildirmiştik. Bu ricamıza cevap vermişler. Misafir devlet başkanı, ev sahibi ülkede pek sevilmediğinden onu korumak için gereken tüm önlemleri alacaklar. Diğer birçok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi, hem kendi ülkelerindeki hem de yabancı siyasetçilere karşı bir sürü suikast girişimiyle uğraşmak zorunda kaldılar. Sonuç olarak, deneyimleri dikkate değer ve bence onların polis teşkilatı ve güvenlik birimleri bu alandaki en iyileri. Metotlarını ve süreçlerini inceleyerek çok şey öğrenebileceğimizi düşünüyorum.”
Martin Beck mektuba bir göz attı, son derece resmî ve üstten ifadelerle İngilizce yazılmıştı. Başkanın ziyareti 5 Haziran günü gerçekleşecekti, ziyarete bir aydan az kalmıştı ve İsveç polisi temsilcisinin iki hafta önceden oraya varması, hazırlık çalışmalarının en önemli aşamalarını inceleyebilmesi öngörülüyordu. Zarif bir imzaydı ve hiçbir şekilde okunmuyordu fakat daktilo edilmiş metinde ismi geçiyordu. İsim İspanyolcaydı ve uzundu. İleri gelenlerden biri olmalıydı.
Herkes mektuba göz attıktan sonra Emniyet Müdürü, “Mesele şu ki, kimi göndereceğiz?”
Stig Malm düşünceli bir şekilde gözlerini tavana dikti ama bir şey demedi.
Martin Beck, kendi isminin önerilmesinden korktu. Beş yıl önceki mutsuz evliliği zamanlarında olsaydı, onu evden uzaklaştıracak böylesi bir vazifeyi seve seve üstlenirdi. Ancak şimdi yapmak istediği son şey yurt dışına gitmekti, bu yüzden hemen şöyle dedi, “Bu daha çok İstihbarat’ın işi değil mi?”
“Ben gidemem,” dedi Möller. “Bir kere departmanın başından ayrılamam, A Birimi’nin reorganizasyonunda sorunlarımız var, bu sorunların halledilmesi daha zaman alır. Ayrıca biz zaten bu konularda uzmanız, güvenlik sorunlarına aşina olmayan birisinin gitmesi daha faydalı olacaktır. Kriminal ya da Asayiş’ten birisi. Her kim giderse, öğrendiklerini dönünce bize aktarır, böylece herkes bundan faydalanmış olur.”
Müdür başıyla onayladı. “Evet, söylediklerinde doğruluk payı var, Eric,” dedi. “Senin de söylediğin gibi, şu anda seni elden çıkaramayız. Seni de, Martin.”
Martin Beck içinden derin bir oh çekti.
“Ayrıca, ben İspanyolca bilmiyorum,” dedi İstihbarat’ın başı.
“Kim biliyor ki canım?” dedi Malm gülerek. Genel Müdür’ün de İspanyol dillerine hâkim olmadığını biliyordu.
“Ben bilen birini tanıyorum,” dedi Martin Beck.
Malm kaşlarını kaldırdı. “Kim? Kriminal’den mi?”
“Evet. Gunvald Larsson.”
Malm kaşlarını bir milim daha kaldırdı, sonra imalı bir şekilde gülümseyip şöyle dedi, “Ama elbette onu gönderemeyiz, değil mi?”
“Nedenmiş?” dedi Martin Beck. “Bence yurt dışına göndermek için oldukça ideal bir isim.”
Hafiften kızmış gibi konuştuğunu fark etti. Genelde Gunvald Larsson’u savunmazdı ama Malm’ın ses tonu onu sinir etmişti ve Malm’a itiraz etmeye o kadar alışmıştı ki, neredeyse otomatik olarak karşı çıkmıştı.
“Beceriksizin teki ve teşkilatı hiç iyi temsil edemiyor,” dedi Malm.
“Gerçekten İspanyolca biliyor mu?” diye sordu Müdür şüpheyle. “Nerede öğrenmiş?”
“Denizci olduğu yıllarda İspanyolca konuşulan pek çok ülkede bulunmuş,” dedi Martin Beck. “Bizim bahsettiğimiz şehir de büyük bir liman, o yüzden muhtemelen oraya daha önce de gitmiştir. Larsson İngilizce, Fransızca ve Almanca da biliyor, hepsini de çok iyi konuşur. Biraz da Rusçası var. Dosyasına baktığınızda göreceksiniz.”
“Yine de beceriksizin teki,” diye ısrar etti Stig Malm.
Müdür düşünceliydi. “Ben özelliklerine bir göz atayım,” dedi. “Açıkçası benim de aklımdan o geçmişti. Doğru, bazen biraz hödük davranabiliyor, hiç disiplinli biri değil. Ama her ne kadar emirlere itaat etmekte ve yönetmeliğe uymakta zorlansa da teşkilatın en iyilerinden olduğu inkâr edilemez bir gerçek.”
İstihbarat şefine döndü. “Sen ne dersin, Eric? Sence bu göreve uygun mu?”
“Eh, kendisinden pek hoşlanmıyorum ama buna itirazım yok.”
Malm mutsuz görünüyordu. “Onu göndermenin pek akıllıca olacağını sanmıyorum,” dedi. “İsveç polis teşkilatının itibarını yerlere serer. Ayı gibi davranıyor ve eski bir denizciden çok, bir miçonun ağzına yakışacak laflar kullanıyor.”
“İspanyolca konuşmadığı zamanlarda,” dedi Martin Beck. “Neyse, bazen kendini biraz kabaca ifade etse de en azından zamanlaması iyi.”
Bu aslında tam olarak doğru değildi. Martin Beck yakın zamanda Gunvald Larsson’un, Malm’a ‘götün önde gideni’ dediğine şahit olmuştu, hem de adamın dibindeyken ama neyse ki Malm bu sözün kendisine söylendiğini fark etmemişti.
Müdür, Malm’ın itirazlarını pek dikkate almış gibi değildi. “O kadar da kötü bir fikir olmayabilir,” dedi düşünceli bir şekilde. “Bence bu durumda pek medeni olmayan davranışları o kadar büyük bir sorun olmaz. İstediği zaman düzgün davranabiliyor. Çoğu kişiden daha iyi bir altyapısı var. Zengin ve kültürlü bir ailede büyümüş, alabileceği en iyi eğitimi almış ve böylesi durumlarda nasıl davranması gerektiğini öğretmişler. O saklamaya çalışsa bile hâlinden tavrından belli oluyor.”
“Ne demezsin,” diye mırıldandı Malm.
Martin Beck, Stig Malm’ın bu görevi kendi üstlenmeyi çok istediğini ve ona sorulmamasına sinir olduğunu anladı. Ayrıca Gunvald Larsson’dan bir süre kurtulmak da iyi olacaktı, iş arkadaşları onu çok sevmezdi ve yersiz kavga çıkarma konusunda üstüne yoktu.
Müdür yine de buna pek ikna gibi görünmüyordu, bu yüzden Martin Beck de teşvik edercesine, “Bence Gunvald’ı yollamalıyız. Bu iş için gerekli bütün niteliklere sahip,” diye ekledi.
“Dış görünüşüne özen gösterdiği de gözümden kaçmadı,” dedi Emniyet Müdürü. “Giyim kuşamından kalite akıyor, zevkli biri. Bu da şüphesiz, iyi bir izlenim bırakır.”
“Kesinlikle,” dedi Martin Beck. “Önemli bir ayrıntı.” Kendi giyim kuşamına zevkli demeye bin şahit isteyeceğinin farkındaydı. Pantolonları buruşuk ve boldu, polo yaka tişörtünün yakası geniş ve çok yıkamaktan yamuktu, tüvit ceketi eprimişti, bir düğmesi de kopuktu.
“Şiddet Suçları’nın yeterli sayıda personeli var, birkaç hafta Larsson olmadan idare edebilirler,” dedi Emniyet Müdürü. “Başka önerisi olan var mı?”
Herkes olumsuz anlamda kafa salladı. Malm bile, Gunvald Larsson’u bir süre uzak tutmanın iyi tarafını görmüş gibiydi. Eric Möller tekrar esnedi, anlaşılan toplantının sona ermek üzere olmasından memnundu.
Emniyet Müdürü ayaklanıp dosyayı kapattı. “Güzel,” dedi. “O zaman anlaştık. Larsson’a kararımızı bizzat ben kendim bildireceğim.”
* * *
Gunvald Larsson bu habere pek sevinmedi, üstleneceği görevle koltuklarının kabardığı da söylenemezdi. Yeterli öz güveni zaten vardı, başkasının onayına ihtiyacı yoktu fakat bazı meslektaşlarının, o gidince rahat bir oh çekeceğinin, hatta temelli gitmediği için üzüleceğinin de bilincindeydi. Teşkilattaki arkadaşları bir elin parmaklarını geçmezdi. Bildiği sadece bir arkadaşı vardı. Aynı zamanda başına buyruk ve baş belası olarak anıldığını, işinin pamuk ipliğine bağlı olduğunu da bilirdi.
Bu gerçek onu en ufak bir şekilde rahatsız etmezdi. Onun rütbesinde olan ve onunla aynı maaşı alan diğer polisler, her an görevden uzaklaştırılma ya da işten atılma tehdidi altında en azından endişe duyardı fakat Gunvald Larsson bu ihtimal nedeniyle bir gece bile uykusuz kalmamıştı. Evli değildi, çocuğu yoktu ve çok uzun zaman önce ailesiyle tüm bağlarını koparmıştı, zaten onların züppe üst sınıf yaşamlarından tiksiniyordu. Gelecek endişesi yoktu. Polislik yaptığı yıllar boyunca, eski mesleğine geri dönme ihtimalini sık sık aklından geçirmişti. Şimdi ellisine merdiven dayamıştı ve muhtemelen denizi bir daha hiç görmeyeceğinin farkındaydı.
Yola çıkış tarihi yaklaştıkça Gunvald Larsson bu göreve atandığına hakikaten sevindiğini fark etti, önemli görülse de, pek zor bir göreve benzemiyordu. Günlük rutininden en az iki hafta uzak kalacaktı ve Gunvald Larsson bu seyahati, bir tatil gibi iple çekmeye başlamıştı.
Yola çıkışından bir gece evvel, Bollmora’daki yatak odasında üstünde sadece iç çamaşırıyla ayakta durmuş, gardırobun boy aynasından kendine bakıyordu. İç çamaşırının deseni hoşuna gitmişti, mavi üstüne sarı geyikliydi ve aynısından beş tane daha almıştı. Aynı türden altı külot daha almıştı, onlar da yeşil üstüne kırmızı geyikliydi ve yatağının üstünde açık duran domuz derisi büyük bavula konmuşlardı bile.
Gunvald Larsson bir doksan beş boyunda, güçlü ve kaslı bir adamdı, elleri ve ayakları kocamandı. Az önce duşunu almış, alışkanlık gereği tartıya çıkmıştı ve tartı, yüz kilonun üzerinde göstermişti. Son dört yıldır, ya da beş de olabilir, bayağı kilo almıştı. Külotunun bel lastiği üstünde biriken yağ tabakasına memnuniyetsizce baktı.
Karnını içine çekti, spor salonuna daha sık uğraması gerektiğini düşündü. Ya da havuz tamamlanınca yüzmeye başlamalıydı.
Şu belindeki simit haricinde, dış görünüşünden memnundu aslında.
Kırk dokuz yaşındaydı ama saçları gür ve kalın telliydi, öndeki saçları dökülmediğinden alnı da açılmamıştı. Alnı dardı, üstünde iki çizgi kendini belli ediyordu. Saçları kısaydı ve o kadar açık sarıydı ki gri teller belli olmuyordu. Artık ıslak ve yeni taranmış olduğu için geniş kafatasında dümdüz ve pırıl pırıl duruyordu, ancak kuruyunca elektriklenecek, kabarıp dağınık görünecekti. Kaşları çalı gibiydi, saçlarıyla aynı açık tondaydı. Geniş bir burnu ve büyük burun delikleri vardı. Soluk, porselen mavisi gözleri de o girintili çıkıntılı çekici yüzünde küçük görünüyordu, bir nebze fazla yakındılar, ki bazen ifadesiz olduklarında Gunvald Larsson’u yanıltıcı bir biçimde bön gösterebiliyordu. Öfkelendiği zaman, ki bu da sık oluyordu, gözlerinin ortasında bir çizgi belirirdi ve açık mavi gözleri en sert suçluların ve hatta astlarının bile yüreğine korku salabilirdi.
Gunvald Larsson’un gazabına uğramayan tek kişi Einar Rönn’dü, Stockholm Şiddet Suçları Şubesi’nde komiserdi ve Larsson’un tek yakın arkadaşıydı. Rönn’ün kırmızı burnu hep akardı. Uysal, sessiz sakin bir Kuzeyliydi. Burnu çehresine o kadar hâkimdi ki diğer yüz hatları çoğu zaman fark edilmezdi. Laponya’nın Arjeplog bölgesindendi ve memleketine sürekli özlem duyardı.
Gunvald Larsson ve Rönn aynı departmanda çalıştıklarından birbirlerini neredeyse her gün görürlerdi ama aynı zamanda boş vakitlerinin çoğunu da birlikte geçirirlerdi. Mümkünse yıllık izinlerine aynı dönemde çıkar, Arjeplog’a giderlerdi, orada kendilerini balık tutmaya adarlardı. İş arkadaşlarından kimse bu iki farklı karakterin arasındaki dostluğa tam olarak anlam veremezdi. Kaderci sakinliği ve az konuşmasıyla Rönn’ün, öfke patlamalarıyla gezen Gunvald Larsson’u nasıl uyumlu ve uysal bir kuzuya çevirdiğini anlayamazdı kimse.
Gunvald Larsson şimdi dolu gardırobundaki takım elbiseleri inceledi. Gideceği ülkenin coğrafyasına aşinaydı ve o limanda yıllar önce geçirdiği, bunaltıcı derecede sıcak baharı hatırlıyordu. Eğer sıcağa katlanmak zorunda kalacaksa ince giyinmeliydi ve onu serin tutmaya yetecek sadece iki tane takım elbisesi vardı. Ne olur ne olmaz diyerek denedi ama maalesef birincisine sığamadığını ve ikincisinin pantolonunu iliklemek için büyük çaba sarf etmesi ve nefesini tutması gerektiğini anladı. Uyluk kısmı da daralmıştı. En azından ceketi zorlanmadan ilikleyebiliyordu ama omuzlarını geriyordu. Yani rahat hareket edemeyecekti, ceket de dikiş yerlerinden atabilirdi.
Gunvald Larsson bu işe yaramaz takım elbiseyi gardıroba astı ve diğerini bavulunun üstüne serdi. İdare etmek zorundaydı. Dört sene önce Mısır kotonundan özel diktirmişti, incecik beyaz çizgileri vardı ve fındık kreması rengindeydi.
Üç tane hâkî pantolon, bir ipek şantung ceket ve dar gelen takım elbiseyi koyarak bavul hazırlama işini tamamladı. Bavulun kapağındaki iç cebe en sevdiği romanlardan birini koydu. Sonra bavulu kapattı, geniş kayışlardaki metal tokaları ilikledi, bavulu kilitleyip hole çıkardı.
EMW’sini havaalanının otoparkında bırakmayacak kadar önemsediği için ertesi sabah Einar Rönn onu arabasıyla alıp Stockholm’ün Arlanda Havaalanı’na bırakacaktı. Çoğu İsveç havaalanı gibi Arlanda da iğrenç ve yersiz bir mekândı ve beklenti dolu ziyaretçilere, ülkenin hak ettiğinden daha kötü bir İsveç manzarası sunardı.
Gunvald Larsson, mavi üstüne sarı geyikli iç çamaşırını banyodaki hasır sepete attı, pijamalarını giyip yattı. Seyahate çıkacağı için pek gergin değildi, anında uykuya daldı.
2
Güvenlik uzmanının boyu, Gunvald Larsson’un omzuna kadar bile gelmiyordu ama açık mavi takım elbisesiyle, ütülenmiş İspanyol paçalarıyla çok şık ve temiz görünüyordu. Takım elbisenin içine pembe bir gömlek, yuvarlak burunlu gıcır gıcır siyah ayakkabı giymiş ve lila rengi kravat takmıştı. Saçları simsiyahtı, cildi açık kahveydi ve gözleri zeytuniydi. Tek uyumsuzluk sol koltuk altından çıkıntı yapan tabanca kılıfıydı. Güvenlik uzmanının adı Francisco Bajamonde Cassavetes y Larrinaga idi; ayrıcalıklı bir aileden geliyordu.
Francisco Bajamonde Cassavetes y Larrinaga güvenlik planını tırabzanlara serdi ancak Gunvald Larsson plan yerine kendi takım elbisesine bakıyordu; polis terzisinin bunu dikmesi yedi gün sürmüştü ve sonuç, muhteşemdi, ne de olsa burası terzilik zanaatının hâlâ çok iyi olduğu bir ülkeydi. Farklı düşündükleri tek konu, omza takılan tabanca kılıfı için ayrılan yerdi, terzi olmazsa olmaz saymıştı bunu. Ancak Gunvald Larsson asla omuz kılıfı takmazdı. Tabancasını belinde taşırdı. Burada yurt dışında, tabii ki silahlı değildi ama bu takım elbiseyi Stockholm’de kullanacaktı. Kısa bir tartışma yaşandıktan sonra doğal olarak onun dediği olmuştu. Başka ne olacaktı? Büyük bir memnuniyetle, kendisine özel dikilen pantolonuna baktı, beğeniyle iç çekip çevresini inceledi.
Otelin sekizinci katındaydılar, bu noktayı özenle seçmişlerdi. Kortej bu balkonun altından geçecek ve bir bina ötedeki sarayın önünde duracaktı. Gunvald Larsson kibarca plana göz attı ancak çok hevesli değildi çünkü artık ezberlemişti. Limanın o sabah trafiğe kapatıldığını ve başkanın uçağı indiği için havaalanının da yolculara kapatıldığını biliyordu.
Tam ileride liman ve masmavi deniz uzanıyordu. Bir sürü büyük yolcu gemisi ve kargo gemisi demir atmıştı. Yalnızca bir savaş gemisi, bir fırkateyn ve iç limandaki birkaç polis teknesi hareket ediyordu. Tam aşağılarında iki yanı palmiye ve akasya dizili sahil yolu vardı. Sokağın karşı tarafında sıra sıra taksiler, onun ilerisinde de rengârenk fayton taksiler bekliyordu. Her biri de detaylı bir biçimde kontrolden geçmişti.
Sahil yolunun her iki yanında da bir kol boyunda etten duvar örmüş askeri ve sivil polis dışında, bölgedeki herkes artık çoğu büyük havaalanında bulunan metal detektörlerden geçmişti.
Sivil polis yeşil, askeri polisse mavi-gri üniforma giymişti. Sivil polisin ayağında bot varken askeri polisler boğazlı ayakkabıyla gelmişti.
Gunvald Larsson iç çekmemek için kendini tuttu. Bu sabah prova esnasında bu yol boyunca tatbikat yapılmıştı. Başkanın kendisi haricinde her şey olması gerektiği gibi yerindeydi.
Kortej şu şekilde oluşturulmuştu: En önde, özel eğitimli on beş güvenlik polisinden oluşan motosikletli grup vardı. Onun arkasında teşkilattan aynı sayıda motosikletli polis, arkasında güvenlik görevlileriyle dolu iki araba. Arkasından başkanın aracı geliyordu, kurşungeçirmez cam kaplı siyah bir Cadillac. (Tatbikat esnasında Gunvald Larsson arka koltukta oturmuştu, onun için bu, büyük bir şerefti.) Arkasından güvenlik görevlileriyle dolu üstü açık Amerikan yapımı bir araba geliyordu. Son olarak da daha fazla motosikletli polis, arkasından radyo muhabirlerinin otobüsü ve yine izinli başka gazetecilerden oluşan arabalar takip edecekti. Ayrıca sivil güvenlik görevlileri havaalanından buraya kadarki yola yerleştirilecekti.
Tüm sokak lambaları Başkan’ın fotoğraflarıyla süslenmişti. Yol gerçekten de çok uzundu ve Gunvald Larsson’un o boğa boyunlu, şiş suratlı ve siyah metal çerçeveli gözlüklü kafadan sıkılmaya yeterince vakti vardı.
Karadaki koruma ekibi böyleydi. Hava sahasında da üç farklı irtifada her grupta üç helikopter vardı. Bunlara ilaveten, bir bölük Starfighters en üstteki hava sahasını korumak için bir ileri bir geri uçup duruyordu.
Operasyonun tamamı o kadar kusursuz organize edilmişti ki en ufak bir aksiliğe bile yer yoktu.
Öğleden sonra hava sıcaklığı, en hafif deyişle boğucuydu. Gunvald Larsson terlemişti ama sucuk gibi değildi. En ufak bir terslik yaşanabileceğine dahi ihtimal vermiyordu. Hazırlıklar kılı kırk yararak yapılmıştı ve planlama aylarca sürmüştü. Özel bir grup, planda kusur bulmak üzere görevlendirilmişti ve bir sürü düzeltme yapılmıştı. Ayrıca bu ülkede bütün suikast girişimlerinin, hem de sayısı oldukça fazla, başarısızlıkla sonuçlandığını göz önünde bulundurmak gerekir. Emniyet Genel Müdürü, adamların bu alanda dünyanın en iyisi olduklarını söylerken haklıydı.
Öğleden sonra saat üçe çeyrek kala, Francisco Bajamonde Cassavetes y Larringa kol saatine bakıp, “Yirmi bir dakika kaldı sanırım,” dedi.
İspanyolca konuşması şart değildi. Güvenlik görevlisi, Belgravia’nın en sofistike kulüplerinde kullanılan Kraliyet İngilizcesini konuşuyordu.
Gunvald Larsson kronografına bakıp başıyla onayladı. 5 Haziran 1973 Çarşamba günü tam o saniye, saat üçe tamı tamına tam on üç dakika otuz beş saniye vardı.
Fırkateyn liman girişinin dışında tek görevi olan karşılama selamını çalmak için dönüyordu. Sahil yolunun üstündeki sekiz savaş uçağı parlak mavi gökyüzünde beyaz zikzaklar çiziyordu.
Gunvald Larsson etrafına bakındı. Sahil yolunun aşağısında kırmızı beyaz renklerle boyanmış kavisli kemerleri olan, kocaman tuğla bir arena vardı. Diğer yönde de yüksek bir çeşmenin renkli su püskürten fıskiyelerini çalıştırıyorlardı; tüm yıl ciddi bir kuraklık yaşanmıştı ve çeşmeler -bu çeşme tek değildi- sadece özel günlerde çalıştırılıyordu.
Şimdi artık helikopterlerin vızıltısını ve motosikletlerin sirenlerini duyabiliyorlardı. Gunvald Larsson saate baktı. Kortej programın ilerisinde görünüyordu. Derken porselen mavisi gözleriyle limanı taradı ve bütün polis teknelerinin harekete geçtiğini gördü. Limandaki yapılar onun denizci olduğu yıllardan beri aynıydı, sadece gemiler tamamen farklıydı. Büyük tankerler, konteyner gemileri, arabaların yolculardan daha önemli olduğu devasa feribotlar, hepsi denizde geçirdiği yıllardan aşina olmadığı türdeydi.
Gunvald Larsson akışın programdan önde gittiğini fark eden tek kişi değildi. Cassavetes y Larrinaga telsizine hızlı hızlı ama sakinlikle bir şeyler söyledi, sarışın misafirine gülümsedi ve ışıl ışıl çeşmelere doğru baktı, özel eğitimli polislerden oluşan ilk motosiklet konvoyu yeşil üniformalı polislerin arkasında belirmeye başlamıştı.
Gunvald Larsson başka tarafa baktı. Tam altlarında puro içen bir istihbarat görevlisi, sokağın ortasında volta atıyor, çevredeki çatılara yerleştirilmiş nişancı polislere bakıyordu. Polis sırasının arkasında yanları mavi çizgili taksiler ve önlerinde sarı siyah açık faytonlar dizilmişti. Faytoncular da sarı siyah giyinmişti ve atların alnına sarı siyah tüyler takılmıştı.
Tüm bunların arkasında palmiye ağaçları, akasyalar ve birkaç sıra meraklı insan duruyordu. Küçük bir grup, otoritelerin onayladığı dövizler, o boğa boyunlu, şiş suratlı ve siyah metal çerçeveli gözlüklü kafanın fotoğrafını taşıyordu. Anlaşılan başkan pek sevilen bir ziyaretçi değildi.
Kortej çok hızlı hareket ediyordu. İstihbarat araçlarından birincisi balkonun altına varmıştı bile. Güvenlik uzmanı, Gunvald Larsson’a gülümsedi, her şey yolunda dercesine başını salladı ve kâğıtlarını toplamaya başladı.
Tam o anda, kurşungeçirmez Cadillac’ın tam altında yer yarıldı sanki.
Oluşan basınç dalgası iki adamı da arkaya fırlattı ancak Gunvald Larsson’un en önemli özelliği güçlü olmasıydı. İki eliyle tırabzanları kavrayıp yukarı baktı.
Yol yanardağ gibi tam ortasından yarılmıştı ve içinden yaklaşık on beş metreye kadar dumanlar yükseliyordu. Bir sürü şey alev alarak uçuşuyordu. İçlerinden en göze çarpanları; kurşungeçirmez Cadillac’ın arka tarafı, yan tarafında mavi çizgi bulunan ters dönmüş siyah bir taksi, alnında sarı siyah tüylü bir bant olan yarım bir at, siyah botlu ve yeşil üniformalı bir bacak ve parmaklarının arasında puro tutan bir koldu.
İçinde yanıcı maddeler de bulunan bir sürü şey üzerine yağmaya başlayınca Gunvald Larsson eğildi. Tam üstündeki yeni takım elbisesini düşünürken bir şey göğsüne sertçe çarpıp onu balkonun mermer zeminine geri fırlattı.
Patlamanın gümbürtüsü sonunda dindiğinde çığlıklar, imdat çağrıları, ağlayan birisi ve histerikçe küfürler ederek bağıran başka birisi duyuldu, derken insan sesleri bir itfaiye arabası ve ambulans sirenleri altında duyulamaz oldu.
Gunvald Larsson ayaklandı, ciddi yaralanmadığını fark etti ve onu deviren şeyin ne olduğuna baktı. Ayaklarının dibinde yatıyordu. Boğa boyunlu ve şiş suratlı kafaydı, ne tuhaftır ki siyah metal çerçeveli gözlük hâlâ gözündeydi.
Güvenlik uzmanı da apar topar ayağa kalktı, belli ki o da yaralanmamıştı ama iki dirhem bir çekirdek hâlinden eser yoktu. Tüm şaşkınlığıyla balkondaki kafaya baktı ve istavroz çıkardı.
Gunvald Larsson takım elbisesine baktı. Mahvolmuştu. “Lanet olsun,” dedi.
Sonra da ayaklarının dibinde yatan kafaya baktı. “Belki de eve götürmeliyim,” dedi kendi kendine. “Hatıra olarak.”
Francisco Bajamonde Cassavetes y Larrinaga misafirine sorgulayan gözlerle baktı. “Felaket,” dedi.
“Evet, öyle denebilir,” dedi Gunvald Larsson.
Francisco Bajamonde Cassavetes y Larrinaga o kadar perişan görünüyordu ki Gunvald Larsson konuşmak zorunda hissetti, “Ama kimse seni suçlayamaz. Ayrıca gerçekten feci çirkin bir kafası var.”
3
Gunvald Larsson’un güzel manzaralı bir balkonda bu garip anı yaşadığı aynı gün, Rebecka Lind adında on sekiz yaşında bir genç kız Stockholm şehir mahkemesinde, silahlı bir banka soygunu nedeniyle yargılanıyordu.
Davanın savcısı, birkaç yıldır ülkeye veba gibi yayılan silahlı banka soygunlarında uzman olan Buldozer Ollson’du. Hâliyle evde çok az vakit geçirebilen umursamaz bir adamdı, mesela karısının onu tamamen terk ettiğini ve yastığına kısa ve öz bir mesaj bıraktığını fark etmesi üç haftasını almıştı. Bu hayatında pek bir şey değiştirmemişti, ne de olsa her zamanki tez canlılığı sayesinde üç gün içinde yeni birini bulmuştu. Buldozer Olsson’un yeni hayat arkadaşı, ona kayıtsız bir şekilde büyük bir sadakatle hayranlık besleyen sekreteriydi ve o günden beri takım elbiseleri kesinlikle daha az buruşuktu.
Bugün de duruşmanın başlamasına iki dakika kala nefes nefese yetişmişti. Şişman ama çevik, ufak tefek, şen bir adamdı ve hayat doluydu. Hep parlak pembe gömlek giyerdi, kravatları zevksizliğin ötesindeydi. Gunvald Larsson onunla aynı özel ekipte çalışırken neredeyse kafayı yiyecekti.
Mahkemenin boş ve yeterince ısıtılmamış bekleme odasında etrafına baktığında beş kişi dikkatini çekti. İçlerinde kendi şahitleri vardı ama aralarında bir kişiyi görünce büyük bir şok yaşadı. Bu kişi Cinayet Büro şefinin ta kendisiydi.
“Burada ne arıyorsun?” dedi Martin Beck’e.
“Şahit olarak çağrıldım.”
“Kim çağırdı?”
“Savunma makamı.”
“Savunma makamı mı? O ne demek?”
“Braxén, savunma avukatı,” dedi Martin Beck. “Anlaşılan bu davayı o almış.”
“Densiz,” dedi Bulldozer, bariz sinirli bir şekilde. “Bugün üç toplantı, iki tutuklama yaptım ve şimdi oturup tüm ikindi boyunca Borazan’ı dinlemek zorundayım. Sen bu dava hakkında bir şey biliyor musun?”
“Pek bilgim yok ama Braxén gelmem gerektiğini düşündürtecek kadar ikna etti beni. Ayrıca şu anda özel bir işim yok.”
“Siz Cinayet çalışanları gerçek işten bihabersiniz,” dedi Buldozer Olsson. “Kayıtlarda otuz dokuz davam var, bir o kadar da askıda. Bir süre benimle çalışsan anlardın.”
Buldozer Olsson birkaç istisna haricinde sahiden de bütün davalarını kazanırdı. Bu da kibarca söylemek gerekirse, yargı sistemi için pek hoş değildi.
“Ama iyi zaman geçirirsin,” dedi Olsson. “Borazan eminim sana güzel bir şov hazırlamıştır.”
Konuşmaları duruşmaya çağrılmalarıyla sona erdi ve ilgili kişiler, önemli bir istisna dışında, şehir adliyesinin sefil durumdaki mahkeme salonuna girdi. Pencereler büyük ve heybetliydi, ki bu da neden uzun zamandır temizlenmediklerinin açıklaması olabilirdi.
Hâkim, yardımcı hâkim ve yedi jüri üyesi uzun bir kürsünün arkasındaki platformda mahkeme salonuna büyük bir ciddiyetle bakıyordu.
Sanık küçük bir yan kapıdan içeri sokuldu, omuzlarına kadar sarı saçlı, somurtkan ve kahverengi gözlü bir kızdı. Dalgın görünüyordu. Üstünde incecik bir kumaştan yapılmış soluk yeşil, işlemeli bir elbise ve ayaklarında siyah tahta sabo vardı.
Salondakiler oturdu.
Hâkim, kürsünün solunda oturan kıza dönüp, “Bu davada sanık, Rebecka Lind’dir. Siz Rebecka Lind misiniz?”
“Evet.”
“Daha yüksek sesle konuşmanızı rica edebilir miyim?”
“Evet.”
“Bin dokuz yüz elli altı yılında üç ocak günü doğdunuz, doğru mu?”
“Evet.”
“Sanıktan daha yüksek sesle konuşmasını rica etmek zorundayım.” Bunu da sanki bir ritüel gereği tekrarlanması gereken bir cümle gibi söylemişti ama aslında bunda haklıydı çünkü mahkeme salonu akustik bakımdan zayıftı.
“Savunma avukatı Hedobald Braxén gecikti sanırım,” diye devam etti. “Bu arada biz de tanıkları çağırabiliriz. Savcının iki şahidi var; banka veznedarı Kerstin Franzén ve polis memuru Kenneth Kvastmo. Savunma makamının şahitleri ise Cinayet Büro’dan Başkomiser Martin Beck, polis memuru Karl Kristiansson, banka müdürü Rumford Bondesson ve ev ekonomisi öğretmeni Hedy-Marie Wirén. Savunma makamı aynı zamanda, bir şirket sahibi olan Walter Petrus’u da çağırdı fakat bu şahıs katılamayacağını ve bu davayla hiçbir ilişkisi olmadığını beyan etti.”
Jürideki adamlardan biri kıs kıs güldü.
“Şahitler artık dışarı çıkabilir.”
İki polis bu tür durumlarda her zaman olduğu gibi üniforma pantolonlarını, siyah ayakkabılarını ve iğrenç ceketlerini giymişti. Martin Beck, banka müdürü, ev ekonomisi öğretmeni ve veznedar hep birlikte bekleme bölümüne geçti. Mahkeme salonunda sadece sanık, gardiyanı ve bir izleyici kaldı.
Buldozer yaklaşık iki dakika boyunca pürdikkat kâğıtlarını inceledi, sonra izleyiciye merakla baktı, Buldozer’e göre otuz beş yaşlarında bir kadındı. Önünde defteri açık şekilde bankta oturuyordu. Boyu ortalama uzunluktaydı ve pırasa gibi saçları çok uzun değildi. Soluk bir kot pantolon, rengi belirsiz bir gömlek ve bilekten kayışlı sandalet giymişti. Güneşte yanmış, taraklı ayakları vardı. Ayak parmakları düzdü. Gömleğin içinden iri meme uçları gözüküyordu ve dümdüz göğüsleri vardı. En dikkat çekici özelliği keskin burnuydu ve keskin masmavi bakışlarıyla küçük, köşeli yüzü vardı, şu anda bakışlarını salondakilere yöneltmişti. Bakışları özellikle sanık ve Buldozer Olsson üstünde uzun süre kaldı; ikincisine o kadar uzun ve delici baktı ki adam ayağa kalkıp kendine bir bardak su almak ve kadının arkasına geçmek zorunda kaldı. Kadın hemen arkasını döndüğünde onunla göz göze geldi.
Kadın cinsel olarak Buldozer’in tipi değildi, tabii eğer bir tipi varsa ama bu kadının kim olduğunu çok merak ediyordu. Arkadan incelendiğinde kadının sıkı fiziği olduğunu, biraz bile tombul olmadığını gözlemledi.
Bekleme alanında dikilen Martin Beck’e sorsaydı bir şeyler öğrenebilirdi. Örneğin, kadının otuz beş değil otuz dokuz yaşında olduğunu, kayda değer bir sosyoloji alt yapısı olduğunu ve şu anda sosyal hizmetler bünyesinde çalıştığını söyleyebilirdi. Martin Beck aslında onun hakkında çok şey biliyordu fakat çok azını açıklamak isterdi, zira çoğu ona özeldi. Kadının adını sorsalardı adının Rhea Nielsen olduğunu söylerdi.
Belirtilenden yirmi iki dakika sonra kapılar ardına kadar açıldığında Borazan belirdi. Bir elinde dumanı tüten bir puro, diğerinde evraklarını taşıyordu. Soğukkanlı bir şekilde belgeleri inceledi ve hâkim üç kere manalı manalı boğazını temizlemek zorunda kaldıktan sonra dalgın dalgın purosunu mahkeme salonu görevlisine uzatıp dışarı çıkarttırdı.
“Bay Braxén şimdi geldi,” dedi hâkim iğneleyici bir sesle. “Duruşmaya başlamadan başka itirazı olan var mı?”
Buldozer hayır anlamında başını sallayıp şöyle dedi, “Hayır, kesinlikle hayır. Benim için yok.”
Braxén ayağa kalkıp tam ortaya yürüdü. İçerideki herkesten yaşça daha büyüktü, göz dolduran, göbekli, otoriter bir adamdı. Aynı zamanda oldukça zevksiz ve modası geçmiş bir şekilde giyinmişti ve titiz olmayan bir kedi için, yeleğindeki yemek lekelerinden bir öğün çıkardı. Uzun bir sessizliğin ardından, o arada Buldozer’e tuhaf bakışlarını dikip şöyle dedi; “Bu küçük kızın şu an burada olmaması gerektiği gerçeği dışında benim de adli bir itirazım yok. Gerçeklere dayanarak konuşuyorum.”
“Şimdi iddia makamı başlayabilir mi lütfen,” dedi hâkim.
Buldozer sandalyesinden fırladı, başı öne eğik, evraklarını serdiği masanın etrafından dolaşmaya başladı.
“Rebecka Lind’in bu yıl 22 Mayıs Çarşamba, PK Bank’ın Midsommarkransen şubesinde yaptığı silahlı soygundan ve ardından onu gözaltına almaya gelen polislere direnip bir yetkiliye saldırmaktan suçlu olduğunu iddia ediyorum.”
“Sanık ne diyor?”
“Sanık suçlu olmadığını söylüyor,” dedi Braxén. “Dolayısıyla tüm bu… boş ve saçma lafları inkâr etmek benim görevim.”
Tekrar Buldozer’e dönüp hüzünlü bir sesle ekledi: “Masum insanları suçlamak nasıl bir duygu? Rebecka, tarladaki havuçlar kadar suçsuzdur.”
Herkes bu orijinal benzetmeyi hayal etmeye başladı. Sonunda hâkim, “Buna mahkeme karar verecek, değil mi?” dedi.
“Maalesef,” dedi Borazan.
“Ne demek istiyorsunuz?” diye sordu hâkim, keskin bir şekilde. “Artık Bay Olsson sunumunu yapabilir mi lütfen?”
Buldozer izleyiciye baktı, ki o da Braxén’e kısa bir bakış attıktan sonra, bakışlarına doğrudan karşılık verdi, ardından gözleri hâkime, yardımcı hâkime, jüriye ve son olarak sanığa döndü. Rebecka Lind uzaklara dalmış gibiydi, bu manyak bürokratlardan ve olası tüm iyi ve kötülüklerden uzaktaydı.
Buldozer ellerini arkasında kenetleyip volta atmaya başladı. “Evet, Rebecka,” dedi arkadaşça bir tavırla, “senin başına gelenler maalesef bugünlerde birçok gencin başına geliyor. Sana yardımcı olmaya çalışacağız… Sanırım sana adınla hitap edebilirim?”
Kız bu soruyu duymamış gibiydi, tabii bu bir soruysa.
“İnceleme ve soruşturma gerektirmeyen bir dava bu. Mahkemeye sevkinden de açıkça görüldüğü gibi…” Braxén düşüncelere dalmış gibiydi ama şimdi birden iç cebinden bir puro çıkardı, Buldozer’in göğsünü işaret edip bağırdı, “İtiraz ediyorum! Mahkemeye sevk edilirken ne ben ne de başka bir avukat oradaydık. Bu kız, yani Camilla Lund, avukat hakkı olduğu konusunda bilgilendirilmiş miydi?”
“Rebecka Lund,” dedi yardımcı hâkim.
“Evet, evet,” dedi Borazan sabırsızca. “Bu da tutuklanmasını yasa dışı kılar.”
“Hiç de değil,” dedi Buldozer. “Rebecka’ya soruldu, cevabı fark etmez oldu. Fark etmezdi de. Birazdan göstereceğim gibi, dosya gün gibi aşikâr.”
“Daha bu sevkin kendisi yasalara aykırı,” dedi Borazan sonuca bağlayarak. “İtirazımın kayıtlara geçmesini talep ediyorum.”
“Evet, Rebecka,” diye devam etti Buldozer, en temel özelliklerinden biri olan çekici tebessümüyle. “Şimdi açıkça ve dürüstçe, olayları yani 22 Mayıs günü sana ne olduğunu ve tüm bunların sebebini netleştirmeye çalışalım. Bir banka soydun, çaresizlik ve düşüncesizlikle yaptın, arkasından bir polise saldırdın.”
“İddia makamının kelime seçimlerine itiraz ediyorum,” dedi Borazan. “İddia makamının hem şahsıma, hem de bu kıza karşı tavırlarına itiraz ediyorum.”
Buldozer ilk kez sinmiş gibi göründü. Fakat çok geçmeden kendini toparladı ve her zamanki formuna kavuşarak, el kol hareketleriyle ve gülümseyerek, her ne kadar Braxén kırk iki kere daha lafını kesse ve sık sık anlaşılamaz itirazlarda bulunsa da davasına sonuna kadar devam etti.
Kısaca olay şöyleydi: Mayıs ayının 22’sinde saat ikiyi biraz geçe Rebecka Lind, PK Bank’ın Midsommarkransen şubesine girip veznedarlardan birine doğru gitmişti. Omzunda büyük bir çanta taşıyordu ve çantayı bankoya koymuştu. Sonra para istemişti. Veznedar, kızın üstünde büyük bir bıçak olduğunu fark etmişti ve torbaya toplamda beş bin İsveç kronu doldurmadan önce, ayağıyla polis düğmesine basmıştı. Rebecka Lind’in ganimetleriyle bankadan ayrılmasına fırsat kalmadan ilk devriye polisi olay yerine intikal etmişti. Silahını çekmiş iki polis memuru bankaya girmiş ve soyguncunun silahını ele geçirmişti, bu esnada büyük bir kargaşa çıkmış ve o arbedede paralar yere saçılmıştı. Polis, soyguncuyu gözaltına almış ancak davalı şiddet göstererek direnmiş, polislerin üniformalarına zarar vermişti. Kızı arabayla Kungsholm’daki merkeze getirmişlerdi. Soyguncu, yani on sekiz yaşındaki Rebecka Lind önce Kriminal Şube’deki nöbetçi polise getirilmiş, ardından banka soygunlarıyla ilgilenen özel departmana sevk edilmişti. Silahlı banka soygunu ve bir polise saldırıdan suçlanıp hemen gözaltına alınmıştı, ertesi gün de Stockholm ağır ceza mahkemesine çıkmadan önce kısa bir tutanakla durumu bildirilmişti.
Buldozer bu süreçte adli formalitelerin bir kısmının uygulanmadığını kabul etti ancak teknik açıdan bakılırsa, bunların önemli olmadığının altını çizdi. Rebecka Lind’in kendisi savunmasıyla pek ilgili değildi ve zaten bankaya para almaya gittiğini hemen itiraf etmişti.
Herkes saate bakmaya başladı ancak Buldozer Olsson, duruşmaların ertelenmesinden hoşlanmazdı, bu yüzden hemen birinci şahidi olan banka veznedarı Kerstin Franzén’i çağırdı. Kadının tanıklık ifadesi kısaydı ve şu ana kadar anlatılanların hepsini teyit ediyordu.
Buldozer, “Bunun bir soygun olduğunu ne zaman anladınız?” diye sordu.
“Çantasını bankoya koyup para istediği anda. Sonra bıçağını gördüm. Çok tehlikeli bir şeye benziyordu. Hançer gibi bir şeydi.”
“Parayı neden verdiniz?”
“Aldığımız talimatlara göre bu tür durumlarda herhangi bir direniş göstermememiz, soyguncunun dediğini yapmamız gerekiyor.”
Bu doğruydu. Bankalar yaşam sigortası ödeme ve yaralanan çalışanların masraflarını karşılama riskini göze almak istemiyordu.
Gök gürültüsü gibi bir ses mahkeme salonunu sarsar gibi oldu. Bu ses Hedobald Braxén’in geğirmesiydi. Bu olay çok sık yaşanırdı ve adamın takma adı buradan geliyordu.
“Savunma makamının bir sorusu var mı?”
Borazan hayır anlamında başını salladı. Bir kâğıda bir şeyler yazmakla meşguldü.
Buldozer sıradaki tanığını çağırdı.
Kenneth Kvastmo kürsüye çıkıp üşenmeden yemini tekrar etti. İfadesi her zamanki teraneyle başladı: Bin dokuz yüz kırk iki yılında Arvika’da doğdu, polis memuru, önce Solna’da, daha sonra Stockholm’de devriye hizmetinde görev almıştır.
Buldozer şapşal bir biçimde, “Kendi cümlelerinle anlat,” dedi.
“Neyi?”
“Ne olduğunu tabii.”
“Evet,” dedi Kvastmo. “O, yani katil orada duruyordu. Eh, elbette kimseyi öldürmeyi başaramamıştı. Karl tabii ki her zamanki gibi hiçbir şey yapmadı, dolayısıyla ben panter gibi onun üstüne atladım.” Bu benzetme maalesef biraz gülünçtü çünkü Kvastmo kocaman popolu, kısa ve ensesi kalın, etli butlu yüzlü, biçimsiz ve izbandut gibi bir adamdı.
“Tam bıçağı çekmeye çalışırken sağ elini yakaladım ve onu kelepçeleyip gözaltına alındığını söyledim. Onu arabaya kadar taşımak zorunda kaldım, arka koltuğa oturunca şiddetli bir şekilde karşı koydu, derken durum bir kanun çalışanına saldırıya dönüştü çünkü omuz kayışlarımdan biri neredeyse kopacaktı. Karımın televizyonda izlediği bir şey olduğundan dikmek zorunda kalınca tepesi attı, aynı zamanda ceketimin bir düğmesi kopmuştu ve karımda lacivert ip kalmamıştı, karımın adı Anna-Greta. Bankada işimiz bitince Karl bizi şubeye getirdi. Sonra bir daha şiddet göstermedi, sadece bana domuz dedi ama bu bir polise hakaret sayılmaz. Domuz, teşkilata saygısızlık ya da küçümseme içermez, yani bu olayda bendeniz olan polis memuruna ya da teşkilatın geneline hakaret sayılmaz, değil mi? Bunu söyleyen o, oradaki.” Rebecka Lind’i işaret etti.
Adam durumu anlatırken Buldozer de seyirci kadını izliyordu, kadın not almakla meşguldü ve şimdi dirsekleri bacağında, çenesi avucunda oturmuş, odaklanmış bir şekilde bir Braxén’i, bir Rebecka’yı gözlemliyordu. Yüzü bayağı sıkıntılıydı ya da derin bir huzursuzluk içindeydi. Eğilip bir eliyle ayak bileğini kaşırken diğer elinin tırnağını ısırdı. Şimdi tekrar Braxén’e bakıyordu ve yarı kapalı mavi gözlerinde hem bezginlik hem de hafiften umut okunuyordu.
Hedobald Braxén sadece fiziksel olarak oradaydı sanki, delillerin tek kelimesini bile duymuş gibi değildi.
“Sorumuz yok,” dedi.
Buldozer Olsson buna sevinmişti. Dava kolayca sonuçlanacaktı, tam da en başından belirttiği gibi. Tek sorun, fazla uzun sürmesiydi. Şimdi hâkim bir saatlik ara ilan ederken coşkuyla başını sallayıp onayladı ve kısa, yaylanan adımlarla kapıya yürüdü.
Martin Beck ve Rhea Nielsen bu aradan faydalanıp Amarante’ye gittiler. Açık sandviç ve biralarını bitirdikten sonra kahve ve brendi ile öğünlerini tamamladılar. Martin Beck uzun ve sıkıcı saatler geçirmişti. Rönn ve Strömgren’le çalışmak için merkeze gitmişti ama pek verimli olmamıştı. Strömgren’den hiçbir zaman hoşlanmazdı ve Rönn ile ilişkisi de karmaşıktı. Doğrusu şu ki Kungsholms’da artık hiç arkadaşı kalmamıştı; hem orada, hem de Emniyet Müdürlüğü’nde ona hayran olan birçok kişi vardı, diğerleri ondan nefret ediyor ve daha çoğunlukta olan üçüncü grupsa ona imreniyordu. Lennart Kollberg ayrıldığından beri Västberga’da hiç arkadaşı yoktu. Benny Skacke Kollberg’in yerine Martin Beck’in tavsiyesiyle alınmıştı. Martin Beck bazen oturup gözlerini boşluğa dikiyor, Kollberg’in orada olmasını umuyordu; artık alışmıştı ama tıpkı bir çocuğunu ya da bir yakınını kaybetmiş gibi onun yokluğunun yasını tutmuştu.
Bir süre Rönn’ün odasında oturup sohbet etmişti ama Rönn hem ilgisiz bir arkadaştı, hem de çok işi vardı.
“Acaba Gunvald neler yapıyordur,” dedi Rönn. “Onunla yer değiştirmek isterdim. Boğa güreşleri, palmiye ağaçları ve bedava akşam yemekleri, oh ne ala!”
Rönn, Martin Beck’e vicdan azabı çektirmekte uzmandı. Neden bu gezi için onu önermemişlerdi ki? Böyle bir şeye herkesten çok onun ihtiyacı vardı.
Rönn’e gerçeği söylemek imkânsızdı. Burnu akan bir Kuzeyliyi oraya göndermenin imkânsız olduğu düşünülüp doğrudan elenmişti çünkü zaten dış görünüşü hiç de uygun değildi ve ne kadar uğraşsa da çat pat bile İngilizce konuşamıyordu.
Ancak Rönn iyi bir polisti. Pek iyi bir başlangıç yapmasa da şu anda teşkilatın en kıymetli adamlarından biriydi.
Martin Beck her zamanki gibi onu yüreklendirecek bir şeyler söylemek istedi ama yapamadı ve kısa süre sonra da oradan ayrıldı.
Şimdi Rhea ile birlikte oturmuştu ve esasında bu da başka bir meseleydi onun için. Rhea oldukça üzgün görünüyordu.
“Ne duruşma,” dedi Rhea. “Tanrım, çok bunalıyorum! Bir karara varacak şu insanlara bak hele! Savcı, soytarının teki. Bana nasıl gözlerini dikip baktı, sanki hayatında ilk kez bir kadın görüyor.”
“Ona Buldozer diyorlar,” dedi Martin Beck. “Bir sürü kadın görmüş ve ayrıca, onun tipi de değilsin.”
“Savunma avukatı daha müvekkilinin adını bile bilmiyor! O kızın en ufak bir şansı yok.”
“Daha duruşma bitmedi. Buldozer neredeyse bütün davalarını kazanır ama kaybedecekse de muhakkak Braxén’e karşı kaybeder. Sward’ı hatırlıyor musun?”
“Hatırlıyor muyum?” dedi Rhea, boğuk bir sesle güldü. “Evime ilk kez gelip kalmıştın. Kilitli oda falan. Neredeyse iki sene önceydi. Nasıl unuturum?”
Rhea mutlu görünüyordu şimdi. Martin Beck’i bundan daha fazla mutlu eden bir şey olamazdı. O günden beri çok güzel zamanlar yaşamışlardı; sohbetle, kıskançlıkla, arkadaşça atışmalarla ve hepsinden öte, iyi sevişmelerle, güven ve dostlukla dolu zamanlardı. Martin Beck elli yaşını geçmişti ve çoğu şeyi tecrübe ettiğine inanırdı ama yine de ona içini açmıştı. Rhea’nın da aynı şeyleri düşünüyor olmasını umuyordu fakat o noktada Martin Beck biraz kararsızdı. Rhea fiziksel açıdan daha güçlü ve daha açık fikirli olan taraftı, muhtemelen daha zeki ya da daha hızlı düşünen taraftı. Kötü özellikleri de vardı, mesela sık sık aksi ve sinirli olurdu ama Martin Beck bu özelliklerini seviyordu. Bu aptalca ya da romantik bir ifade gibi görünebilir ama Martin Beck ondan iyisini bulamazdı.
Martin Beck ona baktı ve kıskançlığının geçtiğini fark etti. İri göğüs uçları kumaşın altından dimdik uzanmıştı, gömleği özensizce iliklenmişti. Rhea sandaletlerini çıkarmış, masanın altından ağrıyan çıplak ayaklarını ovuşturuyordu. Kendine has biriydi o, Martin Beck’e ait değildi; belki de en iyi yanı buydu.
Yine dertlendi, orantısız yüz hatları kaygı dolu ve hoşnutsuz bir ifade aldı. “Yasalara pek aklım ermiyor,” dedi küçük bir itirafla, “ama kız kaybedecek gibi. İfadeni verdiğin zaman gidişatı değiştirecek bir şey söyleyemez misin?”
“Sanmam. Benden ne istediğini bile bilmiyorum ki.”
“Diğer savunma tanıkları işe yaramaz gözüküyor. Bir banka müdürü, ev ekonomisi öğretmeni ve bir polis memuru. Onlar olay yerinde miydi ki?”
“Evet, Kristiansson oradaydı. Devriye arabasını kullanıyordu.”
“O da diğer polis kadar salak mı?”
“Evet.”
“Savunma makamının son savunmasıyla davanın kazanılacağını sanmıyorum, öyle değil mi?”
Martin Beck gülümsedi. Rhea’nın bu mevzuya bu kadar ciddiyetle dâhil olacağını tahmin etmeliydi.
“Hayır, pek olası görünmüyor. Ama sence savunma mı kazanmalı, Rebecka suçlu değil mi?”
“Bu soruşturma tamamen saçmalık. Dava olduğu gibi polise dönebilir, hiçbir şey doğru düzgün araştırılmamış ki. Polislerden sırf bu sebepten nefret ediyorum. Yarısı bile tamamlanmamış dosyaları savcının önüne bırakıyorlar. Savcı hindi gibi kabara kabara ortalıkta geziniyor. Üstelik esas yargılayacak olanların da tek işi öylece oturmak çünkü hem tek bildikleri bu hem de siyasi olarak bir şeye yaramıyorlar.”
Rhea birçok açıdan haklıydı. Jüri, partiden ıskartaya çıkarılanlardan ibaretti, çoğunlukla ya savcının arkadaşı oluyor ya da onlardan temelde nefret eden, iradesi güçlü hâkimlerin etkisi altında kalıyorlardı.
“Biliyorum kulağa tuhaf gelecek,” dedi Martin Beck, “ama Braxén’i hafife alıyorsun.”
Adliyeye kadarki kısa yürüyüşte Rhea birden elini tuttu. Bu nadiren ve endişeli olduğunda ya da çok gerildiği zaman yaşanırdı. Eli de diğer her şeyi gibi, güçlü ve güven vericiydi.
Buldozer onlarla aynı anda, mahkemenin başlamasından tam bir dakika önce bekleme salonuna girdi. “Vasa Caddesi’ndeki banka soygunu halledildi,” dedi nefes nefese. “Ama onun yerine iki yeni soygun daha var ve birisi…”
Gözleri Kvastmo’ya takıldı, cümlesini bitirmeden konuya girdi. “Sen eve gidebilirsin,” dedi Kvastmo’ya. “Ya da mesaine dönebilirsin. Bana bir iyilik yapmış olursun.”
Buldozer’in başından savma metoduydu bu.
“Ne?” dedi Kvastmo.
“Nöbete dön,” dedi Buldozer. “Bize orada lazımsınız.”
“Benim delil nasıldı ama? O gangster hatunun hakkından geldik, değil mi?” dedi Kvastmo.
“Evet,” dedi Buldozer. “Şahaneydin.”
Kvastmo, gangster toplumla mücadelesine diğer alanlarda devam etmek üzere oradan ayrıldı.
Mahkeme yeniden toplandı ve duruşma devam etti.
Braxén ilk tanığı olan banka müdürü Rumford Bondesson’u çağırdı. Formalite icabı sorulanların ardından yanmayan purosuyla şahidi işaret edip sorgularcasına birdenbire, “Rebecka Lind ile tanışıyor musunuz?” diye sordu.
“Evet.”
“Ne zaman tanıştınız?”
“Yaklaşık bir ay önce. Bankanın merkez şubesine bu genç hanım geldi. Üstünde bugünkü giysiler vardı ama göğsünde bir bebek taşıyordu.”
“Ve onu kabul ettiniz?”
“Evet. Birkaç dakika boş vaktim vardı, ayrıca modern genç insanlar ilgimi çeker.”
“Özellikle de kadın olanlar mı?”
“Evet. İtiraf etmekte sakınca görmüyorum.”
“Kaç yaşındasınız, Bay Bondesson?”
“Elli dokuz.”
“Rebecka Lind ne istiyordu?”
“Borç para istedi. Finansal konularda en ufak bir fikri olmadığı belliydi. Birisi ona bankalardan borç alınabildiğini söylemiş, o yüzden o da en yakındaki büyük bankaya girip müdürle konuşmak istemiş.”
“Siz ne cevap verdiniz?”
“Bankaların ticari kurumlar olduğunu, faiz ve teminat olmadan borç para yani kredi verilemeyeceğini açıkladım. O da bana bir keçi ve üç kedisi olduğunu söyledi.”
“Neden borç istiyormuş?”
“Amerika’ya gitmek için. Amerika’nın tam olarak neresine gideceğini bilmiyordu, oraya gidince ne yapacağını da bilmiyordu. Ama elinde bir adres olduğunu söyledi.”
“Başka ne dedi?”
“Ticari olmayan, sıradan insanların paraya ihtiyaç duyduklarında gidebileceği, bir banka var mı diye sordu. Ben de espriyle, Kredi Bankası ya da bugünlerdeki adıyla PK Banka’sının sahibinin devlet olduğunu, yani bu yüzden halkın olduğunu anlattım. Bu cevap ona yetmiş gibiydi.”
Borazan tanığa doğru yürüdü, puroyu göğsüne değdirdi ve, “Başka bir şey konuşuldu mu?” diye sordu.
Bay Bondesson cevap vermedi ve sonunda hâkim şöyle dedi, “Ant içtiniz, Bay Bondesson. Sizin tarafınızdan işlenen suçları ifşa eden sorulara cevap vermek zorunda değilsiniz.”
“Evet,” dedi Bondesson, bariz bir isteksizlikle. “Genç kızlar benimle ilgilenir, ben de onlarla. Ona küçük sorunlarını çözebileceğimi söyledim.”
Etrafına bakındığında Rhea Nielsen’dan yok edici bir bakış ve kâğıtlarına gömülmüş Buldozer Olsson’un kel kafasının parlamasını yakaladı.
“Rebecka Lind ne cevap verdi?”
“Hatırlamıyorum. Oradan bir sonuç çıkmadı.”
Borazan masasına döndü. Evraklarını karıştırıp şöyle dedi: “Polis sorgusunda Rebecka şu yorumları yaptığını belirtmiş: ‘Pis yaşlı adamlardan nefret ediyorum,’ ve ‘Bence iğrençsin.’” Borazan daha yüksek sesle tekrar etti: “Pis yaşlı adamlar.” Purosunu da havaya kaldırmasıyla beraber sorgunun sona erdiğini belirtmiş oldu.
“Bunun davamızla ne alakası olduğunu hiç anlamıyorum,” dedi Buldozer kafasını bile kaldırmadan.
Tanık, gururu incinmiş bir edayla kürsüden indi.
Sonra sıra Martin Beck’e geldi. Formalite icabı sorular aynıydı ama Buldozer şimdi daha ilgiliydi ve savunma makamının sorularını büyük bir dikkatle takip ediyordu.
“Dün,” dedi Borazan, hazırlık çalışmaları sona erince, “Filip Trofast Mauritzon adındaki şahsın, Yargıtay’a itiraz etme hakkının reddedildiği haberini aldım. Hatırlarsınız, Başkomiser Beck, Mauritzon on sekiz ay önce silahlı banka soygunuyla bağlantılı olarak cinayetten hüküm giymişti. Bu davadaki savcı, benim belki de o kadar bilgili olmayan arkadaşım Sten Robert Olsson’du, ki o dönemde Kraliyet Savcısı unvanını taşıyordu. Teşekküre layık bulunmayan ve ahlaki bir yük taşıyan mesleğim gereği Mauritzon’u savunma görevi bendeydi, ne de olsa bu şahıs gündelik deyişle bir ‘suçluydu’. Şimdi bir soru sormak istiyorum: Siz Başkomiser Beck, Mauritzon’un banka soygunundan suçlu olduğunu ve şu anki iddia makamındaki savcı Bay Olsson’un yürüttüğü soruşturmanın, polis açısından bakıldığında yeterli olduğunu düşünüyor muydunuz?”
“Hayır,” dedi Martin Beck.
Buldozer’in yanakları birden gömleğiyle aynı pembe tonuna bürünse de ve altın rengi deniz kızları ve hula dansözü desenleriyle dolu iğrenç kravatıyla iyice belirginleşse de, kendisi mutlu mutlu gülümseyip, “Ben de bir soru sormak istiyorum,” dedi. “Başkomiser Beck, bankadaki cinayet soruşturmasında sizin en ufak bir göreviniz var mıydı?”
“Hayır,” dedi Martin Beck.
Buldozer ellerini yüzünün önünde şaplattı ve koca bir bir tatminle gülümsedi.
Martin Beck kürsüden inip Rhea’nın yanına oturmaya gitti. Rhea’nın sarı saçlarını karıştırdı ve ona aksi aksi baktı. “Daha fazlasını bekliyordum,” dedi.
“Ben beklemiyordum,” dedi Martin Beck.
Onları izlerken Buldozer Olsson’un gözleri meraktan çılgına döndü. Gelgelelim, Borazan durumun farkında bile değil gibiydi. Topal yürüyüşüyle Buldozer’in arkasındaki pencereye gitti. Pervazda birikmiş tozun üstüne GERZEK yazdı.
Sonra şöyle dedi, “Sıradaki tanığım olarak Polis Memuru Karl Kristiansson’u çağırıyorum.”
Kristiansson içeri alındı. Polis teşkilatının kendi içinde bir sınıf sistemi olduğuna, üstlerin kafalarına göre takıldığına, kimseyi suistimal etmediklerine ama gayet rahatça astlarının hayatını cehenneme çevirebildiklerine kanaat getirmiş olan, kararsız bir adamdı.
Uzun bir bekleyişin ardından Borazan arkasını dönüp odada ileri geri yürümeye başladı. Buldozer de aynısını yaptı ama daha farklı bir tempoda. Nöbet tutan iki tuhaf nöbetçiye benziyorlardı böyle. Sonunda derin bir iç çekişle sorguya başladı Borazan.
“Bendeki bilgilere göre on beş yıldır polislik yapıyorsunuz.”
“Evet.”
“Üstleriniz sizi tembel, pek zeki olmayan ama dürüst ve genel anlamda Stockholm Polis Teşkilatı’ndaki diğer meslektaşlarınız kadar işe uygun olduğunuzu, daha doğrusu uygun olmadığınızı belirtti.”
“İtiraz ediyorum! İtiraz ediyorum!” diye bağırdı Buldozer. “Savunma makamı tanığını aşağılıyor.”
“Öyle mi?” dedi Borazan. “Mesela iddia makamının, tıpkı bir zeplin gibi, ülkenin, hatta dünyanın en ilginç ve en tumturaklı balonlarından biri olduğunu söyleseydim, bunda hiçbir hakaret içeriği bulunamazdı, değil mi? Şimdi, iddia makamı hakkında böyle bir ifadede bulunmuyorum ve tanığın durumunda, kendisinin sadece şehrimizi süsleyen diğer polisler kadar yetenekli ve zeki, tecrübeli bir polis olduğunun altını çizmekle yetiniyorum. Ben sadece bu muhteşem niteliklerini ve sağduyusunu ortaya çıkarmaya çalışıyorum.”
Rhea Nielsen dışından kahkaha attı. Martin Beck sağ elini kadının sol elinin üstüne koydu. Rhea Nielsen daha da yüksek kahkaha attı. Hâkim, izleyicilerin sessiz olması gerektiğini söyledi, sonra dönüp iki avukata sinirli bir şekilde baktı. Buldozer, Rhea’ya o kadar dikkatli baktı ki neredeyse sorgunun başını kaçıracaktı.
Öte yandan Borazan, hiçbir tepki göstermedi. “Bankaya ilk sen mi girdin?” diye sordu.
“Hayır.”
“Bu Rebecka Olsson denen kızı yakaladın mı?”
“Hayır.”
“Yani Rebecka Lind demek istedim,” dedi Borazan, birkaç kişi kıs kıs gülünce.
“Hayır.”
“Ne yaptın?”
“Diğerini yakaladım.”
“Soygun esnasında iki kız mı vardı?”
“Evet.”
“Neden?”
Kristiansson bir an derin derin düşündü. “Düşmesin diye.”
“Bu diğer kız kaç yaşındaydı?”
“Aşağı yukarı dört aylık.”
“O hâlde Rebecka Lind’i yakalayan Kvastmo’ydu?”
“Evet.”
“Bunu yaparken şiddet ya da orantısız güç kullandığını söyler miydin?”
“Savunma makamının nereye varmaya çalıştığını anlamıyorum,” diye çıkış yaptı Buldozer.
“Yani bugün az önce gördüğümüz Kvastmo…”
Borazan uzun süre kâğıtlarını karıştırdı. “İşte burada,” dedi. “Kvastmo yaklaşık doksan kilo. Bir de karate ve güreş uzmanı. Üstleri tarafından hevesli ve coşkulu bir adam olarak tarif ediliyor. İfadeyi yazan Komiser Norman Hanson, Kvastmo’nun görevdeyken sıklıkla fazla coşkuya kapıldığını ve onun tarafından gözaltına alınan çoğu kişinin, Kvastmo’nun şiddet uyguladığından şikâyetçi olduğunu belirtiyor. Ayrıca Kenneth Kvastmo’nun defalarca azar yediği belli. Kendini ifade etme yeteneği de pek ahım şahım sayılmaz.”
Borazan belgeyi elinden bıraktı. “Tanık artık Kvastmo’nun şiddet uygulayıp uygulamadığı hakkındaki soruya cevap verebilir mi?”
“Evet,” dedi Kristiansson. “Öyle denebilir.” Tecrübeleri sayesinde, görevi konusunda yalan söylememeyi, en azından çok fazla ve çok sık yalan söylememeyi öğrenmişti. Ayrıca Kvastmo’dan hoşlanmıyordu.
“Yani çocuğu sen korudun?”
“Evet, mecburdum. Kız bebeği göğüs askısı gibi bir şeyde taşıyordu ve Kvastmo bıçağı elinden alırken kız neredeyse bebeği yere düşürüyordu.”
“Rebecka herhangi bir direniş gösterdi mi?”
“Hayır. Ben çocuğu ondan alınca sadece, ‘Dikkat et, yere düşürme!’ dedi.”
“Gayet açık ve net görünüyor,” dedi Borazan. “Bu şiddet kullanma olayına daha sonra geri döneceğim. Onun yerine şimdi başka bir mesele hakkında soru sormak istiyorum…”
“Evet,” dedi Kristiansson.
“Bankanın parasını korumakla ilgilenen özel birimden hiç kimse olay yerine gelmediğinden,” dedi Borazan ve durup savcıya sert bir bakış fırlattı.
“Biz gece gündüz çalışıyoruz,” dedi Buldozer, “o kadar işin arasında bu, önceliklerimizden değildi.”
“Yani iç soruşturmayı tesadüfen orada hangi polis bulunuyorsa o yaptı,” dedi Borazan. “Veznedarla kim konuştu?”
“Ben,” dedi Kristiansson.
“Ne dedi peki?”
“Kızın askıda bebeğiyle bankoya geldiğini, omzundaki çantayı mermerin üstüne koyduğunu söyledi. Veznedar bıçağı hemen görmüş, böylece parayı torbaya doldurmaya başlamış.”
“Rebecka bıçağı çıkarmış mı?”
“Hayır, kemerine sıkıştırmış. Arka tarafında duruyormuş.”
“O zaman veznedar bu bıçağı nasıl görmüş?”
“Bilmiyorum. Evet tabii, Rebecka arkasını dönünce görmüş ve o zaman çığlık atmış, ‘Bıçak, bıçak, kız bıçaklı!’”
“Çakı mıydı yoksa hançer mi?”
“Hayır, küçük bir mutfak bıçağına benziyordu. Evlerde kullanılan cinsten.”
“Rebecka veznedara ne demiş?”
“Hiçbir şey. En azından hemen değil. Sonra gülmüş ve ‘Borç almanın bu kadar kolay olduğunu bilmiyordum,’ demiş. Sonra da, ‘Bir makbuz filan bırakmam lazım herhâlde,’ demiş.”
“Paralar yere saçılmış, değil mi?” dedi Borazan. “Bu nasıl oldu?”
“Eh, Kvastmo orada dikilmiş, kızı sıkı sıkı tutuyordu, biz de destek kuvvetin gelmesini bekliyorduk. Sonra veznedar eksik var mı diye paraları saymaya başladı ve Kenneth, ‘Dur, bu yasa dışı,’ diye bağırmaya başladı.”
“Sonra ne oldu?”
“Sonra da, ‘Karl, kimsenin dokunmasına izin verme,’ dedi. Ben kucağımda çocuğu tutuyordum, bu yüzden torbanın sapından tekini tutabildim, yanlışlıkla torbayı yere boca ettim. Çoğu küçük paraydı, her yere uçuştular. Sonra başka bir devriye arabası geldi. Çocuğu onlara verdik, tutukluyu da Kungsholm’daki emniyete götürdük. Arabayı ben kullandım, Kenneth de arka koltukta kızın yanına oturdu.”
“Arka koltukta bir sıkıntı yaşandı mı?”
“Evet, biraz. Önce kız ağlayıp bebeği ne yaptığımızı sordu. Sonra Kvastmo ona kelepçe takmaya çalışınca daha çok bağırıp ağladı.”
“Sen bir şey dedin mi?”
“Evet, kelepçeye gerek olmadığını söyledim. Kvastmo zaten cüsse olarak onun iki katıydı ve kız direnmiyordu.”
“Arabada başka bir şey dedin mi?”
Kristiansson birkaç dakika sessiz durdu. Borazan da suspus bekledi.
Kristiansson üniforma pantolonuna baktı, suçluluk duyuyordu. Sonra konuşmaya başladı; “Dedim ki, ‘Ona vurma, Kenneth.’”
Gerisi çok basitti. Borazan ayağa kalkıp Kristiansson’a gitti. “Kenneth Kvastmo genellikle gözaltına aldığı insanlara vurur mu?”
“Daha önce oldu.”
“Kvastmo’nun omuz askısını ve kopuk düğmesini gördün mü?”
“Evet. Bahsetti. Karısı hiçbir şeyi tamir edemiyormuş.”
“Bu ne zaman oldu?”
“Bir gün önce.”
“Tanık savcınındır,” dedi Borazan kibarca.
Buldozer, Kristiansson ile göz göze geldiğinde uzun süre gözlerini ayırmadı. Aptal polisler yüzünden kaç tane dava rezil olmuştu? Ve kaç davayı böyle kurtarmıştı?
“Sorum yok,” dedi Buldozer hafifçe. Sonra laf arasında ekler gibi, “İddia makamı, polis memuruna saldırı suçlamasını geri alıyor,” dedi.
Arkasından şöyle oldu; Braxén ara talep etti, ilk purosunu yaktı ve tuvalete gitti. Burada oldukça uzun bir süre kaldı. Bir süre sonra geri dönüp ayakta Rhea Nielsen ile konuştu.
“Ne tür kadınlarla takılıyorsun böyle?” diye sordu Buldozer Olsson, Martin Beck’e. “Önce mahkemede duruşmanın ortasında bana kahkahalarla gülüyor, şimdi de orada dikilmiş, Borazan ile sohbet ediyor. Herkes Borazan’ın ağız kokusunun bir orangutanı bile yirmi metre öteden bayıltabileceğini bilir.”
“İyi kadınlarla takılıyorum,” diye cevap verdi Martin Beck. “Daha doğrusu, bir tane esaslı, iyi bir kadınla.”
“Ah, demek tekrar evlendin? Ben de. Hayatım düzene giriyor böyle.”
Rhea yanlarına geldi. “Rhea,” dedi Martin Beck, “tanıştırayım, başsavcı Bay Olsson.”
“Görüyorum.”
“Herkes ona Buldozer der.” Olsson’a döndü. “Bence senin dava kötü gidiyor.”
“Evet, yarısı çöktü,” dedi Buldozer. “Ama kalanını kurtarırım. Bir şişe viskisine iddiaya var mısın?”
Tam o anda başlamak için duyuru yapıldığında Buldozer Olsson salona koştu.
Savunma makamı ikinci tanığı olan elli yaşlarında, yanık tenli Hedy-Marie Wirén adındaki kadını çağırdı.
Borazan kâğıtlarını düzenledi, sonunda doğru belgeyi bulduğunda şöyle dedi; “Rebecka okulda pek başarılı değildi. On altı yaşında, not ortalaması liseye girişe yetmeyecek kadar düşük olduğu için okulu bıraktı. Ama bütün derslerde mi başarısızdı?”
“Benim dersimde iyiydi,” dedi tanık. “Hatta en iyi öğrencilerimden biriydi. Orijinal bir sürü fikri vardı, özellikle sebze ve doğal besinler konusunda. Şu anki beslenme şeklimizin yanlış olduğunun farkındaydı, süpermarketlerde satılan yiyeceklerin çoğunun öyle ya da böyle zehir içerdiğini biliyordu. Rebecka çok genç yaşta sağlıklı bir yaşam biçiminin önemini kavramıştı. Kendi sebzelerini yetiştiriyordu ve doğanın sunduklarını toplamaya her zaman hazırdı. O yüzden belinde hep bir bahçe bıçağı taşırdı. Ben Rebecka ile çok sohbet etmişimdir.”
“Biyodinamik turplar hakkında mı?” diye esnedi Borazan.
“Birçok şey hakkında. Ama şunu söylemek isterim ki Rebecka sağlam bir çocuktur. Akademik eğitimi olmayabilir ama bu onun kendi seçimiydi. Beynini gereksiz şeylerle doldurmak istemiyordu. Onun ilgisini çeken tek şey doğayı bu tahribattan kurtarmaktı. Toplumu bu kadar anlaşılmaz ve toplum liderlerini suçlu ya da akılsız bulmak dışında siyasetle ilgisi yoktu.”
“Başka sorum yok,” dedi Borazan. Bu noktada sıkılmış gibiydi, artık eve gitmek haricinde bir ilgisi kalmamıştı.
“Şu bıçak konusuna gelirsek,” dedi Buldozer, birden yerinden fırlayarak. Hâkimin önündeki masaya yürüyüp bıçağı aldı.
“Sıradan bir bahçıvan bıçağı,” dedi Hedy-Marie Wirén. “Her zaman taşıdığı bıçak. Herkesin görebileceği üzere sap kısmı eskimiş ve alet çok kullanılmış.”
“Ama tehlikeli sayılabilir,” dedi Buldozer.
“Kesinlikle katılmıyorum. O bıçakla bir serçeyi bile öldürmeye kalkışmazdım. Rebecka’nın şiddete karşı tamamen negatif bir tutumu vardır. İnsanların neden şiddet gösterdiğini anlamaz ve tokat atmak bile aklının ucundan geçmez.”
“Yine de, ben bunun tehlikeli bir silah olduğunda ısrarcıyım,” dedi Buldozer, bahçıvan bıçağını şöyle bir savurarak.
Ancak kendi de tam olarak buna inanmış değildi ve tanığa gülümsemesine rağmen, kadının sıradaki yorumunu o meşhur mizah anlayışıyla kabullenebilmek için tüm iyi niyetini toplamak zorunda kaldı.
“O hâlde ya kötü bir insansınız ya da aptalsınız, ısrarcı olmanız bunu gösteriyor,” dedi tanık. “Sigara içiyor musunuz? Ya da içki?”
“Başka sorum yok,” dedi Buldozer.
“Sorgulama kısmı artık bitti,” dedi hâkim. “Kimlik soruşturması ve son savunmaya geçmeden önce sorusu olan var mı?”
Topallayarak ve dudaklarını birbirine çarpıtarak kürsüye yaklaştı Braxén.
“Kimlik soruşturmaları nadiren rutin yazılardan öteye geçebiliyor, sırf yazara elli kronluk ya da her ne kadarsa, yevmiyesini kazandırmak için yapılan bir şey. O yüzden ben, Rebecka Lind’e birkaç soru sormak istiyorum, umarım bana katılan sorumluluk sahibi başka insanlar da vardır.”
İlk kez sanığa döndü. “İsveç Kralı’nın adı nedir?”
Buldozer bile şaşırmıştı.
“Bilmiyorum,” dedi Rebecka Lind. “Bilmek zorunda mıyım?”
“Hayır,” dedi Borazan. “Değilsin. Başbakan’ın adını biliyor musun?”
“Hayır. O kim ki?”
“Hükümetin başı ve ülkenin en ileri gelen politikacısı.”
“O zaman kötü bir adamdır,” dedi Rebecka Lind. “Skåne’deki Barsebåck’ta bir nükleer santral kurduğunu biliyorum, Kopenhag merkezinden yirmi beş kilometre ötede. Çevreye verilen hasarın suçlusu hükümet diyorlar.”
“Rebecka,” dedi Buldozer Olsson daha dostça bir tavırla, “Başbakan’ın adını bile bilmezken nükleer santral gibi şeyleri nereden biliyorsun?”
“Arkadaşlarım böyle konularda konuşur ama kimse siyasetle ilgilenmez.”
Borazan herkesin bunu düşünmesine vakit tanıdı. Sonra şöyle dedi; “Banka müdürüyle görüşmeye gitmeden önce, maalesef adını şimdilik, hatta herhâlde sonsuza dek unuttum, daha önce bir bankanın içine girmiş miydin hiç?”
“Hayır, hiç.”
“Neden?”
“Neden gireyim? Bankalar zenginler içindir. Ben ve arkadaşlarım asla öyle yerlere gitmeyiz.”
“Yine de sen gittin işte,” dedi Borazan. “Neden?”
“Çünkü paraya ihtiyacım vardı. Bir arkadaşım bankadan borç para alabileceğimi söyledi. Sonra o iğrenç banka müdürü, halka ait bankalar var, oralardan borç alabilirsin deyince belki oraya sorarım diye düşündüm.”
“Böylece PK Bank’a gittin, ciddi ciddi onlardan borç para alabileceğini sanıyordun yani?”
“Evet, ama o kadar kolay olmasına çok şaşırdım. Ne kadar paraya ihtiyacım olduğunu söylemeye bile vakit bulamadım.”
Şimdi savunma makamının amacını anlayan Buldozer, aceleyle araya girdi. “Rebecka,” dedi, ağzı kulaklarına vararak, “benim anlayamadığım birkaç nokta var. Bugünkü kitle iletişim araçlarıyla beraber, bir insan topluma dair en basit gerçekleri bile öğrenmekten nasıl kaçınabilir?”
“Senin toplumun, benim toplumum değil,” dedi Rebecka Lind.
“Yanılıyorsun, Rebecka,” dedi Buldozer. “Bu ülkede hep birlikte yaşıyoruz ve iyi ya da kötü hakkında karşılıklı sorumluluk taşıyoruz. Fakat ben bir insanın radyoda ve televizyonda söylenenleri işitmekten nasıl uzak durabildiğini, gazetelerde yazanları nasıl tamamen kaçırdığını öğrenmek istiyorum.”
“Radyom ya da televizyonum yok, gazetede sadece astroloji bölümünü okurum.”
“Ama dokuz yıl okula gittin, değil mi?”
“Orada da bize bir sürü saçmalık öğretmeye çalıştılar. Dinlemedim.”
“Ama para,” dedi Buldozer, “para herkesin ilgi duyduğu bir şeydir.”
“Benim değil.”
“Peki geçinecek parayı nereden buldun?”
“Devlet yardımı. Zaten çok paraya ihtiyacım yoktu. Şimdiye kadar.”
Hâkim arkasından kimlik soruşturmasını okudu, Braxén’in tahmin ettiği kadar eksik değildi ama.
Rebecka Lind, 3 Ocak 1956 yılında doğmuş, alt orta sınıf bir ailede büyümüştü. Babası küçük bir inşaat firmasında ofis yöneticisiymiş. Evlerinde koşullar iyiymiş ancak Rebecka çok erken yaşta anne babasına karşı gelmeye başlamış ve bu isyanı on altı yaşındayken iyice artmış. Okulla hiç alakası yokmuş ve on birinci sınıftan sonra okulu terk etmiş. Öğretmenleri onun bilgi seviyesinin oldukça düşük olduğunu belirtmişler. Zekâsı yeterli olmasına rağmen, tavırları garip ve gerçeklerden kopukmuş. İş bulamamış ve bulmaya da çalışmamış. On altı yaşındayken evdeki hayatı iyice zorlaştığı için ailesinin yanından taşınmış. Sorguya alan kişi sorduğunda, babası bunun herkes için en hayırlısı olduğu cevabını vermiş çünkü anne babasının, onları bu kadar hayal kırıklığına uğratmayan başka çocukları da varmış.
Rebecka ilk önce köyde bir kulübede yaşamış, burası bir arkadaşınınmış ama uzun bir süreliğine ona verilmiş. Stockholm’un güneyinde tek oda daireye taşındığı zaman bile Rebecka burada kalabilmiş. 1973 yılının başında Jim Cosgrave adlı bir Amerikan asker kaçağı ile tanışıp onun yanına taşınmış. Rebecka çok geçmeden hamile kalmış, kendi seçimiymiş bu ve Ocak 1974’te kızı Camilla’yı doğurmuş. Cosgrave işe girmek istemiş fakat uzun saçlı olduğu ve yabancı olduğu için iş bulamamış. İsveç’te geçirdiği yıllar boyunca yapabildiği tek iş, Fin feribotlarından birinde bir yaz iki haftalığına bulaşıkçılıkmış. Üstelik Amerika’ya geri dönmek istiyormuş. İş tecrübesi varmış ve memleketine geri döndüğü zaman kendisi ve ailesi için düzenli bir hayat kurmakta zorlanmayacağını düşünüyormuş.
Şubat ayının başında Cosgrave, Amerika Birleşik Devletleri Konsolosluğuyla iletişime geçip bazı garantiler sağlanırsa, ülkesine dönmeye gönüllü olduğunu beyan etmiş. Konsolosluk onu bir an önce ülkesine götürmek istemiş ve alacağı cezanın formaliteden ibaret olduğunu söylemişler.
Cosgrave, 12 Şubat günü uçakla Amerika’ya dönmüş. Rebecka da, erkek arkadaşının anne babası para yardımı yapacaklarına söz verince, mart ayında onun peşinden gitmeyi planlıyormuş fakat aylar geçmiş, Cosgrave’den hiç ses çıkmamış. Rebecka sosyal hizmetler binasına gitmiş ama Cosgrave yabancı olduğu için yapacakları bir şey olmadığını söylemişler. O zaman Rebecka tek başına Amerika’ya gitmeye ve neler olduğunu anlamaya karar vermiş. Para bulmak içinse bankadan medet ummuş, sonucu ortada.
Kimlik soruşturması genel hatlarıyla olumluydu. Rebecka’nın harika bir anne olduğunu, hiçbir zaman kötü eylemlerde bulunmadığını ya da suça meyilli davranışlar sergilemediğini gösteriyordu. Oldukça dürüsttü fakat dünya hakkında gerçek dışı bir tutuma sahipti ve ciddi saflık emareleri gösteriyordu. Cosgrave de kısa bir değerlendirmeden geçti. Arkadaşlarına göre, sorumluluklarından kaçmaya çalışmayan, bir yaşam gayesi olan bir delikanlıymış ve Amerika Birleşik Devletleri’nde kendisi ve ailesi için bir istikbal olduğuna inanıyormuş.
Buldozer Olsson şimdi kendi değerlendirmesini yapmak için ayağa kalktı.
Rhea gözlerini kısarak onu gözlemledi. Umutsuz kılığı bir yana, öz güveni yüksek ve yaptığı işe dört elle sarılan bir adamdı. Borazan’ın savunma hattını görmüştü ve bunların etkisi altına girmeye hiç niyeti yoktu. Onun yerine kendini basitçe ve kısaca ifade etti, ilk argümanına sadık kaldı. Göğsünü şişirdi, daha doğrusu göbeğini. Temizlenmemiş kahverengi ayakkabılarına baktı ve yumuşak bir sesle söze başladı.
“Değerlendirmemi, kanıtlanmış gerçekleri yinelemekle sınırlandırmak isterim. Rebecka Lind, PK Bank’a gitti, bıçaklıydı ve ganimetlerini doldurmayı planladığı omuz askılı çantası vardı. Benzer türdeki banka soygunları hakkında uzun deneyimlerimden sonra -hatta bu yıl yüzlercesi yaşandı- Rebecka’nın belli bir kalıba uygun davrandığına inanıyorum, gerçi tecrübesizliği onun hemen yakalanmasına neden olmuş. Şahsen sanık için üzülüyorum, hem çok genç, hem de böylesi ciddi bir suçu işleyebileceğine inanmış. Aynı zamanda yasalara olan saygım, beni koşulsuz hapis cezası talep etmeye mecbur tutuyor. Bu mahkemede sunulan deliller tartışmaya açık değildir. Hiçbir tartışmayla ortadan kaldırılamaz.”
Buldozer kravatını yokladı, sonra şu sonuca bağladı: “Davamı bu şekilde mahkemenin onayına sunuyorum.”
“Savunma makamı son savunmaya hazır mıdır?” diye sordu hâkim.
Borazan bir nebze bile hazır değildi. Belgelerini düzenlemeden bir araya getirip derledi, yanmamış purosuna şöyle bir baktı, sonra cebine koydu. Mahkeme salonunda etrafına baktı, herkesi tek tek süzdü, sanki onları daha önce hiç görmemişti. Sonra ayağa kalktı ve hâkimin önünde topallayarak volta attı.
Sonunda şöyle dedi; “Zaten belirttiğim üzere, sanık kürsüsüne ya da sandalyesine mi demeliyim, oturtulmuş bu genç kız masumdur ve onu savunmak adına yapılacak bir konuşma tamamen gereksizdir. Yine de birkaç söz söylemeliyim.”
Herkes Borazan’ın ‘birkaç söz’le neyi kastettiğini anlamak için gergince ona döndü.
Borazan ceketinin düğmesini açtı, rahatlayıp geğirdi, tüm midesini dışarı çıkarmıştı. “İddia makamının da belirttiği üzere, bu ülkede birçok banka soygunu yaşanıyor. Kamuoyunda yaygın bir şekilde duyuluyor, aynı zamanda polis de engel olmak için oldukça ciddi bir şekilde çalışıyor ve tüm bunlar hem savcıyı meşhur etti, hem de genel bir histeriye yol açtı.”
Borazan durup bir an gözlerini yere dikerek, muhtemelen konsantre olmaya çalışarak bekledikten sonra kaldığı yerden devam etti.
“Toplum Rebecka Lind’e ne yardım ediyordu ne de Rebecka bu toplumdan hazzediyordu. Ne okul, ne kendi anne babası, ne de ondan büyük jenerasyon ona destek olmuştu. Hâlihazırdaki hükümet sistemiyle ilgilenme zahmetine girmediği için kimse onu suçlayamaz. Birçok gencin aksine, iş bulmaya çalıştığı hâlde ona iş yok deniyor. Şu anda yeni jenerasyona neden iş olmadığının sebeplerini sıralamaya girişmek içimden gelse de bunu yapmayacağım.
“Her hâlükârda, kendini sonunda zor bir durumda bulunca bankadan medet umuyor. Bankaların nasıl işlediği hakkında hiçbir fikri yok ve yanlış bir biçimde PK Bank’ın daha az kapitalist olduğu ya da sahiden sahibinin halk olduğu sonucuna varıyor.
“Bankadaki veznedar Rebecka’yı görür görmez, kızın hemen banka soymaya geldiği çıkarımına varıyor, kısmen böyle bir insanın bankada ne aradığını kavrayamadığından, kısmen de son günlerde banka çalışanlarına yüklenen sayısız talimatın altında ezilmiş olduğundan böyle hareket ediyor. Hemen alarm düğmesine basıyor ve parayı kızın tezgâha koyduğu çantaya doldurmaya başlıyor. Sonra ne oluyor? Eh, başsavcının meşhur polislerinden biri yerine, çünkü onların böyle ufak tefek davalara ayıracak vakti yok, devriye arabasında gezen iki üniformalı polis geliyor. İçlerinden biri, kendi kelimeleriyle, kızın üstüne panter gibi atlarken, diğeri bütün paraları yere saçmayı beceriyor. Bu katkısının yanı sıra veznedarı da sorguya çekiyor. Bu sorgulamadan çıkan sonuç da şu oluyor: Rebecka banka personelini tehdit etmemiş ve para talep etmemiş. Bütün olay bir yanlış anlaşılmadan ibaretmiş. Bu kız safça davranmış ama bildiğiniz üzere, bu bir suç değildir.”
Borazan topallayarak kendi masasına yürüdü, belgelerini inceledi ve sırtı hâkimle jüriye dönükken şöyle dedi, “Rebecka Lind’in serbest bırakılmasını, hakkında iddia edilen suçlamanın geri çekilmesini ve suçlamanın geçersiz kabulünü talep ediyorum. Başka bir suçlama yapılması mümkün değildir çünkü en ufak bir sağduyusu olan herkes, bu genç kızın suçlu olmadığını ve başka bir hüküm verilemeyeceğini görebilir.”
* * *
Mahkemenin karara varması kısa sürdü. Yarım saatten kısa süre içinde sonuç bildirildi.
Rebecka Lind özgürdü ve hemen serbest bırakıldı. Öte yandan, suçlamalar geçersiz sayılmadı, yani savcı temyize gidebilirdi. Jüri üyelerinden beşi serbest bırakılmasını, ikisi bırakılmamasını oylamıştı. Hâkim suçlanması gerektiğini önermişti.
Mahkeme salonundan ayrılırlarken Buldozer Olsson, Martin Beck ve Rhea’nın yanına geldi. “Gördünüz ya? Biraz elinizi çabuk tutsaydınız o viskiyi kazanacaktınız.”
“Temyize gidecek misin?”
“Hayır. Sence bütün gün Yargıtay’da oturup Borazan’la tartışmaktan başka yapacak işim yok mu? Böyle bir dava için hem de?” Aceleyle uzaklaştı.
Borazan da yanlarına geldi, topallaması iyice kötüleşmişti. “Geldiğin için teşekkürler,” dedi. “Çoğu kişi bunu yapmazdı.”
“Ne yapmaya çalıştığını anlamıştım,” dedi Martin Beck.
“Sorun bu zaten,” dedi Braxén. “Birçok kişi ne yapmaya çalıştığını anlar ama kimse gelip destek vermez.”
Borazan düşünceli düşünceli Rhea’ya bakarken purosunun tepesini kopardı.
“Ara verildiği esnada Bayan… Bayan… şeyle ilginç ve çok faydalı bir konuşma yaptım.”
“Adı Nielsen,” dedi Martin Beck. “Rhea Nielsen.”
“Teşekkürler,” dedi Borazan sıcak bir şekilde. “Bazen sırf şu isim olayı yüzünden mi bir sürü dava kaybediyorum diye merak etmiyor değilim. Neyse, Bayan Nilsson hukuk okumalıymış. On dakika içinde koca davayı analiz etti ve savcının aylarca uğraşsa beceremeyeceği hızda özet geçti.”
“Mmm,” dedi Martin Beck. “Buldozer temyize gitmek isterse, üst mahkemede kaybetme ihtimali daha düşük.”
“Eh,” dedi Borazan, “rakibinin ruhsal durumunu da göz önüne almak zorundasın. Ama Buldozer daha başta kaybetmişse, temyize gitmez.”
“Neden?” diye sordu Rhea.
“Hiçbir şeye vakti olmayan, çok meşgul bir adam olduğu imajını kaybeder. Zaten bütün savcılar Buldozer’in genelde olduğu kadar başarılı olsa, ülke nüfusunun yarısı kendini hapiste bulurdu.”
Rhea suratını buruşturdu.
“Tekrar teşekkürler,” dedi Borazan ve topallayarak uzaklaştı.
Martin Beck düşüncelere dalarak adamın gidişini izledikten sonra Rhea’ya döndü. “Nereye gitmek istersin?”
“Eve.”
“Seninki mi, benimki mi?”
“Seninki. Uzun zaman oldu.”
Uzun zamanla kastettiği tamı tamına dört gündü.
4
Martin Beck, Eski Şehir’deki Köpman Caddesi’nde oturuyordu. Burası, Stockholm’ün merkezine çok yakındı. Bina bakımlıydı, hatta asansörü bile vardı ve Saltjöbaden ya da Djursholm’da villaları, koca koca bahçeleri ve havuzları olan züppeler hariç, herkes burayı bir apartman dairesi olarak ideal bulurdu. Martin Beck burayı bulduğu için çok şanslıydı ve en ilginci de rüşvet ya da hileyle tutmamış olmasıydı, yani bugünlerde polisin önüne serilen ayrıcalıklardan faydalanmamıştı. Bu şans, karşılığında ona on sekiz yıllık mutsuz bir evliliği bitirme gücü de vermişti.
Sonra yine şansı yaver gitmemişti. Bir buçuk yıl sonra, manyak bir adam tarafından bir çatının tepesinde göğsünden vurulmuştu, tam hastaneden çıktığında ortada kalmıştı, çalışmaktan sıkılmıştı ve meslek hayatının kalanını bir döner sandalyede, duvarları meşhur ressamların tablolarıyla, yerleri ise halıfleksle kaplı bir odada oturup geçirme düşüncesinden ürküyordu.
Ancak artık bu risk asgariye inmişti. Polis teşkilatının üst düzey yetkilileri, onun tam manasıyla deli olmasa da, birlikte çalışılması zor biri olduğuna kanaat getirmişti. Martin Beck, Milli Emniyet Müdürlüğü’nde Cinayet Büro Şefi olmuştu ve bu eski ama etkili organizasyon yıkılana kadar da orada kalacaktı.
İronik bir biçimde, bu etkili çalışmaları Ekip’in eleştirilmesine sebep oluyordu. Kimileri Ekip’in müthiş başarı oranını, diğerlerine nazaran daha az sayıdaki dosyalarla ilgilenen personelin fazla iyi olmasına bağlıyordu.
Ayrıca üst kademelerde Martin Beck’ten şahsen hoşlanmayan insanlar vardı. Hatta onlardan biri, Martin Beck’in ülkenin en iyi polislerinden biri olan Lennart Kollberg’i teşkilattan dalavereyle istifaya zorladığını ve onun Askeri Müze’de yarı zamanlı tabanca tasnif uzmanı olarak işe girmesine sebep olduğunu, zavallı karısının da aileyi geçindirmek zorunda kaldığını herkese duyurmuştu.
Martin Beck nadiren sinirlenirdi ama bu zırvalığı duyunca bahsi geçen kişiye gidip çenesine bir tane indirmek istemişti. Gerçek şuydu ki, Kollberg’in istifa etmesinden herkes kazançlı çıkmıştı. Kollberg hem tatsız bir işten kurtulmuştu, hem de ailesiyle daha çok vakit geçirebiliyordu, karısı ve çocukları onu görmeyi bin kat yeğlerdi. Kazançlı çıkan bir başka kişiyse Kollberg’in yerine geçen ve böylece, hayattaki en büyük hayaline, yani emniyet müdürü olmaya giden yolda daha fazla kredi toplayacak olan Benny Skacke’ydi. Ayrıca bir de Milli Emniyet Müdürlüğü’nden bazı insanların da işine gelmişti bu. Bunlar Kollberg’in iyi bir polis olmasına rağmen ‘baş belası’ olmasını ve ‘başlarına zorluk çıkarmasını’ asla hazmedemeyenlerdi. Aslında Kollberg’i özleyen tek kişi vardı, o da Martin Beck’in kendisiydi.
İki yıl önce Martin Beck hastaneden çıktığında daha kişisel sorunlarla karşı karşıya kalmıştı. Kendini daha önce hiç hissetmediği kadar yalnız ve hayattan kopmuş hissediyordu. Meşgul olsun diye terapi niyetine eline verilen dosya, dedektiflik hikâyelerinden fırlamış gibiydi. Kilitli bir odayla ilgiliydi ve soruşturma kafaları bulandırmış, sonuç tatmin edici olamamıştı. Martin Beck sıklıkla o kilitli odada oturanın, o sıkıcı ceset değil de kendisi olduğunu hissetmişti.
Katili bulmuştu, gerçi Buldozer Olsson devamında açılan davada, bu sanığı bir banka soygunuyla bağlantılı bir cinayetten suçlamayı tercih etmişti. Aslında adam o cinayette tamamen masumdu. Braxén’in sabah bahsettiği dosya da buydu. O günden beri Martin Beck’e Buldozer ile ilişki kurmak biraz zor geliyordu, çünkü tüm olay kasti biçimde manipüle edilmişti fakat aralarındaki ilişki o kadar fena değildi. Martin Beck bundan dolayı kin tutmuyordu ve Buldozer’le konuşmayı seviyordu, gerçi bugün erken saatlerde yaptığı gibi savcının çanına ot tıkamak da hoşuna gitmişti.
Yaşadığı şansızlık sonucu yine şans yüzüne gülmüştü. Karşısına Rhea Nielsen çıkmıştı. Martin Beck onunla tanıştığında kadından etkilendiğini ilk on dakikada fark etmişti ve kadın da ona olan ilgisini saklamaya çalışmamıştı. Belki de Martin Beck için en başından en anlamlı olan, hem ne demek istediğini anlayan biriyle iletişim kurmak, hem de niyeti gayet net olan, onu yanlış anlamayan ve zorluk çıkarmayan biriyle birlikte olmaktı.
İlişkileri böyle başlamıştı. Sık sık buluşmaya başlamışlardı ama sadece Rhea’nın evinde. Rhea Nielsen, Tule Caddesi’nde bir apartmanın sahibiydi, son bir yıldır ağırlıklı olarak orayı bir çeşit komün gibi yönetiyordu.
Rhea Nielsen, Köpman Caddesi’ndeki eve gelene kadar haftalar geçmişti. O akşam yemek pişirmişti çünkü iyi yemek, onun en büyük ilgi alanıydı. Yine aynı akşam başka ilgileri olduğunu açık etmişti ve ilgileri aşağı yukarı benzerdi.
Güzel bir akşam geçirmişlerdi. Martin Beck için belki de gelmiş geçmiş en güzel akşamdı.
Sabah birlikte kahvaltı etmişlerdi, Martin Beck onun giyinmesini izlerken sofrayı hazırlamıştı. Onu daha önce defalarca çıplak görmüştü fakat gözünün bu konuda asla doymayacağını hissetmişti. Rhea Nielsen güçlü ve iri yapılıydı. Biraz tıknaz denebilirdi ama son derece uyum içinde bir vücudu vardı. Yüz hatlarının orantısız olduğu söylenebilirdi ama bu ona özel bir hava katıyordu. Martin Beck’in en çok sevdiğiyse birbirinden alakasız beş şeydi; kararlı bakan mavi gözleri, düz yuvarlak göğüsleri, açık-kahve iri meme uçları, bacak arasındaki açık renk tüyler ve ayakları.
Rhea çatlak sesle kahkaha attı. “Sen izlemene bak,” dedi. “Bazen izlenilmek de hoşuma gidiyor.” Külotunu giydi.
Sonrasında çay, kızarmış ekmek ve marmelattan oluşan kahvaltılarını ettiler. Rhea düşünceli görünüyordu, Martin Beck sebebini biliyordu.
Birkaç dakika sonra Rhea Nielsen, “Bu şahane gece için teşekkürler,” diyerek ayrıldı.
“Asıl ben teşekkür ederim.”
“Sonra ararım,” dedi Rhea. “Çok zaman geçti dersen, o zaman sen ararsın.” Gene düşünceli ve sıkıntılı göründü, sonra kırmızı sabolarını giyip hızlı hızlı, “Hoşça kal. Tekrar teşekkürler,” dedi.
Martin Beck o gün boştu. Rhea çıktıktan sonra duş aldı, bornozunu giyip yatağa uzandı. Hâlâ canı sıkkındı. Ayağa kalkıp aynada kendine baktı. Kırk dokuz yaşında göstermiyordu, doğruydu ama aynı zamanda bu yaşta olduğu da gerçekti. Görebildiği kadarıyla, yüz hatları yıllardır değişmemişti. İnce ve uzundu, hafif sarı tenli ve geniş çeneli bir adamdı. Saçları kırlaşmamıştı. Şakaklarında seyrelme yoktu.
Yoksa bunların hepsi bir illüzyon muydu? Sırf Martin Beck böyle olmak istiyor diye?
Tekrar yatağa döndü, sırtüstü uzanıp ellerini ensesinde bağladı.
Hayatının en güzel saatlerini yaşamıştı. Aynı zamanda çözümü olmayan bir problem yaratmıştı. Rhea ile yatmak muhteşemdi. Ama gerçekte nasıl biriydi? Martin Beck bunu kelimelere dökmek istediğinden emin değildi ama belki de dökmeliydi. Tule Caddesi’ndeki evde birisi bir defasında onun için ne demişti? Yarı kız, yarı kabadayı?
Aptalcaydı ama bir şekilde uyuyordu.
Dün gece nasıldı?
Martin Beck’in hayatındaki en iyi geceydi. Cinsel anlamda yani. Ama o alanda fazla tecrübesi yoktu zaten.
Rhea nasıldı? Martin Beck cevap vermek zorundaydı. Esas soruya gelmeden önce.
Rhea bunu eğlenceli bulmuştu. Bazen kahkahalarla gülmüştü. Bazen de Martin Beck onun ağladığını düşünmüştü.
Şimdiye kadar iyiydi ancak Martin Beck başka bir noktaya takıldı.
Bu iş yürümezdi.
Bu ilişkide karşıt birçok nokta vardı.
Ben ondan on üç yaş büyüğüm. İkimiz de boşanmış insanlarız.
Çocuklarımız var, hoş benimkiler büyüdü, Rolf on dokuz, Ingrid de yirmi üçe yakın ama onunkiler hâlâ küçük sayılır.
Ben altmış yaşında emekli olmaya hazırlanırken Rhea daha kırk yedi olacak.
Bu ilişki yürümez.
* * *
Martin Beck onu aramadı. Günler geçti. O gecenin üstünden bir haftayı aşkın zaman geçerken sabahın yedi buçuğunda telefonu zır zır çaldı.
“Selam,” dedi Rhea.
“Selam. Geçen hafta için teşekkürler.”
“Ben de teşekkür ederim. Meşgul müsün?”
“Hayır.”
“Tanrım, polis dediğin meşgul olmalı,” dedi Rhea. “Çalışmaya ne zaman vakit ayırıyorsunuz?”
“Benim taraf şu anda sakin bir dönemde. Ama şehre inersen orası ayrı.”
“Teşekkürler, sokakların hâlinden haberim var.”
Kısa bir an durdu, çatlak sesle öksürdü, sonra şöyle dedi, “Konuşma zamanı geldi sanırım?”
“Sanırım.”
“Tamam. Ne zaman istersen çıkıp gelirim. Senin evinde olması en iyisi.”
“Belki sonrasında çıkıp bir şeyler yeriz,” dedi Martin Beck.
“Evet,” dedi Rhea tereddütle, “yiyebiliriz. Bu günlerde sabolarla restorana gidiliyor mu?”
“Tabii.”
“Yedide oradayım öyleyse.”
Kısa ve öz olmasına rağmen, ikisi için de önemli bir konuşmaydı bu. Düşünceleri hep aşağı yukarı aynı olurdu ve bu kez de farklı olmayacaktı. Büyük ihtimalle, oldukça öneme sahip bu meselede ikisi de benzer sonuca varmıştı.
Rhea saat tam yedide geldi. Kırmızı sabolarını ayağından fırlatıp parmak ucunda kalkarak onu öptü.
“Neden aramadın?” diye sordu.
Martin Beck cevap vermedi.
“Çünkü sonunda bir karara vardın,” dedi. “Ve bu kararın pek hoşuna gitmedi?”
“Hemen hemen.”
“Hemen hemen mi?”
“Tamı tamına,” dedi Martin Beck.
“Yani aynı eve taşınamayız, evlenemeyiz ya da başka çocuk ya da aptalca başka bir şey yapamayız. İşte o zaman her şey fazla karmaşık, fazla bulanık hâle gelir ve böyle iyi bir ilişkinin cehennemin dibini boylaması kaçınılmaz olur. İlişkiye yazık olur.”
“Evet,” dedi Martin Beck. “Muhtemelen haklısın. Karşı çıkmayı çok istesem de.”
Rhea o garip, yoğun, berrak mavi gözleriyle doğrudan gözlerinin içine bakıp şöyle dedi; “Karşı çıkmayı çok istiyor musun?”
“Evet, ama etmeyeceğim.”
Rhea kontrolünü kaybetmiş gibiydi. Pencere kenarına yürüdü, perdeyi çekip Martin Beck’in anlayamadığı, boğuk bir sesle hızlı hızlı bir şeyler söyledi. Birkaç saniye sonra, yine başını bile çevirmeden konuştu; “Seni sevdiğimi söyledim. Seni seviyorum ve muhtemelen daha uzun süre de seveceğim.”
Martin Beck şaşkındı. Sonra kadının yanına gidip kollarıyla ona sarıldı. Az sonra Rhea yüzünü göğsünden kaldırıp, “Demek istediğim, ben bu ilişkiye sahip çıkıyorum ve ikimiz de sahip çıktığımız sürece devam etmek istiyorum. Sana uyar mı?” dedi.
“Evet,” dedi Martin Beck. “Şimdi yemeğe çıkalım mı?”
Dışarıda yemeğe nadiren çıkmalarına rağmen, baş garsonun, Rhea’nın tahta sabolarına garipseyerek baktığı pahalı bir restorana gittiler. Sonrasında eve yürüyüp aynı yatağa uzandılar, ikisi de bunu yapmayı planlamamıştı.
O günden bu yana neredeyse iki yıl geçmişti ve Rhea Nielsen, sayısız defa Köpman Caddesi’ne gelmişti. Doğal olarak evde izini bırakmıştı, özellikle mutfakta, burası tanınmaz hâldeydi. Ayrıca yatağın üstüne Mao posterini de asmıştı. Martin Beck asla siyasi konularda görüş belirtmezdi, bu kez de bir şey dememişti. Ancak Rhea şöyle demişti; “Eğer evde röportaj vermen gerekirse, bunu indirmek zorunda kalabilirsin. Eğer asılı bırakmaya korkarsan.”
Martin Beck cevap vermemişti ama bu posterin bazı çevrelerde yaratacağı sorunu düşününce orada bırakmaya karar vermişti.
5 Haziran 1974 günü Martin Beck’in evine gittiklerinde Rhea hemen sandaletlerini çıkarmaya koyuldu.
“Şu kahrolası kayış ayağımı vuruyor,” dedi. “Ama bir iki haftaya düzelir.” Sandaletleri kenara attı. “Oh be,” dedi. “Bugün iyi iş çıkardın. Kaç polis tanıklık etmeyi ve o soruları cevaplamayı kabul ederdi ki?”
Martin Beck sessizliğini sürdürdü.
“Bir kişi bile etmezdi,” dedi Rhea. “Senin sözlerin davanın seyrini değiştirdi. Hemen anladım.” Rhea ayaklarını inceledi. “Sandalet iyi hoş ama deli gibi vuruyor. Böyle daha iyi.”
“İstersen üstündeki her şeyi çıkar,” dedi Martin Beck. Bu kadının ne zaman ne yapacağını bilecek kadar yakından tanıyordu. Ya anında bütün kıyafetlerini fırlatıp atardı ya da tamamen başka bir konuya geçiş yapardı.
Rhea ona şöyle bir baktı. Bazen gözlerinin içi parlıyor, diye düşündü Martin Beck. Rhea bir şey demek için ağzını açtı ama anında sustu. Onun yerine gömleğiyle kotunu çıkardı. Martin Beck ceketinin düğmesini bile açamadan Rhea’nın kıyafetleri yere yığılmış, kendisi de çırılçıplak yatağa uzanmıştı.
“Tanrım, amma yavaş soyunuyorsun,” dedi homurdanarak. Ruh hâli anında değişmişti. Belli de oluyordu çünkü seks boyunca neredeyse tamamen sırtüstü uzanmış, bacaklarını iki yana açıp kaldırmıştı, böylesini seviyordu, ki her zaman ya da genellikle en iyi pozisyon olduğu söylenemezdi.
Aynı anda boşaldılar ve bugünlük bu kadardı.
Rhea gardırobu karıştırıp içinden lila rengi uzun, yün bir kazak çıkardı, en sevdiği kıyafeti buydu ve onu Tule Caddesi’ndeki evde bırakması, kimliğinden vazgeçmesi kadar zoruna gidiyordu. Daha kazağı giymeden yemekten bahsetmeye başlamıştı.
“Bir ya da üç ya da beş tane sıcak sandviçe ne dersin? Gerekli tüm malzemeleri aldım; jambon, ezme, hayatında tadacağın en nefis Jarlsberg peyniri.”
“Kesin öyledir,” dedi Martin Beck. Cam kenarında dikiliyor, polis arabalarının kurt gibi ulumasını dinliyordu, çok net duyulabiliyordu sesleri, hâlbuki Martin Beck kalabalıktan uzak bir noktada oturuyordu.
“Beş dakikada hazır olur,” dedi Rhea.
Her bir araya gelişlerinde hep aynısı oluyordu. Rhea hemen acıkıyordu. Bazen o kadar acıkıyordu ki çırılçıplak hâlde mutfağa koşup yemek yapmaya başlıyordu. Bir de sıcak yemeği tercih edişi işini pek de kolaylaştırmıyordu.
Martin Beck’in öyle sorunları yoktu. Karısından ayrılır ayrılmaz, mide sorunları sona ermişti. Mide sıkıntısının kökeni karısının yanlış yemek pişirmesi miydi, yoksa psikosomatik nedenler mi bilmiyordu. Ancak Martin Beck açlığını kolayca giderirdi, özellikle mesaideyken ya da Rhea’dan uzaktayken, iki peynirli sandviç ve bir iki bardak süt yeterdi.
Ancak Rhea’nın sıcak, açık sandviçlerine karşı koymak çok zordu. Martin Beck üç tane yedi ve iki şişe Hof içti. Rhea yedi tane gömdü, yarım şişe kırmızı şarap içti. On beş dakika sonra tekrar buzdolabını karıştıracak kadar açtı.
“Kalacak mısın?” diye sordu Martin Beck.
“Evet lütfen,” dedi Rhea. “Öyle bir güne benziyor.”
“Nasıl bir güne?”
“Bize uyan bir güne tabii.”
“Ah, öyle bir güne.”
“İsveç Bayrak Günü’nü kutlayacaktık mesela. Kral’ın isim gününü de. Uyandığımız zaman yapacak orijinal bir şey bulmalıyız.”
“Ah. Onu hallederiz.”
Rhea tekli koltuğa kıvrıldı. Çoğu insan bu garip pozisyonda ve garip uzun kazağın içinde onu komik bulurdu. Ancak Martin Beck öyle düşünmüyordu. Bir süre sonra uykuya dalmış gibiydi ama şöyle dedi; “Sen üstüme atlamadan önce ne diyecektim, şimdi hatırladım.”
“Neymiş?”
“Şu kız, Rebecka Lind, ona ne olacak?”
“Hiçbir şey. Serbest bırakıldı.”
“Bazen gerçekten salakça konuşuyorsun. Serbest bırakıldığını ben de biliyorum. Soru şu, şimdi kıza ne olacak? Kendine bakabilir mi?”
“Ah, bakar bence. En az akranları kadar duygusuz ve pasif biri. Duruşmaya gelince…”
“Evet, duruşma. Bundan ne öğrendi? Herhâlde hiçbir şey yapmamış olsan da gözaltına alınmanın ve hapsi boylamanın mümkün olduğunu görmüştür.” Rhea kaşlarını çattı. “O kız için endişeleniyorum. Hiç anlamadığın bir toplumun içinde yaşamını idame ettirmek çok zor, sistem sana yabancı.”
“Anladığım kadarıyla o Amerikalı çocuğun rahatı yerinde ve gerçekten kıza bakmak istiyor.”
“Belki de yapamıyor,” dedi Rhea başını iki yana sallayarak.
Martin Beck bir süre ona sessizce baktı ve, “Sana karşı çıkmak isterdim ama o kızı görünce ben de endişelendim. Ama gerçek şu ki maalesef elimizden ona yardımcı olmak için pek bir şey gelmez. Elbette özel olarak ona para yardımı yapabiliriz ama öyle bir yardımı kabul edeceğini sanmıyorum. Neyse, zaten benim verecek param da yok,” dedi.
Rhea bir süre ensesini kaşıdı. “Haklısın,” dedi. “Bence de hayır kabul edecek bir tipe benzemiyor. Hatta sosyal yardım ofisine bile kendi isteğiyle gitmemiştir. Belki işe girmeye çalışır ama asla bulamaz.” Esnedi. “Daha fazla düşünecek enerjim yok,” dedi. “Ama bir şey kesin görünüyor. Rebecka Lind hiçbir zaman bu ülkenin önemli bir vatandaşı olmayacak.”
Orada yanılıyordu. Çok geçmeden uyuyakaldı.
Martin Beck mutfağa gitti, bulaşıkları yıkayıp ortalığı topladı. Rhea uyandığında hâlâ mutfaktaydı, kadının televizyonu açtığını duydu. Rhea kendi evine televizyon almamaya karar vermişti, tahminen çocukların iyiliği için ama Martin Beck’in televizyonunu seyretmeyi seviyordu. Martin Beck ona seslendiğini duydu, yaptığı işi bırakıp diğer odaya gitti.
“Özel haber bülteni çıktı,” dedi.
Rhea asıl başını kaçırmıştı ama konu açıktı. Haber spikerinin sesi ağırbaşlı ve çok ciddiydi.
“…suikast saraya varılmadan önce gerçekleşti. Sokağın altına yerleştirilen çok kuvvetli bir patlayıcı tam kortej geçtiği sırada patlatıldı. Başkan ve kurşungeçirmez aracın içindeki diğer görevliler olay yerinde can verirken vücutları paramparça oldu. Araba yakındaki bir binaya fırladı. Patlamanın etkisiyle başka ölenler de oldu, çoğu güvenlik görevlileri ve o alandaki sivillerden oluşuyordu. Şehir polisinin şefi, ölü sayısının on altı olduğunu duyurdu ama son rakamlar daha yüksek olacağa benziyor. Aynı zamanda bu ziyaret için alınan güvenlik önlemlerinin, ülke tarihindeki en kapsamlı önlemler olduğunu belirtti. Suikasttan hemen sonra Fransa’dan yapılan bir yayında uluslararası terör örgütü ULAG’ın bu eylemin sorumluluğunu üstlendiği açıklandı.”
Haber spikeri telefon ahizesini kaldırıp birkaç saniye dinledi, sonra şöyle dedi; “Şimdi uydudan alınan görüntüleri ve bir Amerikan televizyon şirketinin, trajik şekilde sonlanan bu devlet ziyareti esnasında çektiği görüntüleri izleyeceğiz.”
Yayın kalitesi çok düşüktü ancak yine de mide bulandırıcıydı, hiç gösterilmemesi daha iyiydi.
Önce Başkan’ın uçağının havalimanına inişi ve ardından bu asil beyefendinin çıkışı, karşılama komitesine şaşkın şaşkın el sallayışı çekilmişti. Arkasından hevessizce merasim kıtasını süzüyordu ve ev sahiplerini yüzünde sahte bir gülüşle selamlıyordu. Ardından kortejden birkaç görüntü geliyordu. Güvenlik önlemleri son derece iç rahatlatıcı görünüyordu.
Derken yayının can alıcı noktası. Televizyon şirketi görünüşe göre son derece stratejik ve talihli bir noktaya bir kameraman yerleştirmişti. Adam yirmi metre daha yakında olsaydı, herhâlde şu anda hayatta olmazdı. Öte yandan, eğer yirmi metre uzakta olsaydı, gösterecek bir görüntü olmazdı. Her şey çok hızlı yaşanmıştı; önce dev bir duman bulutu yükseliyordu, içinde arabalar, hayvanlar ve insanlar parçalanarak havaya karışıyordu, ardından bir atom bombasından çıkan mantar bulutuymuş gibi yükselen bulutun içine çekilip kayboluyorlardı. Ardından kameraman çevreyi çekiyordu, çok güzeldi; akan bir çeşme, palmiye ağaçları dikilmiş geniş bir cadde vardı. Arkasından bir zamanlar bir araba olan bir metal yığını ve kısa süre önce sapasağlam bir insan olan ama şimdi tamamen bambaşka olmuş bir şeyin görüntüsü geliyordu.
Görüntüler boyunca muhabir, sadece Amerikalı muhabirlerin başarabildiği o hevesli, nefes nefese konuşmayla olayları hiç durmadan anlatarak yorumluyordu. Sanki, büyük bir zevkle, dünyanın sonuna şahit olmuştu.
“Of Tanrım,” dedi Rhea, yüzünü sandalyenin minderine gömerek. “Ne kadar berbat, iğrenç bir dünyada yaşıyoruz.”
Ancak Martin Beck için durum bir nebze daha zor olacaktı.
İsveç haber spikeri tekrar ekrana çıktı. “Az önce öğrendiğimiz kadarıyla İsveç polisinin, suikast yerinde özel bir gözlemcisi bulunuyordu: Stockholm’deki Şiddet Suçları Şubesi’nden Komiser Gunvald Larsson.”
Ekrana Gunvald Larsson’un zekâ engelli gibi göründüğü bir fotoğrafı geldi ve ismi her zamanki gibi yanlış telaffuz edilmişti.
“Maalesef şu anda Komiser Larsson’a ne olduğuna dair bir haber alınamadı. Buradaki haberimize son verirken ajans haberlerine geçiyoruz.”
“Kahretsin,” dedi Martin Beck. “Kahretsin.”
“Ne oldu?” diye sordu Rhea.
“Gunvald. Nerede bir bok olsa, o tam orada oluyor.”
“Onu hiç sevmediğini sanıyordum.”
“Ama seviyorum. Çok sık dile getirmesem de.”
“Düşündüklerini söylemelisin,” dedi Rhea. “Hadi gel, yatalım artık.”
Yirmi dakika sonra, Martin Beck yanağı Rhea’nın omzunda uyuyakalmıştı.
Rhea’nın omzu uyuştu, sonra da kolu. Kıpırdamadı, sadece karanlıkta öylece yatıp onu sevdiğini düşündü.
5
Stockholm Merkez İstasyonu’ndan kalkan gecenin son banliyö treni Rotebro’da durup bir yolcuyu indirdi.
Koyu mavi kot ceket, siyah spor ayakkabı giymiş adam platformda hızlı hızlı yürüdü, merdivenlerden indi ve istasyonun parlak ışıklarını arkasında bırakırken yavaşladı. Banliyönün eski villaların olduğu kısmında yavaş yavaş yürümeye devam etti. Çitleri, alçak duvarları, bahçelerin etrafındaki düzgün budanmış çalıları geçti. Hava soğuk ama durgundu ve mis gibi kokuyordu.
Gecenin en karanlık vaktiydi fakat yaz gün dönümüne iki hafta vardı ve bu haziran ayında gökyüzü, tepesinde koyu mavi bir kubbe varmış gibiydi.
Yolun iki tarafındaki evler karanlık ve sessizdi, duyulan tek ses adamın lastik ayakkabılarının kaldırıma sürtmesiydi. Adam tren yolculuğu boyunca gergin ve huzursuzdu ama şimdi sakin ve dingindi, düşünceleri kendince oradan oraya savruluyordu. Elmer Diktonius’ın bir şiiri aklından geçti, kafiyesi adımlarıyla uyumluydu.
Dikkatli yürü yolda
Sayma adımını asla
Korku öldürür yoksa
Zaman zaman kendi de şiir yazmaya çalışmış, pek becerememişti ama adam şiir okumayı severdi ve sevdiği şairlerin şiirlerini de ezbere bilirdi.
Yürürken eliyle kot ceketinin sağ kolunun içine soktuğu, otuz santim uzunluğundaki sağlam demir çubuğu sapasağlam sıkarak tuttu.
Adam Holmbodavägen’de karşıdan karşıya geçip sıra evlerden oluşan sokağa yaklaşırken hareketleri daha dikkatli ve tetikteydi. Şu ana değin kimse çıkmamıştı karşısına ve hedefine ulaşmasına çok az kala da kimseyle karşılaşmamayı umuyordu. Burada kendini daha bir dımdızlak ortada hissetti, bahçeler evlerin arka kısmındaydı ve evlerin önüyle kaldırımın arasındaki daracık alanda biten bitkiler çiçeklerden ibaretti, çalılar ve çitler onu gizleyemeyecek kadar alçaktı.
Yolun bir tarafındaki evler sarıya boyalıydı, karşı kaldırımdakilerse kırmızıya. Tek fark bu gibiydi; bunun haricinde hepsinin dış cephesi tıpatıp aynıydı, iki katlı, mansard çatılı ahşap evlerdi bunlar. Evlerin aralarında sanki evleri hem bağlamak hem de ayırmak için yapılmış garajlar ya da alet kulübeleri vardı.
Adam bu sıra evlerin en sonundaki eve doğru gidiyordu, bu evden sonra binalar biterken tarlalar, çayırlar başlıyordu. Köşedeki evlerden birinin garajının üstüne sessizce ve hızlıca çıktı, gözleriyle sıra evleri ve yolu taradı. Ortalıkta kimsecikler yoktu.
Garajın kapısı yoktu, içeride araba da yoktu, sadece girişin hemen içinde bir duvara dayanmış bir kadın bisikleti ve onun karşısında bir çöp kovası vardı. Saklanacağı yere önceden karar vermişti ve bunun kadar iyisini bulmak çok zor olurdu.
Paketleme kasalarıyla duvarın arasında kalan alan dardı ama adamın içine sığışabileceği kadar alan vardı. Adam kasaların arkasına kıvrıldı, bu kasalar da ham çamdan yapılmıştı ve yaklaşık tabut büyüklüğündeydiler. Tamamen gizlendiğini düşününce kolunun içindeki demir çubuğu çıkardı. Nemli, soğuk betona yüzüstü uzandı, yüzünü kolunun kıvrımına gömdü. Sağ elinde demir çubuk vücut ısısı nedeniyle hâlâ sıcaktı. Şimdi tek yapması gereken, dışarıdaki yaz gecesi aydınlanırken beklemekti.
* * *
Kuşların cıvıltısıyla uyandı. Dizüstü doğrulup kol saatine baktı. Saat neredeyse dört buçuktu. Güneş doğmaya başlamıştı; dört saat daha beklemeliydi.
Saat altıya yaklaşırken evden sesler gelmeye başladı. Zayıf ve belirsiz seslerdi ve kasaların arkasındaki adam kulağını duvara bastırıp bu sesleri dinlemek istedi ama yoldan geçen biri görür diye cesaret edemedi. İki sandığın arasındaki daracık yarıktan yolun ve karşıdaki evin bir kısmını görebiliyordu. Bir araba geçti, adam kısa süre sonra yakında bir motorun çalıştığını duydu, bir araba daha geçti.
Saat altı buçukta duvarın diğer tarafından yaklaşan adım seslerini duydu; tahta sabo giymiş birisi yürüyordu sanki. Gümleyen ayak sesleri defalarca azalıp yok oldu ve geri geldi, sonunda kalın bir kadın sesi gayet net bir şekilde şöyle dedi; “Hoşça kal öyleyse. Ben gidiyorum. Beni bu akşam arayacak mısın?”
Adam cevabı duyamadı ama ön kapının açılıp kapandığını duydu. Gözleri kasaların ortasındaki yarıkta, çıtını çıkarmadan durdu.
Sabo giymiş kadın garaja girdi. Adam onu göremiyordu ama bisikletinin kilidini açarken çıkan tıkırtıyı, sonra ana yola çıkan çakıl taşlı yoldaki çıtır çıtır gidiş sesini duydu. Kadın, bisikletiyle uzaklaşırken saklanan adamın tek gördüğü, kadının pantolonunun beyaz, saçlarının uzun ve siyah olduğuydu.
Adam yolun karşı tarafındaki evi gözleriyle taradı. Görüş mesafesinde olan tek evin perdeleri ve panjurları kapalıydı. Adam sol koluyla demir çubuğu ceketinin altına sokuşturdu ve kasaların arkasındaki korunaklı yerinden üç adım uzaklaştı, bir kulağını duvara dayayıp dinledi, gözleri dışarıdaki yoldaydı. Önce hiçbir şey duyamadı ama sonra ayak seslerinin üst kata doğru çıkıp kaybolduğunu duydu.
Yol boştu. Uzaklardan bir köpeğin havladığını ve bir dizel motorun çalıştığını duydu ancak yakın civarda her şey sessiz ve hareketsizdi. Adam ceketinin iç cebine burup koyduğu eldivenlerini taktı, garaj duvarından hızlıca öne sıvıştı, köşeyi döndü ve verandanın ön kapısının kolunu aşağı çekti.
Tam tahmin ettiği üzere kapı kilitli değildi.
Kapıyı aralık bıraktı, üst kattaki ayak seslerini duydu, yolun hâlâ boş olduğunu son bir bakışla teyit ettikten sonra gizlice içeri girdi.
Verandanın fayansı, holdeki parke zeminden bir adım daha alçaktı ve adam orada durup sağa, holün ortasından geniş oturma odasına baktı. Evdeki eşyaların düzenini biliyordu zaten. Sağ tarafta üç kapı vardı ve ortadaki açık olan kapının ardında mutfak vardı. Banyo, holün solundaki kapının arkasındaydı. Sonra üst kata çıkan merdivenler geliyordu. Onların devamında da evin arka tarafındaki bahçeye bakan ve adamın göremediği oturma odası vardı.
Sol tarafında bir sürü mont asılıydı ve altındaki fayans zeminde lastik botlar, sandaletler ve ayakkabılar duruyordu. Adamın tam dimdik karşısında, veranda kapısının tam karşısında bir kapı daha vardı. Adam kapıyı açtı, içeri girdi ve sessizce kapıyı kapattı.
Kendini kiler ve malzeme odası gibi bir yerde buldu. Merkezi ısıtma sisteminin kazanı buradaydı. Çamaşır makinesi ve kurutma makinesi, termosifon ünitesinin altında, bir duvara sıralanmıştı. Diğer duvarda ise kocaman iki dolap ve bir çalışma tezgâhı vardı. Adam dolapların içine baktı. Birinde bir kayak pantolonu ve ceketi, koyun postu bir palto ve az kullanılan ya da yaz mevsiminde kaldırılmış başka kıyafetler duruyordu. Diğer dolaptaysa birkaç rulo duvar kâğıdı ve kocaman bir kutu beyaz boya vardı.
Yukarıdan gelen sesler durdu. Adam demir çubuğu sağ elinde tutarak kapıyı aralayıp içeriyi dinlemeye koyuldu.
Birdenbire merdivenlerden gelen ayak seslerini duyunca adam aceleyle kapıyı kapattı fakat kulağını tahta kapı panele yaslayarak beklemeye devam etti. Burada ayak sesleri o kadar net duyulamıyordu, muhtemelen dışarıdaki kişi yalınayak ya da çoraplı gezdiği içindi.
Mutfaktan bir tıkırtı geldi, sanki bir sos tenceresi yere düşmüştü.
Sessizlik oldu.
Derken ayak sesleri yaklaşınca adam demir çubuğu daha sıkı kavradı. Fakat banyonun kapısının açılıp kapandığını ve tuvalette akan su sesini duyunca elini gevşetti. Kapıyı tekrar aralayıp dışarı baktı. Akan su sesinin yanında birinin dişlerini fırçalarken şarkı söylemeye çalışıp çıkardığı tuhaf sesleri duydu. Arkasından ağız çalkalama, boğaz gargarası ve tükürme sesleri geldi. Sonra şarkı tekrar başladı, artık daha net ve daha tizdi. En az yirmi beş yıldır duymamasına ve son derece detone söylenmesine rağmen adam bu şarkıyı tanıdı. Galiba şarkının adı ‘Marsey’deki Kız’dı.
“…ama karanlık bir gecede, ay ışığı altında Akdeniz’de, ölü yatıyordum bir sokak arasında, eski limanda…” Banyodaki kişi duşu açarken duyulan sözler bunlardı.
Adam bulunduğu odadan çıkıp yarı açık banyo kapısından içeri parmak ucunda girdi. Su sesi şarkıyı bastırmıyordu, şimdi homurtular, oflama ve ıslıklarla karışıktı.
Demir çubuklu adam banyonun içine baktı. Adamın kürek kemiklerinin arasında yastık gibi sarkan yağ tabakasına, kızaran sırta ve bel olması gereken yere baktı. Sarkık popoya, çukur çukur olmuş uyluklara ve dizlerle yamuk yumuk baldırların üstündeki şişkin damarlara baktı. Kalın enseye ve kafatasına baktı, incecik siyah saç tellerinin ortasında pembe pembeydi. Bakmaya devam ederken ve küvette dikilen adama doğru adım adım yaklaşırken içi nefret ve kinle doldu. Silahını kaldırıp tüm nefretiyle adamın kafatasını tek darbeyle yardı.
Şişman adamın ayakları kaygan küvette arkaya doğru savrulurken adam yüzüstü yere kapaklandı, vücudu lap diye yığılmadan önce başı küvetin kenarına çarptı.
Katil eğilip musluğu kapattı ve kanla beyin parçacıklarının suyun içinde birbirine karışıp ölü adamın baş ayak parmağının yarı kapattığı oluktan aşağı inişini izledi. Midesi bulanarak bir havlu alıp silahını sildi, havluyu cesedin kafasının üstüne fırlattı, demir çubuğu ceketinin ıslak kolunun içine soktu. Sonra banyo kapısını kapatıp oturma odasına geçti, bahçenin cam kapılarını açtı, buradaki çimenlik alan bu bölgeyi çevreleyen geniş arazinin hemen başında bitiyordu.
Adam karşı taraftaki ormana ulaşana kadar, açık arazide uzun bir mesafe yürüdü. Araziyi çaprazlama geçen, üstünden çok yürünmüş bir patika vardı, adam bu yolu takip etmeye başladı. Daha ileride, zemin ekiliydi ve yeni filizlenen tohumlar yeşeriyordu. Adam arkasını dönüp bakmadı ama sol gözünün ucuyla, eğik çatılı ve parlak pencereli evleri hissedebiliyordu. Her bir pencere ona soğuk soğuk bakan bir gözdü sanki.
Kalın çalılarla çevrili kayalık bir yamaca yaklaşırken patikadan saptı. Ağaçların arasında gözden kaybolmadan ve her yerine batan akdiken çalılarının arasından geçmeden önce demir çubuğu kolunun içinden kayınca demir çubuk, birbirine karışmış ayrık otlarının arasında kayboldu.
* * *
Martin Beck evde tek başına oturuyordu, Longtitude dergisini karıştırıyor ve Rhea’nın plaklarından birini dinliyordu. Rhea ile müzik zevkleri aynı değildi ama ikisi de Nannie Porres seviyordu ve plaklarını sık sık çalarlardı.
Akşam saat sekize çeyrek vardı. Martin Beck erkenden yatmayı düşünüyordu. Rhea okulda çocuğunun veli toplantısına katılmıştı ve zaten bu sabah güzelce İsveç Bayrak Günü’nü kutlamışlardı.
‘I Thought About You’nun ortasında telefon çaldı ama Martin Beck, arayanın Rhea olamayacağını bildiğinden cevaplamak için hiç acele etmedi. Arayan Märsta bölgesinin başkomiseri Pärsson’du, yani bazılarının deyimiyle Märs-ta-Pärsta. Martin Beck bu takma adı çocukça bulurdu ve o adamı hep Märsta’daki Pärsson olarak görürdü.
“Önce nöbetçi memuru aradım,” dedi Pärsson, “seni evden aramanın sorun olmayacağını düşündü. Rotebro’da bir vakamız var, cinayet olduğu çok belli. Başının arkasına sert bir cisimle aldığı ağır darbeyle adamın kafatası kırılmış.”
“Nerede ve ne zaman bulunmuş?”
“Tennisvägen’deki sıra evlerden birinde. Adamın metresi olduğunu düşündüğümüz ev sahibesi saat beşte döndüğünde onu küvette ölü bulmuş. Sabah altı buçukta evden çıktığında adam hayattaymış, kadın öyle dedi.”
“Sen ne zamandır oradasın?”
“Kadın bizi saat beş buçukta aradı,” dedi Pärsson. “Biz de hemen hemen iki saat önce buraya geldik.”
Bir saniye durup devam etti. “Kendi başımıza da halledebileceğimiz bir dosya diye düşünüyorum ama sana hemen haber vermek doğru olur diye düşündüm. Bu evrede soruşturmanın ne kadar karmaşık olacağına karar vermek zor. Kullanılan silah olay yerinde bulunamadı.”
“Yani bizim gelip el atmamızı mı istiyorsun?” dedi Martin Beck.
“Şu anda bir dosya üzerinde çalıştığını bilseydim, şu noktada seni hiç rahatsız etmezdim. Ancak tavsiyeni almak istedim ve genellikle sıcağı sıcağına inceleme yapmayı sevdiğini duydum.”
Pärsson biraz tereddütte gibiydi. Bütün üst rütbeli memurlara hayrandı ve Martin Beck de onlardan biriydi fakat en çok da onun profesyonel becerilerine saygı duyuyordu.
“Tabii ki,” dedi Martin Beck. “Haklısın. Beni böyle erkenden aramana sevindim.”
Doğruydu da. Kırsal alandaki polisler genellikle Cinayet Büro’yu aramadan önce çok uzun beklerlerdi; ya kendi kaynaklarını ve becerilerini fazla iyi bulduklarından, soruşturma kapsamını yanlış hesapladıklarından ya da Stockholm’deki uzmanları atlatıp cinayeti çözme şerefine kendileri nail olmak istediklerinden yaparlardı bunu. Nihayet kendi sınırlarını kabul etmek zorunda kaldıklarında ve Martin Beck ve adamları oraya gittiğinde, genellikle bütün delillerin yok edildiği, raporların okunamaz eciş bücüş biçimlerde yazıldığı, tanıkların hiçbir şey hatırlamadığı ve suçlunun çoktan Tahiti’ye yerleşmiş olduğu ya da yaşlanıp öldüğü durumlarla karşı karşıya kalırlardı.
“Ne zaman gelebilirsin?” dedi Pärsson, rahatlamış bir sesle.
“Hemen yola çıkarım. Şeyi ararım, Kol… Skacke’yi ararım, beni arabayla getirir.”
Martin Beck bu tür durumlarda alışkanlık gereği Kollberg’i aramayı düşünüyordu. Herhâlde bilinçaltı henüz birlikte çalışmadıklarını kabullenememişti. Kollberg istifa ettikten sonra geçen ilk aylarda, acil durumlarda sahiden de onu aradığı olmuştu.
Benny Skacke evdeydi ve her zamanki gibi son derece hevesli ve istekliydi. Karısı Monica ve bir yaşındaki kızlarıyla Stockholm’ün güney tarafında oturuyordu. Yedi dakika sonra Köpman Caddesi’nde olacağını söyledi. Martin Beck aşağı inip onu sokakta bekledi. Tam yedi dakika sonra, Skacke siyah Saab’ıyla oradaydı.
Rotebro yolunda, “Gunvald’ı duydun, değil mi? Başkan’ın kafası karnına gelmiş,” dedi.
Martin Beck duymuştu, “O kadarıyla yırttığı için şanslı,” diye cevap verdi.
Benny Skacke bir süre konuşmadan arabayı sürdü, sonra devam etti, “Gunvald’ın kıyafetlerini düşünüyordum. Her zaman çok özenir bezenir ve her seferinde mahvolur. Üstü kesinlikle kana bulanmıştır.”
“Herhâlde,” dedi Martin Beck. “Ama adam postu deldirmedi. Önemli olan bu.”
“Önemli olan bu!” diye kahkaha attı Skacke.
Benny Skacke otuz beş yaşındaydı ve son altı yıldır Martin Beck’le sık sık çalışmıştı. Cinayetle ilgili tüm temel bilgileri, Lennart Kollberg ve Martin Beck’in çalışmalarını gözlemleyerek ve inceleyerek öğrendiğini düşünüyordu. Ayrıca bu iki adam arasındaki özel bağın farkındaydı ve ikisinin birbirlerinin aklından geçenleri kolayca okuyabilmeleri onu hep şaşırtmıştı. Martin Beck ile bu uyumu asla yakalayamayacağının ve Martin Beck’in nezdinde bir Kollberg olamayacağının bilincindeydi. Bu düşünceleri nedeniyle Martin Beck’in yanındayken kendini huzursuz hissederdi.
Martin Beck, Skacke’nin nasıl hissettiğini çok iyi anlıyordu ve onu teşvik etmek, çalışmalarını takdir ettiğini belli etmek için elinden geleni yapıyordu. Skacke’yi tanıdığı yıllar boyunca nasıl piştiğini izlemişti. Skacke’nin çok çalıştığını, hem kariyerinde ilerlemek, hem de gerçekten iyi bir polis olmak için didindiğini biliyordu. Boş vakitlerini düzenli olarak fiziğini ve nişancılığını geliştirmeye ayırır, durmadan ders çalışırdı; hukuk, sosyoloji, psikoloji. Ayrıca teşkilatta teknik ve örgütsel gelişmeleri yakından takip ederdi.
Skacke ayrıca iyi bir şofördü ve Stockholm’ü, tüm banliyölerini bütün taksicilerden daha iyi bilirdi. Rotebro’daki adresi zorlanmadan buldu, Tennisvägen’in sonuna park etmiş arabaların sonunda durdu.
Basından birkaç kişi de olay yerine varmıştı ancak şu anda en azından arabalarının yanında dikilmiş, onlarla konuşan sivil giyimli iki polisle meşguldüler. Fotoğrafçılar Martin Beck’i anında tanıdı ve deklanşöre basa basa koştular. Eve ve garaja giden yol boştu fakat nöbetçi polis, Martin Beck ile Skacke’yi kibarca şapkasına dokunarak selamladı.
Evin içiyse bir o tarafa, bir bu tarafa koşanlarla doluydu. Kriminal laboratuvarından gelen adamlar karınca gibi çalışıyordu, holde çömelmiş bir adam telefonun yanındaki alçak bir sandıkta duran masa lambasının üstünü fırçayla siliyor, parmak izi arıyordu. Ani bir flaş patlamasıyla diğer odadaki fotoğrafçı dikkatlerini çekmişti.
Başkomiser Pärsson, Martin Beck ve Skacke’ye yaklaştı. “Çok hızlısınız,” dedi. “Önce banyoya bakmak ister misiniz?”
Küvetteki adam hiç hoş gözükmüyordu, Martin Beck de Skacke de gereğinden fazla içeride kalmadı.
“Doktor az önce çıktı,” dedi Pärsson. “Adamın en az sekiz en fazla ise on beş saattir ölü olduğunu söyledi. Aldığı darbeyle oracıkta ölmüş ve silahın, demir bir çubuk ya da levye benzeri bir şey olabileceğini düşünüyor.”
“Adam kim?” diye sordu Martin Beck, başıyla banyoyu işaret ederek.
Pärsson iç geçirdi. “Maalesef akşam gazetelerini süsleyecek birisi. Walter Petrus, yönetmen.”
“Of Tanrım,” dedi Martin Beck.
“Yani kimlikte geçen adıyla Valter Petrus Pettersson, film yönetmeni. Giysileri, cüzdanı ve evrak çantası yatak odasındaydı.”
Cesedi almaya gelen adamlar geçmek için sabırsızca beklediğinden Martin Beck, Pärsson ve Skacke ayak altından çekilip oturma odasına geçti.
“Burada yaşayan kadın nerede?” diye sordu Martin Beck. “Peki kadın kim? Sakın bir film yıldızı deme.”
“Hayır, çok şükür değil,” dedi Pärsson. “Üst katta. Şu anda adamlarımızdan biri onunla konuşuyor. Kırk iki yaşında ve Sveavägen’de bir güzellik salonunda çalışıyor.”
“Durumu nasıl?” diye sordu Skacke. “Şokta mı?”
“Eh,” dedi Pärsson, “kadın bayağı sarsılmış hâldeydi. Şimdi biraz daha sakin. Bu gece burada uyuyamaz, şehir merkezinde bir arkadaşı varmış, bizim işimiz bitene kadar orada kalacak.”
“Komşuları sorguya çekmeye vaktiniz oldu mu?” diye sordu Martin Beck.
“Her iki yandaki evde oturan komşularıyla ve karşı komşuyla konuştuk sadece. Kimse sıra dışı bir şey duymamış ve görmemiş. Ama yarın bu sokaktaki diğer evlere de uğramamız lazım. Belki de Rotebro’daki herkesle konuşmamız gerekecek. Burası insanların birbirini tanıdığı bir semt; çocuklar aynı okula gidiyor, herkes aynı marketten alışveriş yapıyor, arabası olmayanlar aynı otobüse ve trene biniyor.”
“Peki ama bu Walter Petrus, o da mı burada yaşıyor?” diye sordu Benny Skacke.
“Hayır,” dedi Pärsson. “Haftada birkaç gün buraya geliyor, geceyi Bayan Lundin ile geçiriyor. Normalde Djursholm’da karısı ve çocuklarıyla başka bir evde yaşıyor.”
“Ailesine haber verildi mi?” diye sordu Martin Beck.
“Evet,” dedi Pärsson. “Şansımıza evrak çantasından özel doktorunun faturası çıktı. Onu aradık, aile doktorlarıymış ve aileyi yakından tanıyormuş. Aileye haber verip onlarla ilgileneceğini söyledi.”
“Güzel,” dedi Martin Beck. “Yarın hepsini sorguya çekmek zorundayız. Şimdi geç oldu, buradaki işlerimizi toparlamaya bakalım.”
Pärsson kol saatine baktı. “Dokuz buçuk,” dedi. “O kadar da geç değil. Ama haklısın. Aileyi hemen rahatsız etmeyelim.”
Pärsson uzun boylu, zayıf bir adamdı, kar beyazı saçları ve çilleri vardı, yüzü sanki hep güneşte yanmış gibi görünürdü. Dar, kanca burnuyla, ince dudakları ve zarif hareketleriyle aristokratik bir havası vardı.
“Birkaç dakika Maud Lundin’le konuşmak istiyorum,” dedi Martin Beck. “Bir adamının üst katta onun yanında olduğunu söylemiştin. Çıkmamda bir sakınca var mı?”
“Hayır, tabii ki,” dedi Pärsson. “Sorun yok. Zaten patron sensin, sana kalmış.”
Dışarıdan gürültüler geliyordu, Pärsson mutfak camına yürüyüp dışarı baktı. “Baş belası gazeteciler,” dedi. “Akbaba gibiler. Gidip onlarla konuşayım bari.” Ağırbaşlı adımlarla ve ciddi bir yüz ifadesiyle ön kapıya yürüdü.
Martin Beck, “Sen de biraz etrafa göz at,” dedi Skacke’ye.
Skacke başıyla onayladı, kitaplığa gidip neler olduğunu incelemeye koyuldu.
Martin Beck merdivenlerden yukarı çıktı, duvardan duvara beyaz halıfleks döşeli kare şeklinde kocaman bir odaya geldi. Odada kocaman yuvarlak bir cam masanın etrafına dizilmiş, açık renk deri döşemeli, sekiz büyük sandalye vardı. Bir duvara çok ayrıntılı, çok pahalı olduğu belli bir stereo sistemi kurulmuştu ve köşedeki raflarda beyaza boyanmış kolonlar vardı. Tavan eğimliydi ve kocaman pencereden görülen evin arkasındaki manzara yeşillikti ve huzur veriyordu, geniş arsanın devamında koyu yeşil bir orman başlıyordu.
Odada sadece bir kapı vardı, o da kapalıydı. Martin Beck, arkasından gelen mırıltıları duyabiliyordu. Kapıyı tıklatıp içeri girdi.
İki kadın beyaz suni kürklü yatak örtüsü serilmiş yatakta oturuyordu. Martin Beck kapının eşiğinde dikilince susup ona baktılar.
Kadınlardan biri iriydi ve diğerinden çok daha uzun boyluydu. Sert yüz hatlarına sahipti, kara gözlüydü ve saçları ortadan ikiye ayrılmıştı, dümdüz, simsiyah ve parlak bir biçimde sırtından aşağı iniyordu. Diğer kadın inceydi, hafif kemikliydi, kahverengi gözleri hayat doluydu ve koyu renk saçları kısaydı.
“Martin,” dedi. “Selam! Burada olduğunu bilmiyordum.”
Martin Beck de şaşırmıştı, cevap vermeden önce duraksadı. “Merhaba Åsa,” dedi. “Ben de senin burada olduğunu bilmiyordum. Pärsson yukarıda bir adamı olduğunu söyledi.”
“Ah,” dedi Åsa Torell, “o herkese adamım der, kadınlara bile.”
Diğer kadına döndü. “Maud, bu Başkomiser Beck. Cinayet Büro Amiri.”
Kadın Martin Beck’e başıyla selam verdi, Martin Beck de ona selam verdi. Åsa ile bu beklenmedik karşılaşmasının sonucu hâlâ toparlanamamıştı. Çünkü beş yıl önce, neredeyse bu kıza âşık olmuştu.
Onunla sekiz yıl önce, nişanlısı yani ekibin en genç polisi Åke Stenström bir otobüsün içinde, sekiz kişiyle birlikte vurularak öldürüldüğü zaman tanışmıştı. Åsa uzun süre Åke’nin yasını tutmuş ve sonunda polis teşkilatına katılmaya karar vermişti. Şu aralar Märsta’da Pärsson’un yardımcısıydı.
Beş yıl önce, Malmö’de bir yaz gecesi, Martin Beck ve Åsa birlikte olmuşlardı. Güzel bir geceydi ve tekrarı olmamıştı. Martin Beck şimdi tekrarı olmadığı için memnundu. Åsa tatlı bir kızdı ve görev gereği ne zaman karşılaşsalar ilişkileri iyiydi, dostçaydı fakat Rhea’dan sonra, Martin Beck’in başka bir kadına karşı cinsel hisler beslemesi imkânsızdı. Åsa hâlâ evlenmemişti, görünüşe göre kendini işine adamış ve gerçekten iyi bir polis olmuştu.
“Sen Pärsson’e yardım eder misin?” dedi Martin Beck. “Aşağıda sana ihtiyacı var.”
Åsa keyifle başıyla onaylayıp gitti.
Martin Beck, Åsa’nın işinde ne kadar uzman olduğunu, sorguya çektiği kişiyle bağ kurmayı başardığını bildiği için Maud Lundin ile konuşmayı kısa tutacaktı.
“Olan bitenden sonra üzgün ve yorgun olduğunuzu tahmin ediyorum,” dedi Martin Beck. “Uzun tutmayacağım ama Bay Petrus ile ilişkiniz neydi, öğrenebilir miyim? Ne zamandır tanışıyordunuz?”
Maud Lundin saçlarını kulak arkasına atıp ona uzun uzun baktı. “Üç yıldır,” dedi. “Bir partide tanıştık, sonrasında bir iki kere beni yemeğe davet etti. İlkbahardı. Yazın yeni bir film çekimine başlayacaktı, bana makyaj bölümünde iş verdi. Görüşmeye devam ettik.”
“Ama artık onun için çalışmıyorsunuz, değil mi?” diye sordu Martin Beck. “Ne kadar süre onun için çalıştınız?”
“Sadece o filmde. Sonra uzun bir süre yeni prodüksiyona başlamadı, ben de bir güzellik salonunda iş buldum.”
“Ne tür bir filmde çalıştınız?”
“Sadece yurt dışı için çekilen bir filmde. İsveç’te gösterime girmedi.”
“Adı neydi?”
“Gece Yarısı Güneşinde Aşk.”
“Bay Petrus ile ne sıklıkta buluşuyordunuz?”
“Haftada bir, bazen iki. Genellikle buraya gelirdi ama bazen yemek yemeye ve dans etmeye dışarı çıkardık.”
“Karısının, ilişkinizden haberi var mıydı?”
“Evet ama Petrus ondan boşanmadığı sürece umursamıyordu.”
“Bay Petrus boşanmayı düşünüyor muydu?”
“Bazen. Daha önceden. Ama bence her şey böyle iyi diye düşündü.”
“Peki ya siz? Sizce işler yolunda mıydı böyle?”
“Herhâlde bana evlenme teklif etse hayır demezdim ama genel olarak her şey yolundaydı. Petrus kibar ve cömertti.”
“Onu kim öldürmüş olabilir, bir tahmininiz var mı?”
Maud Lundin olumsuz anlamda başını çevirdi. “Maalesef,” dedi. “Akıl almaz geliyor bana. Bu olana inanamıyorum.”
Bir süre sessiz kaldı ve Martin Beck ona baktı. Kadın tuhaf bir şekilde hiç etkilenmemiş gibiydi.
“Hâlâ aşağıda mı?” diye sordu sonunda.
“Hayır, artık değil.”
“Bu gece burada kalabilir miyim öyleyse?”
“Hayır, soruşturmamız henüz bitmedi.”
Kadın ona kara gözlerle bakıp omuz silkti. “Fark etmez,” dedi. “Şehirde de kalacak bir yer bulurum.”
“Bu sabah yanından ayrıldığınızda Bay Petrus nasıl görünüyordu?” diye sordu Martin Beck.
“Her zamanki gibi. Farklı bir şey yoktu. Sabahları genellikle ondan önce evden çıkarım, sabahları acele etmeyi sevmez. Bazen şehre birlikte giderdik. Buradayken hep taksiye binerdi ama ben genelde istasyona kadar bisikletle gidip oradan trene binerim.”
“Neden taksiye binerdi? Arabası vardı, değil mi?”
“Araba kullanmayı sevmezdi. Bentley’i var ama çoğunlukla onu bir yere götürmek için başkaları kullanır.”
“Hangi başkaları?”
“Ya karısı, ya ofisten birileri. Bazen bahçe işlerini yapan adam.”
“Ofisinde kaç kişi çalışıyor?”
“Sadece üç. Muhasebe işlerini takip eden adam, bir sekreter, bir de sözleşme ve satışlarla ilgilenen birisi. Film çektiği zaman, ihtiyacına göre başka elemanlar da işe alır.”
“Ne tür filmler çeker?”
“Şey, nasıl anlatacağımı tam olarak bilmiyorum. Doğrusu, pornografik filmler. Ama çok sanatsal olanlardan. Bir keresinde iyi oyuncularla falan çok iddialı bir film çekti. Meşhur bir romandan uyarlamaydı ve galiba bir festivalde ödül de almıştı. Ama bundan pek para kazanmadı.”
“Ama filmlerinden iyi para kazanıyordu?”
“Evet, bayağı. Bana bu evi aldı. Hele Djursholm’daki evini görmeniz lazım. Gerçek bir villa, kocaman bahçeli, yüzme havuzlu falan.”
Martin Beck, Walter Petrus’un nasıl biri olduğunu anlamaya başlamıştı ama yanındaki kadından emin olamıyordu.
“Onu seviyor muydunuz?”
Maud Lundin ona şaşkınlık içinde ama memnuniyetle baktı. “Açık konuşmam gerekirse, hayır. Ama bana karşı çok kibardı. Beni şımartıyordu ve birlikte olmadığımız zaman ne yaptığıma karışmıyordu.”
Bir süre sessizce oturdu, sonra da, “Pek yakışıklı olduğu da söylenemez. Yatakta da çok iyi sayılmaz. Şey konusunda zorlanırdı, yani öyle işte. Ben tam bir erkek olan bir adamla sekiz yıl evli kaldım. Beş sene önce trafik kazasında öldü,” diye ekledi.
“Yani Petrus haricinde, başka erkeklerle de takılıyordunuz?”
“Evet, arada sırada. Hoşlandığım birisiyle tanışırsam.”
“Ve Petrus kıskanmazdı?”
“Hayır, ama başkalarıyla nasıl olduğunu anlatmamı isterdi. Ayrıntılarıyla. Hoşuna giderdi. Ben de onu mutlu etmek için uydurur uydurur anlatırdım.”
Martin Beck, Maud Lundin’e baktı. Kadın dimdik oturuyordu, gözlerinin içine baktı.
“Onunla sadece parası için birlikte olduğunu söyleyebilir miyiz?” dedi.
“Evet, böyle denebilir. Ama kendimi bir fahişe olarak görmüyorum, belki siz görüyorsunuzdur. Paraya çok ihtiyacım var. Ben paranın satın alabildiği şeyleri severim. Doğru düzgün eğitimi olmayan, kırk yaşında bir kadın için, eğer bir erkek destek olmuyorsa çok para kazanmak pek kolay değil. Eğer ben fahişeysem, evli kadınların çoğu da öyle.”
Martin Beck ayağa kalktı. “Benimle konuştuğunuz ve dürüst olduğunuz için teşekkürler.”
“Bu yüzden teşekkür etmenize hiç gerek yok. Ben hep dürüstümdür. Artık arkadaşıma gidebilir miyim? Yoruldum.”
“Tabii ki. Sadece çıkmadan Komiser Pärsson’a, sizinle nasıl iletişime geçebileceğimizi söyleyin, olur mu?”
Maud Lundin ayağa kalktı, yatağın ayak ucundaki küçük beyaz deri çantayı aldı. Martin Beck kadının odadan çıkışını izledi. Dimdik duruyordu, sakin ve aklı başındaydı. Uzun güçlü bedeni yapılı ve kuvvetliydi, ayrıca o tombul küçük film yönetmeninden en az bir kafa boyu daha uzun gözüküyordu.
Kadının, para ve parayla alabildiklerimiz hakkında söylediklerini düşündü. Walter Petrus’un, parası sayesinde bayağı iyi bir kadını varmış.
6
Adli tıp raporu Walter Petrus’un ölüm saatini, sabah altı ile dokuz arası olarak belirledi. Maud Lundin, sabah altı buçukta evden çıktığında Walter’ın hayatta olduğunu söylemişti, bu ifadesi doğru olmalıydı. Ne Åsa Torell, ne de Martin Beck kadının cinayetle alakası olduğunu düşünüyordu.
Ön kapının kilitli olmayışı, dışarıdan gelen birinin eve girişini ve Petrus duştayken arkadan onu gafil avlamasını kolaylaştırıyordu tabii ki, ancak katilin kimseye görünmeden oraya nasıl ulaştığı bir muammaydı. Ya arabayla gelmişti, ki en büyük ihtimal buydu ya da trenle gelmişti ama civarda yaşayan kimsenin onu fark etmemesi çok tuhaftı. Herkesin birbirini ya da en azından yan komşusunu ve arabasını tanıdığı bir semtte, sabahın o saatleri yani altı buçukla dokuz arası, görülme ihtimali oldukça yüksekti. En aktif zaman dilimiydi, erkeklerin işe gittiği, çocukların okula yürüdüğü ve ev kadınlarının temizliğe ya da bahçe işlerine başladığı saatlerdi.
Yakındaki evlerin kapılarını çalmak günlerce sürmüş olsa da tüm Rotebro sakinleri tek tek sorgulanmıştı. Kimse cinayetle ilişkilendirebilecek birisini ya da bir şeyi görmemişti.
Pärsson ve ‘adamları’, daha doğrusu ağırlıklı olarak Åsa Torell, katilin o civarda yaşadığı teorisi üstünde durmaya başlamıştı ama henüz Petrus’u tanıyan ya da onu öldürmek için bir sebebi olan birisine rastlamamışlardı.
Martin Beck ve Benny Skacke, zamanlarını Walter Petrus’un özel hayatını, mesleki faaliyetlerini ve finansal durumunu didiklemeye adadı. Finansal durumunu netleştirmek en zor olandı. Petrus büyük çapta vergi kaçırıyordu. Filmleri yurt dışında satılıyordu ve İsveç bankalarında dolgun hesapları olması gerekirdi. Banka hesaplarını ve vergi beyanlarını eksik gösterdiği ya da çok becerikli avukatlarla çalıştığı kesindi. Martin Beck’in bu tür usulsüzlükler konusunda bilgisi yoktu. Bu durumu açıklığa kavuşturmaları için seve seve bu işi uzmanlarına bırakmıştı.
Petrus Film Şirketi’nin ofisi Nybro Caddesi’ndeydi. Önceden bir apartman dairesi olan ofis özenle yenilenmişti, dairede altı oda ve bir mutfak vardı. Üç çalışanın ayrı ayrı odası vardı ve modern ofis mobilyaları, çinili soba, meşe panellerin ve kartonpiyer tavanların yanında garip ve eğreti duruyordu. Walter Petrus yüksek pencereleri, geniş, çok güzel bir köşe odada, jakaranda ağacından yapılmış kocaman bir masanın başından işleri yönetiyordu. Ayrıca on kişilik oturma alanı olan bir sinema odası ile arşiv ve depo olarak kullanılan bir oda da ofisin içinde yer alıyordu.
Martin Beck ve Skacke sinema odasında iki sabah geçirip Walter Petrus’un sinema fimlerini değerlendirmeye çalıştı. Bir filmi başından sonuna kadar izlediler, üstüne yedisini daha izlediler; her biri, bir öncekinden daha rezildi. Skacke ilk başta utançtan yerin dibine girerek kıpırdanıyordu ama bir süre sonra esnemeye başladı. Filmler teknik açıdan çok kötüydü ve Maud Lundin’in onlara ‘sanatsal’ demesi sadece abartı değil, düpedüz yalandı. Bu konuda dürüst konuşmamış, diye düşündü Martin Beck, ya da bu işten hiç anlamıyormuş.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/may-shevall/teroristler-69401653/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.