Duman Olan Adam

Duman Olan Adam
Per Wahlöö
Maj Sjöwall
Martin Beck #2
Ünlü bir İsveçli gazeteci arkasında hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolur. Duman olup uçmuştur sanki. Bu gizemli kayboluşun izini sürmek de Komiser Martin Beck’e düşer. Üstelik bir de bu gizemli olay yüzünden soruşturmayı dilini hiç bilmediği Budapeşte’de yürütmek zorunda kalacaktır.

Maj Sjöwall, Per Wahlöö
Duman Olan Adam

1
Küçük ve salaş bir odaydı. Pencerelerde perde yoktu ve dışarıdaki manzara gri bir yangın duvarı, birkaç paslı armatür ve solmuş bir margarin reklamı afişinden ibaretti. Pencerenin sol yarısında, ortadaki cam kırıktı ve yerine gelişigüzel kesilmiş bir karton parçası konmuştu. Duvar kâğıdı çiçekliydi ancak is ve rutubetten o kadar solmuştu ki desenini seçmek mümkün değildi. Yer yer kalkmıştı, altından dökülen alçı çıkmış ve birçok yerde seloteyp ve ambalaj kâğıdıyla onarılmaya çalışılmıştı.
Odanın içinde bir ocak, altı parça mobilya ve bir resim vardı. Ocağın önünde içi kül dolu bir karton kutu, her yeri vuruk içinde kalmış alüminyum kahve demliği duruyordu. Yatağın ayak ucu ocağa dönüktü; yatağın üstünde kalın bir gazete tabakası, yırtık pırtık bir battaniye ve çizgili bir yastık vardı. Ocağın üstünde asılı duran resimde mermer bir tırabzanın yanında oturan, çıplak, sarışın bir kadın görünüyordu. Resmin bu konumundan ötürü, yatakta yatan kişi uyumadan önce ve sabah uyanır uyanmaz ilk onu görüyordu. Sanki birisi kadının göğüs uçlarını ve genital organını bir kalemle büyütmüştü.
Odanın diğer tarafında, pencereye en yakın yerde yuvarlak bir masa ve iki iskemle duruyordu, iskemlelerden birinin sırt kısmı kaybolmuştu. Masada boş üç vermut şişesi, bir meşrubat şişesi, iki kahve fincanı ve birkaç eşya daha vardı. Küllük ters yüz edilmiş ve etrafa izmaritlerin arasında şişe kapakları, kullanılmış kibrit çöpleri, birkaç pis küp şeker, ağzı açık ufak bir çakı ve bir parça sosis saçılmıştı. Üçüncü kahve fincanı yere düşüp kırılmıştı. Yıpranmış muşamba zemin üstünde, yatakla masanın ortasında, yüzüstü uzanan bir ceset vardı.
Büyük ihtimalle duvardaki resmin hatlarını belirginleştiren ve duvar kâğıdındaki yırtıkları bantla kapatmaya çalışan da bu kişiydi. Bir erkekti, bacakları birbirine yakın yatıyordu, dirseklerini kaburgasına bastırmış, kendini koruma çabası içinde ellerini başına doğru kaldırmıştı. Adamın üstünde yün bir kazak ve eski püskü bir pantolon vardı. Ayaklarında eskimiş yün çoraplar. Üstüne devrilmiş koca bir büfe kafasını ve vücudunun üst kısmını örtmüştü. Üçüncü tahta iskemle cesedin yanına devrilmişti. Oturma yerinde kan lekesi ve sırt kısmının en üstünde de parmak izleri vardı. Yer cam kırıklarıyla kaplıydı. Bu kırıklar büfenin camlı kapaklarından ve duvarın dibindeki kirli iç çamaşırların üstüne fırlatılmış şarap şişesinden geliyordu. Şişeden geriye kalanların üstü ince bir kan tabakasıyla kaplıydı. Etrafına biri beyaz bir çember çizmişti.
Kendi içinde neredeyse kusursuz olan bu fotoğraf polisin elindeki en geniş objektifle ve her ayrıntıya keskinlik katan yapay ışık altında alınmıştı.
Martin Beck fotoğrafı ve büyüteci elinden bıraktı, ayağa kalkıp pencere kenarına yürüdü. Dışarıda tam bir İsveç yazı vardı. Hatta ondan da ötesi. Hava sıcaktı. Kristineberg Parkı’nın çimenlerinde bikinili birkaç kız güneşleniyordu. Sırtüstü uzanmışlardı, bacaklarını ayırıp kollarını uzatmışlardı. Genç ve zayıftılar. Onların deyişiyle ‘inceciktiler’ ve zarif duruyorlardı. Martin Beck gözlerini kısıp iyice odaklanınca bunlardan ikisinin, kendi departmanında çalışan kızlardan olduğunu fark etti. Demek saat on ikiyi geçmişti. Sabahları mayo, pamuklu elbise ve sandaletlerini giyip işe gelen kızlar öğle arasında elbiselerini çıkarıp parkta yatıyorlardı. Çok pratik bir hareket.
Martin Beck’in keyfi kaçmıştı çünkü yakında tüm bunları geride bırakıp Västberga Allé civarındaki gürültü patırtısı bol bir mahallede bulunan güney polis merkezine taşınmak zorunda olduğunu hatırladı.
Arkasında birisinin kapıyı açıp içeri girdiğini duydu. Kim olduğunu anlamak için arkasını dönmedi. Stenström’dü. Stenström hâlâ departmandaki en genç polisti ve herhalde ondan sonra kapıyı tıklatmadan giren bir kuşak yetişecekti.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu.
“Pek iyi değil,” dedi Stenström. “On beş dakika önce oradaydım ve adam hiç istifini bozmadan her şeyi inkâr ediyordu.”
Martin Beck arkasını dönüp masasına yürüdü ve bir kez daha olay yeri fotoğrafına baktı. Gazete kâğıdından örtünün, yırtık pırtık battaniye ve çizgili yastığın yukarısındaki tavanda eski bir rutubet lekesi vardı. Bir denizatını andırıyordu. Biraz iyi niyetle denizkızına benzetilebilirdi. Acaba yerde yatan adamın bu kadar hayal gücü var mı diye merak etti Martin Beck.
“Fark etmez,” dedi Stenström işgüzar bir edayla. “Teknik delillerle adamı enseleriz.”
Martin Beck cevap vermedi. Onun yerine Stenström’ün masasına koyduğu kalın raporu işaret edip, “O ne?” diye sordu.
“Sundyberg’ün sorgusunun kayıtları.”
“Al şu rezil şeyi önümden. Yarın tatilim başlıyor. Koll-berg’e ver. Ya da canın kimi istiyorsa ona.”
Martin Beck fotoğrafı alıp merdivenlerden yukarı çıktı, bir kapıyı açınca kendini Kollberg ve Melander’in yanında buldu.
Muhtemelen pencereler kapalı ve perdeler sonuna kadar örtülü olduğu için burası odasından daha sıcaktı. Kollberg ve şüpheli, masada karşılıklı oturmuşlardı, çıt çıkmıyordu. Uzun boylu olan Melander pencerenin yanında ayakta duruyordu, piposu ağzındaydı ve kollarını önünde birleştirmişti. Gözlerini ayırmadan şüpheliye bakıyordu. Kapının hemen yanındaki iskemlede üniforması ve açık mavi gömleğiyle bir polis memuru oturuyordu. Şapkasını sağ dizinin üstüne koymuştu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Hareket eden tek şey kayıt cihazında dönen kasetti. Martin Beck bir yanda, hemen Kollberg’in arkasında yerini alıp sessizliğe katıldı. Perdelerin arkasında cama çarpıp duran büyük bir arının sesi duyuluyordu. Kollberg ceketini çıkarmış, gömleğinin düğmelerini açmıştı ancak böyleyken bile tombul omuzlarının alt kısmında gömleği sırılsıklamdı. Bu ıslak leke yavaşça şekil değiştirip Kollberg’in omurgasından aşağı doğru uzamaya başladı.
Masanın karşı tarafında oturan adam, saçları seyrelmiş, ufak tefek bir tipti. Hırpani kılıklı biriydi ve iskemlesinin kol koyma yerine yapışmış parmakları bakımsızdı, tırnakları pis ve yenmişti. Çehresi zayıf ve hastalıklıydı, ağzının çevresinde incecik çizgiler vardı. Çenesi hafif titriyordu, gözleri bulanık ve suluydu. Adam kamburunu çıkararak sindi ve gözünden iki damla yaş aktı.
“Hı hı,” dedi Kollberg, kasvetli bir edayla. “Şişeyle kafasına vurdun, sonra şişe mi kırıldı?”
Adam başıyla onayladı.
“Yere düşünce bu sefer ona sandalyeyle vurmaya devam ettin. Kaç kere vurdun?”
“Bilmiyorum. Çok değil. Ama az da sayılmaz.”
“Tahmin edebiliyorum. Sonra da büfeyi üstüne devirdiğin gibi odadan çıktın. Bu sıra aranızdaki üçüncü kişi ne yapıyordu? Şu Ragnar Larsson denen şahıs? Araya girmeye çalışmadı mı, yani seni durdurmadı mı?”
“Hayır, hiçbir şey yapmadı. Yalnızca izleyici kaldı.”
“Yine yalan söylemeye başlama şimdi.”
“Uyuyordu o. Sızmıştı.”
“Daha yüksek sesle konuşmaya çalış, tamam mı?”
“Yatakta uzanmış uyuyordu. Hiçbir şey anlamadı.”
“Hayır, ayılıp polise gidene kadar diyelim. Peki, buraya kadar her şey tamam fakat hâlâ anlamadığım bir şey var. Neden böyle oldu? O birahanede tanışana kadar birbirinizi daha önce hiç görmemiştiniz bile.”
“Bana kahrolası Nazi dedi.”
“Her polis haftada birkaç defa kahrolası Nazi hakaretini işitiyor. Yüzlercesi bana Nazi ya da Gestapo demiştir, hatta daha beterini de duydum ama bu yüzden kimseyi öldürmedim.”
“Oturduğu yerden bunu tekrar edip durdu, kahrolası Nazi, kahrolası Nazi, kahrolası Nazi deyip durdu… Ağzından başka laf çıkmadı. Bir de şarkı söyledi.”
“Şarkı mı?”
“Evet, beni gıcık etmek için. Fitil etmek için. Hitler hakkında.”
“Hı hı. Eh, sen ona böyle konuşması için bir sebep vermiş olabilir misin?”
“Ona benim ihtiyarın Alman olduğunu söylemiştim. Daha önceden ama.”
“İçmeye başlamadan önce mi?”
“Evet. O zaman nasıl bir annem olduğunun bir önemi yok demişti.”
“Sonra tam adam mutfağa çıkacakken şarap şişesini alıp arkadan kafasına vurdun?”
“Evet.”
“Yere mi düştü?”
“Dizlerinin üstüne düşünce kafası kanamaya başladı. Sonra da, ‘Seni lanet olası Nazi domuzu, şimdi görürsün gününü,’ dedi.”
“Sen de ona vurmaya devam mı ettin?”
“Ben… korktum. Adam benden iriydi ve… nasıldır bilirsin… her şey birden durur, gözlerin kararır, kıpkırmızı olur… ne yaptığımın farkında değildim.”
Adamın omuzları deli gibi titriyordu.
“Bu kadar yeter,” dedi Kollberg, kayıt cihazını kapatarak. “Şuna yiyecek bir şeyler verin, doktora sorun bakalım sakinleştirici alabilir miymiş.”
Kapının dibindeki polis ayağa kalktı, katili kolundan sıkıca tutup dışarı çıkardı.
“Şimdilik hoşça kal. Yarın görüşürüz,” dedi Kollberg dalgınca.
Aynı anda önündeki kâğıda mekanik bir tavırla yazıyordu. “Gözyaşları içinde suçunu itiraf etti.”
“Değişik bir tip,” dedi.
“Önceden darptan beş sabıkası var,” dedi Melander. “Her seferinde inkâr etmişti. Onu çok iyi hatırlıyorum.”
“Ayaklı arşiv konuştu,” yorumunu yaptı Kollberg.
Ağır bir hareketle ayağa kalkıp Martin Beck’e uzun uzun baktı.
“Sen burada ne arıyorsun?” dedi. “Hadi iznine çık, tatiline git ve bırak da alt sınıfların yediği haltlarla biz uğraşalım. Nereye gidiyorsun bu arada? Adalara mı?”
Martin Beck başıyla onayladı.
“Akıllıca,” dedi Kollberg. “Ben önce Romanya’ya gidip kızardım, Mamaia denen yerde. Sonra eve gelip haşlandım. Harika oldu. Orada telefonun da olmayacak değil mi?”
“Olmayacak.”
“Şahane. Her neyse, ben duş almaya gidiyorum. Hadi çık artık.”
Martin Beck biraz düşündü. Bu önerisinin bazı avantajları vardı. Hepsinden öte, bir gün erken yola çıkabilirdi. Omuz silkti.
“Ben çıkıyorum. Hoşça kalın, çocuklar. Bir ay sonra görüşürüz.”

2
Çoğu kişinin tatili bitmişti ve Stockholm’ün ağustos sıcağında ısınan sokakları temmuzda yağmurlu birkaç haftayı çadırlarda, karavanlarda ve kırsaldaki pansiyonlarda geçiren insanlarla dolmaya başlamıştı. Son birkaç gündür metro yine kalabalıklaşmıştı ancak şu anda mesai saatlerinin ortasındaydılar ve Martin Beck vagonda neredeyse yalnızdı. Dışarıdaki yeşilliğe bakarak oturdu ve hevesle beklediği tatilinin sonunda gelip çatmasına seviniyordu.
Ailesi zaten bir aydır adalara gitmiş tatil yapıyordu. Bu yaz şanslarına, karısının bir uzak akrabasının kır evini kiralama fırsatını bulmuşlardı. Takımadaların ortasındaki bir adada, tek başına tam ortada duran bir kulübeydi bu. Karısının akrabası yurt dışına çıktığından bu sırada kulübe tamamen onlara aitti. Hem de çocukların okulu açılana kadar.
Martin Beck kapıyı açıp boş evine girdi, doğruca mutfağa gitti ve dolaptan bir bira çıkardı. Lavabonun yanında dikilerek birkaç yudum aldı, sonra şişeyi elinde taşıyarak yatak odasına geldi. Soyundu, üstünde yalnızca şortuyla balkona çıktı. Bir süre güneşte oturdu, ayaklarını balkonun parmaklıklarına dayayıp birasını bitirdi. Dışarıdaki sıcaklık neredeyse tahammül edilemez derecedeydi ve şişe boşalınca Martin Beck bir nebze daha serin olan içeriye girdi.
Kol saatine baktı. Vapurun yola çıkmasına iki saat kalmıştı. Kalacağı ada, takımadaların öyle bir bölgesinde yer alıyordu ki şehirden oraya gidiş geliş hâlâ buharlı vapurla yürütülüyordu. İşte bu tatil fırsatının en iyi yanı bu, diye düşündü.
Mutfağa girdi, boş şişeyi kilerde yere koydu. Kilerdeki bozulabilecek her şey temizlenmişti ama Martin Beck ne olur ne olmaz diye kapıyı kapatmadan önce bir daha kilere göz attı. Sonra buzdolabının fişini çekti, buzlukları lavaboya koydu ve kapıyı kapatmadan önce mutfağa son kez şöyle bir bakarak yatak odasına gitti.
İhtiyaç duyacağı eşyaların çoğunu zaten önceden orada geçirdiği bir hafta sonu adaya götürmüştü. Karısı ve çocukları, istediklerinin listesini ona vermişti ve Martin Beck hepsini toparladığında iki çantayı doldurmuştu bile. Aynı zamanda süpermarketten bir kutu yiyecek de alması lazımdı, bu yüzden taksi tutmaya karar verdi.
Vapurda çok yer vardı, Martin Beck çantalarını yerleştirdikten sonra güverteye çıkıp oturdu.
Sıcak hava tüm şehre yayılmıştı ve neredeyse yaprak kımıldamıyordu. XII. Karl Meydanı’ndaki yeşillik tazeliğini kaybetmişti, Grand Hotel’in bayrakları sünmüştü. Martin Beck kol saatine bakıp aşağıdaki adamların iskeleyi çekmesini sabırsızlıkla bekledi.
Motorun çalışmasıyla gelen ilk titreşimleri hissedince ayağa kalkıp vapurun kıç tarafına gitti. Vapur iskeleden uzaklaşırken parmaklıklara yaslandı ve pervanelerin suda dönüp beyazımsı yeşil köpükler çıkartışını izledi. Vapur düdüğünün kulak çınlatan sesiyle beraber vapur sarsıla sarsıla Saltsjön’e doğru dönerken Martin Beck parmaklıkta durup yüzünü serin rüzgâra verdi. Birdenbire kendini özgür ve tüm sıkıntılardan uzak hissetti; kısacık bir an için, çocukluğunda yaz tatilinin ilk günlerinde duyduğu hissi bir daha yaşadı.
Yemek salonunda yemek yedi, sonra tekrar çıkıp güvertede oturdu. İnecek olduğu iskeleye yanaşmadan önce vapur gideceği adanın önünden geçti, sonra Martin Beck sahildeki kulübeyi, rengârenk sandalyeleri ve karısını gördü. Suyun dibinde çömelmişti ve galiba patates temizliyordu. Karısı doğrulup ona el salladı ancak ikindi güneşi gözüne girerken karısı o mesafeden onu seçebilir miydi Martin Beck bundan pek emin değildi.
Çocuklar sandalla onu karşılamaya geldi. Martin Beck kürek çekmeyi severdi. Oğlunun itirazlarına aldırmaksızın kürekleri aldı, iskeleyle ada arasındaki mesafede kıyıya kadar kürek çekti. Birkaç gün sonra on beşini dolduracak olmasına rağmen hâlâ Ufaklık diye çağrılan kızı Ingrid arka tarafta oturmuş, bir köy dansından bahsediyordu. On üç yaşında olan ve kızlardan hiç hoşlanmayan oğlu Rolf zıpkınla avladığı turna balığını anlatıyordu. Martin ise kürek çekmenin tadını çıkara çıkara yarım kulakla dinledi onları.
Şehir giysilerini üstünden attıktan sonra kayalıklardan denize girip biraz yüzdü, sonra mavi pantolonuyla üstünü giydi. Akşam yemeğinden sonra kulübenin dışında oturup karısıyla sohbet etti, güneşin ayna gibi denizin arkasında gözden yitişini izledi. Oğluyla suya ağ attıktan sonra erkenden yattı.
Çok uzun zaman sonra ilk kez, başını yastığa koyduğu gibi uyumuştu.
Uyandığında güneş ufukta alçaktaydı, Martin Beck çiy kaplı çimenlere yalınayak basarak kulübenin dışındaki kayaya oturdu. Sanki bugün de bir önceki kadar güzel bir gün olacaktı fakat güneş henüz ısıtmadığından Martin Beck pijamalarla üşümüştü. Bir süre sonra tekrar içeri girdi, bir fincan kahveyle verandada oturdu. Saat yedi olunca giyinip oğlunu uyandırdı, çocuk istemeye istemeye yataktan çıktı. Sandalla suya açılıp ağları topladılar, bir avuç yosun ve su bitkisi dışında bir şey takılmamıştı ağa. Geri döndüklerinde diğer ikisi de kalkmıştı ve kahvaltı sofrası hazırdı.
Kahvaltıdan sonra Martin Beck balıkçı kulübesine inip ağları asmaya ve temizlemeye koyuldu. Sabrını sınayan bir işti bu ve ileride, aileye balık getirme sorumluluğunu oğluna yüklemeye karar verdi.
Tam sonuncu ağı bitirecekken arkasında motorlu bir teknenin kesintili gürültüsünü işitti, küçük bir balıkçı motoru köşeden dönüp doğruca üstüne geliyordu. Martin Beck teknedeki adamı hemen tanıdı. Nygren’di bu, yandaki adada yaşayan, küçük bir kayıklığın sahibiydi ve onların en yakın komşusuydu. Beck’lerin adasında içme suyu olmadığından suyu ondan alıyorlardı. Nygren’de aynı zamanda telefon da vardı.
Nygren tekneyi durdurup, “Telefon var. En kısa zamanda aramanı istiyorlar. Numarayı telefonun yanındaki kâğıda yazdım,” diye seslendi.
“Kim arıyormuş, adını söylemedi mi?” dedi Martin Beck, oysaki aslında biliyordu.
“Onu da yazdım. Şimdi Skärholmen’e gitmem lazım, Elsa da çilek tarlasında ama mutfağın kapısı açık.”
Nygren tekrar motoru çalıştırdı ve kıç tarafında ayakta durup koya doğru yol aldı. Gözden kaybolmadan önce veda anlamında elini havaya kaldırdı.
Martin Beck onu kısa bir süre izledi. Sonra iskeleye yürüdü, sandalı çözüp Nygren’in kayıkhanesine doğru kürek çekmeye başladı. Kürek çekerken içinden şöyle düşündü: Adı batasıca. Kollberg’in adı batsın, tam da varlığını unutmuşken!
Duvardaki telefonun altında duran not defterinde Nygren, el yazısıyla neredeyse okunmayacak bir tarzda şunu yazmıştı: Hammar 54 10 60.
Martin Beck hemen numarayı çevirdi ve operatörün onu bağlamasını beklerken kafasında alarm çanlarını duymaya başladı.
“Hammar, buyrun,” dedi Hammar.
“Evet, ne oldu?”
“Çok özür dilerim, Martin ama senden en kısa sürede dönmeni rica edeceğim. Tatilinin geri kalanı güme gidebilir. Eh, yani ertelenebilir işte.”
Hammar birkaç saniye sessiz durdu. Sonra, “Gelirsen yani,” dedi.
“Tatilimin geri kalanı mı? Daha tatil yapmadım ki.”
“Çok üzgünüm, Martin, ama seni lüzumsuz yere çağırmam bilirsin. Bugün gelebilir misin?”
“Bugün mü? Ne oldu ki?”
“Eğer bugün gelebilirsen çok iyi olurdu. Gerçekten önemli bir durum. Buraya gelince daha fazla bilgi verebilirim.”
“Bir saat sonra bir vapur kalkıyor,” dedi Martin Beck, sivrisinek lekeleriyle dolu pencereden güneş ışınlarının pırıldadığı koya doğru baktı. “Bu kadar önemli olan da ne? Kollberg ya da Melander halledeme…”
“Hayır. Bunu senin halletmen lazım. Bildiğim kadarıyla birisi ortadan puf diye kaybolmuş.”

3
Martin Beck şefinin odasının kapısını açtığında saat bire on vardı ve tamı tamına yirmi dört saatliğine tatile gidip dönmüştü. Emniyet Müdürü Hammar iri kıyım bir adamdı, ensesi kalındı. Gür kırçıl saçları vardı. Döner sandalyesinde sessizce oturuyordu, ön kollarını masasına yaslamıştı. En sevdiği mesleklerden birini icra etmekle meşguldü yani hiçbir şey yapmıyordu.
Yüzü sirke satarak, “Ah, geldin demek,” dedi. “Tam vaktinde. Yarım saat sonra DİB’desin.”
“Dış İşleri Bakanlığı mı?”
“Aynen. Şu adamla görüşeceksin.”
Hammar başparmağıyla işaret parmağının ortasında bir kartviziti köşesinden, sanki üstünde tırtıl yürüyen bir marul yaprağını tutar gibi tutmuştu. Onun için hiçbir şey ifade etmiyordu.
“Ağır toplardan, üstlerden biri,” dedi Hammar. “Kendini Bakan’ın yakını sanıyor.” Bir an durup sonra, “Ben de bu adamın adını daha önce hiç duymadım,” diye ekledi.
Hammar elli dokuz yaşındaydı ve 1927 yılından beri polisti. Siyasetçileri hiç sevmezdi.
“Bu sefer hiç de öfkeli değilsin,” dedi Hammar.
Martin Beck bir süre bunun şaşkınlığıyla düşündü. Öfkeli olamayacak kadar çok şaşkınlık içinde olduğuna kanaat getirdi.
“Mesele tam olarak ne?”
“Sonra konuşuruz. Hele şu kuş beyinliyle bir tanış da.”
“Ortadan kaybolan birisi var dedin.”
Hammar işkence çekerek pencereden dışarıya gözlerini dikti, sonra omuz silkip konuşmaya başladı. “Aslında tüm bunlar aptalca. Doğrusunu istersen ben… DİB’e gidene kadar sana başka bilgi vermemem söylendi.”
“Onlardan da mı emir almaya başladık artık?”
“Bildiğin üzere, bir sürü departman var,” dedi Hammar dalgın bir şekilde.
Bakışları yaz mevsiminde coşmuş yeşilliğin arasında bir yerde kayboldu. “Burada işe başladığımdan beri, bir alay bakan geldi geçti. Bunların çoğu ben portakal biti hakkında ne kadar biliyorsam polis teşkilatı hakkında o kadar bilgi sahibi. Yani varlığı haricinde hiçbir şey bilmiyorlar. Hoşça kal,” dedi hızla.
“Hoşça kal,” dedi Martin Beck.
Martin Beck kapıya ulaşınca Hammar şimdi kendini toplayıp, “Martin,” dedi.
“Efendim?”
“Ancak sana tek söyleyebileceğim şu. Eğer istemezsen, bu işi almak zorunda değilsin.”
Bakanın yakını olan adam iri yarı, heybetli ve kızıl saçlıydı. Martin Beck’e ıslak mavi gözlerle baktı, hızla ayağa kalkıp bir kolunu öne uzatmış halde masasının etrafından yürüyüp öne çıktı.
“Ne güzel,” dedi. “İyi ki geldiniz.”
Büyük bir coşkuyla tokalaştılar. Martin Beck hiçbir şey demedi.
Adam tekrar döner sandalyesine oturdu, soğuk piposunu aldı ve geniş, sarı, at dişleriyle ucunu ısırdı. Ardından sandalyeye kuruldu, başparmağını piposunun lülesine sokup bastırdı, bir kibrit çaktı ve çıkan dumanın arkasından ziyaretçisine alıcı gözle, soğuk bakışlar attı.
“Merasime gerek yok,” dedi. “Ciddi bir konuşmaya hep böyle başlarım. Eğri oturup doğru konuşalım. Böyle daha doğru olur. Benim adım Martin.”
“Benimki de,” dedi Martin Beck kasvetle.
Bir saniye sonra, “Şansa bak. Şimdi mesele daha da karmaşık bir hal alacak,” dedi.
Adam küçük dilini yutmuş gibiydi. Martin Beck’e cin gibi baktı, sanki bir ihanet kokusu almıştı. Arkasındansa gümbür gümbür bir kahkaha patlattı.
“Elbette. Çok komik. Ha ha ha.”
Birdenbire susup telefona döndü. Gergince düğmelere basarak, “Evet, evet. Kahkahadan geberiyoruz,” diye mırıldandı.
Sesinde mizahtan eser yoktu.
“Alf Matsson dosyasını alabilir miyim,” diye seslendi.
Orta yaşlı bir kadın, elinde bir dosyayla içeri girip dosyayı masada adamın önüne koydu. Adam kadına bakış atmaya bile tenezzül etmedi. Kadın kapıyı arkasından kapatınca Martin, soğuk ve kişiliksiz balık gözlerini Martin Beck’e çevirip aynı anda da dosyayı açtı. Kalemle karalanmış notların olduğu tek bir sayfa vardı içinde.
“Çok karmaşık ve hiç hoş olmayan bir hikâye bu,” dedi.
“Ya,” dedi Martin Beck. “Hangi açıdan?”
“Matsson’u tanıyor musun?”
Martin Beck olumsuz anlamda başını salladı.
“Hayır mı? Aslında bayağı meşhur. Gazeteci. Daha çok haftalık yayınlarda yazıyor. Televizyonda da çıkar. Zeki bir yazar. Burada.”
Bir çekmeceyi açıp içini karıştırdı, sonra bir başka çekmece, derken sonunda kayıt defterini yerinden kaldırıp aradığı şeyi buldu.
Kapıya pis bir bakış fırlatarak, “Özensizlikten nefret ederim,” dedi.
Martin Beck adamın elindekini inceledi, altı üstü Alf Matsson adında birisi hakkında daktiloda muntazamca yazılmış bilgiler içeren bir dosyaydı. Görünüşe bakılırsa adam sahiden de gazeteciymiş, haftalık büyük gazetelerden birinde çalışıyormuş. Martin Beck’in hiç okumadığı ancak çocuklarının elinde gördüğünde açığa vurmadığı bir kaygı ve güvensizlik duyduğu bir gazetede. Ayrıca Alf Sixten Matsson’un 1934 yılında Göteborg’da doğduğu belirtilmiş. Dosyaya iliştirilmiş sıradan bir pasaport fotoğrafı da ekte yer alıyordu. Martin Beck başını yana kırıp oldukça genç, bıyıklı, kısa düzgün bir sakalı ve yuvarlak tel çerçeveli gözlükleri olan adamın resmine baktı. Yüzü öylesine ifadesizdi ki fotoğraf herhalde şehrin her yerindeki şipşak fotoğraf kabinlerinden birinden çekilmişti. Martin Beck dosyayı masaya koyup kızıl saçlı adama soru sorarcasına baktı.
“Alf Matsson ortadan kayboldu,” dedi adam, üstüne basa basa.
“Ah, öyle mi? Yani araştırmalarınız bir sonuç vermedi?”
“Hiçbir araştırma yapılmadı. Yapılmayacak da,” dedi adam, manyak gibi ileriye sabit bakarak.
O ıslak bakışların altındaki çelik gibi kararlılığı ilk başta gözden kaçıran Martin Beck hafifçe kaşlarını çattı.
“Ne kadardır ortada yok?”
“On gündür.”
Bu cevap Martin Beck’i pek şaşırtmamıştı. Adam on dakika ya da on yıl deseydi de bir fark yoktu zaten. Martin Beck’i tek şaşırtan nokta, o esnada adada sandalda kürek çekmek yerine orada oturuyor oluşuydu. Kol saatine baktı. Muhtemelen akşam vapuruna yetişebilecekti.
“On gün pek uzun bir süre değil,” dedi uysalca.
Yakındaki bir odadan başka bir memur geldi ve konuşmaya öylesine pattadak girdi ki Martin Beck adamın deminden beri kapıyı dinlediğini tahmin etti. Herhalde bir çeşit yönetici, diye düşündü Martin Beck.
“Özellikle bu davada fazlasıyla uzun,” dedi yeni giren. “Durum son derece olağan dışı. Alf Matsson, 22 Temmuz’da uçakla Budapeşte’ye gitti, bir yazı için oraya dergi göndermişti. Ertesi pazartesi, buradaki, Stockholm’deki ofisi arayıp her hafta düzenli olarak yazdığı köşe yazısını okumalıydı. Ancak yapmadı. Alf Matsson’un işlerini her zaman tam vaktinde teslim ettiği gözden kaçırılmaması gereken bir ayrıntı. Yani son teslim tarihini asla geçirmezmiş. İki gün sonra dergi, Budapeşte’deki oteline telefon etmiş, otel adamın orada kaldığını ancak o anda otelde olmadığını söylemiş. Dergi, Matsson’a bir mesaj bırakıp otele gelir gelmez Stockholm’e bilgi vermesini söylemiş. İki gün daha beklemişler. Hiç haber alamamışlar. Dergi burada, karısıyla temasa geçmiş. Karısı da ondan haber almamış. Burada önemli bir gelişme yok çünkü zaten boşanmak üzereymişler. Geçen cumartesi editör bizi aradı. O zamana dek otelle tekrar irtibat kurmuştu ve en son aramalarından bu yana kimsenin Matsson’u görmediğini öğrenmişti. Ancak eşyaları hâlâ odasında, pasaportu resepsiyondaydı. Geçen pazartesi, ağustosun ilk günü, oradaki adamlarımızla iletişime geçtik. Matsson hakkında hiçbir bilgileri yoktu ancak onların deyişiyle Macar polisinin nabzını yokladılar, görünüşe göre ‘oralı değillerdi.’ Geçen salı derginin başeditörü bizi ziyarete geldi. Çok tatsız bir görüşmeydi.”
Kızıl saçlı adam ikinci plana düşmüştü. Buna sinir olarak piposunun ucunu ısırıp, “Evet, aynen öyle. Tatsız bir görüşmeydi,” diye ekledi.
Bir saniye sonra açıklama niyetine, “Sekreterim,” diye ekledi.
“Evet,” dedi sekreter, “her neyse, o konuşmanın sonucunda resmî olmayan yollardan en üst düzeyden polisle temasa geçtik, devamında da bugün siz buraya geldiniz. Sizi burada gördüğümüze çok memnunuz bu arada.”
Tokalaştılar. Martin Beck henüz çözememişti. Düşünceli bir halde burun kemerini ovdu.
“Maalesef tam olarak anlamış değilim,” dedi. “Editörler neden meselenin sıradan bir şekilde bilgisini geçmedi?”
“Birazdan anlayacaksınız. Başeditör ve derginin basılmasından sorumlu kişi, aynı kişi yani, meseleyi polise rapor etmek ya da resmî bir soruşturma istemedi çünkü o zaman bu durum hemen duyulacak ve basına yayılacaktı. Mattson derginin kendi muhabiriydi, üstelik yurt dışına röportaja gittiğinde ortadan kaybolmuştu, dolayısıyla haklı ya da haksız bilemem, dergi bunu kendi haberi olarak algılıyor. Başeditör, Matsson için çok endişeleniyordu, öte yandan onların deyişiyle bir sansasyonel haber, yani bir süreli yayının tirajını şıp diye yüz binlerce sayıya yükseltecek bir haber kokusu aldığını da sugötürmez bir gerçek şeklinde ifade etti. Bu derginin genelde takip ettiği çizgiyi bilseydiniz, o zaman görürdünüz ki… Her neyse, muhabirlerinden biri sırra kadem bastı ve bunun Macaristan’da meydana gelmesi, haberin değerini bir nebze bile düşürmüyor.”
“Yani Demir Perde’nin ardında,” dedi kızıl saçlı adam iç karartarak.
“Biz böyle tabirler kullanmıyoruz,” dedi diğer adam. “Eh, umarım bunların ne anlama geldiğinin farkındasınız. Eğer bu durum ihbar edilirse, basına sızarsa, bu zaten kötü olur. Haber gazetelerde makul bir yer kaplasa ve gerçekleri net bir şekilde yansıtsa bile durum böyle. Ancak eğer dergi bütün gelişmeleri kendine saklar ve sadece kendi amacı için kullanırsa o zaman kim bilir… Eh, neyse önemli ilişkiler zedelenir, ki biz ve başkaları bu ilişkileri kurup geliştirmek için çok zaman harcadık ve emek verdik. Derginin editörü pazartesi günü geldiğinde yanında tamamlanmış bir yazı vardı. Biz de buruk bir zevkle okuma şansına nail olduk. Eğer o yazı basılırsa, bazı açılardan tam bir felakete yol açar. Eğer bu haftaki sayıya koymayı ciddi ciddi düşünüyorlarsa tabii. Bu yazının basılmasını önlemek için bütün ikna gücümüzü kullanmak ve akla hayale gelecek her tür yolu denemek zorunda kaldık. Bütün görüşme, sonunda başeditörün bize ültimatom vermesiyle bitti. Eğer Matsson kendiliğinden nerede olduğunu bildirmezse ya da eğer onu önümüzdeki haftanın sonuna kadar bulamazsak… eh, o zaman kızılca kıyamet kopacak.”
Martin Beck saç diplerine masaj yaptı.
“Anladığım kadarıyla dergi de soruşturmayı kendince yürütüyor,” dedi.
Memur dalgın dalgın üstüne baktı, adam şu anda öfke içinde piposunu içiyordu.
“Benim kapıldığım izlenime göre, derginin o yöndeki çabaları bayağı iyi niyetli. Bilhassa bu alandaki faaliyetleri bir sonraki uyarıya kadar dondurulmuş. Bundan ötürü, Matsson’un nerede olduğu hakkında en ufak bir fikirleri bile yok.”
“Adam şüphesiz sırra kadem basmış,” dedi Martin Beck.
“Evet, aynen. Çok endişelendirici bir durum.”
“Ama duman olup uçmadı ya,” dedi kızıl saçlı adam.
Martin Beck bir dirseğini masanın kenarına yasladı, yumruğunu sıkıp parmak boğumlarını burun kemerine bastırdı. Vapur, ada ve iskele zihninde gittikçe uzaklaşıp silikleşiyordu.
“Benim buradaki rolüm ne?” dedi.
“O bizim fikrimizdi ancak şahsen siz olacağını bilmiyorduk. Biz bunların hepsini kendimiz soruşturamayız, en azından on gün içinde. Her ne olduysa, adam bir nedenle kimliğini mi gizledi, intihar mı etti, kaza mı geçirdi… yoksa başka bir şey mi oldu, polislik bir mesele. Yani bu iş ancak bir profesyonel tarafından yürütülebilir. Dolayısıyla, bayağı gayriresmî bir şekilde, biz de en üst seviyedeki polisle irtibata geçtik. Birisi seni tavsiye etti. Şimdi zurnanın zırt dediği yer, senin bu davayı üstlenip üstlenmeyeceğin. Kalkıp buraya gelmiş olman bile, sanırım diğer görevlerinden alınacağın anlamına geliyor.”
Martin Beck kahkahasını bastırdı. İki memur da ona sertçe bakıyordu. Tahminince, bu davranışını yakışıksız bulmuşlardı.
“Evet, herhalde alınırım,” dedi, balık ağlarını ve kürekleri düşünerek. “Ancak benim tam olarak ne yapabileceğimi düşünüyorsunuz?”
Memur omuz silkti.
“Oraya gideceğini herhalde. Onu bulmanı. İstersen yarın sabah gidebilirsin. Her şey ayarlandı, bizim kanallarımız sayesinde tabii. Geçici süreliğine bizim kadroya transfer edilecek ve maaşını bizden alacaksın ancak resmî bir göreve atanmayacaksın. Doğal olarak sana her yönden yardım edeceğiz. Mesela, istersen oradaki polisle irtibata geçebilirsin ya da geçmeyebilirsin. Dediğim gibi, yarın sabah yola çıkabilirsin.”
Martin Beck şöyle bir düşündü.
“O zaman öbür gün.”
“O da olur.”
“Bugün öğleden sonra haber veririm.”
“Çok fazla düşünme ama.”
“Bir saate kalmaz telefon ederim. Hoşça kalın.”
Kızıl saçlı adam bir telaş masasının arkasından çıktı. Sol eliyle Martin Beck’in sırtını sıvazlarken sağ eliyle de tokalaştı.
“Eh, hoşça kal öyleyse. Hoşça kal Martin. Elinden geleni yap. Konu önemli.”
“Gerçekten öyle,” dedi diğer adam.
“Evet,” dedi kızıl saçlı, “belki de elimizde bir başka Wallenberg skandalı var.”
“Özellikle bu adı ağzımıza almamamız söylenmişti,” dedi diğer adam bezgin bir çaresizlikle.
Martin Beck başıyla onaylayıp çıktı.

4
“Gidecek misin oralara?” dedi Hammar.
“Henüz bilmiyorum. Dillerini bile bilmiyorum.”
“Teşkilatta bilen yok zaten. Merak etme, baktık. Her neyse, İngilizce ve Almancayla idare edebilirsin dediler.”
“Tuhaf bir durum.”
“Aptalca bir durum,” dedi Hammar. “Ancak DİB’dekilerin bilmediği bir bilgi var elimde. O adamla ilgili bir dosyamız var.”
“Alf Matsson?”
“Evet. Üçüncü Şube’nin arşivinde. Gizli dosyalar bölümünde.”
“Casuslukla Mücadele mi?”
“Aynen. Güvenlik Birimi. Üç ay önce bu adam hakkında bir soruşturma yapılmış.”
Kollberg neredeyse kulakları sağır eden bir sesle kapıyı yumruklayıp kafasını içeri soktu. Martin Beck’e hayretler içinde baktı. “Burada ne arıyorsun?”
“Tatilimi yapıyorum.”
“Nedir bu fısır fısır haliniz? Gideyim mi? Geldiğim gibi sessizce, kimseye çaktırmadan?”
“Evet,” dedi Hammar. “Hayır, gitme. Fısır fısırdan usandım. İçeri gir ve kapıyı da kapat.”
Masasının çekmecesinden bir dosya çıkardı.
“Rutin bir soruşturmaydı,” dedi, “derinleştirmeye gerek duyulmadı. Ancak bazı bölümleri, bu dosyayla ilgilenmeyi düşünen kişilerin ilgisini çekebilir.”
“Neyin peşindesiniz?” dedi Kollberg. “Gizli bir istihbarat birimi mi kurdunuz?”
“Böyle öteceksen gidebilirsin,” dedi Martin Beck. “Casuslukla Mücadele birimi neden Matsson’la ilgileniyordu?”
“Pasaportta çalışan memurların kendilerine has tuhaflıkları vardır. Arlanda havaalanında mesela, vize isteyen Avrupa ülkelerine seyahat edenlerin isimlerini yazarlar. Kayıt defterlerine bakan zeki bir çocuk, bu Matsson denen adamın çok fazla seyahate çıktığından işkillenmiş. Varşova, Prag, Budapeşte, Sofya, Bükreş, Köstence, Belgrad. Pasaportunu çok kullanıyormuş.”
“Eee?”
“Dolayısıyla Güvenlik Şube sessizden ufak çaplı bir soruşturma yapmış. Örneğin çalıştığı dergiye gidip sormuşlar.”
“Ne cevap almışlar?”
“Gayet doğrudur, demiş dergi. Alf Matsson pasaportunu çok kullanır. Neden kullanmasın? Doğu Avrupa ilişkileri konusunda uzmanımız. Bundan daha kayda değer sonuçlar elde edilmemiş ama bir iki nokta daha var. Al sen bu zırvayı, otur kendin oku. Buraya oturabilirsin. Çünkü ben şimdi eve gidiyorum. Bu akşam bir James Bond filmi izleyeceğim. Hoşça kal!”
Martin Beck raporu önüne çekip okumaya başladı. Birinci sayfayı bitirince Kollberg’in önüne itti, Kollberg parmak uçlarıyla kâğıdı alıp önüne koydu. Martin Beck ona sorgulayıcı bir bakış attı.
“Çok terliyorum,” dedi Kollberg. “Bu gizli belgeleri berbat etmek istemem.”
Martin Beck başıyla onayladı. Kendisi soğuk algınlığı geçirmediği sürece hiç terlemezdi.
İlerleyen bir saat boyunca hiçbir şey demediler.
Dosyanın içinde acilen ilgi gösterilmesi gereken bir konu yoktu ancak en ince ayrıntısına kadar yazılmıştı. Alf Matsson 1934 yılında Göteborg’da değil de 1933 yılında Mölndal’da doğmuştu. 1952 senesinde, bir taşrada gazeteciliğe başlamıştı ve 1955’te spor yazarı olarak Stockholm’e gelene kadar birçok günlük gazetede röportaj hazırlamıştı. Bir spor muhabiri olarak birçok kez yurt dışına çıkmıştı, 1956’da Melbourne’deki ve 1960’da Roma’daki Olimpiyat Oyunları’na gitmişti. Bir yığın editör onun yetenekli bir gazeteci olduğunda hemfikirdi: “…marifetli, eli çabuk.” 1961 yılında günlük gazeteden ayrılmış ve hâlâ çalışmakta olduğu haftalık yayına geçmişti. Son dört yıl içinde gittikçe zamanını daha çok yurt dışında çeşitli konuları rapor etmeye adamıştı, siyasetten ekonomiye spordan pop şarkıcılarına kadar her türlü konuyu araştırıyordu. Üniversite sınavına girmiş, akıcı şekilde İngilizce ve Almanca, muhtemelen İspanyolca, biraz Fransızca ve Rusça biliyordu. Yıllık 40.000 krondan fazla kazanıyordu ve iki kere evlenmişti. Birinci evliliği 1954 yılında olmuş, bir yıl sonra boşanmıştı. 1961’de tekrar evlenmişti ve birinciden bir kız, ikinciden bir oğlan olmak üzere iki çocuğu vardı.
Takdire şayan bir titizlikle soruşturmayı yürüten kişi, arkasından adamın pek hayranlık uyandırmayan yanlarından bahsetmeye geçmişti. Matsson birçok sefer büyük çocuğunun nafakasını ödemeyi ihmal etmişti. İlk karısı onu “ayyaş ve acımasız bir canavar” olarak nitelendirmişti. Parantez içinde bu tanığın yüzde yüz güvenilir olmadığı belirtilmişti. Gelgelelim, birden fazla kez Alf Matsson’un içtiği ima edilmişti, eski bir iş arkadaşı onun hakkında “fena biri değil ama içki içince azıtıyor,” yorumunu yapmıştı ancak bu ifadelerden yalnızca biri delille destekleniyordu. 1966 yılında On İkinci Gece arifesinde, Malmö’de bir devriye memuru onu General Hospital’ın acil servisine yetiştirmişti çünkü o sırada ziyaret ettiği Bengt Jönsson adında birinin evinde çıkan sarhoş kavgasında elinden bıçaklanmıştı. Polis bu olay için dosya açmıştı fakat duruşma olmamıştı çünkü Matsson davacı değildi. Ne var ki Kristiansson ve Kvant isimli iki polis memuru hem Matsson’un hem de Jönsson’un ağır alkollü olduğunu belirtmişti, böylece bu dosya Alkolizm Komisyonu’na devredilmişti.
Şimdiki patronu, Eriksson adlı yazı işleri müdürünün verdiği ifadede genel bir burnu büyüklük hakîmdi. Matsson derginin “Doğu Avrupa uzmanıydı”, (bu tür bir süreli yayın, böyle bir kişi için ne diyorsa) ve yazı işleri kurulu polise adamın gazetecilik faaliyetleri hakkında daha fazla bilgi vermek için bir sebep bulamamıştı. Söylediklerine göre Matsson, Doğu Avrupa meseleleriyle çok ilgiliydi ve çok bilgiliydi, sıklıkla kendi projelerini geliştirirdi ve bilhassa ilgisini çeken röportajları yürütebilmek için fazla mesai ücreti almadan yıllık izinlerinden ve tatillerinden feragat ederek çok hırslı olduğunu kanıtlamıştı.
Raporu daha önce okumuş olanlardan biri kırmızı kalemle bu cümlenin altını çizerek hırsına yenik düşmüş gibiydi. Bu Hammar olamazdı, başkalarının raporlarını böyle lekelemezdi o.
Matsson’un basılı yazılarının ayrıntılı dökümüne neredeyse sadece meşhur atletlerle özel röportajlar ve spor, film yıldızları ve eğlence dünyasından başka figürlerle yapılmış röportajları dahildi.
Dosyada buna benzer birçok yazı vardı. Kollberg okumayı bitirince, “çok da ilgi çekici olmayan bir şahıs,” dedi.
“Tuhaf olan tek bir şey var.”
“Ortadan kaybolması mı?”
“Aynen,” dedi Martin Beck.
Bir dakika sonra, Dış İşleri Bakanlığı’nı aradı ve Koll-berg büyük bir şaşkınlıkla onun, “Martin’le mi görüşüyorum? Evet, merhaba Martin, ben Martin,” dediğini duydu.
Martin Beck yüzünde buruk bir ifadeyle dinliyordu. Ardından, “Evet, gideceğim,” dedi.

5
Bina eskiydi, asansör yoktu. Giriş holünde yazan kiracıların isim listesinde Matsson en üstteydi. Martin Beck beş kat merdiven çıktıktan sonra nefes nefese kaldı, kalbi çok hızlı atıyordu. Zile basmadan önce bir saniye bekledi.
Kapıyı açan kadın ufak tefek ve sarışındı. Üstünde bol bir tulum ve pamuklu bir bluz vardı. Kadının ağız kenarlarında sert çizgiler vardı. Martin Beck kadının otuz yaşlarında olduğunu tahmin etti.
“Buyurun,” diyerek kapıyı açık tuttu kadın.
Martin Beck bir saat önce telefonda yaptıkları görüşmeden sesini tanımıştı.
Dairenin holü genişti ve bir duvarın dibindeki boyasız tabure dışında mobilyasızdı. İki üç yaşlarında ufak bir çocuk mutfaktan çıktı. Elinde yarısı yenmiş bir çörek vardı, doğruca Martin Beck’e yürüdü ve önünde durup yapış yapış yumruğunu kaldırdı.
“Selam,” dedi.
Sonra arkasını dönüp oturma odasına koştu. Kadın onu takip edip çocuğu havaya kaldırdı, çocuksa halinden memnun bir sesle odadaki tek rahat koltuğa oturmuştu. Kadın onu yandaki odaya taşıyıp kapıyı kapatırken çocuk çığlık attı. Kadın odaya geri döndü, koltuğa oturup bir sigara yaktı.
“Bana Alf hakkında sorular sormak istiyorsunuz sanırım. Ona bir şey mi oldu?”
Anlık bir tereddütten sonra Martin Beck tekli koltuğa oturdu.
“Bildiğimiz kadarıyla hayır. Yalnızca, iki haftadır ondan haber alınamadı. Dergiye gitmedi, anladığım kadarıyla şu ana dek size de gelmedi. Nerede olabileceğini biliyor musunuz?”
“Hiçbir fikrim yok. Aslında hiçbir bilgimin olmaması da olağan bir şey. Dört haftadır buraya uğramadı, ondan önce de ondan bir ay haber almamıştık.”
Martin Beck kapalı kapıya doğru baktı.
“Ama çocuk? Genelde görmez mi…”
“Biz ayrıldığımızdan beri oğluna karşı özel bir ilgi göstermedi,” dedi kadın, içerlemiş bir halde. “Her ay para gönderir. Ama bu zaten görevi, değil mi?”
“Dergiden çok kazanır mı?”
“Evet. Ne kadar bilmiyorum ama hep çok parası vardır. Cimri değildir. Kendine çok harcamasına rağmen ben de hiç parasız kalmam. Restoranlarda harcar, taksiye biner vesaire. Artık ben de işe girdim, o yüzden biraz kazanıyorum.”
“Ne zaman boşandınız?”
“Boşanmadık. Henüz süreç tamamlanmadı. Ama yaklaşık sekiz ay evvel Alf evden taşındı. O zaman kendine bir daire tuttu. Ama ondan önce bile, o kadar çok zaman evden uzaktı ki pek fark olmadı.”
“Ancak alışkanlıklarını bilirsiniz, kiminle görüştüğünü, nerelere gittiğini?”
“Artık değil. Açıkçası, ne peşinde olduğunu bile bilmiyorum. Önceden işyerinden insanlarla takılırdı. Gazetecilerle vesaire. Eskiden Tankard denen bir restoranda otururlardı. Ama artık bilmiyorum. Belki yeni bir mekân bulmuştur. Her neyse, o restoran da taşındı mı yıkıldı mı tam bilmiyorum.”
Kadın sigarasını söndürüp kapının yanına gidip dinledi. Sonra dikkatlice kapıyı açıp içeri girdi. Bir saniye sonra dışarı çıkıp aynı özenle kapıyı kapattı.
“Uyumuş,” dedi.
“Çok tatlı bir çocuk,” dedi Martin Beck.
“Evet, tatlıdır.”
Bir saniye sessizce oturdular, ardından kadın, “Ama Alf, Budapeşte’de iş seyahatindeydi, değil mi? En azından bir yerden öyle duydum. Orada kalmış olamaz mı? Ya da başka bir yere gitmiştir?” dedi.
“Eskiden öyle yapar mıydı? İş seyahatine gidince?”
“Hayır,” dedi kadın tereddütle. “Hayır, aslında yapmazdı. Çok özenli değildir ve çok içer ama biz birlikteyken kesinlikle işini ihmal eden biri değildi. Mesela, yazılarını mutlaka söz verdiği tarihte teslim etme konusunda çok hassastı. Burada yaşarken genelde geceleri geç saatlere kadar oturur, yazılarını tam vaktinde yetiştirirdi.”
Kadın Martin Beck’e baktı. Martin Beck konuşmaları boyunca ilk kez kadının gözlerinin içinde belli belirsiz bir kaygı sezdi.
“Tuhaf görünüyor, değil mi? Dergiyle hiç irtibat kurmamış olması? Gerçekten de başına bir şey gelmiş sanki.”
“Başına ne gelmiş olabilir sizce, bir fikriniz var mı?”
Kadın olumsuz anlamda başını salladı.
“Hayır, hiç yok.”
“Az önce, içki içtiğini söylediniz. Çok mu içer?”
“Evet, en azından bazen. Burada oturduğu dönemde sonlara doğru, hemen hemen eve hep sarhoş dönerdi. Eve dönmüşse yani.” Kadının ağzının çevresindeki sert çizgiler yeniden belirdi.
“Peki bu durum işlerini etkilemiyor muydu?”
“Hayır, hiç. Her neyse, pek etkilemezdi. Bu dergi için çalışmaya başlayınca daha çok özel görevlere de gitmeye başladı. Yurt dışına falan. Aralardaysa yapacak pek işi olmadığından serbestti. Her dakika ofiste olması gerekmiyordu. O zamanlar içerdi. Bazen o kafede günlerce otururdu.”
“Anladım,” dedi Martin Beck. “Onunla takılan insanlardan bildiklerinizin isimlerini verir misiniz?”
Kadın, Martin Beck’e daha önce duymadığı üç gazetecinin adını verdi ve Martin Beck bu isimleri iç cebinde bulduğu bir taksi makbuzunun arkasına not etti. Kadın, Martin Beck’e bakıp şöyle dedi:
“Polislerin her şeyi yazdıkları, küçük, kara kaplı bir defterleri olduğunu sanırdım hep. Belki sadece roman ve filmlerde böyledir.”
Martin Beck ayağa kalktı.
“Eğer ondan bir haber alırsanız, beni de bilgilendirir misiniz?” dedi kadın. “Olur mu?”
“Elbette olur,” dedi Martin Beck.
“Artık nerede yaşıyor demiştiniz?”
“Fleming Caddesi. 34 numara. Ama bunu dememiştim.”
“Dairenin anahtarı sizde var mı?”
“Hayır, maalesef. Ben oraya hiç gitmedim ki.”

6
Kapıda bir karton parçası vardı, üstüne çini mürekkebiyle MATSSON yazılmıştı. Kilit sıradan bir kilitti. Martin Beck’e hiç zorluk çıkarmadı. Daireye adım atarken yetkisini aştığının farkındaydı. Gelen postalar paspasın üstünde duruyordu; birkaç reklam broşürü, Bibban diye birinin Madrid’den gönderdiği bir kartpostal, İngilizce bir spor araba dergisi ve 28,45 kronluk bir elektrik faturası.
Daire iki kocaman oda, mutfak, hol ve tuvaletten oluşuyordu. Ayrı bir banyo yoktu, iki kocaman gardırop vardı. İçerisi havasız kaldığından küf kokuyordu.
Sokağa bakan en büyük odada bir yatak, komodin, kitaplıklar, üstü cam alçak bir sehpa, bir çalışma masası ve iki sandalye vardı. Komodinin üstünde bir pikap duruyordu, üstteki raftaysa bir yığın uzun çalar plak. Martin Beck en üsttekinin adını okudu: Blue Monk. Bu, onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Çalışma masasının üstünde bir tomar daktilo kâğıdı, 20 Temmuz tarihli bir günlük gazete, 18 Temmuz tarihli 6,50 kronluk bir taksi makbuzu, Almanca bir sözlük, bir büyüteç ve bir gençlik kulübü bülteni duruyordu. Telefon da vardı, ayrıca fihrist ve iki kül tablası. Çekmecelerde eski dergiler, dergi fotoğrafları, faturalar, birkaç mektup, kartpostal ve bir sürü el yazısının karbon kopyası vardı.
Martin Beck iki gardırobun kapağını da açtı. İçlerinden birinde neredeyse bomboş bir çamaşır torbası, raflarda gömlekler, kazaklar ve iç çamaşırları vardı, bazılarının üstündeki çamaşırhane etiketi daha yırtılmamıştı. Diğer gardıropta iki tüvit ceket, koyu kahverengi bir takım elbise, üç pantolon ve kışlık bir palto asılıydı. Üç askı boştu. Yerde ağır, kauçuk tabanlı, kahverengi bir çift ayakkabı, daha ince bir çift siyah ayakkabı, bir çift bot ve bir çift lastik ayakkabı duruyordu. Bir gardırobun üstündeki dolapta büyük bir bavul vardı, diğer dolapsa boştu.
Martin Beck mutfağa geçti. Lavaboda kirli bulaşık yoktu ama bulaşıklıkta iki kupa ve bir su bardağı kurumaya bırakılmıştı. Kiler dolabı boştu, yalnızca birkaç boş şarap şişesi ve iki konserve vardı. Martin Beck kendi kilerini düşündü, son derece özenle en dibine kadar temizlemişti.
Bir kez daha dairede dolaştı. Yatak yapılıydı, küllükler boştu ve çalışma masasının çekmecesinde ne pasaport ne para, ne banka cüzdanı ne buna benzer kıymetli bir şey vardı. Özetle Alf Matsson’un, dairesinden ayrılıp iki hafta önce Budapeşte’ye gittiğinden beri eve uğradığını gösteren bir iz yoktu.
Martin Beck, Alf Matsson’un dairesinden çıkıp bir saniye Fleming’deki ıssız taksi durağında durdu, ancak öğle arasında olduğu gibi taksi yoktu, o yüzden Martin bir tramvaya bindi.
Tankard’a vardığında saat biri geçiyordu. Bütün masalar doluydu ve oldukça yorgun görünen garson ona hiç aldırmadı. Şef garsondan eser yoktu. Martin Beck giriş holünün diğer tarafındaki bara geçti. Tam aynı saniye, kadife ceketli, şişman bir adam kâğıtlarını toplayıp kapının yanındaki masaya taşındı. Martin Beck, o adamın yerine oturdu. Bu tarafta da bütün masalar doluydu ama bazı müşteriler hesaplarını ödüyordu.
Martin Beck şef garsona bir sandviç ve bir bira sipariş etti, üç gazeteciden biri orada mı diye sordu.
“Bay Molin şurada oturuyor ama diğerlerini bugün görmedim. Herhalde daha sonra gelirler.”
Martin Beck, şef garsonun bakışlarını takip edip önlerinde koca koca biralar duran, oturmuş sohbet eden beş adama baktı.
“Beyefendilerden hangisi Bay Molin?”
“Sakallı bey,” dedi şef garson ve uzaklaştı.
Martin Beck kafası karışarak adamlara baktı. Üç tanesi sakallıydı.
Garson sandviçini ve birasını getirince bir daha konuşma fırsatı oldu. “Orada oturan beylerden hangisinin Bay Molin olduğunu biliyor musunuz?”
“Elbette, sakallı olan.”
Kadın, Martin Beck’in çaresiz bakışlarını takip edince, “Cam kenarına yakın olan,” diye ekledi.
Martin Beck sandviçini çok yavaş yedi. Molin isimli adam bir büyük bira daha söyledi. Martin Beck bekledi. Mekân boşalmaya başlamıştı. Bir süre sonra Molin bardağını boşalttığında önüne yenisi kondu. Martin Beck sandviçini yemeyi bitirdi, kahve sipariş edip bekledi.
Nihayet sakallı adam cam kenarındaki yerinden kalkıp girişteki hole yürüdü. Tam yanından geçerken Martin Beck, “Bay Molin?” dedi.
Adam durdu. “Bir saniye,” dedi ve dışarı yürümeye devam etti.
Kısa bir süre sonra geri dönüp ağır nefesini Martin Beck’in üstüne üfledi ve “Tanışıyor muyuz?” diye sordu.
“Hayır, henüz değil. Ama belki bir saniye oturup benimle bir bira içersiniz. Size bir şey sormak istiyorum.”
Martin Beck, bu cümlenin kulağa pek iyi gelmediğini kendi bile duyabiliyordu. Bir kilometre öteden bile polis işi kokusu alınırdı. Yine de işe yaradı. Molin oturdu. Açık renk, seyrek saçlıydı, saçlarını alnına doğru taramıştı. Sakalı kızıl ve bakımlıydı. Otuz beş yaşında görünüyordu, tombuldu. Garsona eliyle işaret etti.
“Stina, bana bir tur yollasana.”
Garson kız başıyla onaylayıp Martin Beck’e baktı.
“Aynısından,” dedi Martin Beck.
‘Bir tur’ dedikleri, büyük biradan daha uzun ve geniş bir bardağa konmuştu ki Martin Beck zaten sandviçin yanında büyük bir bira içmişti.
Molin bir yudum alıp mendille bıyığını sildi.
“Hı hı,” dedi. “Benimle ne hakkında konuşmak istiyorsun? Sarhoş muhabbeti mi?”
“Alf Matsson hakkında,” dedi Martin Beck. “Yakın arkadaşsınız, değil mi?”
Bu cümle de kulağa iğreti gelince Martin Beck, “Kankasınız yani?” diye düzeltmeye çalıştı.
“Tabii. Ne olmuş ona? Sana borcu mu var?” Molin, Martin Beck’e şüphe duyarak tepeden baktı.
“Peki öyleyse, öncelikle benim tahsildar olmadığımı belirtmek isterim.”
Açıkçası, Martin Beck ifadelerine dikkat etmeliydi. Dahası, adam gazeteciydi.
“Hayır, hiç öyle bir şey değil,” dedi Martin Beck.
“O zaman Alfie’yi neden soruyorsun?”
“Alfie ve ben birbirimizi uzun zamandır tanırız. Aynı… şey, uzun yıllar önce aynı işyerinde çalışmıştık diyelim. Birkaç hafta önce tesadüfen karşılaştık ve benim için bir iş yapacağına söz vermişti, sonra ondan bir daha ses çıkmadı. Senden de söz etmişti, o yüzden belki sen nerede olduğunu biliyorsundur diye düşündüm.”
Bu yorucu konuşmadan yorgun düşen Martin Beck birasından büyük bir yudum aldı. Diğer adam da birasına davrandı.
“Ah, kahretsin. Sen Alfie’nin eski bir arkadaşısın, değil mi? Doğrusu, ben de onun nerelerde olduğunu merak ediyordum. Ama sanırım Macaristan’da kaldı. Burada değil en azından. Yoksa onu burada görürdük.”
“Macaristan mı? Orada ne arıyor?”
“Çalıştığı dedikodu gazetesi için seyahate çıktı. Ama artık dönmüş olması gerekir. Gitmeden önce bana iki üç günlüğüne gittiğini söylemişti.”
“Seyahate çıkmadan önce onu gördün mü?”
“Tabii ki. Bir gece evvel. Gündüz buradaydık, akşam da bir iki yerde daha devam ettik.”
“Sen ve o mu?”
“Evet, birileri daha vardı. Kim olduğunu tam hatırlamıyorum. Per Kronkvist ve Stig Lund gelmişti galiba. Bayağı bir kafa yaptık. Evet, Åke ve Pia da vardı. Sen Åke’yi tanımıyor musun bu arada?”
Martin Beck düşündü. Anlamsız geldi ona.
“Åke mi? Bilmem. Hangi Åke?”
“Åke Gunnarsson,” dedi Molin, az önce oturduğu masaya doğru dönerek. Onlar konuşurken iki adam kalkmıştı. Barda kalan diğer iki adam sessizce biralarının başında oturuyordu.
“Şurada oturuyor,” dedi Molin. “Sakallı adam.”
Sakallılardan biri gitmişti, o yüzden hangisinin Gunnarsson olduğu apaçık ortadaydı. Adam gayet hoş birine benziyordu.
“Hayır,” dedi Martin Beck. “Tanımıyorum. Nerede çalışıyor?”
Molin, Martin Beck’in hayatında hiç duymadığı yayının adını verdi, sanki bir çeşit otomobil dergisini çağrıştırıyordu.
“Åke iyidir. Yanlış hatırlamıyorsam o da o gece bayağı çekmişti, kafası kıyaktı. Yoksa o çok fazla sarhoş olmaz. Ne kadar içerse içsin ayıktır.”
“O zamandan beri Alfie’yi görmedin mi?”
“Amma da soru sordun ha. Bana nasılım diye sormayacak mısın?”
“Soracağım tabii. Nasılsın?”
“Kelimenin tam manasıyla cehennemin dibinde sürünüyorum. Akşamdan kalmayım. Hem de fena.”
Molin’in şişman suratı kederlendi. Sanki yaşamdaki son zevk kırıntılarını sıyırır gibi birasının geri kalanını koskoca bir yudumla mideye indirdi. Mendilini çıkardı, gözlerinde kara bir bakışla köpüklü bıyıklarını sildi.
“Bence bıyıklılara has bira bardağı olmalı,” dedi. “Bu günlerde servis sektörü batmış.”
Kısa bir süre sonra, “Hayır, o günden beri Alfie’yi görmedim,” dedi. “Onu en son gördüğümde Opera Sarayı’nın barında içkisini bir kızın üstünden döküyordu. Ertesi sabah da Budapeşte’ye gitti. Zavallı yaratık, o akşamdan kalma haliyle Avrupa’nın diğer ucuna uçmak zorunda kaldı. Umarım İskandinav Hava Yolları’yla uçmamıştır.”
“O günden sonra da ondan haber almadın değil mi?”
“Yurt dışı seyahatlerimizde birbirimize mektuplar yollamayız,” dedi Molin ukalaca. “Sen ne boktan bir yerde çalışıyorsun bu arada? Kiddy Krib’de mi? Hey, hadi bir tane daha yuvarlayalım mı?”
Yarım saat ve iki büyük daha içtikten sonra Martin Beck, Bay Molin’den kurtulmayı başardı, adama on kron borç vermesi gerekmişti. Kapıdan çıkarken adamın sesini arkadan işitti, “Fia, canımın içi, bana bir tane daha getirsene, hadi ya?”

7
Uçak, Çekoslovak Hava Yolları’na ait bir İlyuşin 18 turbo jetiydi. Kopenhag ve Saltholm, bir de güneşin altında pırıl pırıl parlayan Öresund üstünden dik bir yay çizerek havada yükseldi.
Martin Beck cam kenarında oturup aşağıdaki Ven Adası’na baktı. Backafall Kayalıkları, kilise ve küçük liman görünüyordu. Uçak güneye dönmeden önce son olarak küçük bir römorkörün limanın rıhtımına yanaştığını gördü.
Martin Beck seyahat etmeyi severdi ancak bu kez mahvolan tatilinin yarattığı hüsran keyfine gölge düşürüyordu. Dahası karısı bu durumda kendi seçim şansı olmadığını pek anlayışla karşılayamamıştı. Martin Beck bir akşam evvel arayıp açıklamaya çalışmışsa da bunda pek başarılı olamamıştı.
“Ben ve çocuklar zerre kadar umurunda değil,” demişti karısı. Bir saniye sonra:
“Senden başkası yok mu? Tüm görevleri sen mi üstlenmek zorundasın?”
Martin Beck, adaya gelmeyi kat kat yeğlediğini anlatıp karısını inandırmaya çalıştı fakat kadın mantık dışı bir havaya girmişti. Ayrıca kendince mantığını desteklemek için çeşitli örnekler vermişti:
“Yani çocuklarla ben bir başımıza adada mahsur kalalım, sen Budapeşte’ye gezip tozmaya git.”
“Eğlenmeye gitmiyorum.”
“Hı hı.”
Sonunda karısı konuşmanın ortasında ahizeyi yerine koyup kapatmıştı. Martin Beck karısının sonradan sakinleşeceğini biliyordu ama bir daha aramaya yeltenmedi.
Şimdi 16.000 fit yükseklikte koltuğunu arkaya yatırdı, bir sigara yaktı. Adaya ve ailesine dair düşüncelerini geri plana attı.
Doğu Berlin’deki Schönefeld Havaalanı’nda aktarma yaparken transit yolcu salonunda bir bira içti. Biranın markasının Radeberger olduğu dikkatini çekti. Şahane bir biraydı ancak Martin Beck bu ismi hatırlaması için bir sebep göremiyordu. Garson Berlin Almancasıyla onu karşıladı. Martin Beck bu dili pek anlamadı ve içi sıkılarak ileride nasıl günler geçireceğini merak etti.
Girişteki bir sepetin içinde Almanca broşürler duruyordu, Martin Beck içlerinden alelade bir tanesini alıp beklerken okudu. Almancasını ilerletmesi şarttı, kaçınılmaz bir gerçekti bu.
Broşür, Alman gazeteciler birliği tarafından yayımlanmıştı ve Springer meselesi üzerineydi, Batı Almanya’nın en güçlü gazete ve dergi yayıncılarından biri ve bu organın başı Axel Springer hakkındaydı. Şirketin tehditkâr faşist politikalarından örnekler verilmiş, ünlü yazarlardan alıntılar yapılmıştı.
Uçuş anonsu yapılınca Martin Beck broşürün tümünü zorluk çekmeden okuduğunu fark etti. Broşürü cebine koyup uçağa bindi.
Havada bir saat geçirdikten sonra uçak tekrar karaya indi, bu kez Martin Beck’in hep ziyaret etmek istediği Prag’daydı. Şimdiyse bir sürü kule ve köprüsüne, ayrıca Moldau’ya havadan kısa bir bakış atmakla yetinmek zorundaydı; aktarma süresi havaalanından şehre çıkamayacağı kadar kısaydı.
Dış İşleri Bakanlığı’ndaki kızıl saçlı adaşı Stockholm ve Budapeşte arasındaki aktarmalı uçuşlardan dolayı özür dilemişti; dünyanın en iyi aktarmaları değillerdi ancak maalesef Berlin ve Prag’da transit yolcu salonundan fazlasını görmek kısmet olmamasına rağmen Martin Beck’in bu gecikmeye itirazı yoktu.
Martin Beck, Budapeşte’ye daha önce hiç gelmemişti ve uçak tekrar havalandığında kızıl saçlının sekreterinin gönderdiği iki broşürü etraflıca okudu. Macaristan’in coğrafi yapısını anlatan bir broşürde Budapeşte’de iki milyon kişi yaşadığını okudu. Alf Matsson eğer bu metropolde kaybolmaya karar vermişse adamı nasıl bulacağını merak etti.
Kafasında Alf Matsson hakkında bildiklerini gözden geçirdi. Fazla bir bilgi yoktu ama gerçekten de bilinmesi gereken başka bir şey var mı diye düşündü Martin Beck. Kollberg’in kısa yorumu geldi aklına: “Pek de ilgi çekici olmayan bir şahıs.” Alf Matsson gibi bir adam neden ortadan kaybolmak istesindi? Eğer kendi rızasıyla kaybolduysa tabii? Bir kadın mı? Adamın iyi maaş aldığı işini, üstelik de mutlu olduğu konumunu bu sebeple feda etmesi pek inandırıcı değildi. Adam elbette hâlâ evliydi ancak canının istediğini yapmakta özgürdü. Kendi evi, işi, parası ve arkadaşları vardı. Bile isteye bunları terk etmesi için elle tutulur bir neden yoktu.
Martin Beck, Güvenlik Şube’den gelen dosyanın kopyasını çıkardı. Alf Matsson, Doğu Avrupa’daki çeşitli yerlere yaptığı seyahatlerden ötürü polisin dikkatini çekmişti. “Demir Perde’nin Ardında,” demişti kızıl saçlı adam. Eh, adam gazeteciydi ve Doğu Avrupa’yla ilgili işi üstlenmek istiyorsa bunda bir gariplik yoktu. Ayrıca vicdanı sızlıyorsa neden şimdi sırra kadem bassındı ki? Güvenlik Şube, rutin bir soruşturmanın ardından bu dosyayı rafa kaldırmıştı. “Yeni bir Wallenberg olayı” demişti Dış İşleri’ndeki adam, en son 1945 yılında Budapeşte’de görünen meşhur bir İsveçliyi hatırlatarak: “Komünistler tarafından kaçırıldı.” Kollberg orada olsaydı, “Çok fazla James Bond filmi izliyorsun,” derdi.
Martin Beck dosyanın kopyasını katlayıp evrak çantasına koydu. Camdan dışarı baktı. Dışarısı kapkaranlıktı ancak havada yıldız vardı, ta aşağılarda köy evlerinden ve yerleşim yerlerinden gelen ışıkları görüyordu, sokak lambalarının yandığı noktalar inci taneleri gibi aydınlıktı.
Belki de Matsson içmeye başlamıştı, dergiyi ve her şeyi terk etmişti. Tekrar ayıldığında pişman olacak, beş parasız kalacak ve yeniden ortaya çıkacaktı. Ancak bu pek olası görünmüyordu. Doğru, adam ara sıra kafayı çekiyordu ama o raddede değildi ve normalde işini asla aksatmıyordu.
Belki intihar etmişti, kaza geçirmiş, Tuna Nehri’ne düşüp boğulmuştu ya da soyulup öldürülmüştü. Bu ihtimal daha mı güçlüydü? Pek sayılmaz. Öyle ya da böyle, Martin Beck bir yerlerde dünyadaki başkentler içinde Budapeşte’nin en düşük suç oranına sahip bir kent olduğunu okumuştu.
Belki de şu anda oteldeki yemek salonunda oturmuş, yemeğini yiyordu ve Martin Beck ertesi gün tekrar uçağa binip tatiline kaldığı yerden devam ederdi.
Işıklar yandı. Sigara içilmez. Kemerlerinizi bağlayın. Sonra aynısını bir de Rusça tekrar ettiler.
Uçak pistte yavaşça yanaşıp durunca Martin Beck evrak çantasını aldı ve havaalanındaki bina silsilesine doğru kısa mesafeyi yürüdü. Akşamın geç saatleri olmasına rağmen hava ılık ve yumuşaktı.
Tek bavulunun gelmesini uzun süre bekledi fakat pasaport kontrol ve gümrükten geçiş hızlıydı. Duvarları sıra sıra dükkânlarla dolu kocaman bir bekleme salonundan geçti, sonra binanın dışındaki merdivenlere çıktı. Havaalanı şehrin çok dışında gibiydi. Martin Beck çevrede havaalanı dışında hiçbir ışık görmedi. Martin Beck orada dikilirken iki yaşlı kadın, merdivenlerin oradaki şeritte duran tek taksiye bindi.
Bir sonraki taksi yanaşmadan önce biraz zaman geçti ve Martin Beck banliyölerden ve karanlık sanayi bölgelerinden geçerken karnının guruldadığını fark etti. Kalacağı otel hakkında, ismi ve Alf Matsson’un ortadan kaybolmadan önce orada kalmış olması dışında hiçbir bilgisi yoktu. Ancak orada yiyecek bir şeyler bulmayı umdu.
Taksi geniş caddelerden ve koca koca açık meydanlardan geçip şehir merkezine doğru yol aldı. Etrafta kimsecikler yoktu, sokakların çoğu boş ve oldukça karanlıktı. Bir süre ışıl ışıl vitrinlerle dolu geniş bir caddede ilerledikten sonra tekrar dar ve karanlık yan sokaklara girdiler. Martin Beck şehrin neresinde olduğunu hiç bilmiyordu ancak tüm bu süre boyunca bir gözüyle nehri takip etmişti.
Taksi, otelin ışıklı girişinin önünde durdu. Martin Beck öne eğilip kırmızı taksimetredeki rakamı okudu ve taksiciye parasını ödedi. Ona biraz pahalı geldi, yüz forint’ten fazlaydı. Forint’in kendi parasıyla kaça denk geldiğini unutmuştu ama fazla yüksek olamayacağını hatırladı.
Kır bıyıklı, yeşil üniformalı ve siperlikli bir şapkası olan yaşlıca bir adam taksinin kapısını açıp çantasını aldı. Martin Beck adamın arkasından döner kapılardan geçti. Otelin lobisi geniş ve ferahtı, resepsiyon masası holün sol köşesine bakıyordu. Gece bekçisi İngilizce konuşuyordu. Martin Beck ona pasaportunu verip akşam yemeği yiyip yiyemeyeceğini sordu. Görevli, holün bir diğer ucundaki cam kapıları gösterip yemek salonunun gece yarısına kadar açık olduğunu söyledi. Ardından anahtarı asansörün yanında bekleyen görevliye verdi, asansör görevlisi Martin Beck’in çantasını alıp peşinden asansöre bindi. Asansör gıcırdaya gıcırdaya birinci kata çıktı. Asansör görevlisi en az asansör kadar yaşlı görünüyordu ve Martin Beck ona çantasını taşıtmamaya çalıştı ama bunda başarılı olamadı. Uzun bir koridordan geçtiler, iki kere sola döndüler ve sonra yaşlı adam dev gibi bir çift kanatlı kapının kilidini açıp çantayı içeri koydu.
Oda dört metreden daha yüksekti ve çok genişti. Koyu maun mobilyalar kocamandı. Martin Beck banyonun kapısını açtı. Küvet büyük, eski moda musluklu, duş başlıklı ve genişti.
Pencereler yüksekti, içeriden panjurluydu ve pencere girintisinin önüne kalın, beyaz dantel perdeler asılmıştı. Martin Beck tek kanattaki panjuru açıp dışarı baktı. Hemen aşağıda bir gaz lambası, sarımtırak-yeşil bir ışık saçıyordu. Daha uzakta ışıklar görünüyordu ancak Martin Beck sonradan fark etti ki o ışıklarla arasında nehir akıyordu.
Camı açıp dışarı sarktı. Aşağıda, taş parmaklıklar ve kocaman çiçek vazoları masa ve sandalyelerin etrafını sarmıştı. Işık bunların üstüne düşüyordu. Martin Beck bir Strauss valsi çalan orkestranın sesini duydu. Otelle nehir arasında, ağaç ve gaz lambalarıyla dolu bir yol geçiyordu, bir tramvay hattı ve geniş bir rıhtım, rıhtımda da banklar ve kocaman çiçek saksıları yer alıyordu. Biri sağında diğeri solunda iki köprü nehrin iki yakasını bir araya getiriyordu.
Martin Beck camı açık bırakıp yemek için aşağı indi. Holden cam kapıları açıp tekli derin koltuklarla, alçak sehpalar ve bir duvarı aynalarla dolu bir lobiye girdi. İki basamak çıkarak yemek salonuna ulaştı. Yemek salonunun en uzak köşesinde de odasından işittiği küçük orkestra oturuyordu.
Yemek salonu çok genişti, iki kocaman maun sütun ve üç duvar boyunca uzanan bir balkon çatının hemen altındaydı. Siyah klapalı, kızılımsı kahverengi ceketler giymiş üç garson kapının iç kısmında ayakta duruyordu. Eğilerek selam verdiler ve bir ağızdan hoş geldiniz dediler, dördüncüsü yanlarına koşup Martin Beck’i pencere ve orkestraya yakın bir masaya oturttu.
Martin Beck uzun bir süre menüye baktıktan sonra Almanca yazılmış sütunu görüp okumaya başladı. Bir süre sonra, sıcakkanlı bir boksör fiziğine sahip kır saçlı garson ona doğru eğilip, “Çok güzel balık çorba, beyefendi,” dedi.
Martin Beck hemen çorbasında karar kıldı.
“Barack?” dedi garson.
“O nedir?” dedi Martin Beck önce Almanca, sonra İngilizce.
“Çok iyi bir aperatif,” dedi garson.
Martin Beck barack denen aperatifi içti. Garson ona barack palinka’nın Macar kayısı brendisi olduğunu açıkladı.
Martin Beck balık çorbasını içti, çorba kırmızıydı ve yoğun paprikayla çeşnilendirilmişti, sahiden çok lezzetliydi.
Ağır paprika soslu, patatesli dana fileto yedi ve yanında Çek birası içti.
Sert kahvesini ve ikinci barack’ını bitirdiğinde çok uykusu gelmişti, doğruca odasına çıktı.
Pencereyi ve panjurları kapatıp yatağa girdi. Yatak gıcırdıyordu. Amma da güzel gıcırdıyor, diye düşünüp uykuya daldı.

8
Martin Beck tiz, uzun süren bir vapur düdüğü sesiyle uyandı. Nerede olduğunu hatırlamaya çalışırken düdük sesi iki kere daha tekrar etti. Martin Beck yana dönüp komodindeki kol saatini aldı. Saat dokuza on vardı. Koca yatak çok resmî bir şekilde gıcırdadı. Belki de, diye düşündü Martin Beck, bir zamanlar Mareşal Conrad von Hötzendorf’un altında da gıcırdamıştı. Güneş ışığı panjurların arasından sızıyordu. Odanın içi şimdiden bayağı sıcaktı.
Martin Beck ayağa kalkıp banyoya girdi ve sabahları genelde yaptığı gibi biraz öksürdü. Bir yudum maden suyu içtikten sonra sabahlığını giydi, panjurları ve pencereyi açtı. Odanın içindeki puslu ışıkla dışarıdaki keskin, net güneş ışığının zıtlığı baş döndürücüydü. Manzara da öyle.
Tuna Nehri sakin yatağında kuzeyden güneye doğru, gözlerinin önünde şırıl şırıl akıyordu, tam mavi değildi ama genişti, görkemliydi ve tartışmasız çok güzeldi. Nehrin diğer yakasında bir abideyle taçlandırılmış, hafif kıvrımlı iki tepecik ve duvarlarla çevrili bir hisar yükseliyordu. Evler sadece tepeciğin iki yanında ağır ağır toplanmıştı ancak daha ötedeki tepecikler villalarla bezeliydi. O taraf meşhur Buda yakasıydı, o tarafta Orta Avrupa kültürüne çok yakındınız. Martin Beck bakışlarıyla manzarayı süzerken, tarihin kanat çırpışlarına dalgın bir halde kulak verdi. Romalılar burada o heybetli Aquincum şehrini kurmuştu, oradan Habsburg topçuları 1849 yılındaki Kurtuluş Savaşı’nda Peşte’yi vurup harabeye çevirmişti ve orada Szalas’ın faşistleri ve General Pfeffer-Wildenbruch’un SS bölükleri 1945 baharında tam bir ay boyunca kalmış, imhaya davet çıkaran anlamsız bir kahramanlık ruhu yaymıştı. Martin Beck’in İsveç’te tanıştığı yaşlı faşistler o günleri hâlâ koltukları kabararak anlatırdı.
Hemen aşağısında rıhtıma bağlı duran, yandan çarklı beyaz bir vapur vardı. Kırmızılı, beyazlı ve mavili Çek bayrağı sıcakta kıpırtısız ve sönük duruyordu, güvertesindeyse turistler güneşleniyordu. Martin Beck’i uyandıransa yandan çarklı bir Yugoslav römorkörüydü, ağır ağır nehirde ilerliyordu. Büyük ve eski bir tekneydi, iki uzun bacası asimetrik şekilde yana yatmıştı ve ağır yüklü altı mavnayı arkasından çekiyordu. En sonuncu mavnada, dümen köşküyle alçak vinç arasına bir ip gerilmişti. Başörtülü ve mavi iş önlüklü genç bir kadın kıyıların güzelliğinden hiç etkilenmemişçesine dingin bir şekilde çamaşır sepetinden çamaşırları alıp bebek giysileri asıyordu. Sol tarafta, nehrin üstünde kemer görevi gören, uzun, havadar, ince bir köprü vardı. Tepesinde palmiye yaprağını başının üstüne kaldırmış uzun boylu, ince bronz bir kadın anıtı, doğrudan dağa geçiş yapıyordu sanki. Köprünün üstü arabalar, otobüsler, tramvay ve yayalarla dolup taşıyordu. Sağ tarafta, kuzey yönünde römorkör bir sonraki köprüye ulaşmıştı. Bir kez daha kaç mavnayı çektiğini bildirmek için üç defa düdüğünü öttürdü, bacalarını indirip köprünün alçak kemerinin altına girdi. Pencerenin hemen önünde çok küçük bir vapur kıyıya doğru yanaştı, akıntıyla beraber on beş metre alabandaya sürüklendi. Manevrasını ustalıkla tamamlayarak iskeleye bir santim bile bırakmadan yanaştı. Çok sayıda insan bu vapurdan karaya indi, sonra yine çok sayıda insan vapura bindi.
Hava kuru ve sıcaktı. Güneş yüksekteydi. Martin Beck pencereden dışarıya eğildi, gözleriyle kuzeyden güneye etrafı taradı ve uçakta okuduğu broşürlerdeki birkaç detayı kafasında evirip çevirdi.
“Budapeşte, Macaristan Halk Cumhuriyeti’nin başkentidir. 1873 yılında Buda, Peşte ve Obuda şehirlerinin tek bir şehir olarak birleşmesiyle kurulduğu söylenir ancak kazılarda binlerce yıl öncesinden kalma yerleşim izlerine rastlanmıştır. Roma Uygarlığı’nın Aşağı Panunya bölgesinin başkenti olan Aquincum bu noktada kurulmuştur. Bugün kentte iki milyon kişi yaşar ve yirmi üç ilçeye bölünmüştür.”
Kesinlikle çok büyük bir şehirdi. Martin Beck, Gustaf Lidberg’in klasikleşmiş anılarını hatırladı. 1899’da New York’a indiğinde sahtekâr Skog’u arıyordu: “Bu karınca yuvasında Bay Kim yaşıyor. Adresi: Neresi?” yazmıştı.
Eh, New York o günlerde bile buradan elbette daha büyüktü ancak öte yandan Baş Dedektif Lidberg’in zaman sıkıntısı yoktu. Oysaki Martin Beck’in yalnızca bir haftası vardı.
Martin Beck tarihi ve nehir trafiğini kendi kaderine bırakıp duş almaya gitti. Sandaletlerini ve açık gri bol pantolonunu giydi, gömleğini pantolonunun içine sokmadı. Bu sıradışı kılığını devasa gardırobun aynasında isteksizce incelerken birdenbire maun kapılar eski gerilim filmlerindeki gibi ağır ağır sinir bozucu bir gıcırdama sesi çıkararak kendiliğinden açıldı. Martin Beck henüz yüreği ağzındayken telefon acı acı çalmaya başladı.
“Sizi görmek isteyen bir beyefendi var. Fuayede bekliyor. İsveçli bir bey.”
“Bay Matsson mu?”
Resepsiyon görevlisi mutlu bir şekilde, “Evet, eminim öyle,” dedi.
Elbette o, diye düşündü Martin Beck merdivenlerden inerken. Bu durumda bu garip görev çok şerefli bir sona ermiş olurdu.
Bekleyen Alf Matsson değildi, Büyükelçilik’ten genç bir adamdı, son derece uygun bir biçimde koyu takım elbise, siyah ayakkabı, beyaz gömlek giymişti ve uçuk gri ipek kravat takmıştı. Adam, Martin Beck’i gözleriyle şöyle bir süzdü, bakışlarında ufaktan bir şaşkınlık oldu ama çok ufak.
“Anlayacağınız üzere, elinizdeki görevden haberdarız. Bu meseleyi konuşsak iyi olur.”
Lobiye oturup meseleyi konuştular.
“Bundan daha iyi oteller var,” dedi Büyükelçilik’ten gelen adam.
“Gerçekten mi?”
“Evet. Daha modern. Lüks. Yüzme havuzlu.”
“Ah evet.”
“Buranın gece kulübü de pek iyi değil.”
“Ah evet.”
“Gelelim Alf Matsson’a.”
Adam sesini alçaltıp lobide etrafına baktı, içerisi en uç köşede uyuyan bir Afrikalı dışında bomboştu. “Evet. Ondan haber aldınız mı?”
“Hayır. Hiç. Tek emin olduğumuz şey, Yirmi İki Temmuz akşamı Ferihegyi’den, buradaki havaalanından ülkeye giriş yaptı. Geceyi Buda yakasında, Ifjuság adlı bir gençlik otelinde geçirdi. Ertesi sabah buraya taşındı. Yarım saat sonra dışarı çıktı, oda anahtarı yanındaydı. O zamandan bu yana onu gören olmadı.”
“Polis ne diyor?”
“Hiçbir şey.”
“Hiçbir şey mi?”
“Benim konuştuklarım pek de ilgilenmediler. Resmî tabirle, savunmacı bir tavır sergilediler. Matsson’un geçerli bir vizesi vardı ve bu otelde konuk olarak kayıtlıydı. Polis, oturma izni süresini aşmadığı müddetçe, ülkeden ayrılana kadar onunla ilgilenmek zorunda değil.”
“Ülkeden ayrılmış olamaz mı?”
“Öyle düşünmüyoruz. Yasa dışı bir biçimde sınırdan geçmeyi başarsa bile nereye gidebilir? Pasaportsuz. Neyse, biz Prag, Belgrad, Bükreş ve Viyana’daki büyükelçiliklerde araştırıp soruşturduk. Hatta her ihtimale karşı Moskova’ya bile sorduk. Kimse bir şey bilmiyor.”
“Patronu burada yapacağı iki işi olduğunu düşünüyor. Boksör Laszlo Papp ile röportaj yapacakmış ve Yahudi müzesi hakkında da bir yazı yazması gerekiyormuş.”
“İki yere de gitmemiş. Küçük bir soruşturma yürüttük. Müzenin küratörü Dr. Sos’a İsveç’ten mektup yazmış ama onu aramamış. Ayrıca Papp’ın annesiyle konuştuk. Matsson’un adını hiç duymamış ve Papp’ın kendisi zaten şehir dışındaymış.”
“Adamın bavulu hâlâ otel odasında mı?”
“Eşyaları otelde. Odasında değil. Sadece üç gecelik oda ayırtmış. Otel yönetimi, ricamız üzerine odayı tuttu, sonradan bavulunu ofise taşıdılar. Buraya. Resepsiyon masasının arkasına. Esasında bavul daha açılmamıştı bile. Hesabını biz ödedik.”
Adam bir süre sessizce oturdu, sanki etraflıca düşündüğü bir şey var gibiydi. Sonra ağırbaşlı bir edayla, “Doğal olarak bu harcamayı işvereninden isteyeceğiz,” dedi.
“Ya da onun hesabından alacaksınız,” dedi Martin Beck.
“Evet, eğer durum o kadar kötü sona ererse.”
“Pasaportu nerede?”
“Burada, bende,” dedi Büyükelçilik’ten gelen adam.
Yassı evrak çantasının fermuarını açtı, pasaportu çıkarıp uzattı, aynı anda da iç cebinden dolma kalemini çıkardı.
“Buyurun. İmza atar mısınız lütfen?”
Martin Beck kâğıdı imzaladı. Adam kalemini ve faturayı kaldırdı. “Tamam, o halde. Başka bir şey var mı? Evet, tabii otel faturası. Onu dert etmeyin. Masraflarınızı karşılamamız için talimat aldık. Oldukça olağan dışı olduğunu düşünüyorum. Normalde her zamanki gibi günlük harcırahınız olmalıydı. Eh, eğer nakit paraya ihtiyacınız olursa, Büyükelçilik’ten alabilirsiniz.”
“Teşekkürler.”
“O halde başka bir şey yok, öyle değil mi? İstediğiniz zaman adamın eşyalarını inceleyebilirsiniz. Ben otel çalışanlarına haber verdim.”
Adam ayağa kalktı.
“Aslında siz Matsson’un kaldığı odada kalıyorsunuz,” dedi geçerken. “105 değil mi? Eğer odayı Matsson’un adına tutmaları için ısrar etmeseydik, herhalde başka bir otelde kalırdınız. En yoğun sezon.”
Ayrılmadan önce Martin Beck, “Bu konu hakkında şahsi görüşünüz nedir? Adam nereye gitti?” diye sordu.
Büyükelçilik’ten gelen adam ona ifadesizce baktı.
“Bir fikrim olsa bile kendime saklamayı yeğlerim.”
Bir saniye sonra ekledi, “Bu iş çok tatsız.”
Martin Beck odasına çıktı. İçerisi temizlenmişti bile. Etrafa baktı. Demek Alf Matsson burada kalmıştı, öyle mi? En fazla bir saat. O kısacık zaman zarfındaki eylemlerinden herhangi bir ipucu edinmeyi beklemek, şartları fazla zorlamak olurdu.
Alf Matsson o bir saat içinde ne yapmış olabilirdi? Bu şekilde cam kenarında durup teknelere mi bakmıştı? Belki de. Birisini ya da bir şey mi görmüştü de otelden aceleyle çıkmış, anahtarı bile resepsiyona bırakmayı unutmuştu? Bunu bilmek imkânsızdı. Eğer ona yolda araba çarpsaydı, hemen rapor edilirdi. Eğer nehre atlamayı planlamış olsaydı, havanın kararmasını beklerdi. Akşamdan kalma halini kayısılı brendiyle geçirmeye çalışmışsa ve sonuç olarak bir daha alkol küpüne düşmüş olsa o zaman ayılmak için bu on altı gün de fazla olurdu. Neyse, görev üstündeyken içki içmek alışkanlığı yoktu. Adam modern bir gazeteciydi, Üçüncü Birim’in raporunun bir yerinde böyle yazıyordu: Hızlı, becerikli ve dobra. Adam önce işini bitiren, sonra yan gelip yatan bir tipti.
Tatsızdı. Çok tatsızdı. Tek kelimeyle tatsızdı. Kahrolası tatsızdı. Lanet olası tatsızdı. Ne acı!
Martin Beck yatağa uzandı. Yatak tüm heybetiyle gıcırdadı. Baron Conrad von Hötzendorf ile ilgili düşünceleri gitmişti. Yatak Alf Matsson’un altında da böyle gıcırdamış mıydı? Bir otel odasına girer girmez yatağı denemeyen var mıdır ki? O halde Matsson burada yatıp dört metre yukarıdaki tavana bakmıştı. Ardından, bavulunu bile açmadan, anahtarını bile teslim etmeden dışarı çıkmıştı… ve kaybolmuştu. Telefon çalmış mıydı? Beklenmedik bir haber mi almıştı?
Martin Beck, Budapeşte haritasını açıp inceledi. Ardından içinden müthiş bir görev arzusu yükseldi, hemen ayağa kalktı, haritayı ve pasaportunu arka cebine koyup bavulun içini incelemek üzere aşağı indi.
Bavul görevlisi, tıknaz, yaşı geçkin bir adamdı, arkadaş canlısıydı, ciddi ve hayranlık uyandıracak kadar akıllıydı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/may-shevall/duman-olan-adam-69401629/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Duman Olan Adam Пер Валё и Май Шёвалль
Duman Olan Adam

Пер Валё и Май Шёвалль

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Ayrıksı Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ünlü bir İsveçli gazeteci arkasında hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolur. Duman olup uçmuştur sanki. Bu gizemli kayboluşun izini sürmek de Komiser Martin Beck’e düşer. Üstelik bir de bu gizemli olay yüzünden soruşturmayı dilini hiç bilmediği Budapeşte’de yürütmek zorunda kalacaktır.

  • Добавить отзыв