Balkondaki Adam

Balkondaki Adam
Maj Sjöwall
Per Wahlöö
Martin Beck #3
"Stockholm’de sapık bir katil küçük kızların peşindedir. Tüm şehir diken üstündedir. Katili yakalamak için tüm şehir ve polis seferber olmuştur. Artık bir başkomiser olan Martin Beck’in elinde ise sadece iki tanık vardır.
Biri buz gibi bir gaspçı, diğeri de üç yaşında bir çocuk."

Maj Sjöwall, Per Wahlöö
Balkondaki Adam

1
Üçe çeyrek kala güneş doğdu.
Bir buçuk saat önce trafik seyrelmiş, yok denecek kadar aza inmişti ve eğlenmeye çıkan son gececi de evinin yolunu tutmuştu. Yolları süpüren makineler geçerken asfaltta yer yer koyu, ıslak lekeler bırakmışlardı. İp gibi dümdüz uzayan caddeden bir ambulans ciyaklayarak geçti. İki yanına beyaz kalın harflerle POLİS yazılmış, çamurlukları beyaz, radyo antenli siyah bir araba yavaşça ve sessizce sokakta süzülerek gitti. Beş dakika sonra, birisi eldivenli elini bir dükkânın vitrinine soktuğunda çıt diye bir cam sesi duyuldu; ardından da koşan ayak sesleri ve yan yola sapıp kaybolan bir araba sesi.
Balkondaki adam bunların hepsini görmüştü. Balkon sıradandı, demir tırabzanları vardı ve kenarları oluklu sacdandı. Adam demir parmaklıklara yaslanarak ayakta dururken sigarasının ateşi karanlıkta koyu kırmızı minik bir pırıltı oluşturmuştu. Balkon masasının kenarında duran küçük tabağın üstüne on izmarit düzgünce dizilmişti.
Şimdi ortalık sessizdi, bir büyük şehirde yazın ilk günlerinde ortalık ne kadar sessiz olabiliyorsa o kadar sessizdi. Gazete dağıtan kadınların bebek arabasından bozma araçlarıyla kaldırımlarda belirmesine ve ilk ofis hizmetlisinin işe gitmesine rahat iki saat daha vardı.
Tanyerinin kasvetli ilk ışıkları yavaş yavaş dağılıyordu; güneşin ilk cılız ışınları beş altı katlı apartmanlara pençesini atıyor ve televizyon antenlerinde ve sokağın karşısındaki çatıların üstünde duran yuvarlak bacalarda parlıyordu. Derken ışık, metal çatıların kendisine vurdu, hemen aşağı sıvıştı, badanalı kiremit duvarların üstünden geçip çoğu perde ya da panjurlarla kapatılmış, görünmeyen pencerelere indi.
Balkondaki adam eğilip aşağı, sokağa baktı. Sokak kuzeyden güneye uzanıyordu, uzun ve düzdü; bir bakışta yaklaşık yedi yüz metresi görülebiliyordu. Bir zamanlar burası bir bulvardı, bir gösteri alanı ve şehrin gözbebeğiydi, ancak bu sokağın yapılmasının üstünden kırk yıl geçmişti. Sokak, balkondaki adamla hemen hemen aynı yaştaydı.
Adam gözlerini kıstığında çok uzaklarda tek başına yürüyen bir karaltıyı seçebiliyordu. Belki de bir polis memuruydu bu. Uzun saatler sonra ilk kez adam, dairesine girdi; oturma odasından geçip mutfağa gitti. Artık gün iyice aydınlanmıştı ve elektriği yakmasına gerek yoktu; aslında kışın bile adam elektrikli lambaları çok nadiren kullanırdı. Bir dolabı açıp içinden emaye bir kahve demliği çıkardı, sonra bir buçuk bardak su ve iki kaşık irice çekilmiş kahve ölçtü. Kahve demliğini ocağa koydu, kibrit çakıp ateşi yaktı. Tamamen söndüğünden emin olmak için kibrit çöpüne parmak ucuyla dokundu. Sonra lavabonun altındaki dolabın kapağını açtı ve bitik kibrit çöpünü çöp poşetine attı. Kahve kaynayana kadar ocağın başında durdu, ocağı kapattı, banyoya gitti, kahve tanelerinin dibe çökmesini beklerken çişini yaptı. Komşuları rahatsız etmemek için sifonu çekmedi. Tekrar mutfağa döndü, kahveyi dikkatlice fincana döktü, lavabodaki yarı boş paketten bir küp şeker, çekmeceden bir kaşık aldı. Ardından fincanı balkona götürdü, cilalı ahşap masasına koyup katlanır sandalyesine oturdu. Güneş artık iyiden iyiye yükselerek sokağın karşı tarafındaki binaların ön cephelerini, en alt iki kat dışında aydınlatmıştı. Adam pantolonunun cebinden nikel kaplama bir enfiye kutusu çıkarıp izmaritleri teker teker büzdü, tütün parçalarının parmaklarının arasından yuvarlak kutuya dökülmesini izledi ve geriye kalan kâğıt parçalarını bezelye büyüklüğünde toplar haline getirip kenarı kırık porselen fincan tabağına koydu. Kahveyi karıştırıp ağır ağır içti. Yine uzaklardan bir siren sesi duyuldu. Balkondaki adam ayağa kalktı, ambulansın sesinin yükselip de sonra yavaşça yitip gitmesini izledi. Bir dakika sonra ambulans sokağın kuzey ucunda sola dönüp gözden kaybolan, küçük beyaz bir dikdörtgenden ibaretti. Adam tekrar katlanır sandalyesine oturup dalgın dalgın kahvesini karıştırdı, kahve artık soğumuştu. Adam gayet hareketsiz oturdu. Önce istemeye istemeye, sonra da ne yapacağını bilemeden şehrin uyanışını dinledi. Herkes uyanıyordu.
Balkondaki adam orta boylu ve normal yapıda bir tipti. Yüzünde belirgin bir özellik yoktu. Beyaz gömlek giymiş, kravat takmamıştı, ütülenmemiş gabardin pantolon, gri çorap ve siyah ayakkabı giymişti. Seyrek olan saçları tamamen arkaya taranmıştı, büyük burunlu ve grimsi mavi gözlüydü.
Saat sabahın altı buçuğu, günlerden 2 Haziran 1967’ydi. Burası Stockholm’dü.
Balkondaki adam, gözlemlendiğinin farkında bile değildi. Herhangi bir konuda bir hissiyatı yoktu zaten. Birazdan kendime yulaf lapası yaparım diye düşündü.
Sokak canlanıyordu. Araç akışı yoğunlaşmıştı ve kavşaktaki trafik lambaları her kırmızıya döndüğünde arkasına dizilen araba kuyruğu uzuyordu. Bir fırın kamyonu, pervasızca yola sapan bir bisikletliye korna çaldı. Arkada iki araba acı acı fren yaptı.
Adam ayağa kalktı, kolunu balkonun parmaklığına yaslayıp yola baktı. Bisikletli, kaygıyla kaldırım kenarına doğru yalpaladı ve teslimatçı adamın, arkasından ettiği hakaretleri duymazdan geldi.
Kaldırımda birkaç yaya acele içinde yoluna gitti. Tiril tiril yazlık elbiseler giymiş iki kadın balkonun altındaki benzincide durmuş konuşuyordu ve daha ötede, bir adam köpeğini gezdiriyordu. Adam sabırsızca tasmayı çekiştirdi, daksund cinsi köpekse hiç oralı olmadan ağacın etrafını koklamayı sürdürdü.
Balkondaki adam doğrulup seyrelen saçlarını düzeltti, ellerini ceplerine soktu. Saat şu anda sekize yirmi vardı ve güneş yükselmişti. Adam gökyüzüne doğru baktığında bir uçağın maviliğin arasında yün gibi beyaz bir iz bıraktığını gördü. Ardından adam gözlerini bir kez daha sokağa indirdi; uçuk mavi palto giymiş, beyaz saçlı, yaşlıca bir kadın karşıdaki fırının kapısının dışında dikiliyordu. Kadın uzun süre çantasını eşeledikten sonra anahtarı çıkarıp kapının kilidini açtı. Adam, kadının anahtarı çantasından çıkarışını, anahtar deliğine sokuşunu ve kapıyı arkasından sıkıca kapatışını izledi. Kapının arkasındaysa KAPALI yazan bir tabela vardı.
Aynı anda fırının üstündeki dairelere giden kapı açıldı ve küçük bir kız gün ışığına çıktı. Balkondaki adam bir adım geriledi, ellerini cebinden çıkarıp hareketsizce durdu. Gözleri sokaktaki kıza yapışmıştı.
Kız sekiz dokuz yaşlarındaydı, kırmızı damalı bir çanta taşıyordu. Üstünde kısa mavi etek, çizgili bir tişört ve kolları kısacık, kırmızı bir ceket vardı. Ayaklarındaki tahta tabanlı sandalet kızın uzun ince bacaklarını daha da uzun ve ince göstermişti. Kız kapının dışında sola döndü ve başını öne eğip yavaşça sokakta yürümeye başladı.
Balkondaki adam, gözleriyle kızı takip etti. Kız yedi sekiz metre yürüdükten sonra durdu, elini göğsüne kaldırdı ve bir an böyle kaldı. Sonra omzundaki çantasını açtı, bir yandan içini karıştırırken bir yandan da geriye doğru yürümeye başladı. Sonra koşup çantanın kapağını kapatmadan tekrar apartmana girdi.
Balkondaki adam kılını bile kıpırdatmadan durup giriş kapısının kızın arkasından kapanmasını izledi. Birkaç dakika geçti, kapı tekrar açıldı ve kız dışarı çıktı. Şimdi çantasının ağzını kapatmıştı ve daha hızlı yürüyordu. Açık renk saçlarını atkuyruğu yapmış, sırtına bırakmıştı. Kaldırımın sonuna gelince köşeyi dönüp gözden kayboldu.
Saat sekize üç vardı. Adam arkasını döndü, içeri girip mutfağa gitti. Bir bardak su içti, bardağı duruladı, bulaşıklığa koyup yine balkona çıktı.
Katlanır sandalyesine oturup sol kolunu parmaklığa dayadı. Bir sigara yakıp sigarasını içerek sokağa baktı.

2
Elektrikli duvar saati on bire beş kalayı gösteriyordu ve Gunvald Larsson’un çalışma masasındaki takvime göre tarih 2 Haziran 1967 Cuma’ydı.
Martin Beck yalnızca tesadüfen odadaydı. Az önce içeri girmiş, çantasını kapının iç kısmında yere koymuştu. Selamlaştıktan sonra şapkasını dosya dolabının üstündeki sürahinin yanına bırakmış, tepsiden bir bardak alıp suyla doldurmuş, dosya dolabına yaslanmış, suyunu içmek üzereydi. Masada oturan adam ona aksi aksi bakıp, “Seni de mi buraya gönderdiler? Şimdi ne yaptık ki biz?” dedi.
Martin Beck bir yudum su içti.
“Bildiğim kadarıyla hiçbir şey. Merak etme. Ben sadece Melander’i görmeye geldim. Ondan bir şey rica etmiştim de. Nerede şimdi?”
“Her zamanki gibi lavaboda.”
Melander’in arandığında lavaboda olabilme yeteneği dillere sakız olmuş bir espriydi. Hoş gerçi bunda doğruluk payı vardı ve Martin Beck buna sinir oluyordu.
Gelgelelim, sinir oluşunu çoğunlukla kendine saklıyordu. Masada oturan adama sakin gözlerle sorgulayan bir bakış attı.
“Canını sıkan da ne?”
“Sence ne olabilir? Gasp olayları tabii ki. Dün gece gene Vanadis Parkı’nda bir olay olmuş.”
“Duydum.”
“Bu sefer, köpeğini gezdirmeye çıkaran emekli biri. Arkadan başına vurmuşlar. Cüzdanında yüz kırk kronu varmış. Beyin sarsıntısı geçirmiş. Hâlâ hastanede. Hiçbir şey duymamış. Hiçbir şey görmemiş.”
Martin Beck sessiz kaldı.
“Son iki haftadır bu sekizinci vaka. Adam sonunda birisini öldürecek.”
Martin Beck suyun hepsini içip bardağı yerine koydu.
“Yakında biri enselemezse tabii ki,” dedi Gunvald Larsson.
“Biri derken, kimi kastediyorsun?”
“Polisi tabii ki, Tanrı aşkına bizi. Kim olursa artık. Dokuzuncu bölgenin koruma ekibinden devriye gezen bir sivil polis olaydan on dakika önce oradaymış.”
“Peki olay olduğunda? O sırada neredelermiş?”
“İstasyonda oturup kahve içiyorlarmış. Her seferinde aynı hikâye. Vanadis Parkı’ndaki her çalının arkasında saklanan bir polis varsa, o zaman olay Vasa Parkı’nda yaşanıyor. Hem Vanadis Parkı’nda hem de Vasa Parkı’nda her çalının arkasında birer polis olsun, bu sefer de adam Lill-Jans Korusu’nda ortaya çıkıyor.”
“Peki orada da her çalının arkasında bir polis olsa?”
“O zaman göstericiler Amerikan Ticaret Merkezi’ne zorla girip Amerikan büyükelçiliğini ateşe veriyorlar. Bu işin şakası yok,” diye ekledi Gunvard Larsson kasılarak.
Martin Beck gözlerini adamdan hiç ayırmayarak, “Şaka yapmıyorum ki. Sadece merak ettim,” dedi.
“Bu adam işini biliyor. Sanki radarı var. Ne zaman iş üstünde olsa etrafta hiç polis olmuyor.”
Martin Beck başparmağı ve işaret parmağıyla burnunun köprüsünü ovuşturdu.
“Şeyi gönder…”
Larsson hemen atladı.
“Neyi göndereyim? Kimi? Neyi? Köpek arabasını mı? Ve o kör olasıca köpeklerin sivil devriyeyi parçalamasını mı seyredeyim? Dünkü kurbanın köpeği varmış zaten, o da ayrı mesele. Ne işe yaramış ki?”
“Ne cins bir köpekmiş?”
“Nereden bileyim be? İstersen bir de köpeği sorguya çekeyim, ha? Köpeği buraya getirteyim, tuvalete göndereyim de Melander sorguya çeksin, olur mu?”
Gunvald Larsson bunu büyük bir ağırbaşlılık ve ciddiyetle söylemişti. Yumruğunu masasına indirip devam etti:
“Manyağın teki parklarda kol geziyor, milletin kafasına arkadan vuruyor, sense tutmuş bana köpeklerden bahsediyorsun!”
“Aslında onu diyen ben değil…”
Gunvald Larsson yine lafını ağzına tıktı.
“Neyse, dedim ya, adam işini biliyor. Sadece savunmasız yaşlı adamları ve kadınları seçiyor ve hep arkadan yaklaşıyor. Geçen hafta ne demişti birisi? Ha, evet: ‘Çalıların arasından panter gibi fırladı.’”
“Tek yolu var,” dedi Martin Beck tatlı bir sesle.
“Neymiş?”
“Kendin çıkacaksın. Savunmasız yaşlı bir adam kılığına gireceksin.”
Çalışma masasında oturan adam başını çevirip ona ters ters baktı. Gunvald Larsson bir doksan beş boyundaydı ve yaklaşık yüz kiloydu. Ağır sıklet boksörlerinki gibiydi omuzları ve iri elleri kıvırcık sarı kıllarla kaplıydı. Saçları sarıydı, tam arkaya yatırılmıştı ve gözleri huzursuz, berrak maviydi. Kollberg genellikle bu tarifi, ‘tam bir motorsikletçi gibi bakıyor’ diyerek tamamlardı.
Şu anda o mavi gözler Martin Beck’e her zamankinden daha fazla sıkıntılı bakıyordu.
Martin Beck omuz silkip konuşmaya başladı:
“Şaka bir yana…”
Ve Gunvald Larsson lafını bir kez daha kesti.
“Şaka bir yana, ben burada komik bir şey göremiyorum. Ben burada karşılaştığım en berbat soygun vakasıyla cebelleşiyorum, sense kalkmış bana köpek möpekten bahsediyorsun.”
Martin Beck, diğer adamın, şüphesiz kasıtsız bir şekilde, yalnızca birkaç kişinin başarabildiği bir şeyi yapmak üzere olduğunu fark etti: Onu çileden çıkartacak kadar sinir ediyordu. Her ne kadar bunun düpedüz farkında olsa da dosya dolabının yanında elini kaldırıp konuşmadan edemedi:
“Bu kadarı yeter!”
Neyse ki tam aynı anda Melander yandaki odadan içeri girdi. Ceketini çıkarmış, gömlekliydi, ağzında bir pipo ve elinde açık bir telefon rehberi vardı.
“Merhaba,” dedi.
“Merhaba,” diye selamladı Martin Beck.
“Sen telefonu kapatır kapatmaz ismini düşündüm,” dedi Melander. “Arvid Larsson. Telefon rehberinde de buldum. Fakat adamı aramanın bir faydası olmaz. Nisan ayında ölmüş. Kalpten. Fakat hep aynı iş kolunda çalışıyormuş. Güney tarafında bir eskici dükkânı varmış. Şu anda kapalı.”
Martin Beck rehberi aldı, bakıp başını salladı. Melander pantolonunun cebinden bir kutu kibrit çıkarıp özenle piposunu yakmaya başladı. Martin Beck odada iki adım attı, rehberi masaya koydu. Sonra tekrar dosya dolabının yanına döndü.
Gunvald Larsson şüphe içinde, “Siz ikiniz neyle meşgulsünüz?” diye sordu.
“Hiç,” dedi Melander. “Martin, on iki yıl önce enselemeye çalıştığımız birinin adını unutmuştu da.”
“Sen de mi unuttun?”
“Hayır,” dedi Melander.
“Hatırladın yani?”
“Evet.”
Gunvald Larsson rehberi önüne çekti, sayfaları karıştırıp şöyle dedi: “Larsson adında bir adamın ismini on iki yıl boyunca nasıl aklında tutabiliyorsun?”
“Bayağı kolay,” dedi Melander ciddiyetle.
Telefon çaldı.
“Birinci şubeden görevli memur.
“Affedersiniz, hanımefendi, ne dediniz?
“Ne?
“Komiser miyim? Ben birinci bölgeden görevli memur, Dedektif Komiser Larsson.
“Sizin adınız…?”
Gunvald Larsson göğüs cebinden bir tükenmez kalem çıkarıp adı rehbere yazdı. Sonra kalemi tutan eli havada oturdu.
“Sizin için ne yapabilirim?
“Pardon, anlamadım.
“Hı? Bir ne?
“Kedi mi?
“Balkonda bir kedi mi var?
“Ah, bir adam.
“Balkonunuzda bir adam mı var?”
Gunvald Larsson rehberi kenara itip bir not defterini önüne çekti. Kalemi kâğıdın üstüne koydu. Bir şeyler yazdı. “Evet, anladım. Dış görünüşü nasıl demiştiniz?
“Evet, dinliyorum. Seyrek saçlı, saçlarını arkaya taramış. Büyük burunlu. Hı hı. Beyaz gömlek. Orta boyda. Hımmm. Kahverengi pantolon. Düğmesi iliklenmemiş. Ne? Aaa, gömleğin düğmeleri ilikli değil. Grimsi mavi gözleri var.
“Bir saniye hanımefendi. Şunu netleştirelim. Adam kendi balkonunda mı duruyor?”
Gunvald Larsson bir Melander’e, bir Martin Beck’e baktı ve sonra omuz silkti. Dinlemeye devam etti, kalemin ucunu kulağına soktu.
“Affedersiniz, hanımefendi. Siz bu adamın kendi balkonunda durduğunu mu söylüyorsunuz? Sizi taciz mi etti?
“Hı, etmedi. Ne? Sokağın karşı tarafında? Kendi balkonunda?
“Peki o zaman göz renginin grimsi mavi olduğunu nereden anladınız? Çok dar bir sokak olmalı.
“Ne? Siz ne yapıyorsunuz?
“Şimdi, bir dakika, hanımefendi. Bu adamın tek yaptığı şey balkonda durmak. Başka ne yapıyor?
“Sokağa mı bakıyor? Sokakta ne oluyor peki?
“Hiçbir şey mi? Ne dediniz? Arabalar? Çocuklar oyun mu oynuyor?
“Geceleri de mi? Çocuklar geceleri de mi sokakta oynuyor?
“Ah, oynamıyorlar. Ama adam geceleri de orada dikiliyor? Bizden ne istiyorsunuz? Köpek arabası mı yollayalım?
“Doğrusu, insanların balkonlarında durmalarını yasaklayan bir kanun hükmü yok, hanımefendi.
“Tutanak mı tutalım dediniz? Tanrı aşkına, herkes bizi arayıp tutanak tuttursaydı, burada her vatandaşa üç polis memuru düşerdi.
“Teşekkür mü? Bunun için teşekkür mü etmeliyiz?
“Kaba? Kaba mı konuştum? Şimdi, iyi dinleyin, hanımefendi…” Gunvald Larsson birden susup ahizeyi kulağından otuz santim uzaklaştırdı.
“Kapattı,” dedi hayretler içinde.
Üç saniye sonra ahizeyi çat diye yerine koyup şöyle dedi:
“Cehennemin dibine kadar yolun var, yaşlı kaltak.”
Yazdığı kâğıdı defterden yırtıp kalemin ucunda kalmış kulak kirini dikkatlice kâğıda sildi.
“Millet kafayı yemiş,” dedi. “Bu yüzden bir arpa boyu ilerleyemiyoruz ya. Santral da bunları engellemiyor ya. Tımarhaneye direkt hat çektirelim o zaman.”
“Alışmalısın,” dedi Melander, sakince rehberi alıp kapattı ve yandaki odaya gitti.
Tükenmez kalemini temizlemeyi bitiren Gunvald Larsson kâğıdı buruşturup çöpe fırlattı. Kapının yanındaki bavula ekşi ekşi bakıp, “Sen nereye?” diye sordu.
“İki günlüğüne Motala’ya gidiyorum,” diye cevap verdi Martin Beck. “Orada bir şeye bakmam lazım.”
“Bir hafta içerisinde dönmüş ol. Ama Kollberg bugün evde olacak. Yarından itibaren burada nöbette. O yüzden endişe etmene gerek yok.”
“Endişe etmiyorum.”
“Bu arada, şu gasp işi…”
“Evet?”
“Neyse, önemli değil.”
“İki kere daha yaparsa onu yakalayacağız,” dedi Melander bitişikteki odadan.
“Aynen,” dedi Martin Beck. “Hoşça kal.”
“Hoşça kal,” diye cevap verdi Gunvald Larsson.

3
Martin Beck trenin kalkış saatinden on dokuz dakika önce Merkez İstasyon’a vardı ve iki telefon görüşmesi yaparak aradaki zamanı doldurmaya karar verdi.
Önce ev.
“Sen yola çıkmadın mı hâlâ?” diye sordu karısı.
Martin Beck cevabı belli bu soruyu duymazdan gelip yalnızca şöyle dedi:
“Palace adlı bir otelde kalıyor olacağım. Bilmen iyi olur diye düşündüm.”
“Ne kadar yoksun?”
“Bir hafta.”
“Bu kadar net nereden biliyorsun?”
İyi bir soruydu. Kesinlikle aptal değil, diye düşündü Martin Beck.
“Çocuklara sevgilerimi ilet,” dedi, bir saniye sonra da, “sen de kendine iyi bak,” diye ekledi.
“Teşekkürler,” dedi karısı soğuk bir ifadeyle.
Martin Beck telefonu kapattı, pantolonunun cebinden bir bozukluk daha çıkardı. Telefon kulübelerinin önünde kuyruk vardı ve en yakınındaki insanların ters bakışları arasında bozuk parayı deliğe sokup güney polis merkezini aradı. Kollberg’in hatta bağlanması yaklaşık bir dakika sürdü.
“Ben Beck. Döndün mü diye merak ettim.”
“Ne düşüncelisin,” dedi Kollberg. “Sen hâlâ burada mısın?”
“Gun nasıl?”
“İyi. Balina gibi oldu.”
Gun, Kollberg’in karısıydı; ağustos sonunda doğum yapacaktı.
“Bir hafta sonra döneceğim.”
“Ben de öyle düşündüm. Ben o zamana dek burada görevde olmayacağım.” Bir sessizlik oldu, ardından Kollberg, “Hayırdır, Motala’ya ne için gidiyorsun?” diye sordu.
“Şu arkadaş…”
“Hangi arkadaş?”
“İki gece önce yanarak ölen şu eskici. Sen duymadın mı…”
“Gazetede okudum. Eee, ne olmuş?”
“Gidip bir bakacağım.”
“Sıradan bir yangın dosyasını temizleyemeyecek kadar kalın kafalı mıymış bunlar?”
“Her neyse, rica ettiler…”
“Bana bak,” dedi Kollberg. “Bu zokayı karına yutturabilirsin ama beni kandıramazsın. Neyse, ne istediklerini ve kimin rica ettiğini çok iyi biliyorum. Motala’daki soruşturma masasının şefi kim şu anda?”
“Ahlberg ama…”
“Aynen. Ayrıca yıllık izninden beş gün kullandığını da biliyorum. Başka bir deyişle, Motala’ya, City Hotel’de oturup Ahlberg’le laflamaya gidiyorsun. Haksız mıyım?”
“Şey…”
Kollberg yürekten, “Bol şans,” dedi. “Uslu dur.”
“Teşekkürler.”
Martin Beck telefonu kapatır kapatmaz arkasında bekleyen adam ite kaka öne geçti. Beck omuz silkip istasyonun ana bekleme salonuna gitti.
Kollberg haklıydı aslında. Bunun en ufak bir önemi yoktu ama yine de bunun bu kadar kolay anlaşılması onu sinir etmişti. Kollberg ve o, üç yaz önceki bir cinayet davasında Ahlberg’le tanışmışlardı. Soruşturma uzamış ve zor geçmişti, bu esnada yakın dost olmuşlardı. Yoksa Ahlberg, ulusal polis teşkilatından yardım istemezdi ve Martin Beck de bu davaya yarım gün mesai bile ayırmazdı.
İstasyonun saatine bakılacak olursa yaptığı telefon görüşmeleri yalnızca dört dakika sürmüştü; trenin kalkmasına hâlâ on beş dakika vardı. Büyük salon her zamanki gibi her telden insanla doluydu.
Martin Beck elinde bavulu, orada karamsar bir ifadeyle duruyordu. İnce suratlı, geniş alınlı ve güçlü çeneli, orta boylu bir adamdı. Onu gören çoğu kişi muhtemelen taşradan gelmiş, kendini birden büyük şehrin koşturmacası arasında bulmuş, şaşkın bir adam sanıyordu.
“Merhaba bayım,” dedi birisi çatlak bir fısıltıyla.
Martin Beck dönüp ona seslenen kişiye baktı. Ergenlik yaşlarının başında bir kız yanındaydı; incecik telli, sarı saçlıydı ve üstünde batik bir elbise vardı. Yalınayaktı, kirliydi ve Beck’in kendi kızıyla aynı yaşta görünüyordu. Sağ avucunda dört fotoğraftan oluşan bir şerit tutuyordu, çaktırmadan Martin Beck’e gösterdi.
Bu fotoğrafların çekildiği yerin izini sürmek çok basitti. Kız otomatik fotoğraf çeken kabinlerden birine girmiş, taburenin üstüne diz çökmüş, elbisesini koltuk altına kadar kaldırıp makineye para atmıştı.
Bu kabinlerin perdeleri diz boyuna kadar kısaltılmıştı ama pek işe yaramışa benzemiyordu. Martin Beck resimlere şöyle bir baktı; bu günlerde genç kızlar eskisine oranla daha çabuk gelişiyordu. Bu küçük pasaklılar altlarına bir şey giyme zahmetine de girmiyordu. Yine de fotoğraflar çok iyi çıkmamıştı.
“Yirmi beş kron?” dedi çocuk umutla.
Martin Beck buna sinir olmuştu, etrafına bakındığında salonun diğer tarafında üniformalı iki polis gördü. Yanlarına yaklaştı. İçlerinden biri onu tanıyıp selam verdi.
“Burada çocuklarla baş edemiyor musunuz?” dedi Martin Beck, öfke içinde.
“Elimizden geleni yapıyoruz, efendim.”
Cevap veren memur ona selam veren memurdu aynı zamanda. Mavi gözlü ve açık renk, sakalı düzgünce kısaltılmış bir gençti.
Martin Beck hiçbir şey demedi, arkasını dönüp platforma çıkan cam kapılardan geçti. Batik elbiseli kız şimdi salonun ilerisindeydi, çaktırmadan fotoğraflara bakıyor, dış görünüşünde bir terslik mi var diye merak ediyordu.
Çok geçmeden, dangalağın teki fotoğraflarını alırdı kesin.
Ardından kız da Humlegården ya da Mariatorget’e gider, o parayla ot ya da esrar alırdı. Ya da belki LSD.
Onu tanıyan polis memuru sakallıydı. Yirmi dört yıl önce, Martin Beck polis teşkilatına ilk katıldığında sakal bırakmak yasaktı.
Bu arada, sakallı olmayan diğer polis memuru ona neden selam vermemişti ki? Onu tanımamış mıydı?
Yirmi dört yıl önce, polis memurları üstleri olsun olmasın, yanlarına yaklaşan herkese selam verirdi. Yoksa yanılıyor muydu?
O günlerde on dört on beş yaşındaki kızlar fotoğraf kabinlerinde çıplak fotoğraflarını çekmez, kafa yapmak için para bulabilmenin yolu olarak bunları başkomiserlere satmaya çalışmazdı.
Her neyse, Martin Beck bu yılın başında aldığı yeni unvandan hiç memnun değildi. Güney polis merkezindeki yeni ofisini de sevmemişti çünkü Västberga’daki gürültülü bir sanayi bölgesindeydi artık. Sürekli ondan kuşku duyan karısından da, Gunvald Larsson gibi birisinin dedektif komiser yapılabilmesinden de hiç memnun değildi.
Martin Beck birinci sınıf kompartımanda cam kenarına oturup tüm bunları kara kara düşündü.
Tren istasyondan süzülerek ayrıldı ve belediye binasını geçti. Martin Beck buharlı eski beyaz vapur Mariefred’i gördü, hâlâ Gripsholm’daydı, sonra Norstedt Yayınları’nın binasını da gördü. Tren tünel tarafından yutulup güneye çekildi. Tekrar gün ışığına çıktığında Martin Beck yemyeşil çayırlarıyla Tantolunden’i, yakında kâbuslarına girecek olan parkı gördü ve demiryolu köprüsünde tekerleklerin yankısını duydu.
Tren Södertälje’de durduğunda Martin Beck kendini daha iyi hissediyordu. Ekspres trenlerin çoğunda restoranın yerini almış olan metal servis arabasından bir soda ve bayat peynirli sandviç aldı.

4
“Evet,” dedi Ahlberg, “işte şöyle oldu. O gece hava bayağı soğukmuş, adam yatağının yanına elektrikli ısıtıcılardan birini koymuş. Uykusunda battaniyesini üstünden atmış, battaniye ısıtıcının üstüne düşüp alev almış.”
Martin Beck başıyla onayladı.
“Gayet olası,” dedi Ahlberg. “Teknik soruşturma bugün tamamlandı. Sana telefon etmeye çalıştım ama yola çıkmıştın.”
Borenshult’taki yangın mahallindeydiler ve ağaçların arasından gölü ve üç yıl önce bir kadın cesedi buldukları kanal havuzunu görebiliyorlardı. Yanan evden geriye tek kalan temeli ve bacanın tabanıydı. İtfaiye ekibi, küçük bir müştemilatı kurtarmayı başarmıştı.
“Orada birtakım çalıntı mallar vardı,” dedi Ahlberg. “Şu Larsson denen adam bir eskiciydi. Ama daha önce hüküm giymişti, o yüzden şaşırmadık. Eşyaların listesini çıkaracağız.”
Martin Beck tekrar kafasını sallayıp, “Stockholm’deki erkek kardeşine baktık. Geçen bahar ölmüş. Kalp krizinden. O da eskiciydi,” dedi.
“Demek ailede varmış,” dedi Ahlberg.
“Kardeşi hiç yakalanmamış ama Melander onu hatırladı.”
“Ah, evet, Melander… fil gibi hafızası vardır, hiç unutmaz. Artık birlikte çalışmıyorsunuz, değil mi?”
“Sadece ara sıra. Kungsholm Caddesi’ndeki merkezde şimdi. Kollberg de bugünden itibaren orada olacak. Ha bire yerimizi değiştirmeleri ne saçma.”
Yangın mahalline sırt çevirip sessizce tekrar arabaya döndüler.
On beş dakika sonra, Ahlberg karakolun önüne yanaştı. Prast Caddesi ve Kungs Caddesi’nin köşesinde, sarı tuğlalı, alçak bir binaydı. Ana meydana ve Baltzar von Platen heykeline biraz yakındı. Martin Beck’e yarı dönerek şöyle dedi:
“Madem buradasın, yapacak bir işin yok, gelmişken iki gün kal.”
Martin Beck başıyla onayladı.
“Motorla açılabiliriz,” dedi Ahlberg.
O akşam City Hotel’de akşam yemeklerini yiyip Vattern Gölü’nden çıkan somonun tadına baktılar. Birkaç kadeh içki de içtiler.
Cumartesi günü motorla gölde gezdiler. Pazar da. Pazartesi günü, motorlu tekneyi Martin Beck ödünç aldı. Salı günü de. Çarşamba günüyse Vadstena’ya gidip kaleyi gezdi.
Motala’da kaldığı otel modern ve rahattı. Ahlberg’le iyi anlaşıyordu. Kurt Salomonson’un yazdığı Dışarıdaki Adam adlı romanı okudu. Keyfi yerindeydi.
Hak etmişti. Kış boyunca çok çalışmıştı ve ilkbahar berbat geçmişti. Sessiz bir yaz olacağı umudunu taşıyordu hâlâ.

5
Gaspçının havayla hiçbir derdi yoktu.
Öğleden sonra yağmur yağmaya başlamıştı. İlk başta bardaktan boşanırcasına, arkasından saat yedi sularında sona eren aralıksız bir çiselemeyle yağdı. Fakat gökyüzü hâlâ karanlık ve boğucuydu, yağmur herhalde tekrar yağmak üzere toplanıyordu. Şimdi saat dokuzdu, alacakaranlık ağaçların altından yayılmaya başlamıştı. Işıkların yanmasına bir yarım saat daha vardı.
Gaspçı ince plastik yağmurluğunu çıkarmış, parktaki bankta yanına koymuştu. Ayağında spor ayakkabıları, haki bir pantolon, göğüs cebinde markası olan, düzgün, gri naylon bir kazak giymişti. Geniş, kırmızı bir bandana boynuna gevşekçe bağlanmıştı. İki saatten uzun süredir parktaydı ya da park civarlarındaydı, insanları yakından ve alıcı gözle gözlemliyordu. İki sefer yoldan geçenleri özel ilgiyle incelemişti ve her seferinde de, tek kişi değil iki kişiyi izlemişti. İlk çift genç bir oğlan ve kızdı; ikisi de ondan gençti, kız sandalet ve siyah beyaz, kısa bir yazlık elbise giymişti. Oğlan şık bir ceket ve açık gri pantolon giymişti. Parkın en korunaklı köşesindeki izbe patikalara girmişlerdi. Sonra durup sarıldılar. Kız sırtını bir ağaca vermiş duruyordu ve birkaç saniye sonra oğlan sağ elini kızın eteğinin altına soktu, külotunun lastiğinin içine girip parmaklarıyla bacaklarının arasında oynamaya başladı. “Birisi gelebilir,” dedi kız mekanik bir sesle ama ayaklarını yana açtı. Bir saniye sonra gözlerini kapatıp kalçalarını ritmik bir edayla salladı, aynı zamanda sol eliyle oğlanın ensesindeki kısacık kesilmiş saçlarını okşuyordu. Sağ eliyle ne yaptığı görülemiyordu, gerçi gaspçı onlara o kadar yakındı ki beyaz dantelli külotu seçmişti.
Sessiz adımlarla onları takip ederek çimlerde yürümüş ve bir buçuk metre ötedeki çalının arkasında çömelip kalmıştı. Artıları ve eksileri dikkatlice tarttı. Saldırı fikri hoşuna gidiyordu ama öte yandan, kızın çantası yoktu, ayrıca çığlık atmasına engel olamayabilirdi, bu da işini zorlaştırırdı. Ayrıca oğlan ilk bakışta sandığından daha güçlü, daha geniş omuzlu duruyordu ve cüzdanında para olduğu da kesin değildi. Saldırı fikri akılsızca geldi gaspçıya, bu yüzden geldiği kadar sessizce sıvışıp gitti. Dikizcinin teki değildi, yapacak daha önemli işleri vardı; her neyse, zaten görülecek pek bir şey de yoktu. Çok geçmeden genç çift parktan çıktı, artık aralarında münasip bir mesafe vardı. Karşıdan karşıya geçmiş, tam orta sınıfa hitap eden bir apartmana girmişlerdi. Kız giriş kapısında iç çamaşırını, sutyenini düzeltti ve parmağını ıslatıp kaşlarını geriye itti. Oğlan saçlarını taradı.
Saat sekiz buçukta gaspçının ilgisi başka bir ikiliye kaydı. Sokağın köşesindeki nalburun önünde kırmızı bir Volvo durmuştu. Ön koltukta iki adam oturuyordu. İçlerinden biri arabadan çıkıp parka girdi. Kafası keldi, bej rengi bir yağmurluk giymişti. Birkaç dakika sonra, ikinci adam da inip başka bir yönden parka girdi; tüvit ceket giyip şapka takmıştı ama paltosu yoktu. Yaklaşık on beş dakika sonra arabaya geri dönmüşlerdi, yine farklı yönlerden ve birkaç dakika arayla. Gaspçı sırtı onlara dönük, nalburun vitrinine bakarak durmuş ve adamların söylediklerini net bir şekilde duymuştu.
“Eee?”
“Hiçbir şey yok.”
“Şimdi ne yapıyoruz?”
“Lill-Jans Korusu’na gidelim mi?”
“Bu havada mı?”
“Eh…”
“Tamam. Ama sonra kahve içelim.”
“Tamam.”
Arabanın kapılarını çat diye çarpıp yola çıktılar.
Şimdiyse saat dokuza yaklaşıyordu ve gaspçı bankta oturmuş, bekliyordu.
Kadın parka girer girmez gözüne ilişti ve anında hangi patikadan yürüyeceğini anladı. Paltolu, şemsiyeli ve kocaman bir çantası olan, tıknaz, orta yaşlı bir kadındı. Yağlı biri. Belki manav ya da küçük dükkânı vardı. Gaspçı ayağa kalkıp yağmurluğunu giydi, kestirmeden çimenlerden gidip çalının arkasına çömeldi. Kadın patikadan yürüdü, neredeyse tam dibindeydi. Aralarında beş saniye, taş çatlasın on vardı. Gaspçı sol eliyle kırmızı bandanayı burnunun üstüne çekti ve sağ elinin parmaklarına muştayı geçirdi. Kadın birkaç metre ötedeydi sadece. Gaspçı çabuk hareket edip ıslak çimenlerde hiç ses çıkarmadı.
Hemen hemen hiç. Kadının yetmiş santim arkasındaydı ki kadın arkasını döndü, onu gördü ve bağırmak için ağzını açtı. Gaspçı hiç düşünmeden, ağzına olabildiğince sert vurdu. Bir çatırtı duydu. Kadın şemsiyesini düşürüp sendeledi, sonra diz çöküp çantasına iki eliyle sarıldı, sanki bebeğini koruyordu.
Gaspçı kadına tekrar vurdu ve parmaklarındaki muştanın altında burnu çatırdadı. Kadın arkaya düştü, bacakları kıvrılırken gıkı çıkmadı. Kan revan içindeydi, şuuru açık gibi görünmüyordu ama adam yine de yerden bir avuç toprak alıp kadının gözüne attı. Çantasını açmasıyla aynı saniye kadının başı bir yana düştü, çenesi açıldı ve kusmaya başladı.
El çantası, cüzdan, bir kol saati. Fena değildi.
Gaspçı parktan çıkış yolundaydı. Sanki bebeğini koruyordu, diye düşündü. Çok daha temiz bir iş olabilirdi. Geri zekâlı kaltak karı.
On beş dakika sonra evindeydi. Saat dokuz buçuk, tarih 9 Haziran 1967, Cuma’ydı. Yirmi dakika sonra yağmur yağmaya başladı.

6
Bütün gece yağmur yağdı fakat pazar sabahı yine güneş vardı, sadece arada sırada masmavi gökyüzünde uçuşan beyaz bulutların arkasında kalıyordu. 10 Haziran’dı, yaz tatili başlamıştı ve cuma akşamı şehirden çıkış yolunda uzun bir araba kuyruğu vardı. İnsanlar, kırsaldaki evlerinin, tekne iskelelerinin ve kamp alanlarının yolunu tutmuştu. Fakat şehir hâlâ kalabalıktı, ne de olsa hafta sonu hava güzeldi ve buradaki insanlar park ve havuzların yarattığı yapmacık kırsal hayat algısıyla yetinecekti.
Saat dokuzu çeyrek geçiyordu ve Vanadis Havuzları giriş kulübesinde kuyruk oluşmuştu bile. Güneşe hasret Stockholm’lüler, biraz yüzme açlığı içinde Sveavägen’den çıkan patikalara üşüşmüştü.
Frej Caddesi’nde iki şüpheli gölge kırmızı ışıkta geçti. Biri kot ve merserize kazak giymişti, diğeri siyah pantolon ve sol yandaki göğüs cebi şüpheli bir şekilde kabarık duran, kahverengi bir ceket. Güneşe uyku mahmuru gözlerle bakarak yavaş yavaş yürüdüler. Ceketinde kabartı olan adam yalpaladı, az daha bir bisikletliye çarpacaktı. Açık gri bir yazlık takım elbise giymiş, arkasındaki bagaj kutusunda ıslak bir mayo taşıyan, 60 yaşlarında, atletik bir bisikletliydi. Bisikletli adam sendeleyip tek ayağını yere koymak zorunda kaldı.
“Sakar salaklar!” diye bağırdı ve havalı havalı pedal çevirerek uzaklaştı.
“Aptal moruk bozuntusu,” dedi ceketli adam. “Tam milyoner tipi var. Ulan, asıl sen beni yere devirecektin neredeyse. Yere düşüp şişeyi kırabilirdim.”
Kaldırımda sinirlenerek durdu, felaketin kıyısından nasıl kıl payı kurtulduğunu düşününce ürperdi ve ceketindeki şişeye elini koydu.
“Peki sence parasını öder miydi? Hiç sanmam. Norr Mälarstrand’da güzel dairesinde oturmuş, buzdolabının içi şampanya doludur ama orospu çocuğu, zavallı bir herifin içki şişesini kırsa, onun bile parasını ödemek aklının ucundan geçmez. Pislik!”
“Ama kırmadı ya,” diye sessizce karşı çıktı arkadaşı.
İkinci adam ondan çok daha genç yaştaydı; siniri zıplamış arkadaşının koluna girip onu parka soktu. Eğimi tırmandılar, diğerleri gibi havuzlara değil giriş kapısından uzağa geçtiler. Ardından Stefan Kilisesi’nden çıkan, tepeye giden patikaya saptılar. Dik bir yokuştu, hemen nefes nefese kaldılar. Yokuşun yarısında genç olan şöyle dedi:
“Bazen kulenin arkasındaki çimenlikte bozuk paralar oluyor. Bir gece önce poker oynamışlarsa tabii. Tekel kapanmadan bir yarım şişelik daha para toplayabiliriz…”
Günlerden cumartesiydi ve tekel saat birde kapanıyordu.
“Çok beklersin. Dün hava yağmurluydu.”
“Evet,” dedi genç olan iç çekerek.
Patika havuzların bulunduğu kapalı alanın etrafında dönüyordu, her taraf yüzmeye gelenlerle doluydu. Kimileri o kadar yanık tenliydi ki siyahilere benziyorlardı, bazıları gerçekten siyahiydi fakat çoğunluğu uzun bir kışın ardından Kanarya Adaları’na bile gidememiş olduklarından bembeyazdı.
“Hey, bir dakika,” dedi genç olan. “Hadi gel, kızlara bakalım.”
Yaşı daha büyük olan adam yürümeye devam edip omzunun üstünden cevap verdi:
“Hayatta olmaz. Hadi gel, susuzluktan dilim damağıma yapıştı.”
Parkın en tepesindeki su kulesine doğru yürümeye devam ettiler. Kasvetli binanın etrafından dönünce su kulesinin arkasındaki arazinin onlara kaldığını görüp sevindiler. Yaşı büyük olan adam çimenlere oturdu, şişeyi çıkarıp kapağını açmaya başladı. Daha genç olan adam diğer taraftan yokuşun en tepesine tırmanmaya devam etti, kırmızıya boyalı ahşap bir çit bel vermişti.
“Jocke!” diye seslendi. “Gel burada oturalım. Bakarsın birileri geçer.”
Jocke ayağa kalktı, burnundan astımlı gibi soluyarak, elinde içki şişesiyle diğer adamı takip etti, genç adam yamaçtan aşağı inmeye başlamıştı.
“Bak burası tam ideal,” diye seslendi genç, “şu çalının yanında…” Ansızın durup öne eğildi.
“Tanrım!” diye fısıldadı boğazı kuruyarak. “Yüce Tanrım!”
Jocke arkasından geldi, yerdeki kızı gördü, yana dönüp kustu.
Kız, vücudunun üst kısmı, bir çalının altına yarı gömülmüş vaziyette yerde yatıyordu. İki yana ayrık duran bacakları nemli kumlara uzanmıştı. Suratı bir yana dönüktü, mavimsiydi ve ağzı açıktı. Sağ kolu başının üstünde kıvrılmıştı ve sol eli avucu yukarı bakacak şekilde kalçasının dibinde yerdeydi.
Uzun, sarımsı saçları yanağının üstüne düşmüştü. Kızın ayakları çıplaktı, üstünde bir etek ve çizgili tişört vardı, tişörtü açılmış, beli ortadaydı.
Yaklaşık dokuz yaşındaydı.
Hiç kuşku yoktu ki ölüydü.
Jocke ve arkadaşı, Surbrunns Caddesi’ndeki karakola vardığında saat ona beş vardı. Vanadis Parkı’nda gördüklerini o sırada nöbette olan Granlund adlı bir polise anlatırken geveleyip durdular, oldukça gergindiler. On dakika sonra Granlund ve dört polis, olay yerindeydi. Bundan on iki saat önce bir gasp vakası için parkın başka bir noktasına dört polis çağrılmıştı. Saldırı ile ihbar arasında yaklaşık bir saat geçmişti, herkes saldırganın parktan ayrıldığını varsaymıştı. Dolayısıyla alanı detaylı incelememişlerdi ve o esnada kızın cesedi orada mıydı, değil miydi, söyleyemezlerdi.
Beş polis, kızın ölü olduğuna kanaat getirdi. Anlayabildikleri kadarıyla, kız elle boğulmuştu. Şu an için tek yapabildikleri buydu.
Olay yeri inceleme ve teknik departmandan gelecekleri beklerken oradaki görevleri, meraklı bir kalabalığın birikmesini engellemekti.
Suç mahalline göz atan Granlund, merkezdeki adamların işinin kolay olmayacağını anladı. Ceset oraya konduktan bir süre sonra çok yağmur yağmıştı. Öte yandan, kızın kim olduğunu bildiğini düşünüyordu ve bu bilgi onu pek mutlu etmedi.
Bir gece önce, saat 11’de, endişeli bir anne polis karakoluna gelmiş ve kızını aramaları için yalvarmıştı. Kız sekiz buçuk yaşındaydı. Saat yedi civarı oyun oynamak için dışarı çıkmıştı ve o saatten beri çocuktan haber alınamıyordu. Dokuzuncu bölge, merkezi alarma geçirmişti ve devriye gezen polislere kızın eşkâli gönderilmişti. Hastanelere bakılmıştı.
Maalesef, verilen tarifle bu kız uyuyordu.
Granlund’un bildiği kadarıyla, kayıp kız bulunamamıştı. Ayrıca, Vanadis Parkı yakınlarında Sveavägen’de yaşıyordu. Bundan hiç şüphesi yoktu.
Kızın anne babasının evde diken üstünde bekleyişlerini düşündü ve içten içe, onlara gerçeği açıklayan kişi olmak istemiyordu.
Nihayet olay yeri memurları geldiğinde Granlund sanki ezelden beri güneşin altında, kızın yanında dikiliyormuş gibi hissetti.
Uzmanlar işlerine koyulur koyulmaz, Granlund onları rahat bıraktı ve karakola doğru yürüdü, ölü kızın görüntüsü gözlerine kazınmıştı.

7
Kollberg ve Rönn, Vanadis Parkı’ndaki olay yerine vardıklarında, su kulesinin arkasındaki alan şeritle çevrilmişti. Fotoğrafçı işini bitirmişti ve doktor, cesedin rutin incelemesiyle meşguldü.
Zemin hâlâ nemliydi ve cesedin yakınındaki izler tazeydi, çok büyük ihtimalle kızın cesedini bulan iki adama aittiler. Kızın sandaletleri ta ileride kırmızı çitin yakınlarındaki eğimde duruyordu.
Doktor işini bitirince Kollberg ona gidip, “Eee?” diye sordu.
“Boğazlamışlar,” dedi doktor. “Bir çeşit tecavüz. Olabilir.”
Omuz silkti.
“Ne zaman?”
“Dün akşam saatlerinde. En son ne zaman yemek yemiş öğrenelim ve…”
“Biliyorum. Sence burada mı olmuş?”
“Burada olmadığına dair bir işaret bulamadım.”
“Hayır,” dedi Kollberg. “Bu kadar çok yağmur yağmasa olmazdı sanki.”
“Hıh,” dedi doktor, arabasına doğru yürüyüp gitti.
Kollberg bir yarım saat daha orada kaldı, sonra Surbrunns Caddesi’ndeki istasyona gitmek için dokuzuncu bölgeden bir arabaya bindi.
Başkomiser masasında bir ihbarnameyi okurken Koll-berg odasına girdi. Adama merhaba deyip raporu kenara koydu. Bir sandalyeyi işaret etti. Kollberg oturdu ve, “İğrenç bir iş,” dedi.
“Evet,” dedi başkomiser. “Herhangi bir şey buldun mu?”
“Bildiğim kadarıyla hayır. Sanırım yağmur her şeyi berbat etmiş.”
“Sence ne zaman olmuş? Dün akşam orada bir saldırı vakası da olmuş. Ben de tam onun raporunu okuyordum.”
“Bilmiyorum,” dedi Kollberg. “Onu taşıdıktan sonra bakacağız.”
“Sence aynı adam olabilir mi? Kız onun saldırıyı yaptığını görmüştür falan?”
“Eğer tecavüze uğradıysa, aynı adam olma ihtimali çok düşük. Aynı zamanda sapık bir gaspçı… Biraz fazla,” dedi Kollberg muğlakça.
“Tecavüz mü? Doktor öyle mi dedi?”
“Mümkün dedi.”
Kollberg iç geçirip çenesini sıvazladı.
“Beni arabayla buraya getiren çocuklar, kızın kim olduğunu bildiğinizi söyledi.”
“Evet,” dedi başkomiser. “Öyle gözüküyor. Granlund az önce içerideydi ve dün gece annesinin getirdiği fotoğrafa bakarak kimliği teşhis etti.”
Başkomiser bir dosya açtı, bir fotoğraf çıkarıp Kollberg’e verdi. Vanadis Parkı’nda şu anda ölü yatan kız, burada bir ağaca yaslanmış, güneşe bakarak gülüyordu. Kollberg başıyla onaylayıp resmi geri verdi.
“Anne babasının haberi var mı…”
“Hayır,” dedi başkomiser.
Önündeki not defterinden bir sayfa koparıp Kollberg’e verdi.
Kollberg, “Bayan Karin Carlsson, Sveavägen 83 numara,” diye sesli okudu.
“Kızın adı Eva’ymış,” dedi başkomiser. “İyisi mi biri… sen gitsen iyi olur. Şimdi. Annesi daha tatsız bir biçimde öğrenmeden.”
“Durum yeterince tatsız zaten,” diye iç geçirdi Kollberg.
Başkomiser onu ciddiyetle süzdü ama hiçbir şey demedi.
“Neyse, burası sizin bölgeniz sanıyordum,” dedi Koll-berg. Yine de ayağa kalkıp devam etti:
“Tamam tamam, ben giderim. Birisi yapmak zorunda.”
Kapının eşiğinde arkasını dönüp konuştu:
“Teşkilatta neden az adam var, belli oldu. Polis olmak için deli olmak lazım.”
Arabasını Stefan Kilisesi’nin orada bıraktığı için Sevavägen’e yürümeye karar verdi. Ayrıca kızın anne babasıyla tanışmayı geciktirmek istiyordu.
Güneş parlıyordu ve gece yağan yağmurun bütün izleri kurumuştu. Kollberg onu bekleyen görevi düşününce biraz midesi bulandı. En iyi ifadeyle gönülsüzdü. Daha önce de buna benzer görevlere zorlanmıştı fakat şimdi, mesele ölen bir çocuk olduğundan önündeki sıkıntı daha fenaydı. Keşke Martin burada olsaydı, diye düşündü; o böyle konularda benden çok daha iyi. Ardından Martin Beck’in bu tür durumlarda hep ne kadar depresif göründüğünü hatırlayıp şöyle düşündü: Hah, bunu kim yaparsa yapsın, herkes için zor bir durum.
Ölen kızın yaşadığı apartman Vanadis Parkı’nın tam karşısındaydı, Surbrunns Caddesi ile Frej Caddesi’nin ortasındaydı. Asansör çalışmıyordu ve Kollberg beş katı yürüyerek çıkmak zorunda kaldı. Bir saniye ayakta durup nefesini düzene soktuktan sonra zili çaldı.
Kadın kapıyı neredeyse anında açtı. Üstünde kahverengi, uzun bir elbise ve ayaklarında sandalet vardı. Sarı saçları darmadağınıktı, sanki durmadan parmaklarını arasından geçirmişti. Kollberg’i görünce hüsranla yüzü düştü, sonra ifadesi umut ve korku arasında gidip geldi.
Kollberg kimliğini gösterip kadına çaresiz, soru soran gözlerle baktı.
“Girebilir miyim?”
Kadın kapıyı ardına kadar açıp arkaya adım attı. “Onu bulamadınız mı?” dedi.
Kollberg cevap vermeden içeri girdi. Daire iki odadan oluşuyor gibiydi. Dış taraftaki odada bir yatak, kitaplık, bir çalışma masası, televizyon, şifonyer ve alçak, tik bir sehpanın iki yanında tekli iki koltuk vardı. Yatak topluydu, tahminen o gece kimse orada uyumamıştı. Mavi yatak örtüsünün üstünde bir bavul açık duruyordu, hemen yanında da düzgünce katlanmış giysiler. Bavulun tutma yerine ütülenmiş iki yazlık elbise asılmıştı. İçteki odanın kapısı açıktı; Kollberg kitap ve oyuncaklarla dolu, maviye boyanmış bir kitaplık gördü. En üstte beyaz bir oyuncak ayı vardı.
“Sakıncası yoksa, oturabilir miyiz?” diye sordu Koll-berg ve tekli koltuklardan birine oturdu.
Kadın ayakta kalıp şöyle dedi:
“Ne oldu? Onu buldunuz mu?”
Kollberg kadının gözlerindeki dehşet ve paniği gördü, onu sakin tutmaya çalıştı.
“Evet,” dedi. “Lütfen oturun, Bayan Carlsson. Kocanız nerede?”
Kadın, Kollberg’in karşısındaki koltuğa oturdu.
“Kocam yok. Boşandık. Eva nerede? Ne oldu?”
“Bayan Carlsson, ne yazık ki kızınız ölü bulundu.”
Kadın bakakalmıştı.
“Hayır,” dedi. “Hayır.”
Kollberg ayağa kalkıp kadının yanına gitti.
“Yanınızda olacak bir yakınınız var mı? Anneniz ya da babanız?”
Kadın olumsuz anlamda kafa salladı.
“Bu doğru değil,” dedi.
Kollberg elini kadının koluna koydu.
“Çok ama çok üzgünüm, Bayan Carlsson,” dedi beceriksizce.
“Ama nasıl? Şehir dışına çıkacaktık…”
“Henüz emin değiliz,” diye cevap verdi Kollberg. “Kızınızın… öldürüldüğünü düşünüyoruz…”
“Öldürüldü mü? Cinayet mi?”
Kollberg başıyla onayladı.
Kadın gözlerini kapadı, kaskatı ve kıpırtısız oturdu. Sonra gözlerini açıp başını iki yana salladı.
“Eva değildir,” dedi. “Eva değildir. Siz sakın… sakın bir hata yapmış olmayın.”
“Hayır,” dedi Kollberg. “Ne kadar üzüntü duyduğumu anlatamam, Bayan Carlsson. Arayabileceğim birisi yok mu? Buraya çağırabileceğim birisi? Anneniz, babanız ya da herhangi birisi?”
“Hayır, onlar olmaz. Kimseyi burada istemiyorum.”
“Eski kocanız?”
“Malmö’de yaşıyor galiba.”
Kadının suratı kül gibiydi, gözlerinin içi boştu. Koll-berg, kadının olan biteni hâlâ tam kavramadığını gördü, zihinsel bir bariyer koymuştu ve hakikatin oradan geçmesine izin vermiyordu. Kollberg aynı tepkiyi daha önce de görmüştü ve kadının daha fazla direnemediğinde çökeceğini biliyordu.
“Doktorunuz kim, Bayan Carlsson?” diye sordu Koll-berg.
“Doktor Ström. Çarşamba günü oradaydık. Eva’nın günlerdir karnı ağrıyordu ve köye gidecektik, en iyisi dedim onu…”
Birden susup diğer odanın girişine baktı.
“Eva hiç hasta olmaz. Bu karın ağrısı da hemen geçti. Doktor üşütmüş dedi.”
Bir süre sessizce oturdu. Arkasından, Kollberg’in kelimeleri zor yakalayabileceği kısık bir sesle şöyle dedi:
“Şimdi yine iyi.”
Kollberg kadına baktı, kendini çaresiz ve salak gibi hissediyordu. Ne diyeceğini ya da ne söyleyeceğini bilmiyordu. Kadın yüzü kızının odasının kapısına dönük oturuyordu. Kollberg çılgınlar gibi diyecek bir söz arıyordu ki kadın aniden ayağa kalkıp yüksek, tiz bir sesle kızının adını çağırdı. Sonra diğer odaya koştu. Kollberg onu takip etti.
Oda aydınlıktı ve hoş döşenmişti. Bir köşede kırmızıya boyanmış bir kutuda oyuncaklar ve dar yatağın ayak ucunda eski moda bir bebek evi yer alıyordu. Çalışma masasında bir yığın okul kitabı vardı.
Kadın hâlâ yatağın ucunda oturuyordu, dirseklerini dizlerine dayamış, yüzünü avuçlarına gömmüştü. Öne arkaya sallandı ve Kollberg ağlayıp ağlamadığını duyamadı.
Kadına bir an baktı, sonra telefonu gördüğü hole çıktı. Telefonun yanında bir rehber duruyordu ve tam tahmin ettiği gibi, Doktor Ström’ün numarasını oracıkta buldu.
Kollberg durumu açıklarken doktor dinledi ve beş dakika sonra geleceğine söz verdi.
Kollberg hâlâ bıraktığı yerde oturan kadının yanına gitti. Kadın hiç ses çıkarmıyordu. Kollberg onun yanına oturup bekledi. İlk başta kadına dokunmaya cesaret edebilir miyim diye merak etti fakat sonra bir kolunu, dikkatlice kadının omzuna koydu. Kadın, onun varlığından bihaber gibiydi.
Doktorun zili çalmasıyla odadaki sessizlik bölünene kadar bu şekilde oturdular.

8
Kollberg, Vanadis Parkı’ndan yeniden geçerken terliyordu. Sebebi ne dik yokuş ne yağmurdan sonraki rutubetli sıcak ne de terlemeye meyilli bünyesiydi. En azından sırf bunlar değildi.
Bu davayla uğraşacak çoğu kişi gibi o da daha soruşturma başlamadan tükenir gibi olmuştu. İşlenen suçun iğrençliğini düşündü ve bunun darbesini yiyen insanları aklından geçirdi. Bunları daha önce de yaşamıştı, hatta çok defa ve sonucun ne kadar feci olacağını biliyordu. Ne kadar da zordu.
Aynı zamanda hızla gangsterleşen toplumu düşündü. En son kertede böyle bir toplumun oluşmasında o dahil herkesin payı vardı. Daha geçen yıl polis teşkilatındaki teknolojik gelişmeyi düşündü; buna rağmen, işlenen suçlar hep bir adım öndeydi. Yeni soruşturma metotlarını, bilgisayarları, bunlar sayesinde suçluların belki de birkaç saat içinde yakalanabileceğini düşünürken bu muhteşem teknolojik imkânların az önce yanından ayrıldığı kadına ne kadar az teselli verebileceğini getirdi aklına. Ya da kendisini ne kadar teselli edebilirdi ki? Taşlarla kırmızı çitin arasındaki çalılıklarda yatan küçük bedenin etrafına toplanmış, ciddi suratlı adamlara ne diyebilirdi bu teknoloji?
Kollberg cesedi sadece birkaç saniye uzaktan görmüştü, mümkünse bir daha da görmek istemiyordu. Bunun imkânsız olduğunun farkındaydı. Mavi etek ve çizgili tişörtlü çocuğun görüntüsü zihnine kazınmıştı ve daima orada kalacaktı, kurtulamadığı diğer imgelerin arasına katılmıştı. Bayıra yuvarlanmış tahta tabanlı sandaletleri ve henüz doğmamış olan kendi çocuğunu düşündü; bu çocuk dokuz yıl sonra nasıl görünecekti; işlenen bu suçun ayyuka çıkartacağı dehşet ve iğrenmeyi, akşam gazetelerinin manşetlerinin nasıl görüneceğini düşündü.
Kasvetli, hisarımsı su kulesinin çevresindeki bütün arazi artık kordonla çevrilmişti. Arkasındaki dik yamaç da Inge-mars Caddesi’ne inen merdivenlere kadar çevriliydi. Kollberg arabaların yanından geçti, kordonun yanında durup boş oyun bahçesine, kum havuzuna ve salıncaklara baktı.
Tüm bunların önceden olduğunu ve kesinlikle bir daha olacağını bilmek altında ezildiği bir yüktü. En son seferden bu yana bilgisayarları, daha fazla adamları ve daha fazla arabaları olmuştu. En son seferden bu yana parklardaki aydınlatmalar geliştirilmiş, çalıların çoğu ortadan kaldırılmıştı. Bir sonraki sefere elbette daha fazla arabaları, bilgisayarları ve daha az görüntü kapatan çalılar olacaktı. Kollberg bu düşünceyle alnını sildiğinde mendili sırılsıklam oldu.
Gazeteciler ve fotoğrafçılar çoktan orada bitmişti ama neyse ki sadece birkaç meraklı oranın yolunu bulmuştu. Gazeteciler ve fotoğrafçılar gayet tuhaf bir biçimde, kısmen polis sayesinde seneler içinde iyileşmişti. Olur olmaz sorular soran meraklılar eksik olmuyordu.
Su kulesinin çevresindeki alanda, bunca insana rağmen, garip bir sessizlik hakimdi. Ta uzaklardan, belki de havuzdan ya da Seveavägen’deki oyun alanından neşeli sesler ve çocuk kahkahaları duyulabiliyordu.
Kollberg kordonun yanında ayakta durdu. Hiçbir şey demedi, kimse de onunla konuşmadı.
Cinayet masasının alarma geçirildiğinden haberi vardı. Sıkı bir araştırma yürütülecekti, teknik bölümden elemanlar olay yerini inceliyordu, ağır suç ekibi çağrılmıştı, gelecek ihbarlar için bir merkez ofis kurulmuştu, özel bir arama ekibi kapı kapı dolaşacaktı, adli hekim hazırda bekliyordu, telsizli ekip arabaları tetikte olacaktı ve hiçbir kaynak esirgenmeyecekti, Kollberg’in kendi kaynakları bile.
Kollberg şu an durup derin düşüncelere dalmıştı. Mevsim yazdı. İnsanlar yüzüyordu. Turistler ellerinde haritalarla ortalıkta dolaşıyordu ve taşlarla kırmızı çitin arasındaki çalılık alanda ölü bir çocuk yatıyordu. Korkunçtu. Daha beteri de olabilirdi.
İşte bir araba daha, belki de dokuzuncu ya da onuncu, Stefan Kilisesi’nin yokuşundan homurtuyla inip durdu. Kollberg başını bile çevirmeden Gunvald Larsson’un arabadan inişini ve ona doğru gelişini gördü.
“Nasıl gidiyor?”
“Bilmem.”
“Yağmur. Bütün gece yağdı durdu. Muhtemelen…”
Gunvald Larsson duraksadı. Bir an sonra devam etti:
“Eğer ayak izi alıyorlarsa büyük ihtimal bana ait. Dün akşam buradaydım. Saat ondan hemen sonra.”
“Ya.”
“Şu gaspçı. Yaşlı bir kadına saldırmış. Buraya yirmi metre uzakta.”
“Evet, duydum.”
“Kadın meyve ve şekerleme büfesini kapatmış, evine dönüyormuş. O günün tüm kazancı çantasındaymış.”
“Ya?”
“Son kuruşuna kadar. İnsanlar delirmiş,” dedi Gunvald Larsson.
Yine durdu. Taşları, çalıları ve kırmızı çiti başıyla işaret edip, “O zaman orada yatıyormuş demek ki,” dedi.
“Tahminen.”
“Biz buraya vardığımızda yağmur başlamıştı. Dokuzuncu bölgeden sivil devriye ekibi gasptan kırk beş dakika önce buradaymış. Onlar da hiçbir şey görmemiş. O zaman da burada yatıyor olmalı.”
“Onlar gaspçıyı arıyordu,” dedi Kollberg.
“Evet. Adam buraya geldiğinde onlar Lill-Jans Korusu’ndaymış. Bu dokuzuncu oluyor.”
“Yaşlı kadın ne durumda?”
“Ambulanslık. Hemen hastaneye kaldırıldı. Şoka uğramış halde, çene kemiği çatlamış, dört dişi düşmüş, burnu kırılmış. Adama dair tek gördüğü yüzünün üstüne bağladığı kırmızı bir bandana. Buradan bir şey çıkmaz.”
Gunvald Larsson tekrar durup devam etti:
“Köpek arabasını alsaydım…”
“Ne?”
“Senin şu harika dostun Beck, geçen hafta buradayken köpek arabası göndermemi söylemişti. Belki bir köpek olsaydı…” Yine taşlara doğru başını oynattı, sanki kastettiği anlamı kelimelere döküp telaffuz edemiyordu.
Kollberg, Gunvald Larsson’dan şahsen hoşlanmazdı fakat bu kez, onunla aynı hisleri paylaşıyordu.
“Olabilir,” dedi Kollberg.
Gunvald Larsson tereddütle “Tecavüz var mı?” diye sordu.
“Olabilir.”
“O halde arada bir bağlantı olduğunu düşünmüyorum.”
“Hayır, bence de yok.”
Rönn kordonun içinden yanlarına gelince Larsson hemen sordu:
“Tecavüz var mı?”
“Evet,” dedi Rönn. “Öyle görünüyor. Çok büyük olasılıkla.”
“O zaman arada bir bağlantı yok.”
“Neyle?”
“Gaspçıyla.”
“Nasıl gidiyor?” diye sordu Kollberg.
“Kötü,” dedi Rönn. “Yağmur her şeyi silip süpürmüş. Kız iliklerine kadar ıslak.”
“Tanrım, midem bulanıyor,” dedi Larsson. “İki manyak aynı zamanlarda aynı yerde kol geziyor, biri diğerinden beter.” Topuğunun üstünde dönüp arabaya yürüdü. En son söylenirken duydukları şu oldu:
“Tanrım, ne iğrenç bir iş. Aklı olan polis olur mu zaten…”
Rönn bir süre onu izledi. Sonra Kollberg’e dönüp konuştu:
“Bir saniye gelebilir misiniz, efendim?”
Kollberg derin bir iç çekti, bacaklarını kordonun üstünden diğer tarafa attı.
* * *
Martin Beck, cumartesi öğleden sonrasına kadar Stockholm’e dönmedi. Ahlberg onu istasyonda uğurladı.
Martin Beck, Hallsberg’de tren değiştirdi, istasyondaki kitapçıdan bir akşam gazetesi aldı. Katlayıp yağmurluğunun cebine koydu ve Göteborg ekspresindeki koltuğuna yerleşene kadar da dokunmadı.
Manşetlere şöyle bir bakınca irkildi. Kâbus başlamıştı.
Martin Beck diğerlerinden sadece birkaç saat sonra bu kâbusa bulaşmış olacaktı. Sadece o kadarcık gerideydi.

9
Bazı anlar ve durumlar vardır ki insan her ne pahasına olursa olsun kaçınmak ister fakat erteleyemez. Polisler herhalde böyle durumlarla sıradan insanlara nazaran daha sık karşılaşır ve hiç şüphesiz, bazı polisler böyle durumlara, diğerlerine göre daha fazla maruz kalır.
Bu durumlardan biri de, sekiz yaşındaki kızının bir seks manyağı tarafından boğulduğunu öğrenen Karin Larsson’un, olayın üstünden yirmi dört saat bile geçmeden sorguya çekilmesiydi. İğne ve haplara rağmen hâlâ şoku atlatamamıştı ve duyguları uyuştuğundan üstünde hâlâ bir gün önce hayatında hiç tanımadığı, büyük ihtimalle bir daha da görmeyeceği iri cüsseli bir polisin kapısını çaldığı sırada giydiği aynı ev elbisesi ve terlik olan yalnız bir kadındı. Sorgunun başlamasından hemen önce böyleydi.
Cinayet masasından bir başkomiser bu sorgunun ertelenemeyeceğini, asla kaçınılamayacağını iyi bilir çünkü ellerinde bundan başka tek bir ipucu dahi yoktur. Otopsi raporu henüz hazır değildir ama bu raporun içeriği aşağı yukarı biliniyordur.
Yirmi dört saat önce, Martin Beck bir kayığın başında oturmuş, Ahlberg’le aynı sabah attıkları ağları çekiyordu. Şimdiyse Kungsholm Caddesi’ndeki soruşturma merkezinde bir odada ayakta dikiliyor, bir dirseğini dosya dolabına koymuş, oturamayacak kadar midesi kalkmış vaziyetteydi.
Bu sorgulamanın, ahlak masasında görevli dedektif komiser olan bir kadın polis tarafından yürütülmesi uygun bulunmuştu. Kadın kırk beş yaşlarındaydı, adı Sylvia Granberg’di. Bazı açılardan bu seçim aslında çok iyiydi. Kahverengi ev elbiseli kadının tam karşısında oturan kadın, az önce başlattığı kayıt cihazı kadar kayıtsız biriydi.
Kırk dakika sonra cihazı kapattığında görünüşte hiçbir değişiklik yaşamamış, bir kere bile kekelememişti. Martin Beck teybi bir süre sonra, Kollberg ve iki kişiyle daha yeniden çalıştırırken bunu tekrar fark etmişti.

GRANBERG: Sizin için çok zor olduğunun farkındayım, Bayan Carlsson, ama maalesef cevaplamanızı istediğimiz bazı sorular var.
TANIK: Evet.
G: Adınız Karin Elisabet Carlsson mu?
T: Evet.
G: Doğum tarihiniz?
T: Yedi… bin dokuz yüz otu…
G: Cevap verirken başınızı mikrofona doğru tutabilir misiniz?
T: 7 Nisan 1937.
G: Medeni durumunuz?
T: Ne… ben…
G: Yani bekar mısınız, evli misiniz, boşanmış mısınız diye soruyorum?
T: Boşanmış.
G: Ne zaman?
T: Altı yıldır. Neredeyse yedi.
G: Eski kocanızın adı ne?
T: Sigvard Erik Bertil Carlsson.
G: Nerede yaşıyor?
T: Malmö’de… Yani oraya kayıtlı… Sanırım.
G: Sanır mısınız? Bilmiyor musunuz?
MARTIN BECK: Adam denizci. Yerini henüz tespit edemedik.
G: Kızının bakımına destek olması gerekmiyor mu?
MB: Evet, tabii ki ama yıllar içinde bunu yerine getirmişe benzemiyor.
T: O… Eva’yı hiçbir zaman umursamadı.
G: Kızınızın adı Eva Carlsson muydu? Başka ön adı yoktu, değil mi?
T: Hayır.
G: 5 Şubat 1959 doğumlu?
T: Evet.
G: Cuma akşamı neler olduğunu bize mümkün olduğunca net anlatabilir misiniz?
T: Ne olduğunu… hiçbir şey olmadı. Eva… dışarı çıktı.
G: Saat kaçta?
T: Yediyi biraz geçe. Televizyon izliyordu, yemeğimizi yemiştik.
G: Saat kaçta?
T: Altıda. Hep saat altıda yerdik, yani ben eve dönünce. Bir abajur fabrikasında çalışıyorum… eve dönerken Eva’yı akşamüstü yuvasından alıyorum. Okul çıkışı oraya kendisi gidiyor… sonra dönüşte alışverişimizi yapıyoruz…
G: Akşam yemeğinde ne yemişti?
T: Köfte… biraz su alabilir miyim lütfen?
G: Elbette. Buyurun.
T: Teşekkürler. Köfte ve patates püresi. Üstüne de dondurma yedik.
G: Ne içti?
T: Süt.
G: Sonra ne yaptınız?
T: Biraz televizyon izledik… çocuk programı.
G: Saat yedide ya da yediyi birkaç dakika geçe evden dışarı mı çıktı?
T: Evet, o sırada yağmur durmuştu. Televizyonda haberler başladı. Haberleri izlemeyi pek sevmez.
G: Dışarı yalnız mı çıktı?
T: Evet. Siz… Hava henüz aydınlıktı ve okul tatili başlamıştı. Ona dışarı çıkıp sekize kadar oynayabileceğini söyledim. Sizce… benim dikkatsizliğim yüzünden mi oldu?
G: Kesinlikle hayır. Asla öyle değil. Sonra onu bir daha görmediniz?
T: Hayır… şeye kadar… hayır, ben…
G: Kimliğini belirleyene kadar? Bundan bahsetmemize gerek yok. Ne zaman endişelenmeye başladınız?
T: Bilmiyorum. Başından beri endişeleniyordum. O evde olmadığı zaman hep endişelenirim. Görüyorsunuz ya, o çok…
G: Peki ama ne zaman onu aramaya başladınız?
T: Saat sekiz buçuğu geçiyordu. Bazen geciktiği olur. Bir arkadaşıyla geç saate kadar dışarıda kalır, saatin kaç olduğunu unutur. Anlarsınız ya, çocuklar işte…
G: Evet. Anladım. Ne zaman aramaya başladınız?
T: Dokuza çeyrek kala gibi. Aynı yaşlarda iki oyun arkadaşı olduğunu biliyorum, onlara giderdi. Onlardan birinin annesini aradım ama cevap veren olmadı.
MB: Aile şehir dışındaymış. Hafta sonu için yazlık evlerine gitmişler.
T: Ben bilmiyordum. Eva’nın bildiğini de sanmıyorum.
G: Ondan sonra ne yaptınız?
T: Diğer kızın anne babasının telefonu yok. O yüzden onların evine gittim.
G: Saat kaçta?
T: Oraya gidişim saat dokuzu geçiyor olmalıydı çünkü sokak kapısı kilitliydi ve içeri girmem zaman aldı. Ayakta bekleyip birisi gelene kadar durmak zorunda kaldım. Eva saat yediyi biraz geçe oradaymış ama diğer kızın sokağa çıkmasına izin verilmemiş. Babası küçük kızların o saatte dışarıda olması için çok geç demiş. (Durdu.)
T: Yüce Tanrım, keşke ben de… Ama daha güpegündüzdü, her taraf insan kaynıyordu. Keşke ben de…
G: Kızınız oradan hemen mi ayrılmış?
T: Evet, çocuk parkına gideceğini söylemiş.
G: Hangi çocuk parkına gitmiştir sizce?
T: Sveavägen’deki Vanadis Parkı’na. Hep oraya giderdi.
G: Su kulesinin oradaki, yukarıdaki çocuk parkını kastetmiş olamaz mı?
T: Sanmam. Oraya hiç gitmezdi. Hele yalnız hiç.
G: Başka oyun arkadaşlarıyla karşılaşmış olabilir mi sizce?
T: Benim bildiklerimle değil. Hep o ikisiyle oynardı.
G: Eh, onu diğer evde de bulamayınca o zaman ne yaptınız?
T: Ben… Sveavägen’deki çocuk parkına gittim. Boştu.
G: Ya sonra?
T: Ne yapacağımı bilemedim. Eve gidip bekledim. Pencerede durup onu bekledim.
G: Polisi ne zaman aradınız?
T: Geç saatlerde. Saat onu beş ya da on geçe, bir polis arabasının parkın yanında durduğunu gördüm, sonra bir ambulans geldi. O sırada yağmur başlamıştı. Paltomu giydiğim gibi oraya koştum. Ben… orada dikilen polis memuruyla konuştum ama polis bana, yaralı bir yaşlı kadına yardım etmeye geldiklerini söyledi.
G: Ondan sonra gene eve mi döndünüz?
T: Evet. Evde ışık yandığını gördüm. Çok sevindim çünkü eve döndüğünü düşündüm. Meğer ben ışığı söndürmeyi unutmuşum.
G: Saat kaçta polisi aradınız?
T: Saat on buçukta artık daha fazla dayanamadım. Bir arkadaşımı, işyerinden tanıdığım bir kadını aradım. Hökarängen’de oturuyor. Bana hemen polisi ara dedi.
G: Elimizdeki bilgilere göre, polisi saat on bire on kala aramışsınız.
T: Evet. Ondan sonra da karakola gittim. Surbrunns’da-kine. Bana çok kibar ve iyi davrandılar. Eva’nın eşkâlini istediler… Nasıl göründüğünü ve üstündeki kıyafeti sordular. Yanımda bir fotoğrafını getirmiştim, nasıl olduğunu gördüler böylelikle. Çok kibardılar. Her şeyi yazıp not eden polis, birçok çocuğun kaybolduğunu ya da bir arkadaşlarının evinde geç saate kadar kaldıklarını ama bir iki saat sonra sapasağlam ortaya çıktıklarını anlattı. Ve…
G: Evet sonra?
T: Ve dedi ki, eğer başına bir şey gelmiş olsaydı o saate kadar öğrenmiş olurlarmış.
G: Eve tekrar saat kaçta döndünüz?
T: Saat on ikiyi geçiyordu. Yatmayıp bekledim… bütün gece. Telefon bekledim. Polisin aramasını bekledim. Telefon numaram onlarda vardı ama arayan kimse olmadı. Ben onları bir kere daha aradım. Ama telefonu açan polis, numaramı kaydettiklerini ve hemen arayacaklarını eğer… (Durdu.)
T: Ama kimse aramadı. Hiç kimse. Sabah da. Derken sivil giyimli bir polis geldi ve… ve dedi ki… şey dedi…
G: Buradan sonrasına gerek görmüyorum.
T: Ah, anladım. Hayır.
MB: Kızınız daha önce bir iki defa tacizciler tarafından rahatsız edilmişti, değil mi?
T: Evet, geçen güz. İki kere. Eva kim olduğunu bildiğini sanıyordu. Evinde telefon olmayan arkadaşı Eivor ile aynı binada oturan biri.
MB: Haga Caddesi’nde yaşayan mı?
T: Evet, polise ihbar etmiştim. Buradaydık, bu binadaydık ve Eva bir kadına hepsini anlatmıştı. Ona bakması için bir sürü resim de vermişlerdi, koca bir albüm.
G: Onun kaydı elimizde. Belgeleri dosyadan çıkardık.
MB: Biliyorum. Fakat benim sormak istediğim, bu adamın daha sonra Eva’yı taciz edip etmediği. Onu polise ihbar ettikten sonra?
T: Hayır… bildiğim kadarıyla hayır. Eva bir şey demedi… Ve bana muhakkak anlatır…
G: Evet, hepsi bu kadar Bayan Carlsson.
T: Ah. Anladım.
MB: Sorduğum için kusura bakmayın ama şimdi nereye gidiyorsunuz?
T: Bilmiyorum. Eve değil…
G: Ben sizinle aşağı geleyim, orada konuşabiliriz. Bir çözüm düşünelim.
T: Teşekkür ederim. Çok naziksiniz.

Kollberg teybi kapattı, kasvetle Martin Beck’e bakıp konuştu:
“Geçen sonbahar onu taciz eden piç…”
“Evet?”
“Rönn’ün alt katta baktığı adam. Dün öğlen saatinde hemen gidip onu getirdik.”
“Ee?”
“Şu ana dek bilgisayar teknolojisi açısından küçük bir zafer. Sadece sırıtıp ben yapmadım diyor.”
“Bu da kanıtlıyor ki…?”
“Hiçbir şey, tabii ki. Tanığı da yok. Haga Caddesi’ndeki tek odalı evinde uyuduğunu ifade ediyor. Pek hatırlayamıyorum diyor.”
“Hatırlayamamış mı?”
“Tam bir alkolik,” dedi Kollberg. “Her neyse, saat altı civarında bardan kovulana kadar Röda Berget restoranında oturup içtiğini biliyoruz. Hakkında pek hayırlı bir veri değil.”
“En son sefer ne yapmış?”
“Teşhircilik. Sıradan bir teşhirci zaten, anladığım kadarıyla. Kızla yapılan görüşmenin bandı burada. Bir başka teknolojik zafer.”
Kapı açıldı, Rönn içeri girdi.
“Eee?” diye sordu Kollberg.
“Şimdilik hiç. Biraz ayılmasını beklemek zorundayız. Adam bitik.”
“Sen de öyle,” dedi Kollberg.
Haklıydı; Rönn’ün beti benzi tamamen atmıştı, gözleri şişti ve kırmızıydı.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Martin Beck.
“Ne düşüneceğimi bilmiyorum,” diye cevap verdi Rönn. “Hastalanıyorum sanki.”
“Sonra hastalanırsın,” dedi Kollberg. “Şimdi olmaz. Hadi şu bandı dinleyelim.”
Martin Beck başıyla onayladı. Kayıt cihazının makarası tekrar dönmeye başladı. Hoş bir kadın sesi şöyle diyordu:
“5 Şubat 1959 doğumlu öğrenci Eva Carlsson’un sorgusu. Sorgu memuru, Dedektif Komiser Sonja Hansson.”
Martin Beck de Kollberg de kaşlarını çatıp ilk birkaç cümleyi kaçırdılar. İsmi ve sesi çok yakından tanıyorlardı. Sonja Hansson, iki buçuk yıl önce bir polis tuzağında yem olarak kullandıkları sırada ölümüne sebep olmaktan kıl payı kurtuldukları kızdı.
“Teşkilattan ayrılmaması bir mucize,” dedi Kollberg.
“Evet,” diye onayladı Martin Beck.
“Susun, duyamıyorum,” dedi Rönn.
O dönemde bu olaya karışmamıştı.
“…ondan sonra bu adam size yaklaştı?”
“Evet. Eivor ve ben otobüs durağında duruyorduk.”
“Ne yaptı?”
“Kötü kokuyordu, komik bir yürüyüşü vardı ve dedi ki… söylediği şey çok komikti.”
“Ne olduğunu hatırlıyor musun?”
“Evet, şey dedi, ‘Selam, kızlar, size beş kron versem bana otuz bir çeker misiniz?’”
“Senden ne istediğini anladın mı, Eva?”
“Hayır, çok komikti. Çekmek ne demek biliyorum çünkü bazen okulda yanımda oturan kız kolumu çeker. Ama bu adam neden kolunu çekiştirmemizi istedi, anlamadım? Hem oturmuyordu, yazı yazmıyordu ve neyse…”
“Ondan sonra ne yaptı? Bunu dedikten sonra?”
“Birkaç defa dedi. Sonra yürüyüp gitti ve biz de arkasından gizlice takip ettik.”
“Takip mi ettiniz?”
“Evet, gölgesi gibi. Hani televizyonda filmlerde olduğu gibi.”
“Korkmadınız mı yani?”
“Hıh, ne olabilir ki.”
“Ah, canım Eva, böyle adamlara karşı dikkatli olmalısın.”
“Hıh, o tehlikeli değildi.”
“Hangi tarafa gittiğini gördünüz mü?”
“Evet, Eivor’un oturduğu binaya girdi ve ondan iki kat yukarı çıktı ve anahtarını çıkarıp daireye girdi.”
“Ondan sonra ikiniz de evinize mi döndünüz?”
“Yok, hayır. Gizlice yaklaşıp kapıya baktık. Üstünde adı yazıyordu işte.”
“Evet, anladım. Adı neydi?”
“Eriksson, galiba. Mektup deliğinden de içeriyi dinledik. İnleme seslerini duyabiliyorduk.”
“Bundan annene hiç bahsettin mi?”
“Yok, bir şey yoktu ki. Ama çok komikti.”
“Peki annene dün olandan bahsettin mi?”
“İnekleri mi, evet.”
“Yine aynı adam mıydı?”
“Eveeet.”
“Emin misin?”
“Yani.”
“Sence bu adam kaç yaşında olabilir?”
“Ah, en az yirmi.”
“Sence ben kaç yaşındayım.”
“Ah, yaklaşık kırk. Ya da elli.”
“Sence bu adam benden yaşlı mı genç mi?”
“Ah, çok daha yaşlı. Senden çok çok daha yaşlı. Sen kaç yaşındasın?”
“Yirmi sekiz. Peki bana dün ne olduğunu anlatır mısın?”
“Şey, Eivor ve ben kapının girişinde seksek oynuyorduk, bu adam gelip orada durdu ve dedi ki, ‘Hadi benimle gelin kızlar, evde ineklerimden nasıl süt sağıyorum gösteririm size.’”
“Anladım. Ondan sonra ne yaptı?”
“Hıh, odasında inek olamazdı ki. Gerçek inek yani.”
“Siz ne dediniz, Eivor ve sen?”
“Ah, biz hiçbir şey demedik ama sonrasında Eivor utandığını söyledi çünkü saçındaki kurdele bozulmuş ve bu yüzden de böyle hiç kimsenin evine gitmezmiş.”
“Adam bunun üstüne eve mi gitti?”
“Hayır, dedi ki, ‘İyi o zaman, ben de burada süt sağarım.’ Sonra pantolonunun fermuarını açtı ve…”
“Evet?”
“Yani Eivor’un kurdelesi çözülmeseydi bizi mi öldürecekti? Ne kadar heyecanlı…”
“Hayır, öyle düşünmüyorum. Adam pantolonunu mu açtı dedin?”
“Evet ve erkeklerin çişini yaptığı şeyi çıkardı…” O net, çocuksu ses cümlenin tam ortasında kesildi çünkü Kollberg elini uzatıp teybi kapatmıştı. Martin Beck ona baktı. Başını sol eline yasladı ve parmak boğumlarıyla burnunu ovaladı.
“Bu işin komik tarafı…” diye başladı Rönn.
“Sen ne geveliyorsun,” diye çıkıştı Kollberg.
“Eh, şimdi itiraf ediyor. Önceki sefer, yapmadım diye yeminler ediyordu, kızlar da kimliğini tespit edemedi, o yüzden bir yere varamadık. Ama şimdi itiraf ediyor. İki seferde de sarhoştum, yoksa yapmazdım diyor.”
“Ah, demek şimdi itiraf ediyor,” dedi Kollberg.
“Evet.”
Martin Beck soru sorarcasına Kollberg’e bakış attı. Ardından Rönn’e dönüp, “Dün gece doğru dürüst uyuyamadın, değil mi?” dedi.
“Hayır.”
“O zaman eve gidip uyu.”
“Bu adamı salalım mı?”
“Hayır,” dedi Kollberg. “Salmak yok.”

10
Sahiden de adamın adı Eriksson’du. Depocuydu ve alkolik olduğunu anlamak için uzman olmak gerekmiyordu. Altmış yaşındaydı, uzun boylu, kel ve sıskaydı. Vücudu seğiriyor, titriyordu.
Kollberg ve Martin Beck onu iki saat boyunca sorguya çekti, o iki saat de hepsi açısından perişan geçmişti.
Adam bazı iğrenç ayrıntıları tekrar tekrar itiraf etti. Aralarda burnunu çekti, hıçkırarak ağladı, cuma akşamüstü restorandan doğruca evine gittiğine dair yeminler etti. Her koşulda başka bir şey hatırlamıyordu zaten.
İki saat sonra, Temmuz 1964’te iki yüz kron ve on sekiz yaşındayken bir bisiklet çaldığını itiraf etti. Ondan sonra burun çekmek harici bir şey yapmadı. Tam bir ezikti, arkadaşlarından dışlanmıştı, tamamen yalnızdı.
Kollberg ve Martin Beck içleri sıkılarak onu inceledi, sonra tekrar nezarethanedeki hücresine gönderdiler.
Aynı zamanda aynı masadan başka adamlar ve beşinci bölge ekipleri, Haga Caddesi’ndeki dairede, adamın evde olduğunu doğrulayabilecek birilerini aradı. Bunda başarılı olamadılar.
* * *
O gün öğleden sonra saat dörtte ellerine geçen otopsi raporu hâlâ tam bir bilgi vermekten uzaktı. Boğulmadan bahsediyordu, boyunda parmak izleri bulunmuştu ve cinsel saldırıdan bahsediyordu. Bariz tecavüz olduğu kesinleşmemişti.
Bunun haricinde raporda olumsuz bir bilgi yer almıyordu. Kızın direndiğine dair bir işaret yoktu. Tırnaklarının içinde deri kalıntısı, kollarında ya da ellerinde morluk ve çürük yoktu, sadece karnının alt kısmında bir yumruk darbesinden olmuş gibi bir iz bulunmuştu.
Teknik inceleme ekipleri kıyafetleri hakkındaki raporda sıradışı bir şey belirtmemişti. Ancak kızın külotu kayıptı. Hiçbir yerde yoktu. Beyaz pamuklu, altı beden ve bilindik bir markaydı.
Akşam, adamlar kapı kapı gezip beş yüz tane fotokopi bir anket dağıttı. Yalnızca bir cevap ilgilerini çekebilecek nitelikteydi. Sveavägen 103 numaradaki apartmanda oturan ve bir işadamının kızı olan on sekiz yaşındaki Majken Jansson, saat sekizle dokuz arasında Vanadis Parkı’nda erkek arkadaşıyla birlikte yaklaşık yirmi dakika zaman geçirdiklerini belirtmişti. Tam saatini kestiremiyordu. Hiçbir şey görmemiş ve duymamışlardı.
Vanadis Parkı’nda ne yaptıkları sorulduğunda kız, bir aile yemeğinde olduklarını ve biraz hava almaya çıktıklarını açıkladı.
“Biraz hava ha,” dedi Melander düşünceli bir halde.
“Bacak arasından, şüphesiz,” dedi Gunvald Larsson.
Larsson donanmada bulunmuştu ve hâlâ ordu yedek hizmetteydi. Arada bir böyle gemici esprileri patlatırdı.
* * *
Saatler geçmek bilmiyordu. Soruşturma devam ediyordu. Martin Beck, Bagarmossen’deki evine döndüğünde pazar gününü pazartesiye bağlayan gece saat birdi. Herkes uyuyordu. Dolaptan bir kutu bira çıkarıp kendine peynirli sandviç yaptı. Sonra birayı içti ve sandviçi çöpe attı.
Yatağa yattıktan sonra, bir süre Eriksson adındaki alkolik depocuyu düşündü, üç yıl önce bir iş arkadaşının ceketinin cebinden iki yüz kron çalmıştı.
* * *
Kollberg uyuyamamıştı. Karanlıkta uzanıp gözlerini tavana dikti. O da ismi ahlak masasının kayıtlarında yazan Eriksson adındaki adamı düşünüyordu. Aynı zamanda Vanadis Parkı’ndaki cinayeti işleyen adam kayıtlarında bulunmuyorsa, o zaman teknolojinin kendisi, Boston katilinin peşindeki Amerikan polisinin işine ne kadar yaradıysa o kadar işlerine yarardı. Yani hiç yaramazdı. Boston katili iki yıl içinde arkasında hiç delil bırakmadan on üç kişiyi öldürmüştü, hepsi yalnız kadınlardı.
Arada sırada karısına baktı Kollberg. Kadın uyuyordu ama karnındaki bebek her tekme attığında seğiriyordu.

11
Pazartesi günü öğleden sonraydı, Vanadis Parkı’nda ölü bir kızın bulunmasının üstünden elli dört saat geçmişti.
Polis basın, radyo ve televizyon aracılığıyla halktan yardım isteyince üç yüzden fazla ihbar gelmişti. Her bir bilgi kırıntısı kayda alınıyor, sırf bu işte çalışan bir ekip tarafından inceleniyor, sonunda eldeki veriler ayrıntılı olarak analiz ediliyordu.
Ahlak polisi tüm kayıtlarını tarıyor, adli tıp laboratuvarı olay mahallinden gelen en ufak ipuçlarıyla bile ilgileniyor, bilgisayarlar tüm hızla çalışıyor, polis tüm mahalleyi dolaşıp kapıları çalıyor, şüphelileri ve muhtemel tanıkları sorguya çekiyordu ama yine de, tüm bu koşuşturma onları hiçbir yere götürmemişti. Katil hâlâ meçhuldü ve serbestti.
Martin Beck’in masasında evrak yığını büyüdükçe büyüyordu. Sabahın erken saatlerinden bu yana ona ulaşan ve ardı arkası kesilmeyen raporlar ve alınan ifadeler üstünde çalışıyordu. Telefon hiç susmuyordu ama Martin Beck biraz nefes alabilmek için önümüzdeki bir saat civarı gelen aramalara Kollberg’den yanıt vermesini rica etti. Gunvald Larsson ve Melander bu aramalardan muaftı; kapalı kapılar ardında oturmuş, ellerindeki belgeleri elekten geçiriyordu.
Martin Beck dün gece yalnızca birkaç saat uyumuştu, basın toplantısı düzenleyebilmek için öğle yemeğini atlamıştı ki yapılan bu toplantı gazetecileri çok az etkilemişti.
Esnedi, saate baktı, üçü çeyrek geçtiğini görünce hayret etti. Melander’in departmanına ait olan bir tomar belgeyi toparlayıp kapıyı çaldı ve Melander ile Larsson’un yanına girdi.
Melander kafasını kaldırmadı. Artık o kadar uzun zamandır birlikte çalışıyorlardı ki Martin Beck’in kapı tıklatışını tanıyordu. Gunvald Larsson, Martin Beck’in elindeki kâğıt yığınına ters ters bakıp şöyle dedi:
“Yüce Tanrım, daha da mı getirdin? Zaten gırtlağımıza kadar işe battık.”
Martin Beck omuz silkip kâğıtları Melander’in dirseğinin yanına koydu.
“Kahve söyleyecektim,” dedi. “İster misiniz?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/may-shevall/balkondaki-adam-69401632/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Balkondaki Adam Пер Валё и Май Шёвалль
Balkondaki Adam

Пер Валё и Май Шёвалль

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Ayrıksı Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "Stockholm’de sapık bir katil küçük kızların peşindedir. Tüm şehir diken üstündedir. Katili yakalamak için tüm şehir ve polis seferber olmuştur. Artık bir başkomiser olan Martin Beck’in elinde ise sadece iki tanık vardır.

  • Добавить отзыв