Gülen Polis

Gülen Polis
Per Wahlöö
Maj Sjöwall
Martin Beck #4
"Soğuk ve yağmurlu bir Stockholm gecesinde bir otobüste dokuz yolcu katledilir. Hayatını kaybeden bu yolculardan biri de polistir. Cinayet masasından olan bu polisin otobüste bulunması tesadüf müdür? Martin Beck aksini düşünüyordur.

“Gülen Polis'i defalarca okudum. Her seferinde son sayfaya geldiğimde bir kez daha baştan başlamak istiyorum.”
Jonathan Franzen

“Kurgu polis karakterleri arasında sorgu tekniklerini Martin Beck kadar bilen/uygulayabilen bir polis henüz yaratılmamıştır.”
Çağatay Yaşmut

“Sadece irdelediği toplumsal meselelerle değil, karakterleriyle de yıllardır güncelliğini koruyan ve pek çok yazara ilham veren Martin Beck serisi mutlaka okunmalı…”
Özlem Özdemir (221B Dergisi Yayın Yönetmeni)"

Maj Sjöwall, Per Wahlöö
Gülen Polis

ÖNSÖZ

55 YIL SONRA MARTIN BECK SERİSİ NE ANLATIYOR?
“Cesedi temmuzun sekizinde, öğleden sonra saat üçü biraz geçe buldular. Kötü durumda değildi ve suyun içinde fazla kalmış olamazdı.”

Tüm dünyadaki okurları Martin Beck’le tanıştıran ilk cümleler böyle. Bahsi geçen temmuz, 1965 yılının Temmuz’u. Ve bu tarihte Stockholm Cinayet Masası’nda görevli olan Martin Beck, yirmi sekiz yaşında yani 1951’de komiser olmuş, sekiz yıldır cinayet masasında görev yapan, evli ve iki çocuğu olan bir adam. Komiser olduğu yıl evlendiği karısı Inga’nın cimriliğe varan tutumluluğundan, sürekli aynı şeylerden şikâyet etmesinden mutsuz ama bu durumu değiştirmek için bir şey de yapmıyor. İki çocuğunun düzeni değişmesin diye boşanmayı düşünmeyen Martin Beck’in -yıllar içinde- eve gitmemek için daha çok çalıştığını, başka bir şehirde/ülkede çok da önemli olmayan bir dava için görüşüne başvurulunca ikiletmediğini ya da evliliğinin 17. yılında “karısını rahatsız etmemek için” bir kanepe aldığını ve orada tek başına daha huzurlu uyuduğunu görürüz. Bir yandan da Martin’in evliliğine ve kendi isteklerine çok kafa yormadığını söylemek mümkün. Belki biraz daha kendine zaman ayıran biri olsaydı gerçekten ne yapmak istediğine karar verebilirdi. Ancak Martin Beck, tam bir görev adamı. Bir dosyayı kapatmadan uyuyamayanlardan, sezgilerini dinleyip bazen işi uzatacak bile olsa her şeyi araştırmak isteyen, titiz polislerden… Çoğunlukla yemek yemeyi unutan, bazen midesini bulandıracak kadar çok kahve içen; “sigarayı bırakmalısın” diyen eşine, evet bırakmalıyım demesine rağmen her gün daha fazla sigara içen, çok az uyuyan, bazen dinlenmeyi unutan bir adam… En rahat uykularını evinde değil, genelde iş-ev arasındaki uzun tren yolculuklarında çeken…
Martin Beck, şehirdeki en iyi sorgu uzmanlarından biri. Bunu okuyunca aklınıza karşısındakini konuşturmak için şiddet dahil her yolu deneyen bir polis gelmesin. Beck, karşısındakini iyice tarttıktan sonra sakince ve genelde nezaketini elden bırakmadan sorularını soruyor, hızlı düşünmek zorunda hissetmeden, zaman vererek ama çoğu zaman bağlantısız olduğu düşünülen tüm detayların peşine düşerek. Herhalde hiçbir polisiye romanda bu kadar sakin ve iyi bir sorgu uzmanı yazılamazdı.
LARSSON, KOLLBERG VE MELANDER
Martin Beck’i daha iyi tanımak için onun çalışma arkadaşlarını ve onlarla iletişimini de takip etmek gerek. Çoğu zaman tembel ve rahatsız edici bulduğu Gunvald Larrson, sevdiği adamlardan biri değil. Ama konu, Kollberg ve Melander’e gelince işler değişiyor. Uzun zamandır birlikte çalıştıkları ve birbirlerine hep dürüst davrandıkları için artık Martin ve Kollberg, ilişkilerinde konuşmadan da anlaşabilme seviyesine yükselmişler. Bir bakışlarından, bir duruşlarından birbirlerinin ne düşündüğünü çıkartıyorlar. En az Martin kadar titiz, işinde başarılı ve gözlemci bir adam olan Kollberg’in, Martin’e göre iyi yanıysa biraz daha enerjik ve konuşkan olması. Tüm seride keyifle okunan sorgu sahneleriyle yarışacak bir şey varsa o da Martin ve Koll-berg’in diyaloglarının aktığı sayfalardır herhâlde…
Günde on saat uyumadığında mutsuz olan, uyumadığında ve çalışmadığında genelde tuvalette olduğu düşünülen Melander’i unutmayalım. Yanlış bilgi içermeyen bir google hayal edin, işte Melander, bunun 60’lı yıllardaki tam karşılığı denilebilir. Müthiş hafızası ve dikkatiyle neredeyse hiçbir şeyi unutmuyor. Yıllar önceki bir dosyada geçen bir ismi bile… Ve müdür Hammar, siyasileri sevmeyen, polislik işine odaklanmış, çoğu zaman ekibiyle birlikte kafa yoran, sakin bir adam.
55 YIL ÖNCE SERİ NASIL BAŞLADI?
1926 doğumlu Per Wahlöö ve 1935 doğumlu Maj Sjöwall, 1961’de aynı yayın şirketine bağlı bir dergide çalışırken tanışırlar. Tanıştıklarında Wahlöö, Komünist Parti üyesi, saygın bir gazetecidir. Sjöwall ise editör ve sanat yönetmeni. Âşık olduktan bir yıl sonra birlikte yaşamaya başlarlar. İkisi de polisiye okumayı sever. Georges Simenon ve Dashiell Hammett sevdikleri yazarlardır. Birlikte polisiye bir seri yazmak üzerine konuşmaya başlarlar. “Toplumu sol bakış açımızdan tanımlamak istiyorduk. Per daha önce de politik kitaplar yazmıştı fakat bunlar en fazla 300 adet satmıştı. İnsanların polisiye okumayı sevdiğini, İsveç’in refah devleti imajının altında yatan yoksulluk, suça eğilim ve vahşet kavramlarını polisiye romanlar yoluyla aktarabileceğimizi, insanları bunlar üzerine düşündürebileceğimizi fark ettik. İsveç’in, zenginlerin daha da zengileşirken yoksulların daha da yoksullaştığı, soğuk ve insanlık dışı bir kapitalizme doğru gittiğini göstermek istedik,” diyor Sjöwall bir röportajında.
2009 yılında The Guardian gazetesinden Louise France, Sjöwall ile buluşuyor ve Martin Beck serisinin nasıl ortaya çıktığından, eşiyle çalışma yöntemlerine kadar pek çok konuyu ayrıntılı bir biçimde konuşuyor. France şöyle aktarıyor:
“Yayıncılık tarihinde -yazmakla ilgili- en dikkat çekici iş birliklerinden biri. Bir erkek ve bir kadın, bir çift, her akşam yazmak için aynı masaya oturuyor. Yemeği hallettikten ve çocuklarını uyuttuktan sonra… Kadın daha önce hiç kitap yazmamış, adamın yayımlanmış kitapları var ama ikisi de ilk kez bu şekilde çalışıyor… Gerekirse tüm gece uzun uzun yazıyorlar. İkisi de farklı bölümler yazıyor, ertesi akşam bölümleri değiştirerek yazmaya devam ediyorlar. Birinin başladığı bölümü, diğeri bitiriyor. Bölümler ilerledikçe birbirlerinin editörü de oluyorlar. Tartışmıyorlar, en azından kelimeler ve cümleler hakkında. Sanki birbirlerini doğallıkla ve rahatlıkla tamamlıyorlarmış gibi büyük bir uyumla yazmaya devam ediyorlar…”
Yazan ve yazarlarla çalışan bir editör olarak söylemeden geçemeyeceğim, bu gerçekten inanılmaz! On yılda on kitaplık bir seri, her yılda bir kitabı tamamlama hedefiyle, tüm işlerinden ve çocuklarından arta kalan zamanda, yani akşamları, bazen sabaha kadar sadece yazmak… Martin Beck serisindeki on romanda toplam üç yüz bölüm var. Bu üç yüz bölümü dönüşümlü olarak yazmak, birbirinin editörü olmak… Muazzam bir uyum ve inanılmaz zor bir çalışma biçimi. Gerçekten France’ın belirttiği gibi yayıncılık tarihindeki en unutulmaz, en dikkat çekici yazma iş birliklerinden biri.
Sjöwall, serinin biçimi ve dili üzerine çok çalıştıklarını söylüyor. Daha serinin ilk romanını kurgularken hedefleri, eğitimli ya da eğitimsiz, tüm İsveçlilerin anlayabileceği bir biçimde ama olabildiğince akıcı ve eleştirel bir seri yazmak olmuş. Elli beş yıl boyunca serinin tüm kitaplarının ne kadar çok okunduğunu görünce hedeflediklerinin fazlasına ulaştıklarını söylemek mümkün. Sadece İsveç’te değil, pek çok ülkede çoğu genç, anne-babasının kütüphanesinden kitapları alıyor ve okumayı Martin Beck serisiyle sevdiğini söylüyor. “Bu, Sjöwall için satış rakamlarından çok daha önemli, belki de Marksist kökenleri gereği,” diyor France.
Serinin altıncı kitabını yazarlarken Per Wahlöö ağır bir hastalık geçirmeye başlıyor; tahliller, teşhisler… Dört yıl boyunca farklı tedavi yöntemleri deneniyor, Wahlöö bir gün kendisini tedavi eden profesörün odasına gizlice girip notları okuyor ve öleceğini öğreniyor. Hemen Malaga’da bir ev tutuyorlar ve oraya gidiyorlar. Per Wahlöö, serinin son kitabı Teröristler’i çoğunlukla kendi yazıyor, Sjöwall ise hızla editliyor. Tüm ağrılarla, bazen ölecekmiş gibi görünmesine rağmen yazmaya devam ediyor. 1975 yılının Mart ayında İspanya’dan İsveç’e dönen çift, son romanı hemen yayınevine teslim ediyor. Aynı yılın haziran ayında ise Per Wahlöö, Martin Beck serisinin sayısız kez film ve diziye uyarlandığını, onlarca dilde yayımlandığını göremeden hayata veda ediyor.
BİR KANAL GEZİSİNDEN “KAFKA” İSİMLİ BİR DEDEKTİFE
Yazarlar, bir polisiye roman serisi yazmaya karar verdiklerinde henüz ilk romanda neyi anlatacaklarını bilmiyorlardı. Stockholm’den Göteborg’a giden bir teknedeydiler. Tek başına ayakta duran, çok güzel bir ABD’li kadın da tekneydi. Sjöwall, Per’ü ona bakarken gördü ve “neden bu kadını öldürerek başlamıyoruz ilk romana” dedi.
İşte dilimizde Kanaldaki Kadın adıyla yayımlanan, Martin Beck serisinin ilk romanının çıkış öyküsü bu. 1965’in Temmuz ayında kanalda bir kadın cesedi bulunur. Kimliği zorluklarla tespit edilen bu kadın, ABD’den gelen bir turisttir: Roseanna McGraw. Martin Beck, kadının yaşadığı yeri, mesleğini ve diğer kişisel ayrıntıları, ABD’deki meslektaşı Kafka ile telefonlaşıp, mektuplaşarak öğrenir. Kadın, kütüphanede çalışan, tek başına yaşayan, bağımsızlığına düşkün, çok okuyan biridir.
Tabii soruşturma günümüz koşullarında gerçekleşmiyor, internet yok, cep telefonu yok, DNA analiziyle ipuçlarını karşılaştırmak mümkün değil. 1965’te gizemli bir cinayeti çözmek için daha fazla uğraşmak ve daha sabırlı olmak gerekiyor. Soruşturma aylarca sürerken Martin Beck ve ekibinin yüzlerce gezi fotoğrafını incelemesi, maktulle birlikte seyahat eden farklı ülkelere dönmüş onlarca insana ulaşmaya çalışması ve tüm bu titiz çalışmalardan sonra katili bulması…
Hiçbir şey günümüz polisiye romanlarındaki gibi hızlı değil, biraz da bu yüzden daha etkileyici denilebilir mi?
1966’DA BUDAPEŞTE SOKAKLARINDA
Serinin ikinci kitabında yazarlar bizi bu kez Budapeşte’ye götürüyor, yıl 1966. Sovyetler Birliği ayakta, Doğu Berlin, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Yugoslavya…
Otuz iki yaşındaki İsveçli gazeteci Alf Matsson, pek de nitelikli olmayan haftalık bir gazetede Doğu Avrupa muhabiri/yazarı olarak çalışır. Sıklıkla Doğu Bloku ülkelerine seyahat eder, oradaki spor ve sanat insanlarıyla röportajlar yapar. Matsson, yine bir haber yapmak üzere Budapeşte’ye gider, ancak ondan bir daha haber alınamaz. Bir haftadır haber alınamayan bu gazeteciyle ilgili diplomatik kriz çıkmaması için Dışişleri Bakanlığı Martin Beck’i görevlendirir. Martin Beck, Stockholm’den önce Doğu Berlin’e uçar, oradan Prag’a ve nihayet Budapeşte’ye… Kayıp gazetecinin kaldığı otele yerleşir ve araştırmalara başlar. 1966’ının yazında Budapeşte sokaklarına, leziz yemeklerine, şehre gelen turistlerin yapıp ettiklerine şahit olabildiğiniz nefis bir polisiye bu.
Budapeşte Emniyeti’nden Komiser Szluka ile Martin Beck’in gerilimli başlayan ilişkisi, sayfalar ilerledikçe daha ilginç bir hâl alır. Herhâlde çok az polisiyede sayfalar boyunca dedektifin sıcaktan bunalmasını, duşa girip çıkmasını, üstünü değiştirmesini ve günde üç öğün yediği yemeklerin detaylarını, o şehirde bulunma nedenlerine dair kendini ikna edemeyişini, hiçbir şey yapmadan sokaklarda dolanmasını hiç sıkılmadan okursunuz. Bunun tadına varabileceğiniz ve Martin Beck’le o eski dünyanın sokaklarında gezebileceğiniz bir roman Duman Olan Adam. Nihayetinde tüm bu iç sıkıntısı ve yazın sıcağı da Martin Beck’i durdurmuyor tabii, kayıp gazeteciye ne olduğu gün yüzüne çıkartılıyor.
STOCKHOLM’DE AZILI BİR ÇOCUK KATİLİ
1967’de yayımlanan serinin üçüncü kitabı, Balkondaki Adam. Bu yıl, Stockholm’deki parklara bir gaspçı dadanır. Özellikle orta yaşlı insanlara bazen gündüz saatlerinde bazen de akşam parklarda saldırır, paralarını, çantalarını alıp ortadan kaybolur. Sivil polisler tüm parklarda dolanıp durur ama uzun bir süre gaspçıyı yakalayamazlar. Derken bu parklardan birinde dokuz yaşındaki bir kız çocuğunun cesedi bulunur, tecavüz edildikten sonra öldürülmüş. Sonra bir çocuk cesedi daha… Tüm şehir, hatta tüm ülke sapık katilin yakalanacağı günü bekler büyük bir korkuyla. Ama Martin Beck ve ekibi için bu o kadar da kolay değildir; tanık yok, ipucu yok, bilgi yok… Polisler, bu korkunç suçun failini bir an önce bulabilmek için neredeyse tüm şehirde operasyon üzerine operasyon düzenlemeye başlar. Elbette romanın sonunda fail de nedenleri de ortaya çıkıyor. Balkondaki Adam, seride sisteme dair eleştirilerin biraz daha sertleştiği ilk roman denilebilir. Aslında bu eleştiriler serinin sonraki kitaplarında daha da artıyor.
Fakat bu büyük arama yapılmak zorundaydı ve yapıldı da. Saat on bir sularında polis operasyonu başladı ve bu operasyonun haberi sokakta ve uyuşturucu mağaralarında serseri bir yangın gibi yayıldı. Sonuç heves kırıcıydı. Hırsızlar, kaçakçılar, pezevenkler, fahişeler, hepsi deliğine girdi, hatta keşler bile. Saatler geçti ve operasyon hiç güç kaybetmeden devam etti. Bir hırsızı iş üstünde yakaladılar ve oldukça rahat dolanan bir kaçakçıyı enselediler. Polisin gerçekte başardığı tek şey çamuru bulandırmak oldu. Evsizleri, alkolikleri, uyuşturucu bağımlılarını, tüm ümidini yitirmiş olanları, sosyal devletin eli taşı kaldırdığında kaçacak gücü olmayanları uyandırmıştı. Bir tavan arasında on dört yaşında bir öğrenci kız çıplak bulundu. Kız elli tane Preludin hapı almış ve en az yirmi kere tecavüze uğramıştı. Fakat polis geldiğinde tek başınaydı. Kan revan ve pislik içindeydi ve vücudu morluklarla doluydu. Hâlâ konuşabiliyordu ve olan biteni yamuk yumuk anlattı, umursamadığını söyledi. Adamlar kızın giysilerini bile bulamadılar, bu yüzden onu eski bir battaniyeye sarmak zorunda kaldılar. Kızın söylediği adrese arabayla götürdüler. Kapıyı açan, annesi olduklarını tahmin ettikleri kişi kızın üç gündür kayıp olduğunu söyleyip onu eve almak istemedi. Kız merdivenlere yığılınca adamlar ambulans çağırdı. Buna benzer birçok vaka gün ışığına çıktı.[1 - Balkondaki Adam, Per Wahlöö ve Maj Sjöwall, çev. Bige Turan Zourbakis, Ayrıksı Kitap.]
1968, ABD KARŞITI PROTESTOLAR VE ÖLDÜRÜLEN BİR POLİS
Serinin dördüncü romanı Gülen Polis şöyle açılır:
…Strandvägen’deki Amerikan Konsolosluğu ve ona çıkan yan sokaklar boyunca 412 polis memuru, bu sayının iki katı kadar göstericiyle mücadele ediyordu. Polisin göz yaşartıcı bombaları, tabancaları, kamçıları, copları, arabaları, motosikletleri, telsizleri, megafonları, köpekleri ve histerik atları da beraberindeydi. Göstericilerse ellerinde bir mektup ve karton dövizler taşıyordu ki kartonları, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında hamura dönmeye yüz tutmuştu. Homojen bir grup denemezdi çünkü kalabalığın içinde her türden insan bulunabilirdi; kot pantolonlu ve ekose kabanlı on üç yaşındaki öğrenci kızlardan tutun da ciddi suratlı siyasi üniversite öğrencilerine, ortalığı karıştırıp kışkırtanlardan profesyonel baş belalarına ve mavi ipek şemsiyeli, başında ressam şapkası, seksen beş yaşındaki en az bir sanatçıya kadar herkes oradaydı. Güçlü bir ortak amaç etrafında toplanmış, yağmura ve karşılarına çıkan her şeye göğüs germeye hazırdılar…
Yıl, 1968. Vietnam Savaşı’na karşı ABD Konsolosluğu önünde eylem yapan insanlar ve onlara sert bir biçimde müdahale eden polis. Yazarların dediği gibi “…bir doktor tanıdığı olan ya da paçayı sıyırmayı iyi bilen her polis memuru, bu tatsız görevden kaçınmayı başarmıştı.” Martin Beck ve Kollberg, bunlar olurken evde satranç oynayıp sohbet eder. Aynı akşam yol kenarında bir otobüs bulunur, içindeki insanlar katledilmiştir. Öldürülenlerden biri de cinayet büroda görev yapan bir dedektiftir. Gülen Polis, yazarların üsluplarını da değindikleri konuları da sertleştirdikleri roman olarak kabul edilir. Bu romanla ikili, Edgar Ödülü dahil pek çok ödülü almaya başlar.
Ayrıksı Kitap tarafından büyük bir titizlikle dilimizde yayımlanan ilk dört kitap kısaca böyle. Serinin diğer kitapları da yine Ayrıksı Kitap tarafından sırayla yayımlanacak. Kayıp İtfaiye Arabası, Savoy Cinayeti, Pis Adam, Kilitli Oda, Polis Katili ve Teröristler…
İsveç polisiyesinin temeli sayılan Martin Beck serisi, tüm Nordik polisiye kültürünü etkiledi dersek abartmış olmayız. Milenyum serisi ile tüm dünyada çok okunan yazar Stieg Larrson, topluma ve suça yaklaştığı yer nedeniyle bu seriden çok etkilendiğini belirtir örneğin. Ya da günümüz çok okunan yazarlarından Jo Nesbo, seriyi “İskandinav polisiyesinin mihenk taşları” olarak tanımlar. Çoğu okur gibi benim için de vazgeçilmez bir karakter olan Wallander serisinin yaratıcısı, usta yazar Henning Mankell kendisini en çok etkileyen serinin Martin Beck serisi olduğunu söyler, bu cümleyi Rebus serisinin yazarı Ian Rankin’den de duyabilirsiniz. Pek çok farklı ülkenin, farklı coğrafyanın dolayısıyla farklı kültürlerin yazarları, kendi yapıtlarını yazarken bu seriden etkilenmiştir.
2020’DE MARTIN BECK SERİSİ NEDEN ÖNEMLİ?
Elli beş yıl sonra İsveç’in uzağında bir ülkedeyiz… Dilimizde Martin Beck serisi yıllar sonra tekrar yayımlanmaya başladığı için büyük bir heyecanla 2020’nin ilk sayısında dergimizin kapak dosyasını Martin Beck’e ayırdık. Peki neden? 221B okurlarının; DNA analizlerinin, cep telefonlarının, bilgisayarların, internetin, güvenlik kameralarının olmadığı yıllarda geçen cinayetleri ve bu cinayetleri soruşturan dedektifleri okumasını neden bu kadar tutkuyla isteyelim ki? Artık o yöntemler eskidi, artık polisiyede her şeyin büyük bir hızla, yüksek ritmle anlatılması ön koşul sayılıyor, öyle ki karakterlerin ve suçun nedenlerinin bile bir önemi kalmadı çoğu yazar ve okur için. Daha hızlı polisiye, daha zekice kurgulanmış suçlar, daha makbul sayılmıyor mu bugün?
Pek çoğumuzun aklından geçenlere Balkondaki Adam romanında öldürülen küçük kızın annesinin yanından çıkan Kollberg’in düşündükleriyle yanıt vermek gerekir:
…Aynı zamanda hızla gangsterleşen toplumu düşündü. En son kertede böyle bir toplumun oluşmasında o dahil herkesin payı vardı. Daha geçen yıl polis teşkilatındaki teknolojik gelişmeyi düşündü; buna rağmen, işlenen suçlar hep bir adım öndeydi. Yeni soruşturma metotlarını, bilgisayarları, bunlar sayesinde suçluların belki de birkaç saat içinde yakalanabileceğini düşünürken bu muhteşem teknolojik imkânların az önce yanından ayrıldığı kadına ne kadar az teselli verebileceğini getirdi aklına. Ya da kendisini ne kadar teselli edebilirdi ki? Taşlarla kırmızı çitin arasındaki çalılıklarda yatan küçük bedenin etrafına toplanmış, ciddi suratlı adamlara ne diyebilirdi bu teknoloji?[2 - Balkondaki Adam, Per Wahlöö ve Maj Sjöwall, çev. Bige Turan Zourbakis, Ayrıksı Kitap.]
Evet, bilimsel ve teknolojik ilerlemeler nedeniyle artık bir cinayet zanlısının fotoğrafını bulmak için Martin Beck ve ekibi gibi haftalarca beklememize gerek yok. Artık attığımız bir mesaja anında cevap verilmemesine bile tahammülümüzün olmadığı bir hızda yaşıyoruz. Ama insanlar arasındaki eşitsizliğin, yoksulluğun, kadın cinayetlerinin, çocuk istismarının, çocuk cinayetlerinin, göçmen karşıtlığının, iş cinayetlerinin elli beş yıl önceye göre daha da arttığı, daha normalleştirildiği yıllarda ve nesnellikteyiz. Gündelik hayatlarımızda şiddet, suç oldukça yakınımızda ama bu suçların gerçek nedenleri ve çözümleri üzerine çok azımız düşünüyoruz. Wahlöö ve Sjöwall elli beş yıl önce, imajı “refah toplumu” olan İsveç’te, insanlara toplumdaki eşitsizliği, suçun toplumsal nedenlerini anlatmak, bunların konuşulmasını sağlamak için yola çıktı. Herkesin rahatça okuyabileceği bir biçim üzerine çalıştılar. Büyük bir disiplinle ve sorumlulukla yazdılar. Kısaca Wahlöö ve Sjöwall, ne için yazdılarsa, şu anda aynı nedenlerle daha fazla okunmayı hak ediyorlar. Dilimizde ve her dilde… Daha fazla ve birer polisiye romandan fazlası olduklarını bilerek okunmalılar.

    Özlem Özdemir, 221B Dergisi Yayın Yönetmeni

1
13 Kasım akşamı, Stockholm’de sağanak yağıyordu. Martin Beck ve Kollberg, Kollberg’in Skärmarbrink metro istasyonuna yakın, güney banliyölerindeki dairesinde satranç başında oturuyordu. Son birkaç gündür özel bir olay yaşanmadığından ikisi de mesaide değildi.
Martin Beck satrançta kötüydü ama yine de oynardı. Kollberg’in iki aylık bir kızı vardı. Bu bahsettiğimiz akşamda Kollberg bebeğine bakmak zorunda kalmıştı, öte yandan Martin Beck kesinlikle lazım olmadığı sürece eve gitmeye hiç mi hiç meraklı değildi. Hava berbattı. Sicim gibi inen yağmur perde perde çatılardan akıyor, camları dövüyor ve sokaklarda in cin top oynuyordu; görülen tek tük insanların da belli ki böylesi bir gecede dışarıda olmak için acil işleri vardı.
Strandvägen’deki Amerikan konsolosluğu ve ona çıkan yan sokaklar boyunca 412 polis memuru, bu sayının iki katı kadar göstericiyle mücadele ediyordu. Polisin göz yaşartıcı bombaları, tabancaları, kamçıları, copları, arabaları, motosikletleri, telsizleri, megafonları, köpekleri ve histerik atları da beraberindeydi. Göstericilerse ellerinde bir mektup ve karton dövizler taşıyordu ki kartonları, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında hamura dönmeye yüz tutmuştu. Homojen bir grup denemezdi çünkü kalabalığın içinde her türden insan bulunabilirdi; kot pantolonlu ve ekose kabanlı on üç yaşındaki öğrenci kızlardan tutun da ciddi suratlı siyasi üniversite öğrencilerine, ortalığı karıştırıp kışkırtanlardan profesyonel baş belalarına ve mavi ipek şemsiyeli, başında ressam şapkası, seksen beş yaşındaki en az bir sanatçıya kadar herkes oradaydı. Güçlü bir ortak amaç etrafında toplanmış, yağmura ve karşılarına çıkan her şeye göğüs germeye hazırdılar. Polis ise teşkilatın elitlerinden seçmece kesinlikle değildi. Şehirdeki birçok müsait bölgeden toplanmışlardı ama bir doktor tanıdığı olan ya da paçayı sıyırmayı iyi bilen her polis memuru bu tatsız görevden kaçınmayı başarmıştı. Geriye kalanlarsa ne yaptıklarını bilen, bundan zevk alanlardı, hani fazla kendini beğenmiş olan, bu işten kurtulmaya çalışmayacak kadar genç ve çömez olanlardı; ayrıca zaten ne yaptıkları ya da ne için yaptıkları hakkında en ufak bir fikirleri yoktu. Atlar şaha kalkmış, dizginlerini ısırıyordu ve polisler tabancalarına el atmış, coplarıyla milleti itip kakıyordu. Küçük bir kız elinde şu unutulmaz dövizi taşıyordu: GÖREV BAŞINA! SEVİŞMEYE DEVAM EDİN VE DAHA ÇOK POLİS YAPIN! Seksen iki kiloluk on üç polis kızın üstüne atladı, elindeki kartonu paramparça ettiler ve kızı ekip otosuna sürüklediler, kolunu arkadan büküp göğsünü yokladılar. Kız daha bugün on üçüne basmıştı ve hiç göğsü yoktu.
Toplamda elli kişi gözaltına alındı. Çoğu kanlar içindeydi. Bazıları ünlü simalardı, gazetelere mektup yazıp radyo ve televizyonda serzenişlerini dile getirebilirlerdi. Mahallenin karakolunda onları gören nöbetçi emniyet amirleri içleri titreyerek krize girdi, özürler dileyip kırılıp dökülerek ve gülümseyerek onlara kapıyı gösterdi. Tutuklanan diğerleriyse kaçınılmaz şekilde ifade verdikleri esnada, bu kadar hoş muamele görmedi. Atın üstündeki bir polis boş bir şişeyle başından vurulmuştu ve o şişeyi birisi fırlatmış olmalıydı.
Operasyon, askeri okulda eğitim görmüş, yüksek rütbeli bir polis memuru tarafından yürütülüyordu. Adam nizam sağlamada uzman görülüyordu ve başardığı mutlak kaosa büyük bir tatminle baktı.
Skärmarbrink’teki dairesinde Kollberg satranç takımını topladı, ahşap kutusuna koyup tak diye kilidini kapattı. Karısı akşam kursundan dönmüş, doğruca yatağa geçmişti.
Kollberg dümdüz bir tavırla, “Satranç oynamayı hiçbir zaman öğrenemeyeceksin,” dedi.
“Özel yetenek gerek diyorlar,” diye cevap verdi Martin Beck ağır ağır. “Satranç kafası deniyor galiba buna.”
Kollberg konuyu değiştirdi.
“Bahse girerim bu akşam Strandvägen’de millet sokağa dökülmüştür,” dedi.
“Muhtemelen. Mesele nedir?”
“Büyükelçiye elden bir mektup vereceklerdi,” dedi Kollberg. “Mektup ya, postayla gönderseler olmuyor mu?”
“O zaman bu kadar yaygara kopmazdı.”
“Ama yine de o kadar salakça ki insan utanır.”
“Evet,” diyerek ona katıldı Martin Beck.
Şapkasını takmış, paltosunu giymiş, yola çıkmak üzereydi. Kollberg de hemen ayaklandı.
“Ben de seninle geleyim,” dedi.
“Ne için?”
“Ah, biraz yürüyüş yapacağım.”
“Bu havada mı?”
“Yağmuru severim,” dedi Kollberg, koyu mavi poplin paltosunu sırtına attı.
“Benim üşütmüş olmam yetmiyor mu?” dedi Martin Beck.
Martin Beck ve Kollberg polisti. Cinayet masası ekibindeydiler. O an için yapacakları özel bir işleri yoktu ve vicdanları gayet rahat bir şekilde, kendilerini özgür hissediyorlardı.
Şehir merkezinde, sokaklarda tek polis bile göremezdiniz. Merkez istasyonunun dışında duran yaşlı kadın, bir polisin yanına gelip selam vermesini, gülümseyerek karşıdan karşıya geçmesine yardım etmesini boşuna bekledi. Vitrin camını tuğlayla şangır diye kırsan, devriye arabasının iniş çıkışlı siren sesini duyma endişesi taşımayacaktın.
Polisler meşguldü.
Bir hafta evvel, komiserlerden biri basın toplantısında, Lyndon Johnson ve Vietnam karşıtı savaş nedeniyle Amerikan büyükelçisini mektuplara ve başka şeylere karşı korumak için polislerin düzenli görevlerini ihmal etmek zorunda kaldıklarını açıklamıştı.
Dedektif Komiser Lennart Kollberg de Lyndon Johnson’ı ve Vietnam savaşını sevmiyordu ama yağmurun altında şehrin sokaklarında dolaşmayı seviyordu.
Akşam saat on birde, yağmur devam ediyordu ve göstericiler dağılmış sayılırdı.
Aynı esnada Stockholm’de sekiz cinayet işlendi ve bir de cinayete teşebbüs vardı.

2
Yağmur, diye düşündü, kasvetle camdan dışarıya bakarken. Kasım karanlığı ve yağmur, soğuk ve sicim gibi. Yaklaşan kışın habercisi. Çok geçmeden kar da başlardı.
Şehirde şu anda hiçbir şey pek ilgi çekici değildi, özellikle de çıplak ağaçları ve geniş, derme çatma apartmanlarıyla bu cadde. Daha en başından yanlış yöne sapmış ve yanlış planlanmış, iç karartıcı bir gezinti yeriydi. Hiçbir yere varmıyordu ve varmamıştı, sadece oradaydı, uzun zaman önce başlamış ama hiçbir zaman tamamlanmamış, muhteşem bir şehir planlaması hatırası olarak duruyordu. Ne iyi ışıklandırılmış mağaza vitrinleri ne de kaldırımlarda insanlar vardı. Sadece kocaman, yapraksız ağaçlar ve soğuk beyaz ışıkları su birikintilerine ve ıslak araba tavanlarına vuran sokak lambaları vardı.
Kollberg yağmurda yeterince gezinmişti, saçları ve pantolonunun paçaları sırılsıklamdı ve şimdi ıslaklık hissini boynunda ve kemiklerinde hissediyordu, soğuktu ve içine işliyordu.
Yağmurluğunun üstten iki düğmesini açtı, sağ elini ceketinin cebine sokup tabancasının kabzasını elledi. O da soğuk ve yapış yapıştı.
Koyu mavi poplin paltolu adam, tabancasına dokunmasıyla içi ürperdi ve başka bir şey düşünmeye çalıştı. Mesela, beş ay önce tatilini geçirdiği Andraitz’deki otelinin balkonu geldi aklına. O ağır sıcağı ve rıhtıma vuran parlak güneş ışığını, balıkçı teknelerini, sınırsız, masmavi gökyüzünü ve koyun karşısındaki sıradağları hatırladı.
Arkasından, yılın bu zamanı herhâlde orası da yağmurludur diye düşündü, evlerde merkezi ısıtma yoktu, sadece açık şömineler yer alıyordu.
Artık az önceki caddede değildi, birazdan tekrar yağmurun altında yürümek zorunda kalacaktı.
Merdivenlerde birisinin arkasından geldiğini duydu ve on iki durak önce, şehir merkezinde, Klarabergs Caddesi’ndeki Ahléns mağazasından çıkan kişi olduğunu anladı.
Yağmur, diye düşündü. Sevmiyorum. Hatta nefret ediyorum. Neden terfi edilmiyorum acaba? Hem zaten neden şu anda buradayım da evde yatağımda değilim…
Son düşüncesi bu oldu.
Otobüs, üstü krem rengi ve çatısı gri olan kırmızı bir çift katlıydı. Leyland Atlantean modeldi, İngiltere’de imal edilmişti fakat İsveç’te sağdan akan trafiğe uygun yapılmış, iki ay önce seferlere başlamıştı. Bu akşam da Stockholm’de 47 numaralı güzergâhta, Djurgården ve Karlberg’in ortasındaki Bellmansro’da tıngır mıngır gidiyordu. Şu anda kuzeybatıya doğru yol alıyor, Norra Stations Caddesi’ndeki terminale yaklaşıyordu, Stockholm-Solna sınırına birkaç metre uzaktaydı.
Solna, Stockholm’ün bir banliyösüydü ve bağımsız bir belediyeyle yönetilirdi. Oysaki iki kasaba arasındaki sınır yalnızca haritada kesik çizgilerle gösterilirdi.
Bu kırmızı otobüs bayağı büyüktü; 12 metreden uzun ve yaklaşık 5 metre yükseklikteydi. 15 tondan daha ağırdı. Farları yanıktı, buğulu camlarıyla içerisi sıcacık ve hoş görünüyordu ve otobüs, metruk Karlbergsvägen’de yapraksız ağaç silsilesinin ortasında ağır ağır yoluna devam ediyordu. Sonra sağa, Norrbacka Caddesi’ne saptı ve Norra Stations Caddesi’ne inen yokuştan aşağı giderken motorun sesi zayıfladı. Yağmur tavanına ve camlarına vuruyordu, tekerlekleri aşağı doğru yol alırken ağır ve sarsılmaz şekilde su sıçratıyordu.
Sokağın bittiği yerde, yokuş da sona erdi. Otobüs otuz derece sapacak, Norra Stations Caddesi’ne girecekti. Sonra da güzergâhının sonuna ulaşmasına yüz metre kalacaktı.
Bu esnada bu taşıtı gözlemleyen tek kişi, Norrbacka Caddesi’nin yukarısında, 50 metre kadar ötede, bir evin duvarına sırtını vermiş duran bir adamdı. Camı kırmak üzere olan bir hırsızdı bu kişi. Otobüsü fark etmişti çünkü ayak altında olmasını istememiş, yoldan geçip gitmesini beklemişti.
Otobüsün köşede yavaşladığını, farları yanıp sönerek sola dönmeye başladığını fark etti. Sonra otobüs gözden kayboldu. Yağmur iyice hızlanmıştı, şakır şakır yağıyordu. Adam elini kaldırıp pencere pervazındaki camı kırdı.
Görmediği şeyse, otobüsün dönüşünü asla tamamlamadığıydı.
Motor durmuştu fakat farları hâlâ açıktı, içerideki lambalar da.
Buğulu pencereler karanlıkta sıcak bir ışıkla parladı ve soğudu.
Yağmur metal tavanı dövüyordu.
13 Kasım 1967 gecesi saat on biri tam üç geçiyordu.
Yer Stockholm’dü.

3
Kristiansson ve Kvant, Solna’da telsizli devriye polisiydi. Pek olaylı olmayan kariyerleri boyunca binlerce sarhoşu, onlarca hırsızı yakalamış ve bir keresinde altı yaşındaki küçük bir kızın hayatını ona saldırıp öldürmeye hazırlanan bir seks manyağından kurtarmışlardı. Bu olayın üstünden beş ay geçmemişti ve şans eseri olmasına rağmen, uzun süre faydasını görecekleri bir zafer yaşanmıştı. Bu bahsi geçen akşamda da hiçbir vakaya rastlamamışlardı, yalnızca birer bira içmişlerdi; ancak bu kurallara aykırı olduğu için görmezden gelinmesi daha iyiydi.
Saat on buçuktan az önce telsizlerine gelen bir çağrı üstüne Huvudsta banliyösünde Kapell Caddesi’ndeki bir adrese arabayı sürmüşlerdi. Birisi evin ön basamaklarında yatan birini bulmuştu. Bu iki memurun arabayla oraya varmaları üç dakikalarını almıştı.
Sahiden de sokak kapısının dışında sere serpe uzanmış, eskimiş siyah pantolonlu biri vardı. Ayakkabısının topuğuna basmıştı ve üzerinde kırçıllı bir palto vardı. İçeride lamba yanan holde, sabahlıklı, ayağında terlik ihtiyar bir kadın duruyordu. İhbarı yapan herhâlde oydu. Cam kapının arkasından onlara el kol hareketleri yaptı, sonra kapıyı biraz araladı, kolunu aralıktan uzatıp merakla yerdeki hareketsiz bedeni işaret etti.
“Aha, neymiş bakalım?” dedi Kristiannson.
Kvant eğilip adamı kokladı.
“Sızmış,” dedi derinden bir iğrenmeyle. “Yardım etsene, Kalle.”
“Bir dakika,” dedi Kristiansson.
“Hı?”
“Hanımefendi, bu adamı tanıyor musunuz?” diye sordu Kristiansson gayet kibarca.
“Öyle de denebilir.”
“Nerede oturuyor?”
Kadın holün üç metre içerisindeki bir kapıyı işaret etti. “Orada,” dedi. “Kapının kilidini açmaya çalışırken uyuyakaldı.”
“Ah, evet, anahtarları elinde,” dedi Kristiannson, başını kaşıyarak. “Yalnız mı yaşıyor?”
“Böyle yaşlı bir morukla kim yaşar?” dedi kadın.
“Ne yapacaksın?” diye sordu Kvant şüpheli bir şekilde.
Kristiansson cevap vermedi. Yere çömelip uyuyan adamın elinden anahtarlarını aldı. Sonra yılların verdiği tecrübeyle ayyaşı hızlı bir hamleyle ayağa kaldırdı, ön kapıyı diziyle itip adamı dairesinin içine doğru sürükledi. Kadın bir yana çekildi, Kvant da dışarıdaki basamaklarda kaldı. İkisi de bu sahneyi pasif bir kınamayla izlediler.
Kristiansson kapının kilidini açtı, odada lambayı yaktı ve adamın ıslak paltosunu üstünden çıkardı. Ayyaş adam irkildi, yatağa yığılıp şöyle dedi, “Tejekkür ederimm, bayan.”
Sonra yana dönüp uykuya daldı. Kristiansson anahtarları yatağın yanındaki mutfak sandalyesine bıraktı, ışığı söndürdü, kapıyı kapattı ve tekrar arabaya döndü.
“İyi geceler, hanımefendi,” dedi.
Kadın dudaklarını büzerek ona baktı, başını arkaya atıp gözden kayboldu.
Kristiansson insanlara duyduğu sevgiden yapmamıştı bunu, sadece tembellikten yapıyordu.
Bunu Kvant’tan daha iyi bilen olamazdı. Malmö’de ikisi de sıradan memur olarak çalışırken, Kristiansson’un sarhoşları sokaklarda ve köprülerde yürütüp en yakındaki karakol bölgesine götürmeye çalıştığına çok şahit olmuştu.
Kvant direksiyonun başına geçti. Motoru çalıştırıp ekşi bir suratla şöyle dedi, “Siv de beni tembel bilir. Bir de seni görmeli.”
Siv, Kvant’ın karısıydı ve aynı zamanda sohbetlerinin biricik ve baş tacı konusuydu.
“Durup dururken niye üstüme kussunlar ki?” dedi Kristiansson filozof edasıyla.
Kristiansson ve Kvant yapı bakımından aynıydı. İkisi de 1.83 boyundaydı, geniş omuzlu ve mavi gözlüydü. Fakat huyları çok farklıydı ve asla iyi geçinemezlerdi. Aynı fikirde olmadıkları meselelerden biriydi bu.
Kvant asla yoldan çıkmazdı. Gördüklerini hiçbir zaman yabana atmazdı, öte yandan mümkün olduğunca az şey görmede ustaydı.
Yavaş yavaş, bezgin bir sessizlikle arabayı kullandı. Huvudsta’dan kıvrılan yolda Polis Okulu’nun önünden geçerek devam etti, arkasından park ve bahçelerle dolu bir alanı, demiryolu müzesini, Ulusal Bakteriyoloji Laboratuvarı’nı, Körler Okulu’nu geride bıraktı ve çeşitli enstitüleriyle birlikte geniş alanı kapsayan üniversite bölgesinden çıkıp nihayet Tomtebodavägen’deki demiryolu idaresinin oraya çıktı.
Zekice düşünülmüş bir yol çizmişti, tek bir kişiye bile rastlamayacakları alanlardan dolaşmıştı. Yol boyunca tek bir arabaya bile rastlamadılar ve sadece iki canlı varlık gördüler; önce bir kedi, sonra bir başka kedi.
Tomtebodavägen’in sonuna ulaştıklarında Kvant, Stockholm şehir sınırına on metre kala arabayı durdurdu ve vardiyalarının geri kalanını nasıl düzenleyeceklerini düşünürken motoru rölantide çalıştırdı.
Acaba yüzün tutup da gerisin geri aynı yolda dolaşır mısın, diye merak etti Kristiansson. Dışından ise şöyle dedi, “Bana 10 kron borç verir misin?”
Kvant başıyla onayladı, cüzdanını göğsünün cebinden çıkarıp meslektaşına yüzüne bile bakmadan parayı uzattı. Aynı saniye hızlı bir karar verdi. Eğer şehir sınırlarını geçip Norra Stations Caddesi’ni kuzeydoğu yönünde bir beş yüz metre takip ederse, sadece iki dakikalığına Stockholm’e girmiş olurlardı. Arkasından Eugeniävagen’e sapıp hastanenin karşısından yola devam ederek Haga Parkı’nın içinden geçip Kuzey Mezarlığı’nı takip edebilir, sonunda da karakolda bu yolculuğu bitirebilirlerdi. O zamana kadar vardiyaları sona ermiş olurdu ve birileriyle karşılaşma ihtimalleri neredeyse yoktu.
Araba Stockholm sınırına girip Norra Stations Caddesi’ne saptı.
Kristiansson 10 kronu cebine sokup esnedi. Arkasından sağanak yağmurda gözlerini kısarak ileri baktı ve, “Bak, bak, bak… Şu teres de bize doğru mu gelir?” dedi.
Kristiansson ve Kvant, Güney’den Skåne’liydi ve garip cümleler kurarlardı.
“Köpeği de varmış,” dedi Kristiannson. “Bize el kol sallıyor.”
“Benlik değil,” dedi Kvant.
Komik derecede küçük olan köpeğini su birikintilerinin içinden sürükleye sürükleye getiren adam aceleyle yola fırlayıp arabanın tam önünde durdu.
Kvant, frene abanarak, “Kahrolası piç!” diye küfretti.
Yan camı indirip bağırmaya başladı, “Hangi akla hizmet yolun ortasına koşuyorsun böyle?”
“Orada… orada bir otobüs var,” dedi adam nefes nefese. Yolu gösterdi.
“Eee, ne olmuş?” dedi Kvant kabalaşarak. “Ayrıca köpeğine ne biçim davranıyorsun? Zavallı hayvanın canı çıkacak.”
“Bir… bir kaza olmuş.”
“Anladık, bakarız şimdi,” dedi Kvant, sabrı taşmak üzereydi. “Kenara çekil.”
Arabayı sürdü.
“Bir daha sakın bunu yapma!” diye de bağırdı omzunun üstünden. Kristiansson yağmur altında ileri baktı.
“Evet,” dedi bezgince. “Bir otobüs yoldan çıkmış. Çift katlılardan biri.”
“Farları da yanıyor,” dedi Kvant. “Ön kapısı da açık. Atlayıp bir baksana, Kalle.”
Otobüsün arkasına arabayı park etti. Kristiansson kapıyı açtı, otomatik bir hareketle belindeki kemeri düzeltti ve kendi kendine, “Ahan, bu da ne böyle?” dedi.
Tıpkı Kvant gibi o da bot ve deri ceket giymişti, ceketinin düğmeleri parlaktı ve belinde tabancası asılıydı.
Kvant arabada oturmaya devam edip otobüsün açık kapısına yaylana yaylana yürüyen Kristiansson’u izledi.
Kvant arkadaşının otobüsün demirine tutunup içeri göz atmak için kendini bir basamak yukarı çektiğini gördü. Sonra birden irkildi ve hemen yere çömeldi, sağ eliyse tabancasındaydı.
Kvant hızlı hareket etti. Bir saniye sonra kırmızı ışıkları, arama ışığını ve devriye arabasının turuncu çakarını yaktı.
Kristiansson ise hâlâ otobüsün yanında yere çömelmişken Kvant arabanın kapısını açıp sağanak yağışın altında koştu. Kvant bu arada 7.65 mm Walther’ını çekmiş, horozunu kaldırmıştı, hatta kol saatine bir bakış bile atmıştı.
Saat on biri tam on üç geçiyordu.

4
Norra Stations Caddesi’ne ilk varan kıdemli polis Gunvald Larsson’du.
Kungsholmen emniyetindeki masasında oturuyor, uzun tutulmuş sıkıcı bir tutanağı kim bilir kaçıncı kez okuyordu ve insanlar neden eve gitmiyor, diye merak ediyordu.
‘İnsanlar’ derken kastettiği emniyet müdürü, müdür yardımcısı ve birçok farklı komiser ve şefti. Protestoyu bastırdıklarından merdiven ve koridorlarda mutlulukla volta atıyorlardı. Bu insanlar artık bugünlük yeter diyecek kıvama geldiği ve dışarı çıkmaya başladığı anda, kendisi de en hızlısından öyle yapacaktı.
Telefon çaldı. Homurdanarak ahizeyi kaldırdı. “Alo. Larsson.”
“Polis merkezi. Devriye gezen Solna’dan iki polis Norra Stations Caddesi’nde ceset dolu bir otobüs buldu.”
Gunvald Larsson duvardaki dijital saate baktı, on biri tam on sekiz geçiyordu. “Solna’lı bir ekip arabası nasıl olur da Stockholm’de ceset dolu bir otobüse rastlayabilir?”
Gunvald Larsson, Stockholm cinayet masasında komiserdi. Kasıntı bir duruşu vardı ve teşkilatın en sevilen üyelerinden biri değildi.
Fakat asla vakit kaybetmezdi, dolayısıyla oraya ilk varan o oldu.
Arabasının frenine bastı, ceketinin yakasını kaldırıp yağmura adımını attı. Kaldırıma çaprazlama duran kırmızı bir çift katlı otobüs gördü; ön kısmı yüksek bir tel örgüyü geçip kırılmıştı. Aynı zamanda beyaz tamponlu, siyah bir Plymouth araba da gördü, kapılarının üstünde kalın beyaz harflerle POLİS yazıyordu. Dörtlüleri yanıyordu ve reflektörün ışığında iki üniformalı polis, ellerinde tabancalarıyla ayakta duruyordu. İkisi de doğal hâllerinden çok daha solgun görünüyordu. Birisi deri ceketinin ön yüzüne kusmuştu ve sırılsıklam olmuş mendiliyle utanç içinde temizlenmeye çalışıyordu.
“Neler oluyor?” diye sordu Gunvald Larsson.
“Orada… içeride çok fazla ceset var,” dedi polislerden biri.
“Evet,” dedi diğeri. “Evet, aynen. Çok. Bir sürü boş kovan var.”
“İçlerinden biri yaşıyor.”
“Bir de polis var.”
“Polis mi?” diye sordu Gunvald Larsson.
“Evet. Cinayet masasından.”
“Tanıdığımız biri. Västberga’da çalışıyor. Cinayet masasında.”
“Ama adını bilmiyoruz. Mavi yağmurluklu. Ne yazık ki ölmüş.”
İki devriye polis memuru, belirsizce ve sessizce aynı anda konuştu.
İkisine de küçük denemezdi fakat Gunvald Larsson’un yanında o cüsseleri pek de göze çarpmıyordu.
Gunvald Larsson 1.95 boyundaydı ve neredeyse yüz kiloydu. Omuzları profesyonel boksörler kadar geniş ve köşeliydi. Kocaman, kıllı elleri vardı. Arkaya yatırılmış sarı saçlarından su damlıyordu.
Bir sürü siren sesi, yağmur şakırtısını bölmüştü. Her yönden geliyorlardı sanki. Gunvald Larsson kulak kabartıp, “Burası Solna mı?” diye sordu.
“Tam şehir sınırında,” diye cevap verdi Kvant kurnazca.
Gunvald Larsson ifadesiz mavi gözlerini bir Kristiansson’a, bir Kvant’a çevirdi. Ardından otobüse doğru yürüdü.
“Görünüşe göre içerisi… mezbaha gibi,” dedi Kristiansson.
Gunvald Larsson otobüse dokunmadı. Açık kapıdan başını uzatıp şöyle bir göz gezdirdi.
“Evet,” dedi sakince. “Öyle.”

5
Martin Beck, Bagarmossen’deki evinin kapısında durdu. Yağmurluğunu çıkarıp üstündeki suyu silkeledi, ondan sonra evin holüne asıp kapıyı kapattı.
Hol karanlıktı ama Martin Beck ışığı yakma zahmetine girmedi. Kızının odasının altından gelen ince bir çizgi şeklindeki ışığı gördü. İçeriden radyo ya da pikap sesi geliyordu. Kapıyı tıklatıp içeri girdi.
Kızının adı Ingrid’di ve on altı yaşındaydı. Son günlerde olgunlaşmış, iyice serpilmişti ve Martin Beck onunla eskisinden daha iyi anlaşıyordu. Sakin, gerçekçi ve oldukça zekiydi, Martin Beck onunla sohbet etmekten hoşlanırdı. Düz lisede altıncı yılındaydı, derslerini kolaylıkla geçiyordu ama Martin’in zamanında dendiği gibi ‘inek’ bir öğrenci de değildi.
Yatakta sırtüstü uzanmış, kitap okuyordu. Komodinin üzerindeki pikap çalıyordu. Pop müzik değil ama klasik müzikti, Beethoven, diye tahmin etti Martin Beck.
“Selam,” dedi. “Daha yatmadın mı?”
Sözlerinin manasızlığı karşısında durdu. Bir an için, bu dört duvar arasında son on yıl boyunca konuşulmuş bütün gündelik lafları düşündü.
Ingrid kitabını kenara bırakıp müziği kapattı. “Selam baba. Ne dedin?”
Martin Beck başını iki yana salladı.
“Tanrım, bacakların amma ıslanmış,” dedi kız. “O kadar çok mu yağıyor?”
“Şakır şakır. Annenle Rolf uyudu mu?”
“Sanırım. Annem, yemekten sonra Rolf’u yatağına götürdü. Kardeşim üşütmüş, öyle dedi.”
Martin Beck yatağa oturdu.
“Eh, bana gayet iyi görünmüştü. Ama itiraz etmeden yattı uyudu. Herhâlde yarın okuldan yırtmak için.”
“Sen bu arada hâlâ derslerle uğraşıyorsun galiba. Ne çalışıyorsun?”
“Fransızca. Yarın sınav var. Beni sınav için test etmek ister misin?”
“Pek faydası olmaz. Fransızcam kuvvetli değildi. Sen yat uyu en iyisi.”
Kızı ayağa kalktı ve söz dinleyerek yorganın altına girip kıvrıldı. Martin Beck kızının üstünü örttü. Kapıyı arkasından kapatmadan önce onun fısıldadığını duydu, “Yarın için bana şans dile.”
“İyi geceler.”
Martin Beck karanlıkta mutfağa gidip bir süre pencerenin yanında ayakta dikildi. Yağmur hafiflemiş gibiydi ama belki de mutfak penceresi rüzgârdan korunduğu için öyle görünüyordu. Martin Beck, Amerikan büyükelçiliğine karşı yapılan gösteriler esnasında neler olduğunu merak etti. Gazeteler acaba polisin tavrını beceriksiz ve yersiz mi yoksa zalim ve provokatör mü bulmuştu? Ne söylerse söylesinler sonuçta polisi eleştirip duracaklardı. Martin Beck kendini bildi bileli teşkilata sadık olduğundan, eleştirilerin tek taraflı olsa bile, çoğunlukla haklı olduğunu sadece kendine itiraf edebilirdi. Ingrid’in birkaç hafta önce bir akşam söylediklerini düşündü. Okuldan arkadaşlarının çoğu politikti, toplantılara ve gösterilere katılıyordu ve çoğu, polisten hiç hoşlanmıyordu. Ingrid çocukken babasının polis olmasıyla övünüp böbürlenebildiğini söylerdi ancak şimdi, bunu kendine saklamayı yeğliyordu. Utandığından değil sadece bütün polis teşkilatını savunmak zorunda kalacağı birtakım tartışmalara sürüklendiği için böyleydi. Saçmaydı elbette ama durum buydu.
Martin Beck oturma odasına girdi, karısının yatak odasını dinleyip hafiften horlama sesini duydu. Dikkatlice çekyatı açtı, duvardaki ışığı yakıp perdeleri örttü. Bu çekyatı yakın zamanda almış ve geceleri eve geç döndüğünde karısını rahatsız etmek istememe bahanesiyle yatak odasından buraya taşınmıştı. Karısı bazen bütün gece çalıştığını, gündüz uyuması gerektiğini ve oturma odasının ortasında bir dağınıklık istemediğini söyleyerek buna itiraz etmişti. Martin Beck ise o durumda yatak odasında uzanıp orayı dağınık kılacağına söz vermişti; zaten gün içinde karısı pek oraya girmiyordu. Şimdi son bir aydır oturma odasında uyuyordu ve Martin Beck de hâlinden memnundu.
Karısının adı Inga’ydı.
Aralarındaki ilişki yıllar içinde yıpranmıştı ve artık onunla aynı yatağı paylaşmamak içini rahatlatıyordu. Bu duygu bazen ona vicdan azabı çektiriyordu ama on yedi yıllık evliliğin ardından elinden bir şey gelmiyordu, Martin Beck bunun kimin hatası olduğundan endişelenmeyi çoktan bırakmıştı.
Martin Beck öksürük krizini bastırdı, ıslak pantolonunu çıkarıp kaloriferin yanındaki sandalyeye astı. Koltuğa oturmuş, çoraplarını çıkarırken aklına Kollberg’in gece yürüyüşlerinin de sahiden evliliğinin sıkıcı bir rutine girmesinden kaynaklanabileceği geldi.
Şimdiden mi? Kollberg daha on sekiz aydır evliydi.
İlk çorabı daha ayağından çıkmadan bu fikri kafasından attı. Lennart ve Gun birlikte mutluydu, orası su götürmezdi. Ayrıca, ona neydi ki?
Martin Beck ayağa kalkıp çıplak hâlde kitaplığa yürüdü. Uzun bir süre kitaplara baktıktan sonra içlerinden birini seçti. Eski İngiliz diplomat Sör Eugene Millington-Drake tarafından yazılmıştı ve Graf Spee ile La Plata savaşı hakkındaydı. Martin Beck bu kitabı bir yıl önce ikinci el satın almış fakat daha okumaya fırsat bulamamıştı. Yatağa girdi, suçluluk duyarak öksürdü, kitabı açtığında sigarası olmadığını gördü. Çekyatın bir başka avantajı da artık yatakta gönlünce sigara içebilmesiydi.
Tekrar ayağa kalktı, yağmurluğunun cebinden nemli ve yamyassı olmuş bir paket Floridas çıkardı, sigaraları kurumaları için komodine dizdi ve yanmaya en yakın duranı yaktı. Sigarayı dişlerinin arasında tuttu, bir bacağı yataktaydı, telefon çaldı.
Telefon koridordaydı. Altı ay önce Martin Beck oturma odasına paralel hat çekilmesi için başvurmuştu fakat Telekomünikasyon Servisi’nin çalışma hızını bildiğinden paralel hat çekilene kadar bir altı ay daha beklemeye hazırlıklıydı.
Anında koridora atlayıp telefonun ikinci çalışı bitmeden ahizeyi kaldırdı.
“Beck.”
“Başkomiser Beck mi?”
Hattın diğer ucundaki sesi tanıyamadı.
“Evet, buyurun.”
“Polis merkezinden arıyoruz. Norra Stations Caddesi’nin sonuna yakın bir noktada, 47 numaralı güzergâhta, içindeki yolcuları vurulmuş bir otobüs bulundu. Derhâl oraya gitmeniz isteniyor.”
Martin Beck’in ilk düşüncesi, eşek şakasına kurban gittiğiydi ya da onu düşman bellemiş birisinin, sırf onu yağmurda dışarı çıkarmak için kandırmaya çalıştığıydı.
“Bu haberi kimden aldınız?” diye sordu.
“Beşinci Bölge Amiri Hansson. Emniyet Müdürü Ham-mar da bilgilendirildi.”
“Kaç ölü var?”
“Henüz emin değiller. En az altı.”
“Tutuklanan var mı?”
“Bildiğim kadarıyla hayır.”
Martin Beck yolda Kollberg’i de alabileceğini düşündü. Taksi bulursa iyi olurdu. Şöyle dedi, “Hemen geliyorum.”
“Ah, Başkomiser…”
“Evet?”
“Ölenlerden biri… sizin bürodanmış galiba.”
Martin Beck ahizeyi iyice sıktı.
“Kim?”
“Bilmiyorum. İsim vermediler.”
Martin Beck ahizeyi yerine koyup başını duvara yasladı. Lennart! Kesin oydu. Yağmurun altında dışarıda ne bok yiyordu ki? 47 numaralı otobüste ne arıyordu? Hayır, hayır, Kollberg olamazdı, bir hata vardı.
Telefonu açıp Kollberg’in evini aradı. Karşı tarafta telefon çaldı. İki. Üç. Dört. Beş.
“Kollberg.”
Gun’ın uyku mahmuru sesini duydu. Martin Beck sakin ve doğal konuşmaya çalıştı.
“Selam. Lennart orada mı?”
Kadının doğrulmasıyla yatağın gıcırdadığını duyduğunu sandı ve cevap gelene kadar uzun bir süre geçti.
“Hayır, en azından yatakta değil. Seninle sanıyordum. Daha doğrusu sen buradaydın.”
“Ben çıkarken o da çıktı. Yürüyüş yapacaktı. Evde olmadığından eminsin?”
“Mutfakta olabilir. Bir dakika, bakayım.” Geri dönmesi birkaç asır sürdü sanki.
“Hayır, Martin. Evde yok.”
Şimdi onun sesi de endişeli gelmişti.
“Nerede olabilir ki?” dedi. “Bu havada?”
“Sadece hava alıyordur. Ben de şimdi döndüm eve, o yüzden çok kalmış olamaz. Merak etme.”
“Eve dönünce seni aramasını söyleyeyim mi?”
Kadının içi rahatlamış gibiydi.
“Hayır, önemli değil. İyi uykular. Hoşça kal.”
Martin Beck ahizeyi yerine koydu. Birdenbire o kadar üşüdü ki dişleri takırdadı. Ahizeyi tekrar kaldırdı, elinde tuttu ve neler olduğunu öğrenmek için birilerini araması gerektiğini düşündü. Sonra en iyisi oraya en kısa yoldan bizzat gitmek diye karar verdi. En yakındaki taksi durağını aradı, hemen cevap aldı.
Martin Beck yirmi üç yıldır polisti. Bu süre boyunca birçok meslektaşı görev esnasında hayatını kaybetmişti. Her seferinde büyük vurgun yemişti ve zihninin bir köşesinde hep polislik mesleğinin gün geçtikçe riskli olduğu, bir sonraki sefer sıranın ona geleceği düşüncesi dururdu. Fakat mesele Kollberg olunca hisleri bir meslektaşına duyulan hislerle sınırlı değildi. Yıllar içinde çalışırken birbirlerine çok bağlanmışlardı. Birbirlerini iyi tamamlıyorlardı ve akıllarından geçenleri daha söze dökülmeden anlamayı öğrenmişlerdi. Kollberg on sekiz ay önce evlenip Skärmarbrink’e taşındığında mesafe olarak da yakınlaşmış ve boş vakitlerinde de buluşmaya başlamışlardı.
Kollberg daha kısa süre önce, nadir yaşadığı bir depresif ruh hâli anında, “Sen olmasaydın, Tanrı biliyor ya, teşkilatta kalmazdım,” demişti.
Martin Beck ıslak yağmurluğunu üstüne geçirip merdivenlerden koşarcasına inerken ve bekleyen taksiye binerken bunu düşündü.

6
Yağmura ve saat geç olmasına rağmen, Karlbergsvägen’e doğru çekilmiş kordonun etrafında bir grup insan toplanmıştı. Taksiden inen Martin Beck’e merakla baktılar. Siyah bir yağmurluk giymiş, genç bir memur üstünü aramak için bir hışımla atladı fakat başka bir polis kolunu tutup selam verdi.
Açık renk trençkotlu ve şapkalı ufak tefek bir adam Martin Beck’in önüne çıkıp şöyle dedi: “Başınız sağ olsun, Başkomiserim. Az önce öğrendim ki sizin ekipten…”
Martin Beck adama öyle bir baktı ki adam cümlesinin geri kalanını yuttu.
Martin Beck bu şapkalı adamı çok iyi tanır ve ondan hiç mi hiç hoşlanmazdı. Adam serbest gazeteciydi ve kendini cinayet muhabiri sayardı. Özel alanı cinayetlerdi ve yazıları sansasyonel, mide bulandırıcı ve çoğunlukla yalan yanlış ayrıntılarla dolu olurdu. Hatta yazılarını, sadece en kötü haftalık dergiler basardı.
Adam geri çekildi. Martin Beck bacaklarını kordonun üstünden karşı tarafa attı. Torsplan’a doğru, benzer bir kordon daha çekildiğini gördü. Kordonla ayrılmış alana siyah beyaz arabalar, parlak yağmurluklu, kimliği belli olmayan karaltılar doluşmuştu. Çift katlı kırmızı otobüsün etrafındaki zemin gevşek ve balçık gibiydi.
Otobüsün iç ışıkları ve farları yanıyordu fakat uzayan bu ışıklar sağanak yağışta pek uzağa ulaşamıyordu. Adli Tıp’tan gönderilen ambulans otobüsün arka kısmında, anteni Karlbergsvägen’e dönük hâlde duruyordu. Adli tıp uzmanının arabası da olay yerindeydi. Yıkık dikenli telin arkasında birtakım adamlar ışıldak kurmakla meşguldü. Tüm bu ayrıntılar, olağanın çok daha dışında bir olayın yaşandığını gösteriyordu.
Martin Beck sokağın diğer tarafındaki iç karartıcı apartmanlara şöyle bir baktı. Işığı yanan pencerelerin çoğunda birileri duruyordu ve yağmurdan ıslanmış pervazların arkasında, silik beyazlıklar hâlinde cama yapışmış suratlar seçiliyordu. Geceliğinin üstüne yağmurluk, yağmur çizmesi giymiş baldırı çıplak bir kadın kazanın meydana geldiği noktanın tam karşısındaki girişin kapısından çıktı. Sokağın ortasına kadar yürüdükten sonra bir polis memuru onu durdurdu. Polis, kadının koluna girip onu tekrar kapısının önüne götürdü. Polis memuru önden yürüdü ve kadın ıslak beyaz geceliği bacaklarına dolanarak arkasından koşturdu.
Martin Beck otobüsün kapılarını göremiyordu fakat içeride hareket eden insanları görüyordu, adli tıp çalışanlarının çoktan işe koyulduğunu düşündü. Cinayet masasından kimseyi göremedi fakat aracın diğer tarafında bir yerde olacaklarını tahmin etti.
İstemeye istemeye adımlarını yavaşlattı. Birazdan göreceklerini düşündü, ceketinin cebinde ellerini yumruk yapıp sıktı ve adli tıp uzmanlarının gri aracının etrafında genişçe döndü.
Otobüsün açık orta kapısının aydınlattığı yerde uzun yıllar amiri olan ve şimdi emniyet müdürü olmuş Hammar duruyordu. Anlaşılan otobüsün içindeki birisiyle konuşuyordu. Lafını yarıda bırakıp Martin Beck’e döndü.
“Demek buradasın. Seni aramayı unuttular demeye başlamıştım.”
Martin Beck bunu cevapsız bırakarak kapılara doğru yürüyüp içeri baktı.
Midesi sanki düğümlendi. Beklediğinden çok daha kötüydü.
Soğuk parlak ışık her bir ayrıntıyı iğne gibi göze sokuyordu. Otobüsün tamamı yamulmuştu, kanla kaplı cansız bedenlerle dolu gibiydi.
Arkasını dönüp yürüyüp gitmek, bir daha hiç bakmak zorunda olmamak isterdi. Ancak bu düşüncesi, yüzünden belli olmuyordu. Bunun yerine, kendini zorlayarak tüm ayrıntıları zihninde not aldı. Laboratuvardan gelen adamlar sessiz ve metotlu bir şekilde çalışıyordu. İçlerinden biri Martin Beck’e bakıp yavaşça kafa salladı.
Martin Beck cesetleri teker teker süzdü. Hiçbirisini tanımıyordu. En azından bu hâliyle.
“Şuradaki,” dedi birdenbire, “yoksa o…”
Hammar’a döndü ve yerinden fırladı.
Hammar’ın arkasından, karanlıkta Kollberg belirmişti, şapkasızdı ve saçları alnına yapışmıştı.
Martin Beck ona bakakaldı.
“Selam,” dedi Kollberg. “Ben de sana ne oldu diye merak etmeye başlamıştım. Tam seni tekrar aratacaktım.”
Martin Beck’in önünde durup onu yakından inceledi.
Ardından otobüsün içine hızlıca bir bakış atıp midesinin bulandığını belli eden bir bakışla devam etti, “Bir fincan kahve alsan iyi olur. Hemen getiriyorum.”
Martin Beck hayır anlamında başını salladı.
“Evet,” dedi Kollberg.
Uzaklaştı. Martin Beck arkasından bakakaldı, ardından tekrar ön kapıya doğru yürüyüp içeriye baktı. Hammar ağır adımlarla arkasından takip etti. Otobüsün şoförü direksiyonda yığılıp kalmıştı. Başının arkasından vurulduğu belliydi. Martin Beck adamın yüzünü inceledi ve tuhaf bir biçimde, kusacak gibi olmamasına şaşırdı. Yağmurun altında ifadesiz bir suratla dikilen Hammar’a döndü.
“Burada ne arıyormuş?” dedi Hammar tonlamasız bir sesle.
“Bu otobüste mi?”
Tam o saniye, Martin Beck telefondaki adamın kimi kastettiğini anladı.
Üst kata çıkan merdivenlerin arkasında, pencerenin dibindeki koltukta cinayet masasından komiser yardımcısı Åke Stenström oturuyordu. Martin Beck’in en genç meslektaşlarından biriydi.
‘Oturmak’ belki de doğru sözcük değildi. Stenström’ün açık mavi poplin yağmurluğu kana bulanmıştı ve sağ omzu, yanında oturan iki büklüm olmuş genç kadının sırtına dayanmış hâlde koltuğuna yayılmıştı.
Ölmüştü. Tıpkı o genç kadın ve otobüsteki diğer altı kişi gibi.
Sağ elinde polis tabancasını tutuyordu.

7
Yağmur bütün gece yağdı ve güneş sekize yirmi kala doğmasına rağmen, bulutları delecek kadar güçlenmesi ve belli belirsiz, puslu bir ışık yayması saat dokuzu buldu.
Norra Stations Caddesi’nin karşısındaki kaldırımda otobüs on saat evvel durduğu hâlde kalmıştı.
Fakat aynı olan tek şey oydu. Şu ana dek alanı geniş çapta çevreleyen polis kordonunun içine yaklaşık elli adam girmişti ve dışarıda, meraklı izleyicilerin sayısı arttıkça artmıştı. Birçoğu gece yarısından beri orada dikiliyordu ve tek gördükleri polis ve ambulans çalışanları, her çeşit ciyak ciyak sirenli araçlardı. Siren sesleriyle dolu bir gece olmuştu, ıslak sokaklarda arabalar durmadan sebepsizce boş boş gidip gelmişti.
Hiç kimse bir şey bilmiyordu fakat kulaktan kulağa fısıltılar başlamıştı. Çok geçmeden bu fısıltılar kalabalık arasında yayılıp etraftaki evlere ve şehre dağıldı ve sonunda somutlaşarak ülke çapında uçuştu gitti. Şimdi sarf edilen sözcükler sınırları aşmıştı.
Toplu katliam.
Stockholm’de toplu katliam.
Stockholm’de bir otobüste yaşanan şu büyük katliam.
Herkes an az bu kadarını biliyordu.
Kungsholms Caddesi’ndeki emniyet amirliğinde de bundan fazlası biliniyor denemezdi. Hatta soruşturmadan kimin sorumlu olduğu bile bilinmiyordu. Telefonlar mütemadiyen çalıyor, insanlar içeri girip çıkıyor, yerler kirleniyordu. Ter ve yağmurdan yapış yapış olmuş etraftaki insanların sinirleri bozuktu.
“Kim isim listesi üstünde çalışıyor?” diye sordu Martin Beck.
“Rönn galiba,” dedi Kollberg, arkasını dönmeden. Planı duvara bantla yapıştırmakla uğraşıyordu. Taslak çizim üç metreden uzundu, yarım metre genişliğindeydi. Bu yüzden de idare etmesi zordu.
“Bana yardım edebilecek kimse var mı acaba?” dedi.
“Tabii,” dedi Melander sakin sakin, piposunu bırakıp ayağa kalktı.
Fredrik Melander uzun boylu, zayıf bir adamdı, hep ciddi görünürdü ve yaradılış gereği çok düzenliydi. Kırk sekiz yaşındaydı ve cinayet masasında dedektif komiserdi. Kollberg onunla yıllar yılı birlikte çalışmıştı. Kaç yıl olduğunu hatırlamıyordu. Öte yandan Melander hatırlardı. Hiçbir şeyi unutmamasıyla meşhurdu.
İki telefon çaldı.
“Alo. Başkomiser Beck. Kim? Hayır, burada değil. Aramasını söyleyeyim mi? Ah, anladım.”
Telefonu kapatıp diğerine uzandı. Yaklaşık elli yaşlarında, neredeyse saçları bembeyaz olmuş bir adam dikkatlice kapıyı açıp çekingen bir edayla eşikte durdu.
“Evet, Ek, ne istiyorsun?” diye sordu Martin Beck ahizeyi kaldırınca.
“Otobüs hakkında…” dedi beyaz saçlı adam.
“Ne zaman mı eve döneceğim? En ufak bir fikrim yok,” dedi Martin Beck telefona.
“Kahretsin,” diye çıkıştı Kollberg, bir seloteyp parçası tombul parmaklarına dolanınca.
“Dur sakin ol,” dedi Melander.
Martin Beck eşikte dikilen adama döndü.
“Eee, ne olmuş otobüse?”
Ek kapıyı kapatıp notlarını inceledi.
“İngiltere’deki Leyland fabrikasında üretilmiş,” dedi. “Atlantean modeli fakat burada ona H35 tipi adı veriliyor. Oturan yolcu kapasitesi yetmiş beş. Garip olan…”
Kapı ardına kadar açıldı. Gunvald Larsson şaşkınlık içerisinde dağınık ofisine baktı. Açık renk yağmurluğundan sular akıyordu, pantolonu ve sarı saçlarından da. Ayakkabıları çamur içindeydi.
“Buraya ne olmuş böyle,” diye homurdandı.
“Otobüste garip olan neydi?” diye sordu Melander.
“Şey, o tip otobüs 47 numaralı güzergâhta kullanılmıyor.”
“Ya?”
“Kural olarak kullanılmıyor yani. O güzergâhta genelde Büssing tarafından imal edilmiş, Alman otobüsler kullanılıyor. Onlar da çift katlı. Bu sadece bir istisnaymış.”
“Şahane bir ipucu,” dedi Gunvald Larsson. “Bunu yapan adam sadece İngiliz üretimi otobüslerdeki insanları öldürüyor. Bunu mu demek istiyorsun?” Ek ona bezgince baktı. Gunvald Larsson kendini toparlayıp şöyle dedi, “Bu arada, girişteki holde toplanmış orangutan sürüsü de neyin nesi? Onlar da kim?”
“Gazeteciler,” dedi Ek. “Birisinin onlarla konuşması gerek.”
“Ben değil,” dedi Kollberg hemen.
“Hammar ya da şube müdürü, başsavcı ya da bunlar gibi yüksek kıdemli birisinin bir bildiri vermesi gerekmiyor mu?” dedi Gunvald Larsson.
“Muhtemelen henüz yazılmamıştır,” dedi Martin Beck. “Ek haklı. Birisi onlarla konuşmalı.”
“Ben değil,” diye tekrar etti Kollberg.
Sonra zafer kazanmış, dünyanın en parlak fikrini bulmuş gibi topuğunun üstünde arkaya döndü.
“Gunvald,” dedi. “Olay yerine ilk varan sendin. Basın toplantısını sen düzenleyebilirsin.”
Gunvald Larsson odaya uzun uzun baktı, kocaman kıllı elinin tersiyle alnına düşen ıslak saç tutamını arkaya attı.
Martin Beck hiçbir şey demedi, kapıdan tarafa bakma zahmetine bile girmedi.
“Tamam,” dedi Gunvald Larsson. “Sürüyü bir yere toplayın. Ben konuşurum. Önce bilmem gereken bir şey var.”
“Ne?” diye sordu Martin Beck.
“Stenström’ün annesine haber verildi mi?”
Ölüm sessizliği oldu, bu cümle içerideki herkesin konuşabilme yeteneğini sona erdirmişti âdeta, Gunvald Larsson da dahil. Eşikteki adam sırayla içeridekilere baktı. Melander sonunda başını çevirip, “Evet,” dedi. “Verildi.”
“Güzel,” dedi Gunvald Larsson ve kapıyı arkasından çarptı.
“Güzel,” dedi Martin Beck kendi kendine, parmak uçlarını masaya vurarak.
“Akıllıca mıydı bu?” diye sordu Kollberg.
“Ne?”
“Gunvald’ı yollamak… Basın zaten bizi yeterince yerden yere vurmuyor mu?”
Martin Beck ona baktı ama bir şey demedi. Kollberg omuz silkti. “Ah, iyi,” dedi. “Fark etmez.”
Melander tekrar masasına dönmüştü, piposunu alıp yaktı. “Hayır,” dedi. “Hiçbir şey fark etmez.”
Kollberg ile ikisi planı asmıştı artık. Otobüsün alt katının kocaman bir çizimiydi bu. Bazı karaltılar karakalemle çizilmişti. Birden dokuza kadar numaralandırılmışlardı.
“Rönn’ün listesi nerede kaldı?” diye mırıldandı Martin Beck.
“Otobüsle ilgili bir şey daha…” dedi Ek inatla.
Ve telefonlar çaldı.

8
Basınla ilk hazırlıksız yüzleşmenin gerçekleşeceği ofis bu amaca pek uygun değildi. İçinde bir masa, birkaç dolap ve dört sandalye yer alıyordu ve Gunvald Larsson odaya girdiğinde içerisi çoktan sigara dumanı ve ıslak ceket kokusuyla dolmuştu.
Gunvald Larsson kapıyı açıp bir an durdu, toplanan gazetecilere ve fotoğrafçılara bakıp şöyle dedi, “Evet, ne öğrenmek istiyorsunuz?”
Hepsi aynı anda konuşmaya başladılar. Gunvald Larsson elini kaldırıp, “Teker teker lütfen,” dedi. “Sen, oradaki, başlayabilirsin. Sonra soldan sağa devam edelim.”
Arkasından basın toplantısı şöyle sürdü:

SORU: Otobüs ne zaman bulundu?
CEVAP: Dün gece saat on biri yaklaşık on geçe sularında.
S: Kim buldu?
C: Sokaktaki bir adam, o da devriye arabasını durdurdu.
S: Otobüste kaç kişi vardı?
C: Sekiz.
S: Hepsi ölü müydü?
C: Evet.
S: Nasıl ölmüşler?
C: Henüz söylemek için erken.
S: Ölümlerinin nedeni dış etken mi?
C: Muhtemelen.
S: Muhtemelen diyerek ne demek istiyorsunuz?
C: Tam dediğim şeyi.
S: Silahlı saldırı izleri var mıydı?
C: Evet.
S: O hâlde bu insanların hepsi vurularak öldürülmüştü?
C: Muhtemelen.
S: Kısacası gerçekten de bir toplu katliamdan bahsediyoruz?
C: Evet.
S: Cinayet silahını buldunuz mu?
C: Hayır.
S: Gözaltına alınan var mı?
C: Hayır.
S: Özellikle belli bir kişiyi işaret eden izler ya da ipuçları var mı?
C: Hayır.
S: Cinayetlerin hepsi tek ve aynı kişi tarafından mı işlenmiş?
C: Bilmiyoruz.
S: Bu sekiz kişiyi öldüren birden fazla kişi olduğunu gösteren bir bulgu var mıydı?
C: Hayır.
S: Bir kişi otobüste nasıl sekiz kişiyi öldürebilir ve kimsenin karşı koymaya fırsatı olmaz?
C: Bilmiyoruz.
S: Otobüsün içindeki birisi mi ateş açmış, yoksa dışarıdan mı gelmişler?
C: Dışarıdan gelmemişler.
S: Nereden biliyorsunuz?
C: Otobüsün camları içeriden açılan ateşle kırılmış.
S: Katil ne tür bir silah kullanmış?
C: Bilmiyoruz.
S: Elbette bir makineli ya da hafif makineli tabanca değil mi?
C: Yorum yok.
S: Cinayetler işlendiğinde otobüs hareket hâlinde miymiş, duruyor muymuş?
C: Bilmiyoruz.
S: Otobüsün bulunduğu pozisyona bakılırsa, silahlı saldırının hareket hâlindeyken gerçekleştiği ve otobüsün kaldırıma çıktığı anlaşılmıyor mu?
C: Evet.
S: Polis köpekleri herhangi bir koku aldı mı?
C: Yağmur yağıyordu.
S: Çift katlı otobüstü, değil mi?
C: Evet.
S: Cesetler nerede bulundu? Üst katta mı, alt katta mı?
C: Alt katta.
S: Sekizi birden?
C: Evet.
S: Kurbanların kimliği tespit edildi mi?
C: Hayır.
S: Kimliği tespit edilen var mı?
C: Evet.
S: Kim? Sürücü mü?
C: Hayır. Bir polis.
S: Bir polis mi? Adını öğrenebilir miyiz?
C: Evet. Komiser Yardımcısı Åke Stenström.
S: Stenström? Cinayet masasından mı?
C: Evet.

İki gazeteci kapıya doğru itişti ama Gunvald Larsson tekrar elini kaldırdı.
“Girip çıkmak yok, sakıncası yoksa,” dedi. “Başka sorusu olan?”

S: Memur Stenström otobüsteki yolculardan biri miydi?
C: Otobüsü kullanmıyordu.
S: Sizce şans eseri mi oradaydı?
C: Bilmiyoruz.
S: Sizin şahsi fikrinizi sorduk. Kurbanlardan birisinin cinayet bürosundan olması sizce tamamen tesadüf müydü?
C: Buraya şahsi fikirlerimi vermeye gelmedim.
S: Stenström olay meydana geldiğinde özel bir soruşturma üstünde mi çalışıyordu?
C: Bilmiyoruz.
S: Dün gece görevde miydi?
C: Hayır.
S: Görevde değildi o zaman?
C: Evet.
S: Demek ki tesadüfen oradaydı. Başka kurbanların isimlerini verebilir misiniz?
C: Hayır.
S: İsveç’te ilk kez toplu katliam oluyor. Öte yandan, yurt dışında son yıllarda birçok benzer vaka yaşandı. Sizce bu manyakça eylem, örneğin Amerika’da olanlardan esinlenilmiş olamaz mı?
C: Bilmiyoruz.
S: Polis, cinayeti işleyen kişinin sansasyon yaratarak ilgi çekmek isteyen bir manyak olduğu görüşünde mi?
C: Bu bir teori.
S: Evet ama sorumun cevabı bu değil. Polisler bu teori üstünde çalışıyor mu?
C: Tüm ipuçları ve görüşleri değerlendiriyoruz.
S: Kurbanların kaçı kadın?
C: İki.
S: Yani altısı erkek?
C: Evet.
S: Otobüs şoförü ve polis memuru Stenström de dahil?
C: Evet.
S: Bir dakika şimdi. Bize otobüsteki insanlardan birinin hayatta kaldığını ve polisin alanı kordonla çevirmesinden önce ambulansa konup götürüldüğünü söylediler.
C: Yani?
S: Bu doğru mu?
C: Sıradaki soru.
S: Anlaşılan olay yerine varan ilk polislerden biri sizmişsiniz?
C: Evet.
S: Oraya saat kaçta vardınız?
C: On bir yirmi beşte.
S: Otobüsün içi o sırada neye benziyordu?
C: Sizce?
S: Ömrünüzde gördüğünüz en iğrenç manzara olduğunu söyleyebilir misiniz?

Gunvald Larsson bu soruyu soran kişiye boş boş baktı, yuvarlak tel çerçeveli gözlüklü, salaş, kızıl bıyıklı ve gençten bir çocuktu. Nihayet cevap verdi, “Hayır, söyleyemem.”
Cevap bir şaşkınlığa sebep oldu. Kadın gazetecilerden biri kaşlarını çattı ve inanamayarak, safça, “Ne demek istiyorsunuz?” diye sordu.
“Aynen söylediğimi.”
Gunvald Larsson, polis teşkilatına katılmadan önce orduda denizciydi. 1943 yılının Ağustos ayında bir mayına çarpıp denizin dibinde üç ay durduktan sonra kurtarılmış Ulven adlı denizaltıyı enine boyuna inceleyenlerden biriydi. Ölen otuz üç kişiden çoğu sınıf arkadaşıydı. Savaştan sonra görevlerinden biri de Ränneslätt adlı kamptan Baltık müttefiklerini çıkarmaktı. Aynı zamanda Alman esir kampından ülkesine iade edilen binlerce kurbanın ülkeye gelişini de görmüştü. Bunların çoğu kadındı ve pek çoğu hayatta değildi.
Ne var ki karşısında toplanmış genç insanlara bunları açıklamak istemeyerek soruyu geçiştirdi ve “Başka soru var mı?” diye sordu.
“Polis olay tanıklarıyla temasa geçti mi?”
“Hayır.”
“Bir başka deyişle, Stockholm’ün ortasında bir toplu katliam gerçekleşti. Sekiz insan öldü ve polisin tek diyebileceği bu mu?”
“Evet.”
Böylece basın toplantısı sona ermişti.

9
Rönn’ün elinde listeyle içeri girdiğini fark etmeleri biraz zaman aldı. Martin Beck, Kollberg, Melander ve Gunvald Larsson masalardan birine eğilerek duruyordu, masanın üstüyse cinayet mahallinden fotoğraflarla dopdoluydu ve Rönn birdenbire yanlarında dikilip, “Listemiz artık hazır,” dedi.
Arjeplog’da doğup büyümüştü ve yirmi yıldan uzun süredir Stockholm’de yaşamasına rağmen hâlâ Kuzey İsveç şivesiyle konuşurdu.
Listeyi masanın köşesine koydu, bir sandalye çekip oturdu.
“Etrafta gezip milletin kalbine korku salma,” dedi Kollberg.
Odanın içinde o kadar uzun zamandır sessizlik hâkimdi ki Rönn’ün sesini duyunca yerinden sıçramıştı.
“Eh, görelim bakalım,” dedi Gunvald Larsson sabırsızca, listeye uzanarak.
Bir süre göz gezdirdi. Sonra Rönn’e geri verdi.
“Hayatımda gördüğüm en eciş bücüş yazı. Kendin okuyabiliyor musun bunu? Daktilodan çıkmış bir nüshası yok mu bunun?”
“Evet,” diye cevap verdi Rönn. “Var. Bir dakika sonra elinizde olur.”
“Tamam,” dedi Kollberg. “Hadi dinleyelim.”
Rönn gözlüğünü takıp boğazını temizledi. Notlarına şöyle bir baktı.
“Sekiz ölüden dördü, terminal civarlarında yaşıyormuş,” diye başladı. “Hayatta kalan adam da öyle.”
“Mümkünse sırayla git,” dedi Martin Beck.
“Evet, birincisi şoför. Ensesinden iki kurşunla vurulmuş, anında ölmüş olmalı.”
Martin Beck, Rönn’ün masadaki yığından çektiği fotoğrafa bakma gereği duymadı. Sürücü koltuğunda oturan adamın neye benzediğini çok iyi hatırlıyordu.
“Sürücünün adı Gustav Bengtsson’muş. Kırk sekiz yaşında, evli, iki çocukluymuş ve Inedals Caddesi 5 numarada oturuyormuş. Ailesine haber verildi. O günkü son seferiymiş ve yolcuları son durakta indirdikten sonra otobüsü Lindhagens Caddesi’ndeki Hornsberg hangarına götürecekmiş. Bilet cüzdanındaki paraya dokunulmamış ve kendi cüzdanında da 120 kron bulunuyormuş.”
Gözlüğünün üstünden diğerlerine şöyle bir baktı.
“Şimdilik onunla ilgili başka bir bilgi yok.”
“Devam et,” dedi Melander.
“Plandaki sıraya göre anlatacağım. Sıradaki kişi Åke Stenström. Sırtına beş el ateş edilmiş. Birisi sağ omzuna yandan girmiş, seken bir mermi olabilir. Yirmi dokuz yaşındaymış ve adresi…”
Gunvald Larsson lafını kesti.
“Onu atlayabilirsin. Nerede oturduğunu biliyoruz.”
“Ben bilmiyordum,” dedi Rönn.
“Devam et,” dedi Melander.
Rönn boğazını temizledi.
“Tjärhovs Caddesi’nde nişanlısıyla birlikte yaşıyormuş…”
Gunvald Larsson tekrar lafını kesti.
“Nişanlı değillerdi. Daha yeni sormuştum.”
Martin Beck, Gunvald Larsson’a sinirle baktı ve Rönn’e devam etmesi için başını salladı.
“Yirmi dört yaşındaki Åsa Torell ile birlikte. Kız, bir seyahat acentesinde çalışıyormuş.”
Gunvald Larsson’a hızlıca bir bakış atıp ekledi, “Günaha giriyorlar işte. Kıza haber verildi mi bilmiyorum.”
Melander piposunu ağzından çıkarıp konuştu, “Verildi.”
Masanın etrafındaki beş adam da Stenström’ün yamulmuş bedeninin fotoğraflarına bakmadı. Zaten bir kere görmüşlerdi ve tekrar tekrar görme meraklısı değildiler.
“Sağ elinde iş tabancasını tutuyordu. Tabancanın horozu çekilmişti fakat ateş açmamıştı. Ceplerinden içinde 37 kron, kimlik kartı, Åsa Torell’in bir fotoğrafı, annesinden bir mektup ve birkaç fiş olan bir cüzdan çıktı. Ayrıca sürücü ehliyeti, defter, kalemler ve bir set anahtar. Laboratuvardakiler incelemeyi bitirince hepsini bize gönderecekler. Devam edebilir miyim?”
“Evet, lütfen,” dedi Kollberg.
“Stenström’ün yanındaki koltukta oturan kızın adı Britt Danielsson. Yirmi sekiz yaşındaymış, evli değilmiş ve Sabbatsberg Hastanesi’nde çalışıyormuş. Kadrolu bir hemşireymiş.”
“Acaba birlikteler miydi, merak ettim,” dedi Gunvald Larsson. “Belki de bir yandan biraz eğleniyordu.”
Rönn ona kınayarak baktı.
“Öğrensek iyi olur,” dedi Kollberg.
“Kız Karlbergsvägen 87 numarada Sabbatsberg’li başka bir hemşireyle oda arkadaşıymış. Adı Monika Granholm olan oda arkadaşına göre Britt Danielsson hastaneden doğruca eve dönermiş. Tek kurşunla vurulmuş. Şakaktan. Otobüsün içinde tek kurşunla öldürülen tek oymuş. Çantasından otuz sekiz farklı şey çıktı. Sıralayayım mı?”
“Tanrım, hayır,” dedi Gunvald Larsson.
“Plana göre ve listedeki dört numara Alfons Schwerin, otobüsten sağ çıkan adam. Arka tarafta, iki uzun koltuğun ortasında, yerde sırtüstü uzanıyordu. Nerelerinden yaralandığını biliyorsunuz zaten. Karnına ateş edilmiş ve bir kurşun kalp bölgesine girmiş. Norra Stations Caddesi 117 numarada tek başına yaşıyormuş. Kırk üç yaşındaymış ve belediyenin yol dairesinde kadrolu çalışıyormuş. Durumu nasıl bu arada?”
“Hâlâ komada,” dedi Martin Beck. “Doktorlar şuurunun tekrar açılma ihtimali olduğunu söylüyor. Ama kendine gelse bile, konuşabilecek mi ya da herhangi bir şey hatırlar mı emin değiller.”
“Karın boşluğunda bir mermiyle konuşamaz mıymışsın?” diye sordu Gunvald Larsson.
“Şok,” dedi Martin Beck.
Sandalyesini geriye itip gerindi. Ardından bir sigara yakıp duvardaki çizimin önünde durdu.
“Ya şu köşedeki?” dedi. “Sekiz numara?”
Sağ köşede, otobüsün en arkasında yer alan koltuğu işaret etti. Rönn notlarına döndü.
“Sekiz kurşun almış. Göğsüne ve karnına. Arap’mış, adı Muhammed Boussie, Cezayir kökenli, otuz altı yaşında, İsveç’te hiç akrabası yok. Norra Stations Caddesi’nde bir çeşit pansiyonda yaşıyormuş. Belli ki Vasa Caddesi’nde bir et restoranı olan Zig-Zag’deki işinden çıkmış, evine dönüyormuş. Şu anda onun hakkında söylenecek başka bir şey yok.”
“Arabistan,” dedi Gunvald Larsson. “Orada genelde bir sürü çata pat yaşanmaz mı?”
“Siyasi bilgin yıkılıyor,” dedi Kollberg. “Sepo’ya tayinini istemelisin.”
“Doğru adı Milli Polis Teşkilatı Güvenlik Dairesi’dir onun,” dedi Gunvald Larsson.
Rönn ayağa kalktı, yığının arasından bir iki fotoğraf çıkardı ve masada yan yana koydu.
“Bu adamın kimliğini tespit edemedik,” dedi. “Altı numara. Tam orta kapıların arkasında, dışta kalan koltukta oturuyormuş ve altı kurşunla öldürülmüş. Ceplerinden bir kibrit kutusunun çakma tarafı, bir paket Bill sigara, bir otobüs bileti ve 1823 kron nakit çıktı. Hepsi bu.”
“Çok para,” dedi Melander düşünceli bir şekilde.
Masanın üstüne eğilip tanımadıkları adamın resimlerini incelediler. Adam koltukta aşağı doğru kaymıştı ve kolları sallanarak, sol bacağı koridora düşmüş şekilde yayılmıştı. Paltosunun ön tarafı kana bulanmıştı. Yüzü yoktu.
“Kahretsin, ne olmuş,” dedi Gunvald Larsson. “Adamı kendi anası gelse tanıyamaz.”
Martin Beck duvardaki çizimi incelemeye devam etti. Sol elini yüzünün önünde tutarak şöyle dedi, “Sonuçta iki kişi olduklarından emin değilim.”
Diğerleri ona baktı.
“İki ne?” diye sordu Gunvald Larsson.
“İki tetikçi. Yolculara baksana, hiçbirisi yerinden kıpırdamamış. Hâlâ hayatta olan hariç, o da sonrasında yere yığılmış olabilir.”
“İki manyak adam mı?” dedi Gunvald Larsson şüpheyle. “Aynı zamanda?”
Kollberg gidip Martin Beck’in yanında durdu.
“Yani sadece bir kişi olsa, birisinin tepki göstermeye fırsatı olurdu mu diyorsun? Hımm, olabilir. Ama herif onları bir güzel biçmiş. Bayağı hızlı olmuştur, hatta belki hepsi uyuklarken yakalanmıştır…”
“Listeye devam edelim mi? Bir silah mı vardı, iki mi, en kısa zamanda öğreneceğiz.”
“Tabii,” dedi Martin Beck. “Devam et, Einar.”
“Yedi numaralı adam Johan Källström adında bir ustabaşı. Kimliği tespit edilememiş adamın yanında oturuyormuş. Elli iki yaşındaymış, evliymiş ve Karlebrgsvägen 89 numarada oturuyormuş. Karısına göre, Sibylle Caddesi’ndeki atölyesinden dönüyormuş, fazla çalışmış. Onunla ilgili pek özel bir ayrıntı yok.”
“İşten dönerken midesinin kurşunla dolması hariç,” dedi Gunvald Larsson.
“Orta kapının tam önündeki cam kenarında Gösta Assarsson oturuyormuş, sekiz numara. Kırk iki yaşında. Kafasının yarısı dağılmış. Tegnér Caddesi 40 numarada yaşıyormuş, ofisi ve iş yeri de orasıymış, erkek kardeşiyle birlikte işlettiği bir ithalat ihracat firması varmış. Karısı neden otobüste olduğunu bilmiyor. Ona göre, Narvavägen’de bir kulüp toplantısında olmalıymış.”
“Aha,” dedi Gunvald Larsson. “Alem yapmaya çıkmış.”
“Evet, böyle bir şey söylenebilir. Evrak çantasında bir şişe viski bulunmuş. Johnnie Walker, Black Label.”
“Aha,” dedi damak zevkine düşkün Kollberg.
“Ayrıca bol miktarda prezervatif taşıyormuş,” dedi Rönn. “İç cebinde yedi tane varmış. Çek defteri ve nakit 800 kron da yanındaymış.”
“Neden yedi?” diye sordu Gunvald Larsson.
Kapı açıldı ve Ek kafasını içeri uzattı.
“Hammar on beş dakika içinde hepinizi odasına beklediğini söyledi. Brifing. On bire çeyrek kala yani.” Gözden kayboldu.
“Tamam, devam edelim,” dedi Martin Beck. “Nerede kalmıştık?”
“Yedi kılıfla gezen adamda,” dedi Gunvald Larsson.
Martin Beck, “Adam hakkında söylenecek daha fazla bir şey var mı?” diye sordu.
Rönn karalama yazısıyla dolu kâğıt parçasına baktı. “Sanmıyorum.”
“Devam et o zaman,” dedi Martin Beck, Gunvald Larsson’un masasına oturarak.
“Assarsson’dan iki koltuk önde dokuz numara oturuyormuş, Bayan Hildur Johansson, altmış sekiz yaşında, dul, Norra Stations Caddesi 119 numarada yaşıyormuş. Omzundan ve boynundan vurulmuş. Västmanna Caddesi’nde oturan evli bir kızı var. Kızının çocuklarına baktıktan sonra kendi evine dönüyormuş.”
Rönn sayfayı katlayıp ceketinin cebine koydu.
“Hepsi bu,” dedi.
Gunvald Larsson iç geçirdi, fotoğrafları ayrı ayrı dokuz deste hâline getirdi.
Melander piposunu bıraktı, bir şeyler mırıldanıp tuvalete gitti.
Kollberg sandalyesini yana yatırıp konuşmaya başladı: “Peki tüm bunlardan ne öğrendik? Sıradan bir akşamda, sıradan bir otobüste, gayet sıradan dokuz kişi görünüşe göre hiçbir sebep olmaksızın bir taramalı tabancayla biçiliyor. Kimliği tespit edilemeyen bu adam dışında, bu insanlarla ilgili hiçbir tuhaflık göremiyorum.”
“Evet, sadece bir,” dedi Martin Beck. “Stenström. O otobüste ne arıyordu?”
Kimse cevap vermedi.
* * *
Bir saat sonra, Hammar aynı soruyu bu kez Martin Beck’e yöneltiyordu.
Hammar bundan böyle otobüs cinayeti üstünde çalışacak özel soruşturma grubunu odasına çağırmıştı. Ekipte deneyimli on yedi cinayet masası polisi yer alıyordu, Ham-mar başlarındaydı. Martin Beck ve Kollberg de ayrıca soruşturmayı yürütüyordu.
Ellerindeki tüm veriler incelendi, durum analiz edildi ve görev dağılımı yapıldı. Brifing sona erince, Martin Beck ve Kollberg haricinde herkes odayı terk edince Hammar, “Stenström’ün o otobüste ne işi vardı?” dedi.
Martin Beck, “Bilmiyorum,” diye cevap verdi.
“Son zamanlarda ne üstünde çalıştığını bilen de yok gibi. Sizden biri biliyor muydu?”
Kollberg ellerini havaya kaldırıp omuz silkti.
“En ufak bir fikrim yok. Günlük rutin harici yani. Tahminen diyebilirim ki üzerinde çalıştığı bir şey yoktu.”
“Son haftalar pek olaylı değildi,” dedi Martin Beck. “O yüzden bayağı bir boş vakti vardı. Daha önce de oldukça fazla mesai yaptığı için hakkı vardı.”
Hammar parmaklarını masanın kenarına vurdu ve düşünceli bir şekilde kaşlarını çattı. Sonra şöyle dedi, “Nişanlısına kim haber verdi?”
“Melander,” dedi Kollberg.
“Bence birisi en kısa zamanda onunla konuşmalı,” dedi Hammar. “Neyin peşinde olduğunu muhakkak biliyordur.”
Durdu, sonra ekledi, “Tabii eğer…”
Sessiz kaldı.
“Ne?” diye sordu Martin Beck.
“O otobüsteki hemşireyle takılmıyorsa demek istiyorsun,” dedi Kollberg.
Hammar konuşmadı.
“Ya da ona benzer başka bir iş üstünde değilse,” dedi Kollberg.
Hammar başıyla onayladı.
“Öğrenin,” dedi.

10
Kungsholms Caddesi’ndeki emniyetin dışında kesinlikle başka yerde olmayı dileyen iki kişi dikiliyordu. Başlarında polis kepi, üstlerinde pırıltılı düğmeli deri polis ceketi, göğüslerinden çapraz geçen omuz kemerleri ve tabancaları, bellerinde coplarıyla duruyorlardı. Bunlar Kristiansson ve Kvant’tı.
İyi giyimli yaşlıca bir kadın yanlarına yaklaşıp, “Affedersiniz, Hjärne Caddesi’ne nasıl gidebilirim acaba?” diye sordu.
“Bilmiyorum, hanımefendi,” dedi Kvant. “Bir polise sorun. Orada biri duruyor.”
Kadın ağzı açık kalarak baktı.
Kristiansson çabucak, “Biz de buranın yabancısıyız,” diye araya girdi.
Kadın merdivenleri çıkarken hâlâ onlara tuhaf tuhaf bakıyordu.
“Bizi ne için çağırdılar dersin?” diye sordu Kristiansson kaygıyla.
“Bilgi almak için elbette,” diye cevapladı Kvant. “İlk biz gördük, değil mi?”
“Evet,” dedi Kristiansson. “Biz ama…”
“Aması maması yok, Kalle. Doğruca asansöre.”
Üçüncü katta Kollberg ile buluştular. Kollberg dalgın dalgın ve kasvetle onlara baş selamı verdi. Sonra bir kapıyı açıp, “Gunvald, Solna’lı ikili burada,” dedi.
“Beklemelerini söyle,” dedi ofisin içinden bir ses.
“Bekleyin,” dedi Kollberg ve gözden kayboldu.
Yirmi dakika bekledikten sonra Kvant silkelenip konuştu, “Peki ne oluyor şimdi? Mesaimiz bitti ve Siv’e çocuklara bakacağıma söz verdim, doktora gidecekti,” dedi.
“Söylemiştin,” diye onu başından savdı Kristiansson.
“Şeyinde garip bir his varmış, tam şey…”
“Evet, onu da söylemiştin,” diye mırıldandı Kristiansson.
“Şimdi yine canıma okuyacak,” dedi Kvant. “Kadını bu günlerde bir türlü memnun edemiyorum. İyice korkutucu görünmeye başladı. Kerstin de öyle kalçadan genişledi mi?”
Kristiansson cevap vermedi.
Kerstin onun karısıydı ve iş arkadaşıyla karısı hakkında konuşmaktan hoşlanmazdı.
Kvant’ın umurunda değildi.
Beş dakika sonra Gunvald Larsson kapıyı açıp, “Girin,” dedi.
İçeri girip oturdular. Gunvald Larsson ikisini de alıcı gözle süzdü.
“Otursaydınız.”
“Oturduk zaten,” dedi Kristiansson anlamsızca.
Kvant sabrı taşarak bir el hareketiyle onu susturdu. Bela kokusu almaya başlamıştı.
Gunvald Larsson bir süre sessizce ayakta durdu. Sonra kendisi de masasına geçti, derin bir iç çekip söze başladı, “Ne kadar zamandır teşkilattasınız?”
“Sekiz sene,” dedi Kvant.
Gunvald Larsson masasından bir sayfa alıp incelemeye koyuldu.
“Okuma biliyor musunuz?” diye sordu.
“Ah evet,” dedi Kristiansson, Kvant onu durduramadan.
“Okuyun o zaman.”
Gunvald Larsson kâğıdı masanın üzerine itti.
“Orada yazanları anladınız mı? Yoksa açıklamam gerekir mi?”
Kristiansson hayır anlamında başını salladı.
“Memnuniyetle açıklarım,” dedi Gunvald Larsson. “Olay mahallinde yapılmış ilk araştırma raporu. Diyor ki; 44 numara ayakkabı giyen iki kişi, kahrolası otobüsün her tarafında yüzlerce ayak izi bırakmış, hem üst hem de alt katında. Sizce bu iki kişi kim olabilir?”
Cevap gelmedi.
“Şöyle açıklasam iyi olacak. Laboratuvardan bir uzmanla daha yeni konuştum. Olay mahallinin sanki bir su aygırı sürüsü saatlerce üstünde tepinmiş gibi göründüğünü söyledi. Bu uzman, sadece iki kişiden meydana gelen bir insan sürüsünün, bu kadar kısa sürede orada bulunabilecek tüm ayak izlerini böyle silebilmesini inanılmaz bulduğunu ifade etti.”
Kvant’ın tepesi atmaya başladı ve masada oturan adama sert sert baktı.
“Şimdi, su aygırları ve diğer hayvanlar genelde silahlı dolaşmaz,” diye devam etti Gunvald Larsson abartı şeker bir sesle. “Gelgelelim, birisi 7.65 mm Walther ile otobüsün içinde bir el ateş etmiş, tam olarak ön merdivenlerden yukarıya. Kurşun tavandan sekmiş ve üst kattaki koltuk döşemelerinden birinin içine gömülü bulunmuş. Sizce bu atışı kim yapmış olabilir?”
“Biz yaptık,” dedi Kristiansson. “Yani ben yaptım.”
“Ha, öyle mi? Neye ateş ediyordun peki?”
Kristiansson hiç mutlu olmayarak ensesini kaşıdı. “Hiçbir şeye,” dedi.
“Bir uyarı atışıydı,” dedi Kvant.
“Kim için?”
“Katilin hâlâ otobüsün içinde olabileceğini ve üst katta saklanabileceğini sandık,” dedi Kristiansson.
“Saklanıyor muydu?”
“Hayır,” dedi Kvant.
“Nereden biliyorsunuz? Bundan sonra ne yaptınız?”
“Yukarı çıkıp şöyle bir baktık,” dedi Kristiansson.
“Orada kimse yoktu,” dedi Kvant.
Gunvald Larsson ikisine de en az yarım dakika boyunca baktı.
Sonra avucunun içini masanın üstüne şap diye vurup kükredi, “Demek ikiniz birden yukarı çıktınız! Nasıl bu kadar aptal olabildiniz?”
“İkimiz de farklı yönden çıkıp baktık,” diye kendilerini savundu Kvant. “Ben arka merdivenden, Kalle de önden çıktı.”
“Orada her kim varsa, kaçamasın diye,” dedi Kristiansson, durumu düzeltmek istercesine.
“Ama Yüce Tanrım, orada kimse yoktu! Tek başarınız, koskoca kahrolası otobüsün içindeki her bir ayak izini mahvetmekti! Dışarıdakiler de cabası! Peki cesetlerin arasında ne diye tepindiniz? İçeriyi olduğundan daha korkunç bir rezalete çevirmek için mi?”
“Hâlâ yaşayan var mı diye anlamak için,” dedi Kristiansson.
Bembeyaz oldu ve yutkundu.
“Sakın gene kusmaya başlama, Kalle,” dedi Kvant, azarlar gibi.
Kapı açıldı ve Martin Beck içeri girdi. Kristiannson anında ayağa kalktı ve Kvant da onu takip etti. Martin Beck onlara baş selamı verip soru sorar gibi Gunvald Larsson’a baktı.
“Sen mi bağırıyorsun böyle? Bu çocuklara zılgıt çekmenin bir faydası yok.”
“Evet var,” diye karşı çıktı Gunvald Larsson. “Yapıcı bir zılgıt.”
“Yapıcı mı?”
“Aynen. Bu iki salak…”
Ansızın susup kelime seçimine çekidüzen verdi.
“Bu iki meslektaşımız elimizdeki tek tanıklar. Şimdi dinleyin bakalım, siz ikiniz! Saat kaçta vardınız olay yerine?”
“On biri on üç geçe,” dedi Kvant. “Kronometremle saati kontrol ettim.”
“Bense tam şu anda oturduğum noktada oturuyordum,” dedi Gunvald Larsson. “Telefonum saat on biri on sekiz geçe çaldı. Eğer geniş bir zaman ayırırsak, yarım dakika boyunca arabadaki telsizle oyalandınız, Polis Merkezi’nin de bana ulaşması on beş saniye sürdü desek, geriye hâlâ dört dakikadan fazla zaman kalır. O zaman içinde ne yapıyordunuz?”
“Şey…” dedi Kvant.
“Zehirlenmiş sıçanlar gibi oradan oraya koşturuyor, kana ve dağılmış beyinlere basıyor, cesetleri oynatıyor ve kim bilir ne halt ediyordunuz. Dört dakika.”
“Bunun neresi yapıcı anlamadım…” diye başladı Martin Beck ama Gunvald Larsson lafını ağzına tıktı.
“Bir dakika. Bu sersemlerin dört dakika harcayıp olay yerinin içine etmeleri gerçeği dışında, oraya on biri on üç geçe varmışlar. Kendiliğinden değil, o otobüsü ilk fark eden adamın haber vermesi sonucu gitmişler. Doğru mu?”
“Evet,” dedi Kvant.
“Köpekli ihtiyar delikanlı,” dedi Kristiansson.
“Aynen öyle. Adını bile öğrenme zahmetine girmedikleri birisinden duymuşlar, eğer bugün buraya gelme nezaketini göstermeseydi, hayatta kimliğini belirleyemeyeceğimiz o birisinden. Bu köpekli adamı ilk ne zaman gördünüz?”
“Şey…” dedi Kvant.
“Otobüsün yanına varmadan iki dakika önce,” dedi Kristiansson botlarına bakarak.
“Aynen. Çünkü adamın ifadesine göre, arabada oturarak ve ona kaba saba bağırarak en az bir dakika kaybetmişsiniz. Köpekler vesaire hakkında zırvalayıp durmuşsunuz. Yanılıyor muyum?”
“Hayır,” diye mırıldandı Kristiansson.
“Bilgiyi aldığınızda dolayısıyla saat on biri on ya da on bir geçiyormuş. Bu adam sizi durdurduğunda otobüse ne kadar yakındınız?”
“Yaklaşık üç yüz metre kadar,” dedi Kvant.
“Bu doğru, bu doğru,” dedi Gunvald Larsson. “Bu adam yetmiş yaşında ve peşinde sürüklemesi gereken hasta bir daksundu olduğundan dolayı…”
“Hasta mı?” diye şaşırdı Kvant.
“Aynen öyle,” diye cevap verdi Gunvald Larsson. “Kör olasıca köpeğin belinde disk kayması varmış ve iki arka ayağı tutmaz gibiymiş.”
“Ne demek istediğini sonunda anlıyorum,” dedi Martin Beck.
“Hı hı. Adamı bugün aynı çevreyi deneme amaçlı koşturdum. Köpeğiyle falan. Üç kere yaptırdım, sonra köpek pes etti.”
“Ama bu, hayvanlara zulüm,” diye başkaldırdı Kvant.
Martin Beck buna şaşırmıştı, bu yüzden adama ilgili bir bakış attı.
“Her hâlükârda, bu ikisi ne kadar denerse denesin, o mesafeyi üç dakikadan daha kısa sürede tamamlayamadılar. Demek ki adam otobüsü en geç on biri yedi geçe görmüştü. Zaten biz de katliamın bundan üç dört dakika önce gerçekleştiğini biliyoruz.”
“Onu nereden biliyorsunuz?” dedi Kristiansson ve Kvant bir ağızdan.
“Sizi ilgilendirmez,” diye karşılık verdi Gunvald Larsson.
“Memur Stenström’ün kol saatinden,” dedi Martin Beck. “Mermilerden biri göğsünden geçip sağ bileğine inmiş. Kol saatinin tam ortasını kırmış, Omega Speedmaster marka saat de uzmanımıza göre aynı saniye durmuş. Saatin kolları on biri üç dakika otuz yedi saniyeyi gösteriyordu.”
Gunvald Larsson ona pis pis baktı.
“Biz Komiser Stenström’ü tanıyoruz, zaman konusunda çok titizdi,” dedi Martin Beck üzgünce. “Saatçilerin ‘saniye manyağı’ dedikleri türde biriydi. Yani saati her zaman saniyesi saniyesine doğru zamanı gösterirdi. Sen devam et, Gunvald.”
“Köpekli bu adam Karlbergsvägen tarafından Norrbacka Caddesi üzerinden yaklaşıyordu. Hatta sokağın başladığı yerde otobüs onu geçmişti. Norrbacka Caddesi boyunca yürümesi yaklaşık beş dakikasını almış. Otobüs bu mesafeyi kırk beş saniyede kat etmiş. Adam yolda kimseye rastlamamış. Köşeye vardığında otobüsün, sokağın karşı tarafında durduğunu görmüş.”
“Eee, ne olmuş?” dedi Kvant.
“Kapa çeneni,” dedi Gunvald Larsson.
Kvant bir şey söylemek için öfkeyle ağzını açmayı düşündü ama Martin Beck’e bakıp tekrar kapattı.
“Camların kırıldığını görmemiş, ki bu arada bu iki harika arkadaş nihayet otobüsün içine girdiğinde de fark etmemişler. Fakat ön kapının açık olduğunu görmüş. Kaza olduğunu zannetmiş ve yardım getirmek için acele etmiş. Hesaplamış, açıkçası yanılmamış da. Norrback Caddesi’nin yokuşunu gerisin geri tırmanacağına son durağa gitmenin daha çabuk olacağını düşünmüş, Norra Stations Caddesi boyunca güneybatı istikametinde yürümeye başlamış.”
“Neden?” diye sordu Martin Beck.
“Çünkü hattın sonunda bekleyen bir başka otobüs olur diye düşünmüş. Şans bu ya, yokmuş. Onun yerine, maalesef devriye gezen bir polis arabasına rastlamış.”
Gunvald Larsson cam mavisi gözlerini Kristiansson ve Kvant’a çevirdi.
“Solna’dan bir devriye arabası, hani bir taşı kaldırırsın da altından böcekler kaçışır ya, aynı onun gibi kendi mıntıkalarından sessizce ayrılmışlar. Eee, sınırda, motorunuz çalışır durumda kaç dakikadır duruyordunuz?”
“Üç,” dedi Kvant.
“Daha doğrusu dört beş diyelim,” dedi Kristiansson.
Kvant ona yandan bir bakış fırlattı.
“O yönden gelen herhangi birini gördünüz mü?”
“Hayır,” dedi Kristiansson. “Köpek gezdiren o adama kadar kimseyi görmedik.”
“Demek ki katil, Norra Stations Caddesi boyunca güneybatıya doğru kaçmış olamaz ya da Norrback Caddesi’nden yukarı güneye gitmiş olamaz. Eğer yük trenleri istasyonuna geçmediğini düşünürsek geriye tek olasılık kalıyor. Tam ters yöndeki Norra Stations Caddesi.”
“Peki… istasyonun boş alanına gitmediğini nereden biliyoruz?” diye sordu Kristiansson.
“Çünkü orası siz ikinizin görünürdeki her şeyi ayağınızla çiğnemediği tek yerdi. Çitin üstüne tırmanıp oranın da içine etmeyi unutmuşsunuz.”
“Tamam, Gunvald, mesajın anlaşıldı artık,” dedi Martin Beck. “Güzel. Fakat her zamanki gibi sadede gelmen asırlar aldı.”
Bu yorum Kristiansson ve Kvant’ı cesaretlendirip aralarında rahatlama ve gizli bir anlaşmayla dolu bakışmalarına sebep oldu. Fakat Gunvald Larsson çıkıştı, “Eğer siz ikinizin o kalın kafası azıcık çalışıyor olsaydı, arabaya biner, katili yakalayıp getirmiş olurdunuz.”
“Ya da bizi de vururdu,” diye karşılık verdi Kristiansson.
“O herifi ele geçirdiğimde siz ikinizi bir güzel önüme katacağım,” dedi Gunvald Larsson vahşice.
Kvant duvar saatine çaktırmadan bakıp, “Artık gidebilir miyiz?” diye sordu. “Karım…”
“Evet,” dedi Gunvald Larsson. “Cehennemin dibine gidebilirsiniz!”
Martin Beck’in kınayan bakışlarından kaçıp, “Neden akıl edemediler ki?” dedi.
“Bazı insanların kafası biraz geç çalışır,” dedi Martin Beck dostça. “Bu sadece dedektiflere özgü bir şey değil.”

11
Kapıyı çarparak içeri giren Gunvald Larsson, “Şimdi düşünmeliyiz,” dedi kısaca. “Saat tam üçte Hammar’la brifing yapacağız. On dakika sonra.”
Telefonun ahizesi kulağında oturan Martin Beck, ona sinirle baktı ve Kollberg kâğıtlarından kafasını kaldırıp sıkıntıyla mırıldandı. “Sanki bilmiyoruz. Boş mideyle düşünmeye çalış da göreyim seni ne kadar kolaymış.”
Kollberg’i huysuzlaştıran nadir şeylerden biri de öğün atlamaktı. Şu saatte en az üç öğünü atlamıştı ve bu yüzden iyice karalar bağlamıştı. Dahası Gunvald Larsson’un o çok bilmiş ifadesinden az önce dışarı çıkıp bir şeyler yediğini anlayınca bu hiç de hoşuna gitmedi.
“Sen nerelerdeydin?” diye sordu şüpheyle.
Gunvald Larsson cevap vermedi. Adam yürüyüp masasına otururken Kollberg gözleriyle onu takip etti.
Martin Beck telefonu kapattı.
“Seni kemirip duran da ne?” dedi.
Ardından ayağa kalktı, notlarını alıp Kollberg’e doğru yürüdü.
“Laboratuvardan aradılar,” dedi. “Altmış sekiz el ateş edilmiş boş kovan saymışlar.”
“Kaç kalibre?” diye sordu Kollberg.
“Düşündüğümüz gibi. Dokuz milimetre. Altmış yedisi aynı silahtan çıkmış.”
“Ya altmış sekizinci?”
“Walther 7.65.”
“Şu Kristiansson denen herifin tavana sıktığı var ya,” diye açıkladı Kollberg.
“Evet.”
“O hâlde muhtemelen sadece bir manyak adam vardı,” dedi Gunvald Larsson.
“Evet,” dedi Martin Beck.
Plana dönerek orta kapılardan en genişinin içine bir X çizdi.
“Evet,” dedi Kollberg. “Adam orada durmuş olmalı.”
“Bu da şey demek oluyor…”
“Ne demek oluyor?” diye sordu Gunvald Larsson.
Martin Beck cevap vermedi.
“Ne diyecektin?” diye sordu Kollberg. “Bu ne demek oluyor…?”
“Stenström’ün neden ateş etmeye vakit bulamadığını,” dedi Martin Beck şüpheli bir şekilde, sağ elinin baş ve işaret parmağıyla burnunun dibini ovuşturdu.
Hammar kapıyı ardına kadar açıp içeriye girdi, Ek ve savcılıktan bir adam da arkasındaydı.
“Durum analizi,” dedi kısaca. “Telefon aramalarını kesin. Hazır mısınız?”
Martin Beck ona kederle baktı. Odaya aynı bu şekilde, beklenmedik bir anda ve kapıyı çalmadan girmek tam da Stenström’ün âdetiydi. Hemen hemen her seferinde. Son derece sinir bozucuydu o zamanlar.
“Elinizde ne var?” diye sordu Gunvald Larsson. “Akşam gazeteleri mi?”
“Evet,” diye cevap verdi Hammar. “Ne harikalar değil mi?”
Gazeteyi kaldırıp düşmanca bir bakış attı. Manşetler büyük ve koyu harflerle yazılmıştı fakat metin çok az bilgi içeriyordu.
“Şimdi buradan aktarıyorum,” dedi Hammar, “‘Yüzyılın cinayeti,’ diyor Stockholm cinayet masasından dişli polis Gunvald Larsson ve devam ediyor: ‘Hayatımda gördüğüm en mide bulandırıcı ve korkunç sahneydi.’ İki ünlem işareti.”
Gunvald Larsson sandalyesine tekrar çöküp kaşlarını çattı.
“Ne dostların varmış,” dedi Hammar. “Adalet Bakanı da kendini aşmış. ‘Bu kanunsuzluk ve şiddet anlayışına bir an önce dur demeli. Polis teşkilatımız hiç zaman kaybetmeden suçluyu yakalamak için bütün kaynaklarını seferber etmiştir.’”
Sağına soluna bakınıp ekledi, “İşte kaynaklarımız.”
Martin Beck burnunu sildi.
“‘Soruşturma ekibi zaten ülkenin yüzden fazla en yetenekli adli uzmanından oluşuyor,’” diye devam etti Ham-mar. “‘Bu gelmiş geçmiş en büyük ekip.’”
Kollberg iç geçirip başını kaşıdı.
Hammar, “Ah şu politikacılar,” diye mırıldandı kendi kendine.
Gazeteyi masaya fırlatıp, “Melander nerede?” dedi.
“Psikologlarla konuşuyor,” dedi Kollberg.
“Ya Rönn?”
“Hastanede.”
“Oradan bir haber var mı?”
Martin Beck olumsuz anlamda başını salladı.
“Hâlâ ameliyattalar,” dedi.
“Eh,” dedi Hammar. “Durum analizine devam edelim.”
Kollberg kâğıtlarına göz attı.
“Otobüs Bellmansro’dan saat on civarı ayrılmış,” dedi.
“Civarı mı?”
“Evet. Strandvägen’deki durum yüzünden bütün seferler kaymış. Otobüsler trafikte ya da polis kordonu arkasında sıkışıp kalmış ve büyük gecikmeler yaşandığından şoförlere, kalkış saatini göz ardı edin, en son duraktan gerisin geri dönün denmiş.”
“Telsizle mi?”
“Evet. Bu talimat saat dokuzu biraz geçe 47 numaralı güzergâhtaki sürücülere gönderilmiş. Stockholm Toplu Taşıma’nın kendi merkezinden.”
“Devam et.”
“Bu özel turda otobüsün bir kısmında başka yolcuların binip indiğini varsayıyoruz. Fakat şu ana dek herhangi bir tanık izi süremedik.”
“Ortaya çıkarlar yakında,” dedi Hammar.
Gazeteyi gösterip ekledi, “Bundan sonra.”
“Stenström’ün kol saati tam on biri üç dakika otuz yedi saniye geçe durmuş,” diye devam etti Kollberg tekdüze bir sesle. “Silahtan tam bu saatte ateş edildiğini buradan anlayabiliriz.”
“İlki mi sonuncusu mu?” diye sordu Hammar.
“İlki,” dedi Martin Beck.
Duvardaki çizime dönüp işaret parmağını az önce çizdiği X’in üstüne koydu.
“Biz tetikçinin burada durduğunu düşünüyoruz. Çıkış kapılarının yanındaki açık alanda.”
“Bu tahmininiz neye dayanıyor?”
“Mermilerin menziline. Ayrıca boş kovanların cesetlerle olan açısına.”
“Tamam. Devam.”
“Aynı zamanda katilin üç sefer yaylım atışı yaptığını düşünüyoruz. Birincisi soldan sağa öne doğru, böylece otobüsün ön tarafında oturan bütün yolcuları vurdu. Buradaki çizimde bir, iki, üç, sekiz ve dokuz numara verilmiş kişileri. Bir numara sürücü ve iki numara da Stenström.”
“Ya sonra?”
“Sonra arkasını döndü, muhtemelen sağına doğru döndü ve otobüsün arka kısmında oturan dört kişiye ateş etti, yine soldan sağa taradı ve beş, altı, yedi numaraları öldürdü. Dört numarayı da yaraladı, Schwerin’i yani. Schwerin koridorun en arkasında sırt üstü yatıyordu. Demek ki otobüsün solunda yer alan uzunlamasına koltukta oturuyordu ve ayağa kalkmaya vakit bulmuştu. Bu yüzden en son o vurulmuştu.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/may-shevall/gulen-polis-69401635/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Balkondaki Adam, Per Wahlöö ve Maj Sjöwall, çev. Bige Turan Zourbakis, Ayrıksı Kitap.

2
Balkondaki Adam, Per Wahlöö ve Maj Sjöwall, çev. Bige Turan Zourbakis, Ayrıksı Kitap.
Gülen Polis Пер Валё и Май Шёвалль
Gülen Polis

Пер Валё и Май Шёвалль

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Ayrıksı Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "Soğuk ve yağmurlu bir Stockholm gecesinde bir otobüste dokuz yolcu katledilir. Hayatını kaybeden bu yolculardan biri de polistir. Cinayet masasından olan bu polisin otobüste bulunması tesadüf müdür? Martin Beck aksini düşünüyordur.

  • Добавить отзыв