Kanaldaki Kadın

Kanaldaki Kadın
Per Wahlöö
Maj Sjöwall
Martin Beck #1
"Eğer bir modern polisiye klasiği arayacak olursanız bu Martin Beck serisi olacaktır. On kitaptan oluşan bu seri Komiser Martin Beck ve ekibinin cinayet soruşturmalarını konu alır. İsveçli yazarlar Maj Sjöwall ve Per Wahlöö modern polisiye romanının mihenk taşlarıdır. 1960 ve 70’lerde yazdıkları bu seri modern toplumun sancılı yaratımına ayna tutarken tüm dünyada sayısız polisiye yazarına da esin kaynağı olmuştur.
İsveç’te bir kanalda bir kadın cesedi bulunur ve Komiser Martin Beck bu cinayeti çözmek için iş başına geçer. Önce kadının kimliğini tespit etmek ve sonra da katili bulmak zorundadır. Yorucu ve soru işaretleriyle dolu bir soruşturmanın ardından sezgileri güçlü komiserimiz katili tehlikeli bir tuzağa çeker."

Maj Sjöwall, Per Wahlöö
Kanaldaki Kadın

1
Cesedi temmuzun sekizinde, öğleden sonra saat üçü biraz geçe buldular. Kötü durumda değildi ve suyun içinde fazla kalmış olamazdı.
Aslında onu tamamen şans eseri bulmuşlardı. Bu kadar çabuk bulmuş olmalarının polis soruşturmasına yardımcı olması gerekirdi.
Borenshult’taki kanal havuzlarının aşağısında, göle girişi doğudan esen rüzgârdan koruyan bir dalgakıran vardı. O bahar, su yolu trafiğe açıldığında, kanal tıkanmaya başlamıştı. Tekneler manevra yapmakta zorlanıyor ve pervaneleri dipten sarımsı, yoğun çamur bulutları kaldırıyordu. Bir şey yapılması gerektiği açıktı. Kanal Şirketi ta mayıs ayında, Yol ve Su İşleri Müdürlüğü’nden bir tarak dubası talep etmişti. Belgeler, ne yapacağını bilmeyen memurlar arasında el değiştirdikten sonra, nihayet İsveç Ulusal Denizcilik ve Gemicilik İdaresi’ne havale edildi. Denizcilik ve Gemicilik İdaresi, bu işin Yol ve Su İşleri Müdürlüğü’nün kepçeli tarak dubalarından biri tarafından yapılmasını uygun buldu. Ama Yol ve Su İşleri Müdürlüğü, kepçeli tarak dubasının kontrolünün Denizcilik ve Gemicilik İdaresi’nde olduğunu gördü ve çaresizlik içinde Norrköping’deki Liman Komisyonu’na başvurdu. Liman Komisyonu’nun derhal Denizcilik ve Gemicilik İdaresi’ne geri gönderdiği belgeler bu kurum tarafından Yol ve Su İşleri Müdürlüğü’ne havale edildi. Tam bu noktada birisi telefonu eline alıp kepçeli tarak dubası konusunda bilgi sahibi bir mühendisi aradı. Bu mühendis, mevcut beş adet kepçeli tarak dubasından sadece birinin bu kanal havuzlarından geçebileceğini biliyordu. Bu geminin adı Griffon’du ama tabii ki ona Domuz diyorlardı ve tesadüf bu ya, Gravarne’deki barınakta yatıyordu. 5 Temmuz sabahı mahalleli çocuklarla Vietnamlı bir turistin bakışları altında, Griffon Borenshult’a demirledi.
Bir saat sonra Kanal Şirketi’nden bir temsilci projeyi konuşmak üzere gemiye çıktı. Görüşme tüm öğleden sonra sürdü. Ertesi gün cumartesiydi ve gemi dalgakıranda beklerken herkes hafta sonu tatili için evlerine gitti. Mürettebat, aynı zamanda tekneyi suya çıkarmaya yetkili kaptan da olan bir baştarakçı, bir kazı operatörü ve bir de miçodan oluşuyordu. Bu adamlardan son ikisi Göteborg’luydu ve Motala’dan kalkan gece trenine bindiler. Kaptan Nacka’da yaşıyordu ve karısı arabayla onu almaya geldi. Pazartesi sabahı saat yedide üçü de yeniden gemideydi ve bir saat sonra tarama işine başladılar. Saat on bire doğru ambar dolunca tarama gemisi çıkanları boşaltmak için göle açıldı. Dönüşte biraz yavaşlayıp batı istikametinden Boren kanal havuzlarına yaklaşan beyaz bir vapurun geçişini beklemek zorunda kaldılar. Vapurun küpeştesine üşüşen yabancı turistler, tarama gemisinde çalışan mürettebata heyecanla el salladılar. Yolcu vapuru Motala ve Vättern gölü yönüne doğru kanal havuzlarında yavaş yavaş yükseldi. Öğle yemeği saati geldiğinde tepe flaması en baştaki kanal kapağının ardında gözden kaybolmuştu. Saat bir buçukta adamlar tekrar dip tarama işine koyuldular.
Sahne şöyleydi: Hafiften rüzgâr esiyordu ve aylakça dolaşan yaz bulutlarıyla hava sıcak ve güzeldi. Dalgakıranın üzerinde ve kanalın kenarında insanlar vardı. Çoğu güneşleniyor, birkaçı balık tutuyor ve iki üç tanesi bu tarama çalışmalarını seyrediyordu. Tarak dubasının kepçesi Boren’in dibinden bir kepçe dolusu daha balçık yüklenmiş, suyun yüzeyine çıkıyordu. Kazı operatörü kabinindeki kollarla makineyi idare ediyordu. Baştarakçı geminin mutfağında kahve içiyordu ve miço dirseklerini küpeşteye dayamış, suya tükürüyordu. Kepçe hâlâ yukarı doğru çıkıyordu.
Kepçenin su yüzeyine çıkmasıyla birlikte iskele üzerindeki bir adam tekneye doğru birkaç adım attı. Kollarını havaya kaldırıp sallayarak bir şeyler bağırdı. Miço daha iyi duyabilmek için uzandı.
“Kepçenin içinde biri var! Durun! Kepçenin içinde biri var!”
Kafası karışan miço ilk önce adama, sonra içindekileri boşaltmak için ambarın üzerinde sallanan kepçeye baktı. Ambarın üzerinde havada asılı duran kepçeden gri pis sular akıyordu. Sonra diğer adamın gördüğü şeyi miço da gördü. Kepçenin ağzından beyaz, çıplak bir kol sarkıyordu.
Sonraki on dakika bitmek bilmez bir hengâmeydi. İskelede duran birisi, habire, “Hiçbir şey yapmayın, hiçbir şeye dokunmayın, polis gelene kadar her şeyi olduğu gibi bırakın…” diye bağırıyordu.
Operatör, neler olduğunu görmek için kabinden çıktı. İleriye doğru baktı, sonra aceleyle kumanda kollarının arkasındaki görece güvenli yerine geri döndü. Kendisi vinci havada asılı ve kepçeyi açık vaziyette tutarken, baştarakçı ile miço cesedi dışarı çıkardı.
Bir kadındı. Dalgakıranın üstündeki katlanmış bir tenteye sırtüstü yatırdılar. Hayretler içindeki bir grup insan etrafına toplanıp kadına baktı. Bazıları çocuktu ve orada olmamaları gerekiyordu ama kimsenin aklına onları uzaklaştırmak gelmedi. Oysa kadının görüntüsünü hiçbiri unutmayacaktı.
Miço, kadının üstüne üç kova su döktü. Çok sonradan, polis soruşturması açmaza girdiğinde, bunu yaptığı için onu eleştirenler oldu.
Kadın çıplaktı ve üzerinde hiç takı yoktu. Cildindeki izlerden bikiniyle güneşlendiği anlaşılıyordu. Kalçaları geniş, uylukları kalındı. Kasık kılları siyah, ıslak ve gürdü. Memeleri küçük ve sarkık, meme uçları büyük ve koyuydu. Belinden kalça kemiğine kadar kırmızı bir çatlak vardı. Cildinin geri kalanı pürüzsüzdü, leke ya da yara izi yoktu. El ve ayakları küçüktü ve tırnakları ojesizdi. Yüzü şişmişti ve hayattayken nasıl göründüğünü hayal etmek zordu. Kalın, siyah kaşları vardı ve ağzı geniş görünüyordu. Orta uzunluktaki koyu saçları başında dümdüz uzanıyordu. Boğazının üzerinde bir tutam saç vardı.

2
Motala, Vättern gölünün kuzey ucundaki Östergötland’da yer alan orta büyüklükte bir kasaba. 27.000’lik bir nüfusa sahip. En yüksek polis yetkilisi, aynı zamanda savcı da olan bir emniyet amiri. Altında çalışan ve hem polis merkezinin hem de kriminal polisin başında olan bir başkomiser var. Personeli ayrıca, dokuzuncu maaş kademesinden bir dedektif komiser, altı erkek ve bir kadın polis memuru da içeriyor. Erkek polislerden biri eğitimli bir fotoğrafçı ve tıbbi tetkik gerektiğinde, genellikle kasabadaki doktorlardan birine başvuruyorlar.
İlk alarmdan bir saat sonra, bu insanlardan birkaçı, Borenshult’taki iskelede, liman fenerinin birkaç metre uzağında toplanmıştı. Cesedin etrafı oldukça kalabalıktı ve tarama gemisinin üzerindeki adamlar artık neler olduğunu göremiyordu. Gemi pruvası dalgakırana yaslanmış vaziyette açılmaya hazır olmasına rağmen hepsi hâlâ güvertedeydi.
Köprü ayağındaki polis barikatı ardına toplanmış insan sayısı ona katlanmıştı. Kanalın öte yakasında dördü polise ait, biri de arka kapıları üzerinde kızıl haç bulunan beyaz bir ambulans olan bir sürü araç vardı. Beyaz tulum giymiş iki adam çamurluğun birine yaslanmış sigara içiyordu. Liman fenerinin orada birikmiş grupla ilgilenmeyen bir tek onlarmış gibi görünüyordu.
Dalgakıranın üzerinde doktor, malzemelerini toplamaya başladı. Larsson adındaki uzun boylu, gri saçlı başkomiserle konuşuyordu.
“Şu anda söyleyebileceğim pek bir şey yok,” dedi doktor.
“Burada böyle kalsın mı?” diye sordu Larsson.
“O senin bileceğin iş değil mi?” diye cevap verdi doktor.
“Burası pek de suç mahalli sayılmaz.”
“Tamam öyleyse,” dedi doktor. “Morga getirsinler. Ben önden telefon ederim.”
Çantasını kapatıp oradan ayrıldı.
Başkomiser dönüp, “Ahlberg, alanı çevirip kapalı tutacaksın, değil mi?” diye seslendi.
“Evet, öyle yapacağız, n’apalım artık.”
Emniyet amiri liman fenerinin orada bir şey dememişti. Genellikle soruşturmaların ilk evresine dahil olmazdı. Ama kasabaya giderlerken, “Beni bilgilendirirsin,” demişti.
Larsson tamam demek için kafa bile sallamadı.
“Ahlberg’e mi bırakıyorsun?”
“Ahlberg iyi adamdır,” dedi başkomiser.
“Evet, tabii.”
Konuşma bitmişti. Gidecekleri yere vardılar, arabadan indiler ve her biri kendi ofisine gitti. Emniyet amiri, “Sizden haber bekleyeceğim,” demekle yetinen, Linköping’deki ilçe idaresine telefon etti.
Başkomiser, Ahlberg’le kısa bir görüşme yaptı. “Kadının kim olduğunu bulmamız lazım.”
“Evet,” dedi Ahlberg.
Ofisine gitti, itfaiyeyi arayıp iki dalgıç istedi. Ardından limanda meydana gelen bir hırsızlık olayına dair raporu okudu. O mesele yakında çözülecekti. Ahlberg ayağa kalkıp nöbetçi memurun yanına gitti.
“Kayıp bilgisi var mı?”
“Hayır.”
“Hiç mi kayıp ihbarı yok?”
“Buna uyan yok.”
Ofisine geri dönüp bekledi.
Telefon on beş dakika sonra çaldı.
“Otopsi istemek zorundayız,” dedi doktor.
“Boğularak mı öldürülmüş?”
“Öyle olduğunu düşünüyorum.”
“Tecavüz var mı?”
“Olduğunu düşünüyorum.”
Doktor bir saniye durdu. Ardından ekledi: “Ve son derece sistemli biçimde.”
Ahlberg işaret parmağının tırnağını ısırdı. Cuma günü başlayacak olan tatilini ve karısının bundan dolayı ne kadar mutlu olduğunu düşündü. Doktor, sessizliği yanlış yorumladı.
“Şaşırdın mı?”
“Hayır,” dedi Ahlberg.
Telefonu kapatıp Larsson’un ofisine gitti. Sonra birlikte emniyet amirinin ofisine gittiler.
On dakika sonra, emniyet amiri ilçe idaresinden adli tıp otopsi muayenesi için izin istedi, onlar da Devlet Adli Tıp Enstitüsü’ne başvurdular. Otopsi yetmiş yaşında bir profesör tarafından yürütüldü. Stockholm’den gece treniyle geldi ve gayet dinç ve neşeli görünüyordu. Otopsiyi neredeyse aralıksız çalışarak sekiz saatte tamamladı.
Ardından şu ifadelerle bir ön rapor bıraktı: “Ağır cinsel saldırıyla birlikte boğularak öldürülme. Ciddi iç kanama gözlemlendi.”
O arada soruşturma belgeleri ve raporlar Ahlberg’in masasında birikmeye başlamıştı bile. Hepsi tek cümleyle özetlenebilirdi: Borenshult’taki kanal havuzunda ölü bir kadın bulunmuştu.
Şehir içi veya çevre polis merkezlerinin hiçbirinden kayıp ihbarı gelmemişti. Bu eşkâle uyan kayıp ilanı yoktu.

3
Saat sabah beş çeyrekti ve yağmur yağıyordu. Martin Beck ağzının içindeki kurşun tadından kurtulmak için dişlerini her zamankinden uzun fırçaladı.
Yakasını ilikledi, kravatını taktı ve aynadaki yüzüne umursamaz şekilde baktı. Omuz silkip koridora çıktı, oturma odasından devam etti, dün gece geç saatlere kadar üzerinde çalıştığı, Danmark eğitim gemisinin tamamlanmamış maketine şöyle bir özlemle bakıp mutfağa geçti.
Çok sessiz ve dikkatli hareket ediyordu, kısmen alışkanlıktan kısmen de çocukları uyandırmamak için. Mutfak masasına oturdu.
“Gazete hâlâ gelmedi mi?” dedi.
“Asla altıdan önce gelmez,” diye cevap verdi karısı.
Dışarıda hava tamamen aydınlanmış ama bulutluydu. Mutfağa giren gün ışığı gri ve kesifti. Karısı ışıkları açmamıştı. Kendince tasarruf ediyordu.
Martin ağzını açtı ama bir şey demeden tekrar kapattı. Dese tartışma çıkacaktı ve şimdi sırası değildi bunun. Onun yerine, mutfak masasının formika yüzeyinde yavaş yavaş parmaklarını tıkırdattı. Mavi gül desenli, ağız kenarında bir kırığı ve çentikten aşağı inen kahverengi bir çatlağı olan boş fincana baktı. Bu fincan evliliklerinin başından beri onlarlaydı. On yıldan uzun süredir. Karısı nadiren bir şey kırardı, kırdığında da tamiri kolay olurdu. Tuhaf olan, çocukların da aynı böyle olmasıydı.
Bu tür özellikler irsî olabilir miydi? Bilmiyordu.
Karısı ocaktan kahve demliğini alıp fincanını doldurdu. Martin Beck parmaklarıyla masayı tıklatmayı bıraktı.
“Sandviç istemez misin?” diye sordu karısı.
Martin Beck küçük yudumlar halinde kahvesini dikkatle içiyordu. Masanın bir ucunda, omuzlarını hafif devirmiş halde oturuyordu.
“Bir şey yemen şart ama,” diye ısrar etti karısı.
“Sabahları bir şey yiyemiyorum, biliyorsun.”
“Yine de yemen lazım,” dedi karısı. “Özellikle sen, miden yüzünden.”
Martin Beck parmaklarını yanağında sürtünce tıraş bıçağının kaçırdığı yerleri hissetti. Biraz daha kahve içti.
“Ekmek kızartabilirim,” diye önerdi karısı.
Beş dakika sonra Martin Beck kahve fincanını altlığa bıraktı, ses çıkarmadan kenara kaldırıp karısına baktı.
Kadın naylon geceliğinin üstüne yumuşak, kırmızı bir bornoz giymişti ve dirseklerini masaya yaslamış, çenesi avuçlarında oturuyordu. Sarışındı, açık tenliydi ve yuvarlak, hafif patlak gözleri vardı. Genelde kaşlarını koyuya boyardı ancak yazın rengi açılmıştı ve şu anda saçları kadar sarıydılar. Martin Beck’ten birkaç yaş büyüktü ve son birkaç yıldır epey kilo almış ve gıdısı sarkmaya başlamıştı.
Bir mimarlık ofisinde çalışırken on iki yıl önce kızları doğunca işten ayrılmış, o zamandan beri de tekrar çalışmayı düşünmemişti. Çocuk okula başlayınca Martin Beck karısına yarı zamanlı bir iş aramasını önermişti ama o buna değmeyeceğini düşünmüştü. Hayatından memnundu hem, ev hanımı rolünü seviyordu.
Martin Beck, “Tabii ya,” diye düşünüp ayağa kalktı. Mavi boyalı tabureyi sessizce masanın altına itti, pencerenin önünde dikilip dışarıda çiseleyen yağmura baktı.
İleride, park alanının ve çimenlerin aşağısında, otoyol dümdüz ve boş uzanıyordu. Metro istasyonunun arkasında kalan tepedeki dairelerden çok azının penceresinde ışık vardı. Alçak, gri gökyüzünde birkaç martı dönerek uçuyordu. Onların haricinde etrafta in cin top oynuyordu.
“Nereye gidiyorsun?” dedi karısı.
“Motala’ya.”
“Uzun mu kalacaksın?”
“Bilmiyorum.”
“Şu kadın mı?”
“Evet.”
“Sence uzun mu kalırsın?”
“Senden fazlasını bilmiyorum. Gazetelerde ne okuduysam o.”
“Neden trenle gitmek zorundasın ki?”
“Diğerleri dün yola çıktı. Normalde onlarla gitmeyecektim.”
“Her zamanki gibi arabada yanında olacaklar tabii ki, değil mi?”
Martin Beck sabırla derin bir nefes alıp camdan dışarıya baktı. Yağmur diniyordu.
“Nerede kalacaksın?”
“City Oteli.”
“Yanında kimler olacak?”
“Kollberg ve Melander. Onlar dün gitti.”
“Arabayla mı?”
“Evet.”
“Sen de trende oturup sarsıla sarsıla gitmek zorundasın yani?”
“Evet.”
Martin Beck karısının arkada ağız kısmı kırık, mavi güllü fincanı yıkadığını duydu.
“Elektrik faturasını ödemem lazım, ayrıca ufaklığın binicilik dersi bu hafta.”
“Yeterli paran yok mu?”
“Bankadan çekmek istemiyorum, biliyorsun.”
“Hayır, tabii.”
Martin Beck iç cebinden cüzdanını çıkarıp içine baktı. Ellilik bir banknot çıkardı, paraya baktı, geri koydu ve cüzdanı tekrar cebine yerleştirdi.
“Para çekmekten nefret ediyorum,” dedi karısı. “Bir kere başladın mı ipin ucu kaçıyor.”
Martin Beck banknotu tekrar çıkardı, katladı, evirip çevirdi ve mutfak masasına bıraktı.
“Çantanı hazırladım, Martin.”
“Sağ ol.”
“Boğazına dikkat et. Bu dönem çok riskli, özellikle akşamları.”
“Evet.”
“O berbat tabancanı da yanına alacak mısın?”
“Evet, hayır. Evet, hayır. Ne fark eder?” diye düşündü kendi kendine.
“Neye gülüyorsun?” diye sordu karısı.
“Hiç.”
Martin Beck oturma odasına girdi, konsolun kilitli çekmecesini açıp tabancayı çıkardı. Çantasına koyup çekmeceyi tekrar kilitledi.
Silah dokuz milimetrelik bildiğimiz Browning’di, lisanslı olarak Huskvarn’da üretilen 07 modeli. Çoğu durumda işe yaramıyordu, Martin Beck iyi nişancı da değildi zaten.
Koridora çıktı, yağmurluğunu giydi ve siyah şapkası elinde dikildi.
“Rolf ve ufaklığa hoşça kal demeyecek misin?”
“On iki yaşındaki bir kıza ‘ufaklık’ demek biraz komik.”
“Bence çok tatlı.”
“Uyandırırsam yazık olur. Gideceğimi biliyorlar zaten.”
Şapkasını taktı.
“Hoşça kal. Ararım seni.”
“Güle güle git ve dikkatli ol.”
Martin Beck istasyonda dikilip metroyu beklerken, Dan-mark maketinin kaplaması tamamlanmamış da olsa evden ayrılmayı sorun etmediğini düşündü.
Martin Beck, Cinayet Masası şefi değildi ve öyle bir hırsı da yoktu. Bu makama yükselmesini önleyecek tek şey ya ölmesi ya da görevini yaparken ağır bir kusur işlemesi olsa da bazen bir başkomiser olacağından bile kuşku duyardı. Ulusal Polis Teşkilatı’nda bir dedektif komiserdi ve sekiz yıldır Cinayet Masası’nda çalışıyordu. Onun ülkenin en becerikli adli soruşturma görevlisi olduğunu düşünenler vardı. Ömrünün yarısı emniyet teşkilatında geçmişti. Yirmi bir yaşında Jakob Polis Merkezi’nde işe başlamıştı ve Stockholm’ün merkezindeki farklı bölgelerde devriye memuru olarak altı yıl görev yaptıktan sonra Ulusal Polis Okulu’na gönderilmişti. Sınıfının en iyilerindendi ve kurs bitince komiserliğe atanmıştı. O zaman yirmi sekiz yaşındaydı.
Babası aynı yıl vefat etti ve Martin Beck şehrin merkezindeki dayalı döşeli evinden çıkıp annesine bakmak için Stockholm’ün güneyindeki aile evine geri taşındı. Aynı yaz karısıyla tanıştı. Karısı bir arkadaşıyla adalarda ev tutmuştu ve Martin de tesadüfen yelkenli kanosuyla oradaydı. Basbayağı âşık olmuştu. Derken, sonbaharda, karısı ilk çocuğuna hamileyken belediyenin nikah salonunda evlenmişler ve kadının şehir merkezindeki küçük dairesine taşınmışlardı.
Kızlarının doğumundan bir yıl sonra, Martin’in âşık olduğu o mutlu ve hayat dolu kızdan pek eser kalmamıştı ve evlilikleri sıkıcı bir rutine girmişti.
Martin Beck metro vagonunda yeşil koltuğa oturmuş, yağmurdan bulanıklaşmış camdan dışarı bakıyordu. Pek bir şey hissetmeksizin evliliğini düşünüyordu ama orada oturmuş kendi haline acıdığını fark edince yağmurluğunun cebinden gazetesini çıkardı ve editörden sayfasına odaklanmaya çalıştı.
Yorgun görünüyordu, güneşte yanmış cildi gri ışıkta sarımtıraktı. Yüzü inceydi, geniş bir alnı ve güçlü bir çenesi vardı. Kısa ve düz burnunun altındaki ağzı ince ve genişti, iki köşesinde iki derin çizgi vardı. Gülümseyince bembeyaz, sağlıklı dişleri görünüyordu. Siyah saçları dümdüz saç çizgisinden düzgünce geriye taranmıştı ve henüz beyazlamaya başlamamıştı. Mavi gözlerindeki yumuşak bakışları sakin ve berraktı. İnceydi ama çok uzun değildi, omuzları biraz yuvarlaktı. Bazı kadınlar onu yakışıklı bulsa da çoğunluğa göre sıradan bir tipti. Hiç dikkat çekmeyecek tarzda giyinirdi. Hatta giysileri özellikle göze çarpmayan cinste denilebilirdi.
Vagondaki hava çok basık ve boğuktu, Martin Beck metroya bindiğinde çoğu zaman olduğu gibi biraz rahatsızdı. Merkez istasyona gelince çantasıyla kapıdan kendini ilk dışarı atan o oldu.
Metrodan hoşlanmazdı. Ama trafikte tampon tampona yolculuk etmek daha beter olduğundan ve şehir merkezinde bir “daire hayali” hayal kalmaya devam ettiğinden şu anda başka seçeneği yoktu.
Göteborg ekspres treni sabah 7.30’da hareket etti. Martin Beck gazetesinin sayfalarını çevirdi ama cinayetle ilgili tek satır habere rastlamadı. Kültür sanat sayfalarını açıp antropozof Rudolf Steiner hakkındaki bir yazıyı okumaya başladı ama birkaç dakika sonra uyuyakaldı.
Hallsberg istasyonunda tren değiştirmek için tam vaktinde uyandı. Ağzının içindeki kurşuni tat geri gelmişti ve içtiği üç bardak suya rağmen gitmedi.
Sabah 10.30’da Motala’ya vardı, bu esnada yağmur dinmişti. Buraya ilk gelişi olduğu için istasyondan City Oteli’ne nasıl gidileceğini büfeye sordu ve bir paket sigarayla Motala gazetesi aldı.
Otel tren istasyonundan birkaç blok ötede, büyük meydandaydı. Bu kısa yürüyüş onu kendine getirmişti. Odasına girince ellerini yıkadı, çantasını açtı ve otel görevlisinden aldığı bir şişe maden suyunu içti. Bir saniye cam kenarında durup meydana baktı. Ortada bir heykel duruyordu, Baltzar von Platen’in heykeli olduğunu düşündü. Ardından polis merkezine gitmek üzere odadan çıktı. Polis merkezinin, sokağın karşı tarafında olduğunu bildiği için yağmurluğunu odada bıraktı.
Nöbetçi memura kim olduğunu söyledi ve hemen ikinci kattaki bir odaya götürüldü. Kapıda Ahlberg adı yazıyordu.
Masada oturan adam geniş yapılı, kalıplı ve hafif keldi. Ceketini sandalyesinin arkasına asmıştı, kâğıt bardaktan kahve içiyordu. İçi izmaritlerle dolu bir küllüğün köşesinde bir sigara yanıyordu.
Martin Beck’in kapıdan çaktırmadan girmek gibi kimi insanları sinir eden bir huyu vardı. Bir keresinde, “Öylesine hızlıca içeri süzülüp arkasından kapıyı kapatıyor ki hâlâ dışarda kapıyı tıklattığını sanırsınız,” demişti biri.
Masada oturan adam hafif şaşkın görünüyordu. Kahvesini kenara itip ayağa kalktı.
“Ben Ahlberg,” dedi.
Beklenti içinde bir hali vardı. Martin Beck bunu daha önce görmüştü ve nedenini biliyordu. Kendisi Stockholm’den gelen bir uzmandı, masada oturan adamsa taşrada çalışan ve soruşturmada tıkanıp kalmış bir polisti. Birlikte nasıl çalışacaklarını sonraki birkaç dakika belirleyecekti.
“İlk adın ne?” dedi Martin Beck.
“Gunnar.”
“Kollberg ve Melander ne yapıyorlar?”
“Hiç bilmiyorum. Aklımdan çıkmış galiba.”
“Yüzlerinde bir ‘hallederiz’ bakışı var mıydı?”
Taşra polisi parmaklarını seyrek sarı saçlarında gezdirdi. Ardından alaycı bir gülüşle sandalyesine oturdu.
“Gibi gibi,” dedi.
Martin Beck adamın karşısına oturdu, bir paket sigara çıkarıp masanın kenarına koydu.
“Yorgun görünüyorsun,” dedi Martin Beck.
“Tatilim suya düştü.”
Ahlberg kâğıt bardağını kafaya dikti, elinde buruşturdu ve masasının altındaki çöp kutusuna attı.
Masasının üstü karman çormandı. Martin Beck Stockholm’deki odasındaki kendi masasını düşündü. Genellikle tertipli tutardı.
“Peki o zaman,” dedi. “Nasıl gidiyor?”
“Pek gitmiyor,” dedi Ahlberg. “Bir hafta geçmesine rağmen doktorun söylediklerinden fazlasını bilmiyoruz.”
Alışkanlık gereği rutin prosedürleri anlatmaya koyuldu.
“Cinsel saldırıyla birlikte boğarak infaz. Bunu yapan acımasız biriymiş. Sapkın eğilimlere dair izler bulundu.”
Martin Beck gülümsedi. Ahlberg sorar gibi baktı.
“‘İnfaz’ dedin. Ben de bazen böyle derim. Çok fazla rapor yazmaktan.”
“Evet, ne kadar fena değil mi?”
Ahlberg iç çekip parmaklarını saçlarında gezdirdi.
“Cesedi çıkaralı sekiz gün oldu,” dedi. “O zamandan beri tek bir şey öğrenmiş değiliz. Kim olduğunu bilmiyoruz, olay yerini bilmiyoruz ve elimizde bir şüpheli yok. Kadınla bağlantısı olabilecek en ufak bir şey bulamadık.”

4
“Boğularak ölüm,” diye düşündü Martin Beck.
Oturdu ve Ahlberg’in masasındaki bir sepetten çıkarıp verdiği bir deste fotoğrafı inceledi. Fotoğraflar kanal havuzlarını, tarak dubasını, kepçeyi, rıhtımda yatan cesedi ve morgda yatan cesedi gösteriyordu.
Martin Beck, Ahlberg’in önüne bir fotoğraf koydu:
“Bu fotoğrafın çevresini kesip biraz rötuş yaparak kızın görünümünü düzeltebiliriz. Sonra kapıları çalıp sormaya başlayabiliriz. Buralıysa, muhakkak tanıyan birileri çıkacaktır. Bu iş için kaç adam görevlendirebilirsin?”
“En fazla üç,” dedi Ahlberg. “Şu anda personel kıtlığı var. Çocuklardan üçü tatilde, birisi de bacağını kırdı, hastanede. Başkomiser Larsson ve ben hariç, polis merkezinde sadece sekiz adam var.”
Parmaklarıyla saydı.
“Evet ve içlerinden biri de kadın. Ayrıca birinin de diğer işleri yapması lazım.”
“En kötü durumda, biz yardım etmek zorunda kalırız. Bir kere, çok zaman alacak. Bu arada, son zamanlarda cinsel suçlarla ilgili bir sıkıntı yaşadınız mı?”
Ahlberg tükenmez kalemiyle ön dişlerine vurarak düşündü. Ardından çekmecesine uzanıp bir kâğıt çıkardı.
“Birinin ifadesini almıştık. Västra Ny’dan bir tecavüzcü. Evvelsi gün Linköping’de yakalandı fakat Blomgren’den gelen rapora göre bütün hafta nerede olduğuna dair şahidi vardı. Şu anda hastaneler falan kontrol ediliyor.”
Ahlberg kâğıdı masasında duran yeşil bir dosyaya kaldırdı.
Bir dakika sessizce oturdular. Martin Beck’in karnı acıkmıştı. Karısını ve düzenli yemek yeme konusundaki muhabbetlerini hatırladı. Yirmi dört saattir hiçbir şey yememişti.
Oda sigara dumanıyla doluydu. Ahlberg ayağa kalkıp pencereyi açtı. Civardaki açık bir radyodan zamanı bildiren sinyali duydular.
“Saat bir olmuş,” dedi Ahlberg. “Acıktıysan bir şeyler aldırabilirim. Ben kurt gibi açım.”
Martin Beck evet anlamında başını salladı ve Ahlberg telefonu eline aldı. Bir süre sonra kapı tıklatıldı ve mavi elbiseli, kırmızı önlüklü bir kız elinde sepetle içeri girdi.
Martin Beck jambonlu sandviç yiyip birkaç yudum kahve içtikten sonra “Sence oraya nasıl gelmiş?” diye sordu.
“Bilmiyorum. Gündüz vakti etrafta her zaman bir sürü insan olur, o yüzden o saatlerde olmuş olamaz. Maktulü iskeleden ya da bentten aşağı atmış, sonra da tekne pervanelerinin yaptığı dalga, onu iyice dışarı sürüklemiş olabilir. Ya da belki bir tekneden denize atıldı.”
“Kanal havuzlarından ne tür tekneler geçiyor? Küçük botlar ve gezinti tekneleri mi?”
“Bazen. Öyle çok fazla değil. Çoğunluğu yük gemisi. Bir de elbette dar kanal gemileri var, Diana, Juno ve Wilhelm Tham.”
“Arabayla gidip bakabilir miyiz?” diye sordu Martin Beck.
Ahlberg ayağa kalktı, Martin Beck’in seçtiği fotoğrafı alıp, “Hemen gidebiliriz. Çıkarken bunu da laboratuvara bırakırım,” dedi.
Borenshult’tan geri döndüklerinde saat neredeyse üç olmuştu. Kanal havuzlarında epey trafik vardı ve Martin Beck orada iskeledeki tatilcilerin ve balıkçıların arasında kalıp tekneleri izlemek istemişti.
Tarama gemisinin mürettebatıyla konuşmuş, bendin üstüne çıkmış ve kanal havuzlarının işleyişine bakmıştı. Açıklarda, şiddetli rüzgârda seyretmekte olan bir yelkenli kano görünce yıllar evvel sattığı kendi kanosunu özlemişti. Kasabaya geri dönüş yolunda eskiden yazları adalarda yelkenliyle yaptığı gezintileri düşünüp durdu.
Döndüklerinde Ahlberg’in masasında fotoğraf laboratuvarından gelen sekiz yeni fotoğraf duruyordu. Aynı zamanda fotoğrafçı olan polislerden biri, fotoğrafa rötuş yapmıştı ve kızın yüzü, âdeta canlandırılmış gibi görünüyordu.
Ahlberg fotoğraflara baktı, dört tanesini yeşil dosyaya koydu ve “Tamam,” dedi. “Ben bunları çocuklara ileteyim, hemen işe koyulsunlar.”
Birkaç dakika sonra geri döndüğünde Martin Beck çalışma masasının yanında ayakta durmuş, burnunu ovuşturuyordu.
“Birkaç yere telefon etmek istiyorum,” dedi.
“Koridorun en sonundaki ofisi kullan.”
Bu oda Ahlberg’in odasından genişti ve iki duvarında pencere vardı. İçeride iki çalışma masası, beş sandalye, bir dosya dolabı ve utanç verici eskilikte bir Remington daktilonun durduğu daktilo masası yer alıyordu.
Martin Beck oturdu, sigarasını ve kibritini masaya koydu, yeşil dosyayı önüne alıp raporları karıştırmaya başladı. Raporlarda, Ahlberg’den öğrendikleri haricinde yeni bir şey yoktu.
Bir buçuk saat sonra sigarası bitti. Sonuç vermeyen birkaç telefon görüşmesi yapmış, emniyet amiri ve yorgun ve baskı altında gibi görünen Başkomiser Larsson’la konuşmuştu. Tam boş sigara paketini elinde buruşturmuşken Kollberg aradı.
On dakika sonra otelde buluştular.
“Tanrım, kasvet basmış seni,” dedi Kollberg. “Sigara ister misin?”
“Hayır, teşekkürler. Sen neler yapıyordun?”
“Motala Times’dan bir adamla konuştum. Borensberg’li bir editör. Bir ipucu bulduğunu sanmış. Linköping’den bir kız on gün önce Borensberg’de işe başlayacakmış ama hiç gelmemiş. Bir gün öncesinde Linköping’den yola çıktığı düşünülüyor ama o günden beri kendisinden haber alan olmamış. Genelde sağı solu belli olmayan bir kız olduğu için kimse kayıp ihbarı yapmamış. Bu gazeteci, kızın işverenini tanıyormuş ve kendi çapında soruşturmaya başlamış ama kızın eşkâlini sormak aklına gelmemiş. Ben sordum ama. Aynı kız değil. Bu şişman ve sarışınmış. Hâlâ kayıp. Bütün günümü aldı.”
Koltukta arkasına yaslanıp bir kibrit çöpüyle dişlerini karıştırmaya koyuldu. “Şimdi ne yapıyoruz?”
“Ahlberg birkaç kişiyi kapı kapı gezmeye gönderdi. Onlara yardım etsen iyi olur. Melander gelince emniyet amiri ve Larsson’la oturup üstünden geçeriz. Ahlberg’e git, sana ne yapacağını söyler.”
Kollberg sandalyesini düzeltip ayağa kalktı.
“Sen de geliyor musun?” diye sordu.
“Hayır, henüz değil. Ahlberg’e söyle, bir şey isterse, ben odamdayım.”
Martin Beck odasına girince ceketini, ayakkabılarını ve kravatını çıkarıp yatağın kenarına oturdu.
Hava açmıştı ve gökyüzünde beyaz pamuksu bulutlar geziyordu. İkindi güneşi içeriyi aydınlatıyordu.
Martin Beck ayağa kalktı, pencereyi biraz açtı ve ince sarı perdeleri kapattı. Sonra ellerini başının arkasında birleştirip yatağa uzandı.
Boren’in dibindeki balçıktan çıkarılan kızı düşündü.
Gözlerini kapatınca tam fotoğraftaki haliyle kızı gördü; çıplak ve terk edilmiş, dar omuzlu ve koyu renk saçları boğazını sarmış vaziyette.
Kimdi bu kız? Ne düşünmüştü? Ne yaşamıştı? Kiminle karşılaşmıştı?
Gençti ve güzel olduğundan emindi Martin. Kesin bir seveni vardı. Ona ne olduğunu merak eden bir yakını. Arkadaşları, iş arkadaşları, anne babası, belki kız ya da erkek kardeşleri vardı. Hiç kimse, özellikle de genç ve çekici bir kadın, ortadan kaybolduğunda yokluğunu hissedecek bir yakını olmayacak kadar yalnız olamazdı.
Martin Beck bunu uzun uzun düşündü. Kimse kızı sorup soruşturmamıştı. Kimsenin özlemediği bu kıza üzüldü. Nedenini anlayamadı. Belki de kız çekip gidiyorum demişti? Eğer öyleyse nerede olduğunu merak etmeleri için bir süre geçmesi lazımdı.
Asıl soru şuydu: Ne kadar uzun bir süre?

5
Saat on bir buçuktu ve Martin Beck’in Motala’daki üçüncü günüydü. Erken kalkmıştı ama bu pek de işine yaramamıştı. Şimdi küçücük çalışma masasında oturmuş, not defterini karıştırıyordu. Birkaç defa eli telefona gitti, evi araması gerektiğini düşündü ama yapmadı.
Başka yapmadığı bir sürü şey gibi…
Şapkasını taktı, odasının kapısını kilitledi ve merdivenlerden aşağı indi. Otelin lobisindeki sandalyeler ve koltuklar bir sürü gazeteciyle doluydu ve askıyla bağlanmış, katlanmış tripodları olan iki fotoğraf makinesi çantası yerde duruyordu. Basın fotoğrafçılarından biri girişe yakın bir duvara sırtını dayamış sigara içiyordu. Çok genç bir adamdı. Sigarasını ağzının kenarına aldı ve vizörden bakmak için Leica marka fotoğraf makinesini kaldırdı.
Martin Beck grubun yanından geçerken şapkasını yüzüne indirdi, başını omzuna doğru içeri çekti ve dümdüz yürüdü. Sadece refleks olarak yaptığı bu hareket her seferinde birini gıcık ediyor gibiydi çünkü muhabirlerden biri, şaşırtıcı derecede asık bir yüz ifadesiyle şöyle dedi:
“Eee, bu akşam soruşturma ekibi liderleriyle yemek olacak mı?”
Martin Beck ne dediğini kendisi bile anlamadan bir şeyler mırıldandı ve kapıya doğru ilerlemeyi sürdürdü. Kapıyı açtığı an, fotoğrafçının fotoğraf çektiğini bildiren klik sesini duydu.
Makinenin görüş alanından çıktığını düşünene dek hızlı hızlı sokaktan aşağı yürüdü. Sonra durdu ve on saniye kadar kararsız bir şekilde bekledi. Yarısı içilmiş sigarasını mazgala attı, omuz silkti ve taksi durağına gitti. Arka koltuğa yığıldı, sağ elinin işaret parmağıyla burnunun ucunu ovuşturdu ve otele doğru baktı. Şapkasının kenarından, lobide onunla konuşan adamı gördü. Gazeteci otelin hemen önünde dikiliyordu, taksinin arkasından baktı. Ama sadece bir saniyeliğine. Sonra o da omuz silkip otele girdi.
Basın mensupları ile Ulusal Polis Teşkilatı’nın Cinayet Masası personeli çoğu zaman aynı otelde kalırdı. Bir suçu çabucak ve başarıyla çözdükten sonra sık sık son akşamı hep birlikte yemek yiyip içerek geçirirlerdi. Yıllar içerisinde bu bir geleneğe dönüşmüştü. Martin Beck bundan hiç hoşlanmazdı, oysa birçok meslektaşı aksini düşünüyordu.
Pek fazla kendi başına kalmamış olmasına rağmen yine de burada bulunduğu kırk sekiz saat içinde Motala hakkında bir şeyler öğrenmişti. En azından sokak isimlerini biliyordu. Taksinin geçtiği sokakların isimlerini takip etti. Sürücüye köprüde durmasını söyledi, parasını ödeyip arabadan indi. Elleri korkuluklara dayalı kanala doğru baktı. Orada dururken sürücüden yol parası için makbuz almayı unuttuğunu, kendi doldurmaya kalksa ofiste kesin saçma sapan bir pürüz çıkacağını fark etti. En iyisi dilekçe yazmaktı, böylece talebi daha dikkate alınırdı.
Kanalın kuzey tarafındaki yol boyunca yürürken aklında hâlâ bu mesele vardı.
Sabah saatlerinde birkaç kez sağanak yağış olmuştu, hava temiz ve ferahtı. Yolun tam ortasında durdu, havayı içine çekti. Yabani çiçeklerin ve ıslak çimenlerin serin, temiz kokusunu hissetti. Ona çocukluğunu anımsatmıştı, tabii sigara dumanı, benzin kokusu ve balgam yüzünden koku alma duyusu körelmeden önceydi bu. Bu günlerde bu keyfi pek sık yaşamıyordu.
Martin Beck beş kanal havuzunu geçti ve deniz suru boyunca yürümeye devam etti. Kanal havuzlarının civarı ile dalgakıran tarafına bir sürü küçük tekne bağlıydı ve açıkta birkaç yelkenli görülebiliyordu. Mendireğin kırk beş metre ötesinde, alçaktan geniş daireler çizerek uçan martıların bakışları altında, tarak dubasının kepçesi tangır tungur çalışıyordu. Kepçenin dipten ne çıkaracağını merakla bekleyen martılar kafalarını sağa sola oynatıyorlardı. Martıların gözlem güçleri ve sabırları hayranlık uyandırıcıydı, vazgeçmeden beklemeleri ve iyimserlikleri de öyle. Martin Beck’e Kollberg ve Melander’i anımsatıyorlardı.
Martin Beck dalgakıranın ucuna yürüyüp bir süre orada dikildi. Kızın, daha doğrusu saldırıya uğramış bedeninin, gelip geçenin inceleyebileceği şekilde tenteye yatırılmış olarak uzandığı yer burasıydı. Birkaç saat sonra, ellerinde sedyeyle gelen üniformalı, iş bilir iki adam tarafından götürülmüş, vakti gelince işi bunu yapmak olan yaşlıca bir beyefendi tarafından yarılarak açılmış, detaylı şekilde incelenmiş ve morga gönderilmek üzere tekrar dikilip kapatılmıştı. Martin Beck buna şahit olmamıştı. Her zaman şükredilecek bir şey vardı.
Martin Beck ellerini arkasında kavuşturmuş, ağırlığını bir topuğundan diğerine vererek dikildiğini fark etti, devriye polisliği yaptığı yıllardan kalma, bilinçsizce sürdürdüğü ve kırılması neredeyse imkânsız bir alışkanlık. Ayakta durmuş, ilk rutin soruşturma sırasında çizilen tebeşir izlerinin yağmur tarafından çoktan yıkandığı yerdeki gri ve hiçbir ilginçliği olmayan zemine bakıyordu. Martin bunu yaparak epey oyalanmış olsa gerekti çünkü çevresinde bir dizi değişiklik olmuştu. Kafasını kaldırıp baktığında küçük, beyaz bir yolcu gemisinin epey hızlı bir şekilde kanal havuzlarından birine yaklaştığını gördü. Tarak dubasının yanından geçerken yirmi kadar fotoğraf makinesi ona çevrildi ve durumu daha da abartılı hale getirirmiş gibi, taramayı yürüten baştarakçı da kabininden çıkıp yolcu gemisinin fotoğrafını çekti. Martin Beck mendirekten geçen gemiyi gözleriyle takip ederken bazı çirkin ayrıntıları fark etti. Geminin gövdesinde biçimli çizgiler vardı ama direği kesilmişti ve eskiden yüksek, düz ve güzel olduğu belli olan bacanın yerinde tuhaf, modern, küçük bir teneke kapak duruyordu. Geminin içinden bir şeyin gümbürtüsü geliyordu. Bu dizel motor olmalıydı. Güverte turist doluydu. Hemen hemen hepsi yaşlı ya da orta yaşlıydı ve birçoğu çiçek şeritli hasır şapka takıyordu.
Geminin adı Juno’ydu. Martin, Ahlberg’in ilk tanıştıkları gün bu addan bahsettiğini hatırladı.
Şimdi dalgakıranın üstünde ve kanal rıhtımı boyunca bir sürü insan vardı. Kimileri balık tutuyor, kimileri güneşleniyordu ama çoğu gemiyi seyretmekle meşguldü. Martin Beck, saatler sonra ilk kez konuşmak için bir sebep buldu.
“Bu gemi her gün hep bu saatte mi geçiyor?”
“Evet, Stockholm’den geliyorsa öyle. Saat yarımda. Diğer yöne giden daha sonra geliyor, dörtten hemen sonra. Vadstena’da buluşuyorlar. Orada demir atıyorlar.”
“Burada bir sürü insan var, kıyıda yani.”
“Gemiyi görmeye buraya iniyorlar.”
“Hep bu kadar insan oluyor mu?”
“Genellikle.”
Konuştuğu adam ağzındaki pipoyu çıkarıp suya tükürdü.
“Öylece dikilip bir grup turisti izlemekten zevk alıyorlar herhalde.”
Martin Beck kanalın kıyısı boyunca geri yürürken küçük yolcu gemisinin yanından tekrar geçti. Şimdi yarısına kadar gelmiş olduğu üçüncü kanal havuzunda sakince yükseliyordu. Bazı turistler karaya inmişti. Bazısı geminin fotoğrafını çekiyordu, diğerleri de kıyıdaki büfeye üşüşmüş, kartpostal ve Hong Kong’da üretildiği kesin olan plastik hediyelik eşyalar alıyordu.
Martin Beck’in zaman sıkıntısı olduğu pek söylenemezdi, bu nedenle devlet bütçesine içten içe duyduğu saygıdan dönüşte taksi yerine otobüse bindi.
Otelin lobisinde hiç gazeteci yoktu, resepsiyona mesaj bırakan da olmamıştı. Odasına çıktı, masaya oturdu ve Meydan’a baktı. Aslında polis merkezine gitmesi lazımdı ama öğle yemeğinden önce iki kere uğramıştı zaten.
Yarım saat sonra Ahlberg’e telefon etti.
“Selam. İyi oldu aradığın. Savcı burada.”
“Ve?”
“Saat altıda basın toplantısı düzenleyecek. Endişeli görünüyor.”
“Öyle mi?”
“Senin de orada olmanı istiyor.”
“Olacağım.”
“Kollberg’i de getirir misin? Ona haber vermeye fırsatım olmadı.”
“Melander nerede?”
“Benim elemanlardan biriyle dışarıda, iz peşindeydi.”
“Önemli bir şey çıkacağa benziyor muydu?”
“Hayır, sanmam.”
“Peki başka?”
“Başka bir şey yok. Savcı basın konusunda endişeli. Diğer telefon çalıyor.”
“Hoşça kal. Görüşürüz.”
Martin Beck masada boş boş oturmaya devam edip bütün sigaralarını içti. Sonra saate baktı, kalktı ve koridora çıktı. Üç kapı gidip durdu, kapıyı tıklattı ve her zamanki tavrıyla sessizce ve çok hızlı bir şekilde içeri girdi.
Kollberg yatağa uzanmış bir akşam gazetesi okuyordu. Ayakkabılarını ve ceketini çıkarmış, gömleğinin düğmelerini açmıştı. Beylik tabancası kravatına sarılı vaziyette komodinin üzerindeydi.
“Bugün on ikinci sayfaya kadar düşmüşüz,” dedi. “Zavallılar, epey sıkıntı çekiyorlar.”
“Kim?”
“Şu muhabirler. ‘Motala’da canice katledilen kadınla ilgili gizem perdesi kalınlaşıyor. Sadece yerel polis değil, Ulusal Polis Teşkilatı’nın Cinayet Masası bile kör karanlıkta çaresizce dolanıyor.’ Bunları nereden uyduruyorlar merak ediyorum.”
Kollberg şişmandı ve birçok kişinin onu yargılarken feci hatalara düşmesine sebep olan lakayt, şen bir havası vardı.
“‘Vaka, ilk başta sıradan bir hadise gibi görünse de giderek daha karmaşık bir hal aldı. Soruşturmayı yürütenler açıklama yapmıyorlar ama birçok farklı olasılık üzerinde çalışmaktalar. Boren’deki çıplak hatun…’ Of, ne zırvalık!”
Yazının geri kalanına şöyle bir göz atıp gazeteyi yere fırlattı.
“Güzel hatunmuş, ne demezsin! Çarpık bacaklı, kocaman kıçı ve küçücük memeleri olan gayet sıradan bir kadın. Kocaman bir apışı vardı, tabii,” dedi Kollberg. “Talihsizliği de oydu,” diye ekledi filozofça.
“Onu görmüş müydün?” diye sordu Martin Beck.
“Tabii ki, sen görmedin mi?”
“Sadece fotoğraflarını.”
“Ben kendisini gördüm,” dedi Kollberg.
“Öğleden sonra neler yaptın?”
“Sence? Kapı kapı gezip not aldım. Hepsi çöp! On beş ayrı adamı ortalığa salmak mantıksız. Herkesin olayları değerlendirip anlatma şekli başka. Kimisi tek gözlü bir kedi gördüğüne dair dört sayfa yazıyor, kimisi evdeki çocukların sümüklü olduğunu söylüyor, kimisi birkaç paragrafa üç ceset ve bir saatli bomba bulduğunu sığdırıyor… O kadar ki hepsi birbirleriyle alakasız sorular soruyor.”
Martin Beck bir şey demedi. Kollberg iç geçirdi.
“Bir yöntemleri olması lazım,” dedi. “Bu, onlara zaman kazandırır.”
“Evet.”
Martin Beck ceplerini yokladı.
“Biliyorsun, ben sigara içmiyorum,” dedi Kollberg şaka yollu.
“Savcı yarım saat sonra basın toplantısı düzenliyor. Bizim de orada olmamızı istiyor.”
“Ah. Evlere şenlik, desene.”
Gazeteyi işaret etti ve şöyle dedi:
“Bir kere de biz şu muhabirlere soru sorsak. Şu adam dört gündür üst üste, gün bitmeden birisi tutuklanabilir diye yazıyor. Kız da güya yok Anita Ekberg’e, yok Sophia Loren’e benziyormuş.”
Yatakta doğruldu, gömleğinin düğmelerini ilikleyip ayakkabı bağcıklarını bağlamaya koyuldu. Martin Beck pencereye doğru yürüdü.
“Her an yağmur başlayabilir,” dedi.
“Kahretsin,” dedi Kollberg ve esnedi.
“Yorgun musun?”
“Dün gece iki saat uyudum. St Sigfrid’s’deki o tipi arayacağız diye ay ışığında ormanı dolaştık durduk.”
“Ah, tabii ya.”
“Evet, tabii ya! Bu lanet turist yerinde yedi saat aylak aylak dolaştıktan sonra birisi yanımıza gelip Stockholm’deki Klara polis merkezinden birilerinin evvelsi gece herifi Berzelii Parkı’nda yakaladığının haberini verdi.”
Kollberg giyinmeyi bitirip tabancasını yerine yerleştirdi. Martin Beck’e bir bakış atıp, “Gergin bir halin var. Hayırdır?” dedi.
“Özel bir şey yok.”
“Tamam, gidelim. Dünya basını bizi bekliyor.”
Basın toplantısının yapılacağı odada yaklaşık yirmi muhabir toplanmıştı. Ek olarak Savcı, Emniyet Amiri, Larsson ve iki spot lambasıyla bir televizyon fotoğrafçısı da hazırdı. Ahlberg yoktu. Savcı bir masanın arkasına geçip oturmuş, düşünceli bir şekilde bir dosyayı karıştırıyordu. Geri kalanlardan birçoğu ayaktaydı. Herkese yetecek sayıda sandalye yoktu. İçerisi gürültülüydü, herkes aynı anda konuşuyordu. Oda kalabalık olduğundan havası basıklaşmaya başlamıştı bile. Kalabalıktan hiç hoşlanmayan Martin Beck diğerlerinden birkaç adım ötede kalıp soru soracaklarla cevap verecekler arasında bir noktada sırtını duvara vererek yerini aldı.
Birkaç dakika sonra savcı, polis şefine dönüp odadaki gürültü içinde duyulabilecek kadar yüksek bir sesle sordu:
“Ahlberg hangi cehennemde?”
Larsson hemen telefona davrandıktan kırk saniye sonra Ahlberg içeri girdi. Gözleri kırmızıydı, kan ter içindeydi ve hâlâ ceketini giymekle meşguldü.
Savcı ayağa kalkıp masaya kalemiyle hafifçe vurdu. Uzun boylu, yapılı ve son derece düzgün giyimliydi ama sanki biraz fazla şıktı.
“Beyler, son dakikada ilan edilen bu basın toplantısına bu kadar kalabalık gelebilmiş olmanıza memnun oldum. Tüm medya organlarından, basın, radyo ve televizyondan temsilciler görüyorum.”
Televizyon fotoğrafçısına doğru hafifçe eğilip selam verdi, belli ki odada kesin şekilde basın mensubu olduğunu tespit edebildiği bir tek oydu.
“Bu trajik ve… hassas konuya en başından beri çoğunlukla doğru ve sağduyulu yaklaşımınızdan memnun olduğumu da belirtmek isterim. Maalesef birkaç istisna olmadı değil. Sansasyon ve her yöne çekilebilecek spekülasyonlar, böylesi… hassas bir vakada faydalı olmuyor…”
Kollberg esnerken ağzını eliyle kapatma zahmetine bile girmedi.
“Hepinizin bildiği gibi bu vaka… yeniden altını çizmem gereksiz ama bazı özel… hassas noktalara sahip ve…”
Odanın karşı tarafından Ahlberg, Martin Beck’e baktı, donuk mavi gözleri sıkıntılı bir onay ve anlayışla doluydu.
“… ve bu… hassas noktalar, aynı şekilde hassasiyetle ele alınmayı gerektiriyor.”
Savcı konuşmaya devam etti. Martin Beck önünde oturan muhabirin omzunun üzerinden bakınca defterine bir yıldız çizdiğini gördü. Televizyondan gelen adam tripoduna yaslanmıştı.
“… doğal olarak söylemek isterim ki, aslında, daha doğrusu, biz bu hassas vakadaki yardımlarınızdan ötürü minnettarlığımızı saklayamayız. Kısacası, sık sık büyük dedektif diye adlandırdığımız Kamuoyunun desteğine ihtiyacımız var.”
Kollberg tekrar esnedi. Ahlberg çaresiz bir mutsuzluk içinde gibi görünüyordu.
Martin Beck nihayet odadakilere bakmaya cesaret etti. Muhabirlerden üçünü tanıyordu, yaşlıydılar ve Stockholm’den gelmişlerdi. Birkaç tanesini daha tanıdı. Çoğu çok genç görünüyordu.
“Ek olarak, beyler, bu zamana kadar topladığımız bilgiler emrinize hazır,” dedi Savcı ve yerine oturdu.
Böylelikle kendine ait kısmı kesin şekilde bitirmiş bulunuyordu. İlk sorulara Larsson cevap verdi. Birbirinin peşi sıra soru soran üç genç muhabirdendi bunlar. Martin Beck gazetecilerin bir kısmının sessizce oturduğunu ve not da almadığını fark etti. Bu vakada somut bir ipucu olmayışını anlayışla karşılıyor gibiydiler. Fotoğrafçılar esnedi. Odada sigara dumanından göz gözü görmez olmuştu bile.
SORU: Neden bundan önce gerçek bir basın toplantısı olmadı?
CEVAP: Bu vakada pek ipucu ortaya çıkmadı. Ek olarak, bazı önemli meseleler var ki bunları halka açıklamak bu vakanın çözülmesini engelleyebilir.
SORU: Yakında bir tutuklama olacak mı?
CEVAP: Bu mümkün ancak şu anda bulunduğumuz noktadan size kesin bir cevap veremiyoruz maalesef.
SORU: Vakayla ilgili somut bir ipucuna sahip misiniz?
CEVAP: Tek söyleyebileceğimiz, belli başlı hatlarda soruşturmalarımızın devam ettiği.
(Bu hayret verici yarı gerçek açıklamalardan sonra Polis Şefi, inatla tırnak etlerini incelemekte olan Savcı’ya acımaklı bir bakış attı.)
SORU: Meslektaşlarımdan bazılarına yönelik eleştiriler oldu. Acaba vakada görev alanlar, meslektaşlarımın gerçekleri kasten çarpıttığı görüşünde mi?
(Yaptığı haber Kollberg’de büyük bir etki bırakmış olan meşhur hınzır muhabir sormuştu bu soruyu.)
CEVAP: Evet, ne yazık ki.
SORU: Bunun gerçek sorumlusu, gerekli bilgileri vermeyerek bizi karanlıkta bırakan ve kendi yöntemlerimizle gerçeği aramaya mecbur eden polis değil mi?
CEVAP: Hımmm.
(Söz almamış olan muhabirlerden de memnuniyetsizliklerini dile getiren sesler çıkmaya başladı.)
SORU: Cesedin kimliğini tespit ettiniz mi?
(Başkomiser Larsson, hızlı bir bakışla topu Ahlberg’e attıktan sonra oturdu ve göğüs cebinden göstere göstere bir puro çıkardı.)
CEVAP: Hayır.
SORU: Acaba kızın bu şehirden ya da civardan olma ihtimali var mı?
CEVAP: Pek olası görünmüyor.
SORU: Neden?
CEVAP: Öyle olsaydı kimliğini teşhis edebilmiş olurduk.
SORU: Ülkenin başka bir yerinden geldiğine dair şüphenizin tek dayanağı bu mu?
(Ahlberg sıkıntılı bir şekilde Polis Şefi’ne baktı ama adam tüm ilgisini purosuna vermişti.)
CEVAP: Evet.
SORU: Dalgakıran civarındaki aramalardan bir sonuç çıktı mı?
CEVAP: Birtakım şeyler bulduk.
SORU: Bulduklarınızın cinayetle bir ilgisi var mı?
CEVAP: Bu soruyu cevaplamak kolay değil.
SORU: Kadın kaç yaşındaymış?
CEVAP: Tahminen yirmi beş ila otuz yaş arası.
SORU: Onu öldükten tam olarak ne kadar süre sonra buldunuz?
CEVAP: Buna cevap vermek de kolay değil. Üç ila dört gün arası.
SORU: Halka aktarılan bilgiler çok muğlak. Bize daha kesin ve net bir bilgi vermeniz mümkün mü?
CEVAP: Biz de onu yapmaya çalışıyoruz. Maktulün yüzünün bir fotoğrafını da hazırladık, isterseniz bir örneğini alabilirsiniz.
(Ahlberg masasındaki kâğıt yığınına uzandı ve tek tek muhabirlere dağıtmaya başladı. Odadaki hava ağır ve rutubetliydi.)
SORU: Kadının vücudunda belirgin herhangi bir iz var mıydı?
CEVAP: Bildiğimiz kadarıyla hayır.
SORU: Bu ne anlama geliyor?
CEVAP: Hiçbir iz olmadığı anlamına geliyor yani.
SORU: Diş incelemesinden özel bir ipucu çıktı mı?
CEVAP: Sağlıklı dişleri varmış.
(Uzun ve boğucu bir sessizlik izledi bunu. Martin Beck önündeki muhabirin hâlâ çizdiği yıldızı karalamakta olduğunu gördü.)
SORU: Cesedin suya başka bir bölgeden atılmış ve akıntıyla dalgakırana sürüklenmiş olması mümkün mü?
CEVAP: Olası görünmüyor.
SORU: Kapı kapı dolaşarak bir şey öğrendiniz mi?
CEVAP: O iş hâlâ devam ediyor.
SORU: Özetle, polisin elinde tamamen esrarengiz bir vaka olduğu söylenebilir mi?
Cevap veren Savcı oldu.
“Birçok suç başlangıçta esrarengizdir.”
Böylece basın toplantısı sona ermiş oldu.
Dışarı çıkarken yaşlıca muhabirlerden biri Martin Beck’i durdurdu, elini koluna koyup, “Ufacık da olsa bilginiz yok mu?” diye sordu. Martin olumsuz anlamda başını salladı.
Ahlberg’in ofisinde iki adam kapı kapı gezerek topladıkları bilgileri gözden geçiriyordu.
Kollberg masaya yürüdü, kâğıtlardan bazılarına göz attı ve omuz silkti.
Ahlberg geldi, ceketini çıkarıp sandalyesinin arkasına astı. Sonra Martin Beck’e dönüp “Savcı seninle konuşmak istiyor. Hâlâ diğer odada,” dedi.
Savcı ve Emniyet Amiri hâlâ masada oturuyordu.
“Beck,” dedi Savcı, “burada daha fazla kalmanıza ihtiyaç olduğunu sanmıyorum. Üçünüze yetecek kadar çok iş yok sanki.”
“Doğru.”
“Genel anlamda, geriye kalan işlerin başka yerde de rahatlıkla yapılabileceğini düşünüyorum.”
“Olabilir.”
“Kısacası, seni burada alıkoymak istemiyorum, özellikle de kafanda başka meseleler olacaksa.”
“Benim görüşüm de bu yönde,” diye ekledi Polis Şefi.
“Benimki de,” dedi Martin Beck.
El sıkıştılar.
Ahlberg’in ofisinde hâlâ çıt çıkmıyordu. Martin Beck sessizliği bozmadı.
Bir süre sonra Melander girdi içeri. Şapkasını asıp başıyla selam verdi diğerlerine. Sonra masaya gidip Ahlberg’in daktilosunun başına oturdu, bir kâğıt takıp birkaç satır yazdı. Kâğıdı daktilodan çıkardı, imzaladı ve masasındaki dosyaya yerleştirdi.
“O ne, önemli bir şey mi?” diye sordu Ahlberg.
“Değil,” dedi Melander.
İçeri girdiğinden beri tavrını değiştirmemişti.
“Yarın eve dönüyoruz,” dedi Martin Beck.
Kollberg, “Harika,” deyip esnedi.
Martin Beck kapıya doğru bir adım attı, sonra daktilonun başındaki adama dönüp baktı.
“Otele geliyor musun?” diye sordu.
Ahlberg başını arkaya atıp tavana baktı. Sonra ayağa kalkıp kravatını düzeltti.
Otelin lobisinde Melander’den ayrıldılar.
“Ben tokum, yemiştim,” dedi. “İyi geceler.”
Melander derli toplu bir adamdı. Ayrıca harcırahını da tutumlu kullanır ve görev başındayken sosisli sandviç ve alkolsüz içeceğe talim ederdi.
Diğer üçü yemek salonuna gidip oturdu.
“Bir cin tonik,” dedi Kollberg. “Schwepps.”
Diğer ikisi biftek, aquavit ve bira söyledi. Kollberg içkisini alıp üç yudumda bitirdi. Martin Beck muhabirlere verilen dosyanın bir nüshasını çıkarıp okudu.
“Bana bir iyilik yapar mısın?” dedi Martin Beck, Koll-berg’e bakarak.
Kollberg, “Tabii ki,” dedi.
“Yeni bir eşkâl çıkarmanı istiyorum, şahsen bana çıkar. Bir rapor değil, eşkâl istiyorum. Bir ceset değil, insan eşkâli. Ayrıntılı şekilde. Hayattayken neye benziyor olabileceğine dair. Acele etme.”
Kollberg bir süre sessizce oturdu.
“Ne demek istediğini anladım,” dedi. “Bu arada dostumuz Ahlberg bugün dünya basınına gerçek olmayan bir bilgi verdi. Aslında kadının sol uyluğunun iç kısmında bir doğum izi var. Kahverengi. Domuza benziyor.”
“Biz görmedik,” dedi Ahlberg.
“Ben gördüm,” dedi Kollberg.
Yanlarından ayrılmadan önce, “Dert etmeyin,” diye ekledi. “Herkes her şeyi göremez. Her neyse, artık sizin cinayetiniz. Beni gördüğünüzü unutun. Olmamış sayın. Hoşça kalın.”
“Hoşça kal,” dedi Ahlberg.
Sessizce yiyip içtiler. Çok sonra, içkisinden kafasını kaldırmadan konuşmaya başladı Ahlberg:
“Bunun peşini bırakacak mısın yani?”
“Hayır,” dedi Martin Beck.
“Ben de,” dedi Ahlberg. “Asla.”
Yarım saat sonra ayrıldılar.
Martin Beck odasına döndüğünde kapının altında katlanmış birkaç sayfa kâğıt buldu. Açar açmaz Kollberg’in muntazam, okunaklı el yazısını tanıdı. Kollberg’i uzun zamandır tanıdığından pek de şaşırmamıştı.
Soyundu, vücudunun üst kısmını soğuk suyla yıkayıp pijamalarını giydi. Sonra ayakkabılarını dışarı, koridora bıraktı, pantolonunu şiltenin altına serdi ve gece lambasını yakıp tavandaki ışığı söndürerek yatağa girdi.
Kollberg şunları yazmıştı:

Aklını meşgul eden kadınla ilgili şunlar söylenebilir:
1) Senin de bildiğin üzere, 1 metre 67,5 santim boyundaydı, gri-mavi gözleri ve koyu kahverengi saçları vardı. Dişleri sağlamdı; sol uyluğunun üst kısmında, apış arasından dört santim kadar aşağıdaki bir doğum lekesinin dışında, vücudunda herhangi bir ameliyat izi ya da başka bir yara izi yoktu. Kahverengi ve aşağı yukarı bozuk para boyutunda bir izdi bu ama tam yuvarlak değildi, domuz şeklini andırıyordu. Otopsiyi yapan adama göre (ki bana bir tahminde bulunması için telefonda zorladım) 27 ya da 28 yaşındaydı. 56 kilo kadardı.
2) Vücut yapısı şu şekildeydi: Dar omuzlar ve çok ince bir bel, geniş kalçalar ve dolgun bir popo. Vücut ölçüleri yaklaşık 81-58-94. Uyluklar: Kalın ve uzun. Bacaklar: Görece kalın ama şişman olmayan baldırlarla, kaslı. Uzun, düzgün parmaklara sahip ayakları iyi durumda. Ayaklarında nasır yoktu ama sanki sıkça yalınayak yürümüş ve çoğu zaman sandalet ya da lastik bot giymiş gibi topukları kuru ve çatlaktı. Bacakları kıllıydı ve çoğunlukla baldırı çıplak geziyor olmalıydı. Bacaklarının durumu: Bazı kusurlar vardı. Çarpık bacaklı ve paytak yürüyormuş gibi. Vücudu balık etliydi ama şişman değildi. İnce uzun kollar. Küçük eller ama uzun parmaklar. Ayakkabı numarası 38.
3) Bronz tenine bakarsak: İki parçalı mayoyla güneşleniyormuş ve güneş gözlüğü takıyormuş. Ayağında parmak arası terlik olduğu söylenebilir.
4) Cinsel organı iyi gelişmiş ve gür ve siyah kıllarla kaplı. Göğüsleri küçük ve gevşek. Meme uçları iri ve koyu kahverengi.
5) Boynu oldukça kısa. Belirgin yüz hatlarına sahip. Dolgun dudaklı büyük bir ağız. Düz, kalın, kara kaşlar ve daha açık renk kirpikler. Fazla uzun değil. Oldukça geniş, düz, kısa bir burun. Yüzünde kozmetikten eser yok. El ve ayak tırnakları kısa kesilmiş ve sert. Oje izi yok.
6) Otopsi raporunda (ki okudun) şunlara özellikle dikkat ettim: Çocuk doğurmamış ve hiç kürtaj olmamış. Cinayet alışılageldik bir cinsel eylemle bağlantılı işlenmemiş (meni izine rastlanmadı). Ölmeden üç ila beş saat önce yemek yemiş: et, patates, çilek ve süt. Hastalık ya da organlarda herhangi bir değişiklik izine rastlanmadı. Sigara içmiyormuş.
Saat altıda uyandırılmak üzere resepsiyona haber verdim. Hoşça kal.
Martin Beck, Kollberg’in gözlemlerini baştan sona iki kere okuduktan sonra sayfaları katlayarak başucuna koydu. Sonra ışığı söndürüp duvara doğru döndü.
O uykuya dalmadan önce gün ağarmaya başlamıştı.

6
Motala’dan arabayla yola çıktıklarında sıcaklık asfaltın üzerinde belli oluyordu. Sabahın erken saatleriydi ve yol önlerinde boş ve düz uzanıyordu. Kollberg ve Melander önde, Martin Beck ise arkada, pencereyi açmış, rüzgârı yüzünde hissederek oturuyordu. Muhtemelen giyinirken indirdiği kahve yüzünden kendini iyi hissetmiyordu.
“Kollberg arabayı kötü ve dengesiz kullanıyor,” diye düşündü Martin Beck ama bir şey demedi. Melander boş gözlerle camdan dışarı bakarken bir yandan da piposunun ucunu kemiriyordu.
Kırk beş dakika boyunca sessizce yol aldıktan sonra Kollberg başıyla sol tarafı işaret etti, ağaçların arasından bir göl görülebiliyordu.
“Roxen Gölü,” dedi. “Boren, Roxen ve Glan. İnanmayacaksınız ama okul yıllarından aklımda kalan çok az şeyden biri.”
Diğerleri bir şey demedi.
Linköping’de bir kafede durdular. Martin Beck hâlâ kendini iyi hissetmiyordu, bu yüzden diğer ikisi bir şeyler yerken o arabada kaldı.
Yemek Melander’in keyfini yerine getirmişti ve ön koltukta oturan iki adam yolun geri kalanı boyunca sohbet etti. Martin Beck sessizliğini korudu. Canı konuşmak istemiyordu.
Stockholm’e ulaştıklarında doğruca evin yolunu tuttu. Karısı balkonda oturmuş, güneşleniyordu. Üstünde sadece şort vardı ve ön kapının açıldığını duyunca balkon korkuluğundan sutyenini alıp ayağa kalktı.
“Merhaba,” dedi. “Nasılsın?”
“Berbat. Çocuklar nerede?”
“Bisikletleriyle çıkıp yüzmeye gittiler. Betin benzin atmış. Tabii ki doğru düzgün bir şey yemedin. Sana kahvaltı hazırlayayım.”
“Yorgunum,” dedi Martin Beck. “Bir şey yemek istemiyorum.”
“Ama iki saniyede hazırlarım. Otur da…”
“Kahvaltı falan istemiyorum. Sanırım biraz yatıp uyuyacağım. Bir saat sonra uyandır beni.”
Saat onu çeyrek geçiyordu.
Martin yatak odasına girip kapıyı kapattı.
Karısı onu uyandırmaya geldiğinde sadece birkaç dakika uyumuş gibi hissediyordu.
Duvardaki saat bire çeyrek kalayı gösteriyordu.
“Sana bir saat demiştim.”
“Çok yorgun görünüyordun. Müdür Hammar telefonda.”
“Ah, kahretsin.”
Bir saat sonra, Martin şefinin ofisinde oturuyordu.
“İlerleme kaydedebildiniz mi?”
“Hayır. Hiçbir şey bilmiyoruz. Katili bilmek bir yana, maktulün kim olduğunu, nerede öldürüldüğünü dahi bilmiyoruz. Nasıl ve nerede gerçekleştiğini yaklaşık olarak tahmin edebiliyoruz, hepsi bu.”
Hammar avuçlarını masanın üstüne koyup oturdu, tırnaklarını inceleyip alnını kırıştırdı. İyi bir amirdi; sakin, hatta biraz fazla ağırkanlıydı ve Martin’le daima iyi anlaşmışlardı.
Müdür Hammar ellerini kavuşturup Martin Beck’e baktı.
“Motala’yla iletişimi koparma. Muhtemelen haklı çıkacaksın. Kız tatilde, evden uzak sanılıyordu, hatta belki yurt dışındaydı. Birisinin, yokluğunu hissedip onu özlemesi bile iki hafta alabilir. Üç haftalık bir tatile çıktığını varsayalım. Yine de raporunu en kısa zamanda görmek isterim.”
“Bu öğleden sonra elinde olur.”
Martin Beck ofisine gitti, daktilosunun kılıfını çıkardı, Ahlberg’den aldığı kâğıtları karıştırdı ve yazmaya başladı.
Saat beş buçukta telefon çaldı.
“Akşam yemeği için eve geliyor musun?”
“Pek öyle görünmüyor.”
“Senden başka polis mi yok?” dedi karısı. “Her şeyi sen mi yapmak zorundasın? Aileni ne zaman göreceğini düşünüyorlar? Çocuklar seni soruyor.”
“Altı buçukta evde olmaya çalışacağım.”
Bir buçuk saat sonra raporu bitmişti.
“Eve git, biraz uyu,” dedi Hammar. “Yorgun görünüyorsun.”
Martin Beck yorgundu. Bir taksi tutup eve gitti, yemeğini yedi ve yattı.
Gece saat bir buçukta çalan telefona uyandı.
“Uyuyor muydun? Affedersin, uyandırdım. Sadece sana davanın çözüldüğünü haber vermek istemiştim. Adam kendi teslim oldu.”
“Kim?”
“Holm, komşu. Kadının kocası. Tam anlamıyla çözüldü. Kıskançlıktan yapmış. Ne komik, değil mi?”
“Kimin komşusu? Kimden söz ediyorsun?”
“Storängen’deki genç kızdan tabii. Sana geceleri uykun kaçıp da boş yere bunu düşünme diye haber vermek istedim… Of Tanrım, karıştırdım değil mi?”
“Evet.”
“Kahretsin, tabii ya. O davada sen yoktun. Stenström vardı. Affedersin. Yarın sabah görüşürüz.”
“Aradığın iyi oldu,” dedi Martin Beck.
Tekrar yattı ama uyuyamadı. Gözlerini tavana dikip uzandı ve karısının hafif horlamasını dinledi. Kendisini bomboş ve yılgın hissediyordu.
Oda gün ışığı ile aydınlanmaya başladığında, bir yanına dönerek şöyle düşündü: “Yarın Ahlberg’i ararım.”
Ertesi gün ve sonraki bir ay boyunca haftada dört beş kez Ahlberg’i aradı ama ikisi de söyleyecek özel bir şey bulamıyordu. Kızın kim olduğu hâlâ gizemini koruyordu. Gazeteler bu dava hakkında yazıp çizmeyi kesti, Hammar nasıl gidiyor diye sormayı bıraktı. Hâlâ bu eşkâle uyan bir kayıp ihbarı yapılmamıştı. Bu dünyada öyle biri hiç yaşamamıştı sanki. Martin Beck ve Ahlberg hariç kimse onu gördüğünü hatırlamıyor gibiydi.
Ağustos başında Martin Beck bir haftalık bir izne çıktı ve ailesini alıp adalara gitti. Tatilden döndüğünde, masasına gelen rutin işleri yapmaya devam etti. Bunalımda gibiydi ve pek uyuyamıyordu.
Ağustos sonlarında bir gece, yatakta uzanmış karanlığa bakıyordu.
Ahlberg epey geç bir saatte aramıştı o akşam. City Oteli’ndeydi ve çakırkeyifti. Bir süre cinayet hakkında konuşmuşlar ve sonunda Ahlberg, kapatmadan önce şöyle demişti: “Her kimse ve her neredeyse yakalayacağız onu.”
Martin Beck kalkıp yalınayak oturma odasına yürüdü. Çalışma masasının lambasını yakıp Danmark eğitim gemisinin maketine baktı. Daha armayı bitirmesi gerekiyordu.
Masaya oturup küçük bir gözün içinden bir dosya çıkardı. İki ay kadar önce Motala’daki polis fotoğrafçısının çektiği fotoğraflarla birlikte, Kollberg’in kız hakkında çıkardığı eşkâl vardı dosyada. Eşkâli artık ezbere bilmesine rağmen, bir kere daha yavaş yavaş ve dikkatlice okudu.
Ardından fotoğrafları önüne dizip uzunca bir süre inceledi.
Kâğıtları dosyaya koyup ışığı kapatırken içinden, “Bu kadın her kimse ve nereden gelmişse bulacağım,” dedi.

7
“Interpol, şeytan görsün yüzlerini,” dedi Kollberg.
Martin Beck bir şey demedi. Kollberg omzunun üstünden arkaya baktı.
“Bu yavşaklar Fransızca da mı yazıyor?”
“Evet. Toulouse polisinden gelmiş. Bir kişi kayıpmış.”
“Fransız polisi,” dedi Kollberg. “Geçen yıl Interpol aracılığıyla onlarla birlikte bir aramaya katılmıştım. Djursholm bölgesinden küçük bir kız kayıptı. Üç ay boyunca hiç ses çıkmadı, derken Paris polisinden uzunca bir mektup geldi. Tek kelimesini bile anlamadığım için tercümeye gönderdim. Ertesi gün gazetede, İsveçli bir turistin kızı bulduğunu okudum. Nah bulmuş! İsveçli bütün hippilerin takıldığı şu dünyaca ünlü kafede oturuyormuş…”
“Le Dôme.”
“Evet, aynen. Beraber yaşadığı bir Arap’la beraber kafede oturuyormuş ve son altı aydır her gün o kafeye gidiyormuş. Aynı gün öğleden sonra mektubun çevirisi geldi. Mektuba bakarsan kız en az üç aydır Fransa’da görülmemiş ve kesinlikle artık orada değilmiş. En azından canlı olarak. ‘Olağan’ ortadan kaybolma vakaları iki hafta içinde çözülür, diye yazmışlar ve bu durumda maalesef cinayet şüphesi üzerinde durmak zorundaymışız.”
Martin Beck mektubu ikiye katlayıp çekmecelerden birine koydu.
“Ne yazmışlar?” diye sordu Kollberg.
“Toulouse’daki kız hakkında mı? İspanyol polisi bir hafta önce onu Mayorka’da bulmuş.”
“Bu kadar az şey için neden bu kadar çok resmî damgaya ve tuhaf kelimeye gerek duyuyorlar ki?”
“Haklısın,” dedi Martin Beck.
“Neyse, senin kız da İsveçli olmalı. Herkesin ilk başta düşündüğü gibi. Tuhaf.”
“Ne tuhaf?”
“Her kim ise, kimsenin onu aramaması. Bazen benim de aklıma geliyor.”
Kollberg’in ses tonu giderek değişmişti.
“Sinirime dokunuyor,” dedi. “Bu durum çok sinirime dokunuyor. Kaç kere boş çektin?”
“Bununla beraber yirmi yedi oldu.”
“Çokmuş.”
“Haklısın.”
“Fazla kafana takma.”
“Hayır.”
“İyi niyet nasihatleri vermek almaktan kolaydır,” diye düşündü Martin Beck. Ayağa kalkıp pencereye yürüdü.
“Ben katilime dönsem iyi olur,” dedi Kollberg. “Sadece sırıtıp dişlerini gıcırdatıyor. Arsız! Önce bir şişe maden suyu içmiş, sonra gitmiş karısını ve çocuklarını baltayla öldürmüş. Sonra da evini yakıp testereyle kendi gırtlağını kesmiş. Hepsinin üstüne bir de ağlaya ağlaya polise koşmuş, yemeklerden şikâyet ediyor. Bu akşamüstü onu tımarhaneye yolluyorum.”
“Tanrım, hayat ne garip,” diye ekledi ve kapıyı çarpıp odadan arkasına bile bakmadan çıktı.
Polis merkezi ile Kristineberg’s Oteli arasındaki ağaçlar, sararmaya ve yapraklarını dökmeye başlamıştı. Gökyüzü alçalmıştı, gri yağmur bulutlarıyla yüklüydü ve fırtına habercisi bulutlar toplanıyordu. Eylülün yirmi dokuzuydu, sonbahar kesinlikle kapıdaydı. Martin Beck yarısı içilmiş sigarasına iğrenerek baktı, sıcaklık değişikliklerine ne kadar hassas olduğunu ve yakında kapıya dayanıp onu çarpacak olan altı aylık kış soğuğunu düşündü.
“Zavallı dostum, acıyorum sana,” dedi kendi kendine.
Her geçen gün olayı çözme şanslarının azaldığının farkındaydı. Aynı suçu bir daha işlemediği takdirde suçluyu bulmak bir yana, belki de kadının kim olduğunu dahi öğrenemeyeceklerdi. Orada, dalgakıranın üstünde, güneşin altına uzanmış yatan kadının bir yüzü, bir bedeni ve isimsiz bir mezarı vardı en azından. Katil ise bir hiçti, ismi cismi yoktu, karanlık bir figürdü. Ama karanlık figürlerin ne arzuları ne de sivri uçlu silahları vardır. Boğmaya hazır elleri yoktur.
Martin Beck kendine çekidüzen verdi. “Unutma, bir polisin sahip olabileceği en önemli erdemlerden üçüne sahipsin,” diye düşündü. “İnatçısın, mantıklısın ve tümüyle sakinsin. Duruşunu değiştirmiyorsun ve hangi dava olursa olsun, profesyonel davranıyorsun. Tiksinç, iğrenç ve canavarca gibi kelimeler ancak gazetelere yaraşır, sana değil. Katil de bir insan ama daha talihsiz ve dünyada yerini bulamamış biri belki.”
Motala’daki City Oteli’nde kaldığı son geceden beri Ahlberg’i görmemişti ama sık sık telefonlaşıyorlardı. Geçen hafta telefonda konuşmuşlardı ve Martin, Ahlberg’in son yorumunu hatırladı: “Bu olayı çözmeden tatil falan yok. Yakında tüm bilgi ve belgeleri toplayacağım ama bütün Boren’i sorguya çekmem gerekse bile devam edeceğim.”
Ahlberg bu aralar işi iyice inada bindirdi, diye düşündü Martin Beck.
“Lanet, lanet, lanet olsun,” diye mırıldanıp alnını yumrukladı.
Ardından masasına geçip oturdu, sandalyesini bir çeyrek sola döndürüp daktilodaki kâğıda donuk donuk baktı. Kollberg elinde Interpol’den gelen mektupla içeri daldığında ne yazmak istediğini hatırlamaya çalıştı.
Altı saat sonra, saat beşe iki kala, şapkasını takmış, paltosunu giymiş ve birazdan bineceği, güneye hareket edecek olan kalabalık metro treninden nefret etmeye başlamıştı bile. Hâlâ yağmur yağıyordu ve Martin daha trene binmeden ıslak giysilerin küfümsü kokusunu almaya başlamıştı ve tanımadığı bedenlerle tıka basa dolu bir yerde ayakta dikilmek zorunda kalmanın verdiği korkunç hisle baş başaydı.
Saat beşe bir kala Stenström geldi. Her zamanki gibi kapıyı tıklatmadan açtı. Sinir bozucuydu ama Melander’in ağaçkakan tempolu tıklatmalarına ve Kollberg’in sağır eden kapı yumruklamalarına kıyasla tahammül edilebilirdi.
“Kayıp kızlar departmanı için bir ihbar var. Amerikan Büyükelçiliği’ne bir teşekkür notu göndermelisin. Onlar yolladı.”
Stenström açık kırmızı telgraf sayfasını inceledi.
“Lincoln, Nebraska. En son neresiydi?”
“Astoria, New York.”
“Hani üç sayfa bilgi gönderdikleri ama kızın siyahî olduğunu söylemeyi unuttukları sefer miydi?”
“Evet,” dedi Martin Beck.
Stenström ona telgrafı verip, “Elçilikten bir adamın numarası. Arasan iyi olur,” dedi.
Metro işkencesini ertelemek için her bahaneye sarılacağından masasına geri döndü ama geç kalmıştı. Elçilik çalışanları gitmişti.
Ertesi gün çarşambaydı ve hava bundan daha kötü olamazdı. Sabah gazetelerinde, İsveç’in güneyinde Räng diye bir yerde kaybolan yirmi beş yaşındaki bir hizmetçi kızın haberi vardı. Tatilden dönmemişti.
O sabah boyunca Kollberg’in eşkâli ve rötuşlu fotoğraflar Güney İsveç polisinin yanı sıra Cinayet Masası’ndan Komiser Elmer B. Kafka, Lincoln, Nebraska, ABD adresli birisine gönderildi.
Öğle yemeğinden sonra Martin Beck boynundaki lenf bezlerinin şişmeye başladığını hissetti. Eve döndüğünde yutkunmakta güçlük çekiyordu.
“Yarın Ulusal Polis’in sensiz de idare edebileceğine karar verdim,” dedi karısı.
Martin cevap vermek için ağzını açtı ama çocuklara baktı ve bir şey dememeyi tercih etti.
Karısı, kazandığı zaferi daha da ilerletmek için vakit kaybetmedi.
“Burnun tamamen tıkalı. Sudan çıkmış balık gibi nefes alıyorsun.”
Martin çatal bıçağını elinden bırakıp, “Yemek için teşekkürler,” diye mırıldandı ve kendini gemi maketinin eksiklerini tamamlamaya verdi. Bu işle uğraşırken yavaş yavaş ve sonunda tamamen sakinleşti. Martin gemi maketi üstünde ağır ağır ama ve sistemli bir şekilde çalışıyordu ve aklında hiçbir nahoş düşünce yoktu. Yan odadan televizyon sesi kulağına geliyorsa bile duymuyordu. Biraz sonra kızı somurtuk bir yüz ifadesi ve çenesinde ciklet kalıntılarıyla kapı eşiğinde belirdi.
“Sana telefon var. Tam da vaktiydi ha, Perry Mason’ın ortasında.”
Hay lanet, odaya telefon çektirmeliydi. Hay lanet, çocuklarının yetiştirilmesiyle daha fazla alakadar olmalıydı. Hay lanet, Beatles’ı çok seven ve çoktan gelişmiş on üç yaşında bir çocuğa ne denilebilirdi ki?
Martin, oradaki varlığı için özür dilercesine oturma odasına girdi ve büyük savunma avukatının televizyon ekranını dolduran bitkin yüzüne mahcup bir bakış attı. Telefonu alıp koridora çıktı.
“Merhaba,” dedi Ahlberg. “Bir şey buldum sanırım.”
“Nedir?”
“Hani yazın buradan gündüz saat yarımda ve dörtte geçen kanal teknelerinden bahsetmiştik, hatırlıyor musun?”
“Evet.”
“Bu hafta küçük tekne ve yük gemisi trafiğine bakmaya çalıştım. Geçen tüm tekneleri kontrol etmek neredeyse imkânsız. Ama bir saat önce karakol polislerinden biri geldi ve geçen yaz bir ara, gecenin bir vakti Platen hendeğini geçerek batıya doğru giden bir yolcu gemisi gördüğünü söyleyiverdi. Saat kaçta olduğunu bilmiyordu ve ben sorana kadar bunu hiç düşünmemiş. Birkaç gece üst üste o bölgede özel görevdeymiş. Bana hiç inandırıcı gelmedi ama doğru olduğuna yemin ediyor. Ertesi gün izne çıkmış ve sonra da tamamen unutmuş.”
“Geminin hangisi olduğunu görebilmiş mi?”
“Hayır ama dinle. Göteborg’u arayıp gemicilik işletmesinden birileriyle konuştum. İçlerinden biri bunun kesinlikle doğru olabileceğini söyledi. Geminin adının Diana olduğunu söyledi ve kaptanın adresini verdi.”
Ardından kısa bir sessizlik oldu. Martin Beck, Ahlberg’in bir kibrit çaktığını duydu.
“Kaptana ulaştım. Adam net bir şekilde hatırladığını söyledi ama unutmuş olmayı yeğliyormuş. Önce yoğun sis yüzünden Hävringe’de üç saat durmak zorunda kalmışlar, sonra motordaki bir buhar borusu bozulmuş…”
“Tekne.”
“Ne dedin?”
“Teknede. Motorda değil.”
“Ah, evet, her neyse, sonuç olarak tamirat için Söderköping’de sekiz saatten uzun kalmak zorunda kalmışlar. Dolayısıyla yaklaşık on iki saat gecikmişler ve Borenshult’tan gece yarısından sonra geçmişler. Motala ya da Vadstena’da durmamış, doğrudan Göteborg’a gitmişler.”
“Bu ne zaman olmuş? Hangi gün?”
“Yaz dönümünden sonraki ikinci turda dedi kaptan. Yani ayın beşinden önceki gece.”
İkisi de en az on saniye hiçbir şey demedi. Ardından Ahlberg konuştu:
“Kızı bulmamızdan dört gün önce. Gemicilik işletmesindeki adamı tekrar arayıp saati kontrol ettim. Bana mesele nedir diye sorunca gemideki herkesin sağ salim Göteborg’a ulaşıp ulaşmadığını sordum. ‘Neden ulaşmasınlar ki?’ deyince ‘Bilmem,’ diye cevap verdim. Herhalde kafayı yediğimi düşünmüştür.”
Yine sessizlik oldu.
“Sence bir anlamı olabilir mi?” dedi Ahlberg nihayet.
“Bilmiyorum,” dedi Martin Beck. “Belki de. Ne olursa olsun, iyi iş çıkardın.”
“Eğer o gemiye binen herkes Göteborg’a vardıysa, o zaman bir anlamı yok.”
Sesi, garip bir hayal kırıklığı ve mütevazı bir zafer taşıyordu.
“Bütün bilgileri elden geçirmemiz lazım,” dedi Ahlberg.
“Elbette.”
“Hoşça kal.”
“Hoşça kal. Ararım seni.”
Martin Beck bir süre eli telefonda öylece kalakaldı. Sonra alnını kırıştırıp bir uyurgezer gibi oturma odasına girdi. Kapıyı arkasından dikkatlice kapattı, gemi maketinin başına oturdu, gemi direğini düzeltmek için sağ elini kaldırdı ama eli hemen geri düştü.
Karısı gelip zorla yatağa götürene kadar bir saat daha orada öylece oturdu.

8
“Pek iyi görünmüyorsun,” dedi Kollberg. Martin Beck de kendisini iyi hissetmiyordu zaten. Üşütmüştü, boğazı şişmişti, kulakları ağrıyordu ve göğsü çok acıyordu. Soğuk algınlığı, gidişata göre, en kötü evresine girmişti. Bu halde bile Martin Beck hem soğuk algınlığına hem de eve kafa tutmuş, bütün günü ofiste geçirmişti. Öncelikle, yatakta kalsa onu sarıp sarmalayacak boğucu alakadan kaçmıştı. Çocuklar büyümeye başladığından, karısı büyük bir hevesle ve neredeyse delice bir kararlılıkla evdeki bakıcı rolünü üstlenmişti. Onun gözünde Martin’in tekrarlayan soğuk algınlıkları ve nezleleri doğum günleri ya da büyük tatiller kadar önemli durumlardı.
Ayrıca, her nedense, evde kalınca vicdanı rahat etmiyordu.
“Madem iyi değilsin, neden buralarda takılıyorsun?” dedi Kollberg.
“Bir şeyim yok.”
“Bu vakayı takma bu kadar. İlk kez çuvallamıyoruz. Sonuncu da olmayacak. Sen de benim kadar iyi biliyorsun. Sırf bu yüzden ne daha iyi ne de daha kötü olacağız.”
“Tek düşündüğüm bu cinayet değil.”
“Fazla takma. Moraline iyi gelmez.”
“Moral mi?”
“Evet, düşün bir, insanın çok vakti olsa ne saçmalıklar bulur. Kara kara düşünmek insanı güçten düşürür.”
Kollberg bunu dedikten sonra çıktı.
Olaysız ve kasvetli bir gündü, hapşırıklar, salyalar ve sıkıcı bir rutinle geçiyordu. Martin, daha çok Ahlberg’i neşelendirmek için iki kez Motala’yı aramıştı çünkü kanal havuzlarında buldukları cesetle bağlantısını kuramazlarsa, ortaya çıkardığı yeni bilginin hiçbir işe yaramayacağını düşünüyordu adam.
“Sanırım insan onca zaman köpek gibi bir işin peşinde koşup da sonuç alamayınca bazı şeyleri abartabiliyor.”
Ahlberg ezik ve pişman bir ses tonuyla konuşmuştu. Neredeyse iç parçalayıcıydı.
Räng’de kaybolan kız hâlâ bulunamamıştı. Onu endişelendiren bu değildi. Bir elli üç boyundaydı, sarışındı, Bardot gibi saçları vardı.
Saat beşte Martin eve taksi tuttu ancak metro istasyonunda inip son kısmı yürümek istedi çünkü karısı eğer onun taksiden indiğini görürse, kafayı yedirten bir tasarruf tartışması çıkacaktı ve bununla hiç uğraşacak hali yoktu.
Hiçbir şey yiyemedi, sadece papatya çayı içebildi. “Ne olur ne olmaz, bir de midem ağrımasın,” diye düşündü Martin Beck. Sonra gidip uzandı ve anında uyuyakaldı.
Ertesi sabah kendini daha iyi hissediyordu. Bir bisküvi yedi ve karısının, önüne koyduğu kaynamış ballı suyu sebatla içti. Sağlığı ve devletin memurlarına dayattığı makul olmayan talepler üzerine tartışma uzadıkça uzadı ve Kristineberg’deki ofisine vardığında saat onu çeyrek geçiyordu.
Masasında bir telgraf vardı.
Bir dakika sonra Martin Beck, ‘Rahatsız Etmeyin’ ışığı yanmasına rağmen şefinin odasına kapıyı tıklatmadan girdi. Sekiz yıldır ilk kez yapıyordu bunu.
Her daim orada olan Kollberg ve Müdür Hammar masanın kenarına yaslanmış, bir apartman dairesinin planını inceliyordu. İkisi de hayretler içinde Martin’e baktı.
“Kafka’dan bir telgraf aldım.”
“Mesaiye şahane başlamışsın,” dedi Kollberg.
“Adamın adı bu. Amerika, Lincoln’deki komiserin adı. Motala’daki kadının kimliğini teşhis etmiş.”
“Bunu telgrafla yapabiliyor mu?” diye sordu Hammar.
“Görünüşe göre evet.”
Martin telgrafı masaya koydu. Üçü birlikte metni okudular.

BU BİZİM KIZ EVET. ROSEANNA MCGRAW, 27 YAŞINDA, KÜTÜPHANE MEMURU. AYRINTILARI EN KISA ZAMANDA PAYLAŞACAĞIZ.
KAFKA, CİNAYET MASASI
“Roseanna McGraw,” dedi Hammar. “Kütüphane memuru. İşte bu hiç aklına gelmemiştir.”
“Başka bir teorim vardı,” dedi Kollberg. “Kızı Mjölby’den sanıyordum. Lincoln neresi?”
“Nebraska’da, ülkenin ortalarında bir yerde,” dedi Martin Beck. “Sanırım.”
Hammar telgrafı bir kere daha okudu.
“O zaman tekrar işe koyulsak iyi olur,” dedi. “Bu bize pek bir şey vermiyor.”
“Yeter de artar bile,” dedi Kollberg. “Boş adam değiliz ya.”
“Öyle olsun,” dedi Hammar sakince. “Ama sen ve ben önce elimizdeki vakayı kapatmak zorundayız.”
Martin Beck odasına geri döndü, bir saniye oturup saç diplerine parmaklarıyla masaj yaptı. Bu yeni gelişmenin ilk şaşkınlığını üzerinden atmıştı biraz. Yüz davadan doksan dokuzunda ta en başında ellerinde olacak bilgiye üç ayda ulaşabilmişlerdi. Yapılması gereken esas işlerin tümü hâlâ duruyordu.
Elçilik çalışanları ve Bölge Polis Şefi bekleyebilirdi. Ahizeyi kaldırıp Motala’nın alan kodunu çevirdi.
“Evet,” dedi Ahlberg.
“Kimliği tespit edildi.”
“Kesin mi?”
“Öyle görünüyor.”
Ahlberg hiçbir şey demedi.
“Amerikalıymış. Nebraska’da Lincoln denen bir yerdenmiş. Yazıyor musun?”
“Evet.”
“Adı Roseanna McGraw. Harfleri kodluyorum: Rudolf’un R’si, Olof’un O’su, Sigurd’un S’si, Erik’in E’si, Adam’ın A’sı, Niklas’ın N’si, yine Niklas’ın N’si, Adam’ın A’sı. İkinci kelime: Martin’in M’si büyük harfle, Cesar’ın C’si, Gustav’ın G’si büyük harfle, Rudolf’un R’si, Adam’ın A’sı, Wilhelm’in W’su. Yazdın mı?”
“Tabii, yazdım.”
“Yirmi yedi yaşındaymış, kütüphane memuruymuş. Şu anda tek bildiğim bu.”
“Bunu nasıl başardın?”
“Benim yaptığım bir şey yok, rutin işleyiş. Bir süre sonra onu aramaya başlamışlar işte. Interpol üzerinden değil. Büyükelçilik üzerinden.”
“Ya gemi?” dedi Ahlberg.
“Ne dedin?”
“Gemi. Amerikalı bir turist gemiden değilse eğer, nereden gelmiş olabilir ki başka? Belki benim gemiden değildir de özel bir yattandır. Buradan çok yat geçer.”
“Turist olup olmadığını bilmiyoruz.”
“Doğru. Ben hemen yola çıkıyorum. Burada bir tanıdığı varsa ya da burada yaşamışsa yirmi dört saat içinde öğrenmiş olurum.”
“İyi. Daha fazla bilgi edinir edinmez seni ararım.”
Martin Beck, Ahlberg’in kulağına hapşırarak konuşmayı sonlandırdı. Pardon diyene kadar karşı taraf kapatmıştı.
Baş ağrısına ve tıkalı kulaklarına rağmen uzun zamandır olmadığı kadar kendini iyi hissediyordu. Bir uzun mesafe koşucusu start verilmeden bir saniye önce ne hissediyorsa aynısını hissediyordu sanki. Onu endişelendiren yalnızca iki şey vardı: Katil koşuya start verilmeden önce başlayıp üç ay fark atmıştı ve hangi yöne koştuğu belli değildi.
Bu huzur bozan bakış açısı ve bilinmeyenlere dair spekülasyonlarla birlikte, polis beyni çoktan, kesin sonuçlar elde edeceğinden emin olduğu sonraki kırk sekiz saatlik araştırmanın planını çiziyordu. Kum saatindeki taneciklerin hepsinin eninde sonunda döküleceği ne kadar kesinse bu da o kadar kesindi.
Üç aydır Martin Beck bundan başka şey düşünmemişti. Soruşturmanın gerçek anlamda başlayacağı anı aklından çıkarmamıştı. Zifiri karanlıkta bir bataklıktan çıkmaya çalışmak gibiydi ve şu anda ilk kez ayağının altında sert bir yüzey hissediyordu. Bir sonraki fazla uzak olmayacaktı.
Çabucak sonuca varmayı beklemiyordu. Ahlberg’in Lincoln’lü kadının Motala’da çalıştığını ya da şehre arkadaşlarını ziyarete geldiğini veyahut oraya hiç gidip gitmediğini dahi öğrenebilmesi, Martin için katilin, masasına yaklaşıp cinayet kanıtını önüne koymasından daha çok şaşırtıcı olacaktı.
Öte yandan, ABD’den gelecek ek bilgi ve belgeleri de sabırsızlıkla bekliyordu. Amerika’daki adamın göndereceği ifadelerin farklı versiyonlarını ve Ahlberg’in, hiçbir dayanağı olmasa da kadının oraya tekneyle geldiğine dair inatçı kanaatini kafasında evirip çevirdi. Cesedin suyun kenarına bir arabayla getirildiğini düşünmek daha mantıklıydı.
Hemen sonra Komiser Kafka geldi aklına, adamın neye benzediğini ya da çalıştığı polis merkezinin TV’de gördüklerine benzeyip benzemediğini merak etti.
Tam şu anda Lincoln’de saat kaçtı ve acaba kadın nerede yaşıyordu, bunları da merak etti. Evi boş muydu, mobilyaların üstüne beyaz çarşaf mı örtülmüştü, içerisi basık ve havasız mıydı, toz içinde miydi?
Martin, Kuzey Amerika coğrafyası hakkındaki bilgilerinin gayet kıt olduğunu fark etmenin şaşkınlığını yaşadı. Lincoln’ün nerede olduğundan haberi bile yoktu ve Nebraska ismi onda hiçbir çağrışım yapmıyordu.
Öğle yemeğinden sonra kütüphaneye gidip dünya atlasına göz attı. Lincoln’ü hemen buldu. Şehrin denize kıyısı kesinlikle yoktu, sanki ölçülüp de özellikle ABD’nin göbeğine yerleştirilmiş gibiydi. Oldukça büyük bir şehre benziyordu ama Kuzey Amerika şehirlerine dair bilgi içeren bir kitap bulamadı. Cep almanağının yardımıyla saat farkını hesapladı ve yedi olduğunu buldu. Şimdi Stockholm’de saat öğleden sonra iki buçuktu ve Lincoln’de sabah yedi buçuktu. Tahminen, Kafka hâlâ yatağında, sabah gazetesini okuyordu.
Martin Beck birkaç dakika boyunca haritayı inceledikten sonra parmağını Nebraska eyaletinin en güneydoğu ucundaki toplu iğne başı kadar olan noktaya koydu, Greenwich’ten yaklaşık yüz meridyen uzaklıkta olan noktaya dokunarak kendi kendine, “Roseanna McGraw,” dedi.
Bu ismi defalarca tekrarladı, âdeta bilincine kazımak istiyordu.
Polis merkezine döndüğünde Kollberg daktilosunun başındaydı.
İkisi de tek kelime edemeden telefon çaldı. Santralden arıyorlardı.
“Merkez Telefon İşletmesi, Amerika’dan bir telefon geldiğini haber verdi. Yarım saat sonra arayacaklarmış. Kabul ediyor musunuz?”
Komiser Kafka yatağında uzanmış halde gazete okumuyormuş! Martin bu sefer de çok acele bir karara varmıştı.
“Amerika’dan demek, vay be!” dedi Kollberg.
Kırk beş dakika sonra telefon çaldı. İlk başta bir sürü karmakarışık gürültü, sonra aynı anda konuşan telefon operatörleri derken inanılmaz derecede berrak ve belirgin bir ses duyuldu.
“Evet, ben Kafka. Siz misiniz Bay Beck?”
“Evet.”
“Telgrafımı aldınız mı?”
“Evet. Teşekkürler.”
“Herhangi bir sorunuz var mı?”
“Bunun doğru kadın olduğuna dair hiçbir şüpheniz yok, değil mi?” diye sordu Martin Beck.
“Anadilin gibi konuşuyorsun,” diye yorum yaptı Koll-berg.
“Hayır, bayım, kesinlikle Roseanna. Bir saatten az bir sürede kimliğini teşhis ettirdim. İki kez kontrol ettim. Kız arkadaşına ve Omaha’daki eski erkek arkadaşına verdim. İkisi de son derece emindi. Bununla beraber, size birkaç fotoğraf ve başka şeyler postaladım.”
“Evden ne zaman ayrılmış?”
“Mayıs başında. Avrupa’da iki ay geçirmeyi planlıyormuş. Hayatında ilk kez yurt dışı seyahatine çıkmış. Bildiğim kadarıyla yalnız seyahat ediyormuş.”
“Planları hakkında bir bilginiz var mı?”
“Pek yok. Hatta burada kimsenin bilgisi yok. Size bir ipucu verebilirim. Norveç’ten bir kız arkadaşına kart atmış, bir hafta İsveç’te kalıp Kopenhag’a devam edeceğini yazmış.”
“Başka bir şey yazmamış mı?”
“Bir İsveç gemisine binmekten bahsetmiş. Kırsalda bir göl gezintisi gibi bir şey. O kısım pek net değil.”
Martin Beck nefesini tuttu.
“Bay Beck, hâlâ orada mısınız?”
“Evet.”
Bağlantı hızla kötüleşmeye başlamıştı.
“Sanırım cinayete kurban gitmiş,” diye bağırdı Kafka. “Adamı yakaladınız mı?”
“Henüz değil.”
“Duyamıyorum.”
“Hayır ama umuyorum ki kısa süre içinde yakalayacağız,” dedi Martin Beck.
“Anlamadım, onu vurdunuz mu?”
“Ne? Hayır, hayır, vurma yok…”
“Tamam, duyuyorum, vurmuşsunuz pezevengi,” diye bağırdı Atlantik Okyanusu’nun diğer ucundaki adam. “Harika. Buradaki gazetelere aynen iletirim.”
“Yanlış anladınız,” diye kükredi Martin Beck.
Ne olduğu anlaşılmayan gürültüler içinde bir fısıltı gibi duydu Kafka’nın son cevabını.
“Evet, çok iyi anladım. Adınızı doğru aldım. Hoşça kalın. Sonra haberleşiriz. Tebrikler, Martin.”
Martin Beck ahizeyi yerine koydu. Bütün konuşma boyunca ayakta durmuştu. Nefes nefeseydi ve yüzü kan ter içinde kalmıştı.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu Kollberg, neden o kadar bağırdığına şaşarak, “Nebraska ile aramızda özel hat mı var sandın?”
“Sona doğru birbirimizi pek iyi duyamadık. Adam, katili vurduğumu sandı. Gazetelere böyle anlatacağını söyledi.”
“Harika. Yarın oralarda günün kahramanı olacaksın. İki gün sonra da seni onursal vatandaş yapar ve Noel’de şehrin anahtarını yollarlar artık. Altın varaklı. ‘Güney Stockholm’lü intikam canavarı, her attığını vuran Martin.’ Bizim oğlanlar çok eğlenecek.”
Martin Beck sümkürdü ve yüzündeki terleri sildi.
“Eee, esas ne dedi? Bir tek ne kadar akıllı olduğunu mu övdü?”
“Övülen daha çok sendin. Verdiğin eşkâlden ötürü. ‘Harika eşkâldi,’ dedi.”
“Kimlikten yüzde yüz emin miymiş?”
“Evet, kesin. Kızın arkadaşıyla ve bir eski âşığıyla kimliği doğrulamış.”
“Başka?”
“Kız mayıs ortasında evinden ayrılmış. Avrupa’da iki ay kalacakmış. İlk kez yurt dışına seyahat ediyormuş. Norveç’ten bir kız arkadaşına kart yollamış, bir hafta burada kalıp Kopenhag’a geçeceğini yazmış. Kafka bana kızın fotoğraflarını ve birkaç şey daha postaladığını söyledi.”
“Hepsi bu mu?”
Martin Beck pencere kenarına yürüyüp dışarı baktı. Başparmağının tırnağını ısırdı.
“Kartta tekne turuna çıkacağını yazmış. İsveç göllerini ve kara suları gezeceği bir tur gibi bir şey…”
Arkasını dönüp meslektaşına baktı. Kollberg artık gülümsemiyordu ve şakacı bakışı kaybolmuştu. Bir süre sonra yavaşça şöyle dedi:
“Demek sahiden kanaldaki gemiyle gelmiş. Motala’daki dostumuz haklıymış.”
“Öyle görünüyor,” dedi Martin Beck.

9
Martin Beck metro istasyonundan dışarı çıkınca derin bir nefes aldı. Kalabalık vagonlarıyla bu yolculuk her zamanki gibi onu hasta etmişti.
Hava temiz ve açıktı, Baltık Denizi’nden ferah bir esinti geliyordu. Martin karşıdan karşıya geçti, tütüncüden bir paket sigara aldı. Skepps Köprüsü’ne doğru yürüyüp durdu, bir sigara yaktı ve dirseklerini köprünün korkuluklarına dayayıp baktı. İngiliz bandıralı bir yolcu gemisi uzaklarda bir rıhtıma demir atmıştı. Martin adını tam okuyamıyordu ama Devonia olduğunu tahmin etti. Bir grup martı ciyak ciyak bağırarak güverteye atılan çöpleri kapmak için savaştı. Martin bir süre olduğu yerden gemiye bakıp rıhtıma doğru yürümeye devam etti.
Kederli görünen iki adam, bir odun yığının üzerine oturmuştu. Birinci adam bir sigara izmaritini alıp yakmaya çalıştı, başaramayınca eli daha az titreyen ikinci adam ona yardım etmeye yeltendi. Martin kol saatine baktı. Dokuza beş vardı. “Herhalde züğürtler,” diye düşündü, “yoksa bu saatte tekelin kapısında bekliyor olurlardı.”
Rıhtımda halatla bağlı duran ve yük alan Bore II’yi geçti, Reisen Oteli’nin tam karşısındaki kaldırımın kenarında dikildi. Birkaç dakika bekledikten sonra bitmek bilmez otomobil silsilesini atlatmayı başarıp karşıya geçebildi.
Kanal gemilerinin işletme ofisinde Diana’nın 3 Temmuz günü çıktığı gezideki yolcuların listesi kayıtlı değildi. Göteborg’daki ofislerindeydi ve en kısa sürede gönderme sözü vermişlerdi. Gelgelelim, mürettebatın ve diğer personelin listesi hemen eline geçmişti. Martin oradan çıkarken birkaç broşür aldı ve ofise dönüş yolunda bunları okudu.
Martin ofise vardığında Melander’i ziyaretçi koltuğunda oturur vaziyette buldu.
“Selam,” dedi Martin.
“Günaydın,” dedi Melander.
“Şu pipo çok kötü kokuyor. Yine de hiç bozma, otur da havayı zehirle. Hoş gelmişsin. Yoksa özel bir isteğin mi vardı?”
“Pipo içersen o kadar çabuk kanser olmuyorsun. Senin içtiğin sigaralar için en zararlısı diyorlar bu arada. En azından ben öyle duydum. Onun haricinde, göreve hazırım.”
“Amerikan Express, postane, bankalar, telefon şirketi ve diğer yerleri kontrol et. Anladın, değil mi?”
“Anladım. Kadının adı ne demiştin?”
Martin Beck bir kâğıda ROSEANNA MCGRAW yazıp Melander’e verdi.
“Nasıl okunuyor?”
Adam odadan çıkar çıkmaz Martin Beck pencereyi açtı. Hava soğuktu ve rüzgâr ağaç tepelerinden esip yerdeki yaprakları süpürdü. Bir süre sonra pencereyi kapadı, ceketini sandalyesinin arkasına astı ve yerine oturdu.
Ahizeyi kaldırıp Yabancılar Dairesi’nin numarasını çevirdi. Eğer kız bir otelde kaldıysa, kaydı orada olmalıydı. Her koşulda ona dair bir kayıt illa ki vardı. Telefona cevap vermeleri zaten uzun sürmüştü; üstüne bir de, telefonu açan kızın talebini alıp geri dönmesi bir on dakika daha aldı.
Kartı bulmuştu. Roseanna McGraw, 30 Haziran’dan 2 Temmuz’a kadar Stockholm’deki Gillet Oteli’nde kalmıştı.
“Bir fotokopisini gönderir misin lütfen,” dedi Martin Beck.
Telefonun tuşlarına basıp ahize hâlâ elindeyken hattın kesilme sesini bekledi. Ardından telefonla taksi çağırdı ve ceketini giydi. On dakika sonra taksiden indi, adama parasını ödedi ve cam kapılardan otele girdi.
Resepsiyonun önünde altı adamdan oluşan bir grup dikiliyordu. Yakalarında isim etiketleri bulunuyordu ve hepsi aynı anda konuşuyordu. Resepsiyonda çalışan görevli pek mutlu görünmüyordu ve sızlanırcasına ellerini havaya kaldırdı. Tartışma biraz süreceğe benziyordu, o yüzden Martin Beck lobideki koltuklardan birine oturdu.
Tartışmanın bitmesini, grubun asansöre binip gözden kaybolmasını bekledi ve resepsiyona yaklaştı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/may-shevall/kanaldaki-kadin-69401626/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Kanaldaki Kadın Пер Валё и Май Шёвалль
Kanaldaki Kadın

Пер Валё и Май Шёвалль

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Ayrıksı Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "Eğer bir modern polisiye klasiği arayacak olursanız bu Martin Beck serisi olacaktır. On kitaptan oluşan bu seri Komiser Martin Beck ve ekibinin cinayet soruşturmalarını konu alır. İsveçli yazarlar Maj Sjöwall ve Per Wahlöö modern polisiye romanının mihenk taşlarıdır. 1960 ve 70’lerde yazdıkları bu seri modern toplumun sancılı yaratımına ayna tutarken tüm dünyada sayısız polisiye yazarına da esin kaynağı olmuştur.

  • Добавить отзыв