Kayıp İtfaiye Arabası
Per Wahlöö
Maj Sjöwall
Martin Beck #5
"Martin Beck kendini kariyerinin en garip ve en unutulmaz cinayetlerinden birinin ortasında bulur. Bir binada yaşanan patlama akıllara birçok soruyu getirmiştir: Bu bir kundaklama mıdır? İntihar mıdır? Yoksa sıradan bir gaz patlaması mıdır?
“Bulmacanın parçaları tam yerine oturup sonra tekrar yıkılırken harika bir hızda ilerliyor.
Kayıp İtfaiye Arabası kesinlikle etkileyici.” Publishers Weekly
“Çok iyi bir iş çıkarılmış. Cinayet masasının kuruntulu şefi Martin Beck’le yıldızlaşan bu kitap tam son paragrafa doğru iyice afallatıyor.” New York Magazine
“Sürükleyici bir okuma, zekice kurgulanmış.” The Guardian"
Maj Sjöwall, Per Wahlöö
Kayıp İtfaiye Arabası
1
Düzgün toplanmış yatakta ölüsü yatan adam, önce ceketiyle kravatını çıkarmış, sonra da kapının yanındaki sandalyeye asmıştı. Ardından ayakkabılarının bağcıklarını çözmüş, sandalyenin altına yerleştirmiş ve ayağına siyah bir terlik geçirmişti. Ucuna filtre takılmış üç sigara içmiş ve yatağın başucundaki sehpada duran küllükte söndürmüştü. Arkasından sırtüstü yatağa uzanmış ve ağzından kendini vurmuştu.
O kısım pek hoş görünmüyordu.
En yakındaki komşusu, erken emekliliğe ayrılmış bir yüzbaşıydı. Geçen sene yabani geyik avında kalçasından yaralanmıştı. Kazadan sonra pek uyuyamıyordu ve genellikle geceleri oturup iskambil falı açardı. İskambil destesini kutusundan tam çıkarırken duvarın diğer tarafından silah sesini duyunca derhâl polisi aramıştı.
7 Mart sabahı saat dörde yirmi vardı, iki devriye polisi kilitli kapıyı kırarak eve girdi. İçerideki yatakta yatan adam, otuz iki dakikadır ölüydü. Adamın intihar ettiği apaçık ortadaydı, bunu idrak etmeleri uzun sürmedi. Ölüm haberini telsizden duyurmak üzere arabalarına geri dönmeden evvel, dairede sağa sola baktılar ama aslında bunu yapmamaları gerekiyordu.
Dairede yatak odası haricinde bir oturma odası, bir mutfak, hol, banyo ve gömme dolap vardı. Herhangi bir mesaj ya da veda mektubuna rastlamadılar. Görünen tek yazılı şey oturma odasındaki telefonun yanında duran not defterindeki iki kelimeydi. İki kelime bir isme işaret ediyordu. Oradaki polislerin çok iyi bildiği bir isme.
Martin Beck.
* * *
Ottilia’nın isim günüydü.
Sabah on biri biraz geçe Martin Beck Güney polis merkezinden ayrılıp Karusellplan’daki tekelin önünde uzayan kuyruğa dahil oldu. Bir şişe Nutty Solera satın aldı. Metroya yürürken aynı zamanda bir demet kırmızı lale ve bir kutu İngiliz peynirli kraker aldı. Annesi vaftiz edilirken ona verilen altı addan biri Ottilia’ydı ve Martin Beck annesinin isim gününü kutlayacaktı.
Huzurevi geniş ve çok eskiydi. Orada çalışmak zorunda olanlar için fazla eski ve rahatsız bir mekândı. Martin Beck’in annesi bir yıl önce oraya taşınmıştı. Tek başına idare edemediğinden değildi bu taşınma çünkü kadın yetmiş sekiz yaşına rağmen hâlâ hayat dolu ve gayet dinçti. Fakat tek çocuğuna yük olmak istememişti. Böylece sağlığı yerindeyken kendine huzurevinde güzel bir yer ayarlamıştı ve hoş bir oda boşalınca, yani eskiden içinde yaşayan kişi vefat edince o da eşyalarının çoğunu elden çıkarıp oraya taşınmıştı. Martin Beck, babasının on dokuz yıl önceki ölümünden bu yana onun tek dayanağıydı ve arada bir, annesine kendi bakmadığı için vicdan azabı duyardı. Derinde bir yerde, içten içe, annesinin kendi inisiyatifi eline alıp ondan tavsiye istemeden hareket etmesine minnettardı.
Martin Beck içinde asla hiç kimsenin oturduğunu görmediği, kasvetli küçük oturma odalarından birinin yanından geçti, iç karartıcı koridordan yürüdü ve annesinin kapısını tıklattı. Martin Beck içeri girince annesi şaşırarak baktı; kulakları ağır işitiyordu ve onun hafif tıklamasını duymamıştı. Yüzü aydınlandı, kitabını kenara koyup doğrulmaya kalktı. Martin Beck hızlıca yanına gitti, yanağından öpüp onu nazikçe tekrar koltuğuna oturttu.
“Benim için ayaklanma lütfen,” dedi.
Çiçekleri annesinin kucağına koydu, şişeyi ve krakerleri de sehpaya bıraktı.
“İsim günün kutlu olsun, anne.”
Annesi çiçeklerin kâğıdını açıp, “Ah, ne kadar güzeller. Hele şu krakerler! Peynirli mi? Ah, şeri. Vay canına!” dedi.
Annesi ayağa kalktı, Martin Beck’in itirazlarına rağmen bir dolaba gidip gümüş rengi bir vazo çıkardı, musluktan suyla doldurdu.
“Bacaklarımı kullanamayacak kadar yaşlı ve düşkün değilim,” dedi. “Asıl sen otur orada. Şeri mi içelim, kahve mi?”
Martin Beck paltosuyla şapkasını asıp oturdu.
“Hangisini istersen,” dedi.
“Kahve yapıyorum,” dedi annesi. “Şeri de şimdilik dursun, bizim ihtiyar hanımlara ikram edip oğlum getirmiş diye övünebilirim. Konuşacak neşeli şeyler bulmak lazım.”
Martin Beck sessizce oturdu, annesinin elektrikli ocağın düğmesine basmasını ve suyla kahveyi ölçmesini izledi. Annesi ufak tefek ve narindi. Onu her gördüğünde daha da küçülüyordu.
“Burada canın sıkılıyor mu, anne?”
“Benim mi? Benim sıkıldığım görülmemiştir.”
Cevap çok hızlı ve üstünkörü bir şekilde geldiğinden Martin Beck annesine inanamadı. Annesi oturmadan önce demliği elektrikli ocağa, vazodaki çiçekleri de masaya koydu.
“Sen beni merak etme,” dedi. “Yapacak bir sürü şeyim oluyor. Kitap okuyorum, diğer kızlarla sohbet ediyorum, örgü örüyorum. Bazen kasabaya inip bir geziniyorum, gerçi durum berbat, her şeyi yıkıyorlar. Babanın eski iş yeri de yıkılmış, gördün mü?”
Martin Beck başıyla onayladı. Babasının, Klara’da küçük bir nakliye şirketi vardı ve şimdi onun yerinde cam ve betondan bir alışveriş merkezi yükseliyordu. Martin Beck yatağın yanındaki şifonyerde duran babasının fotoğrafına baktı. Resim yirmili yılların ortalarında çekilmişti, Martin Beck daha bir iki yaşındaydı ve babası hâlâ uyanık bakışlı, yandan ayrılmış parlak saçları ve inatçı bir çenesi olan genç bir adamdı. Martin Beck’in babasına benzediği söylenirdi. Kendisi hiç benzetemese de bir benzerlik varsa eğer fiziksel bir benzerlikle kısıtlıydı. Martin Beck babasını açık sözlü, neşeli bir adam olarak hatırlıyordu, çoğu kişi tarafından sevilirdi, kahkahalar atar, espriler yapardı. Martin Beck kendini utangaç ve aslında sıkıcı biri olarak tanımlardı. Fotoğrafın çekildiği dönemde babası inşaat işçisiydi ama birkaç yıl sonra, ekonomik bunalım yaşanmış ve babası iki yıl işsiz kalmıştı. Martin Beck, annesinin o fakirlik ve kaygı yıllarını hiçbir zaman aşamadığını düşünüyordu; sonradan durumları iyileşse de annesi para endişesinden hiç kurtulamamıştı. Hâlâ daha eğer zaruri değilse annesi yeni bir şey satın almazdı. Hem giysileri hem de eski evinden getirdiği mobilyalar eskilikten dökülüyordu.
Martin Beck arada sırada ona para vermeye çalışıyor, düzenli aralıklarla evinin faturalarını ödemeyi teklif ediyordu fakat annesi gururluydu, inatçıydı ve bağımsız bir kadın olmak için ısrar ediyordu.
Kahve kaynayınca Martin Beck demliği getirdi, annesi kahveyi döktü. Oğlunun hep üstüne titrerdi. Martin Beck çocukken onun bulaşıklara yardım etmesine ya da yatağını toplamasına hiç izin vermezdi. Annesinin düşünceli tavrının nasıl kötü sonuçlar doğurduğunu, ancak yıllar sonra en basit ev işini yapmayı bile beceremeyince anlayıvermişti.
Martin Beck annesini keyifle izledi, annesi kahvesinden bir yudum içmeden önce ağzına bir adet küp şeker attı. Martin Beck onun kahveyi ‘kıtlama’ içtiğini daha önce hiç görmemişti. Göz göze gelince annesi şöyle dedi:
“Ah, benim kadar yaşlanınca bazı konularda kendine özgürlük tanıyor insan.”
Annesi fincanı tabağına koyup arkasına yaslandı, incecik çilli ellerini kucağında gevşekçe bağladı.
“Eh,” dedi. “Torunlarım nasıl, anlat bakalım.”
Martin Beck bu günlerde annesine çocuklardan bahsederken olumlu şeyler dışında bir söz kullanmamaya dikkat ediyordu, ne de olsa annesi torunlarını diğer bütün çocuklardan daha akıllı, daha zeki ve daha güzel görüyordu. Martin Beck’in çocukların iyi özelliklerini yeterince takdir etmediğinden şikâyet eder, hatta onu anlayışsız ve katı bir baba olmakla itham ederdi. Martin Beck ise şahsen çocuklarını gayet gerçekçi bir biçimde algıladığı ve onların da diğer çocuklar gibi olduğu kanısındaydı. On altı yaşındaki Ingrid ile ilişkisi daha iyiydi; okulunda başarılı, hayat dolu, entel bir kızdı. Rolf yakında on üçüne basacaktı ve daha büyük bir sorundu. Tembel ve içine kapanıktı, okulla yakından uzaktan alakası yoktu ve özel bir ilgisi ve yeteneği olduğu da söylenemezdi. Martin Beck oğlunun ataletinden endişeleniyordu fakat yaşından ötürü olduğunu, oğlunun zamanla miskinlikten silkineceğini umuyordu. Şu anda Rolf hakkında söyleyecek olumlu bir şey bulamadığından ve doğruyu söylese annesi inanmayacağından konuyu değiştirdi. Ingrid’in okuldaki en son başarılarını anlattıktan sonra annesi beklenmedik bir biçimde şöyle dedi:
“Rolf okulu bitirince polis olmayacak, değil mi?”
“Sanmıyorum. Neyse, zaten daha on üç bile değil. Böyle konuları dert etmek için biraz erken.”
“Eğer isterse onu durdurmalısın çünkü,” dedi annesi. “Sen neden polis olacağım diye tutturdun, hiç anlamadım. Bugünlerde hele, senin ilk başladığından da beter bir meslek olmalı. Ya Martin, sen neden katılmıştın polis teşkilatına?”
Martin Beck annesine hayretler içinde baktı. Doğru, annesi yirmi dört yıl önceki meslek seçimine karşıydı fakat konuyu şimdi gündeme getirmesi Martin Beck’i şaşırtmıştı. Bir yıldan kısa süre önce Cinayet Masası şefi olmuştu ve iş koşulları, genç bir memurken çalıştığı koşullardan tamamen farklıydı.
Martin Beck öne eğilip annesinin elini sıvazladı.
“Şimdi iyiyim, anne,” dedi. “Bugünlerde çoğu zaman masa başındayım. Ama tabii ki ben de aynı soruyu kendime sık sık soruyorum.” Yalan değildi. Martin Beck sık sık kendine neden polis olduğunu soruyordu.
Doğal olarak, o dönemde, savaş yıllarında, askeri hizmetten kaçmak için iyi bir yoldu polis olmak. Ciğerlerindeki sorunlardan dolayı iki yıllık tehir süresinden sonra sağlığı onaylandığında artık muaf değildi, bu da gayet önemli bir sebepti. 1944 yılında askerliğe karşı olmak pek hoş karşılanmazdı. Askeri hizmetten onun gibi kaçmış çoğu kişi, o günlerden bu yana meslek değiştirmişti fakat Martin Beck yıllar içinde başkomiserliğe yükselmişti. Buna bakılırsa iyi bir polis olduğu düşünülebilirdi ama kendisi bundan pek emin değildi. Polis teşkilatında, daha az becerikli bir sürü adamın yönettiği kıdemli koltuk mevcuttu. Martin Beck iyi bir polis olmak isteyip istemediğinden de emin değildi zaten. Eğer bu, görevine bağlı olacağı ve mevzuattan zerre kadar sapmayacağı anlamına geliyorsa bunu istemiyordu. Lennart Kollberg’in uzun zaman önce ettiği bir laf geldi aklına: “Etrafta bir sürü iyi polis dolaşıyor. İyi polis olmuş aptal adamlar. Esnek değiller, kıtlar, sertler, hâllerinden memnunlar ve şuna bak ki hepsi de iyi polisler. Aslında içlerinde polis olan birkaç tane daha iyi adam olsaydı daha iyi olurdu.”
Annesi onunla dışarı kadar geldi, birlikte biraz parkta dolaştılar. Çamurumsu kar yürümeyi güçleştiriyordu ve buz gibi esen rüzgâr, yüksek ağaçların çıplak dallarını çıngırak gibi sallıyordu. On dakika dolaştıktan sonra Martin Beck annesini ön kapıya kadar götürüp yanağından öptü. Arkasını dönüp bayır aşağı inmeye başlarken annesinin girişte durup ona el salladığını gördü. Küçücük kalmıştı, çökmüştü ve griydi.
Martin Beck metroyla Västberga Allé’deki Güney polis merkezine geri döndü.
Ofisine giderken Kollberg’in odasına şöyle bir baktı. Kollberg, Martin Beck’in hem yardımcısı hem en yakın arkadaşıydı ve hem de komiserdi. Oda boştu. Martin Beck kol saatine baktı. Saat bir buçuktu. Günlerden perşembeydi. Kollberg’in nerede olduğunu çakmak büyük bir yetenek gerektirmiyordu. Martin Beck kısa bir an için orada ona katılıp bezelye çorbası içmeyi aklından geçirdi ama sonra midesini düşünüp vazgeçti. Annesinin ısrarla içirdiği bir sürü kahveden zaten rahatsız olmuştu.
Not defterinde, o sabah intihar eden adamla ilgili kısa bir not duruyordu.
Adamın adı Ernst Sigurd Karlsson’du ve kırk altı yaşındaydı. Evli değildi, en yakın akrabası Boras’ta yaşayan yaşlı teyzesiydi. Pazartesi gününden beri sigorta şirketindeki işine gitmemişti. Gripti. İş yerindeki arkadaşlarına göre yalnız bir tipti ve bildikleri kadarıyla yakın arkadaşı yoktu. Komşuları onun sessiz sakin, baş ağrıtmayan biri olduğunu, belli zamanlarda evine girip çıktığını ve nadiren ziyaretçisi olduğunu söylemişti. El yazısı üstünde yapılan testlere bakılırsa, telefonun yanındaki deftere Martin Beck’in adını o yazmıştı. İntihar etmiş olduğu da ayan beyan ortadaydı.
Dosya hakkında söylenecek başka bir şey yoktu. Ernst Sigurd Karlsson kendi hayatına son vermişti ve İsveç’te intihar suç sayılmadığından polisin yapacağı pek bir iş yoktu. Bütün soruların cevabı vardı işte. Bir soru hariç. O raporu yazan kimse, o da aynı soruyu sormuştu: Başkomiser Beck’in bu bahsi geçen adamla herhangi bir ilişkisi var mıydı ya da Martin’in durumla ilgili eklemek istediği bir şey olabilir miydi?
Martin Beck’in ekleyeceği bir şey yoktu.
Ernst Sigurd Karlsson diye birini hayatında hiç duymamıştı.
2
Gunvald Larsson, Kungsholms Caddesi’ndeki polis merkezindeki ofisinden çıktığında saat gece on buçuktu ve kahraman olma gibi bir planı yoktu. Ne de olsa Bollmora’daki evine gitmek, duş almak, pijamalarını giyip, yatıp uyumak ahım şahım bir olay değildi. Gunvald Larsson keyifle pijamalarını düşündü. Pijamaları yeniydi, daha yeni satın almıştı ve iş arkadaşlarının çoğu, kaça patladığını duysa kulaklarına inanamazdı. Gunvald Larsson eve dönerken beş dakikasını bile almayacak küçük bir görevi yerine getirecekti. Pijamalarını düşüne düşüne Bulgar işi koyun postu ceketine büründü, ışığı söndürdü, kapıyı arkasından kapatıp oradan çıktı. Ahı gitmiş vahı kalmış asansör her zamanki gibi tutukluk yapmıştı, hareket etmeye ikna edilmesi için Gunvald Larsson ayaklarını iki kere sertçe yere vurdu. İri bir adamdı Gunvald, ayakkabısız bir doksan beşti, yaklaşık yüz kiloydu ve ayaklarını bir vurdu mu fark edilirdi.
Dışarısı soğuk ve rüzgârlıydı, kuru kar tanecikleri havada uçuşuyordu. Gunvald Larsson arabasına birkaç adımda ulaştı yani hava durumunu dert etmesine pek gerek kalmadı.
Vaster Köprüsü’nden geçti, ilgisizce şöyle bir sol tarafa baktı. Belediye binasını gördü, kulenin en üstündeki minik kubbenin altın rengi üç tacına sarı ışık vurmuştu ve binlerce, binlerce başka minik ışık yanıyordu. Köprüden çıkınca dümdüz Hornsplan’a devam etti, sola Horns Caddesi’ne döndü ve sonra da Zinkensdamm metro istasyonundan sağa saptı. Ringvägen boyunca güney yönünde beş yüz metre kadar gitti gitmedi, frene bastı.
Hâlâ Stockholm merkezde olmasına rağmen neredeyse hiç bina kalmamıştı. Sokağın güney tarafında Tantolunden’de, tepelerle dolu bir park vardı, genişçeydi ve doğu tarafına doğru kayalık bir uzantı, bir otopark ve benzinci yer alıyordu. Buranın adı Sköld Caddesi’ydi. Aslında bir cadde bile sayılmazdı, bir parça yoldu. Anlaşılmaz bir sebepten ötürü, şehir planlamacılar büyük bir hevesle şehrin bu bölgesini diğer bölgeler gibi yerle bir ettiği, özgün değerini yok ettiği ve özel karakterini sildiğinden beri bu yol el değmeden duruyordu.
Sköld Caddesi yılankavi bir yoldu, üç yüz metreden kısaydı. Ringvägen’i Rosenlunds Caddesi ile birleştiriyordu ve en çok birkaç taksi şoförü ya da arada bir kaybolmuş polis arabaları bu yolu kullanıyordu. Yaz mevsiminde, lüks yol kenarı bitkileriyle bir nevi vahaydı. Bölgenin yaşı geçkin mutsuz çocukları, Ringvägen’deki yoğun trafiğe ve elli metre ileride gümbür gümbür giden trenlere rağmen şarap şişeleri, biraz sosis ve yağlı iskambil kâğıtlarıyla kimse tarafından rahatsız edilmeden bu büyümüş bitkiler arasında takılabiliyordu.
Bu bahsettiğimiz gecede, 7 Mart 1968’de ise bir adam, yolun güney kısmında çıplak kalmış çalıların arasında donmuş duruyordu. Olması gerektiği gibi uyanık değildi ve dikkatini sokaktaki tek eve, iki katlı eski bir ahşap binaya doğru kısmen yöneltmişti. Kısa süre önce, ikinci kattaki iki pencerede ışık yanıyordu ve müzik sesleri, bağırış çağırışlar, kahkahalar duyuluyordu ancak şimdi evin bütün ışıkları sönmüştü ve tek duyulabilen rüzgârın uğultusu ve uzaklardaki trafiğin gürültüsüydü. Çalıların arasındaki adam orada kendi isteğiyle durmuyordu. Adam polisti ve adı Zachrisson’du, o sırada başka bir yerde olmayı canı gönülden diliyordu.
Gunvald Larsson arabasından indi, paltosunun yakasını kaldırıp kürk beresini kulaklarına indirdi. Sonra geniş yolda yürüdü, benzinciyi geçti, çamurlu karın içinde ayak sürüdü. Karayolu yetkilileri belli ki bu işe yaramaz yol parçasını tuzlamaya değer bulmamıştı. Ev yaklaşık yetmiş beş metre ötedeydi, yoldan azıcık yüksekti ve keskin bir açıyla yola dikeydi. Gunvald Larsson evin önünde durup etrafına bakındı ve sessizce konuştu:
“Zachrisson?”
Çalılardaki adam silkinip ona doğru yaklaştı.
“Kötü haber,” dedi Gunvald Larsson. “İki saatin daha var. Isaksson hasta.”
“Kahretsin!” dedi Zachrisson.
Gunvald Larsson manzarayı süzdü. Ardından homurtuyla karışık suratını ekşitip, “Yokuşta dursan daha iyi olur,” dedi.
“Evet, kıçım donsun istiyorsam,” dedi Zachrisson hevessizce.
“İyi görebilmek için. Herhangi bir şey oldu mu?”
Zachrisson başını hayır anlamında salladı.
“Tek bir halt olmadı,” dedi. “Az önce orada bir parti veriyorlardı. Şimdi sanki uyumuş kalmış gibiler.”
“Ya Malm?”
“O da. Işığını söndüreli üç saat oluyor.”
“Bunca zamandır yalnız mıydı?”
“Öyle görünüyor.”
“Görünmedi mi hiç? Evden çıkan oldu mu?”
“Ben kimseyi görmedim.”
“E ne gördün öyleyse?”
“Ben geldiğimden beri üç kişi içeri girdi. Bir adam ve iki kadın. Taksiyle geldiler. Bence onlar da partiye geldi.”
“Sence mi?” diye sordu Gunvald Larsson merakla.
“Eh, başka ne düşüneyim? Ben şey miyim…”
Adamın dişleri birbirine çarpıyordu, konuşmakta güçlük çekiyordu. Gunvald Larsson onu eleştirel bir bakışla süzüp şöyle dedi: “Ne misin?”
“Röntgen cihazı mıyım,” dedi Zachrisson sinerek.
Gunvald Larsson’un tersi tersti ve insanların zafiyetlerine karşı anlayışı kıttı. Bir memur olarak pek popüler değildi ve insanlar ondan korkardı. Zachrisson onu biraz daha iyi tanısaydı, asla böyle, yani doğal davranmazdı; fakat Gunvald Larsson bile bu adamın yorgunluktan bittiğini ve üşüdüğünü, durumunun ve gözlem yeteneğinin önümüzdeki saatlerde iyiye gitmeyeceğini göz ardı edemezdi. Ne yapılması gerektiğinin farkındaydı ancak bu sebepten ötürü konunun peşini bırakmaya niyeti yoktu. Sinirlenerek homurdandı ve şöyle dedi:
“Üşüyor musun?”
Zachrisson kof bir kahkaha atıp kirpiklerindeki buz saçaklarını silkelemeye çalıştı.
“Üşümek mi?” dedi can sıkıcı bir ironiyle. “Kendimi cayır cayır yanan şömine başındaki biri gibi hissediyorum.”
“Buraya komiklik yapmaya gelmedin,” dedi Gunvald Larsson. “Görevini yapmak için buradasın.”
“Evet, affedersiniz, ama…”
“Bu arada kendini sıcak tutmak, düzgün giyinmek ve düzenli aralıklarla ayaklarını oynatmak da görevinin bir parçası. Aksi takdirde herhangi bir şey olduğunda burada böyle kahrolası bir kardan adam gibi donuk kalırsın. O zaman belki de… sonrası pek komik olmaz.”
Zachrisson bir şeyden şüphelenmeye başladı. Tuhaf bir şekilde titreyip özür dilercesine şöyle dedi:
“Evet, tabii, sorun değil ama…”
“Sorun değil denemez,” dedi Gunvald Larsson öfkelenerek. “Bu görevin sorumluluğunu alma işi bana düştü ve sıradan bir beceriksiz yüzünden bu iş mahvolsun istemem.”
Zachrisson daha yirmi üç yaşındaydı ve rütbesiz bir polisti. Şu anda İkinci Bölge’nin Koruma Birimi’ndendi. Gunvald Larsson ondan yirmi yaş büyüktü ve Stockholm Cinayet Masası’nda komiserdi. Zachrisson cevap vermek için ağzını açtığında Gunvald Larsson kocaman sağ elini kaldırıp sertçe konuştu:
“Başka laga luga istemem, sağ ol. Rosenlunds Caddesi’ndeki polis merkezine gidip bir fincan kahve filan iç. Tamı tamına yarım saat sonra gene burada olacaksın, kendine gelmiş ve uyanık olacaksın, hemen harekete geçsen iyi olur.”
Zachrisson gitti. Gunvald Larsson kol saatine baktı, iç çekti ve kendi kendine, “Çaylak şey,” dedi.
Sonra arkasını döndü, çalılara yürüdü ve bayırı tırmanmaya başladı. Bıyık altından mırıldanıyor ve küfür ediyordu çünkü İtalyan üretimi kauçuk ayakkabılarının kalın tabanı buzlu taşlarda tutunamıyordu.
Zachrisson bu çıkıntının, acımasızca ısıran kuzey rüzgârına karşı korunaklı bir yer sağlamadığı konusunda haklıydı ve Gunvald Larsson da buranın en iyi gözlem noktası olduğunu söylediğinde haklıydı. Ev tam karşısındaydı ve biraz aşağıda kalıyordu. Gunvald Larsson binada ve en yakın çevresinde olanları gözlemlemeden edemedi. Pencerelerin hepsi ya tümüyle ya da kısmen buz şeridiyle kaplıydı, arkalarında ışık yanmıyordu. Tek yaşam izi bacadan çıkan dumandı, ki soğuktan rengini değiştirmeye vakit bile bulamadan rüzgâr tarafından parçalanıyor, yıldızsız gökyüzünde koca koca pamuk öbekleri şeklinde uçup dağılıyordu.
Çıkıntıda duran adam otomatik bir hareketle ayaklarını sağa sola oynattı, kuzu derisi eldivenlerinin içindeki parmaklarını oynattı. Polis olmadan önce Gunvald bir denizciydi, önce donanmada sıradan bir bahriyeliydi. Sonradan Kuzey Atlantik kargo gemilerinde çalışmış ve açık köprülerde tuttuğu birçok kış nöbeti ona kendini sıcak tutma sanatını öğretmişti. Aynı zamanda bu tür bir görevde de uzmandı. Gerçi bugünlerde kendini bu görevleri planlama ve uzaktan yönetmekle kısıtlıyordu. Çıkıntıda bir süre dikildikten sonra, ikinci katta en sağdaki pencerenin arkasında titreşen bir ışık seçebildi, sanki birisi sigara yakmak ya da saate bakmak için bir kibrit çakmıştı. Gunvald Larsson da otomatik olarak kendi kol saatine baktı. On biri dört geçiyordu. Zachrisson görev noktasından ayrılalı on altı dakika olmuştu. Şu anda tahminen Maria polis merkezindeki kantinde oturmuş, kendine kahve koyuyor ve polis arkadaşına homurdanıyordu. Kısa bir keyif anı yaşıyordu çünkü tam yedi dakika sonra adam gene gerisin geri dönecekti. Eğer asrın paparasını yemek istemiyorsa tabii, diye düşündü Gunvald Larsson öfkeyle.
Ardından birkaç dakikalığına, tam o saniye binanın içindeki insan sayısına kafa yordu. Eski binada dört daire vardı, ikisi birinci kattaydı ve ikisi ikinci kattaydı. Sol tarafta, otuzlu yaşlarında, evlenmemiş bir kadın yaşıyordu, üç çocukluydu ve üçü de farklı bir babadandı. Gunvald Larsson’un kadın hakkında bildikleri aşağı yukarı bundan ibaretti ve bu da yeterliydi. Onun altında, birinci katın sol tarafında evli bir çift yaşıyordu, yaşlılardı. Yetmiş yaşlarındaydılar ve üst katlardaki, sık sık değişen kiracıların aksine, bu çift neredeyse yarım asırdır orada oturuyordu. Koca, içki içiyordu ve ileri yaşına rağmen, Maria polis merkezinin nezarethanesinin düzenli misafiriydi. İkinci katta sağda, aynı zamanda iyi tanınan bir adam oturuyordu ancak cumartesi gecesi içki alemi suçlarından daha farklı sebeplerden tanınıyordu. Yirmi yedi yaşındaydı ve arkasında çoktan çeşitli uzunluklarda altı hapis deneyimi bırakmıştı. İşlediği suçlar alkollü araç kullanmaktan eve girip hırsızlık yapmaya ve saldırıya kadar değişiyordu. Adı Roth’tu ve bir erkek, iki kadın arkadaşına parti veren kişi oydu. Şimdi plakçaları kapatmışlar, ya uyumak ya da eğlenceye başka biçimde devam etmek için ışığı söndürmüşlerdi. Şimdi onun dairesinde birisi kibrit çaktı.
Bu dairenin altında, en sağ altta, Gunvald Larsson’un izlediği adam yaşıyordu. Bu şahsın adını ve eşkâlini iyi biliyordu. Öte yandan, ne gariptir ki adamın neden izlendiği hakkında fikri yoktu.
Şöyle olmuştu: Gunvald Larsson gazetelerin o güzelim günlerde tam bir katil avcısı adını verdikleri tarz biriydi ve tam şu anda iz sürülecek bir katil yoktu, kendi görevi dışında, başka bir departman tarafından bu işten sorumlu olarak görevlendirilmişti. Dört adamdan oluşan bir grup ve basit talimatlar verilmişti kendisine: Bahsi geçen adamın gözden kaybolmamasını ve ona bir şey olmamasını sağla, kiminle buluşursa not al.
Gunvald Larsson konunun ne olduğunu sorma zahmetine bile girmemişti. Muhtemelen uyuşturucuydu. Bugünlerde her taşın altından uyuşturucu çıkıyordu.
Şimdi takip işi için on günü geçmişti ve bahsi geçen adamın başına gelen tek şey bir fahişe ve iki buçuk şişe içkiydi.
Gunvald Larsson kol saatine baktı. On biri dokuz geçiyordu. Sekiz dakika kalmıştı.
Esnedi, kollarını kaldırdı ve vücudunun etrafında sallamaya başladı.
Tam o saniye ev patladı.
3
Yangın, kulakları delen bir patlamayla beraber geldi. Birinci katın sağ tarafındaki pencereler patladı ve duvarın büyük bir kısmı evden kopup fırladı, aynı anda uzun buz mavisi alevler kırık doğramalardan fışkırmaya başladı. Gunvald Larsson kolları iki yana açık Hz. İsa heykeli gibi bayırın başında duruyordu, sokağın karşı tarafında olanlara felç geçirmiş gibi bakıyordu. Ancak bu sadece bir saniye sürdü. Ardından düşe kalka ve küfürler savura savura, taşlı eğimden aşağı, sokağın karşı tarafına ve eve doğru koştu. O koşarken alevler renk değiştirdi, turuncu oldular ve aç dilleriyle tahta parkeleri yaladılar. Gunvald Larsson’a öyle geliyordu ki aynı zamanda dam da binanın sağ tarafına doğru bel vermişti, sanki temelin bir kısmı yerinden sarsılmıştı. Birinci kattaki daire birkaç saniyedir alevler içindeydi ve Gunvald Larsson ön kapının dışındaki taş basamaklara ulaşana kadar üstteki oda da yanmaya başlamıştı.
Kapıyı ardına kadar açtığında çok geç olduğunu hemen anladı. Koridorda sağ taraftaki kapı menteşelerinden çıkmıştı ve merdivenlerin önünü kapatıyordu. Muazzam bir odun kütüğü gibi alevler içindeydi ve yangın ahşap merdivenlere yayılmaya başlamıştı. Yoğun bir sıcaklık dalgası üstüne esince Gunvald Larsson sendeledi, yanmış ve gözleri kamaşmıştı. Dış merdivenlere doğru geriledi. Evin içinden insanların çaresiz çığlıkları, acı ve dehşet içindeki sesleri yükseliyordu. Gunvald Larsson’un bildiği kadarıyla içeride en az on bir kişi vardı. Bu ölüm tuzağının içinde çaresizce esir kalmışlardı. Tahminen içlerinden birkaçı ölmüştü. Alevler bir meşaleden yükseliyormuş gibi birinci katın penceresinden yukarıya doğru ulaşmaya çalışıyordu.
Gunvald Larsson hızla etrafına bakıp bir merdiven ya da işe yarar başka bir malzeme aradı. Görünürde hiçbir şey yoktu.
İkinci katta bir pencere açılmıştı ve dumanlarla alevlerin arasında bir kadının, ya da belki bir kızın, tiz seslerle histerik çığlıklar attığı duyuluyordu. Gunvald Larsson ellerini ağzının iki yanına koyup, “Atla! Sağ tarafa atla!” diye seslendi.
Kız şimdi pencerenin pervazındaydı ama tereddüt ediyordu.
“Atla! Hemen! Mümkün olduğunca uzağa atla! Tutarım seni.”
Kız atladı. Havada uçup doğruca Gunvald Larsson’un üstüne düştü ve Gunvald düşen bedeni sağ koluyla kızın bacak arasından ve sol koluyla omuzlarından tuttu. Kız pek ağır değildi, kırk beş elli kilo civarıydı. Gunvald Larsson onu ustalıkla tuttu, kız yere bile değmedi. Kızı tuttuğu anda sağa döndü ve böylece onu gümbür gümbür yangından korudu, üç adım atıp kızı yere bıraktı. Kız on yedisinde ya vardı ya yoktu. Çıplaktı ve bütün vücudu titreyerek çığlıklar ata ata başını sağa sola sallıyordu. Bunun dışında bir yerine bir şey olmamıştı.
Gunvald Larsson tekrar dönüp baktığında pencerede birisi daha vardı, bir çeşit çarşafa sarınmış bir adam. Yangın iyice şiddetini artırmıştı, dumanlar çatıdan yükseliyordu ve sağ taraftaki alevler fayansların arasından çıkıyordu. Eğer o adı batasıca itfaiye arabası bir an evvel gelmezse, diye düşündü Gunvald Larsson, yangına elinden geldiğince yaklaşarak. Yanan ahşaplar çatlıyor, çatırdıyordu ve acımasızca yanan kıvılcımlar suratına, koyun postu paltosuna yağmur gibi yağıyor, değdikleri yeri minicik yakıyor ve pahalı malzemenin üstünde sönüyordu. Gunvald Larsson avazı çıktığı kadar bağırdı, yangının üstünden sesini duyurmaya çalıştı.
“Atla! Elinden geldiğince uzağa atla! Sağ tarafa!” Aynı saniye adam atladı ve yangın, sarındığı çarşafı yakaladı. Adam düşerken kulak tırmalayan bir çığlık atarak yanan çarşafı üstünden sıyırmaya çalıştı. Bu kez iniş pek başarılı değildi. Adam yana döndü, sol koluyla Gunvald Larsson’un omzuna çarptı ve kendi omzunun üstüne, eğri büğrü parke taşlarına küt diye düştü. Gunvald Larsson tam son anda kocaman sol elini adamın kafasının altına sokmayı başardı, böylece adamın kafatasının kırılmasını önledi. Adamı yere yatırdı, yanan çarşafı sıyırıp attı, aynı zamanda kendi eldivenini de düzeltilemeyecek biçimde yakmış oldu. Adam da çıplaktı, sadece parmağında altın bir alyans vardı. Adam berbat bir şekilde inliyor, arada sırada şapşal bir şempanzeye benzeyen ilkel sesler çıkarıyordu. Gunvald Larsson adamı birkaç metre öteye yuvarladı ve yukarıdan düşen, yanan kerestelerden uzakta, karların arasında uzanır hâlde bıraktı. Arkasını döndüğünde siyah sütyenli üçüncü bir kişi alevler içindeki daireden sağ tarafa doğru atladı. Kızıl saçları alev almıştı ve duvara fazla yakın indi.
Yanan tahtaların arasından Gunvald Larsson aceleyle koşup kadını birinci derece tehlike bölgesinden uzağa çekti, saçlarındaki alevi karla söndürüp onu yerde uzanır hâlde bıraktı. Kadının feci şekilde yandığını ve bu acıyla bir yılan gibi kıvranıp feryat figan bağırdığını görebiliyordu. Aynı zamanda kadın çok kötü düşmüştü, bir bacağı vücuduna doğal olmayan bir açıyla uzanıyordu. Diğer kızdan biraz daha büyüktü, belki yirmi beş civarıydı ve kızıl saçlıydı, bacak arası da öyleydi. Karnının derisi hasar almamıştı, sadece beyaz ve gevşek duruyordu. Yüzü, bacakları ve sırtı bayağı yanmıştı, aynı zamanda sütyeni yanıp derisine yapıştığından göğsü de feci durumdaydı.
Gunvald Larsson gözlerini son kez kaldırdığında bir meşale gibi yanan hayaletimsi bir figür gördü, zavallıca bir dönüş hareketiyle gözden kayboldu, kolları başının üstündeydi. Gunvald Larsson bu kişinin, partideki dördüncü kişi olduğunu anladı. Ancak artık ona yardım edemeyecek kadar uzaktaydı.
Tavan arası da şu anda alevler içindeydi, aynı zamanda çatı kiremitlerinin altındaki kirişler de. Yoğun duman yükseliyor, yanan ahşap çatırdıyordu. En sol taraftaki pencereler sonuna kadar açıktı ve birisi imdat diye bağırıyordu. Gunvald Larsson o tarafa koşunca pervazdan aşağı sarkan, beyaz sabahlıklı bir kadın gördü, göğsüne bir kundak bastırmıştı. Bir çocuktu bu. Açık pencereden duman çıkıyordu ancak anlaşılan dairenin içi henüz yanmıyordu, en azından kadının bulunduğu oda alevler içinde değildi.
“İmdat!” diye bağırdı kadın çaresizce.
Yangın evin bu kısmında o kadar hiddetlenmediğinden Gunvald Larsson pencerenin altında, hemen hemen tam altında durabildi.
“Çocuğu aşağı at,” diye seslendi.
Kadın anında çocuğu sallayıverdi, hiç tereddüt etmemişti, öyle ki Gunvald Larsson şaşırdı. Kundağın dümdüz ona doğru düştüğünü gördü ve habersiz gelen bir pası karşılayan bir kaleci edasıyla son saniye kollarını uzatıp tutuverdi. Çocuk çok küçüktü. Biraz inledi ama ağlamadı. Gunvald Larsson birkaç saniye kucağında çocukla sessizce kaldı. Çocuklarla ilgili hiçbir deneyimi yoktu ve daha önce bir çocuğu kucağında tutmuş da değildi. Bir an için çok mu hoyrat davrandım, çocuğu ezdim mi diye merak etti. Sonra uzaklaşıp kundağı yere koydu. Eğilip kalkarken ayak sesleri duydu, kafasını kaldırıp baktı. Zachrisson nefes nefese ve kıpkırmızı bir yüzle ona doğru koşuyordu.
“Ne?” dedi. “Nasıl…?”
Gunvald Larsson ona uzun uzun bakıp şöyle dedi:
“İtfaiye nerede?”
“Burada olmalı… Yani… Ben yangını Rosenlunds Caddesi’nden gördüm… hemen koşup telefon ettim…”
“O zaman geri koş, Tanrı aşkına ve itfaiyeyle ambulansı buraya getir…”
Zachrisson arkasını dönüp koştu.
“Ve polisi de!” diye bağırdı Gunvald Larsson arkasından. Zachrisson’un şapkası düştü, adam durup şapkasını yerden aldı.
“Geri zekâlı!” diye bağırdı Gunvald Larsson.
Sonra eve koştu. Sağ taraf tümüyle bir cehenneme dönmüştü ve tavan arasındaki kat sanki yanıyordu. Pencereden, öncekinden de çok duman çıkıyordu, sabahlıklı kadın şimdi elinde başka bir çocukla dikiliyordu, üstünde mavi çiçekli pijama olan, sarı kafalı beş yaşlarında bir çocuktu bu. Kadın çocuğu tıpkı bir önceki gibi hızla ve beklenmedik şekilde aşağı salladı ancak Larsson bu kez daha hazırlıklıydı ve oğlanı güvenle tuttu. Garip bir şekilde, çocuk hiç korkmuşa benzemiyordu.
“Adın ne?” diye bağırdı.
“Larsson.”
“İtfaiyeci misin?”
“Tanrı aşkına, in aşağı hemen,” dedi Gunvald Larsson, çocuğu yere koyup.
Tekrar baktı, kafasına ateşten kıpkırmızı olmuş bir kiremit düştü. Kürk şapkası darbenin etkisini azaltmış olsa da gözleri karardı. Larsson alnında yakıcı bir acı hissetti ve yüzünden aşağı kanlar süzüldü. Sabahlıklı kadın gözden kaybolmuştu. Tahminen üçüncü çocuğu getirmeye gitti, diye düşündü Gunvald Larsson ve aynı anda kadın, elinde kocaman porselen bir köpekle cam kenarında belirdi. Anında köpeği aşağı fırlattı. Porselen köpek yere düşüp tuzla buz oldu. İkinci saniye de kadın kendi atladı. Bu pek iyi olmadı. Gunvald Larsson tam hedefte duruyordu ve yere yığıldı, kadın da üstüne. Gunvald Larsson başının arkasını ve sırtını vurdu fakat anında kadını üstünden itip ayaklandı. Sabahlık giymiş kadın incinmiş gibi görünüyordu fakat gözleri cam gibiydi, uzaklara dalmıştı. Gunvald Larsson ona bakıp şöyle dedi:
“Bir çocuğun daha yok mu?”
Kadın ona dümdüz baktı, sonra kamburunu çıkararak sindi ve yaralı bir hayvan gibi inlemeye başladı.
“Git diğer ikisiyle ilgilen,” dedi Gunvald Larsson.
Yangın şimdi ikinci katı sarmıştı ve alevler kadının atladığı pencereden dışarı uzanıyordu. Fakat yaşlı çift hâlâ sol tarafta, birinci kattaydılar. Orası yanmaya daha başlamamıştı belli ki fakat onlara dair bir yaşam izi yoktu. Muhtemelen daireleri dumanlar içindeydi ve birkaç saniye sonra çatı göçecekti.
Gunvald Larsson sağa sola bakınıp işe yarar bir şey aradı, birkaç metre ötede kocaman bir taş gördü. Taş donup yerle birleşmişti ama Larsson zor da olsa yerinden kopardı. Taş en az yirmi kilo ağırlığındaydı. Larsson taşı başının üstüne kaldırdı, kollarını dümdüz tuttu ve var gücüyle birinci katta en soldaki pencereye doğru fırlattı, pencere kırılınca etrafa kıymıklar ve cam parçaları saçıldı. Pencere pervazına tırmandı, bir panjura ve masaya yaslandı, panjur elinde kaldı ve masa devrildi. Gunvald Larsson içeride yerdeydi, duman kalın ve boğucuydu. Öksürdü, yün atkısını ağzına kadar çekti. Sonra panjuru yere indirip etrafına baktı. Yangın dört bir yanda tüm gücüyle sürüyordu. Dışarıdan gelen anlık parlamaların arasında yere kapaklanmış biçimsiz bir karaltı gördü. Yaşlı kadındı galiba. Gunvald Larsson kadını kucağına aldı, hareketsiz bedenini pencere kenarına doğru taşıdı, kollarının altından tuttuğu gibi camdan aşağı sarkıttı ve dikkatlice yere bıraktı, kadın bir anda duvara dayanarak yere yığıldı. Hayattaydı ama sanki şuuru kapalıydı.
Gunvald Larsson derin bir nefes alıp evin içine geri döndü, diğer penceredeki panjuru parçaladı ve bir sandalyeyle pencereyi kırdı.
Duman bir nebze kalktı fakat tepesindeki tavan bel veriyordu ve koridorun kapısından turuncu alevler görünmeye başlamıştı. Adamı bulması on beş saniyeden uzun sürmedi. Adam yataktan kalkmayı becerememişti fakat hayattaydı, zayıfça ve zavallıca öksürüyordu.
Gunvald battaniyeyi üstünden attı, yaşlı adamı omzuna kaldırdı ve onu odada taşıyıp başlarından akan kıvılcımlar arasında dışarı tırmandı. Deli gibi öksürdü, alnındaki yaradan akan ter ve gözyaşıyla karışmış kandan kendisi bile etrafı zor görüyordu.
Yaşlı adam omuzlarındayken yaşlı kadını da oradan uzaklaştırdı ve ikisini de yan yana yere yatırdı. Sonra nefes alıyor mu diye kadını inceledi. Kadın nefes alıyordu. Gunvald Larsson paltosunu sırtından çıkardı, üstünde kalmış birkaç kıvılcımı silkeledi. Sonra bununla hâlâ histerik çığlıklar atan kızı örttü ve onu diğerlerinden uzaklaştırdı. Tüvit ceketini çıkarıp iki küçük çocuğun üstüne sardı ve yün atkısını da çıplak adama verdi, adam atkıyı hemen malum bölgesine doladı. Son olarak kızıl saçlı kadının yanına gitti, onu kucaklayıp toplanma alanına taşıdı. Kadın iğrenç kokuyordu ve çığlıkları insanın yüreğini dağlıyordu.
Gunvald Larsson artık her santimi parıldayan alevlerle kaplı eve doğru baktı, deli gibi ve durmadan yanıyordu. Yol kenarındaki arabalar durmuştu ve arabalardan hayretler içinde kalmış insanlar iniyordu. Gunvald Larsson onlara aldırmadı. Onun yerine mahvolmuş kürk şapkasını aldı ve sabahlıklı kadının alnına bastırdı. Birkaç dakika önce sorduğu soruyu tekrar etti:
“Bir çocuğun daha yok mu?”
“Evet… Kristina… Odası tavan arasında.”
Sonra kadın kontrolü kaybederek ağlamaya başladı.
Gunvald Larsson başıyla onayladı.
Üstü başı kan lekeli, is ve kurum içinde, terden sırılsıklam, giysileri yırtık pırtık hâlde bu histerik, şoke olmuş, çığlıklar atan, şuursuz, ağlayan ve ölen insanlara baktı. Sanki bir savaş alanındaydı.
Yangının gümbürtüsü üstünden sirenlerin ciyaklaması duyuldu.
Birdenbire herkes aynı anda oradaydı. Su tankları, yangın merdivenleri, itfaiye arabaları, polis arabaları, ambulanslar, motosikletli polisler ve yangın söndürme memurları.
Zachrisson.
“Ne… Nasıl oldu bu?” dedi.
Aynı saniye çatı çöktü ve bütün bina neşeli neşeli çıtırdayan bir şenlik ateşine dönüştü.
Gunvald Larsson kol saatine baktı. O tepenin başında donarak dikilmesinden bu yana on altı dakika geçmişti.
4
8 Mart Cuma günü öğleden sonra, Gunvald Larsson, Kungsholms Caddesi’ndeki polis merkezinde bir odada oturuyordu. Üstünde polo yaka beyaz bir kazak ve uçuk gri takım elbise vardı. İki eli bandajlıydı ve başındaki bandajla General von Döbeln’i Finlandiya’daki Jutas savaşında gösteren o popüler resme benzemişti. Aynı zamanda yüzünde ve boynunda da iki bandaj vardı. Arkaya taranmış sarı saçlarının bir kısmı yanıp gitmişti, kaşları da öyle ancak çakı gibi mavi gözleri her zamanki gibi boş ve tatminsiz bakıyordu.
Odada birçok kişi vardı.
Örneğin Västberga’daki Cinayet Masası’ndan çağırılmış Martin Beck, Kollberg ve amirleri olan, en son bilgiye göre soruşturmadan sorumlu sayılan Evald Hammar. Hammar iri yarı, yapılı bir adamdı ve yele gibi gür saçları görevinden dolayı neredeyse ağarmıştı. Emekliliğe gün saymaya başlamıştı ve her ciddi şiddet suçunu, kendine karşı işlenmiş bir dava olarak algılardı.
“Diğerleri nerede?” diye sordu Martin Beck.
Her zamanki gibi kapıya oldukça yakın bir kenarda durmuş, sağ dirseğini dosya dolabına yaslamıştı.
“Hangi diğerleri?” diye sordu Hammar, soruşturma ekibini oluşturmanın kendi işi olduğunun bilincindeydi. Teşkilatta istediği ve birlikte çalışmaya alışkın olduğu her kim varsa çağıracak kadar etkiliydi.
“Rönn ve Melander,” dedi Martin Beck kısa ve öz.
“Rönn, Güney Hastanesi’nde ve Melander olay yerinde,” dedi Hammar kısaca.
Akşam gazeteleri masanın üstünde Gunvald Larsson’un önünde açık duruyordu ve Larsson bandajlı elleriyle, sinirli sinirli sayfaları karıştırıyordu.
“Kahrolası kolaycılar,” dedi, gazetelerden birini Martin Beck’e doğru itip. “Şu resme baksana.”
Resim üç kolonu kaplamıştı ve trençkotlu, dar kenarlı şapkalı bir genç adamı gösteriyordu. Yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle Sköld Caddesi’ndeki evin dumanı tüten yıkıntılarını bir bastonla dürtüyordu. Adamın çaprazlama arkasındaysa, resmin sol köşesinde, Gunvald Larsson, saf saf objektife bakarak dikiliyordu.
“Belki de hiç haber değerin yok,” dedi Martin Beck. “Şu bastonlu adam kimmiş?”
“Adı Zachrisson. İkinci Bölge’den bir çaylak. Tam bir geri zekâlı. Resmin altındaki yazıyı oku.”
Martin Beck kısa yorumu okudu.
Günün kahramanı Komiser Gunwald Larsson dün geceki yangında kahramanca hareket ederek pek çok insanın hayatını kurtardı. Burada da tamamen yıkılan evden kalanları incelerken görülüyor.
“Lanet olasıca beceriksizler sağı solu karıştırmakla kalmamış,” diye mırıldandı Gunvald Larsson, “bir de…”
Başka bir şey demedi ama Martin Beck ne demek istediğini kavramıştı ve düşünceli bir hâlde başını salladı. İsim de yanlış yazılmıştı. Gunvald Larsson fotoğrafa iğrenerek baktı ve gazeteyi koluyla öteye itti.
“Hem de moron gibi çıkmışım,” dedi.
“Meşhur olmanın cilveleri işte,” dedi Martin Beck. Gunvald Larsson’dan hazzetmeyen Kollberg, isteği dışında etrafa saçılmış gazetelere gözlerini kısarak baktı. Bütün fotoğraflar yanlış yönlendiriyordu ve her ön sayfa, şaşaalı manşetlerin altındaki Gunvald Larsson’un dimdik bakan gözleriyle bezeliydi.
Kahramansı işler, kahramanlar ve kim bilir daha neler neler, diye düşündü Kollberg, bezgince iç geçirerek. Bir sandalyede kamburunu çıkarmış, şişko ve çuval gibi oturuyordu, dirsekleri çalışma masasındaydı.
“O hâlde ne olduğunu bilmediğimiz garip bir konumdayız yine?” dedi Hammar ciddi bir şekilde.
“Hiç garip değil,” dedi Kollberg. “Şahsen benim ne olduğundan haberim bile yok.”
Hammar ona eleştirir gibi bakıp şöyle dedi:
“Yani yangın kundaklama mıydı, değil miydi bilmiyoruz.”
“Neden kundaklama olsun ki?” diye sordu Kollberg.
“İyimser işte,” dedi Martin Beck.
“Tabii ki bal gibi kundaklamaydı,” dedi Gunvald Larsson. “Ev resmen gözümün önünde infilak etti.”
“Yani yangının, Malm denen adamın odasında başladığından eminsin?”
“Evet. Adım gibi.”
“Evi ne kadar süredir izliyordun?”
“Yaklaşık yarım saat. Şahsen. Ondan önce, o kalın kafalı Zachrisson oradaydı. Sorular da ahiret sorusuna döndü bu arada.”
Martin Beck sağ elinin baş ve işaret parmağıyla burun kemerini ovaladı. Sonra konuştu:
“O zaman zarfında kimsenin içeri girmediğinden veya dışarı çıkmadığından eminsin yani?”
“Evet, kalıbımı basarım. Ben oraya gitmeden önce neler oldu, bilmem. Zachrisson üç kişinin içeri girdiğini, kimsenin de çıkmadığını söyledi.”
“Buna güvenebilir miyiz?”
“Sanmıyorum. Adam olağan dışı bir gerzekliğe sahip gibi.”
“Bunda ciddi değilsin, değil mi?”
Gunvald Larsson kızarak baktı:
“Tüm bunların altından ne çıkacak ha? Ben orada dikilmişim ve zavallı evi alevler almış. On bir kişi içeride mahsur kalmış ve sekizini dışarı çıkarmışım.”
“Evet, fark ettim,” dedi Kollberg, gazeteye yandan bir bakış fırlatırken.
“Yani yangında sadece üç kişinin can verdiği yüzde yüz kesin mi?” diye sordu Hammar.
Martin Beck iç cebinden birtakım kâğıtlar çıkarıp inceledi. Sonra şöyle dedi:
“Öyle görünüyor. Malm denen şu adam, Malm’ın bir üst katında oturan Kenneth Roth denen diğeri ve tavan arasında odası olan Kristina Modig, daha on dört yaşındaydı.”
“Neden tavan arasında yaşıyordu?” diye sordu Ham-mar.
“Bilmiyorum,” dedi Martin Beck. “Öğrenmemiz gerek.”
“Daha öğrenmemiz gereken bir dolu başka şey var,” dedi Kollberg.
“Ölenler sırf bu üçü müydü, daha onu bile bilmiyoruz. Ayrıca, on bir kişi dediğimiz sayı bir tahminden ibaret, değil mi Bay Larsson?”
“O hâlde dışarı çıkabilenler kimlerdi?” dedi Hammar.
“İlk olarak şunu netleştirelim; dışarı çıkmadılar,” dedi Gunvald Larsson. “Ben onları dışarı çıkardım. Eğer ben tesadüfen orada dikiliyor olmasaydım, içlerinden biri bile kurtulamazdı. İkincisi, isimlerini bir yere yazmadım. O sırada başka işlerim vardı.”
Martin Beck, bandajlar içindeki iri adama bakarken düşünceliydi. Gunvald Larsson genelde kötü davranışlar sergilerdi ancak Hammar’a hakaret derecesinde çıkışmak ya megalomanidendi ya da beyin felci geçiriyordu. Hammar kaşlarını çattı.
Martin Beck belgeleri karıştırdı ve dikkatleri dağıtmak adına konuştu:
“En azından isimler burada önümde. Agnes ve Herman Söderberg. Evliler, altmış sekiz ve altmış yedi yaşındalar. Anna-Kajsa Modig ve iki çocuğu Kent ve Clary. Anne otuz yaşında, oğlan beş, kız da yedi aylık. Sonra iki kadın Clara Berggren ve Madeleine Olsen, on altı ve yirmi dört ve Max Karlsson adında bir herif. Kaç yaşında olduğunu bilmiyorum. Son üç kişi bu binada oturmuyormuş, misafirliğe gelmişler. Muhtemelen yangında ölen Kenneth Roth’un misafiriydiler.”
“Bu isimlerin hiçbiri bana bir şey ifade etmiyor,” dedi Hammar.
“Bana da,” dedi Martin Beck.
Kollberg omuz silkti.
“Roth hırsızdı,” dedi Gunvald Larsson. “Söderberg ayyaştı ve Anna-Kajsa Modig fahişeydi. Sizi daha mutlu edecekse durum böyle.”
Bir telefon çaldı ve Kollberg açtı. Önüne bir defter çekip cebinden pilot kalem çıkardı.
“Ah evet, sensin değil mi? Evet, başla.”
Diğerleri onu sessizce izlediler. Kollberg ahizeyi yerine koyup şöyle dedi:
“Rönn aradı. Son durum şu: Madeleine Olsen muhtemelen kurtulamayacak. Yüzde seksen yanık, ayrıca beyin sarsıntısı geçirmiş ve femur kemiğinde kırıklar varmış.”
“Vücudunun her yeri kızıl tüylüydü,” dedi Gunvald Larsson.
Kollberg ona pis pis bakıp devam etti:
“Söderberg adlı yaşlı adam ve karısı dumandan zehirlenmiş fakat şansları yüksek. Carla Berggren ve Anna-Kajsa Modig fiziksel anlamda yaralanmış ama ikisi de ciddi şok etkisinde, Karlsson da öyle. Hiçbiri sorguya çekilmeye uygun değil. Sadece iki çocuk son derece iyiymiş.”
“O hâlde sıradan bir yangın olabilir,” dedi Hammar.
“Saçmalamayın,” dedi Gunvald Larsson.
“Senin eve gidip yatman gerekmiyor mu?” dedi Martin Beck.
“İşine gelirdi, değil mi?”
On dakika sonra Rönn şahsen yanlarındaydı. Larsson’a hayret dolu gözlerle bakıp konuştu:
“Senin burada ne işin var?”
“Tabii ki bunu sormaya hakkın var,” dedi Gunvald Larsson.
Rönn sanki azarlar gibi diğerlerine baktı.
“Siz aklınızı mı kaçırdınız?” dedi. “Hadi gel, Gunvald, gidelim.”
Gunvald uslu uslu yerinden kalkıp kapıya doğru yürüdü.
“Bir dakika,” dedi Martin Beck. “Sadece bir sorum var. Göran Malm neden takip ediliyordu?”
“En ufak bir fikrim yok,” dedi Gunvald Larsson ve odadan çıktı.
Geriye şaşkınlık dolu bir sessizlik kaldı.
Birkaç dakika sonra Hammar anlaşılmaz bir şeyler homurdanıp odayı terk etti. Martin Beck oturdu, gazeteyi alıp okumaya başladı. Otuz saniye sonra, Kollberg aynısını yaptı. Bu şekilde, kasvetli bir sessizlik içinde oturdular, ta ki Rönn geri dönene kadar.
“Onu ne yaptın?” dedi Kollberg. “Hayvanat bahçesine mi götürdün?”
“Ne demek istiyorsun,” dedi Rönn, “onu ne yaptım? Kimi?”
“Bay Larsson’u,” dedi Kollberg.
“Gunvald’ı kastediyorsan, beyin sarsıntısı geçirdiğinden Güney Hastanesi’nde. Günlerce konuşması ya da okuması yasak. Peki bu kimin hatası?”
“Benim değil herhâlde,” dedi Kollberg.
“Evet, aynen öyle. Şeytan diyor ki yumruğu çak suratının ortasına.”
“Bana niye bağırıyorsun sen,” dedi Kollberg.
“Daha iyisini de yaparım da,” dedi Rönn. “Gunvald’a hep kötü davranıyorsun zaten. Ama hiç bu kadar alçalmamıştın.”
Einar Rönn, Norrland’lıydı, sakin, iyi huylu bir adamdı ve genellikle tepesinin tası böyle atmazdı. On beş yıllık arkadaşlıkları boyunca Martin Beck onu bir kere bile sinirli görmemişti.
“Ah, iyi o zaman, en azından bir dost edinmiş,” dedi Kollberg alaycı bir tavırla.
Rönn ona doğru bir adım atıp yumruklarını sıktı. Martin Beck hemen ayağa kalkıp ortalarında durdu, Kollberg’e dönüp şöyle dedi:
“Kes artık, Lennart. Yangına körükle gitme.”
“Sen çok mu iyisin sanki,” dedi Rönn, Martin Beck’e. “İkiniz de boktan heriflersiniz.”
“Hey, hop, ağır ol, bakalım, ne oluyor…” dedi Kollberg diklenerek.
“Sakin ol, Einar,” dedi Martin Beck, Rönn’e. “Haklısın, onda bir acayiplik olduğunu anlamalıydık.”
“Tam üstüne bastın,” dedi Rönn.
“Ben pek bir fark göremedim,” dedi Kollberg gamsız bir tavırla. “Herhâlde anlamak için onunla aynı entelektüel seviyede olmak gerek…”
Kapı açıldı ve Hammar içeri girdi.
“Sizde bir tuhaflık var,” dedi. “Hayırdır?”
“Yok bir şey,” dedi Martin Beck.
“Yok mu? Einar neden haşlanmış ıstakoz gibi? Yoksa kavgaya mı tutuşacaktınız? Polis kabadayılığı yok, lütfen.”
Telefon çaldı ve Kollberg denize düşen bir adamın halata sarılması gibi ahizeyi kaptı.
Rönn’ün yüzü yavaş yavaş normal rengine döndü. Sadece burnu kırmızı kaldı ama genelde burnu zaten kırmızıydı.
Martin Beck hapşırdı.
“Ben nereden bileyim bunu?” dedi Kollberg telefona. “Ne cesedi ayrıca?”
Ahizeyi çat diye yerine koydu, derin bir nefes verdi ve şöyle dedi:
“Adli Tıp’tan sersemin teki cesetleri ne zaman taşıyabileceğimizi soruyor. Ceset var mıymış ki?”
“Sakıncası yoksa sorabilir miyim, siz beylerden biriniz olay yerine teşrif ettiniz mi?” dedi Hammar iğneleyici bir şekilde.
Kimse cevap vermedi.
“Belki inceleme amaçlı bir ziyaretten zarar gelmez,” dedi Hammar.
“Benim biraz masa başı işlerim var,” dedi Rönn anlaşılmayacak şekilde.
Martin Beck kapıya doğru yürüdü. Kollberg omuz silkti, kalkıp onu takip etti.
“Sıradan bir yangın olmalı,” dedi Hammar inatla.
5
Yangın yeri öyle bir çevrilmişti ki üniformalı polislerden oluşan bir kordondan başka bir şey görünmüyordu. Martin Beck ve Kollberg arabadan iner inmez polislerden ikisi yanlarında bitti.
“Hey siz, nereye gittiğinizi sanıyorsunuz?” dedi birisi bilmiş bilmiş.
“Arabayı o şekilde oraya park edemezsiniz, görmüyor musunuz?” dedi diğeri.
Martin Beck tam kimliğini gösterecekti ki Kollberg onu durdurup konuştu:
“Affedersiniz, memur bey ama sakıncası yoksa, adınızı söyler misiniz?”
“Sana ne bizim adımızdan?” dedi birinci polis.
“Kenara çekil,” dedi ikinci polis. “Yoksa birilerinin başı fena hâlde belaya girebilir.”
“Orası şüphesiz,” dedi Kollberg. “Asıl soru, kimin başı belaya girecek.”
Kollberg’in aksiliği dış görünüşünden de belliydi. Koyu mavi trençkotu rüzgârda iki yana savruluyordu. Yakasını ilikleme zahmetine girmemişti ve kravatı ceketinin sağ cebinden sarkıyordu, eski püskü şapkası da başının arkasına düşmüştü. İki polis birbiriyle bakıştı. İçlerinden biri bir adım yaklaştı. İkisi de pembe yanaklıydı ve yuvarlak mavi gözlüydü. Martin Beck adamların, Kollberg’in alkollü olduğuna karar verdiklerini, ona el atmaya hazırlandıklarını fark etti. Kollberg onları kıyma yapardı, hem fiziksel hem de zihinsel olarak, üstelik bu altmış saniyeyi geçmezdi ve ertesi sabah, işsiz uyanma ihtimalleri çok yüksekti. O gün kimse için kötü dilekte bulunamayacaktı, bu yüzden çabucak kimliğini çıkarıp iki polisten daha agresif olanın burnunun dibine soktu.
“Bunu yapmamalıydın,” dedi Kollberg kızarak. Martin Beck iki polise bakıp açık açık konuştu:
“Daha kırk fırın ekmek yemeniz lazım. Hadi gel, Lennart.”
Yangından geriye kalan tam bir enkazdı. Yüzeyden bakıldığında evden geriye bir tek temeli kalmıştı, bir bacası ve kapkara tahtalar, kararmış tuğlalar ve devrilmiş kiremitlerden oluşan tepeleme bir moloz yığını vardı görünürde. Her şeyin üstündeyse yakıcı bir is ve yanık maddelerin kokusu asılıydı. Gri tulumlu altı uzman yangından kalanların çevresinde takılıyor, sopalar ve kısa küreklerle külleri dikkatlice dürtüklüyorlardı. Arka bahçeye iki kocaman elek kurulmuştu. Yerde hâlâ hortumlar vardı ve yolun ilerisinde bir itfaiye arabası bekliyordu. Ön koltukta iki itfaiyeci taş kâğıt makas oynuyordu.
On metre ötede, ağzında piposu, elleri ceplerine sokulmuş hâlde, yapayalnız kasvetli birisi dikiliyordu. Stockholm’ün Cinayet Masası’ndan Fredrik Melander’di bu ve kendisi yüzlerce zor soruşturmanın ustası olmuştu. Genelde zekâsı, muhteşem hafızası ve sarsılmaz sakinliğiyle tanınırdı. Yakın çevresinde de ne zaman ulaşılmaya çalışılsa, muhakkak tuvalette olmasıyla meşhurdu. Mizah anlayışı yok değildi ama çok hafifti; cimri ve sıkıcıydı, hiçbir zaman parlak fikirlere ya da ani ilhamlara kapılmazdı. Kısacası, birinci sınıf bir polisti.
“Selam,” dedi piposunu ağzından çıkarmadan.
“Nasıl gidiyor?” dedi Martin Beck.
“Ağır.”
“Bir sonuca varabildiniz mi?”
“Pek sayılmaz. Çok dikkatli ilerliyoruz. Zaman alacak.”
“Neden?” diye sordu Kollberg.
“İtfaiye buraya geldiğinde ev çoktan çökmüştü ve söndürme işlemi başladığında çoktan yanıp küle dönüşmek üzereydi. Kovalarla su döküp yangını kolayca söndürmüşler. Sonra gece hava iyice soğumuş ve hepsi kocaman bir tabaka şeklinde donup kaskatı olmuş.”
“Ne kadar da güzel bir hikâye,” dedi Kollberg.
“Doğru anlamışsam, o zaman bu yığını katman katman dikkatlice soymaları gerek.”
Martin Beck öksürdü ve şöyle dedi:
“Ya cesetler? Bulunmuş mu?”
“Biri,” dedi Melander.
Piposunu ağzından çıkardı, sapıyla yanmış evin sağ tarafını işaret etti.
“Orada,” dedi. “On dört yaşındaki kız galiba. Tavan arasında uyuyan.”
“Kristina Modig mi?”
“Evet, adı buymuş. Onu bu gecelik orada bırakacaklarmış. Birazdan karanlık çökecek, gün ışığı haricinde çalışmak istemiyorlar.” Melander tütün kesesini çıkardı, piposunu güzelce doldurup yaktı. Sonra konuştu:
“Sizde işler nasıl gidiyor?”
“Harika,” dedi Kollberg.
“Evet,” dedi Martin Beck. “Özellikle Lennart için. Önce Rönn’le gırtlak gırtlağa geldiler…”
“Gerçekten mi,” dedi Melander, hafifçe kaşlarını kaldırıp.
“Evet. Arkasından sarhoş diye iki polis tarafından neredeyse nezarete atılacaktı.”
Melander sakin bir şekilde, “Ah, evet,” dedi. “Gunvald nasıl?”
“Hastanede. Beyin sarsıntısı.”
“Dün gece çok iyi iş çıkarmış,” dedi Melander.
Kollberg evden kalanları inceledi, silkelenip ekledi:
“Evet, itiraf etmeliyim ki öyle. Amma soğuk lan.”
“Fazla vakti yokmuş,” dedi Melander.
“Hayır, hiç,” dedi Martin Beck. “Peki ev o kadar kısa sürede nasıl o kadar hızlı yanmış?”
“İtfaiyeciler açıklayamadı.”
“Hımmm,” dedi Kollberg.
Park edilmiş itfaiye arabasına baktı ve aklındaki başka bir düşünceyi takip etti.
“O adamlar neden hâlâ orada? Şu anda burada yanabilecek tek şey itfaiye arabası, değil mi?”
“Közleri söndürüyorlar,” dedi Melander. “Rutin işler.”
“Ben küçükken bir kere çok komik bir şey olmuştu,” dedi Kollberg. “İtfaiye binasında yangın çıktı ve bütün bina, içindeki itfaiye araçlarıyla beraber yandı, bütün itfaiyeciler de dışarıda durup seyretti. Nerede olduğunu hatırlamıyorum.”
“Eh, hiç öyle olmamıştı. Olay Uddevalla’da meydana gelmişti,” dedi Melander. “Tamı tamına ayın onunda…”
“Ah, çocukluk anılarımı rahat bıraksaydın bari,” dedi Kollberg sinirle.
“Yangını nasıl açıklıyorlar o hâlde?” diye sordu Martin Beck.
“Bir şey açıkladıkları yok,” dedi Melander. “Teknik soruşturmadan çıkacak sonuçları bekliyorlar. Tıpkı bizim gibi.”
Kollberg ümitsizliğe kapılarak etrafına baktı.
“Kahretsin ya, amma soğuk,” dedi tekrar. “Burası açık bir mezar gibi kokuyor.”
“Açık bir mezar zaten,” dedi Melander ciddiyetle.
“Hadi gel, gidelim,” dedi Kollberg, Martin Beck’e.
“Nereye?”
“Eve. Burada ne yapıyoruz ki zaten?”
Beş dakika sonra, arabada oturmuş güneye doğru yol alıyorlardı. “O gerzek gerçekten Malm’ı neden takip ettiğinden bihaber miymiş?” diye sordu Kollberg, Skanstull Köprüsü’nden geçerlerken.
“Gunvald’ı mı kastediyorsun?”
“Evet, başka kimi olacak?”
“Bildiğini sanmıyorum. Ama böyle şeyler belli olmaz.”
“Bay Larsson’a zekâ küpü diyemeyiz…”
“Eylem adamı işte,” dedi Martin Beck. “Onun da iyi olduğu noktalar var.”
“Evet, tabii ama neyin peşinde olduğu hakkında hiçbir fikri olmaması da tuhaf.”
“Bir adamı takip ettiğini biliyordu ve bu ona yetiyordu.”
“Emir nasıl gelmişti?”
“Gayet basit. Göran Malm denen bu adamın Cinayet Masası’yla alakası yoktu. Onu başka birisi yakalayıp bir şeyden dolayı tutuyormuş. Onu gözaltında tutmaya çalışmışlar ama olmamış. Böylece salmışlar ama ortadan kaybolmasını istememişler. İşleri başından aşkın olduğu için Hammar’dan yardım istemişler. O da Gunvald’dan, ekstra bir iş olarak takip etmesini istemiş.”
“Neden sırf ondan?”
“Stenström öldüğünden beri, Gunvald o konuda en iyi kişi olarak görülüyor. Her neyse, sonunda dahiyane bir fikir olduğu görüldü.”
“Hangi anlamda?”
“Şu anlamda, sekiz kişinin hayatı kurtuldu. Sence o ölüm kapanından Rönn kaç kişiyi kurtarabilirdi? Ya da Melander?”
“Kesinlikle haklısın,” dedi Kollberg ağır ağır. “Belki de Rönn’den özür dilemeliyim.”
“Bence dilemelisin.”
Güneye doğru giden arabalar şimdi çok ağır ilerliyordu. Bir süre sonra Kollberg şöyle dedi:
“Adamın takip edilmesini isteyen kimdi?”
“Bilmiyorum. Hırsızlık masası sanırım. Yılda üç yüz bin hırsızlık ve soygun vakasıyla ya da her neyle uğraşıyorlarsa aşağı yemeğe inmeye bile zor vakit buluyorlar. Pazartesi bütün ayrıntıları öğrenmeliyiz. Orası kolay.”
Kollberg başıyla onayladı ve arabanın bir on metre daha sürünmesini izledi. Sonra yine durdular.
“Sanırım Hammar haklı,” dedi. “Gayet sıradan bir yangındı.”
“Eh, şüphe uyandıracak derecede hızlı yanıp kül oldu ama,” dedi Martin Beck. “Ve Gunvald dedi ya…”
“Gunvald salağın teki,” dedi Kollberg. “Hep bir şeyleri kafasından uyduruyor. Birçok doğal açıklaması olabilir.”
“Örneğin?”
“Örneğin bir nevi patlama. Oradakilerin bazıları hırsızdı ve evde yüksek patlayıcılar barındırıyorlardı. Ya da gardıroplarında bidonlarca benzin vardı. Ya da mazot. Şu Malm denen herif, serbest bıraktıklarına göre, büyük bir balık değildi herhâlde. Birisinin ondan kurtulmak için on bir kişinin hayatını riske atacak olması bana manyaklık gibi geliyor.”
“Eğer kundaklamaysa, o zaman Malm’ın peşinde olduklarını gösteren hiçbir işaret yok,” dedi Martin Beck.
“Hayır. Doğru,” dedi Kollberg. “İyi günümde değilim, değil mi?”
“Pek sayılmaz,” dedi Martin Beck.
“Ah, iyi, pazartesi günü anlarız.”
Bununla beraber sohbetleri sona erdi.
Martin Beck, Skärmarbrink’te inip metroya bindi. Hangisinden daha çok nefret ettiğini düşünüyordu: Aşırı kalabalık metrodan mı, yoksa trafikte salyangoz hızıyla sürünmekten mi? Fakat metroyla gitmenin bir artısı vardı. Daha hızlıydı. Hoş, eve koşması için bir sebep yoktu.
Fakat Lennart Kollberg’in bir sebebi vardı. Palander Caddesi’nde oturuyordu. Gun adında bir eşi, altı aylık bir kızı vardı. Karısı oturma odasında yüz üstü halıya uzanmış, bir tür açıköğretime çalışıyordu. Ağzında sarı bir kalem vardı ve açık duran kâğıtların yanında kırmızı bir silgi duruyordu. Üstünde eski bir pijama üstü, bacaklarını tembel tembel sallıyordu. İri kahverengi gözleriyle Kollberg’e bakıp, “Tanrım, bu ne hâl böyle,” dedi.
Kollberg paltosunu çıkarıp bir sandalyeye attı.
“Bodil yattı mı?”
Karısı başıyla onayladı.
“Berbat bir gündü,” dedi Kollberg. “Herkes üstüme geldi. Önce Rönn, düşünsene, sonra da Maria’da embesil iki polis memuru.”
Karısının gözleri ışıldadı.
“Ve senin hiç payın yok yani?”
“Neyse, pazartesi gününe kadar izindeyim.”
“Seni yormayacağım,” dedi karısı. “Ne yapmak istersin?”
“Dışarı çıkıp şöyle okkalı bir yemek yemek ve beş kadeh devirmek istiyorum.”
“Paramız yeter mi?”
“Evet. Aman ya, daha ayın sekizi: Bakıcı ayarlayabilir miyiz?”
“Herhâlde Åsa gelir.”
Åsa Torell henüz yirmi üç yaşında olmasına rağmen dul kalmıştı. Kollberg’in iş arkadaşlarından Åke Stenström denen bir polisle birlikte yaşıyordu ve genç adam, dört ay önce bir otobüste vurularak hayatını kaybetmişti.
Yerde yatan kadın gür kara kirpiklerini indirip enerjik bir havayla kâğıtlara dokundu.
“Bir seçenek daha var,” dedi. “Yatağa gidebiliriz. Daha ucuz ve daha iyi.”
“Hummer Vanderbilt de hiç fena değil,” dedi Kollberg.
“Yemeği aşktan daha çok düşünüyorsun,” diye sızlandı karısı. “Üstelik daha iki yıldır evliyiz.”
“Hiç de değil. Her neyse, benim daha iyi bir fikrim var,” dedi. “Hadi önce gidip yiyelim ve beş duble içelim, sonra da yatağa gidelim. Åsa’yı şimdi ara.” Telefonun yedi metrelik uzatma kablosu vardı ve zaten yerde duruyordu. Gun elini uzatıp cihazı önüne çekti, numarayı tuşladı ve karşı taraf açtı.
Gun konuşurken sırtüstü döndü, dizlerini göğsüne çekti ve ayaklarının tabanını halıya bastırdı. Pijama üstü biraz yukarı sıyrıldı.
Kollberg karısına bakarken karnının altından başlayıp bacaklarının ortasına doğru istemsizce incelen koyu renk tüyleri merakla inceledi. Gun telefonu dinlerken tavana bakıyordu. Bir süre sonra sol bacağını yukarı kaldırıp bileğini esnetti.
“Tamam,” dedi ahizeyi yerine koyup. “Gelecek. Buraya gelmesi bir saat sürer, değil mi? En son haberi duydun mu bu arada?”
“Hayır, neymiş?”
“Åsa polis olmak için başvurmuş.”
“Tanrım,” dedi Kollberg dalgın dalgın. “Gun?”
“Efendim.”
“Aklıma başka bir seçenek geldi, öncekinden de iyisi. Önce yatağa gideriz, sonra dışarı çıkıp yemek yer ve beş duble içeriz, sonra tekrar yatağa gideriz.”
“Ama bu şahane,” dedi karısı. “Burada, halıda mı?”
“Evet, sen Operakällaren’i arayıp bir masa ayırt.”
“Numarasını bul o zaman.”
Kollberg telefon rehberini karıştırırken gömleğinin düğmelerini açtı ve kemerini çıkardı; restoranın numarasını buldu ve karısının numarayı çevirdiğini duydu.
Arkasından karısı doğruldu, pijama üstünü başından yukarı çekti ve yere fırlattı.
“Neyin peşindesin? Yaramazlık mı yapıyorsun?”
“Aynen öyle.”
“Arkadan mı?”
“Sen nasıl istersen.”
Karısı kıkırdayıp arkasını dönmeye başladı ve bacaklarını kocaman açıp esnekçe dört ayak üstünde durdu, esmer başını öne eğip alnını kollarına dayadı.
* * *
Üç saat sonra, zencefilli soğuk içeceklerini içerken karısı Kollberg’e, Martin Beck metro istasyonunda gözden kaybolduğundan beri düşünmediği bir şeyi hatırlattı.
“Şu berbat yangın,” dedi. “Sence kasten mi çıkarıldı?”
“Hayır,” dedi Kollberg. “Buna inanamam. Bir sınırı olmalı.”
Yirmi küsur yıldır polisti, bundan daha iyi bir cevabı olmalıydı.
6
Cumartesi günü güneş parlaktı ve ışıldıyordu.
Martin Beck içinde olağan dışı bir tatmin duygusuyla yavaşça uyandı. Yüzünü yastığa gömüp kıpırdamadan yattı ve sabahın erken saatleri mi yoksa geç saatleri mi anlamaya çalıştı. Pencerenin dışındaki ağaçta öten bir karatavuk sesi duydu. Balkondaki birikmiş çamurlu sulara ağır yağmur damlaları düşüyordu. Arabalar geçip gidiyordu, uzaktaki metro istasyonunda bir tren fren yapıyordu. Komşusunun kapısı sertçe kapandı. Su borularında gurultular ve birden, duvarın diğer tarafındaki mutfakta bir şangırtıyla Martin Beck anında gözlerini açtı. Rolf’un sesiydi bu:
“Of kahretsin!”
Ve sonradan da Ingrid’in:
“Amma sakarsın.”
Inga susturdu onları.
Martin Beck elini uzatıp sigarasıyla kibritlerini aldı fakat dirseğinin üstünde doğrulup kitap yığınının altında kalmış küllüğü almak zorunda kaldı. Sabah dörde kadar uzanıp Tsushima Savaşı hakkında bir kitap okumuştu ve küllüğün içi sigara izmaritleri ve yakılmış kibrit çöpleriyle doluydu. Inga’nın, yatakta sigara içme alışkanlığı yüzünden bir gün biz uyurken evi yakacaksın kehanetlerini dinlememek için genellikle kalkıp boşaltmaya üşenince küllüğü kitapların altına saklardı.
Kol saati dokuz buçuğu gösteriyordu fakat günlerden cumartesiydi ve Martin Beck’in izin günüydü. İki şekilde izin günü, diye düşündü mutlu mesut bir biçimde, hafiften kendi kulağını çekerek. İki gün boyunca evde tek başına olacaktı. Inga ve çocuklar, Inga’nın abisinin Roslagen’deki kulübesine gidiyordu ve pazar akşamına kadar orada kalacaklardı. Tabii ki Martin Beck de davet edilmişti ancak bir koca hafta sonu evde tek başına kalmak, kaçırmak istemediği bir zevkti, o yüzden Martin Beck çalışıyormuş gibi yaparak bu ziyaretten yırttı.
Yataktan kalkmadan sigarasını bitirdi, sonra küllüğü banyoya götürüp döktü. Tıraş olmadı, haki pantolonu ve kadife gömleğini giydi. Arkasından Tsushima hakkındaki kitabı bıraktı, yatağı çabucak çekyata çevirdi ve mutfağa gitti.
Ailesi masada oturmuş, kahvaltı ediyordu. Ingrid ayağa kalkıp ona dolaptan bir kupa çıkardı ve çay koydu.
“Ah baba, sen de gelebilirsin, değil mi?” dedi. “Baksana ne kadar şahane bir gün. Sen gelmeyince o kadar eğlenceli olmuyor.”
“Gelemem maalesef,” dedi Martin Beck. “Çok iyi olurdu ama…”
“Babanın çalışması gerek,” dedi Inga iğneleyici bir şekilde. “Her zamanki gibi.”
Martin Beck yine ufak bir vicdan azabı duydu. Arkasından, o olmayınca daha çok eğleneceklerini düşündü. Inga’nın abisi, Martin Beck’in varlığını hep içkileri çıkarıp sarhoş olma bahanesi olarak görürdü. Inga’nın abisinin ayık hâli dillere destan değildi ve sarhoşken de adama tahammül etmek zordu. Ne var ki bir güzel huyu vardı ki prensip gereği asla tek başına içki içmezdi. Martin Beck düşüncesini değiştirmedi. Yalan söyleyip evde kalacağı için daha büyük bir iyilik yaptığına, onun olmayışının kayınbiraderini ayık kalmaya mecbur bırakacağına kanaat getirdi.
Tam bu sonuca varmıştı ki kayınbiraderi kapıyı çaldı. Beş dakika sonra, Martin Beck hevesle beklediği özgür hafta sonunu kutlamaya başladı.
Umduğu kadar başarılıydı. Hatta Inga onun için buzlukta yemek bırakmıştı ama Martin Beck yine de çıkıp market alışverişi yaptı. Birçok şeyin yanı sıra kendine Grönstedts Monopole konyak ve altı tane sert bira aldı. Ardından, cumartesi gününün geri kalanını Cutty Sark maketinin güvertesini yapmaya adadı. Haftalardır makete el sürmeye vakti olmamıştı. Akşam yemeğinde soğuk köfte, balık yumurtası ve çavdar ekmeği üstünde kamembert peyniri yedi ve iki bira içti. Ayrıca biraz kahve ve konyak içip televizyonda bir Amerikan gangster filmi izledi. Arkasından yatağını hazırladı, küvete uzanıp Raymond Chandler’ın Göldeki Kadın romanını okudu, arada sırada konyak yudumladı, ne de olsa kol mesafesindeki klozetin üstüne koymuştu kadehini.
Çok iyi hissediyordu. Ne işi ne de ailesini düşündü.
Banyosu bitince pijamalarını giydi, çalışma masasındaki okuma lambası hariç bütün ışıkları söndürdü ve kitap okumaya, konyak içmeye devam etti, ta ki sonunda iyice uykusu gelip gözleri kapanana kadar.
Pazar günü geç saate kadar uyanmadı, pijamalarıyla dolandı, gemi maketi üstünde çalıştı ve öğleden sonra üstünü değiştirdi. Akşam olunca ailesi eve geri döndüğünde Rolf ve Ingrid’i sinemaya götürdü, bir vampir filmi izlediler.
İyi bir hafta sonu geçirmişti ve pazartesi sabahı, Martin Beck gayet iyi dinlenmiş ve enerjik uyandı. Derhâl Göran Malm’ın sahiden kim olduğunu ve içini kemiren şeyin ne olduğunu irdelemeye girişti. Sabah saatlerini polis merkezinde meslektaşlarının odasında geçirdi, adliyeye kısa bir ziyarette bulundu. Araştırmalarının sonuçlarını aktarmak üzere geri döndüğünde anlatacak kimseyi bulamadı çünkü herkes yemeğe çıkmıştı.
Güney polis merkezini aradığında Kollberg’e bağlandı. Buna şaşırmıştı çünkü normalde ilk yemeğe çıkan o olurdu, özellikle de pazartesileri.
“Neden hâlâ yemeğe çıkmadın?”
“Tam gidiyordum işte,” dedi Kollberg. “Sen neredesin ki?”
“Melander’in odasındayım. Buraya gel de burada ye, en azından seni görmüş olayım. Melander ve Rönn de teşrif edince Göran Malm üzerinde konuşabiliriz. Melander kendini yangın yerinden koparabilirse tabii. Neyse, ben Malm hakkında bayağı bir bilgi topladım.”
“Tamam,” dedi Kollberg. “Benny’yi bulayım da söyleyeyim.”
“Eğer mümkünse,” diye ekledi.
Benny Skacke teşkilatta işe başlayan en yeni polisti. İki ay evvel Cinayet Masası ekibine Åke Stenström’ün yerini doldurmak için dahil olmuştu. Stenström öldüğünde yirmi dokuz yaşındaydı ve meslektaşları tarafından süt çocuğu muamelesi görürdü, özellikle de Kollberg tarafından. Benny Skacke ondan iki yaş küçüktü. Martin Beck, Melander’in kayıt cihazını aldı ve diğerlerini beklerken adliyeden ödünç aldığı kaseti tekrar çaldı. Bir kâğıt çıkarıp dinlerken not tuttu.
Rönn saat tam birde geldi ve on beş dakika sonra Koll-berg kapıyı aniden açıp şöyle dedi:
“Hadi dinleyelim bakalım.”
Martin Beck, sandalyesini Kollberg’e devredip dosya dolabının yanındaki yerini aldı.
“Konumuz araba hırsızlığı,” dedi. “Ve çalıntı araba alım satımı. Geçen sene boyunca izi sürülemeyen çalıntı arabaların sayısı öylesine artmış ki bir ya da daha çok organize büyük çetenin çalıntı araba satımıyla uğraştığını düşünebiliriz. Tahminen, aynı zamanda bu araçları ülke dışına da kaçak çıkarmışlardır. Malm büyük ihtimal bu makinedeki dişlilerden biriydi.”
“Büyük bir dişli mi, küçük mü?” diye sordu Rönn.
“Küçük bence,” dedi Martin Beck. “Hatta bayağı küçükmüş.”
“Ne yapmış da yakalanmış peki?” dedi Kollberg.
“Bir dakika, en baştan başlayacağım,” dedi Martin Beck.
Notlarını aldı, dosya dolabında yanına koydu; sonra rahatça ve akıcı bir şekilde konuşmaya başladı.
“24 Şubat gecesi saat on sularında Göran Malm, Södertälje’nin üç kilometre kuzeyindeki bir çevirmede durdurulmuş. Rutin bir trafik kontrolüymüş ve adam tesadüfen o yönde seyrediyormuş. 1963 model bir Chevrolet Impala kullanıyormuş. Arabanın durumu iyi görünüyormuş fakat anlaşılan, Göran Malm aracın sahibi değilmiş, ruhsat numarasını o günkü çalıntı arabalarla karşılaştırmışlar. Numara tutuyormuş ancak listeye bakılırsa, o plaka bir Chevrolet’ye değil Volkswagen’e aitmiş. Anlaşılan, arabaya yanlış numara verilmiş ve yanlışlıkla ya da şans eseri, bu numara da çalıntı bir araç plakası çıkmış. İlk sorgulamada Malm bu arabayı sahibinden ödünç aldığını söylemiş, sahibi arkadaşıymış. Sahibinin adı Bertil Olofsson’muş. Bu ismi Malm vermiş ve aracın ruhsatında da aynı isim geçiyormuş. Sonradan anlaşıldığı üzere, Olofsson polisin tanımadığı bir isim değilmiş. Doğrusu, tam da bu tarz bir araba hırsızlığı şüphelisiymiş. Malm’ın yakalanmasından birkaç hafta önce, Olofsson’un aleyhinde deliller bulmayı başarmışlar ancak sonrasında ona erişememişler. Adam hâlâ bulunamamış. Malm, Olofsson’un ona arabayı ödünç verdiğini ısrarla yinelemiş çünkü Olofsson yurt dışında olacağından arabasına ihtiyacı olmayacağını söylemiş. Olofsson’dan şüphelenen ve zaten onu aramaya başlamış olan çocuklar bu Malm’ın adını duymuş ve polis de şans eseri onu yakalayınca nezarette tutmaya çalışmışlar. Malm ve Olofsson’un bir şekilde suç ortağı olduğundan eminlermiş. Bunu başaramayınca yani adam nezarette tutulamamış, kısa süre sonra duyacağınız üzere Gunvald’ı, Hammar’ın rızasıyla, Malm’ı takip etme görevine getirmişler. Bu yolla Olofsson’a ulaşacaklarını umuyorlarmış, o da sonuçta çetedekileri ifşa edebilirmiş. Öyle bir çete varsa tabii. Yani eğer Olofsson ve Malm bu çeteye üyeyse.”
Martin Beck birkaç adım attı ve sigarasını küllükte söndürdü.
“Eh, durum bu,” dedi. “Hayır, bu kadarla bitmiyor. Kayıt belgesi ve ruhsat tabii ki naylondu, üstelik çok hünerli ellerden çıkmış.”
Rönn burnunu kaşıyıp şöyle dedi:
“Malm’ı neden serbest bırakmışlar?”
“Delil yetersizliği,” dedi Martin Beck. “Dinleyince anlayacaksın.”
Teybe eğildi.
“Savcı, Malm’ın yataklık şüphesiyle nezarette kalmasını talep ediyor. Ardında yatan sebep de şu, Malm serbest bırakılırsa, kovuşturmanın gidişatını karmaşıklaştırabilir deniyor.”
Teybin düğmesine bastı ve teybi ileri sardı.
“İşte burada Malm’ın sorgusu var. Savcı tarafından yapılıyor.”
S: Evet, Bay Malm, bu akşamla ilgili olarak savımı mahkeme önünde dinlediniz, yani bu yılın 24 Şubat akşamı. Şimdi bize neler olduğunu kendi sözlerinizle anlatır mısınız?
M: Eh, tam sizin söylediğiniz gibiydi. Södertälje yolunda araba kullanıyordum ve orada, yoldaki bariyerlerin orada bir polis arabası duruyordu, ben de durdum ve… ve polis, arabanın bana ait olmadığını görünce beni polis merkezine getirdi.
S: Ah, evet. Şimdi Bay Malm, siz nasıl oldu da şahsınıza ait olmayan bir aracı kullanıyordunuz?
M: Hımm, ben bir arkadaşımı görmeye Malmö’ye gidecektim ve Berra’nın demesiyle…
S: Berra? Bu Bertil Olofsson mu oluyor?
M: Evet, doğru. Berra yani Olofsson, bana arabasını iki haftalığına ödünç verdi. Ben zaten Malmö’ye gidecektim. Araba bendeyken gitme fırsatını değerlendirdim, böylece trenle gitmek zorunda kalmayacaktım. Hem de daha ucuza geliyor. Neyse, arabayı alıp oraya gittim. Arabanın çalıntı plaka olduğunu nereden bileyim?
S: Peki Olofsson arabasını nasıl bu kadar uzun size verebildi? Kendisinin ihtiyacı yok muymuş?
M: Hayır, yurt dışına çıkacaktı, öyle dedi, o yüzden ihtiyacı yokmuş.
S: Evet, anladım, demek yurt dışına çıkacaktı. Ne kadar süre ülke dışında kalacaktı?
M: Söylemedi.
S: O dönene kadar arabayı kullanmayı düşünüyor muydunuz?
M: Evet. İstersem. Yoksa onun otoparkına park edecektim. Oturduğu apartmanın kendine ait otoparkı var.
S: Olofsson evine döndü mü?
M: Bildiğim kadarıyla hayır.
S: Nerede olduğunu biliyor musunuz?
M: Hayır. Belki hâlâ Fransa’dadır ya da her nereye gidecekse oradadır.
S: Bay Malm, sizin kendi arabanız var mı?
M: Yok.
S: Fakat eskiden vardı, değil mi?
M: Evet ama çok uzun zaman önceydi.
S: Başka zamanlarda da Olofsson’un arabasını alır mıydınız?
M: Hayır, sadece bu seferlik.
S: Olofsson’u ne zamandır tanıyorsunuz?
M: Yaklaşık bir senedir.
S: Sık sık buluşur muydunuz?
M: Çok sık değil. Bazen.
S: Bazen derken neyi kastediyorsunuz? Ayda bir mi mesela? Haftada bir mi? Ne sıklıkta?
M: Eh, belki ayda bir. Ya da iki.
S: O hâlde gayet samimiydiniz?
M: Eh, sayılır.
S: Ama arabasını size böyle verdiğine göre birbirinizi yakından tanıyordunuz demektir.
M: Evet, elbette.
S: Olofsson’un mesleği neydi?
M: Ne?
S: Olofsson ne iş yapıyordu?
M: Bilmiyorum.
S: Onu en azından bir yıldır tanıyordunuz ve işini bilmiyor muydunuz, öyle mi?
M: Hayır. Hiç bahsetmezdik.
S: Siz ne iş yapıyorsunuz?
M: Şu anda herhangi bir işte çalışmıyorum… yani sadece şu an böyle.
S: Genelde ne iş yaparsınız?
M: Çeşitli işler. Ne iş bulursam.
S: En son ne yaptınız?
M: Blackeberg’de bir tamirhanede kaportacıydım.
S: Ne kadar zaman önceydi?
M: Eee, geçen yazdı. Sonra temmuz ayında tamirhane kapandı ve ayrılmak zorunda kaldım.
S: Ondan sonra? Başka iş aradınız mı?
M: Evet ama bulamadım.
S: Peki bakalım, sekiz aydır, işsiz hâlde geçiminizi nasıl sağladınız?
M: Eh, pek iyi durumda değildim.
S: Ama bir yerlerden para bulmuş olmalısınız, değil mi Bay Malm? Kiranızı ödemeniz lazım ve havayla da karın doymuyor.
M: Eh, biraz birikmiş param vardı, oradan buradan borç aldım.
S: Malmö’de ne yapacaktınız bu arada?
M: Bir arkadaşımı arayacaktım.
S: Olofsson arabasını teklif etmeden önce trenle gitmeyi planladığınızı söylediniz. Malmö’ye trenle gitmek bayağı tuzludur, dediğiniz gibi. Buna yetecek paranız var mıydı?
M: Eee…
S: Bu araba ne zamandır Olofsson’da? Chevrolet yani?
M: Bilmiyorum.
S: Ama ilk tanıştığınız zaman hangi arabayı kullandığına dikkat etmiş olmalısınız?
M: Üstünde pek düşünmedim.
S: Bay Malm, siz arabalar üstünde çalıştınız bir süre, değil mi? Araba boyuyordunuz, dediğiniz gibi. Arkadaşınızın hangi arabayı kullandığını fark etmemeniz biraz tuhaf değil mi? Arabasını değiştirse dikkatinizi çekmez miydi?
M: Hayır, hiç düşünmedim. Neyse, zaten arabasını pek görmüyordum ki.
S: Bay Malm, esasında Olofsson’un o arabayı satmasına yardımcı olmayacak mıydınız?
M: Hayır.
S: Ama Olofsson’un çalıntı araç ticareti yaptığını biliyordunuz, değil mi?
M: Hayır, bunu bilmiyordum.
S: Başka sorum yok.
Martin Beck kaseti durdurdu.
“Fazla kibar bir savcı,” diyerek esnedi Kollberg.
“Evet,” dedi Rönn, “ve beceriksiz de.”
“Evet,” dedi Martin Beck. “Böylece Malm’ı serbest bıraktılar ve Gunvald onu izleme görevini üstlendi. Oloffson’a, Malm aracılığıyla ulaşmayı umuyorlardı. Malm’ın Olofsson için çalışıyor olma ihtimali çok yüksekti ancak Malm’ın yaşam standartları göz önüne alındığında, emeğinin karşılığını pek almıyordu denebilir.”
“Aynı zamanda kaportacıymış,” dedi Kollberg. “Öyle insanlar çalıntı arabalarla ilgilenirken faydalı olabilir.”
Martin Beck başıyla onayladı.
“Şu Olofsson,” dedi Rönn. “Onu yakalayamaz mıyız?”
“Hayır, hâlâ izi bulunamamış,” dedi Martin Beck. “Büyük olasılıkla Malm sorguya çekildiği sırada doğruyu söylüyordu, adam yurt dışına çıkmıştı. Elbette bir ara öyle ya da böyle ortaya çıkacaktır.”
Kollberg, sinirle yumruğunu sandalyesinin kol koyma yerine vurdu.
“Bizim Larsson’u bir türlü anlamıyorum,” dedi, Rönn’e yan yan bakarak. “Yani Malm’ı neden takip ettiğini bilmeden nasıl durabilmiş öyle.”
“Bilmesi gerekmiyordu, değil mi?” dedi Rönn. “Şimdi de gidip Gunvald’ı hırpalayayım deme.”
“Tanrı aşkına, Olofsson’u görecek mi diye gözünü dört açması gerektiğini biliyor olmalıydı. Yoksa Malm’ı takip etmenin bir manası yok.”
“Evet,” dedi Rönn sakince. “İyileştiğinde ona sorman lazım, değil mi?”
“Hıh,” dedi Kollberg.
Öyle bir gerindi ki ceketinin dikişleri gıcırdadı. “Ah, neyse,” dedi. “Şu araba olayı bizim derdimiz değil. Tanrı’ya şükürler olsun.”
7
Pazartesi öğleden sonra Benny Skacke, Cinayet Masası ekibine girdiğinden beri hayatında ilk kez sanki bir cinayeti tek başına çözmek zorunda kalacak gibi görünüyordu.
Ya da en azından bir kasıtsız cinayet davasını.
Güney polis merkezindeki odasında oturmuş, Koll-berg’in Kungsholms Caddesi’ne gitmeden önce ona verdiği bir dizi işi yapmakla meşguldü. Yani kulağı telefondaydı ve raporları ayırıp farklı dosyalara yerleştiriyordu. Bu ayırma işi ağır ilerliyordu çünkü Benny her bir raporu dosyalamadan önce dikkatlice okuyordu. Benny Skacke hırslıydı ve son derece bilinçliydi, polis okulunda cinayet soruşturmaları hakkında öğrenilecek her şeyi öğrenmiş olmasına rağmen, bu bilgilerini henüz pratiğe dökme şansı olmadığını biliyordu. Bu alandaki gizli yeteneklerini gösterme fırsatı umuduyla, kıdemli meslektaşlarının tecrübelerinden her anlamda pay almaya çalışıyordu. Yöntemlerinden biri, sıklıkla konuşmalarını dinlemekti, ki bu Kollberg’i çoktan çıldırtmıştı. Bir diğer yöntemiyse eski raporları okumaktı ve telefon çaldığında Benny tam da bunu yapıyordu.
Aynı binadaki resepsiyon masasından bir adam arıyordu.
“Burada bir adam bir cinayet ihbarında bulunmak istediğini söylüyor,” dedi, ne yapacağını bilemez bir hâlde. “Yukarı mı göndereyim, yoksa…”
“Evet, gönder,” dedi Komiser Yardımcısı Skacke aceleyle.
Ahizeyi yerine koydu ve ziyaretçisini karşılamak için koridora çıktı. Bu arada resepsiyondaki adam lafını kesmeden önce ne diyecekti acaba diye merak etti. Yoksa? Belki de, “Yoksa ona doğru düzgün bir polise gitmesini mi söyleyeyim?” Skacke hassas bir delikanlıydı.
Ziyaretçisi merdivenlerden yukarı yavaş ve kararlı adımlarla çıktı. Benny Skacke cam kapıları açtı ve yakıcı ter, idrar ve bayat alkol kokusunu alınca bir adım geri kaçtı. Adamdan önce odasına girip ona masasının önündeki sandalyeyi gösterdi. Adam hemen oturmadı, Skacke yerleşene kadar ayakta bekledi.
Skacke sandalyedeki adamı inceledi. Elli elli beş yaş aralığındaydı, boyu 1.40 ya var ya yoktu, çok zayıftı, taş çatlasın kırk beş kiloydu. Seyrek, küllü sarı saçlı, uçuk mavi gözlüydü. Yanakları ve burnu kırmızı kılcal damarlarla kaplıydı. Elleri titriyordu, sol gözü seğiriyordu. Kahverengi takım elbisesi lekeliydi, parlaktı ve içine giydiği makinede örülmüş yelek başka renk bir yünle yamalıydı. Adam alkol kokuyordu ama sarhoş görünmüyordu.
“Evet, söylemek istediğiniz bir şeyler varmış? Konu nedir?”
Adam bakışlarını ellerine indirdi. Parmaklarının arasında gergince bir sigara sarıyordu.
“İsterseniz sigara içebilirsiniz,” dedi Skacke, bir kutu kibriti masada öne iterek.
Adam kutuyu aldı, yanık sigarasını tekrar yaktı, kuru kuru ve boğazı çatlayarak öksürdü ve gözlerini kaldırdı.
“Hanımı öldürdüm,” dedi.
Benny Skacke elini not defterine uzattı, sakin ve otoriter olduğunu düşündüğü bir ses tonuyla sordu:
“Ah, evet. Nerede?”
Martin Beck ya da Kollberg’in orada olmasını dilerdi.
“Yarası mı? Kafasında.”
“Hayır, onu kastetmedim. Şu anda nerede yani?”
“Ah. Evde. Dansbanevägen 11 numara.”
“Adınız nedir?” diye sordu Skacke.
“Gottfridsson.”
Benny Skacke ismi not defterine yazdı, kollarını masaya dayayıp öne eğildi.
“Olay nasıl oldu, anlatabilir misiniz Bay Gottfridsson?”
Gottfridsson denen adam alt dudağını ısırdı.
“Şey,” dedi. “Şey, eve gittim ve başımın etini yemeye başladı, dırdır yaparak üstüme geldi. Yorgundum, cevap vermeye mecalim yoktu, ben de ona kapa çeneni dedim ama konuşmaya devam etti. Sonra birden gözüm döndü ve karım tekmeler atmaya, bas bas bağırmaya başladı. Ben de aldım kafasına vurdum da vurdum. Sonra yere düştü, biraz sonra ben korkup onu ayıltmaya çalıştım ama kalkmadı, yerde yığılıp kaldı.”
“Doktor çağırmadınız mı?”
Adam hayır anlamında başını salladı.
“Hayır,” dedi. “Öldü zannettim, o yüzden doktor getirmenin anlamı yoktu.”
Bir saniye sessizce oturdu. Sonra şöyle dedi:
“Ona zarar vermek istemedim. Sadece sinir oldum. Kafamın etini yerse böyle olur.”
Benny Skacke ayağa kalkıp kapının yanındaki askıdan paltosunu aldı. Ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. Paltosunu giyerken konuştu:
“Yakındaki karakola gitmek yerine, niçin buraya geldiniz? Orası daha yakın.”
Gottfridsson ayağa kalkıp omuz silkti.
“Sandım ki… Böyle bir olay… cinayet falan hani, o yüzden…”
Benny Skacke kapıyı koridora doğru açtı.
“Benimle gelmelisiniz, Bay Gottfridsson.”
Gottfridsson’un oturduğu daireye gitmek birkaç dakikasını aldı. Adam elleri deli gibi titreyerek sessizce oturdu. Önden merdivenleri çıktı, Skacke ondan anahtarı alıp evin kapısını açtı.
Küçük, loş bir hole girdiler, üç tane kapı vardı ve hepsi kapalıydı. Skacke soru sorar gibi Gottfridsson’a baktı.
“İçeride,” dedi adam, soldaki kapıyı gösterip. Skacke üç adım attı, kapıyı açtı. Odanın içi boştu.
Mobilyalar salaş ve tozluydu fakat yerli yerinde görünüyordu ve ortada herhangi bir kavga izi yoktu. Skacke arkasını dönüp Gottfridsson’a baktı, adam hâlâ dış kapının yanındaydı.
“Burada kimse yok,” dedi.
Gottfridsson ona bakakaldı. Kapının eşiğine yaklaşırken elini kaldırıp yavaşça bir noktayı işaret etti.
“Ama,” dedi, “orada yatıyordu.”
Şaşkınlık içinde sağa sola bakındı. Sonra hole yürüyüp mutfak kapısını açtı. Mutfak da boştu. Üçüncü kapı banyoya açılıyordu ve orada da dikkat çeken bir şey yoktu.
Gottfridsson ellerini seyrek saçlarında gezdirdi.
“Ne?” dedi. “Orada yattığını gördüm.”
“Evet,” dedi Skacke. “Belki gördünüz. Ama belli ki ölmemiş. Hem bu sonuca nereden vardınız?”
“Görebiliyordum,” dedi Gottfridsson. “Hareket etmiyordu ve nefes almıyordu. Ve soğuktu. Ceset gibi.”
“Belki de sadece ölmüş gibi gelmiştir size.”
Skacke belki de bu adamın onunla dalga geçtiğini düşündü. Bütün hikâyeyi kafadan uydurmuş olabilirdi. Belki adamın karısı bile yoktu. Ayrıca, bahsi geçen kadının ölümü, dirilişi ve ortadan kayboluşu da adamı zerre kadar etkilemiyordu. Skacke, Gottfridsson’a göre ölü kadının yatmış olduğu yeri şöyle bir süzdü. Ne bir damla kan ne de başka bir şeyin izi vardı.
“Evet,” dedi Skacke. “Şu anda burada değil. Belki de komşulara sormalıyız.”
Gottfridsson onu bu fikirden caydırmaya çalıştı.
“Hayır, yapma. Aramız pek iyi değildir. Ayrıca günün bu saatinde evde olmazlar.”
Adam mutfağa gidip tahta sandalyeye oturdu. “Karı hangi cehennemde acaba,” dedi.
Tam o anda dış kapı açıldı. Hole giren kadın kısa boylu ve tombuldu. Üstünde uzun bir önlük ve hırka vardı, başına eşarp bağlamıştı. Bir elinde file çanta taşıyordu.
Skacke ilk önce söyleyecek bir şey bulamadı. Kadın da ağzını açmadı. Hızlıca yanından geçip mutfağa girdi.
“Ah, evet, bakıyorum da dönmüşsün, dönmeden duramadın değil mi seni sersem?”
Gottfridsson kadına bakakaldı ve bir şey demek için ağzını açtı. Karısı file çantayı güm diye mutfak masasına atıp konuştu:
“Bu yaratık da kim böyle? İçkici arkadaşlarını eve toplaman hiç hoş değil, biliyorsun. Siz ayyaşlar gidin başka yerde kafaları çekin.”
“Affedersiniz,” dedi Skacke emin olamayarak. “Kocanız sizin bir kaza geçirdiğinizi ve şey olduğunuzu sanmış…”
“Kaza mı,” diye homurdandı kadın. “Pabucumun kazası.”
Birden arkasına dönüp Skacke’ye düşmanca baktı.
“Onu biraz korkutayım dedim işte. O hâlde eve gelmiş, günlerce dışarıda içtikten sonra kavgaya tutuşuyor benimle. Her şeyin bir sınırı var.”
Kadın eşarbını çıkardı. Çenesinde küçük bir morluk vardı ama onun haricinde her yeri sağlam gözüküyordu.
“Nasıl hissediyorsunuz?” diye sordu Skacke. “Bir yeriniz acımıyor ya?”
“Püf!” dedi kadın. “Beni yere devirince, öylece yatıp bayılmış numarası yapmaya karar verdim.”
Kadın, adama döndü.
“Biraz korktun, değil mi?”
Gottfridsson utana sıkıla Skacke’ye baktı ve bir şeyler mırıldandı.
“Sen kimsin bu arada?” diye sordu kadın.
Skacke, Gottfridsson ile göz göze gelip kısa ve öz cevap verdi: “Polis.”
“Polis!” diye bağırdı Bayan Gottfridsson.
Ellerini beline koyup mutfak sandalyesinde sinmiş, yüzünde sefil bir ifadeyle oturan kocasına döndü.
“Delirdin mi sen?” diye bağırdı. “Ne diye polisleri buraya topluyorsun! Mesele ne, sorabilir miyim?”
Kadın doğrulup sinirli sinirli Skacke’ye baktı.
“Ya sen, söyle bakalım, ne biçim bir polissin? Masum insanların evine münasebetsizce giriyorsun. Dürüst insanların evine dalmadan önce rozetini göstermen falan gerekmiyor mu bakayım?”
Skacke aceleyle kimliğini çıkardı.
“Yardımcı ha?”
“Komiser Yardımcısı,” dedi Skacke sevimsizce.
“Burada ne bulacağını sandın o hâlde, hı? Ben yanlış bir şey yapmadım, kocam da yapmadı.”
Kadın Gottfridsson’un yanında durdu ve korumacı bir edayla elini kocasının omzuna koydu.
“Arama izni falan mı varmış da böyle evimize elini kolunu sallayarak dalıyor?” diye sordu. “Sana bir şey gösterdi mi, Ludde?”
Gottfridsson hayır anlamında başını salladı, başka yorum da yapmadı. Skacke bir adım ilerleyip ağzını açtı ama anında Bayan Gottfridsson lafı ağzına tıktı.
“Eee, o zaman tası tarağı topla da git. Her an seni evimize zorla girmekten şikâyet edebilirim. Hemen çek git, tepemin tasını attırma benim.”
Skacke adama baktı, adam inatla gözlerini yere dikmiş oturuyordu. Sonra omuz silkti, çifte arkasını dönüp sarsılmış bir hâlde Güney polis merkezine döndü. Martin Beck ve Kollberg, Kungsholms’dan hâlâ dönmemişti. Hâlâ Melander’in ofisindeydiler ve Malm dosyasının kasetini tekrar dinliyorlardı. Bu kez öğleden sonra yanlarına uğrayıp bir ilerleme kaydedebildiler mi diye soran Hammar için çalıyorlardı.
Martin Beck’in sigarasından ve Hammar’ın purosundan yükselen duman odanın içinde sis gibi asılıydı ve Kollberg kül tablasındaki boş sigara kutularını ve yanık kibrit çöplerini birleştirip yaktığı şenlik ateşiyle odadaki dumanı artırdı. Rönn camı açıp Kuzey Avrupa çapında en kirli havaya sahip olan şehrin havasını içeri alarak durumu iyice beter etti. Martin Beck öksürdü ve konuştu:
“Eğer kundaklama teorisini ciddiye alacaksak, bu durumda tüm tanıkların hastanede olması ve sorguya müsait olmayışları durumu zorlaştırıyor.”
“Evet,” dedi Rönn.
“Ben artık kundaklama olduğunu düşünmüyorum,” dedi Hammar. “Fakat Melander olay yerindeki incelemesini ve laboratuvardakiler işlerini bitirmeden acele bir sonuca varmamalıyız.”
Telefon çaldı. Kollberg elini ahizeye uzattı ve aynı anda da kül tablasındaki parlak alevlere boş bir kibrit kutusu attı. Yarım dakika kadar kulak verdi.
“Ne?” dedi, sahici bir şaşkınlıkla ve diğerleri anında tepki gösterdi.
Dalgın dalgın Martin Beck’e bakıp şöyle dedi:
“Size bomba gibi bir sürprizim var, beyler. Göran Malm yangında ölmemiş.”
“Nasıl yani?” dedi Hammar. “Evde değil miymiş?”
“Ah evet, feci yanmış. Patolog bizzat aradı. Diyor ki Malm yangın başlamadan önce zaten ölüymüş.”
8
Gunvald Larsson’un koğuşundaki başhemşire çok sert ve katıydı.
“Elimden bir şey gelmez,” dedi. “Ne kadar önemli olduğu fark etmez. Şu anda en önemli şey Bay Larsson’un iyileşmesi ve siz ikide bir telefon edip onun canını sıkarsanız, bu mümkün olmayacak. Sessizlik içinde istirahat etmeli, bunlar doktorun talimatları. Aynısını Bay Kollberg’e de söyledim, az önce aradı ve çok kaba konuştu. En erken yarına kadar aramanız anlamsız. Hoşça kalın.”
Martin Beck elinde ahizeyle kalakaldı. Sonra omuz silkip ahizeyi yerine koydu.
Güney polis merkezindeki odasında oturuyordu. Saat sabah sekiz buçuktu, günlerden salıydı ve ne Kollberg ne Skacke ortalıktaydı. En azından Kollberg çoktan yollara dökülmüştü ve her an damlayabilirdi.
Martin Beck ahizeyi bir daha kaldırdı, Maria polis merkezinin numarasını çevirip Zachrisson’u istedi. Zachrisson orada yoktu, mesaisi saat birde başlayacaktı.
Martin Beck yeni bir paket Florida açtı, birini yaktı ve camdan dışarıyı seyretti. Karşısında uzanan göz alıcı bir manzara değildi. Kasvetli bir sanayi mahallesi ve bir otoyol, hepsi de salyangoz hızında ilerleyen parlak arabalarla dolu şehir merkezine inen dar sokaklara bağlanıyordu. Martin Beck arabalardan nefret ederdi ve sadece çok olağanüstü durumlarda direksiyonun başına geçerdi. Västberga’daki geçici polis merkezini sevmiyordu, Kungsholms’daki eski polis merkezinin bitmesini ve dört bir yana saçılmış departmanların yeniden aynı çatı altında toplanacağı günü iple çekiyordu.
Martin Beck bu engin manzaraya sırtını döndü, ellerini ensesinde birleştirip tavana gözlerini dikerek kara kara düşündü. Göran Malm ne zaman, nasıl ve niçin ölmüştü ve onun ölümüyle yangın arasındaki bağlantı neydi? Birisinin Malm’ı öldürüp sonra da delilleri yok etmek için binayı ateşe vermiş olması olası bir teori olabilirdi. Fakat bu durumda, olası katil Gunvald Larsson ya da Zachrisson’a görünmeden binaya girmeyi nasıl başarmıştı?
Martin Beck, kapının dışında hızlı, maksatlı adımlarla Skacke’nin geçtiğini duydu ve bir saniye sonra da Kollberg belirdi. Kollberg, Martin Beck’in kapısını yumrukladı, kafasını içeri uzattı, merhaba deyip tekrar ortadan kayboldu. Geri döndüğünde paltosunu ve ceketini çıkarmış, kravatını gevşetmişti. Ziyaretçi sandalyesine oturup konuştu:
“Gunvald Larsson ile telefonda konuşmayı denedim ama olmadı.”
“Biliyorum,” dedi Martin Beck. “Ben de denedim.”
“Öte yandan, şu Zachrisson denen memurla konuştum,” dedi Kollberg. “Bu sabah onu evden aradım. Gunvald Larsson, saat on buçuk civarında Sköld Caddesi’ne gitmiş ve Zachrisson da ondan hemen sonra ayrılmış. Malm’ın dairesinde hayatta olduklarına dair en son iz, saat sekize çeyrek kala ışığın kapanmasıymış. Ayrıca, Roth’un üç misafiri haricinde bütün akşam ön kapıdan giren ya da çıkan kimse olmadığını söylüyor. Fakat gözleri her an açık mıydı, orasını bilemeyiz. Belki de arada içi geçmişti.”
“Evet, sanırım,” dedi Martin Beck. “Ama birinin evin içine kadar girip sonra da görülmeden çıkabilmesi çok zor.”
Kollberg iç geçirip çenesini ovuşturdu.
“Hayır, şüphesiz bu ihtimal zor gibi,” dedi. “Şimdi ne yapacağız?”
Martin Beck üç kere hapşırdı ve Kollberg her seferinde çok yaşa dedi. Martin Beck de kibarca ona teşekkür etti.
“Bildiğim kadarıyla ben patolojiyle konuşmaya gidiyorum,” dedi.
Birisi kapıyı tıklattı ve Skacke içeri girip ortada durdu.
“Evet, ne istiyorsun?” dedi Kollberg.
“Hiçbir şey,” dedi Skacke. “Yangın dosyasıyla ilgili yeni bir gelişme var mı diye sormaya gelmiştim.”
Ne Martin Beck ne de Kollberg yanıt verince tereddütle devam etti:
“Yani, eğer yapabileceğim bir şey varsa…”
“Kahvaltı ettin mi?” dedi Kollberg.
“Hayır,” dedi Skacke.
“O hâlde başlangıç olarak bize kahve getirebilirsin,” dedi Kollberg. “Bana da üç mazarin kapkek. Sen ne istersin, Martin?”
Martin Beck ayağa kalkıp ceketini ilikledi.
“Hiçbir şey,” dedi. “Ben şimdi Adli Tıp’a gidiyorum.”
Florida paketini ve kibrit kutusunu cebine koyup taksi çağırdı.
* * *
Otopsiyi sürdüren patoloji uzmanı, yetmiş yaşlarında beyaz saçlı bir profesördü. Martin Beck’in polis memuru olduğu ilk günlerinden beri polis doktoruydu ve aynı zamanda Martin Beck’in Polis Okulu’ndan da öğretmeniydi. O günlerden bu yana, birçok davada birlikte çalışmışlardı ve Martin Beck adamın tecrübesi ve bilgisine muazzam saygı duyardı.
Solna’daki Adli Tıp’ta patoloji uzmanının kapısını tıklattı, içeride daktilonun tıkırtısını duydu ve cevap beklemeden kapıyı açtı. Profesör cam kenarında oturmuş, sırtı kapıya dönük, daktiloda yazı yazıyordu. İşini bitirdi, kâğıdı makineden çekip çıkardı. Arkasını döndüğünde Martin Beck’i gördü.
“Selam,” dedi. “Ben de tam sana ön raporu yazıyordum. Nasıl gidiyor?”
Martin Beck paltosunun düğmelerini açıp ziyaretçi sandalyesine çöktü.
“Eh işte,” dedi. “Bu yangın işi bayağı gizemli. Bir de üşüttüm. Ama otopsiye hazır değilim.”
Profesör onu alıcı gözüyle süzüp şöyle dedi:
“Muayene olmalısın. Durmadan böyle üşütmen iyi değil.”
“Ah, doktorlar,” dedi Martin Beck. “Şerefli meslektaşlarına saygım sonsuz ama bu sıradan soğuk algınlığının tedavisini hâlâ bulamadılar.”
Cebinden mendilini çıkarıp altını çizmek istercesine sümkürdü.
“Eh, evet, hadi şimdi,” dedi. “İlk ve öncelikle ilgilendiğim kişi Malm.”
Profesör gözlüğünü çıkarıp önündeki masaya koydu.
“Onu görmek istiyor musun?” dedi.
“Tercih etmem,” diye cevap verdi Martin Beck. “Bana anlatacaklarınla yeteri kadar mutlu olurum.”
“Pek görülecek bir yanı yok zaten,” dedi patoloji uzmanı. “Diğer ikisi de öyle. Ne bilmek istiyorsun?”
“Nasıl öldüğünü.”
Profesör mendilini çıkarıp gözlüğünü temizlemeye başladı.
“Maalesef sana onu söyleyemem,” dedi. “Zaten çoğunu anlattım bile. Yangın başladığında ölü olduğunu tespit ettik. Yangın ilk çıktığında yatakta, muhtemelen giysileri üstünde yatıyormuş.”
“Şiddet görmüş olabilir mi?” diye sordu Martin Beck.
Patoloji uzmanı hayır anlamında başını salladı. “Sıfıra yakın ihtimal,” dedi.
“Vücutta herhangi bir yara ya da darbe izi yok muydu?”
“Vardı, doğal olarak. Pek çok. Sıcaklık çok yoğundu ve adam eskrimci pozisyonunda yatıyordu. Kafası çatlaklarla dolu ama bu çatlaklar ölümden sonra olmuş. Aynı zamanda birtakım çürük ve morluklar vardı, muhtemelen düşen kirişler ve başka şeylerden dolayı olmuş. Isıdan dolayı da kafatası içten patlamış.”
Martin Beck başıyla onayladı. Daha önce yangın kurbanları görmüştü ve uzman olmayan sıradan birinin, bu yaralanmaların ölümden önce meydana geldiğini zannetmesinin ne kadar kolay olduğunu bilirdi.
“Yangın başlamadan önce ölü olduğu sonucuna nasıl vardınız?” dedi.
“Öncelikle vücut yangına ilk maruz kaldığında dolaşımın devam ettiğini gösteren bir iz yoktu. Sonra, ciğerlerinde ya da bronş yollarında duman ya da is lekesi bulamadık. Diğer ikisinin solunum organlarında kurum parçacıkları, zarlarında kan pıhtıları vardı. O ikisine bakacak olursak yangın çıkana kadar ölmedikleri kesin.”
Martin Beck ayağa kalkıp cama doğru yürüdü. Dışarıdaki yola baktı, karayollarının sarı araçları neredeyse tamamen erimiş gri buzlu çamura tuz atıyordu. Martin Beck iç geçirdi, bir sigara yakıp cama sırtını döndü.
“Adamın öldürüldüğüne inanmak için iyi bir sebebiniz var mı?” diye sordu profesör.
Martin Beck omuz silkti.
“Tam ev yanmadan önce doğal yollardan vefat ettiğine inanmakta güçlük çekiyorum,” dedi.
“İç organları gayet sağlıklıydı,” dedi patoloji uzmanı. “Tek sıra dışı durum, kanındaki karbonmonoksit oranı biraz yüksekti, hiç duman solumadığı göz önüne alınırsa, bu tuhaf.”
Martin Beck yaklaşık bir yarım saat daha kaldıktan sonra şehre döndü. Norra Bantorget’te otobüsten inip otobüs terminalindeki kirli havayı solurken şehirde yaşayan ve karbonmonoksit zehirlenmesinden mustarip olmayan bir vatandaşın bile olmadığına kanaat getirdi.
Bir süre patoloji uzmanının, ölü adamın kanında karbonmonoksit bulunduğunu söylemesi önemli miydi değil miydi diye durup düşündü fakat sonra bu konuyu rafa kaldırdı. Ardından, metronun daha da zehirli olan havasına doğru yürümeye başladı.
9
13 Mart Çarşamba günü öğleden sonra, Gunvald Larsson’a ilk kez Güney Hastanesi’ndeki yatağından kalkma izni verildi. Gunvald Larsson hastanenin tedarik ettiği sabahlığa zar zor sığmıştı. Durumdan hiç de hoşnut değildi. Kaşlarını çatarak aynadaki yansımasına baktı. Sabahlık ona birkaç beden küçüktü, rengi solmuştu ve ne renk olduğu anlaşılmıyordu. Sonra Gunvald Larsson ayaklarına baktı. Bir çift tahta tabanlı ayakkabı vardı ayağında. Bu ayakkabılar ya Golyat için yapılmıştı ya da bir sabo üreticisinin kapısına asılmak maksadıyla üretilmişlerdi.
Bozuk parası komodinin çekmecesindeki küçük bir kutuda duruyordu, böylece Gunvald Larsson birkaç bozukluk alıp en yakındaki hasta telefonuna gitti, polis merkezinin numarasını çevirdi ve hazzetmediği giysinin kolunu dalgın dalgın çekiştirdi.
“Evet,” dedi Rönn. “Eh, sen misin? Nasılsın?”
“İyi. Ben buraya nasıl geldim?”
“Ben getirdim. Kafan bayağı uçmuştu.”
“En son hatırladığım, gazetede Zachrisson’un resmine bakıyordum sanırım.”
“Eh,” dedi Rönn. “O beş gün önceydi. Ellerin nasıl?”
Gunvald Larsson sağ eline bakıp parmaklarını esnetti. Eli oldukça genişti ve uzun, sarı tüylerle kaplıydı.
“İyi görünüyorlar,” dedi. “Sadece birkaç bandaj var.”
“Eh, iyi, sevindim.”
“Sen her cümleye ‘eh’le başlamak zorunda mısın?” dedi Gunvald Larsson sinirle.
Rönn buna cevap vermedi.
“Eh, Einar?”
“Eh, ne olmuş?” dedi Rönn, hafiften kahkaha atarak.
“Neye gülüyorsun?”
“Hiçbir şeye. Ne istiyorsun?”
“Çalışma masamda orta çekmecenin en arkasında siyah deri bir cüzdan var. İçinde yedek anahtarlarım var. Arabayla Bollmora’ya gidip benim beyaz sabahlığımla beyaz terliklerimi getirir misin? Sabahlık gardırobun içinde ve terlikler de holde, kapının hemen arkasında.”
“Eh, yapabilirim sanırım.”
“Yatak odasındaki çekmeceli konsolda bir NK torbası var, içinde pijama olacak. Onu da getiriver, olur mu?”
“Bunları hemen mi istiyorsun?”
“Evet. Buradaki salaklar en erken iki güne kadar beni salmıyorlar ve bana gri-kahve, gri-mavi bir şey verdiler, üstüme on beden küçük ve ayağımda da tabuta benzer sabolar var. Orada durumlar nasıl?”
“Eh, fena değil. Gayet sessiz.”
“Beck ve Kollberg ne yapıyorlar?”
“Burada değiller. Västberga’ya çekildiler.”
“Güzel. Dosya ne durumda?”
“Hangi dosya?”
“Yangın tabii ki.”
“O kapandı.”
“Ne demek istiyorsun?” diye bağırdı Gunvald Larsson. “Ne diyorsun sen be? Dosya kapandı mı?”
“Evet, kazaymış.”
“Kaza mı?”
“Evet, aşağı yukarı öyle bir şey… anlıyorsun ya, soruşturma bu sabah sona erdi ve…”
“Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Sarhoş musun nesin?”
Gunvald Larsson o kadar yüksek sesle konuşuyordu ki koğuş sorumlusu hemşire koridordan yanına geldi.
“Hayır, bana bak, o Malm denen yaratık…”
“Bay Larsson,” diye uyardı hemşire. “Böyle olmaz.”
“Kapa çeneni,” dedi Gunvald Larsson alışkanlık gereği.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/may-shevall/kayip-itfaiye-arabasi-69401638/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.