Polis Katili
Maj Sjöwall
Per Wahlöö
Martin Beck #9
"Küçük bir kasabada bir kadın vahşice katledilip bir çukura atılır. İki şüpheli vardır; en yakın komşusu ve eski kocası. Martin Beck ve ortağı Kollberg bu cinayetin soruşturmasını yürütmek için bölgeye çağrılır. Ancak daha sonra başka bir olay olur: Sessiz bir mahallede üç polis ve iki genç arasında bir silahlı çatışma yaşanır ve tüm polis teşkilatı dikkatini bu olaya verir.
“Rakipsizler… Onları (Per Wahlöö & Maj Sjöwall) diğer polisiye yazarlarıyla kolay kolay kıyaslayamazsınız.”
Gefle Dagblad, İsveç
“Yeni Martin Beck romanı Polis Katili, serinin en iyi kitabı olabilir ve hâliyle bu zamana kadar yazılmış en iyi polisiyelerden biri… Ayakta alkışlanmayı hak ediyor!”
Sun Newspaper, ABD"
Maj Sjöwall, Per Wahlöö
Polis Katili
1
Otobüs durağına vardığında otobüsün kalkmasına daha yarım saat vardı. Bir insan ömrü için otuz dakika çok da uzun bir zaman değil. Ayrıca beklemeye de alışkındı, hep erkenciydi. Akşam yemeğinde ne pişirsem diye düşündü, aynı zamanda her zaman ki gibi acaba nasıl görünüyorum diye geçirdi içinden.
Otobüs geldiğinde artık düşünecek bir şeyi kalmayacaktı. Yaşanacak son yirmi yedi dakikası kalmıştı.
Gayet güzel bir gündü, hava açık ve rüzgârlıydı. Rüzgâr erken gelen sonbaharın serinliğini hissettiriyordu ama saçları havadan etkilenmeyecek kadar spreyliydi.
Nasıl görünüyordu acaba?
Yol kenarında bu şekilde ayakta dururken kırklarında gösteriyordu. Uzun, yapılı bir kadındı. Dümdüz bacakları, geniş kalçaları ve göstermekten kaçındığı yağları vardı. Çok rahat edemese bile genelde modaya uygun giyinirdi, bu rüzgârlı günde 1930’lar stili parlak yeşil bir palto, naylon çorap ve apartman topuklu, kahverengi rugan bot giymişti. Kocaman bir sapı olan, kare, küçük bir el çantası taşıyordu. Omzuna geçirmişti. Bu da kahverengiydi, süet eldivenleri de. Sarı saçları bol spreylenmişti ve makyajına da özen gösterdiği belliydi.
Yanında durana kadar adamı fark etmedi. Adam yana eğilip yolcu tarafının kapısını açtı.
“Bırakayım mı?” dedi adam.
“Olur,” dedi, biraz heyecanlanarak. “Tabii ki. Şey sanmıyordum hiç…”
“Ne sanmıyordun?”
“Yani nereden bileyim birinin beni alacağını. Tabii ki otobüse binecektim.”
“Burada olacağını tahmin etmiştim,” dedi adam. “Yolumun üstünde ayrıca, tesadüf bu ya. Hadi atla, acele et.”
Acele et. Arabaya binip sürücü yanına oturması kaç saniye sürmüştü ki? Acele et. Adam arabayı hızlı sürdü ve çok geçmeden şehirden çıktılar.
Kadın çantasını kucağında tutuyordu ve biraz gergindi, hatta belki telaşlıydı ya da bir şekilde şaşkındı. İyi anlamda mı, kötü anlamda mı, söylemesi güçtü. Kendi de bilmiyordu.
Adama yandan baktı ama adamın tüm dikkati yoldaydı.
Ana yoldan sağa saptı, sonra hemen tekrar döndü. Aynı hareket birkaç defa tekrarlandı, yol gittikçe bozuluyordu. Artık buraya yol denebilir miydi, orası bile tartışılırdı.
“Ne yapacaksın?” dedi kadın korku dolu küçük bir kıkırdamayla.
“Görürsün.”
“Nerede?”
“Burada,” dedi ve arabayı durdurdu.
Önlerinde, yosunlu toprakta kendi tekerlek izlerini görebiliyordu.
“Şurada,” diye başıyla gösterdi adam. “Şu odun yığınının arkasında. Orası iyi bir yer.”
“Dalga mı geçiyorsun?”
“Böyle konularda asla şaka yapmam.”
Kadının sorusuna bozulmuş ya da kırılmış gibi göründü. “Ama paltom,” dedi kadın.
“Burada bırak.”
“Ama…”
“Battaniye var.”
Adam arabadan indi, arabanın önünden geçip kadının kapısını açtı. Kadın paltosunu çıkardı. Düzgünce katlayıp koltuğa çantasının yanına koydu.
“İşte.”
Adam sakin görünüyordu ama yavaşça odun yığınına doğru yürürken kadının elini tutmadı. Kadın onu arkasından takip etti. Odun yığınının arkası sıcak ve güneşli, rüzgârdan korunaklıydı. Havada uçuşan sineklerin vızıltısına temiz bir yeşillik kokusu eşlik ediyordu. Hâlâ yaz havası vardı ve bu yaz, meteorolojinin tahminlerine göre en sıcak yazdı.
Sıradan bir odun yığını değildi bu, kayın kütükleriydi bunlar, kesilip yaklaşık iki metre yüksekliğinde istiflenmişti.
“Bluzunu çıkar.”
“Tamam,” dedi kadın utangaçça.
Düğmelerini çözmesini sabırla bekledi.
Sonra bluzu çıkarmasına dikkatlice yardım etti, kadının bedenine eli değmedi.
Kadın bir elinde bluzla kalakaldı, ne yapacağını bilemedi.
Adam bluzu elinden alıp odunların kenarına yerleştirdi. Bir kulağakaçan kumaşın üstünden zikzak çizerek uçtu.
Adamın karşısında eteğiyle duruyor, göğüsleri ten rengi sütyeni dolduruyordu, gözleri yerdeydi, hatta sırtı odun yığınına paraleldi.
Harekete geçme zamanı gelmişti. Adam o kadar hızlı davrandı ki kadın ne olduğunu anlayamadı bile. Zaten tepkileri de genelde çok hızlı olmazdı.
Adam bel kısmını göbek deliğinden iki eliyle yakalayıp eteğini ve naylon çorabını haşin bir hamleyle yırtarak açtı. Adam güçlüydü, kumaş âdeta eski bir çuval bezi gibi hemen yırtıldı. Etek kadının baldırlarına düştü ve adam külotlu çorabıyla külotunu dizine kadar indirdi, sonra süt-yeninin sol tarafını yukarı çekti ve kadının göğsü ağır ve gevşekçe aşağı düştü.
Ancak o saniyede kadın bakışlarını yerden kaldırıp gözlerinin içine baktı. Tiksinti, nefret ve vahşi bir zevkle dolu gözlerdi bunlar.
Çığlık atma fikri aklının ucundan bile geçmedi. Hem zaten bir manası da olmayacaktı. Burası özenle seçilmişti.
Adam kollarını dümdüz yukarı kaldırdı, güçlü bronz parmaklarını kadının boğazına dolayıp sıktı.
Kadının ensesi odun yığınına dayanmıştı ve kadın içinden şöyle düşündü: Saçlarım.
En son düşüncesi bu oldu.
Adam boğazını gereğinden biraz daha uzun tuttu. Sonra sağ eliyle serbest bıraktı ve sol eliyle kadının gövdesini dik tutup sağ yumruğuyla karın boşluğuna olanca gücüyle vurdu. Kadın yere yuvarlanıp misk otu kalıntılarıyla geçen yıl dökülen yaprakların arasında uzandı. Çıplak sayılırdı.
Boğazından bir hırıltı çıktı. Adam bunun normal olduğunu, kadının çoktan öldüğünü biliyordu.
Ölümün kendisi hiçbir zaman güzel değildir. Ayrıca kadın yaşarken bile hiçbir zaman güzel değildi, gençliğinde bile.
Orada ormanda büyümüş otların içinde uzanırken hali çok kötüydü.
Adam nefes alıp verişi normale dönene, kalp atışları sakinleşene kadar bir iki dakika bekledi.
Tekrar kendine geldiğinde sakin ve mantıklı hareket ediyordu.
Odun yığınının arkasında 1968’deki büyük sonbahar fırtınasından kalma karman çorman dallar toplanmış, onun ilerisine de insan boyutunda, gür ladin ağaçları dikilmişti.
Adam kadını kolunun altından tutup çekmeye başladı ve koltuk altındaki kısacık kılların nemli, yapış yapış olduğunu avuçlarında hissedince tiksindi.
Geniş ağaç gövdeleri ve kopmuş ağaç köklerinden oluşan, neredeyse geçit vermeyen yerde onu sürüklemek bayağı zaman aldı ama zaten adamın acelesi yoktu. Sık ladinlerin içine metrelerce girdikten sonra, çamurlu sarı suyla dolu bataklığımsı bir çukurluk gördü. Kadını bu çukura itti ve hareketsiz bedenini çamurun altına ayağıyla bastırdı. Ama önce ona bir saniye baktı. Kadının güneşli yazdan kalma bronz bir teni vardı ama sol göğsünün derisi solgundu, açık kahverengi beneklerle doluydu. Ölüm kadar soluk da denebilirdi.
Adam yeşil paltoyu almak için geri döndü. Bir an, çantayı ne yapacağını düşündü. Sonra odun yığınındaki bluzu aldı, çantanın etrafına sarıp hepsini o çamurlu gölete taşıdı. Paltonun rengi bayağı gösterişliydi, adam işine uygun bir sopa seçip paltoyu, bluzu ve çantayı çamurun içinde olabildiğince dibe ittirdi.
Geçen on beş dakikayı, dal ve yosun toplayarak geçirdi. Çukurun üstünü o kadar dikkatlice kapattı ki oradan birisi geçse bile çamurluğu fark edemezdi.
Adam birkaç dakika durup işine baktı, sonra da tatmin olana kadar üstünde birkaç düzenleme ve oynama yaptı.
Ardından omuz silkip arabasını park ettiği yere geri döndü. Yerden pamuklu temiz bir bez alıp lastik botlarını temizledi. İşini bitirince bezi yere fırlattı. Bez ıslak, çamurlu ve ulu orta görünecek şekilde kaldı ama önemli değildi. Öylesine bir bezdi zaten. Hiçbir şeyi kanıtlamaz ve hiçbir şeyle alakası kurulamazdı.
Ardından arabayı çevirdiği gibi oradan uzaklaştı.
Arabasını sürerken her şey gayet güzel gitti ve kadın, tam da hak ettiğini buldu diye düşündü.
2
Solna’da, Råsundavägen’deki apartman bloğunun hemen önünde park edilmiş bir araba duruyordu. Logosunun kanatları beyaz, siyah bir Chrysler’di bu; kapısının, kaputun ve bagajının üstünde kalın beyaz harflerle kocaman POLİS yazıyordu. Aracın içindekilerin kimliğini daha da belirginleştirmek isteyen birisi siyah üstüne beyaz plakaya bant takmış, BIG yazısının ilk harfinin alt yarısını kapatmak istemişti.
Arabanın farları sönüktü ve içeride de hiç ışık yoktu fakat sokak lambasından yansıyan ışıltı ön koltuktaki parlak üniforma düğmelerini ve beyaz omuz apoletlerini parlatıyordu.
Yıldızlarla dolu, hoş, çok da soğuk olmayan bu ekim akşamı, saat daha 8.30 olmasına rağmen, bu uzun cadde arada sırada tamamen bomboş kalıyordu. Sokağın iki tarafındaki apartmanların pencerelerinden ışık sızıyordu, bazılarından da televizyon ekranının soğuk mavi ışığı geliyordu. Yoldan geçenler, polis arabasını görüp meraklı meraklı bakıyordu ama araba orada dikkat çekici özel bir olayla ilgili durmadığından insanlar tüm ilgisini hemen kesiyordu. Tek görünen şey içeride tembel tembel oturan sıradan iki polis memuruydu.
Arabanın içindeki adamlar da biraz aksiyona hayır demezdi. Bir saatten uzun süredir orada oturuyorlardı ve tüm ilgileri yolun karşısındaki bir apartmanın dış kapısına, kapının sağ tarafındaki birinci katta ışığı yanan bir pencereye dönüktü. Ama nasıl bekleneceğini biliyorlardı. Bunu çok kez yapmışlardı.
Daha yakından bakan birisi bu iki adamın, sıradan polis memuru olmadıklarını anlardı. Üniformalarında bir tuhaflık yoktu, omuz kemerleri, copları ve kabzasındaki tabancalarıyla kurallara tamamen uygun giyinmişlerdi. Sıkıntı şuydu ki hem sürücü yani şen şakrak bir duruşu ve cin gibi gözleri olan şişman adam hem de yanındaki arkadaşı yani daha zayıfça, biraz kamburu çıkmış, bir omzunu pencereye dayamış olan polis, elli yaşlarında görünüyordu. Kural gereği, devriye arabalarını fiziken daha dinç polislere veriyorlardı. Bu kuralın istisnaları tabii ki oluyordu ama o zaman da yaşı daha büyük polisin yanına yine gençten bir polis veriliyordu.
Tam da bu durumda olduğu gibi, yaş toplamları yüzü geçen bu ikili devriye, bir sefere mahsus bir olay olarak düşünülebilirdi. Fakat bunun bir açıklaması vardı.
Siyah beyaz Chrysler’in içindeki adamlar, sadece devriye polisi kılığına girmişti. Bu zekice kılığın arkasında gizlenenler Cinayet Büro Şefi Başkomiser Martin Beck ve en yakın iş arkadaşı Lennart Kollberg’den başkası değildi.
Bu şekilde kılık değiştirmeyi Kollberg akıl etmişti ve yakalamaya çalıştıkları adam hakkındaki bilgilerine dayanarak bu planı yapmıştı. Adamın adı Lindberg’di, lakabı Ekmekçi’ydi ve bir hırsızdı. Ev soymak özel alanıydı ama arada birkaç silahlı soygun da yapmış, hatta dolandırıcılığa el atmıştı fakat sonuçları talihsiz olmuştu. Hayatının uzunca yıllarını demir parmaklıklar ardında geçirmişti ancak şu anda özgürdü, en son hapis cezasını yeni tamamlayıp dışarı çıkmıştı. Martin Beck ve Kollberg başarılı olursa, bu özgürlük de kısa ömürlü olacaktı.
Üç hafta önce Ekmekçi, Uppsala’nın ortasında bir kuyumcuya girmiş, silah çekip kuyumcuyu, toplamda 200.000 kron ederinde bütün takıları, kol saatlerini ve nakit parayı ona vermeye zorlamıştı. Bu noktaya kadar her şey öyle ya da böyle iyi hoştu ve Ekmekçi bu zulayı cebe indirip sırra kadem basabilirdi, ta ki tam o esnada bir satış görevlisi, dükkânın iç kısmından birdenbire ortaya çıkana ve Ekmekçi panikleyip kadının alnının ortasına kurşun sıkarak onu oracıkta öldürene kadar. Ekmekçi kaçmayı başarmıştı ve iki saat sonra, Stockholm polisi onu kız arkadaşının Midsommarkransen’deki evinde aramaya gittiğinde adamı yatakta bulmuştu. Nişanlısı adamın soğuk algınlığı geçirdiğini ve son yirmi dört saattir evden çıkmadığını belirtmişti. Ayrıca evde yapılan aramada yüzük, mücevher, kol saati ya da nakit bulunamamıştı. Ekmekçi sorguya çekilmek üzere emniyete getirilmiş, kuyumcuyla yüzleştirilmişti, hırsız maske taktığından, adam kimlik tespitinde işe yarar bir şey söyleyememişti. Fakat polisin hiç şüphesi yoktu. Öncelikle Ekmekçi’nin, uzun süre hapiste yattıktan sonra parasız olduğunu varsayabilirlerdi, ayrıca bir ispiyoncu Ekmekçi’nin ‘başka bir şehirde’ bir iş üstünde olduğunu gammazlamıştı; ayrıca bu olaydan iki gün önce, bir tanık Ekmekçi’nin kuyumcunun bulunduğu noktada dolaştığını, muhtemelen keşif turu yaptığını ifade etmişti. Ekmekçi, Uppsala’da bulunduğunu inkâr etti ve sonunda delil eksikliğinden serbest bırakıldı.
Şimdi üç haftadır polisler Ekmekçi’yi sıkı takipte tutuyordu, er ya da geç, bu soygundan indirdiklerini ziyarete gideceğinden emindiler. Fakat Ekmekçi sanki takip edildiğini fark etmişti. İki seferinde onu izleyen sivil polislere el sallamıştı ve tek amacı, bir şeylerle oyalanmak gibi görünüyordu. Hiç parası olmadığı belliydi. En azından hiç para harcamamıştı, kız arkadaşı çalışıyordu ve ona yiyecek ve kalacak yer sunuyordu, haftada bir sosyal güvenlik ofisinden rutin bir yardım da alıyordu.
Sonunda Martin Beck olaya kendi el atmak istemişti ve Kollberg sıradan devriye memurları gibi giyinme fikrini atmıştı ortaya. Ekmekçi ne de olsa, en sivil giysili polisi bile uzun mesafeden tespit edebildiğine fakat üniformalı ekiplere karşı hep küçümseyen, umursamayan bir tavır takındığına göre, bu durumda üniforma en iyi gizli kılık olabilirdi. Kollberg bu mantıktan hareket ediyordu ve Martin Beck, birkaç çekinceyle beraber, bu fikri kabul etmişti.
İkisi de bu yeni taktiğin hemen sonuç doğurmasını umuyordu ve Ekmekçi, artık izlenmediğini fark edip bir taksiye atladığı gibi kendini Råsundavägen’deki bu adrese getirtince şaşkınlıkla karışık bir sevinç yaşamışlardı. Taksi tutmuş olması bile, resmen belli bir amaçla hareket ettiğini gösteriyordu ve ikisi de adamın bir halt karıştırdığından emindi. Onu çalıntı mallarla basıp, üstüne cinayet silahını da üzerinde bulabilirlerse, onu doğrudan bu suçla ilişkilendirebilirlerdi. İşte o zaman dosya hemen kapanırdı.
Ekmekçi bir buçuk saattir bu binanın içindeydi. Bir saat önce, kapının sağ tarafındaki pencerenin orada onu şöyle bir görmüşlerdi ama o saatten beri hiçbir şey olmamıştı.
Kollberg acıkmaya başlıyordu. Genellikle hep aç olur ve kilo vermekten bahsederdi. Ara sıra yeni bir diyet denerdi fakat sıklıkla, çabucak vazgeçerdi. En az on beş kilo fazlası vardı ama düzenli egzersiz yapardı ve fiziksel kondisyonu gayet yerindeydi. İhtiyaç anında, elliye merdiven dayamış yaşına ve cüssesine göre, şaşırtıcı derecede çevik ve atletik olabilirdi.
“Boğazımdan bir lokma geçmeyeli bayağı zaman oldu,” dedi Kollberg.
Martin Beck bir şey söylemedi. Aç değildi de, canı birden bir sigara çekmişti. İki yıl önce, göğsüne aldığı ciddi bir silah yarasından sonra sigarayı bırakmıştı.
“Benim boyutlarımda bir adam günde bir haşlanmış yumurtadan çok daha fazlasına ihtiyaç duyar,” diye devam etti Kollberg.
Eğer bu kadar çok yemeseydin, bu boyutlarda olmayacaktın ve bu kadar çok yeme ihtiyacın olmayacaktı, diye düşündü Martin Beck ama hiçbir şey demedi. Kollberg en yakın arkadaşıydı ve bu, hassas bir konuydu. Onun duygularını incitmek istemiyordu, ayrıca Kollberg özellikle açken hepten aksi olabiliyordu, Martin Beck bunu çok iyi bilirdi. Aynı zamanda Kollberg’in karısının, onu haşlanmış yumurtadan oluşan sıkı bir perhize sokmak istediğini de biliyordu. Diyet pek başarıya ulaşmamıştı, ne de olsa kahvaltı, Kollberg’in evde yediği tek öğündü. Diğer öğünlerde dışarıda ya da emniyette yiyordu ve o öğünler pek de haşlanmış yumurtadan oluşmuyordu, Martin Beck buna bizzat şahitti.
Kollberg yarım blok ötedeki, ışıl ışıl bir pastaneyi başıyla gösterdi.
“Herhalde senin…”
Martin Beck kaldırıma bakan kapısını açıp bir ayağını dışarı çıkardı.
“Tamam. Ne istersin? Dan işi çörek mi?”
“Evet, ve bir de mazarin,” dedi Kollberg.
Martin Beck bir torba tatlıyla geri döndü ve sessizce oturup Ekmekçi’nin içinde bulunduğu binayı seyrederlerken Kollberg üniformasına kırık döke döke çörekleri yedi. Çörekleri bitirince koltuğu bir tık geri itip omzundaki kemeri gevşetti.
“O kemerin içinde ne var?” diye sordu Martin Beck.
Kollberg kılıfın düğmesini açıp silahı Martin Beck’e verdi. İtalyan yapımı bir oyuncak silahtı, iyi yapılmıştı, büyüktü ve en az Martin Beck’in kendi Walther’ı kadar ağırdı ama boş kovan dışında bir şey ateşleyemezdi.
“Güzelmiş,” dedi Martin Beck. “Keşke çocukken benim de böyle bir tabancam olsaydı.”
Lennart Kollberg’in, ateşli silah taşımaya karşı olduğu teşkilatta herkes tarafından bilinirdi. Kimi bu reddedişin ardında bazı pasifist ilkeler olduğuna ve diğer polislere iyi örnek olmaya çalıştığına inanırdı çünkü kendisi normal koşullar altında polis teşkilatından tüm silahların kaldırılması görüşünün en ateşli savunucusuydu.
Tüm bunlar doğruydu ama gerçeğin sadece yarısıydı. Martin Beck, Kollberg’in bu duruşunun arkasında yatan ana sebebi bilen çok az kişiden biriydi.
Lennart Kollberg bir keresinde bir adamı vurup ölümüne sebep olmuştu. Yirmi yıldan uzun zaman önceydi ve Kollberg bu olayı hiç unutamamıştı, en kritik ve tehlikeli görevde bile ateşli silah taşımayalı yıllar geçmişti.
Bu bahsedilen olay Ağustos 1952’de yaşanmıştı, Koll-berg o günlerde Stockholm’ün Söder mıntıkasına bağlıydı. Bir gece geç vakitte, Långholm Hapishanesi’nden bir alarm gelmişti, üç silahlı adam bir mahkûmu kurtarmaya girişmiş ve gardiyanları silahla yaralamıştı. İçinde Kollberg’in de bulunduğu acil müdahale ekibi hapishaneye vardığında adamlar kaçmaya çalışırken arabalarını Väster Köprüsü’nün korkuluğuna çarpmıştı ve birisi yakalanmıştı. Diğer ikisi, köprünün diğer tarafında kalan Långholm Parkı’nın içine koşarak firar etmeyi başarmıştı. İkisi de silahlı zannediliyordu ve Kollberg iyi bir nişancı sayıldığından adamların etrafını sarmakla görevlendirilen ekiple birlikte gitmişti.
Elinde tabancasıyla suya doğru yavaşça inmiş ve köprünün ışıklarından uzaklaşa uzaklaşa deniz kıyısını takip etmiş, karanlığa kulak kabartmış ve gözlerini dört açmıştı. Bir süre sonra, koya doğru çıkıntı yapan, pürüzsüz bir granit parçasının üstünde durmuş ve bir elini suya sokmuştu, su sıcak ve yumuşaktı. Tekrar doğrulduğunda bir atış sesi çınladı, kurşun, paltosunun yakasına teğet geçip metrelerce arkasından suya düşmüştü. Bu atışı yapan adam karanlığın içinde, yukarıdaki eğimde biten çalıların arasında bir yerdeydi. Kollberg anında yüzüstü yere kapaklandı ve kıyı boyunca biten koruyucu çalıların arasında süründü. Sonra atışın geldiğini düşündüğü noktanın orada yükselen bir kaya parçasına doğru emekledi. Sahiden de o büyük kayaya ulaştığında aydınlık suyun önünde adamın silüetini seçebilmişti. Kollberg’den on beş yirmi metre ötedeydi. Tabancasını hazırlamış, başını hafif yana yatırarak Kollberg’e doğru dönük duruyordu. Hemen yanında Riddar Koyu’na inen dik bir yamaç vardı.
Kollberg dikkatlice adamın sağ elini hedef aldı. Tam parmağı tetiği çekerken birisi birdenbire hedefinin arkasında belirip kendini Kollberg’in attığı kurşunun önüne attı, attığı gibi de yamaçtan aşağıya yuvarlanıp gözden kayboldu.
Kollberg ne olduğunu hemen anlayamadı. Adam kaçmaya başlayınca Kollberg tekrar ateş etti, bu kez adamı dizinden vurdu. Sonra yürüyüp tepenin aşağısına baktı.
Aşağıda, suyun dibinde, öldürdüğü adam yatıyordu. Kendi ekibinden genç birisiydi. Birlikte sık sık göreve çıkar ve çok iyi anlaşırlardı.
Olay örtbas edildi ve bununla bağlantılı olarak Koll-berg’in adı bile anılmadı. Resmî kayıtlara göre, genç polis kaza kurşununa kurban gitmişti, tehlikeli bir suçluyu kovalarken nereden geldiği bilinmeyen serseri bir kurşun ona isabet etmişti. Kollberg’in şefi ona kısa bir nutuk çekmiş, üstünde kara kara düşünmemesini, kendini suçlamamasını anlatmış, hatta XII. Charles’ın bir keresinde baş süvarisini ve en yakın arkadaşını dikkatsizlik sonucu öldürdüğünü örnek vererek en usta adamın başına bile böyle kazalar gelebileceğini anlatmıştı. Konunun orada kapanması gerekiyordu. Fakat Kollberg bu şoku hiçbir zaman atlatamamıştı ve yıllardır, silah taşıması gerektiği her durumda sahte tabancasını yanına almayı yeğliyordu.
Devriye arabasının içinde oturmuş, Ekmekçi’nin kendini göstermesini beklerken ne Kollberg ne de Martin Beck düşünüyordu bunları.
Kollberg esneyip kıpırdandı. Direksiyonun arkasında oturmak çok rahatsızdı ve üniforma üstüne dar geliyordu. En son ne zaman üniforma giydiğini hatırlamıyordu ama kesinlikle bayağı olmuştu. Üstündekini de ödünç almıştı, küçük olmasına rağmen evdeki gardıropta asılı duran, kendi eski üniforması kadar sıkmıyordu.
Martin Beck’e şöyle bir baktı, o da iyice koltuğa gömülmüştü ve ön camdan dışarıya bakıyordu.
İkisi de sessizdi. Birbirlerini uzun zamandır tanıyorlardı; bu meslekte eskiydiler ve sırf konuşmuş olmak için konuşmaya gerek duymazlardı. Bu şekilde karanlık bir sokakta, bir arabada oturup bekleyerek, sayısız gece geçirmişlerdi birlikte.
Martin Beck Cinayet Büro Şefi olduğundan beri takip ve devriye gibi görevlere gerek duymuyordu pek, altındakiler bunları hallediyordu. Fakat bu tür görevler ölümüne sıkıcı olsa da, o yine de sık sık yapardı. Sırf şefliğe yükseldiği için mesleğinin bu kısmıyla alakasını kesmek ve vaktini büyüyen bir bürokrasinin baş belası talepleriyle uğraşarak geçirmek istemiyordu. Biri diğerini engellemese de, Martin Beck bir devriye arabasında Kollberg’le pinekleyip esnemeyi, Emniyet Genel Müdürü ile yaptıkları bir toplantıda oturup, esnememek için kendini zorlamaya yeğlerdi.
Martin Beck bürokrasiyi de, toplantıları da, müdürü de sevmiyordu. Fakat Kollberg’i çok seviyordu ve bu mesleği onsuz yaptığını hayal edemiyordu. Uzun zamandır Koll-berg polis teşkilatından ayrılmak istediğini dile getiriyordu fakat son günlerde bunu iyice kafasına koymuş gibiydi. Martin Beck onu ne cesaretlendirmek, ne de onun cesaretini kırmak istiyordu. Kollberg’in polis teşkilatıyla arasında kurduğu dayanışma hislerinin kopacak noktaya geldiğinin ve vicdanının onu daha çok rahatsız ettiğinin farkındaydı. Aynı zamanda Kollberg’in tatmin edici ve buna denk bir başka iş bulmasının çok zor olacağını da biliyordu. İşsizliğin bu denli fazla olduğu bir dönemde, özellikle gençlerin, hatta üniversite mezunlarının işsiz kaldığı bugünlerde, elli yaşındaki eski bir polis memurunun kendine yeni bir iş bulma ihtimali sıfıra yakındı. Elbette tamamen bencil sebeplerden Kollberg’in çalışmaya devam etmesini istiyordu ancak Martin Beck çok bencil bir insan sayılmazdı, bu yüzden Kollberg’i etkilemeye çalışmak aklının ucundan geçmemişti.
Kollberg tekrar esnedi.
“Havasız kaldık,” diyerek penceresini indirdi. “Memurların ayaklarını insanları tekmelemek değil de yürümek için kullandığı o günlerde devriye memuru olduğumuz için şanslıydık. Burada böyle otururken insan daralıyor.”
Martin Beck evet anlamında başını salladı. O da kapalı alanda kalmayı sevmiyordu.
Martin Beck de, Kollberg de polislik kariyerlerine 40’lı yılların ortalarında Stockholm’de başlamıştı. Martin Beck, Normalm kaldırımlarını eskitmişti, Kollberg ise şehir merkezinin dar sokak ve geçitlerini tepmişti. O zamanlar daha tanışmıyorlardı ama anıları aşağı yukarı aynıydı.
Saat 9.30 oldu. Pastane kapandı, sokak boyunca aydınlık olan pencerelerin çoğu karardı. Ekmekçi’nin ziyaret ettiği dairedeyse ışıklar hâlâ yanıyordu.
Birdenbire sokağın karşısında kapı açıldı ve Ekmekçi kaldırıma adım attı. Elleri ceplerindeydi, ağzında bir sigara vardı.
Kollberg direksiyona ellerini koydu, Martin Beck dikeldi.
Ekmekçi kapının eşiğinde sessizce durup sigarasını içti.
“Yanında çanta filan yok,” dedi Kollberg.
“Ceplerine koymuş olabilir,” dedi Martin Beck. “Ya da sattı. Kime gelmiş bakmak zorundayız.”
Dakikalar geçti. Hiçbir şey olmadı. Ekmekçi yıldızlı gökyüzüne bakarak akşam havasının tadını çıkardı.
“Taksi bekliyor,” dedi Martin Beck.
“Bayağı uzun sürdü anlaşılan,” dedi Kollberg.
Ekmekçi sigarasından son bir fırt çekip izmariti sokağa fırlattı. Sonra paltosunun yakasını kaldırıp ellerini tekrar cebine soktu ve sokaktan karşıya, polis arabasına doğru yürümeye başladı.
“Buraya geliyor,” dedi Martin Beck. “Kahretsin. Şimdi ne yapacağız? Onu içeri mi alacağız?”
“Evet,” dedi Kollberg.
Ekmekçi yavaşça arabaya doğru yürüdü, eğildi, Kollberg’e yan camdan bakıp kahkaha atmaya başladı. Sonra bagajın arkasından dolaştı, kaldırıma çıktı. Martin Beck’in oturduğu tarafın kapısını açtı, aşağı eğildi ve bir daha içten bir kahkaha attı.
Martin Beck ve Kollberg sessizce oturup adamın kahkahasını izlediler, esasında başka ne yapacaklarını bilmiyorlardı.
Ekmekçi nihayet gülme krizini sonlandırdı.
“Evet, yani,” dedi, “sonunda rütbenizi mi aldılar elinizden? Yoksa bir çeşit kostümlü parti mi bu?”
Martin Beck iç geçirip arabadan indi. Arka kapıyı açtı.
“Bin bakalım, Lindberg,” dedi. “Seni Västberga’ya bırakırız.”
“Gayet iyi olur,” dedi Ekmekçi uysalca. “Eve daha yakın.”
Södra polis merkezine giderken Ekmekçi onlara Råsunda’da erkek kardeşini ziyarete geldiğini anlattı, ki yakınlardaki başka bir devriye aracı tarafından bu bilgi hemen teyit etildi. Dairede silah, para ya da çalıntı mal bulunamamıştı. Ekmekçi’nin üstünden 27 kron çıktı.
On ikiye çeyrek kala onu serbest bırakmak zorunda kaldılar, Martin Beck ve Kollberg de eve gitmeyi düşünebildi.
“Sizin bu kadar komik olabileceğiniz aklımın ucundan geçmezdi,” dedi Ekmekçi yanlarından ayrılmadan önce. “Özellikle şu kostümlü kısım, bayağı komikti. Ama en sevdiğim bölüm, arabanızın arkasında PIG yazdığını görmek oldu. Ben bile daha iyisini düşünemezdim.”
Onlar çok eğlenmiyordu ancak adamın gırtlaktan çıkan kahkahası merdivenlerde yankılanıyordu. Neredeyse Gülen Polis’e benzemişti.
Günün sonunda, pek bir şey fark etmedi aslında. Onu er ya da geç yakalayacaklardı. Ekmekçi, her zaman yakalanan tiplerden biriydi. Bizim polislerinse, yakında düşünecek başka meseleleri olacaktı.
3
Havaalanı tam bir rezaletti ve adının çıktığı kadar vardı. Stockholm’deki Arlanda Havaalanı’ndan uçuş sadece elli dakika sürmüştü fakat uçak şu anda, bir buçuk saattir ülkenin güney bölgesinin üzerinde daireler çiziyordu.
Bunun kısa ve öz bir açıklaması vardı: Sis.
Bu da beklenilen bir şeydi çünkü havaalanı, orada ikamet edenler boşaltıldıktan sonra, İsveç’in en sisli noktalarından birine inşa edilmişti. Bu da yetmezmiş gibi, meşhur bir göçmen kuş rotasındaydı ve şehre oldukça uzak bir mesafedeydi.
Üstelik kanunlar tarafından korunması gereken doğal güzellikler de tahrip edilmişti. Kapsamlı, tamiri imkânsız bir hasardı, ağır çevre suçuydu bu. Kendini İnsani Toplum denilen şeyle açığa vuran, insanlık düşmanı sinizm için tipik bir durum. Bu insani toplum ifadesi, öyle tuhaf bir ifadeydi ki sıradan vatandaşın idrak etmesi mümkün olamıyordu.
Pilot nihayet yoruldu, sis olsun olmasın, uçağı indirdi ve bir avuç beti benzi atmış, terli yolcu terminal binasına girdi.
Terminalde dikkat çeken gri ve safran sarısı renkler buradaki yozlaşma ve beceriksizliği tam yansıtıyordu.
Martin Beck’in önünde daha saatler vardı. Uçmaktan her zaman nefret ederdi ve bu yeni uçaklar da durumu iyileştirmiyordu. Bindiği jet DC-9’du. Hızlı bir şekilde, ortalama bir insanın kavrayamayacağı bir yüksekliğe ulaştı. Soyut bir hızda kırsal üstünden geçip tekdüze bir duruşa ulaştı. Kâğıt bardaklardaki sıvıların kahve olduğu söylendi ve anında mideleri bulandırdı. Kabinin içindeki hava yapış yapış ve zehirleyiciydi, Martin Beck’in birlikte yolculuk ettiği insanlar acelesi olan teknoloji uzmanları ya da iş adamlarıydı, durmadan saatlerine bakıyor, evrak çantalarındaki kâğıtları karıştırıyorlardı.
İç hatlar geliş salonuna rahatsız bile denemezdi: Korkunçtu, bir tasarım felaketiydi, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdeki tozlu bir otobüs durağı bile buraya nazaran daha canlı, daha insancıldı. Bir sosisli sandviç standından, yenilemez, besin değerinden yoksun, yemek demeye bin şahit isteyen şeyler servis ediliyordu, ayrıca kondomları ve dergileri sergilemiş bir gazete bayisi, bavullar için birkaç boş konveyör, kemerler ve İspanyol Engizisyonu’nun altın çağında tasarlansa yeridir denecek biçimde koltuklar yer alıyordu. Bunların üstüne, hiçbiri kendi iradesiyle orada olmayan, esneyen bir düzine polis, sıkıntıdan patlayan gümrük memuru ve sürücüsü direksiyonun üstünde bir porno dergisi açık kalmış halde uyuklayan bir taksi ekleyin, işte manzara tamamdı.
Martin Beck akıl almayacak derecede uzun bir süre küçücük valizini bekledikten sonra, valizi kemerin üstünden aldı ve sonbahar sisine adımını attı.
Bir yolcu taksiye bindi ve taksi uzaklaştı.
Geliş terminalinde hiç kimse bir şey demedi ya da onu tanıdıklarını belli edecek bir şeye yeltenmedi. Duygusuz görünüyorlardı, sanki konuşma yetisini ya da bu yetiyi kullanma isteklerini kaybetmiş gibiydiler.
Cinayet Büro şefi gelmişti ama kimse bu olayın ehemmiyetinin bilincinde değil gibiydi. En açgözlü çaylak gazeteciler bile, hayatlarını kart oyunları, aşırı haşlanmış sosisler ve petrokimyasallarla dolu meşrubatlarla zenginleştirmek için buraya gelme zahmetine katlanmamıştı. Neyse, sözde ünlüler asla burada görünmezdi.
Terminalin önünde iki turuncu otobüs duruyordu. Plastik tabelalarda gittikleri istikamet yazıyordu: Lund ve Malmö. Sürücüler sessizce sigaralarını içiyordu.
Gece ılık, hava nemliydi. Lambaların etrafını puslu haleler sarıyordu.
Otobüslerden biri boştu, diğeri de tek bir yolcuyla hareket etti. Diğer yolcular uzun süreli park alanına doğru aceleyle yürüdü.
Martin Beck’in avuçları hâlâ terliydi. Tuvalete girdi. Klozetin sifonu bozuktu. Pisuvarda yarısı yenmiş bir sosisli sandviç ve boş bir votka şişesi duruyordu. Lavabodaki yağlı kir tabakasının arasına saç telleri sıkışmıştı. Kâğıt havluluk bomboştu.
İşte Malmö’deki Sturup Havalimanı böyle bir yerdi. O kadar yeniydi ki daha tamamlanmamıştı.
Martin Beck burayı tamamlamanın bir anlamı olacağını düşünmüyordu. Bir bakıma daha şimdiden tam da mükemmel bir fiyaskonun canlı timsaliydi.
Martin Beck kumaş mendiliyle ellerini kuruladı. Tekrar dışarı çıkıp bir an karanlıkta dikildi, kendini yalnız hissetti. Elbette iç hatlar geliş salonunda polis bandosunu ya da yerel emniyet amirinin onu at üstünde karşılamaya gelmesini beklemiyordu.
Yine de bir hiçten fazlasını bekliyordu.
Cebinde bozuk para aradı ve ahizeyle arasındaki kablo kesilmemiş ya da bozuk para atma bölmesine ciklet tıkılmamış bir ankesörlü telefon aramayı düşündü.
Sisin arasından ışıklar belirdi. Siyah beyaz bir devriye aracı yavaşça rampayı çıkıp safran sarısı devasa kutunun giriş kapısına doğru yaklaştı.
Araba yavaş hareket ediyordu ve yalnız başına duran yolcuyla aynı hizaya gelince durdu. Yan cam açıldı ve kısacık favorili, kızıl saçlı bir adam ona soğuk soğuk baktı.
Martin Beck hiçbir şey demedi.
Bir iki dakika sonra adam elini kaldırıp parmağıyla onu işaret etti. Martin Beck arabaya doğru yürüdü.
“Burada ne diye takılıyorsun böyle?”
“Araç bekliyorum.”
“Araç mı bekliyorsun! Yok canım!”
“Belki sen bana yardım edebilirsin.”
Devriye memurunun nutku tutulmuştu.
“Yardım etmek mi? Ne demek istiyorsun?”
“Uçağım rötar yaptı. Belki senin telsizini kullanabilirim.”
“Sen kim olduğunu sanıyorsun?”
Gözlerini Martin Beck’in üstünden ayırmadan omzundan arkaya doğru yorum yapmaya başladı.
“Duydun mu? Bizim telsizi kullanabilirmiş, öyle düşünmüş. Bizi herhalde pezevenklik servisi falan sandı. Duydun mu sen de?”
“Duydum,” dedi diğer polis bitkin bir şekilde.
“Kimliğini gösterebilir misin?” dedi birinci polis memuru.
Martin Beck elini arka cebine soktu ama vazgeçti. Kolunu indirdi.
“Evet,” dedi. “Ama göstermesem daha iyi.”
Topuğunun üstünde arkaya dönüp bavuluna doğru yürüdü.
“Duydun mu?” dedi polis gene. “Göstermese daha iyiymiş. Kendini kabadayı sanıyor. Ne dersin?”
Öyle bir dalga geçiyordu ki sözleri yere tuğla gibi düşüyordu.
“Ah, boş ver gitsin,” dedi arabayı süren adam. “Bu akşam başka dertle uğraşmayalım, tamam mı?”
Kızıl saçlı polis Martin Beck’e uzun süre baktı. Sonra bir mırıltı oldu ve araba yavaşça uzaklaşmaya başladı. Yirmi metre ötede araba gene durdu ve içindeki polisler onu dikiz aynasından izledi.
Martin Beck başka tarafa bakıp derin bir iç geçirdi.
Şu anda orada öylece dikilirken herkese benzetilebilirdi.
Son bir yıldır, bazı polis tavırlarından kurtulmayı başarmıştı. Artık durmadan ellerini arkada birleştirmiyordu mesela, kısa bir süre aynı noktada dikilebiliyor, ille de topuklarının üstünde sallanmıyordu.
Azıcık kilo almış olmasına rağmen, elli bir yaşında, hâlâ uzun boylu, zinde, yapılı bir adamdı, çok hafif kambur duruyordu. Ayrıca eskisinden daha rahat giyiniyordu, artık giysi seçiminde özellikle genç işi parçalar yani sandalet, Levi’s kot, boğazlı kazak ve mavi bir Dacron ceket seçiyordu. Öte yandan, polis teşkilatındaki bir başkomisere göre yine de aykırıydı.
Devriye arabasındaki iki polis memuru için bunları yutmak zordu. İkisi hâlâ bu duruma kafa patlatadursun, domates rengi bir Opel Ascona terminal binasının önüne yanaşıp aniden fren yaptı. İçinden bir adam inip arabanın etrafından yürüdü.
“Nöjd?” dedi.
“Beck.”
“Genelde herkes buna sırıtır.”
“Sırıtır mı?”
“Yani genelde Nöjd dediğimde buna herkes güler.”
“Anladım.”
Martin Beck öyle her şeye kahkahalar patlatan biri değildi.
“Bir polis için komik bir isim olduğunu kabul etmek lazım. Herrgott Nöjd. Dolayısıyla kendimi genelde böyle tanıtırım, soru soruyormuş gibi. Nöjd? İnsanlar bir acayip olur.”
Bavulu arabanın bagajına tıktı.
“Geç kaldım,” dedi. “Uçağın nereye ineceğini kimse bilmiyordu. Her zamanki gibi Kopenhag olur diye şansımı orada deneyeyim dedim. Bu yüzden buraya indiğini öğrendiğimde çoktan Limhamn’daydım. Kusura bakma.”
Martin Beck’e soru sorar gibi baktı, sanki bu yüce misafirinin bu duruma bozulup bozulmadığını anlamaya çalışıyordu.
Martin Beck omuz silkti.
“Önemli değil,” dedi. “Acelem yok.”
Nöjd devriye aracına doğru baktı, motor rölantide, aynı noktada duruyordu.
“Burası benim bölgem değil,” dedi sırıtarak. “Onlar Malmö’den. Tutuklanmadan evvel gitsek iyi olur.”
Adam resmen her an her şeye gülmeye hazırdı, dahası gülüşü içten ve bulaşıcıydı.
Yine de Martin Beck tebessüm etmedi. Hem gülecek pek bir şey olmadığından, hem de karşısındaki adam hakkında bir fikir edinmeye çalıştığından. Bir nevi ilk izlenimini edinmeye çalışıyordu.
Nöjd kısa boylu, çarpık bacaklı bir adamdı, yani polis olmak için kısaydı. Yeşil lastik botları, griye çalan kahverengi takım elbisesi ve başının arkasındaki, güneşten rengi solmuş safari şapkasıyla bir çiftçiye ya da kendi arsası olan bir adama benziyordu. Yüzü kavruktu, güneş yanığıydı ve hayat dolu kahverengi gözlerinin etrafında kahkahadan oluşan çizgiler vardı. Yine de kırsal bölge polisini iyi temsil ediyordu. Yeni konformist stile uyum sağlayamamış, dolayısıyla nesli tükenen ama daha tamamen yeryüzünden silinmemiş bir türe aitti.
Martin Beck’ten muhtemelen yaşça büyüktü ama daha sakin ve daha sağlıklı bir ortamda çalışmanın avantajını taşıyordu. Elbette böyle bir ortamda çalışmak her zaman sakin ve sağlıklı oldukları anlamına gelmiyordu.
“Yaklaşık yirmi beş yıldır buradayım. Ama benim için bir ilk. Böyle bir dosya için Stockholm’den Emniyet Genel Müdürlüğü Cinayet Büro şefi geliyor.”
Nöjd başını iki yana salladı.
“Eminim her şey güzel geçecek,” dedi Martin Beck.
“Yoksa…”
Cümleyi sessizce kendi kendine tamamladı: Yoksa hiç öyle geçmeyecek.
“Aynen,” dedi Nöjd. “Siz Cinayet polisleri, bu tür dosyaları iyi bilirsiniz.”
Martin Beck kibarlık olsun diye mi siz diye hitap ettiğini, yoksa sahiden ikisini mi kastettiğini merak etti. Lennart Kollberg arabayla Stockholm’den yola çıkmıştı ve ertesi gün orada olması bekleniyordu. Uzun yıllardır Martin Beck’in sağ koluydu.
“Haber yakında basına sızar,” dedi Nöjd. “Bugün kasabada iki kişi gördüm, muhabirler galiba.”
Yine başını iki yana salladı.
“Biz böyle bir duruma alışkın değiliz. Yani bu kadar ilgi odağı olmaya.”
“Birisi ortadan kaybolmuş,” dedi Martin Beck. “Bunda sıra dışı bir şey yok.”
“Hayır, ama meselenin can alıcı noktası o değil ki. Hem de hiç değil. Olayı anlatmamı ister misin?”
“Şu anda değil, teşekkürler. Yanlış anlamazsan.”
“Ben hiçbir şeyi yanlış anlamam. Tarzım değil.”
Yine kahkahayı patlattı fakat kendine hâkim olup ciddileşerek, “Ama ben zaten bu soruşturmada görevli değilim,” diye ekledi.
“Belki kendiliğinden ortaya çıkar. Genelde öyle olur.”
Nöjd üçüncü kez olumsuz anlamda başını salladı.
“Sanmıyorum,” dedi. “Fikrimin bir önemi varsa yani. Neyse, dava dosyası açılıp kapandı. Herkes öyle diyor. Muhtemelen haklılar. Tüm bu saçmalık… yani, kusura bakma ama Cinayet’i çağırmak falan, sırf olağan dışı koşullar görüldü diye.”
“Kim diyor?”
“Şef. Amirimiz.”
“Trelleborg’daki Emniyet Amiri mi?”
“Aynen. Ama haklısın, şimdilik boş verelim. Yeni havaalanı yolundayız. Malmö’den Ystad’a otoyoldan çıkıyoruz. Orası da yepyeni. Sağ taraftaki ışıkları görüyor musun?”
“Evet.”
“Orası Svedala. Hâlâ Malmö Bölgesi’nin bir parçası. Sırf büyüklük olarak da esaslı bir bölge.”
Sisli alandan dışarı çıkmışlardı, belli ki sadece havaalanı çevresi pusluydu. Gökyüzü yıldızlarla doluydu. Martin Beck yan camı indirdi, dışarının kokusunu içine çekti. Petrol ve dizel ama aynı zamanda verimli bir humus ve gübre karışımı. Ağır ve doygun bir kokuydu. Besleyiciydi. Nöjd otoyolda sadece birkaç yüz metre gitti. Sonra sağa sapınca kırsal hava iyice yoğunlaştı.
Özellikle bir koku belirgindi.
“Anız ve pancar küspesi,” dedi Nöjd. “Aklıma gençliğimi getiriyor.”
Otoyolda etraflarından düzenli bir trafik akışıyla yolcu arabaları ve kocaman konteynerli tırlar geçiyordu ama burada yapayalnız gibiydiler. Gece karanlık ve kadifemsiydi, önleri dümdüz bir ovaydı.
Nöjd’ün bu yolda daha önce yüzlerce kez araba kullandığı belliydi ve resmen her bir virajı avucunun içi gibi biliyordu. Hızını koruyordu ve yola bakmıyordu bile.
Bir sigara yakıp paketten ikram etti.
“Hayır, teşekkürler,” dedi Martin Beck.
Son iki yıldır içtiği sigara sayısı beşi geçmezdi.
“Doğru hatırlıyorsam, motelde kalmak istemişsin,” dedi Nöjd.
“Evet, bu iyi olur.”
“Neyse, sana bir oda ayırttım.”
“Güzel.”
Önlerinde küçük bir kasabanın ışıkları belirdi.
“Geldik zaten,” dedi Nöjd. “Burası Anderslöv.”
Sokaklar boştu ama iyi aydınlatılmıştı.
“Burada gece hayatı yoktur,” dedi Nöjd. “Sessiz ve huzurlu. Hoş. Bütün ömrüm boyunca burada yaşadım ve en ufak bir şikâyetim olmadı. Şimdiye değin.”
Tıpkı ölü bir kasaba gibi, diye düşündü Martin Beck. Ama belki de sadece öyle görünüyordu.
Nöjd yavaşladı ve alçak, sarı tuğlalı bir binayı gösterdi.
“Polis merkezi,” dedi. “Tabii ki şu anda kapalı. İstersen açabilirim ama.”
“Benim için açma.”
“Motel hemen şu köşede. Az önce yanından geçtiğimiz bahçe motele ait. Ama restoran bu saatte açık değil. İstersen benim evime gideriz, sandviç yer, bira içeriz.”
Martin Beck aç değildi. Uçak yolculuğu iştahını kapatmıştı. Kibarca bu teklifi geri çevirdi. Sonra şöyle dedi:
“Deniz kıyısına uzak mıyız?”
Yanındaki adam bu soruya hiç şaşırmadı. Belki de Nöjd kolay kolay şaşırtılan bir adam değildi.
“Hayır,” dedi. “Pek uzak denemez.”
“Arabayla gitmek ne kadar sürer?”
“On beş dakika. En fazla.”
“Sakıncası yoksa gidebilir miyiz?”
“Hiç yok.”
Nöjd arabayı ana caddeye benzeyen bir yola doğru çevirdi. “Burası kasabanın en canlı yeri,” dedi. “Ana Cadde. Önceden Malmö’den Ystad’da giden ana yol burasıydı. Sağa saptığımızda Ana Cadde’nin güneyinde olacağız. İşte o zaman gerçekten Skåne’desin demektir.”
Yan yol dolambaçlıydı ama Nöjd aynı güvenle arabayı sürdü. Çiftlik ve beyaz kiliselerin yanından geçtiler.
On dakika sonra deniz kokusu alınıyordu. Birkaç dakika sonra deniz kıyısındaydılar.
“Durmamı ister misin?”
“Evet, lütfen.”
“Girip yürümek istersen bagajda yedek lastik çizmem var,” dedi Nöjd ve kıkırdadı.
“Teşekkürler, çok isterim.”
Martin Beck lastik çizmeleri ayağına geçirdi. Biraz sıktı ama fazla uzun dolanmayı planlamıyordu.
“Şu anda tam olarak neredeyiz?”
“Böste’de. Sağ tarafta gördüğün şu ışıklar Trelleborg’a ait. Soldaki deniz feneriyse Smygehuk. Ondan daha ileriye geçemiyorsun.”
Smygehuk, İsveç’in en güney noktasıydı.
Işıklardan ve gökyüzüne vuran yansımasından anlaşıldığı kadarıyla Trelleborg, büyük bir şehir olmalıydı. Işıl ışıl bir yolcu feribotu limana doğru ilerliyordu, muhtemelen Doğu Almanya’daki Sassnitz’den gelen tren feribotuydu bu.
Baltık Denizi, kıyıya huzursuzca vuruyordu. Sular yumuşak bir tıslamayla incecik kumların altına doğru geçiyordu.
Martin Beck hafifçe salınan yosun tabakasına basıp suya doğru iki adım attı. Çizmenin arkasından sular hoş bir serinlikte hissediliyordu.
Martin Beck öne eğildi, avuçlarını birleştirip suyla doldurdu. Yüzüne vurdu, soğuk suyu burnuna çekti. Taze ve tuzluydu.
Hava nemliydi. Yosun, balık ve zift kokuyordu.
Metrelerce ötede kuruması için asılmış balık ağlarını ve bir balıkçı teknesinin silüetini görebiliyordu.
Kollberg hep ne derdi?
Cinayet Masası’nın en iyi yanı; ara sıra da olsa şehir dışına çıkabiliyorsun.
Martin Beck başını kaldırıp kulak kabarttı. Tek duyabildiği denizdi.
Bir süre sonra arabaya yürüdü. Nöjd kaputa yaslanmış sigara içiyordu. Martin Beck başıyla işaret verdi.
Vaka dosyasına sabah bakacaktı.
Fazla umutlu değildi. Bu işler genelde rutindi. Aynı hikâyeler temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp sunulurdu, genellikle trajik ve depresif olurlardı.
Denizden esen rüzgâr yumuşak ve serindi.
Karanlık ufukta bir yük gemisi geçti. Batıya doğru. Martin Beck yeşil sancak fenerini ve geminin bazı ışıklarını seçebiliyordu.
Yurt dışında olmaya hasretti.
4
Martin Beck gözlerini açar açmaz kendine geldi. Oda az mobilyalı ama yine de hoş görünüyordu. Kuzeye bakan iki tane yatak vardı. Yataklar bir metre arayla paralel konmuştu. Bir tanesinde Martin Beck’in valizi açık duruyordu, diğerindeyse kendisi uzanıyordu. Uyuyakalmadan önce yarım sayfa ve resim altı iki yazı okuduğu kitap yerde açık duruyordu. Kitap, “Tarihin Meşhur Yolcu Gemileri” serisinden Dört Pervaneli Turboelektrikli Gemi: Normandie idi.
Martin Beck saate baktı. Yedi otuz. Dışarıdan bölük pörçük araba ve insan sesleri geliyordu. Binanın bir yerinde birisi sifonu çekmişti. Bir değişiklik vardı. Martin Beck hemen anladı. Pijamalarıyla uyumuştu, sadece seyahatteyse böyle yapardı.
Kalktı, pencere kenarına yürüyüp dışarı baktı. Hava güzel görünüyordu. Motelin arkasındaki çimenlikte güneş parlıyordu.
Martin Beck çabucak duşunu alıp giyindi ve alt kata indi. Bir an kahvaltı etmeyi düşündü ama bundan hemen vazgeçti. Sabahları bir şey yemekten hiçbir zaman hoşlanmazdı, özellikle de çocukken annesi evden çıkmadan önce ona zorla kakao içirip ağzına üç sandviç tıkıştırdığı günlerde. Okul yolunda çoğunlukla kusardı.
Kahvaltı yerine pantolonunun cebinde bir kron bozukluk buldu ve girişte duran slot makinesine attı. Kolu çekti, üç vişne yan yana gelince Martin Beck kazancını cebe indirdi. Sonra binadan ayrıldı, parke taşı döşenmiş meydanı çaprazlama geçti, tekeli geçti, henüz açık değildi, iki köşeyi dönünce kendini polis merkezinde buldu. Gönüllü itfaiyeciler görünüşe göre, hemen bitişikteki binadaydı, çünkü binanın ön kısmına bir itfaiye arabası yanaşmıştı. Martin Beck geçebilmek için döner merdiven mekanizmasının altından sürünmek zorunda kaldı. Yağlı tulum giymiş bir adam, itfaiye arabasını tamir ediyordu.
“Selam, nasılsın?” dedi neşeyle, tüm İsveç resmiyeti kurallarını hiçe saymıştı.
Martin Beck şaşkınlık içindeydi. Burası kesinlikle klasik bir kasaba değildi.
“Merhaba,” dedi.
Polis merkezinin kapısı kilitliydi ve cama bantla yapıştırılmış kartona birisi kalemle şöyle yazmıştı:
Mesai Saatleri
Hafta içi 8.30-12.00
13.00-14.30
Ayrıca perşembeleri 18.00-19.00
Cumartesileri kapalıdır.
Pazar gününden bahsedilmiyordu. Herhalde pazar günleri suç işlenmiyordu, hatta belki de yasaktı.
Martin Beck bu tabelaya bakarken düşünceliydi. Stockholm’den gelen biri olarak böyle bir düzeni hayal etmesi imkânsızdı.
Belki de sonunda kahvaltı etmeliydi.
“Hergott birazdan gelir,” dedi tulum giymiş adam. “On dakika önce köpekle birlikte çıktı.”
Martin Beck başıyla onayladı.
“Sen o meşhur komiser misin?”
Zor bir soruydu, Martin Beck hemen cevaplamadı. Adam itfaiye arabası üstünde çalışmaya devam etti. “Bozulma ama,” dedi başını bile çevirmeden. “Meşhur bir polis bizim motele yerleşmiş diye duydum. Seni de tanımıyorum.”
“Evet, sanırım o ben oluyorum,” dedi Martin Beck emin olamayarak.
“Demek Folke hapse girecek.”
“Bu kanıya nereden vardın?”
“Ah, bunu herkes biliyor.”
“Sahi mi?”
“Çok kötü. Tütsülenmiş ringası şahaneydi.”
Adam itfaiye arabasının altına sürünüp gözden kaybolarak konuşmayı sonlandırdı.
Genel kanı buysa, o zaman demek ki Nöjd hiç abartmamıştı.
Martin Beck olduğu yerde kaldı, düşünceli düşünceli kafa derisini kaşıdı.
Bir iki dakika sonra Herrgott Nöjd itfaiye arabasının diğer tarafında belirdi. Ensesinde yine aynı aslan avcısı şapkası sallanıyordu ve üstünde dama desenli bir gömlek, üniforma pantolonu ve açık renk süet ayakkabı vardı. İri bir gri köpek tasmasını çekiştiriyordu. Merdivenin altından eğildiler ve köpek arka ayakları üstünde kalktı, ön patilerini Martin Beck’in göğsüne koyup yüzünü yalamaya başladı.
“İn aşağı, Timmy!” dedi Nöjd. “Otur! Ne köpek ya!”
Ağır bir köpekti. Martin Beck iki adım geriledi.
“Otur, Timmy!” dedi Nöjd.
Köpek üstünden inip kendi etrafında üç tur attı. Sonra istemeye istemeye yere oturdu, sahibine bakıp kulaklarını dikti.
“Herhalde dünyanın en kötü polis köpeği. Ama bir mazereti var tabii. Eğitimli değil. İtaat etmeyi bilmiyor. Ben polis olduğumdan o da haliyle polis köpeği oluyor. Bir anlamda tabii.”
Nöjd kahkahayı bastı, Martin Beck’e göreyse ortada gülünecek bir sebep yoktu.
“HSK buradayken onu maça götürdüm.”
“HSK?”
“Helsingborg Spor Kulübü. Futbol takımı. Futbol maçlarını takip etmezsin, değil mi?”
“Pek sayılmaz.”
“Eh, tabii ki elimden kaçıp sahaya koştu. Anderslöv oyuncularının birinden topu kaptı. Ortalığı birbirine kattı. Hakemden zılgıtı yedim. Burada yıllar sonra yaşanan en dramatik olaydı. Şimdiye dek tabii. Ne yapsaydım? Hakemi mi tutuklasaydım? Tamamen hukuki açıdan bakıldığında bir futbol hakeminin statüsünün ne olabileceği hakkında hiçbir fikrim yok.”
Tekrar kahkaha attı.
“Sahaya yürüyüp hakemin dibine geldim. ‘Nöjd?’ dedim. ‘Başpolis. Benimle gelseniz iyi olur, görev üstündeki memura müdahale durumu bu.’ Olmazdı yani. O yüzden orada geri zekâlı gibi durdum.”
Nöjd kahkahayı bastı ama Martin Beck ona neden diye sormadan edemedi.
“Eee, düşünüyordum da, ya bizim Timmy gol atarsa? O zaman ne olurdu?”
Martin Beck diyecek söz bulamıyordu.
“Ah, selam,” dedi Nöjd.
“Günaydın, Herrgott,” dedi itfaiye arabasının altından kof ve derin bir ses.
“Hey Jöns, şu koca şeyi tam da karakolun önüne park etmek zorunda mısın?”
“Daha açık değilsiniz ki,” dedi Jöns.
Sesi boğuk çıkıyordu.
“Ama açmak üzereyim.”
Nöjd anahtarlarını şıngırdatınca köpek hemen ayaklandı. Nöjd kapıyı açtı, Martin Beck’e hızlıca bir bakıverdi.
“Anderslöv karakoluna hoş geldin,” dedi. “Trelleborg’a bağlıyız. Burası köy meydanı. Sosyal güvenlik bürosu, karakol, kütüphane işte. Ben üst katta yaşıyorum. Her şey yepyeni, ne derler, cillop gibi. Muhteşem bir nezarethane. Geçen sene iki kere kullanmak zorunda kaldık. Burası da odam. Girsene.”
Bir masa ve ziyaretçiler için iki sandalyesi olan, hoş bir odaydı. Büyük pencereler bir nevi terasa bakıyordu. Köpek, çalışma masasının altına yattı.
Masanın arkasında kalın ciltlerle dolu raflar yer alıyordu. Çoğu cilt İsveç Heykelleri’ne aitti ama başka kitaplar da vardı.
“Trelleborg’dan telefon ettiler bile,” dedi Nöjd. “Başkomiser. Emniyet Amiri de öyle. Burada kaldığına şaşırmışlardı.”
Masasına oturup kutudan bir sigara çekti.
Martin Beck de rahat sandalyelerden birinde yerini aldı.
Nöjd bacak bacak üstüne atıp şapkasını dürttü, hatta masaya koydu.
“Bugün kesin arabayla buraya gelirler. En azından Başkomiser gelir. Biz Trelleborg’a inmezsek tabii.”
“Sanırım burada kalmayı tercih ederim.”
“Tamam.”
Masasındaki evrakları karıştırdı. “Rapor burada. Göz atmak ister misin?”
Martin Beck bir saniye düşündü.
“Bana sen anlatabilir misin?” dedi.
“Seve seve.”
Martin Beck rahat hissediyordu. Nöjd’ü sevmişti. Her şey yolunda gidecekti.
“Burada kaç kişisiniz?”
“Beş. Bir sekreter. İyi kızdır. Üç polis memuru, yeni kontenjan açılmadıkça tabii. Bir devriye arabası. Bu arada, kahvaltı ettin mi?”
“Hayır.”
“İster misin?”
“Evet.”
Hakikaten de karnı acıkmaya başlamıştı.
“Güzel,” dedi Nöjd. “Şimdi, nasıl yapalım? Hadi bana gidelim. Britta gelip sekiz buçukta ofisi açar. Önemli bir şey olursa, telefon edip haber verir. Evde çay, kahve, ekmek, tereyağı, peynir, marmelat ve yumurta var. Başka ne var bilmiyorum. Kahve ister misin?”
“Çayı tercih ederim.”
“Ben kendim çay içiyorum. O zaman raporu yanıma alayım, üst kata çıkalım. Tamam mı?”
Üst kattaki daire çok hoştu ve bir kişiliği var gibiydi, düzenli dizilmişti ama aile yaşantısına uygun değildi. Burada yaşayan kişinin bekâr olduğu çok belliydi; bekâr alışkanlıklarına sahip, uzun süredir, belki de bütün ömrü boyunca bekâr olduğu anlaşılıyordu. İki avcı tüfeği ve eski bir polis kılıcı duvarda asılıydı. Nöjd’ün polis tabancası 7.65 Walther, tahminen yemek masası olabilecek bir masada, yağlı bir bez üstünde parçalara ayrılmış halde duruyordu.
Tabancalar, hobilerinden biriydi.
“Atış yapmayı severim,” dedi Nöjd.
Güldü.
“Ama insanlara değil,” diye ekledi. “Hayatımda hiç kimseyi vurmadım. Hatta kimseye hedef bile almadım. Bu yüzden tabancamı üstümde taşımam. Revolverim de var, yarış modeli. Ama o alt kattaki mahzende kilitli.”
“Nişanda iyi misindir?”
“Eh, işte. Ara sıra kazanırım. Yani nadiren. Rozetimi aldım tabii.”
Bu tek anlama gelebilirdi. Altın rozet. Yani sadece seçkin nişancıların kazandığı rozet.
Martin Beck berbat bir nişancıydı. Altın rozetin yanına bile yaklaşamamıştı. Ya da başka bir ödülün. Öte yandan, insanlara hedef almış, atış da yapmıştı. Ama kimseyi öldürmemişti. Hep iyi yanından bakılacak bir şeyler oluyor.
“Masayı temizleyebilirim,” dedi Nöjd, pek hevesli olmadan. “Ben genelde mutfakta yiyorum da.”
“Ben de,” dedi Martin Beck.
“Sen de mi bekârsın?”
“Sayılır.”
“Anladım.”
Nöjd ilgili görünmüyordu.
Martin Beck boşanmıştı, yetişkin iki çocuğu vardı, kızı yirmi iki, oğluysa on sekiz yaşındaydı.
“Sayılır” derken kastettiği, son bir yıldır oldukça düzenli aralıklarla onunla yaşayan bir kadın olmasıydı. Adı Rhea Nielsen’di ve Martin Beck muhtemelen ona âşıktı. Onun gidip gelmesiyle evi değişmiş, daha güzelleşmişti, elbette Martin Beck’in gözünde.
Fakat bu Nöjd’ün pek umurunda değildi, Cinayet Büro Şefi’nin özel hayatının nasıl olduğuyla ilgilenmiyordu.
Mutfak pratik ve kullanışlıydı, bütün modern aletler vardı. Nöjd ocağa bir demlik su koydu, dolaptan dört yumurta çıkardı ve kahve demliğinde çay demledi, yani içinde su ısıtıp kupalara poşet çay koydu. Etkili bir yöntemdi, gerçi pek de tiryakilere göre değildi.
Bir işe yaraması gerektiği hissine kapılan Martin Beck iki dilim ekmeği elektrikli kızartma makinesine koydu. “Burada ekmekler çok lezzetlidir,” dedi Nöjd. “Ama ben genelde Kooperatif’ten alırım. Kooperatif’i severim.”
Martin Beck Kooperatif’i sevmezdi ama bir şey demedi.
“Çok yakın,” dedi Nöjd. “Burada her şey burnunun dibindedir. Bence Anderslöv, ticari açıdan İsveç’teki en yoğun yer. Ya da onun gibi bir şey işte.”
Kahvaltı ettiler. Bulaşıkları yıkadılar. Tekrar oturma odasına döndüler. Nöjd katlanmış raporu arka cebinden çıkardı. “Kâğıtlar,” dedi. “Kâğıttan gına geldi. Tam bir kâğıt işine dönüştü bu iş; başvurular, ehliyetler, kopyalar, ıvır zıvırlar. Eskiden burada polis olmak tehlikeliydi. Yılda iki kere, pancar sezonunda. Buraya her tür insan gelirdi. Bazıları içip kavga çıkarırlardı. Bazen gidip ayırmak zorunda kalırdın. Yumruğun kuvvetli olmak zorundaydı, yüzünü gözünü korumak istiyorsan yani. Zor bir işti ama bir bakıma eğlenceliydi. Şimdi farklı. Otomatik, mekanik.”
Durdu.
“Ama ben bunu anlatmayacaktım. O yüzden rapora ihtiyacım da yok. Durum gayet basit. Mevzubahis kadının adı Sigbrit Mård. 38 yaşında ve Trelleborg’da bir pastanede çalışıyor. Boşanmış, çocukları yok, Domme’de küçük bir evde yalnız yaşıyor. Malmö yolunda bir semt.”
Nöjd, Martin Beck’e baktı. Yüzü çok ciddi ve kasvetliydi ama yine de halinden memnundu.
“Malmö’ye doğru,” diye tekrar etti. “Yani Route 101 üzerinde, buranın batısında.”
“Benim yön duyguma pek güvenmiyor gibisin,” dedi Martin Beck.
“Skåne ovalarında kaybolan o kadar kişi var ki,” dedi Nöjd. “Ha yeri gelmişken…”
“Evet?”
“Eh, ben en son Stockholm’e geldiğimde, umarım sonuncu sefer olmuştur, Emniyet Müdürlüğü’nü arıyordum ama onun yerine Komünist Parti Merkezi’ne girdim. Parti başkanına merdivenlerde rastlayınca ya bunun Emniyet’te ne işi var diye merak ettim. Ama adam çok kibardı. Beni istediğim yere götürdü. Bisikletini yürüterek hem de.”
Martin Beck kahkahalarla güldü.
Nöjd da fırsatı kaçırmayıp ona katıldı.
“Ama bitmedi. Ertesi gün kalkıp sizin amire bir merhaba diyeyim dedim. Yaşlı olan, eskiden Malmö’de çalışan. Yenisini tanımıyorum çok şükür. O yüzden belediyeye gittim ve bekçiye benzeyen bir adam bana Mavi Galeri’yi gezdirmeye çalıştı. En sonunda ona istediğimi açıklayabildiğimde beni Scheele Caddesi’ne gönderdi, sonra da adliyeye girdim. Güvenlik görevlisi davamın hangi salonda görüleceğini ve duruşmamın konusunu sordu. Nihayet Agne Caddesi’ndeki emniyete vardığımda Lüning o gün çıkmıştı. Olay öyle kapandı. Trenle eve döndüm. Güneye doğru giderken çok güzel vakit geçirdim. 450 kilometre. Çok farklı.”
Düşünceli görünüyordu.
“Stockholm,” dedi. “Ne sefil bir şehir. Ama sen tabii ki seviyorsundur.”
“Tüm ömrüm boyunca orada yaşadım,” dedi Martin Beck.
“Malmö daha iyi,” dedi Nöjd. “Ama çok değil. Orada çalışmak istemezdim, beni Emniyet Amiri filan yapmadıkları sürece. Neyse, bırak şimdi, Stockholm’den bahsetmeyelim bile.”
Dışından gür bir kahkaha attı.
“Sigbrit Mård’a gelelim,” dedi Martin Beck.
“Sigbrit o gün izinliymiş. Arabasını tamirciye bırakıp Anderslöv’e otobüsle gelmiş. Ayak işlerini halletmiş. Bankaya ve postaneye gitmiş. Sonra da ortadan kaybolmuş. Otobüse binmemiş. Şoför onu tanıyor ve otobüste olmadığını biliyor. O zamandan beri onu gören olmamış. Günlerden 17 Ekim. Postaneden çıktığında saat bir civarıymış. Arabası, VW marka, hâlâ tamircide. Orada hiçbir şey yok. Kendim bizzat gittim. Birkaç örnek alıp Helsingborg’daki laboratuvara yolladık. Hepsi negatif çıktı. Kısacası hiç ipucu yok.”
“Sen onu tanıyor musun? Şahsen?”
“Tabii ki. Şu doğaya dönüş hevesi başlayana kadar, bu bölgedeki herkesi şahsen tanırdım. Artık kolay değil. İnsanlar bakımsız eski evlerde ve yarı yıkık binalarda yaşıyor. Belediyeye kayıtlı değiller ve arabanla oraya gittiğinde çoğunlukla taşınmış oluyorlar. Başka birisi taşınıyor. Geriye kalan tek şey bir keçi ve makrobiyotik sebze bostanı.”
“Ama Sigbrit Mård farklı mıydı?”
“Evet, aynen. Sıradan tiplerden biriydi. Yirmi yıldır burada yaşıyordu. Aslen Trelleborg’lu. Fazla değişken biri değildi. Hep aynı işte çalışırdı falan. Son derece normal. Belki biraz yılmış biri.”
Düşünceli düşünceli inceledikten sonra bir sigara yaktı.
“Ama bu ülke için normal bir şey bu,” diye devam etti. “Örneğin ben çok sigara içiyorum. Muhtemelen bu da yılgınlıktan.”
“Yani kaçmış olabilir.”
Nöjd eğilip köpeğin kulaklarının arkasını kaşıdı. “Evet,” dedi sonunda. “Bu da bir ihtimal. Ama ben öyle olduğuna inanmıyorum. Burası öyle kimse çakmadan çat diye kaçabileceğin bir yer değil. Ayrıca insanlar evlerini olduğu gibi bırakmaz. Trelleborg’dan gelen komiserlerle birlikte evine gittim. Her şey, bütün belgeleri, kişisel eşyaları yerli yerindeydi. Mücevherleri filan. Kahve demliği ve fincanı hâlâ masadaydı. Sanki bir süreliğine çıkmış da birazdan evine dönecekmiş gibi görünüyordu.”
“Peki sen ne düşünüyorsun?”
Bu kez Nöjd’ün cevabının gelmesi uzun sürdü. Sigarasını sol elinde tuttu, köpeğin oyunbaz bir hava içinde sağ elini kemirmesine izin verdi. Yüzünde gülümsemeden eser kalmamıştı.
“Bence öldü,” dedi.
Bu konu hakkında tek söylediği de bu oldu.
Uzaklarda, ana yolda gümbür gümbür akan yoğun bir trafik sesi geliyordu.
Nöjd kafasını kaldırıp baktı.
“Büyük kamyonların çoğu hâlâ Malmö’den Ystad’a geçerken bu yolu kullanır,” dedi. “Hem de yeni Route 11 daha hızlı olmasına rağmen. Kamyoncular alışkanlıklarını kolay kolay değiştiremiyor.”
“Peki ya şu Bengtsson meselesi?” dedi Martin Beck.
“Sen onun hakkında benden daha bilgilisindir.”
“Olabilir. Olmayabilir de. Yaklaşık on yıl önce onu bir seks cinayetinden yakaladık. Bir sürü ‘ama’ ve ‘eğer’ sonucunda. Tuhaf bir adamdı. Ama sonrasında ona ne oldu, bilmiyorum.”
“Ben biliyorum,” dedi Nöjd. “Buradaki herkes biliyor. Akıl sağlığının yerinde olduğunu söylediler, hapishanede yedi buçuk yıl yattı. Sonunda buraya taşınıp kendine küçük bir ev satın aldı. Anlaşılan birikmiş parası varmış çünkü bir tekne ve eski bir araba da aldı. Balık tütsüleyerek geçimini sağlıyor. Bazen kendi yakalıyor, bazen de yan meslek olarak balıkçılık yapanlardan alıyor. Profesyonel balıkçılar arasında bu bireysel avlananlar pek popüler değil ama yasaya aykırı da değil. En azından benim gördüğüm kadarıyla. Sonra arabasıyla gezinip tütsülenmiş ringa balığı ve taze yumurta satıyor, zaten düzenli müşterileri var. Buradaki insanlar Folke’yi düzgün biri olarak kabul etti bile. Kimseye bir zararı dokunmadı. Çok konuşmaz, kendi başına takılır. İçine kapanık tiplerden. Ona rastladığım zamanlarda hep sanki varlığı için özür dileyecekmiş gibi görünüyordu. Ama…”
“Evet?”
“Ama herkes onun bir katil olduğunu biliyor. Hüküm giymiş, hapis yatmış. Galiba çok da çirkin bir cinayetmiş. Zararsız, yabancı bir kadını…”
“Adı Roseanna McGraw’du. Gerçekten de mide bulandırıcıydı. Hastalıklı. Ama kadın adamı tahrik etmişti. Yani kendi öyle görüyordu. Onu yakalayabilmek için onu tekrar tahrik etmek zorunda kalmıştık. Psikiyatr muayenesinin nasıl geçtiğini ben şahsen hayal edemiyorum.”
“Ah, yapma ya,” dedi Nöjd, göz kenarlarına örümcek ağı gibi kırışıklıklar yayılmıştı. “Ben de Stockholm’de bulundum. Adli psikiyatri kursuna katıldım. Olayların yüzde ellisinde doktorlar, hastalardan daha çatlak.”
“Anladığım kadarıyla Folke Bengtsson kesinlikle hastaydı. Sadistti, oldukça bağnazdı ve kadın düşmanıydı. Sigbrit Mård’ı tanıyor muydu?”
“Tanımak mı?” dedi Nöjd. “Evi onun evine iki yüz metreden daha yakın. Komşu sayılırlar. Kadın onun düzenli müşterilerinden biri. Ama en kötüsü bu değil.”
“Gerçekten mi?”
“Esas mesele şu ki, kadınla aynı anda postanedeymiş. Birbirleriyle konuştuklarını gören şahitler var. Bengtsson arabasını meydana park etmiş. Postane sırasında kadının arkasında duruyormuş ve ondan beş dakika sonra orayı terk etmiş.”
Anlık bir sessizlik oldu.
“Folke Bengtsson’u tanıyorsun yani,” dedi Nöjd.
“Evet.”
“Sence bunu yapmış olabilir mi…?”
“Evet,” dedi Martin Beck.
5
“Eğer tamamen dürüst olmam gerekiyorsa, ki her zaman öyleyim, Sigbrit öldü ve Folke için durum oldukça kötü görünüyor,” dedi Nöjd. “Tesadüflere inanmam ben.”
“Kocası hakkında bir şey demiştin?”
“Evet, doğru. Gemi kaptanı ama çok içki içiyor. Altı yıl önce tam olarak ne olduğu belirlenemeyen bir karaciğer hastalığına tutuldu ve onu Ekvador’dan eve gönderdiler. Kovmadılar ama doktorlar temiz sağlık raporu vermediği için bir daha gemiyle açılamadı. Yaşamak için buraya geldi, içmeye devam etti ve çok geçmeden de boşandılar. Şimdi adam Malmö’de yaşıyor.”
“Onunla iletişimin devam ediyor mu?”
“Evet. Maalesef. Yakın fiziki temasım var denebilir. Daha doğru ifade etmek gerekirse. Doğrusu, boşanmak isteyen Sigbrit’ti. Kocası karşıydı. Hem de sonuna kadar karşıydı. Sigbrit’in dediği oldu. Uzun zamandır evliydiler ama kocası çoğunlukla denizde, evden uzaktaydı. Eve senede bir kere geliyordu ve anlaşılan, öyleyken araları iyiydi. Ancak sonra sürekli bir arada yaşamaya başladıklarında tam felaket oldu.”
“Peki şimdi?”
“Şimdi mesele şu ki adam körkütük sarhoş olup dırdır etmeye geliyor. Ama dırdır edecek bir şey yok çünkü genellikle bir ayar çekmekle son buluyor.”
“Ayar çekmek mi?”
Nöjd kahkaha attı.
“Skåne’de,” dedi, “biz böyle deriz. Stockholm’de ne diyorlar? Pataklamak mı? Polis dilinde aile içi kavga. Ne kadar boktan bir ifade şu aile içi kavga. Neyse, iki kere oraya gitmek zorunda kaldım. Birincisinde adamla mantıklı bir şekilde konuşup onu sakinleştirdim. İkinci sefer o kadar kolay olmadı. Ona vurmak ve onu havalı hücremize getirmek zorunda kaldım. Sigbrit o sefer bayağı perişan görünüyordu. Gözleri mosmor, boğazında çirkin parmak izleri.”
Nöjd aslan avcısı şapkasını dürtükledi.
“Bertil Mård’ı tanıyorum. Arada çıldırır ama göründüğü kadar kötü biri olduğunu sanmıyorum. Bence Sigbrit’i seviyor da. Bir de kıskanıyor, elbette. Gerçi kıskanması için ortada bir şey yok. Sigbrit’in seks hayatı hakkında hiçbir şey bilmiyorum, hatta öyle bir hayatın varlığından bile şüpheliyim. Buralarda herkes, herkes hakkında her şeyi bilir. Ama herhalde en çok ben bilirim.”
“Mård ne diyor peki?”
“Malmö’de onu sorguya aldılar. Ayın 17’si için iyi bir tanığı var. O gün Kopenhag’da olduğunu iddia ediyor. Tren feribotuna binmiş, Malmöhus ama…”
“Onu kimin sorguya çektiğini biliyor musun?”
“Evet. Başkomiser Månsson diye biri.”
Martin Beck, Per Månsson’u yıllardır tanırdı ve ona çok güvenirdi. Boğazını temizledi.
“Bir başka deyişle, işler Mård için de pek iç açıcı görünmüyor.”
Nöjd cevap vermeden önce biraz daha köpeğini kaşıdı.
“Hayır,” dedi. “Ama Folke Bengtsson’dan çok daha iyi durumda.”
“Eğer herhangi bir şey olmuşsa.”
“Kadın ortadan kayboldu. Bu bana yeter. Hiç kimse mantıklı bir açıklama getiremiyor.”
“Bu arada kadının dış görünüşü nasıl?”
“Şu anki görünüşü, pek düşünmek istemediğim bir şey,” dedi Nöjd.
“Hemen çıkarıma varıyor gibisin?”
“Evet, öyleyim. Ama ben fikrimi söylüyorum. Normalde, şöyle görünüyor.”
Elini arka cebine sokup iki fotoğraf çıkardı, birisi pasaport fotoğrafıydı, diğeri de büyütülmüş bir renkli fotoğraf.
Nöjd fotoğraflara bakıp ona uzattı.
“İkisi de güzel,” diye yorum yaptı. “Bence dış görünüşü gayet normalmiş. Çoğu insan gibi. Bayağı çekici tabii ki.”
Martin Beck fotoğrafları uzun uzun inceledi. Nöjd’ün bunları onun gibi görebildiğini sanmıyordu ki tabii ki bu pek de mümkün değildi.
Sigbrit Mård hiç de çekici değildi. Bayağı sıradan, çirkin bir kadındı. Ama dış görünüşünü güzelleştirmek için elinden geleni yaptığı belliydi, bu da genelde talihsiz sonuçlara yol açardı. Yüz hatları biçimsiz, dar ve çıkıktı ve suratı kaygı doluydu. Bugünlerdeki çoğu fotoğraf gibi, pasaport fotoğrafı bir Polaroid ya da otomatik kabinde çekilmemişti. Fotoğrafçıda çekilmiş bir vesikalıktı. Saçını ve makyajını yapmak için çok özen göstermişti ve fotoğrafçı ona kesinlikle aralarından seçmesi için birçok pozunu vermişti. Diğer fotoğrafı amatör çekimdi, makinede çoğaltılmamıştı. Büyütülmüş ve elle rötuş yapılıp portreye dönüştürülmüştü. Kadın bir rıhtımda dikiliyordu ve arka planda iki bacalı bir yolcu vapuru duruyordu. Doğal olmayan bir bakışla güneşe dönüktü, kendini güzel gösterdiğini zannettiği bir poz veriyordu. Üstünde kolsuz, ince yeşil bir bluz ve pilili mavi bir etek vardı. Bacakları çıplaktı, sağ omzuna turuncumsu kocaman bir yazlık çanta takmıştı. Ayaklarında apartman topuk ayakkabı vardı. Sağ ayağı hafifçe öne doğru, topuğu yerden kalkmış şekilde duruyordu.
“Bu pozu daha yakın zamana ait,” dedi Nöjd. “Geçen yaz çekilmiş.”
“Kim çekmiş?”
“Bir kız arkadaşı. Birlikte seyahate gitmişlerdi.”
“Anladığım kadarıyla Rügen’e. Şu arka plandaki Sassnitz tren feribotu değil mi?”
Nöjd çok etkilenmişti.
“Vay, nereden bildin?” dedi. “Personel sıkıntısı çektiklerinden pasaport kontrol noktasında nöbetçiydim ve o vapurları birbirinden ayırt edemezdim. Ama haklısın. Bu arkadaki Sassnitz ve Rügen’e çıktılar. Gidip tebeşir kayalıklarına bakabilir, Komünistleri izleyebilirsin falan. Gayet sıradan görüntüler. Oraya gidenlerin çoğu hayal kırıklığıyla dönüyor. Günübirlik gezinti sadece birkaç kron.”
“Bu fotoğrafı nereden aldın?”
“Evini aramaya gittiğimizde aldım. Duvara bantla asmıştı. Herhalde bayağı güzel olduğunu düşünüyordu.”
Başını bir yana eğip fotoğrafı inceledi.
“E bayağı güzel de zaten. İşte aynen böyle görünüyordu. Hoş kızdı.”
“Sen hiç evlenmedin mi?” diye sordu Martin Beck birden.
Nöjd keyiflendi.
“Beni sorguya çekmeye mi başlayacaksın?” dedi gülerek. “İşte işini mükemmel yapan biri.”
“Affedersin,” dedi Martin Beck. “Aptalca bir soru oldu.
Konumuzla alakası olmayan bir soru.”
Bu bir yalandı. Soru hiç alakasız değildi.
“Ama cevap vermekte sakınca görmüyorum. Bir dönem Abbekås’tan bir kızla çıkıyordum. Nişanlandık. Ama inan bana, kız et yiyen bitkiler gibiydi. Üç aydan sonra burama kadar geldi ve altı aydan sonra, kızın canına hâlâ tak etmemişti. Ondan beri köpeklere sadığım. Ben bildiğimi konuşuyorum. Erkeklerin eşe ihtiyacı yok bence. İnsan bir alıştı mı büyük rahatlık. Her sabah uyandığımda böyle hissediyorum. Üç erkeğin hayatını kararttı. Tabii ki şimdiye kaç kez büyükanne oldu.”
Bir an sessizce oturdu.
“Hiç çocuğunun olmaması biraz üzücü bir şey,” dedi sonra. “Yani bazen. Ama çoğu zaman tam aksini hissediyorum. Burada koşullar bayağı iyi olmasına rağmen, yine de toplumda genel anlamda bir sıkıntı var. Burada çocuk yetiştirmeyi denemek istemezdim. Mesele şu, böyle bir şey yapılabilir mi?”
Martin Beck sessizce dinledi. Çocuk yetiştirme konusunda kendi katkısı çoğunlukla ağzını kapalı tutmak ve çocuklarının doğal biçimde kendi kendilerine büyümelerine izin vermekti. Sonuç, kısmen başarılı olmuştu. Gayet iyi, bağımsız bir insana dönüşen, onu seven bir kızı vardı. Öte yandan, hiçbir zaman anlayamadığı bir oğlu vardı. Kesinlikle açık sözlü olması gerekirse oğlundan pek hoşlanmıyordu ve daha on sekiz yaşında olan çocuk da ona güvensizlik, kandırmaca ve son yıllarda, açıktan açığa burun kıvırma haricinde bir davranış sergilemiyordu.
Oğlunun adı Rolf’tu. Konuşma girişimlerinin çoğu şu cümlelerle sona eriyordu: “Tanrım, baba ya, seninle konuşmanın bir manası yok, zaten hiçbir zaman ne dediğimi anlamıyorsun.” Ya da: “Elli yaş büyük olsaydım, belki bir şansımız olabilirdi ama artık on dokuzuncu yüzyılda değiliz biliyorsun.” Ya da: “Keşke polis olmasaydın!”
Nöjd köpekle meşguldü. Şimdi kafasını kaldırıp baktı.
“Ben sana bir soru sorabilir miyim?” dedi hafifçe gülümseyerek.
“Tabii.”
“Neden hiç evlendim mi diye öğrenmek istedin?”
“Aptalca bir soruydu.”
Tanıştıklarından beri ikinci kez, karşısındaki adam son derece ciddi göründü. Biraz da kırılmış gibiydi.
“Bu doğru değil. Doğru olmadığını biliyorum. Ben neden sorduğunu anladım.”
“Neden?”
“Kadınları anlamadığımı düşündüğün için mi?”
Martin Beck fotoğrafları elinden bıraktı. Rhea ile tanıştığından beri, dürüst olma konusunda sıkıntıları azalmıştı.
“Tamam,” dedi. “Haklısın.”
“Güzel,” dedi Nöjd, dalgın dalgın bir sigara daha yakarak. “Gayet iyi. Teşekkürler. Haklı olabilirsin de. Özel hayatına hiç kadın girmemiş bir erkeğim. Annem haricinde tabii ve Abbekås’lı bir balıkçı kız. Kadınları hep sıradan insanlar olarak görmüşümdür, benden ve genel olarak erkeklerden farklı değillermiş gibi. O yüzden arada ince farklar varsa, o zaman ben kaçırmışımdır. Bu konuda cahil olduğumu bildiğim için kadınların libidosu hakkında birçok kitap ve yazı okudum ama çoğunluğu saçmalıktı. Saçmalık olmayan kısımsa o kadar barizdi ki bir Hottentot bile anlayabilirdi. Mesela eşit işe eşit maaş ve cinsiyet ayrımcılığı.”
“Neden Hottentot?”
Nöjd o kadar yüksek sesli kahkaha attı ki köpek, yerinden sıçrayıp yüzünü yalamaya başladı.
“Belediyede bir adam vardı, Afrika’daki göçebe Hottentot’ların iki bin yıl da yaşasalar, tekerleği bile icat edemeyecek tek kültür olduklarını iddia ederdi. Saçmalık tabii ki. Onun hangi partiden olduğunu söylememe lüzum yok.”
Martin Beck bilmek istemiyordu zaten. Nöjd’ün hangi siyasi görüşe yakın olduğunu da bilmek istemiyordu. İnsanlar ne zaman siyaset konusunu açsa Martin Beck bir istiridye gibi kapanıyordu.
Orada hâlâ kapalı bir istiridye sessizliğinde oturuyorken otuz saniye sonra telefon çaldı.
Nöjd ahizeyi kaldırıp açtı.
“Nöjd,” dedi.
Her kim arıyorsa, anlaşılan komik bir şeyler söylemişti.
“Evet, şu anda karşımda oturuyor.”
Martin Beck ahizeyi aldı.
“Beck.”
“Alo, merhaba, ben Ragnarsson. Sana ulaşabilmek için birçok yeri aradık. Ne var ne yok?”
Cinayet Büro Şefi olmanın bir sıkıntısı da büyük gazetelerin nereye neden gittiğini öğrenmek için peşine adam takmasıydı. Bunu yapabilmek için, polis teşkilatından para yedirdikleri ispiyoncuları olurdu, bu da sinir bozucuydu ama elden gelen bir şey yoktu. Emniyet Genel Müdürü de çok sinir oluyordu ama haber sızacak diye de ödü patlıyordu. Hiçbir şey hiçbir yere sızmamalıydı.
Ragnarsson gazeteciydi, daha iyi ve düzgün olanlardan biriydi, ancak bu asla ve asla onun çalıştığı gazete daha iyi ve düzgün olanlardan biri demek anlamına gelmiyordu.
“Hâlâ orada mısın?” dedi Ragnarsson.
“Birisi ortadan kaybolmuş,” dedi Martin Beck.
“Kaybolmuş? İnsanlar her gün kayboluyor ama seni çağırmıyorlar. Dahası, duyduğuma göre Kollberg de oraya doğru yola çıkmış. Burnuma kötü kokular geliyor.”
“Olabilir de. Olmayabilir de.”
“İki adam gönderiyoruz. Hazırlıklı olun bari. Tek söylemek istediğim buydu. Arkandan iş çevirmek istemedim, biliyorsun. Bana güvenebilirsin. Hoşça kal.”
“Hoşça kal.”
Martin Beck kafa derisinin kenarını sıvazladı. Ragnarsson’a güveniyordu ama muhabirlerine ve çalıştığı gazeteye güvendiği söylenemezdi.
Nöjd düşünceli düşünceli bakıyordu.
“Gazeteci mi?”
“Evet.”
“Stockholm’den mi?”
“Evet.”
“Demek bomba patladı.”
“Kesinlikle.”
“Burada da yerel gazeteciler var. Olaydan haberdarlar. Ama söz dinliyorlar. Bir nevi sadakat. Trelleborgs Allehanda iyi. Ama bir de Malmö gazeteleri var. En kötüsü de Kvällsposten. Şimdi bir de Aftonbladet ve Expressen çıkacak başımıza.”
“Evet, maalesef.”
“Hassiktir!”
‘Hassiktir,’ Skåne’de yumuşak, gündelik bir sözdü.
Biraz kuzeye çıkıldı mı, çok ayıp karşılanırdı.
Belki de Nöjd’ün bundan haberi yoktu. Ya da belki umurunda değildi. Martin Beck, Nöjd’ü çok sevmişti.
Aralarında doğal bir arkadaşlık gelişmişti. Bir sorun çıkmayacak gibiydi.
“Şimdi ne yapıyoruz?”
“Sana bağlı,” dedi Martin Beck. “Uzman olan sensin.”
“Anderslöv bölgesi. Evet, öyle olmalıyım. Sana etrafı gezdirip anlatayım mı? Arabayla? Ama devriye arabasını almayalım. Benimki daha iyi.”
“Domates rengi olan mı?”
“Tabii. Elbette herkes biliyor. Ama ben onunla daha rahat ediyorum. Gidelim mi?”
“Sen nasıl istersen.”
Arabada üç şeyden bahsettiler.
Birincisi Nöjd’ün her nedense daha önce söz etmediği bir şeydi.
“Burası postane ve şimdiyse otobüs durağına geliyoruz.
Sigbrit en son burada beklerken görülmüş.”
Yavaşlayıp durdu.
“Bir şey daha görmüş olan bir tanığımız var.”
“Ne görmüş?”
“Folke Bengtsson arabasıyla yaklaşmış ve Sigbrit’in yanından geçerken yavaşlayıp durmuş. Gayet doğal gözüküyor. Arabasını almış eve gidiyormuş. Birbirlerini tanıyorlardı; komşuydular. Kadının otobüs beklediğini biliyordu, onu eve bıraktı.”
“Nasıl bir tanık bu?”
Nöjd parmaklarıyla direksiyona yavaşça vurdu.
“Buralı, yaşlıca bir kadın. Adı Signe Persson. Sigbrit’in ortadan kaybolduğunu duyunca karakola gelip, sokakta karşı kaldırımda yürürken Sigbrit’i gördüğünü ve sonra ters istikametten Bengtsson’un arabasıyla yaklaştığını anlatmış. Adam frene basıp arabayı durdurmuş. Kadın geldiğinde Britta karakolda yalnızmış, o yüzden ona daha sonra benimle konuşmaya gelmesini söylemiş. Ertesi gün geldi de, ben de onunla konuştum. Bana da hemen hemen aynı hikâyeyi anlattı. Sigbrit’i görmüş, Folke arabasını durdurmuş. Ondan sonra ona arabanın hakikaten durup durmadığnı ve Sigbrit’in arabaya bindiğini görüp görmediğini sordum.”
“Ne dedi?”
“Dönüp bakmak istemediğini çünkü insanların hayatına burnunu sokan meraklı biri gibi görünmek istemediğini söyledi. Bu da salakça bir cevaptı çünkü bu yaşlı kadın herhalde İsveç’in en meraklı insanıdır. Biraz dil dökünce çok geçmeden başını çevirdiğinde Sigbrit de araba da kuş olup uçmuş. Sonra biraz havadan sudan sohbet ettik ve bir süre sonra, emin olmadığını söyledi. İnsanların arkasından konuşmak istemiyormuş. Fakat ertesi gün benim Kooperatif’teki adamlarımdan birine rastladığında kesinlikle Bengtsson’un durduğunu ve Sigbrit’in arabaya bindiğini gördüğünü söylemiş. Eğer bu ifadesine sadık kalırsa, o zaman Folke Bengtsson kesinlikle kadının ortadan kaybolmasıyla ilişkilendirilebilir.”
“Bengtsson ne diyor?”
“Bilmiyorum. Onunla konuşmadım. Trelleborg’dan iki polis oraya gitti ama evinde yoktu. Sonra seni çağırmaya karar verdiler ve bana açıkça hiçbir şey yapma dediler. Karıştırma filan. İşine bak ve uzmanı bekle. Signe Persson ile konuşmamı resmî rapora dökmedim. Sence ihmalkâr mı davranmışım?”
Martin Beck cevap vermedi.
“Bence düpedüz ihmalkârlık,” dedi Nöjd gülerek. “Ama ben Signe Persson’a biraz temkinli yaklaşırım. Hayatımda önüme gelen en kötü dosyaya karışmıştı. Beş sene önceydi sanırım. Bir komşusunun kedisini zehirlediğini iddia etti. Resmen şikâyette bulundu, biz de soruşturmak zorunda kaldık. Sonra diğer kadın da Signe Persson’dan şikâyetçi oldu çünkü kedisi onun muhabbet kuşunu öldürmüştü. Kediyi mezarından çıkardık, Helsingborg’a yolladık. Zehir filan bulamadılar. Bunun üstüne Signe diğer kadının bir tütüncüden iki tane puro alıp haşladığını iddia etti. Bir dergide okumuş, puroyu uzun süre haşlarsan, nikotin kristalleri çıkarırmış, bunlar da ölümcül derecede zehirleyiciymiş ve hiç iz bırakmazmış. Komşusu sahiden de iki puro almış ama misafirlerine ikram etmek için olduğunu ve erkek kardeşinin onları içtiğini söyledi. Ona kedinin muhabbet kuşunu öldürmeyi nasıl başardığını sordum, ne de olsa kuş hep kafesindeydi. Güya Signe kedisini, kuşu korkutmaya ikna etmiş çünkü kuş konuşabiliyormuş ve bazı gerçekleri ötmüş. Signe, sahiden de kuşun ona birçok kez orospu dediğini doğruladı. Burada, o sırada bir polis akademisi öğrencisi vardı, tuttuğunu koparan bir tipti ve şu puro teorisini araştırdı, teorik olarak mümkün olduğuna kanaat getirdi ve eğer kurban zaten sigara içiciyse, o zaman zehirlenmenin kanıtlanamayacağı sonucuna vardı. Dolayısıyla Signe onuncu ya da on ikinci sefer geldiğinde ona kedisinin ağır sigara tiryakisi olup olmadığını sordum. Ondan sonra bana senelerce merhaba bile demedi. Dosyayı kapattıktan sonra da akademi öğrencisi evde kalıp puro haşladı, sonunda da şutlandı. Sonra Eslöv’e yerleşip mucit oldu.”
“Ne icat etmiş ki?”
“Tek duyduğum, kenarları ışıklı bir lazımlık ve zehirli lahana çorbasına batırdığın zaman miyavlayan bir nikotin dedektörünün patenti için başvuru yaptığıydı. İşe yaramamıştı, bu sefer de aynı icadını pille çalışan mekanik bir kediye çevirmeye çalışmıştı.”
Nöjd kol saatine baktı.
“Bir numaralı ilgi alanı buydu işte. Otobüs durağı. Ayrıca Signe Persson ve puro içen bir kedi yüzünden hayatı kayan bir adamın hikâyesi. Söylemeden edemeyeceğim, Signe’nin kilit tanık olduğu bir dosya hiç de hoşuma gitmiyor. Yola devam etsek iyi olur. Otobüs birazdan gelir.”
Arabayı vitese takıp dikiz aynasından baktı. “Arkamızda birisi var,” dedi. “İçinde iki adam olan yeşil bir Fiat. Biz durduğumuzdan beri orada öylece bekliyorlar. Onlara biraz ortalığı gezdirelim mi?”
“Bana uyar.”
“Takip edilmek çok ilginç,” dedi Nöjd. “Benim için yeni bir deneyim.”
Saatte yirmi kilometre hızla gidiyordu ama diğer araba onu geçmeye yeltenmedi bile.
“Sağımız Domme. Sigbrit Mård ve Folke Bengtsson orada yaşıyordu. Arabayla gitmek ister misin?”
“Şu anda değil. Orada doğru düzgün bir kriminal inceleme yapıldı mı?”
“Sigbrit’in evinde mi? Hayır, yürüttük diyemem. Biz eve gittik, biraz etrafa bakındık ve yatağının üstündeki o fotoğrafı aldım. Bir de sanırım orada burada parmak izimizi bıraktık.”
“Eğer ölmüşse…”
Martin Beck birden sustu. Bayağı aptalca bir soruydu.
“Ve onu ben öldürseydim, cesedini ne yapardım? Bunu ben de düşündüm. Ama çok fazla ihtimal var. Bir sürü bataklık çukuru ve yıkık dökük ev. Barınaklar ve harabeler. Upuzun Baltık Denizi kıyısı, boş yazlık evler. Orman, çalılık, hendek, bir sürü yer olabilir.”
“Orman mı?”
“Evet, Börringe Gölü’nün orada. Polis eskiden doğu kıyısının oradaki bir açık alanda nişan yarışı düzenlerdi. 68’deki fırtınadan bu yana öyle bir karman çorman oldu ki tankla bile giremezsin içine. O yığıntıdan kurtulmak yüz yıl alır. Ayrıca… Bu arada torpidoda bir harita var.”
Martin Beck haritayı çıkarıp açtı.
“Şu anda Alstad’dayız, Route 101’den Malmö istikametinde ilerliyoruz. Oradan yönünü bulabilirsin.”
“Bütün yol boyunca bu kadar yavaş sürmeyi mi planlıyorsun?”
“Hayır. Tanrım! Tamamen dalmışım. Arkamızdaki sıkı herifleri kaybetmeyelim dedim.”
Nöjd sağa doğru saptı. Yeşil araba takip etti.
“Artık Anderslöv polis bölgesinden çıktık,” dedi. “Ama kısa süre sonra tekrar gireceğiz.”
“Bir dakika önce ne diyecektin? Ayrıca… ne?”
“Ah evet. Ayrıca, Sigbrit Mård’ın birisi tarafından arabayla alınmış olması genel kanı diyebilirim. Hatta böyle diyen bir tanık da var. Haritaya bakarsan, bu bölge içinden geçen üç ana yol göreceksin. Eski Ana Cadde, az önce ayrıldığımız; Route 10, Trelleborg’dan Ystad’a kadar deniz kıyısını takip ederek sonra ta Simrishamn’a kadar giden; ve son olarak da yeni Avrupa Route 14 otoyolu, Polonya’dan Ystad’a gelen feribotlara bağlanıp Malmö içinden geçerek Tanrı bilir nereye kadar uzuyor. Bunun da üstünde, ülkenin başka hiçbir yerinde dengi bulunmayan örümcek ağı gibi karışık arka yollarımız var.”
“Anladım,” dedi Martin Beck.
Doğruya doğru, araba tutmaya başlamıştı.
Yine de bu onu içinden geçtikleri araziyi incelemekten alıkoymamıştı. Daha önce ülkenin bu kısımlarında hiç bulunmamıştı ve eski Edvard Persson filmlerinden hatırladıklarından öte bir bilgisi yoktu. Skåne düzlüklerinin kendine has tatlı bir güzelliği vardı. Burası nüfusu yoğun, kırsal bir cennet değildi, tek bir arazi parçasıydı ve kendi içinde bir uyum taşıyordu.
Martin Beck birdenbire, kırsal kesimdeki koşullara dair genel şikâyetlerden bağımsız bir cümleyi hatırladı. “İsveç çürümüş bir ülke, ama çok güzel çürümüş bir ülke.” Birisi böyle demiş ya da yazmıştı ama Martin Beck kim olduğunu hatırlayamadı.
Nöjd konuşmayı sürdürdü.
“Anderslöv bölgesi biraz sıra dışıdır. Bürokrasiye gömülmediğimiz zamanlarda genelde trafikle uğraşırız. Mesela, devriye arabası yılda 75 bin kilometre yapar. Kasabada yaklaşık bin kişi, tüm bölgede ise belki on bin kişi yaşar. Ama yirmi iki kilometrelik plajımız var ve yazın nüfus otuz binleri geçer. Dolayısıyla yılın bu zamanı neden bu kadar çok binanın bomboş durduğunu anlayabilirsin. Şimdiye değin hep tanıdığımız insanları anlatıyorum, onları nerede bulacağımızı biliriz. Ama her dakika kontrol edemediğimiz bir beş bin, altı bin kişinin daha olduğunu tahmin ediyorum, eski evlerde ya da karavanlarda yaşayan, sonra taşınıp yerlerine gelen başka insanlar.”
Martin Beck sıra dışı derecede güzel, bembeyaz kireç boyalı bir kiliseye baktı. Nöjd bakışını takip etti.
“Dalköpinge,” dedi. “Kartpostal güzelliğinde kiliselere ilgi duyuyorsan, sana en az otuz tane bulurum. Bütün bölge çapında tabii.”
Sahil yoluna geldiler ve doğuya doğru döndüler. Deniz sakin ve grimsi maviydi. Ufukta yük gemileri duruyordu.
“Demek istediğim, eğer Sigbrit ölmüşse, olabileceği bir sürü farklı nokta var. Eğer birisi onu arabayla gezdirdiyse, Folke ya da bir başkası, o zaman bu bölgede bile olmama ihtimali çok yüksek. Bu durumda da binlerce olasılık daha eklenir.”
Sahil manzarasına doğru bakış attı. “Muhteşem, değil mi?”
Memleketiyle gurur duyduğu belliydi.
Haksız sayılmaz, diye içinden geçirdi Martin Beck.
Smygehuk’u geçtiler.
Yeşil Fiat ise sadık bir şekilde hâlâ peşlerindeydi.
“Smygehamn,” dedi Nöjd. “Benim zamanımda buraya Doğu Torp denirdi.”
Köyler birbirine yakın kurulmuştu. Beddingestradn. Skateholm. Kısmen sahil evlerine dönüştürülmüş, balıkçı köyleriydi buralar ama hâlâ güzellerdi. Yüksek binalar ya da pahalı oteller yoktu.
“Skateholm,” dedi Nöjd. “Benim mıntıkam burada sona eriyor. Artık Ystad Bölgesi’ne giriyoruz. Seni Abbekås’a götüreyim. Burası Dybeck. Bataklık ve sefalet. Tüm sahilin en kötü kısmı. Belki de kadın orada çamurların arasında bir yerde. Tamam, burası Abbekås.”
Nöjd köyün içinden arabayla yavaş yavaş geçti.
“Evet, burada yaşıyordu işte,” dedi. “Kadınlardan vazgeçmeme sebep olan kadın. Limana bakmak ister misin?”
Martin Beck cevap verme zahmetine girmedi.
Oturup balıkçılık anılarını anlatmak için bankları ve denizci keplerini takmış, birkaç yaşlı adamı olan küçük bir limandı. Üç balıkçı teknesi. Balık sandıkları istiflenmişti ve birkaç balıkçı ağı kurumaya asılmıştı.
Arabadan inip iki ayrı iskele babasına oturdular. Suyun kırıldığı noktanın üstünde martılar çığlık atıyordu.
Yeşil Fiat yirmi metre ötede durdu. İki adam ön koltuktan kalkmadılar.
“Onları tanıyor musun?” dedi Martin Beck.
“Hayır,” dedi Nöjd. “Gazeteciler sanırım. Bir şey istiyorlarsa, buraya gelip konuşabilirler. Orada öylece oturup izlemek çok sıkıcı olur.”
Martin Beck hiçbir şey demedi. O gittikçe yaşlanıyor, muhabirler de gittikçe gençleşiyordu. İlişkileri her yıl kötüye gidiyordu. Ayrıca polisler artık eskisi kadar popüler değildi, eskiden popüler olduklarını varsayarsak yani. Şahsen Martin Beck mesleğinden utanç duyma gereği hissetmiyordu ama birçok adamın utandığını biliyordu ve utanması gereken daha pek çok da adam tanıyordu.
“Ben ve kadınlar hakkındaki çıkarımın neydi?” diye sordu Nöjd.
“Sigbrit Mård hakkında çok az şey bildiğimizi düşündüm. Dış görünüşünü ve nerede çalıştığını biliyoruz, hiç kimseye yük olmadığını biliyoruz. Boşanmış olduğunu, çocuğu olmadığını biliyoruz. Hepsi bu kadarcık. Kadının tam da birçok kadının, özellikle çocuğu yoksa, ailesi ya da özel bir ilgi alanı yoksa, hayata karşı hayal kırıklığı yaşadığı bir yaş döneminde olduğunu düşündün mü? Menopoza yaklaştıkları, kendilerini yaşlı hissettikleri bir dönemde? Hayatlarının boşa geçtiğini, özellikle cinsel hayatlarının heba olduğunu hissederler ve genellikle aptalca şeyler yaparlar. Kendilerinden genç erkeklere çekim duyar ya da saçma sapan yasak ilişkiler yaşarlar. Çoğu zaman da parasal ya da duygusal açıdan kendilerini kaptırırlar.”
“Ders için teşekkürler,” dedi Nöjd.
Yerden bir tahta parçası alıp suya fırlattı. Köpek hemen suya atlayıp tahtayı kaptı.
“Şahane,” dedi Nöjd. “Şimdi arka koltuğu iyice batıracak. Yani Sigbrit’in gizli bir seks yaşamı olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Bence mümkün. Yani özel hayatını yakından incelememiz lazım. Yapabildiğimiz kadar. Yani belki de, sonuçta bir ihtimal, kendinden yedi sekiz yaş küçük bir erkekle kaçmış olabilir. Bir süre mutlu olmak için her şeyden kaçış. Sadece iki haftalığına ya da iki aylığına da olsa.”
“Bir güzel becerilmek için,” dedi Nöjd.
“Ya da bağ kurabildiğini sandığı bir insanla konuşma şansı için.”
Nöjd başını yana eğip sırıttı.
“Bu bir teori,” dedi. “Ama ben katılmıyorum.”
“Çünkü duruma uymuyor.”
“Doğru. Hem de hiç uymuyor. Bir planın var mı? Yoksa bu münasebetsiz bir soru mu oldu?”
“Lennart gelene kadar beklemeyi planlıyorum. Ondan sonra Folke Bengtsson ve Bertil Mård ile gayriresmî bir sohbet etmeyi düşünüyorum.”
“Ben de seve seve eşlik ederim.”
“Hiç şüphem yok.”
Nöjd kahkahayı bastı. Sonra ayağa kalktı, yeşil arabaya doğru yürüyüp camı tıklattı. Kızıl sakallı genç bir adam olan sürücü, camı indirdi ve ona soru sorar gibi baktı.
“Artık Anderslöv’e dönüyoruz,” dedi Nöjd. “Källstorp içinden geçip erkek kardeşimden yumurta alacağım. Ama siz Skivarp’tan geçen yolu izlerseniz, gazeteniz biraz daha az para harcamış olur.”
Fiat onları takip etti ve yumurta alımını takipte kaldı.
“Polise güvenmedikleri çok belli,” dedi Nöjd.
* * *
Bunun haricinde o gün, yani 2 Kasım Cuma günü hiçbir şey olmadı.
Martin Beck mecburi Trelleborg ziyaretini gerçekleştirip Başkomiser ve Emniyet Amiri ile buluştu, adam Kriminal Şube’nin başıydı. Martin Beck amirin odasına hayran kalmıştı çünkü limana bakıyordu.
Kimsenin dosya hakkında söyleyeceği bir söz yoktu.
Sigbrit Mård on yedi gündür kayıptı ve herkesin tek bildiği, Anderslöv’de dolanan dedikodulardı.
Öte yandan, dedikodular genelde sağlam temele dayanırdı.
Ateş olmayan yerden duman çıkmazdı.
O akşam Kollberg telefon etti, araba kullanmaktan nefret ettiğini, geceyi Växjö’de geçirmeyi planladığını anlattı.
“Anderstorp’ta işler nasıl gidiyor?” dedi.
“Anderslöv.”
“Ah, evet.”
“Çok tatlı bir yer ama gazeteciler şimdiden ensemizde.”
“Sen üniformanı giy, daha çok saygı görürsün.”
“Şu zeki yorumların olmasa!” dedi Martin Beck.
Arkasından Rhea’yı aradı ama ulaşamadı.
Bir saat sonra tekrar denedi, en son yatmadan önce de aradı.
Bu kez kadın evdeydi.
“Bütün akşam sana ulaşmaya çalıştım,” dedi.
“Gerçekten mi?”
“Ne yapıyordun?”
“Seni ilgilendirmez,” dedi Rhea neşeli neşeli. “Nasıl gidiyor?”
“Emin değilim. Bir kadın ortadan kaybolmuş.”
“İnsanlar durup dururken ortadan kaybolmaz. Bunu bilmen gerek, sen bir polissin.”
“Sanırım seni seviyorum.”
“Sevdiğini biliyorum,” dedi Rhea mutlu bir şekilde. “Sinemaya gittim, sonra da Butlers’da bir şeyler yedim.”
“İyi geceler.”
“Tek istediğin bu muydu?”
“Hayır, ama bekleyebilir.”
“İyi uykular, sevgilim,” dedi Rhea ve telefonu kapattı.
Martin Beck bir şarkı mırıldanarak dişlerini fırçaladı. Eğer birisi orada olup da duysaydı muhtemelen çok garipserdi.
Ertesi gün tatildi. Azizler Yortusu. Yine de birilerinin tatilini her zaman zehir edebilirdi. Malmö’deki Månsson’un mesela.
6
“Ben ömrüm boyunca birçok hödükle tanıştım,” dedi Per Månsson, “ama Bertil Mård kadarını görmedim.”
Månsson’un Regements Caddesi’ne bakan balkonunda oturmuş, güzel günün keyfini çıkarıyorlardı.
Martin Beck, sırf eğlencesine Malmö otobüsüne binmişti ve muhtemelen Sigbrit Mård’ın bitiremediği yolun tümünü seyahat edip bitirmişti.
Aynı zamanda otobüs şoförünü sorguya çekmeyi denemişti ama beyhudeydi çünkü adam yedek şofördü ve o gün mesaide değildi.
Månsson iri yarı, keyfine düşkün bir tipti, yaşamı hafife alırdı ve pek abartılı tabirler kullanmazdı. Ancak şimdi şöyle dedi:
“O adam bence hödüğün önde gideniydi.”
“Deniz kaptanlarının çoğu tuhaftır,” dedi Martin Beck. “Genellikle çok yalnız oluyorlar, eğer baskıcı tiplerse, çok haşin ve otokrat davranabiliyorlar. Dediğin gibi, ayıya dönüşüyorlar. Tek konuştukları insan, şefleri oluyor.”
“Şefleri mi?”
“Baş Makinist.”
“Ah.”
“Çoğu çok içki içer ve tayfasına zorbalık eder. Ya da onlar yokmuş gibi davranır. Arkadaşlarıyla konuşmaz bile.”
“Gemiler hakkında çok bilgilisin.”
“Evet, hobimdir. Bir keresinde bir gemide geçen bir dosyayı çözmüştüm. Cinayet. Hint Okyanusu’nda. Bir yük gemisinde. Hayatımda üstünde çalıştığım en ilginç dosyaydı.”
“Eh, ben Malmöhus’un kaptanını tanıyorum. Gayet düzgün bir arkadaş.”
“Yolcu gemileri genelde farklıdır. Sahipleri farklı bir memur yerleştirir oraya. Sonuçta, kaptanlar yolcularla sosyalleşmek zorunda kalır. Büyük gemideyse, bir kaptan masası vardır.”
“O ne?”
“Yemek salonunda kaptanın kendine ait masası. Birinci sınıf yolculardan en ağır topları ağırlayıp eğlendirmek için.”
“Anladım.”
“Fakat Mård şileplerle denize açılırdı. Arada keskin bir fark var.”
“Evet, adam bildiğin kibirliydi,” dedi Månsson. “Bana bağırdı ve karıma küfretti. Aşağılık herif. Kendini çok ahım şahım bir şey sanıyordu. Kaba ve ukala. Ben gayet rahatımdır ama orada resmen tepem attı. Bunun için çok uğraşılması gerek.”
“Geçimini nereden kazanıyor?”
“Limhamn’da bir birahanesi var. Hep aynı hikâye. Ekvador’da mı, Venezuela’da mı ne, karaciğeri iflas edene kadar içmiş. Orada bir süre hastanede yatmış. Sonra şirketi onu eve postalamış. Temiz sağlık belgesi vermemişler, böylece bir daha gemide çalışamamış. Anderslöv’de karısının yanına taşınmış ama geçinememişler. Şişenin dibini görüp kadını dövmüş. Kadın yaka silkmiş, ondan kurtulmak istemiş. Ama adam istememiş. Yine de kadın boşanmayı başarmış.”
“Nöjd, onun ayın 17’si için iyi bir mazereti olduğunu söyledi.”
“Evet, sayılır. Alem yapmak için feribotla Kopenhag’a gitmiş. Ama çürük bir mazeret bu. Bence. Ön salonda oturduğunu iddia ediyor. Feribot bugünlerde on ikiye çeyrek kala kalkıyor, eskiden tam on ikide kalkardı. Adam salonda yalnız olduğunu ve garsonun akşamdan kalma olduğunu söyledi. Ekipten bir kişi içeride bozuk para atılan makineyle oynuyormuş sadece. Ben de genelde o vapura binerim. Garson, ki adı Sture, her zaman akşamdan kalmadır, göz altları torba torba. Ve aynı çalışan, genellikle orada dikilip makineye bir kronluk bozukluk atar.”
Månsson içkisinden höpürdeterek bir yudum içti. Hep aynı şeyi içerdi, cin ve üzüm suyu aromalı soda karışımı. Bu bir Finlandiya-İsveç spesiyaliydi, Gripenberger adını pek tanınmayan bir memur ve asilzadeden almış.
Malmö’de hava güzeldi. Şehir pek yaşanabilir bir yer değildi.
“Bence Bertil Mård ile şahsen konuşmalısın,” dedi Månsson.
Martin Beck başıyla onayladı.
“Feribottaki tanık onun kimliğini teyit etti,” dedi Månsson. “Hafızana kazınıyor dış görünüşü. Tek sıkıntı, bu tür olaylar her gün yaşanıyor. Feribot buradan aynı saatte, genelde aynı yolcularla yola çıkıyor. Çalışanların, iki hafta sonra birisini hatırlamasına bel bağlayamazsın, doğru günü mü hatırlıyorlar, emin olamazsın. Sen adamla kendin bir konuş, bakalım sen ne düşüneceksin.”
“Ama sen onu çoktan sorguya çektin, değil mi?”
“Evet ve pek ikna olmadım.”
“Arabası var mı?”
“Evet. Batı Yakası’nda oturuyor, kolun uzunsa buradan bir taş atımı uzaklıkta. Mäster Johans Caddesi no 23. Anderslöv’e arabayla gitmesi yarım saatini alır. Aşağı yukarı.”
“Bunu nereden çıkardın?”
“Ara sıra gidip gelmiş sanki.”
Martin Beck soruyu üstelemedi.
Günlerden 3 Kasım Cumartesi’ydi ve yaz havası vardı. Aynı zamanda tatildi, Azizler Günü’ydü, ama Martin Beck, buna rağmen Kaptan Mård’ın huzurunu bozmayı planlıyordu. Adamın dindar olma ihtimali oldukça düşüktü.
Kollberg’den hiç ses çıkmamıştı. Belki de Växjö’yü beğeneceği tutmuştu da bir gün orada takılmaya karar vermişti. İyi ama neresini beğenecekti ki? Belki de birisi yasa dışı kerevitlerle onu baştan çıkarmıştı. Elbette dondurulmuş kerevit artık bulunuyordu ama Kollberg kolay kolay kanmazdı. Hele hele kerevit konusunda.
Rhea o sabah telefon edip neşesini yerine getirmişti. Her zamanki gibi. Bir yıl içinde Martin Beck’in hayatını değiştirmiş ve onu bir zamanlar sevdiği, ona iki çocuk ve çokça güzel anlar veren bir kadınla sürdürdüğü yirmi yıllık evlilikten daha fazla tatmin etmişti. Rahatlıkla sayabilirdi. Bu yüzden ‘vermek’ kötü bir kelimeydi. Bu işte birliktelerdi, değil mi? Evet, belki öyleydi ama Martin Beck hiçbir zaman karısıyla bu hissi yaşamamıştı.
Rhea Nielsen ile her şey bambaşkaydı. Özgür ve açık bir ilişki yaşıyorlardı. Belki de fazla özgür ve fazla açıktı, arada bir Martin Beck böyle hissediyordu. Ama öncelikle ve hepsinden önemlisi, bu garip biçimde kusursuz kadına karşı olan sevgisini aşan bir birliktelik bilinci yaşıyordu. Onunla birlikte, daha önce hiç mümkün olmayan bir biçimde insanlarla sıkı fıkı olmaya başlamıştı. Rhea’nın Stockholm’deki binası diğer apartmanlardan oldukça farklıydı. Buraya komün de diyebilirdiniz, ancak bu hafife alınmış terimin garantilediği ama çoğunlukla hayali olan, negatif imaları barındırmıyordu. Komün hayatı yaşayan insanlar esrar içer, tavşan gibi sevişirdi. Günün geri kalanında bir sürü saçmalık geveler ve makrobiyotik gıdalar yerlerdi, kimse çalışmaz, günlük yaşarlardı. Komün üyeleri genelde kendilerini hain bir toplum sisteminin kurbanları gibi görürdü. Genellikle LSD alır, uçabildiklerini sanır ya da uçlara erişebilmek için arkadaşlarının karnına sivri topuklarını batırır ya da intihar ederlerdi.
Martin Beck yakın zamana kadar komünler hakkında bunları düşünüyordu, en azından zaman zaman ve kısmen. Bu düşüncenin altında kesinlikle bir doğruluk payı vardı.
Martin Beck konumu sayesinde özel raporları okuma fırsatını yakalayabiliyordu. Raporların çoğu siyasiydi ve onları doğrudan gizli belgeler için açtığı gönderilecekler sepetine atıyordu, belgeler de orada temizlenmek üzere bir sonraki bürokrata aktarılmayı bekliyorlardı. Ama genelde kendi mesleğiyle bağlantılı gibi gözükenleri okuyordu. Mesela intihar, gittikçe ilgisini çeken bir konu başlığı olmaya başlamıştı ve bu konuda gizli yazılar artan bir sıklıkla ortaya çıkıyordu. Vaziyet hep aynıydı: İsveç, rapordan rapora artan bir farkla dünyaya öncülük ediyordu. (Emniyet Genel Müdürü’nün diğer bütün talimatlarında talep edildiği gibi bu bilgi de dışarı sızdırılmamalıydı.) Buna mukabil açıklama değişiyordu. Diğer ülkeler istatistik hilesi yapıyordu. Uzun süredir revaçta olan tutum Katolik ülkeleri hedef tahtasına koymaktı ama başpiskopos ve polis teşkilatının yüksek katlarındaki dini bütün polis müdürleri bu duruma itiraz etmişti. İstihbarat teşkilatı da itiraz ediyordu. Gerekçeleri papazları uzun süre casus olarak kullanamamalarıydı. İstihbaratın esrarengiz havaları, saklamaya çalıştıkları bilginin kesinlikle dışarı çıkacağı anlamına geldiğinden Emniyet Genel Müdürlüğü’nde rahat bir nefes alındı. Dedikodulara göre Emniyet Genel Müdürü’nün kendisi İsveçli papazlara karşı kuşkularını dile getirmişti. Bunlardan bir kısmı Kızıllar tarafından örgütlenmişti. Papazların İsveçli komünistleri ispiyonlaması ya da Sovyetlere karşı kararlı bir tutum alması düşünülemezdi.
Ancak bu her zamanki gibi öylesine bir söylenti. Dışarı çıt çıkmasın der insan bazen şakayla. Ancak sadık ezberciler kalıbı değiştirmezdi. Dışarı çıt çıkmayacak, o kadar.
Hepsi buydu.
En sonuncu intihar manifestosunun dikkat çekici noktaları şunlardı: Kendini vuran ya da Väster Köprüsü’nden atlayan çoğu kişi aslında bir güzel kafaları çekip sarhoş olduğundan, üstüne de bir şişe uyku hapı içtiğinden ölüyordu ve bunlar kazara zehirlenme olarak adlandırılıyor ya da tamamen istatistiklerden çıkarılıyordu, bu da çok hayırlı oluyordu.
Martin Beck bu konuları çok düşünüyordu.
Månsson, Gripenberger’ine biraz üzüm suyu döktü. Bir süredir konuşmamıştı ve kılık kıyafetinden anlaşıldığı kadarıyla da bir yere gitmeyi planlamıyordu.
Üstünde bir atlet, pijama altı ve havlu terlik vardı, ayrıca bir de bu takımın bir parçası gibi gözüken bir bornoz.
“Karım birazdan burada olur,” dedi. “Genelde saat üçte damlar.”
Månsson anlaşılan beş günlük bekâr günlerine geri dönmüştü, haftanın beş gününü yalnız, hafta sonlarını da karısıyla geçiriyordu.
İki ayrı evleri vardı.
“Güzel bir sistem,” dedi. “Doğru, bir yıl filan Kopenhag’da bir kız arkadaşım oldu. Şahaneydi ama biraz fazla oldu. Eskisi kadar genç değilim ben de.”
Martin Beck yanındaki adamın söylediklerini bir an düşündü.
Doğru, Månsson ondan büyüktü ama taş çatlasın iki yaş büyüktü.
“Ama devam ettiği sürece bana çok iyi geldi. Adı Nadja’ydı. Hiç tanıştın mı, bilmiyorum.”
“Hayır,” dedi Martin Beck.
Birdenbire konuyu değiştirmek istedi.
“Bu arada Benny Skacke neler yapıyor?”
“Fena değil. Artık komiser oldu ve fizyoterapist sevgilisiyle evlendi. Geçen baharda küçük bir kızları oldu. Bir pazar günü dünyaya geldi, beklenenden biraz erken oldu. Benny, o sırada Minnesberg’de futbol oynuyordu. Hayatındaki bütün önemli olayların hep futbol oynarken başına geldiğini söylüyor. Ne demek istiyor, Tanrı bilir.”
Martin Beck, Skacke’nin neyi kastettiğini adı gibi biliyordu ama hiçbir yorum yapmadı.
“Ne olursa olsun iyi bir polis,” dedi Månsson. “Onun gibilerden artık az bulunuyor. Maalesef burada mutlu olmadığını hissediyorum. Bu şehre nedense hiç alışamadı. Neredeyse beş yıldır burada ama bence hâlâ Stockholm’ü özlüyor.
“Onca yer dururken,” diye ekledi felsefi bir edayla ve bardağındakileri mideye indirdi.
Sonra abartılı bir jestle kol saatine baktı.
“Ben artık gitsem iyi olur,” dedi Martin Beck.
“Evet,” dedi Månsson. “Tam da sana Mård’ı ayık yakalamak istiyorsan, öyle yap diyecektim. Ama tabii asıl neden bu değil.”
“Ya?”
“Hayır. Biraz daha kalırsan, on beş dakika sonra karımla tanışırsın. Bu durumda da giyinmem gerekir. Karım biraz gelenekseldir ve benim önemli polis şeflerinin karşısında bu kılıkta oturmamdan hiç hoşlanmaz. Sana taksi çağırayım mı?”
“Yürümeyi yeğlerim.”
Martin Beck, Malmö’ye daha önce defalarca gelmişti ve yol iz bilirdi, en azından şehir merkezinde.
Ayrıca hava güzeldi ve Martin Beck, Bertil Mård ile konuşmadan önce aklındaki düşünceleri bir gözden geçirmek istiyordu.
Månsson’un, onu varsayımlarla bezediğinin bilincindeydi.
Zaten bu dosya da varsayımların başrolde olduğu bir vaka olacaktı.
Varsayımlar asla iyi olmazdı. Düşüncelerini tamamen etkilemelerine izin vermek, onları yok saymak kadar tehlikeliydi. Bir varsayımın, önceden geliştirilmiş olmasına rağmen, doğru olabileceğini her zaman hatırlamak zorundaydı insan.
Martin Beck, Mård’ı değerlendirmek için can atıyordu. Yakında yüz yüze geleceklerinin farkındaydı.
Birahane tatil günü olması sebebiyle kapalıydı. Månsson, Mäster Johans Caddesi’ndeki evi gözetlemesi için bir polis görevlendirme zahmetine girmişti ve Mård evden ayrılacak olursa haber vermesini tembihlemişti.
7
Polis memuru, bir evi gözetlemiyormuş gibi yaptığı bir parodiyle televizyona çıksa büyük başarı elde ederdi. Ayrıca ev çok küçüktü ve iki yandaki binalar yıkıktı. Memur sokağın karşısında, elleri arkasında, gözleri uzaklara dalmış fakat durmadan kapıya uzun uzun bakışlar atıyordu.
Martin Beck biraz uzakta durup seyretti. Bir dakika falan geçti ve çaylak polis sokakta yürüyüp kapıyı yakından inceledi. İsim tabelasını dürtükledi. Sonra tekrar dikildiği noktaya dönüp özenle umursamaz bir ifade takındı, arkasında herhangi bir uygunsuzluk olup olmadığını kontrol etmek için kendi ekseni etrafında döndü. Gizli ya da hassas görevlere atanan diğer birçok polis gibi siyah ayakkabı, koyu mavi çorap, üniforma pantolonu, açık mavi gömlek giymiş ve koyu mavi kravat takmıştı. Buna sarı bir kep, kocaman parlak düğmeli ve manşetleri kırmızı sarı işlemeli deri bir ceket eklemiş, yakasına da Martin Beck’in bile Malmö Futbol Kulübü’ne ait olduğunu bildiği beyaz ve gök mavisi renklerinde bir atkı atmıştı. Ceketi sağ tarafta şişkinlik yapmıştı, sanki altında bir şişe içki duruyordu.
Martin Beck yaklaşınca yılan ısırmış gibi sıçradı ve sanki kepinin siperliği varmış gibi selam vermek için elini kepine götürdü. Hemen rapor vermeye başladı.
“Binadan kimse ayrılmadı, Başkomiserim.”
Martin Beck tanınması karşısında yaşadığı şaşkınlıkla bir saniye sessizce dikildi. Ardından uzanıp atkıyı baş ve işaret parmağı arasında yokladı.
“Annen mi ördü?”
“Hayır, efendim,” dedi genç adam kızararak. “Örmedi. Kız kardeşimin erkek arkadaşı yaptı. Adı Enok Jansson efendim ve çok güzel örgü örer, aslında postanede çalışıyor, işi var. Televizyon seyrederken bile örgü örebiliyor.”
“Mård arka kapıdan çıkmış olabilir mi?”
Çaylak polis daha da çok kızardı.
“Ne?” dedi. “Ama bu imkânsız.”
“Öyle mi?”
“Şey, efendim, aynı anda evin hem önünde, hem de arkasında duramam sonuçta. Bu mümkün değil. Siz… Efendim, bu yüzden beni şikâyet etmeyeceksiniz ya?”
Martin Beck hayır anlamında kafasını salladı. Karşıdan karşıya geçti, polis teşkilatının bu garip gençleri nereden bulduğunu merak etti. “En azından doğru ev,” dedi çocuk onu takip ederek. “Üç kere gidip kontrol ettim. Kapıda Mård yazıyor.”
“Ve değişmedi?”
“Hayır, efendim. Sizinle birlikte gireyim mi? Yani ihtiyacımız olursa, tabancam filan yanımda. Telsizim de gömleğimin altında, o yüzden kimse göremez yani.”
“Hoşça kal,” dedi Martin Beck, zile elini götürerek.
Bertil Mård zil daha çalmadan kapıyı açtı.
Onun da üstünde üniforma pantolonu vardı; siyah pantolon, yelek ve tahta sabolar. Dün gece içtiği içkilerden kalma koku etrafını leş gibi bir duvar şeklinde çevreliyordu, tıraş sonrası losyonuyla karışıktı ve kocaman ellerinden birinde bir şişe Florida Water ve açık bir ustura tutuyordu ki usturayı çaylak polise doğru salladı.
“Kim bu palyaço?” diye bağırdı, “iki saattir orada dikilmiş, evime bakıyor?”
“Bir kanun adamına hakarettir bu,” dedi çaylak polis ukalaca.
“Seni bir daha görürsem, seni küçük sivil piç, kulaklarını keserim,” diye haykırdı Mård.
“Bu da bir memuru tehdit…”
“Hiç değil,” dedi Martin Beck, kapıyı arkasından kapatarak. “Hiç değil…”
“Ne demek ‘hiç değil’?” dedi Mård. “Ne oluyor ya?”
“Sen bir dakika sakinleş.”
“Sakinleşmem. Rahat bırakılmak istiyorum. Kostümlü çocukların beni gözetlemesini istemiyorum. Dahası, ben istediğimi alırım, alışkanlığımdır. Ya sen de kimsin? Siktiğimin başkomiseri mi?”
“Aynen,” dedi Martin Beck.
Adamın yanından geçerek iki adım attı ve odanın içine şöyle bir göz gezdirdi. İçerisi sanki elli kişi uyumuş ve bu uyuyanlar insan değilmiş gibi kokuyordu. Pencerelerin önlerine yağ lekeli eski battaniyeler ve yırtık pırtık yorgan içleri çivilenmişti, içeriye çok az ışık giriyordu. Ama köşelerden kaldırıp dışarı bakmak mümkündü. Bir duvar dibine haftalardır, belki de aylardır toplanmadığı belli olan bir yatak konmuştu. Bunun haricinde mobilya olarak dört sandalye, bir masa ve büyük bir gardırop vardı. Masada bir bardak ve iki şişe 120-derece mavi etiketli, kaçak Rus votkası duruyordu, şişelerden biri boştu, diğeri yarı doluydu. Bir köşede kocaman bir kirli çamaşır yığını istiflenmişti ve arka kapıdan mutfak görünüyordu, dağınıklığı ve pisliği tarif etmek imkânsızdı, ayrıca Mård’ın tıraş olmayı yarıda bıraktığı banyo da seçiliyordu.
“108 ülke gezdim,” dedi Mård. “Hayatımda böyle bokluk görmedim. Polisler senin peşinde. Sosyal güvenlik senin peşinde. Ya da maliyeciler, yeşilaycılar, devlet dairesi ya da her ne sikim deniyorsa. Ya da elektrik şirketi, gümrük ya da nüfus müdürlüğü ya da sağlık bakanlığı. Hatta siktiğimin postanesi bile, ben posta mosta istemiyorum.”
Martin Beck, Mård’a daha yakından baktı. Heybetli bir adamdı, rahat 1.85 boyunda vardı, en az 125 kiloydu. Siyah saçlı, koyu kahverengi, keskin gözlüydü.
“Söylesene Mård, tam 108 ülke olduğunu nereden biliyorsun?” diye sordu Martin Beck.
“Bana Mård deme. Herkesin bana eski kankasıymış gibi davranmasından hoşlanmam. Bana ‘beyefendi’ ya da en azından ‘efendim’ dersen iyi olur. Nereden mi biliyorum? Çetelesini tutuyorum çünkü. Yüz sekizinci ülke Yukarı Volta’ydı. Kazablanka’dan oraya uçakla gittim. 107. ülke Güney Yemen’di. Ama yemin ederim en berbat yerdi. Kuzey Kore ve Honduras’ta hastanede yattım, Makao, Dominik Cumhuriyeti, Pakistan ve Ekvador’da da. Ama hayatımda burada, Malmö’de geçen yaz gördüğümden daha kötü bir hastane görmedim. 1890 yılından kalma gibi duran bir koğuşa tıkıldım. İçeride yirmi dokuz kişiydik ve on yedi tanesi yeni ameliyattan çıkmıştı. Sonra sıçtığımın sosyal hizmet çalışanları gelip ne diye sızlandığımızı soruyorlar. Ağzımızı açmamamız gerekiyor, ne de olsa bedava ya! Vergiciler ensene sülük gibi yapışmışken. Bana söyler misin, şu içine sıçtığımın hükümeti nasıl hâlâ iktidarda? Böyle şeylerden dolayı insanları astıkları bir sürü yere gittim ben.”
Mård etrafına bakındı.
“İçerisi de pis,” dedi. “Temizliği pek beceremiyorum. Nasıl yapıldığını bilmiyorum.”
Boş votka şişesini alıp mutfağa taşıdı.
“İşte,” dedi. “Daha iyi oldu. Şimdi ben sana bir soru sormak istiyorum. Burada ne halt dönüyor? Ben tıraş olurken o geri zekâlı neden kapımı tırmalıyor? Günde iki kere tıraş olurum muhakkak, sabah altıda ve öğleden sonra üçte. Her zaman da kendim tıraş olurum. Ustura kullanmayı severim. Daha temiz oluyor.”
Martin Beck konuşmadı.
“Bir soru sordum,” dedi Mård. “Cevap da alamadım.
Sen kimsin? Evimde ne bok yiyorsun?”
“Adım Martin Beck, polisim. Başkomiserim ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı Cinayet Büro’nun amiriyim.”
“Ne zaman doğdun?”
“25 Eylül 1922.”
“Pekâlâ. Bir değişiklik yapıp soruları soran olmak eğlenceliymiş. Ne istiyorsun?”
“Karın 17 Ekim’den beri kayıp.”
“Eee?”
“Nerede olduğunu merak ediyoruz.”
“Peki, ama daha önce de söyledim ya, Tanrı aşkına, bilmiyorum. 17 Ekim günü ben Malmöhus denen tren feribotuna oturmuş, bir şeyler içiyordum. Tamam, kafayı çekiyordum. Şehirdeki tek düzgün vapur bu. Bu ülkede adam gibi yaşayamıyorsun, bu yüzden çoğunlukla Kopenhag vapurlarında oturup içiyorum.”
“Bir çeşit pub işletiyorsun, değil mi Kaptan Mård?”
“Evet, benim adıma iki kadın işletiyor. Tanrı şahidim, mekân temiz, her yer temizleniyor, yoksa onları limana sepetlerdim. Ara sıra ben de içki servisi yaparım. Ne zaman geleceğimi asla önceden bilmezler.”
“Anladım.”
“Cinayetle ilgili bir şeyler geveledin.”
“Evet, mümkün. Birisi onu kaçırmış gibi gözüküyor. Senin mazeretin de tam net değil.”
“Mazeretim gayet net ve sağlam. Ben Malmöhus’taydım. Ama komşu evde bir seks manyağı yaşıyor. Eğer Sigbrit’e bir şey yapmışsa, o karıyı kendi ellerimle boğarım.”
Martin Beck, Mård’ın ellerine baktı. Esaslı elleri vardı. Herhalde bir ayıyı boğabilirdi.
“‘Karıyı’ dedin. ‘Onu’ boğardın yani.”
“Onu kastetmedim aslında. Ben Sigbrit’i seviyorum.”
Birdenbire Martin Beck aklından bir sürü şey geçirdi. Bertil Mård sağı solu belli olmayan, çabuk parlayan, tehlikeli bir adamdı. Uzun yıllardır emirler verirken kendisi çok az şey yapmaya alışmıştı. Muhtemelen çok iyi bir denizciydi ve karada yaşamaya adapte olmakta zorlanıyordu. En kötü ihtimal de dahil olmak üzere her şeyi yapabileceğine inanılabilirdi.
“Hayatımın trajedisi Trelleborg’da doğmuş olmamdır,” dedi Mård. “Hiç istemediğim bir vatandaşlıkla. Tek seferde bir aydan, bilemedin iki aydan uzun dayanamadığım bir ülkede. O zaman bile hastalanana kadar her şey iyi hoştu. Ama Sigbrit’i severdim, hemen hemen her yıl onu görmeye eve gelirdim. Birlikte iyiydik. Sonra yine yola çıkmam gerekirdi. Sonra bu kahrolası olay oldu. Karaciğerim iflas etti ve muayeneden geçemedim.”
Sessizce bir dakika boyunca durdu.
“Çık artık,” dedi birdenbire. “Yoksa delirip çeneni kıracağım.”
“Tamam,” dedi Martin Beck. “Eğer geri dönersem, büyük ihtimal seni içeri atmak için geleceğim.”
“Canın cehenneme,” dedi Mård.
“Karın nasıldır? Nasıl biridir yani?”
“Seni hiç ilgilendirmez. Çık dışarı.”
Martin Beck kapıya doğru bir adım attı.
“Hoşça kal Kaptan Mård,” dedi.
“Bir dakika,” dedi Mård birden.
Florida Water şişesini masaya koyup usturayı katladı.
“Fikrimi değiştirdim,” dedi. “Neden, bilmiyorum.”
Oturup kendine bir kadeh votka koydu.
“Sen içer misin?”
“Evet,” dedi Martin Beck. “Ama şu anda değil ve sek ılık votka hiç değil.”
“Ben de bu şekilde içmezdim,” dedi Mård. “Bir yardımcım ya da boğazımı temizlediğim anda elinde kırılmış buz ve limon dilimleriyle bana koşan bir miçom olsaydı mesela. Bazen pub’ı satıp buralardan alıp başımı gideyim, Panama ya da Liberya’ya açılayım diye düşünmüyor değilim.”
Martin Beck masaya oturdu.
“Tek sıkıntı, hiçbir zaman kendi komutam olmaz. En iyi ihtimalle benim gibi birinin sağ kolu olurdum. Buna da tahammül edemem. O orospu çocuğunu boğardım.”
Martin Beck hâlâ sessizdi.
“Ama en azından açık denizlerde geberene kadar içebilirdim. Sigbrit’i istiyorum ve bir de gemi istiyorum. Şimdi ikisi de yok elimde. Buralarda, geberene kadar da içemiyorum çünkü muhakkak en yakındaki meraklı işgüzar gelip burnunu sokuyor.”
Odada etrafına baktı.
“Sence ben böyle yaşamak istiyor muyum?” dedi. “Sence bu bokluğun içinde yaşamayı seviyor muyum?”
Elini masaya şap diye vurduğunda bardağı neredeyse tepetakla döndü.
“Hayır, ne düşündüğünü biliyorum,” diye kükredi. “Sigbrit’e bir şey yaptığımı sanıyorsun. Ama yapmadım. Bunu kafanıza sokamıyor musunuz? Kahrolası polisler, dünyanın her yerinde hepiniz aynısınız. Polisler sahil domuzlarıdır, gemiye binip biraz içki ve sigaranızı almak karşılığında başınıza bela açmamaya yararlar anca. Millwall’daki pezevengi hatırlıyorum da, o rotada çalışırken vardı bir tane. Sıradan bir ‘aynasız’. Her halat attığımızda orada dikilirdi, selam verir, ‘Evet, efendim,’ ve ‘Görüştüğümüze sevindim, Kaptan,’ derdi, bizden ayrılırken de öyle bir alkol ve tütün yüklenmiş olurdu ki portatif iskeleden karaya zor geçerdi. Burada da aynı şey.”
“Ben senin alkol ya da tütününden istemiyorum.”
“O zaman ne sikim istiyorsun?”
“Eski karına ne olduğunu öğrenmek istiyorum. O yüzden sana nasıl biriydi diye soruyorum. Karakteri nasıldı?”
“İyiydi. İyi biriydi. Ne dememi istiyorsun? Onu seviyorum. Ama beni enselemek için yola çıkmışsın. Anderslöv’deki o polis sana birkaç kere onu dövdüğümü söylemiştir. O herifin bana bir kere yumruk attığını biliyor muydun? Bir tarafı yemez sanırdım. Bütün hayatım boyunca sadece bir kavgada yenildim, o da dörde karşı birdi. Antwerp’te. Ama o haklıydı, ben haksızdım ve biliyordum.”
Martin Beck, Mård’a düşünceli düşünceli baktı.
Adamın kendini iyi bir görünüm verecek şekilde sunmaya çalışıyor olması mümkündü.
“Uzun bir süre evli kaldınız,” dedi Martin Beck.
“Evet. Biz evlendiğimizde Sigbrit daha on sekiz yaşındaydı. İki ay sonra gemiye binip açıldım. Ondan sonra da ben hep gemilerdeydim ama her sene bir iki aylığına eve gelirdim ve o zamanlar birlikte iyiydik.”
“Cinsel anlamda mı?”
“Evet. Beni severdi. Üstünden tren geçmiş gibi olduğunu söylerdi.”
“Yılın geri kalanı boyunca ne olurdu peki?”
“Bana sadık olduğunu söylerdi, ben de hiçbir zaman aksini düşünecek bir sebep görmedim. Ama hep bir ay boyunca azgın olmasını, sonraki on bir ay hiç yapmamasını garip bulurdum. Bunun yalan olmadığını söylerdi. Üstünde düşünme derdi.”
“Ya sen?”
“Eh, elbette, ne zaman bir limana yanaşsak, kerhaneye giderdim.”
“108 ülkenin hepsinde mi?”
“Hayır, kerhaneleri hiç saymadım ama herhalde sayısı yüksektir. İstersen bazılarının adresini verebilirim. Bazı ülkelerde fahişe yok ama. Bir tanesini hatırlıyorum. Romanya’da. Eski bir tekneyle üç ay Köstence’de mahsur kalmıştık ve şehirde bir tane bile fahişe yoktu. Trenle Bükreş’e gittim. Orada da yoktu. Hayatımda hiç öyle bir şey görmemiştim.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/may-shevall/polis-katili-69401650/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.