Savoy Cinayeti

Savoy Cinayeti
Maj Sjöwall
Per Wahlöö
Martin Beck #6
"İsveçli bir sanayici lüks Savoy Oteli’nde herkesin gözü önünde vurulur. Ancak o sırada oradaki kimse saldırganın düzgün bir eşkâlini veremez. Katili bulmak için görevlendirilen Martin Beck soruşturma sonunda şu sonuca varır: Kurbanın birçok karanlık işi, katilin ise kurbanı öldürmek için birçok sebebi vardır.
“Hikâye bizi nereye götürürse götürsün, Sjöwall ve Wahlöö yaşadığımız dünyayı bize yeniden sorgulatmanın bir şekilde yolunu buluyor.”
Val McDermid"

Maj Sjöwall, Per Wahlöö
Savoy Cinayeti

1
Sıcak ve boğucu bir gündü, neredeyse yaprak kıpırdamıyordu. Gün ortasında hava pusluydu ama şimdi gökyüzü açılmıştı, berraktı. Göğün rengi gül pembesinden toz mavisine dönüşüyordu. Güneşin kızıl çemberi birazdan Ven Adası’nın ardında gözden kaybolacaktı. Öresund Boğazı’nın ayna gibi yüzeyini kırıştırmaya başlayan akşam esintisi, Malmö sokaklarına hafif, hoş bir ferahlık taşımıştı. Hafif rüzgârla birlikte, Ribersborg Plajı’na vurup limandan kanallara sızmış, çürümüş atık ve yosun kokusu da çevreye yayıldı.
Burası, İsveç’in geri kalanına çok da benzemiyordu, özellikle konumundan dolayı. Malmö, gece yarısı güneşindense Roma’ya daha yakındır ve ufukta Danimarka kıyılarının ışıkları göz kırpar. Pek çok kış yağmurla karışık karlı, çamurlu ve rüzgârlı geçse de yazları uzun ve ılık olur. Bülbül sesleri eksik olmaz ve geniş parklardaki yemyeşil bitkilerin mis gibi kokuları kaplar etrafı.
İşte 1969 yılının Temmuz başında bu aydınlık yaz akşamı tam da böyleydi. Aynı zamanda ortalık sakin ve sessizdi, in cin top oynuyordu sanki. Turistler hiç fark edilmiyordu, zaten fark edilmezlerdi de. Aylak aylak dolaşan, eğitimsiz esrarkeşlere gelince daha ilk gruplar yeni yeni çıkmıştı ve çoğu, hiçbir zaman Kopenhag’ı geçip de buraya ulaşamadığından ortaya çıkan başkaları da olmayacaktı.
Limana yakın tren istasyonunun karşısındaki büyük otelin içi bile oldukça sessizdi. Yabancı birkaç iş adamı, ayırttıkları odalarla ilgili detayları resepsiyonda konuşuyordu. Vestiyer görevlisi, palto ve ceket askıları arasında rahatsız edilmeden klasiklerden birini okuyordu. Loş barda, alçak sesle konuşan düzenli iki müşteri oturuyor ve kar beyazı ceket giymiş bir barmen duruyordu.
Lobinin sağ tarafında kalan, on sekizinci yüzyıl tarzı, geniş yemek salonu da daha hareketli olmasına rağmen pek bir olay olmuyordu. Birkaç masa genelde tek takılan insanlarla doluydu. Piyanist çalmaya mola vermişti. Mutfağa giden çift kanatlı kapıların önünde bir garson dikilmişti, elleri arkasında, büyük açık camlardan dışarıya bakarken düşünceliydi. Muhtemelen fazla uzakta olmayan kumsalları hayal ediyordu.
İyi giyimli, farklı cinsiyet ve yaşlardan oluşan, yedi kişilik ciddi bir akşam kafilesi yemek salonunun arkalarında oturuyordu. Sofraları kadehler, alımlı tabaklar ve şampanya kovalarıyla doluydu. Restoran personeli çaktırmadan geri çekilmişti çünkü akşamın ziyafet sahibi konuşmak üzere ayağa kalkmıştı.
Orta yaşlı, uzun boylu bir adamdı. Koyu mavi ipek şantung takım elbise vardı üzerinde. Saçları demir grisiydi ve yanık tenliydi. Sakin ve etkin konuştu, hafif esprili cümleler kurarken sesinin dozunu ayarladı. Masada oturan diğer altı kişi onu sessizce dinledi, içlerinden sadece biri sigara içiyordu.
Açık camlardan yoldan geçen arabaların, kanalın karşısındaki istasyonda Kuzey Avrupa’nın en büyük demiryolu kavşağında makas değiştiren trenlerin, Kopenhag’dan gelen bir teknenin hızlı ve çınlayan düdüğünün ve kanal kıyısında bir yerde, kıkır kıkır gülen bir kızın sesi geliyordu.
Temmuzun bu ılık, yumuşak çarşamba akşamında, saat yaklaşık sekiz buçuk sularında manzara böyleydi. ‘Yaklaşık’ tabiri burada can alıcı bir ayrıntı çünkü hiç kimse olayın kesin saatini belirtemedi. Öte yandan, yaşanan olayı tarif etmek kolaydı.
Ana girişten bir adam içeri girdi, yabancı iş adamlarının ve üniformalı görevlinin olduğu resepsiyona şöyle bir bakış attı, vestiyerin ve bar dışındaki lobideki uzun dar masanın önünden geçti ve gayet sakin, kararlı adımlarla yemek salonuna yürüdü, temposu öyle hızlı falan değildi. Şu ana kadar adamla ilgili akılda kalacak hiçbir şey yoktu. Kimse ona bakmadı, o da etrafına bakma zahmetine girmedi.
Hammond marka orgun, kuyruklu piyanonun ve dikkat çeken tatlılarla dolu büfenin önünden geçip tavanı destekleyen kocaman iki sütunun yanına doğru devam etti. Aynı kararlılıkla, köşede oturan yedi kişilik gruba doğru ilerledi, davet sahibi ayakta, ona arkası dönük konuşuyordu. Adam yaklaşık beş adım ötedeyken sağ elini takım elbisesinin ceketinin cebine soktu. Masadaki kadınlardan biri ona bakınca konuşan kişi, kadının dikkatini dağıtan nedir diye anlamak için ona doğru yarı döndü. Yaklaşan adama hızlı, ilgisiz bir bakış fırlattıktan sonra, yaptığı yorumları bir saniye bile kesmeden tekrar misafirlerine döndü. Aynı saniye, içeriye yeni giren adam oluklu kabzalı ve uzun namlulu, çelik grisi bir şeyi cebinden çıkardı, dikkatlice hedef aldı ve konuşmacıyı başından vurdu. Mermi sesi öyle kulak yırtıcı değildi. Daha çok panayırlarda atış alanında patlayan o tabancaların huzurlu sesine benziyordu.
Kurşun, konuşmacının sol kulağının arkasına girince adam öne doğru, masanın üstüne yığıldı. Sol yanağı şahane bir à la Frans Suell balık güvecinin yanındaki patates püresinin içine girdi.
Adam, silahını cebine sokup sağa doğru keskin bir dönüş yaptı, en yakındaki açık pencereye doğru yürüdü, ayağını pencerenin pervazına koydu, alçak pencereden dışarıya sarktı, dışarıdaki pervaza bastı ve kaldırıma atladığı gibi gözden kayboldu.
Üç pencere ötede bir masada oturan, ellili yaşlarında, yemek yiyen bir adam kaskatı kesilmişti. Hayretle bakakalmış, viski kadehini ağzına götürürken donmuş gibiydi. Önünde, okuyormuş gibi yaptığı bir kitap açık duruyordu.
Yanık tenli ve koyu mavi şantung takım elbiseli adam ölmemişti.
Kıpırdayarak, “Ah! Çok acıyor,” dedi.
Ölüler genellikle sızlanmaz. Üstelik adamdan kan akıyor da denemezdi.

2
Per Månsson, Regements Caddesi’ndeki bekâr evinde oturmuş, karısıyla telefonda konuşuyordu. Malmö emniyetinde komiserdi ve evli olmasına rağmen haftanın beş günü bekâr hayatı yaşıyordu. On yıldan uzun süredir her boş hafta sonunu karısıyla geçirmişti. Aralarındaki bu düzenden ikisi de memnundu.
Ahizeyi sol omzuyla çenesinin arasına kıstırıp kendine sağ eliyle bir Gripenberger hazırladı. Bu onun en sevdiği içkiydi, bir miktar cin, buz ve üzüm suyunu büyük bir bardakta karıştırıyordu.
Karısı sinemaya gitmişti, ona Rüzgâr Gibi Geçti’nin konusunu anlatıyordu.
Biraz uzun sürmüştü ama Månsson sabırla dinledi çünkü karısı konuşmasını bitirir bitirmez, hafta sonu bir araya gelme planlarını, çalışmak zorundayım bahanesiyle savuşturacaktı. Yani yalan söyleyecekti.
Akşam saat dokuzu yirmi geçiyordu.
Månsson ince giyinmiş olmasına yani üzerinde sadece file atlet ve dama desenli şort olmasına rağmen terliyordu. Konuşmanın başında, sokaktan gelen trafik uğultusu dikkatini dağıtmasın diye balkon kapısını kapatmıştı. Güneş sokağın karşısındaki çatıların üstünden batalı çok olmuştu ama odanın içi çok sıcaktı.
İçkisini çatalla karıştırdı. Bu çatalı ne yazık ki Översten adlı bir restorandan yanlışlıkla almıştı ya da çalmış da olabilirdi. Månsson yanlışlıkla çatal nasıl alınabilir ki diye düşünürken şöyle dedi, “Evet, anladım. Leslie Howard’dı, sonra… Hayır mı? Clark Gable mı? Hımmm…”
Beş dakika sonra karısı lafını bitirdi. Månsson beyaz yalanını söyleyip telefonu kapattı.
Telefon çaldı. Månsson hemen açmadı. İşten yeni gelmişti ve geri dönmek istemiyordu. Akşam havanın kararışını izlerken ahizeyi kaldırıp, “Månsson,” dedi.
“Ben Nilsson. Amma da uzun konuştun. Yarım saattir sana ulaşmaya çalışıyorum.”
Nilsson komiser yardımcısıydı, o gece Davidshall Meydanı’ndaki polis merkezinde nöbetçiydi. Månsson iç geçirdi.
“Eee?” dedi. “Hayırdır?”
“Savoy’un yemek salonunda bir adam vurulmuş. Maalesef buraya gelmelisin.”
Bardak boştu ama hâlâ soğuktu. Månsson bardağı alıp avucuyla alnının üstünde gezdirdi.
“Ölmüş mü?” diye sordu.
“Bilmiyorum,” dedi Nilsson.
“Skacke’yi gönderemez misin?”
“Yok. Ona ulaşamıyorum. Aramaya devam edeceğim ama. Backlund şu anda burada ama herhâlde senin de…”
Månsson irkildi ve bardağını bıraktı.
“Backlund mu? Tamam, hemen çıkıyorum,” dedi.
Hemen bir taksi çağırdı, sonra ahizeyi masaya koydu. Giyinirken ahizeden gelen ve mekanik şekilde, “Taksi Merkezi, bir saniye lütfen,” cümlesini tekrarlayan çatlak sesi dinledi, nihayet operatöre bağlandı.
Savoy’un kapısında, bir sürü araba vardı ve iki polis memuru, akşam yürüyüşe çıkmış, merdiven dibinde toplanmış meraklıların girişin önünde kalabalık etmesini önlemeye çalışıyordu.
Månsson taksiye ödeme yaparken bu manzarayı inceledi, makbuzu cebine koydu, memurlardan birinin oldukça kaba olduğunu gözlemledi. Çok geçmeden Malmö polisinin adının da Stockholm’lü meslektaşları kadar kötüye çıkacağını düşündü.
Ne var ki hiçbir şey demedi, üniformalı polislerin yanından geçip lobiye girerken onlara baş selamı verdi. Orası da şimdi gürültülüydü. Otelin bütün personeli orada toplanmış, birbirleriyle ve dışarıya akın eden müşterilerle sohbet ediyordu. Bu manzarayı bir sürü polis tamamlıyordu. Çevreleriyle uyumsuz, allak bullak görünüyorlardı. Anlaşılan, hiç kimse onlara nasıl davranmaları ya da ne yapmaları gerektiğini anlatmamıştı.
Månsson ellili yaşlarında, iri bir adamdı. Özensiz giyinmişti, üzerinde polyester pantolon ve sandalet vardı, gömleğini de dışarıda bırakmıştı. Göğüs cebinden bir kürdan çıkardı, kâğıdını soyup ağzına soktu. Çiğnerken durumu kafasında oturtmaya çalıştı. Kürdan Amerikan malıydı, mentollüydü; Malmöhus isimli tren feribotundan almıştı, orada müşterilere böyle şeyler dağıtılıyordu.
Büyük yemek salonuna açılan kapının yanında, Elofsson adında bir devriye memuru dikiliyordu ve Månsson onun diğerlerinden bir derece daha zeki olduğunu düşünürdü.
Yanına doğru yürüyüp, “Olay ne?” diye sordu.
“Birisi vurulmuş anlaşılan.”
“Herhangi bir talimat aldınız mı?”
“Hayır.”
“Backlund ne yapıyor?”
“Tanıkları sorguya çekiyor.”
“Vurulan adam nerede?”
“Hastanede herhâlde.”
Elofsson hafiften kızardı. Sonra şöyle dedi, “Ambulans polisten önce varmış.”
Månsson iç geçirdi ve yemek salonuna girdi.
Backlund, parlak gümüş rengi kâselerin olduğu masanın yanında durmuş, bir garsonu sorguya çekiyordu. Gözlüklü ve gayet sıradan yüz hatları olan, yaşı geçkin bir adamdı. Bir şekilde dedektif komiser olmayı başarmıştı. Defteri elinde açıktı, not almakla meşguldü. Månsson duyabileceği bir mesafede durdu ama hiçbir şey demedi.
“Peki olay saat kaçta oldu?”
“Iıı, sekiz buçuk civarında.”
“Civarında mı?”
“Yani, kesin bilmiyorum.”
“Saat kaçta olduğunu bilmediğini mi söylemek istiyorsun?”
“Evet, bilmiyorum.”
“Garip,” dedi Backlund.
“Ne?”
“Dedim ki, bana garip geldi. Kol saatin var, öyle değil mi?”
“Tabii ki.”
“Şuradaki duvarda da duvar saati duruyor, yanılmıyorsam.”
“Evet ama…”
“Ama ne?”
“İkisi de yanlış. Neyse, saate bakmak aklıma gelmedi zaten.”
Backlund bu cevaba şaşırmıştı. Defteriyle kalemini elinden bırakıp gözlüğünü temizlemeye koyuldu. Derin bir nefes aldı, not defterini alıp tekrar yazmaya başladı.
“Gözünün önünde iki saat olmasına rağmen, olayın saat kaçta olduğunu bilmiyorsun.”
“Şey, bir nevi.”
“‘Bir nevi’ cevaplar bir işe yaramaz.”
“Ama saatler doğru değil ki. Benimki ileride, oradaki saat de geri.”
Backlund, kendi Ultratron’una baktı. “Tuhaf,” dedi, bir şey yazarak.
Månsson ne yazdığını merak etti.
“O hâlde suçlu içeri yürüdüğünde sen burada dikiliyordun?”
“Evet.”
“Bana mümkün olduğunca ayrıntılı bir tarifini verebilir misin?”
“Adama doğru düzgün bakmadım.”
“Adamı görmedin yani?” dedi Backlund, hayretler içinde.
“Şey, evet, pencereden dışarı çıkarken gördüm.”
“Nasıl birine benziyordu?”
“Bilmiyorum ki. Bayağı uzaktaydı ve o masa, sütunun arkasında kalmıştı.”
“Yani adamın nasıl göründüğünü bilmiyorsun?”
“Evet.”
“Ne giymişti peki?”
“Kahverengi spor ceket galiba.”
“Galiba mı?”
“Evet. Sadece bir saniye gördüm.”
“Başka ne giymişti? Pantolon mesela.”
“Ah, evet, pantolon da giymişti.”
“Emin misin?”
“Eee, aksi takdirde senin de dediğin gibi biraz… tuhaf olurdu. Altında pantolon olmasa yani.”
Backlund sinirli sinirli yazdı. Månsson kürdanın diğer ucunu dişlerinin arasında çiğneyerek sessizce şöyle dedi, “Ah, Backlund…?”
Diğer adam arkasını dönüp ters ters baktı.
“Önemli bir tanığı sorguya çekmekle meşgulüm…”
Aniden durup suratı düşerek, “Ah, sensin demek,” dedi.
“Neler oluyor?”
“Burada bir adam vurulmuş,” dedi Backlund büyük bir ciddiyetle. “Ve kim olduğunu biliyor musun?”
“Hayır.”
“Viktor Palmgren. Holding başkanı.” Backlund bu unvanın altını çizmişti.
“Ah, o demek,” dedi Månsson. Bu vakanın bir kâbus olacağını düşünüyordu. Dışındansa şöyle devam etti, “Bir saatten uzun zaman önce olmuş ve silahlı adam pencereden çıkıp kaçmış.”
“Öyle olmayabilir de.”
Backlund hiçbir şeye kesin gözüyle bakmazdı.
“Dışarıda neden altı tane polis arabası var?”
“Bütün alanı kapattırdım.”
“Bütün blok boyunca mı?”
“Olay yerini işte,” dedi Backlund.
“Üniformalı herkesi gönder,” dedi Månsson bezgin bezgin. “Bekleme salonunda ve sokakta polisin dolaşması, otel için pek hoş olmasa gerek. Ayrıca başka yerde işe yarayabilirler. Sonra adamın eşkâlini almaya çalış. Bu adamdan daha iyi bir tanık olmalı.”
“Doğal olarak, herkesi sorguya çekeceğiz,” dedi Backlund.
“Hepsi sırayla,” dedi Månsson. “Ama söyleyecek önemli bir sözü olmayan kimseyle zaman kaybetme. İsimleri ve adresleri al, yeter.”
Backlund ona şüpheyle baktı. “Kafanda ne var?”
“Birkaç yere telefon açacağım,” dedi Månsson.
“Kime?”
“Gazetelere, ne olduğunu öğrenmek için.”
“Şaka mı bu yani?” dedi Backlund soğuk bir ifadeyle.
“Tamam,” dedi Månsson dalgın dalgın, etrafına bakındı. Yemek salonunda gazeteciler ve fotoğrafçılar dolanıyordu. Bazıları buraya polisten çok önce gelmişti, bazıları bu meşhur silah ateş ettiğinde barda takılıyordu belki de. Muhtemelen. Eğer Månsson yanılmıyorsa.
“Ama yönetmeliğe göre…” diye başladı Backlund.
Tam o esnada Benny Skacke telaşla salona girdi. Otuz yaşındaydı ve komiser yardımcısıydı. Önceden Stockholm’deki Cinayet Masası ekibindeydi fakat üstlerinden birinin neredeyse hayatına mal olan, aptalca bir risk aldıktan sonra, başka bir birime atanmayı talep etmişti. Çalışkan, işine sadıktı, biraz da saftı. Månsson onu severdi.
“Skacke sana yardım edebilir,” dedi.
“Stockholm’lü mü?” dedi Backlund şüpheyle.
“Aynen,” dedi Månsson. “Ve eşkâlini almayı da unutma. Şu anda en önemli mesele bu.”
Lime lime olmuş kürdanını çöp kutusuna attı, lobiye gidip resepsiyonun karşısındaki telefonun yolunu tuttu.
Månsson hızla ve peş peşe beş arama yaptı. Sonra başını iki yana sallayıp bara girdi.
“Ah, kimler kimler buradaymış!” dedi barmen.
“Nasıl gidiyor?” dedi Månsson otururken.
“Bugün ne istersiniz? Her zamankinden mi?”
“Hayır. Sadece üzüm suyu. Düşünmem lazım.”
Bazen her şey nasıl da ters gider, diye düşündü Månsson. Bu hadise de çok kötü başlamıştı. Her şeyden önce, Viktor Palmgren önemli ve çok tanınmış bir isimdi. Doğrusu neden olduğunu söylemek güçtü ancak bir şey kesindi. Adamın çok parası vardı, en az bir milyon. Avrupa’nın en meşhur restoranlarından birinde vurulmuş olması da durumu hepten yokuşa sürüyordu. Bu olay birçok kişinin dikkatini çekecekti, işin ucu nerelere gider hiç belli değildi. Olayın hemen ardından otel personeli yaralı adamı televizyon salonuna taşımış ve ona derme çatma bir sedye yapmıştı. Polis ve ambulansa aynı anda haber vermişlerdi. Ambulans çok hızlı gelmiş, yaralı adamı alıp Devlet Hastanesi’ne götürmüştü. Bir süre, polisten eser görünmemişti. Hem de tren istasyonuna park edilmiş bir devriye aracı olmasına rağmen. Yani, olay yerine iki yüz metreden yakın mesafede olmalarına rağmen. Bu nasıl olmuştu? Månsson bu bilgiyi daha yeni edinmişti ama polisin lehine bir bilgi sayılmazdı bu. Yapılan ihbar ilk başta yanlış yorumlanmış, pek de önemli görülmemişti. Tren istasyonundaki iki polis bu yüzden tamamen zararsız bir sarhoşla uğraşarak zaman geçirmişti. Ancak polis ikinci kez alarma geçirildikten sonra, otele arabalar ve üniformalı polisler gönderilmişti. Backlund korkusuzca bu ekibin başını çekiyordu. Soruşturma için yapılanlar, tam manasıyla baştan savmaydı. Månsson ise oturup karısıyla kırk dakikadan uzun süre Rüzgâr Gibi Geçti hakkında konuşmuştu. Ayrıca, iki içki içmiş ve üstüne taksi beklemek zorunda kalmıştı. İlk polis içeri girdiğinde olayın üstünden yarım saat geçmişti. Viktor Palmgren’in durumuna gelince, burada da belirsizlik vardı. Malmö’de acil serviste muayene edilmiş, sonra yaklaşık yirmi beş kilometre uzaktaki, Lund’daki beyin ve sinir cerrahına sevk edilmişti. En önemli tanıklardan biri olan Palmgren’in karısı da ambulanstaydı. Büyük ihtimalle masada kocasının karşısında oturuyordu ve saldırgana en düzgün bakabilen kişiydi.
Çoktan bir saat geçmişti. Boşa harcanmış bir saat, ki her saniyesi kıymetliydi.
Månsson yine başını iki yana sallayarak barın üstündeki saate baktı. Dokuz otuz.
Backlund sert adımlarla bara girdi, Skacke de hemen arkasındaydı.
“Sen de burada böyle oturuyorsun?” dedi Backlund şaşkınlık içinde.
Gözlerini kısıp Månsson’a baktı.
“Eşkâlini alabildin mi?” dedi Månsson. “Elimizi biraz daha çabuk tutmalıyız.”
Backlund defteriyle oynadı, barın üstüne koydu, gözlüğünü çıkarıp temizlemeye başladı.
“Bak,” diye söze girdi Skacke çabucak, “şu anda ulaşabildiğimiz en iyi bilgi bu. Orta boylarda, ince yüzlü, ince tel koyu kahve saçları var, saçları arkaya taranmış. Üzerinde kahverengi spor ceket, pastel tonlarda gömlek, koyu gri pantolon, kahverengi ya da siyah ayakkabı. Yaklaşık kırk yaşında.”
“Güzel,” dedi Månsson. “Tarifi hemen gönderin. Derhâl. Bütün ana yolları kapatın, trenleri, uçak ve vapurları, gemileri kontrol edin.”
“Olur,” dedi Skacke.
“Adamın şehirden çıkmasını istemiyorum,” dedi Månsson.
Skacke oradan çıktı.
Backlund gözlüğünü tekrar taktı, Månsson’a gözlerini dikip sorusunu tekrar etti. “Sen neden burada böyle oturuyorsun?”
Sonra bardağa baktı, daha da büyük bir hayretle, “Hem de içki içiyorsun?” dedi.
Månsson cevap vermedi.
Backlund dikkatini barın üstündeki saate çevirdi, kol saatiyle karşılaştırıp, “Bu saat yanlış,” dedi.
“Tabii ki,” dedi barmen. “İleridir. Tren ya da gemiye yetişmek için acelesi olan müşterilerimize küçük bir hizmetimiz.”
“Hımmm,” dedi Backlund. “Bu olayı asla çözemeyeceğiz. Saate bile güvenemiyorsak, doğru zamanı nasıl bilelim?”
“Çok kolay olmayacak,” dedi Månsson dalgın bir hâlde.
Skacke geri döndü.
“Eh, o iş halloldu,” dedi.
“Herhâlde çok geç,” dedi Månsson.
“Sen neden bahsediyorsun?” dedi Backlund, not defterini kavrayarak. “Şu garsonla ilgili…”
Månsson elinin tersiyle onu başından savarak konuştu, “Bekle. Onu sonra alırız. Benny, Lund’daki polise gidip hastaneye bir adam göndermesini söyle. Yanında kayıt cihazı olsun, belki de Palmgren bir şeyler söyleyebilir. Eğer bilinci açılırsa tabii. Ayrıca Bayan Palmgren’i de sorguya almalı.”
Skacke tekrar ayrıldı.
“Garsona gelince. Bana sorarsan, içeri Drakula girse ruhu duymazdı,” dedi barmen.
Backlund sinirle çenesini tuttu. Månsson, Skacke geri dönene kadar bir şey demeden bekledi. Backlund, resmî anlamda Skacke’nin üstü olduğu için Månsson soruyu dikkatlice ikisine de yöneltti.
“Sizce en iyi tanık kim?”
“Edvardsson adında bir adam,” dedi Skacke. “Üç masa ötede oturuyormuş. Ama…”
“Ama ne?”
“Ayık değil.”
“Alkol başımızın belası işte,” dedi Backlund.
“Tamam, onu yarına kadar bekletelim,” dedi Månsson.
“Merkeze beni kim atabilir?”
“Ben,” dedi Skacke.
“Ben burada kalırım,” dedi Backlund inatçı bir şekilde.
“Bu resmen benim vakam zaten.”
“Tamam,” dedi Månsson. “Sonra görüşürüz.”
Arabanın içinde mırıldandı, “Trenler, tekneler…”
“Sence adam kaçtı mı?” diye sordu Skacke tereddütle.
“Kaçmış olabilir. Neresinden tutarsan tut, aramamız gereken bir sürü insan var. Kimseyi uyandırmayalım diye düşünme lüksümüz yok.”
Skacke, Månsson’a yan yan baktı, yeni bir kürdan çıkarıyordu. Araba polis merkezinin bahçesine saptı.
“Uçaklar,” dedi Månsson kendi kendine. “Zor bir gece olabilir.”
Merkez günün bu saatinde büyük, kasvetli ve çok boş görünüyordu. Heybetli bir binaydı. Geniş taş basamaklı merdivende adımları kof bir şekilde yankılandı.
Månsson uzun boylu olduğundan ağır hareket ederdi. Zorlu gecelerden nefret ederdi ve ayrıca kariyerinin büyük kısmını geride bırakmıştı.
Skacke içinse tam tersi geçerliydi. Ondan yirmi yaş gençti, kariyerini çok sık düşünürdü, hevesli ve hırslıydı. Fakat bir polis memuru olarak daha önceki deneyimleri, bekleneni yapma konusunda onu daha dikkatli ve kaygılı olmaya yöneltmişti.
Dolayısıyla, birbirlerini iyi tamamlıyorlardı.
Odasına giren Månsson hemen pencereyi açtı, penceresi emniyetin asfalt bahçesine bakıyordu. Sonra masasına oturup birkaç dakika sessizce durdu, eski Underwood daktilosunun silindirini döndürürken düşünceliydi.
En sonunda şöyle dedi, “Bütün telsiz mesajlarını ve aramaları buraya yönlendir. Kendi telefonundan cevapla.”
Skacke’nin koridorun sonunda bir odası vardı, tam Månsson’un odasının karşısındaydı.
“Kapıları açık bırakabilirsin,” dedi Månsson.
Saniyeler sonra hafif bir alaycılıkla, “Böylece gerçek bir operasyon merkezi kurmuş oluruz,” dedi.
Skacke odasına gidip telefonu kullanmaya başladı. Bir süre sonra Månsson onu takip etti. Ağzının köşesinde kürdanıyla, tek omzunu kapının eşiğine yaslamış, ayakta durdu.
“Olay hakkında ne düşünüyorsun, Benny?” diye sordu.
“Pek bir şey diyemiyorum,” dedi Skacke dikkatlice.
“Nedense bana imkânsız gibi geliyor.”
“İmkânsız tam da doğru kelime,” dedi Månsson.
“Anlamadığım şey, ardında yatan neden.”
“Ayrıntıları oturtana kadar nedene pek takılmamalıyız bence.”
Telefon çaldı. Skacke not aldı.
“Palmgren’i vuran adamın, sonrasında yemek salonundan kaçma şansı sadece binde birmiş. Ateş edilme anına değin adam tam bir radikal gibi davranmış.”
“Bir nevi suikastçı gibi mi demek istiyorsun?”
“Aynen. Sonrasında? Ne olmuş? Kaçışı tam bir mucize ve artık radikal biri olmaktan öte tam panik olmuş.”
“Bu yüzden mi şehirden ayrılacağını düşünüyorsun?”
“Kısmen. İçeri girip yürüyor, adamı vuruyor ve sonrasında olanlar umurunda bile değil. Ama sonra, tıpkı çoğu suçlu gibi panik yapıyor. Korkuya kapılıyor ve oradan bir an evvel kaçmak istiyor, olabildiğince uzağa.”
Bu bir teori tabii, diye düşündü Skacke. Oldukça gevşek bir temeli vardı gerçi.
Ama hiçbir şey demedi.
“Tabii bu sadece bir teori,” dedi Månsson. “İyi bir polis, sadece teorilere bel bağlamaz. Fakat şu an üstünde çalışabileceğimiz başka bir şey göremiyorum.”
Telefon çaldı.
Çalışmanın sonu yok, diye düşündü Månsson. Hiç bitmiyordu.
Üstelik de izinde olması gerekirken!
Zorlu bir geceydi, asıl zorluk, hiçbir şey olmamasından dolayıydı. Eşkâle aşağı yukarı uyan bazı insanlar otoyolda şehirden çıkarken ya da tren istasyonunda durdurulmuştu. Hiçbirisinin bu olayla alakası yok gibiydi ama isimleri alınmıştı.
Bire yirmi kala, son tren istasyondan ayrıldı.
İkiye çeyrek kala, Lund’daki iki polis, Palmgren’in hayatta olduğu mesajını gönderdi.
Saat üçte, aynı kaynaktan bir mesaj daha geldi. Bayan Palmgren şoktaydı ve sorguya almak mümkün değildi. Ancak saldırganı net bir şekilde görmüştü ve onu tanımadığından emindi.
“Lund’daki şu herif, çok uyanık birine benziyor,” dedi Månsson esneyerek.
Sabaha karşı dördü biraz geçerken Lund’daki polisler gene temasa geçti. Palmgren’i tedavi eden doktor ekibi şu an için ameliyat yapmamaya karar vermişti. Kurşun, sol kulağının arkasından içeri girmişti; ne tür bir hasar verdiğini anlamak imkânsızdı. Yaralının durumu nispeten iyi olarak bildiriliyordu ki beklemeyi tercih etmişlerdi.
Månsson’un durumuysa hiç iyi değildi. Yorgundu, boğazı kupkuruydu, suyunu doldurmak için sık sık lavaboya gidip durdu.
“Başında bir kurşunla nasıl hayatta kalabilirsin ki?” diye sordu Skacke.
“Olabilir,” dedi Månsson, “daha önce yaşandı. Bazen dokular üstünü kapatır, işte o zaman iyileşebilir. Ama doktorlar kurşunu çıkarmak istese adam ölebilirdi.”
Backlund anlaşılan uzun süre Savoy’da kalmıştı çünkü saat dört buçukta teknik ekibin olay yerini inceleyebilmesi için büyük bir alanı kapattığını açıklamak üzere telefon etti, bu da en erken birkaç saat sonra yapılacaktı.
“Burada ona ihtiyaç var mı diye soruyor,” dedi Skacke, elini ahizenin üstüne koyup.
“Şimdi onu isteyebilecek tek kişi evde yatağındaki karısıdır,” dedi Månsson.
Skacke bu mesajı iletti fakat biraz yumuşattı. Bunun üstüne Skacke, “Bence Bulltofta’yı eleyebiliriz,” dedi. “Oradan en son uçak, on biri beş geçe kalktı. O tarife uyan kimse yoktu. Bir sonraki de altı otuzda kalkacak. İki gün önceden bütün biletler satılmış ve bekleme listesinde bekleyen yok.”
Månsson bunun üzerine bir süre kafa yordu. “Hım-mm,” dedi sonunda. “Sanırım yataktan kaldırılmaktan hiç hoşlanmayacak birine telefon açmam gerekecek.”
“Kime? Müdüre mi?”
“Hayır, herhâlde o da en fazla bizim kadar uyumuştur.
Bu arada, sen dün gece hangi delikteydin?”
“Sinemada,” dedi Skacke. “Her gece evde oturup ders çalışacak hâlim yok ya.”
“Ben hayatımda hiç evde oturup ders çalışmadım,” dedi Månsson. “Şu deniz otobüslerinden biri saat dokuzda Malmö’den çıkıp Kopenhag yoluna çıktı. Hangisi olduğunu öğrenmeye çalış.”
Bu da beklenmedik derecede zor bir görevmiş meğer. Yarım saat geçtikten sonra Skacke raporunu verebildi: “Adı Springeren ve şu anda Kopenhag’da. Bazı insanları arayıp yataktan kaldırınca amma huysuzlanıyorlar.”
“Şu anda benim çok daha kötü bir işim olduğunu düşünerek içini rahatlatabilirsin,” dedi Månsson.
Odasına gitti, telefonu açıp Danimarka’yı, 00945’i ve sonra Danimarka İstihbarat Teşkilatı’ndan Polis Yüzbaşı Mogensen’in evini aradı. On yedi kere çaldırdıktan sonra, kalın bir ses cevap verdi, “Mogensen.”
“Ben Malmö’den Per Månsson.”
“Ne istiyorsun be?” dedi Mogensen. “Saatin kaç olduğunun farkında mısın?”
“Evet,” dedi Månsson, “ama çok önemli olabilir.”
“Bayağı önemli olsa iyi olur,” dedi Danimarkalı adam tehdit edercesine.
“Dün gece burada, Malmö’de bir cinayet teşebbüsü oldu,” dedi Månsson. “Saldırganın uçakla Kopenhag’a kaçmış olma ihtimali var. Eşkâli elimizde.”
Sonra tüm hikâyeyi aktarınca Mogensen acı acı, “Tanrı aşkına ya, benden mucize mi bekliyorsun?” dedi.
“Neden olmasın?” dedi Månsson. “Bir şey duyarsan, haber et.”
Mogensen, oldukça net bir sesle, “Canın cehenneme,” dedikten sonra telefonu çat diye kapattı.
Månsson esneyerek silkelendi.
Hiçbir şey olmadı.
Backlund biraz sonra arayıp olay yerini incelemeye başladıklarının haberini verdi. Saat o sırada sekizdi.
“Hay aksi, tam cin gibi,” dedi Månsson.
“Şimdi nereye gideceğiz?” diye sordu Skacke.
“Hiçbir yere. Bekleyeceğiz.”
Saat dokuza yirmi kala, Månsson’un özel hattı çaldı. Telefonu açtı, bir iki dakika dinledi, bir teşekkürler ya da hoşça kal bile demeden konuşmayı sonlandırıp Skacke’ye seslendi, “Stockholm’ü ara. Hemen.”
“Ne diyeceğim?”
Månsson saate baktı.
“Mogensen aradı. Adının Bengt Stensson olduğunu söyleyen bir İsveçli dün gece Kastrup’tan Stockholm’e bilet almış ve sonra saatlerce yedekte beklemiş. En sonunda 8.25’te kalkan bir SAS uçağına binmiş. Uçak en fazla on dakika önce Arlanda’ya inmiş olmalı. Adam elimizdeki tarife uyuyor olabilir. Havaalanından şehre giden otobüsün terminalde durdurulmasını ve bu adamın gözaltına alınmasını istiyorum.”
Skacke telefonun başına geçti.
“Tamam,” dedi yarım dakika sonra nefes nefese. “İş Stockholm’de.”
“Kiminle konuştun?”
“Gunvald Larsson.”
“Ah, o mu?”
Beklediler.
Yarım saat sonra, Skacke’nin telefonu çaldı. Ahizeyi anında kulağına götürdü, dinlerken elinde aletle kalakaldı. “Kaçırmışlar,” dedi.
“Ah,” dedi Månsson kısaca.
Oysa tam yirmi dakikaları vardı, diye düşündü.

3
Kungsholms Caddesi’ndeki polis merkezinde buna benzer bir ifade kullanıldı.
Einar Rönn, terli kırmızı suratını Gunvald Larsson’un odasının kapısından içeri uzatarak, “Kaçırdılar işte,” dedi.
“Hangisini?” diye sordu Gunvald Larsson dalgın bir hâlde.
Aklı tamamen başka bir yerdeydi, bir gece evvel metroda şiddet dolu üç soygun yaşanmıştı. İki tecavüz. On altı kavga. Burası Stockholm’dü, farklı bir yerdi. Yine de dün gece herhangi bir cinayet vakası olmamıştı. Çok şükür. Kaç hırsızlık ya da soygun yapılmıştı, hiç bilmiyordu. Ya da kaç keş, seks suçlusu, kaçakçı ve alkolik, polis tarafından gözaltına alınmıştı tam bilmek mümkün değildi. Çok sayıda polis memuru, devriye arabalarında ve karakollarda büyük ihtimal masum insanlara yüklenmişti. Sayılamayacak kadar çoktu muhtemelen. Gunvald Larsson kendi işine baktı.
Gunvald Larsson, Gasp ve Darp Masası’nda dedektif komiserdi. Bir doksan beş boyunda, boğa gibi güçlüydü. Gözleri maviydi ve bir polise göre oldukça züppe giyinirdi. Örneğin bu sabah uçuk gri, tiril tiril bir takım elbise giyip aynı renk kravat takmıştı, ayakkabı ve çorapları da takımdı. Değişik biriydi, pek seveni yoktu.
“Haga hava terminaline giden otobüs var ya, biliyorsun,” dedi Rönn.
“Eee, ne olmuş ona? Patlatmışlar mı?”
“Yolculara bakması gereken polisler, oraya zamanında ulaşmamış. Onlar vardığında yolcular çoktan inip ortadan kaybolmuş ve otobüs de çekip gitmiş.”
Gunvald Larsson nihayet düşüncelerini bu olaya vererek mavi gözleriyle Rönn’e çakı gibi baktı ve karşılık verdi, “Ne? Ama bu imkânsız.”
“Maalesef değil,” dedi Rönn. “Vaktinde yetişememişler ki.”
“Kafayı mı yedin?”
“Bu olayın sorumlu amiri ben değilim,” dedi Rönn.
“Ben yapmadım.”
Sakin ve iyi huylu biriydi, Arjeplog’luydu, İsveç’in kuzeyindendi. Stockholm’de uzun süredir yaşıyor olmasına rağmen hâlâ kendi şivesiyle konuşurdu.
Gunvald Larsson, Skacke’nin telefonunu şans eseri açmıştı. Bu otobüsü kontrol ettirmeyi de sıradan bir rutin önlem sanmıştı. Kızgın kızgın somurtarak devam etti, “Kahretsin ya, ben Solna’yı aynı saniye aradım. Oradaki nöbetçi bana Karolinskavägen’de bir devriye olduğunu söyledi. Oradan terminale arabayla en fazla üç dakikada ulaşırsın. En az yirmi dakikaları vardı. Ne olmuş ki?”
“Sanırım oraya giden ekibe yolda başka bir iş çıkmış.”
“Başka bir iş mi?”
“Evet, birisine uyarı vermek zorunda kalmışlar. Bu arada zaman kaybettiklerinden terminale vardıklarında otobüs çoktan gitmiş.”
“Ne uyarısı?”
Rönn gözlüğünü takıp elindeki kâğıda baktı. “Evet.
Otobüsün adı Beata. Genelde Bromma’dan gelir.”
“Beata mı? Hangi dangalak otobüslere de isim vermeye başladı?”
“Eee, benim suçum mu,” dedi Rönn yumuşak bir tonla.
“Devriyedeki dâhilerin de isimleri var mı bari?”
“Büyük olasılıkla. Ama kim olduklarını bilmiyorum.”
“Hemen öğren. Tanrı aşkına ya, otobüslerin bile ismi varsa, sıradan memurların da vardır, değil mi? Hoş, bence sadece numaraları da yeter.”
“Ya da simgeleri.”
“Simgeleri mi?”
“Anlarsın ya, kreşe giden çocuklar gibi. Gemi, araba, kuş, mantar, börtü böcek, köpek falan.”
“Hiç kreşe gitmedim,” dedi Gunvald Larsson surat asarak. “Hemen öğren. Mantıklı bir açıklaması yoksa, Malmö’deki şu Månsson denen adam gülmekten geberecek.”
Rönn odadan çıktı.
“Börtü böcek ya da köpekmiş,” dedi Larsson kendi kendine. “Herkes ayrı bir delirmiş,” diye de eklemekten geri durmadı.
Sonra tekrar metrodaki soygunlara döndü, zarf açıcıyla dişini karıştırdı.
Yaklaşık on dakika sonra Rönn geri döndü, gözlüğünü kırmızı burnunun üstüne koymuştu, kâğıt elindeydi. “Şimdi buldum,” dedi. “Solna polis merkezinden üç numaralı araç. Karl Kristiansson ile Kurt Kvant.”
Gunvald Larsson birden irkildi, zarf açıcıyla neredeyse intihar edecekti. “Tanrım, tahmin etmeliydim zaten. Bu iki geri zekâlı başımın belası. Hem de Skåne’liler. Hemen onları buraya getir. Durumu çözüme kavuşturmak zorundalar.”
Kristiansson ve Kvant’ın yapacakları açıklama gayet uzundu. Anlatacakları karmaşıktı ve hiç de basit değildi. Ayrıca Gunvald Larsson’dan çok çekinirlerdi. Kungsholms’daki polis merkezine gelişlerini yaklaşık iki saat ertelemeyi başardılar. Bu da kötü bir hataydı çünkü Gunvald Larsson arada geçen o zaman zarfında kendi araştırmasını yapmıştı.
Nihayet Gunvald Larsson’un karşısında üniformalı, şapkaları ellerinde dimdik duruyorlardı. İkisi de 1.80 boyunda, sarışın, geniş omuzluydu ve donuk mavi gözlerle Gunvald Larsson’a bön bön baktılar. Polisler arasında yazılı olmayan ama herkesçe bilinen bir kural vardır. Bir polis başka bir polisi eylemlerinden dolayı kınamaz ya da başka bir polisin aleyhine olabilecek bir ifade vermez. Ancak Gunvald Larsson’un sürekli bu kuralı çiğniyor olması aralarında merak konusuydu.
“Günaydın,” dedi Gunvald Larsson dostça bir tavırla.
“Gelebildiniz sonunda, ne hoş.”
“Günaydın,” dedi Kristiansson tereddütle.
“Merhaba,” dedi Kvant diklenir gibi.
Gunvald Larsson ona ters ters baktı, derin bir nefes verip söze başladı, “Haga’daki otobüste kimlik araması yapması gereken memurlar sizdiniz, değil mi?”
“Evet,” dedi Kristiansson.
Derin derin düşündü. Sonra ekledi, “Ama oraya geç vardık.”
“Vaktinde yetişemedik,” diye açıkladı Kvant.
“Orasını anladım,” dedi Gunvald Larsson. “Aynı zamanda telsizden mesajı aldığınızda Karolinskavägen’de park hâlinde olduğunuzu da duydum. Oradan terminale gitmek iki, bilemediniz üç dakika sürer. Arabanız hangi model?”
“Plymouth,” dedi Kristiansson ezilip büzülerek.
“Tatlı su levreği yarım saatte iki kilometre yol yapar,” dedi Gunvald Larsson. “En yavaş balıklardandır. Yine de o mesafeyi sizden çok daha çabuk kat ediyor.”
Durdu. Sonra kükredi, “Neden oraya vaktinde varamadınız?”
“Yolda birisine uyarı vermek zorunda kaldık,” dedi Kvant kaskatı bir hâlde.
“Emin ol, bir levreğe sorsam daha iyi bir açıklama bulurdu,” dedi Gunvald Larsson, pes edip. “Eee, neymiş şu meşhur uyarı bakalım?”
“Şey… bize hakaret edildi,” dedi Kristiansson cılız bir sesle.
“Devlet memuruna görev başında hakaret,” diye altını çizdi Kvant.
“Nasıl oldu peki?”
“Bisikletle yanımızdan geçen bir adam bize hakaretler savurdu.”
Kvant sazı eline almıştı, Kristiansson ise ağzını açmıyor ama gitgide daha da huzursuz görünüyordu.
“Bu da az önce aldığınız görevi yapmanıza mâni oldu?”
Kvant’ın cevabı hazırdı. “Resmî bir bildiriye göre, Emniyet Müdürü’nün kendisi der ki, eğer bir memura görev başında hakaret edilirse, özellikle de üniformalı bir memura hakaret edilirse, o kişiye kesinlikle resmî bir uyarı verilmelidir. Polisler eğlence aracı değildir.”
“Ya öyle mi?” dedi Gunvald Larsson.
İki memur ona aval aval bakıyordu.
Gunvald Larsson omuz silkip devam etti: “Şimdi, size katılıyorum, bahsettiğiniz bu nüfuzlu otorite resmî bildirileriyle meşhurdur ama onun bu kadar silme salak bir laf edeceğini sanmıyorum. Eee, neymiş şu meşhur hakaret peki?”
“‘Domuz!’” dedi Kvant.
“Siz de bunu hak etmediğinizi düşündünüz?”
“Kesinlikle hayır,” dedi Kvant.
Gunvald Larsson, Kristiansson’a merakla baktı, ağırlığını verdiği ayağını değiştiren adam, “Evet, galiba,” dedi.
“Hı hı,” dedi Kvant. “Siv bile olsa derdi ki…”
“Siv?” dedi Gunvald Larsson. “O da mı otobüs ismi?”
“Karım,” dedi Kvant.
Gunvald Larsson parmaklarını birbirinden ayırdı ve kocaman, kıllı elini, avucu açık bir biçimde masaya indirdi. “Aynen şöyle oldu,” dedi. “Siz arabanızı Karolinskavägen’e park etmiş duruyordunuz. Telsiz mesajını aldınız. Adam bisikletle yanınızdan geçti ve size ‘Domuz!’ diye bağırdı. Ona uyarı vermeye mecburdunuz. Bu yüzden terminale vaktinde yetişemediniz.”
“Doğrudur,” dedi Kvant.
“Evet,” dedi Kristiansson.
Gunvald Larsson uzun uzun baktı adamlara. Sonunda alçak bir sesle, “Doğru mu?” dedi.
Kimse cevap vermedi. Kvant korkuya kapılmaya başladı.
Kristiansson bir eliyle gergince tabancasının namlusunu elledi, şapkasıyla alnında biriken teri sildi.
Gunvald Larsson uzun bir süre sessiz kaldı, o sessizliğin ortama iyice oturmasını bekledi. Birdenbire kollarını yukarı kaldırıp ellerini masaya vurunca bütün oda sarsıldı.
“Yalan söylüyorsunuz,” diye haykırdı. “Ağzınızdan çıkan her kelime yalan; bunu da bal gibi biliyorsunuz. Arabaya servis yapan restoranlardan birinde durdunuz. İçinizden biri dışarıda dikilmiş, sosisli sandviç yiyordu. Dediğiniz gibi, bir adam bisikletle yanınızdan geçip size seslendi. Ama seslenen adam değildi, bisikletin arka koltuğunda oturan çocuğuydu. Ve ‘domuz’ diye bağırmadı, ‘Baba, şu küçük domuz…’ dedi. Daha üç yaşındaydı. Ayak parmaklarıyla oynuyordu, anlıyor musunuz?”
Gunvald Larsson aniden sustu.
Kristiansson ve Kvant o an pancar gibi kıpkırmızı kesilmişlerdi.
Sonunda Kristiansson belli belirsiz mırıldandı, “Nereden biliyorsun?”
Gunvald Larsson delici bakışlarını ikisine çevirdi. “Tamam, sosisliyi kim yiyordu?” diye sordu.
“Ben değil,” dedi Kristiansson.
“Göt,” diye bıyık altından fısıldadı Kvant.
“Eh, durun bakalım, şu soruyu ben sizin yerinize cevaplayayım,” dedi Gunvald Larsson doğrularak. “Bisikletli adam, üç yaşındaki bir çocuğun dediği bir laf yüzünden üniformalı iki geri zekâlının onu on beş dakika boyunca yolundan alıkoymasına razı gelmeyecekti tabii. O yüzden burayı arayıp şikâyet etti ve bakın şu işe, son derece de haklıydı. Özellikle de etrafta tanıklar varken.”
Kristiansson sersemlemiş bir hâlde başını salladı.
Kvant son bir savunma teşebbüsünde bulundu: “İnsanın ağzı doluyken yanlış anlamak kolay oluyor…”
Gunvald Larsson sağ elini kaldırıp lafını ağzına tıktı.
Defterini önüne çekti, iç cebinden bir kalem çıkarıp büyük harflerle yazdı, “DEFOLUN!” Sayfayı yırtıp öne doğru ittirdi. Kristiansson kâğıdı aldı, şöyle bir baktı, daha da kızararak Kvant’a uzattı.
“Bir kez daha söylemeye dayanamayacağım,” dedi Gunvald Larsson.
Kristiansson ve Kvant mesajı alıp oradan ayrıldılar.

4
Martin Beck tüm bu olanlardan habersizdi.
Västberga Allé’de yer alan Güney polis merkezindeki odasında çalışıyordu. Sandalyesini arkaya ittirmiş, bacaklarını uzatmış ve ayaklarını, yarı açtığı alt çekmeceye yaslamış hâlde oturuyordu. Yeni yaktığı Florida’sının filtresini ısırdı, ellerini pantolonunun ceplerine sokup gözlerini kısarak camdan dışarıya baktı. Düşünüyordu.
Cinayet Masası amiri olduğu için, güney yakasındaki baltalı cinayeti düşündüğü zannedilebilirdi; bir hafta geçmesine rağmen olay hâlâ çözülememişti. Ya da bir gün önce Riddarfjärden’de sudan çıkarılan, kimliği belirsiz kadın cesedini. Ama durum bu değildi.
O akşamki yemek daveti için ne alsam diye düşünüyordu.
Martin Beck, mayıs sonunda kendine Köpman Caddesi’nde bir artı bir daire bulup evden taşınmıştı. Inga ile on sekiz yıldır evliydiler fakat bir süredir evlilikleri sallantıdaydı ve ocak ayında, kızı Ingrid bir arkadaşıyla aynı eve çıkınca Martin Beck karısıyla, ayrılık meselesini konuşmuştu. İlk başta karısı karşı çıkmıştı fakat sözleşme hazır olduğundan karısı bunu kabul etmek zorunda kalmıştı. On dört yaşındaki oğulları Rolf, karısının göz bebeğiydi ve Martin Beck aslında Inga’nın, oğluyla baş başa kalmaktan memnun olduğu kanısındaydı.
Dairesi sıcacık ve gayet ferahtı, iç karartıcı Bagarmossen banliyösündeki eski evinden birkaç parça eşyasını derleyip toparlayınca ve diğer ihtiyaçlarını da alınca, bir pervasızlığa kapılıp en yakın üç arkadaşını yemeğe çağırmıştı. Mutfak bilgisinin en fazla yumurta haşlamaktan ibaret olduğu göz önüne alınca, bu pervasızlığını şimdi daha iyi anlıyordu. Eve birileri geldiğinde Inga’nın neler hazırladığını anımsamaya çalıştı fakat nasıl hazırlandığını bilmediği ve iç malzemeleri hakkında hiçbir fikri olmadığı, yağlı ve doyurucu yemekler gözünün önüne geldi.
Martin Beck bir sigara daha yakıp karmakarışık bir kafayla Walewska usulü dil balığı ve geyik fileto à la Oscar düşündü. Hadi bir de cœur de filet provençale. Dahası, önceden hiç hazırlık yapmadığı davetini genişletirken hesaba katmadığı bir detay daha aklına takıldı. Evine gelecek olan misafirlerden daha iştahlı üç kişi daha tanımıyordu.
Lennart Kollberg, ki en yakın çalıştığı kişiydi, hem ağzının tadını bilir hem de boğazına düşkündü. Martin Beck yemekhaneye inme cesaretini gösterdiği günlerde bunu güzel güzel gözlemlemişti. Ayrıca, Kollberg’in cüssesi, ne kadar boğazına düşkün olduğunu ele veriyordu zaten. Yaklaşık bir yıl önce karnına aldığı çirkin bir bıçak yarası bile bu huyunu değiştirmemişti. Gun Kollberg, kocası gibi cüsseli değildi ama iştahlıydı. Polis Akademisi’nden mezun olduktan sonra, Ahlak Masası’na katıldığından beri artık bir meslektaşı olan Åsa Torell ise tam bir oburdu.
Bir buçuk yıl evvel kızın, erkek arkadaşının yani Martin Beck’in en genç komiser yardımcısının, otobüste vurulduğu sırada ne kadar küçük, ne kadar zayıf ve ne kadar sıska olduğunu hatırlıyordu. Artık o kötü dönemleri atlatmıştı, iştahı yeniden açılmış, hatta biraz kilo almıştı. Herhâlde metabolizma hızı çok yüksekti.
Martin Beck, Åsa’dan erken gelip yardım etmesini istemeyi aklından geçirdi ama bundan vazgeçti.
Kapının yumruklanması ve açılması neredeyse eş zamanlıydı. Kollberg içeri girdi.
“Oturmuş böyle ne düşünüyorsun?” dedi, fazladan sandalyeye kendini atarak, sandalye de ağırlığından gıcırdadı.
Kimse Kollberg’in, hırsızlık numaraları ve kendini savunma hakkında belki de teşkilattaki herkesten daha çok şey bildiğinden şüphe etmezdi.
Martin Beck ayaklarını çekmeceden indirdi, sandalyesini masaya doğru çekti. Sigarasını dikkatlice söndürdükten sonra cevap verdi.
“Hjorthagen’deki şu baltalı cinayeti,” diye yalan söyledi. “Yeni bir gelişme yok ya?”
“Otopsi raporunu okudun mu? Adam ilk darbeden hemen sonra ölmüş. Kafatası çok inceymiş.”
“Evet, okudum,” dedi Martin Beck.
“Karısıyla konuşabildiğimiz zaman anlarız,” dedi Kollberg. “Kadın hâlâ büyük şokta, hastanede bu sabah öyle dediler. Belki de sopayla vura vura kendisi öldürdü onu, kim bilir?”
Kollberg ayağa kalkıp pencereye yürüdü ve pencereyi açtı.
“Kapatsana,” dedi Martin Beck.
Kollberg pencereyi kapattı.
“Nasıl dayanabiliyorsun?” diye sızlandı. “Burası fırın gibi olmuş.”
“Zehirlenmektense pişmeyi tercih ederim,” dedi Martin Beck felsefi bir edayla.
Güney polis merkezi, Essinge Parkway’e çok yakındı ve trafiğin yoğun olduğu saatlerde, mesela şimdi, tatil sezonunun başlarında, havanın egzozdan ne kadar ağırlaştığı bariz hissedilirdi.
“Ben bilmem, sana bir şey olursa suç sende,” dedi Kollberg ve lambur lumbur kapıya gitti. “Akşama kadar hayatta kalmaya çalış. Saat yedi mi demiştin?”
“Evet, yedi,” dedi Martin Beck.
“Şimdiden acıktım,” dedi Kollberg kışkırtıcı bir tavırla.
“İyi ki geliyorsunuz,” dedi Martin Beck ama kapı çoktan Kollberg’in arkasından kapanmıştı.
Bir saniye sonra, telefon çalmaya başladı, insanlar geldi, imzalar atıldı, tutanaklar okundu, sorular soruldu. Böylelikle Martin Beck akşam menüsüyle ilgili tüm düşüncelerini bir kenara bıraktı.
Saat dörde çeyrek kala emniyetten çıkıp metroyla Hötorgshallen’e gitti. Orada dolaşıp alışveriş yapması o kadar uzun sürdü ki her şeyi hazırlayabilmek için Gamla Stan’daki evine taksiyle gitmek zorunda kaldı.
Saat yediye beş kala sofrayı kurduğunda Martin Beck ortaya koyduklarını inceledi.
Dereotu yatağında fileto ringa, ekşi krema ve frenk soğanı vardı. Küp küp doğranmış soğan, dereotu ve limon dilimlerinin ortasında sazan havyarı. İncecik kıvırcık üstüne dizilmiş somon dilimleri. Dilimlenmiş haşlanmış yumurta. Füme ringa. Macar salamı, Polonya sosisi, Finlandiya sosisi ve Skåne’den ciğer sosisi. Koca bir kâse dolusu göbek salata ve içinde bolca taze karides. Martin Beck en çok bununla gurur duyuyordu, ne de olsa kendisi yapmıştı ve tadı nefisti. Kesme tahtasında altı çeşit peynir vardı. Turp ve zeytin. Pumpernickel ekmeği, Macar köy ekmeği, Fransız ekmeği, sıcak ve kıtır kıtır. Bir kapta köy işi tereyağı. Ocakta taze patates fokurduyor, hafiften bir dereotu kokusu yayıyordu. Buzdolabında dört şişe Piesporter Falkenberg, Carlsberg Hof ve buzlukta bir şişe Løjtens schnapps bekliyordu.
Martin Beck tüm bu emeğinden gayet memnundu. Şimdi tek eksik misafirlerdi.
İlk Åsa Torell geldi. Martin Beck Campari soda hazırladı. Åsa Torell elinde içkisiyle evi gezdi.
Daire bir yatak odası, oturma odası, mutfak, banyo ve holden oluşuyordu. Odalar küçüktü ama bakımı kolay ve rahattı.
“Burayı seviyor musun diye sormama gerek yok,” dedi Åsa Torell.
“Çoğu doğma büyüme Stockholm’lü gibi ben de hep Gamla Stan’da bir dairem olmasını hayal ederdim,” dedi
Martin Beck. “Kendi başıma takılmak da harika.”
Åsa başıyla onayladı. Şimdi pencere pervazına yaslanıyordu, ayaklarını bilekten üst üste atmıştı, içkisini iki eliyle tutuyordu. Küçük ve narindi, iri gözlü, kısa kahverengi saçlı ve yanık tenliydi; sağlıklı, sakin ve dingin görünüyordu. Martin Beck onu böyle gördüğüne sevindi çünkü kızın Åke Stenström’ün ölümünü atlatması uzun sürmüştü.
“Ya sen?” diye sordu Martin Beck. “Sen de yeni taşınmışsın.”
“Sen de bir ara bana gel, sana evi gezdireyim,” dedi Åsa.
Stenström’ün ölümünden sonra, Åsa bir süre Gun ve Lennart Kollberg’le beraber yaşamıştı. Eskiden erkek arkadaşıyla oturduğu daireye geri dönmek istemediğinden Kungsholmsstrand’da tek odalı bir yere çıkmıştı. Aynı zamanda seyahat acentesindeki işinden ayrılıp Polis Akademisi’ne başlamıştı.
Akşam yemeği büyük bir başarıydı. Martin Beck kendisi pek yemese de (zaten çok az yemek yerdi), bütün yiyecekler silinip süpürüldü. Martin Beck kaygılanarak acaba iştahlarını hafife mi aldım diye merak etti fakat misafirler masadan kalktığında tok ve hâllerinden memnun görünüyordu. Kollberg çaktırmadan pantolonunun düğmesini açtı. Åsa ve Gun şarap yerine schnapps ve bira tercih etti. Yemek bittiğinde Løjtens şişesi boşalmıştı.
Martin Beck kahve yanında konyak ikram etti, kadehini kaldırıp, “Şimdi iyice coşalım, ilk kez hepimiz aynı gün izinliyiz,” dedi.
“Benim izin günüm yok,” dedi Gun. “Bodil sabahın beşinde gelip karnımın üstünde zıplıyor ve kahvaltı istiyor.”
Bodil, Kollberg’lerin yaklaşık iki yaşındaki kızlarıydı.
“Bunu düşünme şimdi,” dedi Kollberg. “Yarın sabah akşamdan kalma olsam da olmasam da ben ilgilenirim. İşten de bahsetmeyin. Düzgün bir iş bulabilseydim, geçen seneki olaydan sonra istifamı verirdim.”
“Şimdi bunun sırası değil,” dedi Martin Beck.
“Nasıl düşünmeyeyim?” dedi Kollberg. “Bütün polis teşkilatı yakında dağılacak. Kırsaldan gelen şu zavallı sersemlere baksana, o üniformaları içinde avare avare geziyor, ne yapacaklarını bilmiyorlar. Ya idareye ne demeli!”
Martin Beck, dikkatini dağıtmak için, “Ah, iyi,” dedi ve konyağına uzandı.
Aslında en son yeniden düzenleme sonrasında teşkilatın siyasileştirilip merkezileşmesinden dolayı o bile endişeliydi. Devriye memur kalitesinin her daim düşmesi de cabasıydı. Fakat bu meseleyi masaya yatırmanın ne yeri ne de zamanıydı şimdi.
“Ah, iyi,” diye tekrar etti dalgın bir şekilde ve kadehini kaldırdı.
Kahveden sonra Åsa ve Gun bulaşıkları yıkamak istedi. Martin Beck karşı çıkınca, kendi evleri dışında her yerde bulaşık yıkamayı sevdiklerini söylediler. Martin Beck de onları kendi hâllerine bırakıp viski ve su getirdi.
Telefon çaldı.
Kollberg saate baktı.
“Onu çeyrek geçiyor,” dedi. “Malm değilse kafamı keserim, kesin bize yarın işe geleceksiniz diyecektir. Ben burada yokum.”
Malm, yeni emekliliğe ayrılmış eski müdürleri Ham-mar’dan sonra başa geçen Emniyet Müdürü’ydü. Malm tepeden inme, yani Polis Genel Müdürlüğü’nden gelmişti ve buraya gelişi son derece siyasi görünüyordu. Neyse, durum biraz gizemliydi.
Martin Beck telefonu açtı.
Sonra abartılı bir ifadeyle yüzünü ekşitti.
Malm yerine, arayan Emniyet Genel Müdürü’ydü, dişlerini sıkarak şöyle demişti, “Bir durum var. Yarın sabah ilk iş Malmö’ye gitmeni isteyeceğim.”
Ardından gecikmiş bir şekilde ekledi, “Rahatsız ettiysem, özür dilerim.”
Martin Beck buna bir cevap vermedi fakat şöyle dedi, “Malmö mü? Ne oldu?”
Kendine yeni bir kokteyl hazırlayan Kollberg gözlerini kaldırıp başını iki yana salladı. Martin Beck ona bıkkın bir bakış atıp kadehini işaret etti.
“Viktor Palmgren’i duydun mu?” dedi Emniyet Genel Müdürü. “Şu şirket sahibi mi? Şu üst düzey?”
“Evet.”
“Tabii ki duydum ama bir milyon farklı şirketi olması ve paraya para dememesi haricinde onun hakkında bir bilgim yok. Ah, aynı zamanda, genç ve güzel bir karısı var, bir de manken miydi neydi. Ne olmuş ona?”
“Öldü. Malmö’deki Savoy’da, henüz kimliğini belirleyemediğimiz bir suikastçı tarafından başından vurulduktan sonra bu gece Lund’daki sinir cerrahisi kliniğinde vefat etti. Olay dün gece oldu. Västberga’da gazete almıyor musunuz?”
Martin Beck, Kollberg’in ona uzattığı viski bardağını alıp bir yudum içti.
“Per Månsson görev başında değil mi?” diye devam etti.
“O elbette bu olayı çözmeye yeterli…”
Emniyet Genel Müdürü sabırsızca lafını kesti.
“Tabii ki Månsson görev başında ama ben senin de gidip ona yardım etmeni istiyorum. Ya da hatta vakayı tamamen sen üstlen. En kısa zamanda yola çıkmanı istiyorum.”
Çok sağ ol, diye düşündü Martin Beck. Gece bire çeyrek kala Bromma’dan bir uçak kalkıyordu ama Martin Beck o uçakta olmayı planlamıyordu.
“Yarın sabah erkenden gitmeni istiyorum,” dedi Emniyet Genel Müdürü.
Anlaşılan, uçuş takvimini bilmiyordu.
“Bu son derece karmaşık, hassas bir mesele. Hiç gecikme olmadan çözmek istiyoruz.”
Bir an sessizlik oldu. Martin Beck içkisini yudumlayıp bekledi. Nihayet karşıdaki adam devam etti, “Bu vakayı senin üstlenmeni yukarılardan birileri istedi.”
Martin Beck kaşlarını çattı ve Kollberg’in meraklı bakışıyla karşılaştı. “Palmgren bu kadar önemli miydi?” dedi.
“Öyleymiş işte. Bazı işlerinde çıkarları olanlar varmış.”
Klişeleri geçip baklayı ağzından çıkarsan ya, diye düşündü Martin Beck. Ne çıkarı, ne işi?
Anlaşılan üstü kapalı konuşmak mühimdi.
“Maalesef ne tür işlerle haşır neşir olduğuna dair net bir bilgim yok,” dedi.
“Hepsi hakkında sonunda bilgilendirileceksin,” dedi Emniyet Genel Müdürü. “En önemli şey, en kısa zamanda Malmö’ye gitmen. Malm’la konuştum, seni bu olaya bırakıyor. Bu adamı ele geçirmek için varımızı yoğumuzu ortaya koymalıyız. Basınla konuşurken çok dikkatli ol. Anlayabileceğin üzere, bu konu hakkında çok fazla yazılıp çizilecek. Eee, ne zaman yola çıkarsın?”
“Sabah dokuz ellide bir uçak var galiba,” dedi Martin Beck tereddütle.
“Tamam. Uçakta ol,” dedi Emniyet Genel Müdürü ve telefonu kapattı.

5
Viktor Palmgren, perşembe akşamı saat yedi otuz üçte ölmüştü. Ölümüne dair yapılan resmî açıklamadan yarım saat önce, durumuyla ilgilenen doktorlar, bünyesinin sağlam olduğunu ve sağlık durumunun da ciddi bir tehlikesi olmadığını söylemişti.
Adamın tek sorunu, kafasında bir kurşun olmasıydı.
Ölüm esnasında karısı, iki beyin cerrahı, iki hemşire ve Lund polis merkezinden dedektif komiser yanındaydı. Ameliyatın yüksek risk taşıdığına dair ortak bir karara varılmıştı ki sıradan bir insan bile bunun mantıklı olduğunu anlardı. Çünkü Palmgren’in ara sıra şuuru açılıyordu, hatta bir keresinde, onunla iletişim bile kurabilmişlerdi.
O esnada perişan hâldeki polis, ona iki soru sormuştu: “Sizi vuran adamı iyice görebildiniz mi?” ve “Adamı tanıyor muydunuz?”
Verdiği cevaplar muğlaktı, birinci sorunun cevabı olumluydu ve ikincinin cevabı olumsuzdu. Palmgren katili olacak kişiyi görmüştü ama hayatında ilk ve son kez.
Yani bu bilgilerle durum daha da açıklığa kavuşmuyordu. Malmö’de ise Månsson’un suratı ağır çizgilerle buruşmuştu ve yatağının ya da en azından temiz bir gömleğin özlemini çekiyordu.
Dayanılmaz derecede sıcak bir gündü ve polis merkezinde klima yoktu.
Elindeki tek ufacık ipucunu kaçırmışlardı. Ah şu Stockholm’lüler, diye düşündü Månsson.
Ancak Skacke’yi düşündüğü için dışından söylemedi bunu. Bu genç polis hassastı.
Ayrıca, bu ipucu çok da değerli miydi, onu da bilmiyordu.
Belki de koftu.
Yine de işte. Danimarka polisi, Springeren çalışanlarını sorguya çekmişti ve Malmö’den Kopenhag’a akşam dokuz seferindeki gemide, bir adam hosteslerden birinin dikkatini çekmişti çünkü adam otuz beş dakikalık yolculuğun ilk kısmı boyunca kıç güvertesinde kalmak istemişti. Dış görünüşü, en çok da giysileri verilen tarife uyuyordu.
Elde bir şeyler var gibiydi.
Gerçek şu ki bu deniz otobüslerinin güvertesinde ayakta durulmazdı çünkü bunlar gemiden çok uçağa benzerdi. Hatta yolculuk esnasında açık havada durmanıza bile izin verilmeyebilirdi. Adam sonunda aşağı yürümüş ve koltuklardan birine oturmuştu. Vergisiz çikolata, alkol ya da sigara satın almamış ve bu nedenle arkasında herhangi bir yazılı not bırakmamıştı. Bir şey satın almak için, basılı bir sipariş formu doldurmak gerekiyordu.
Bu kişi, neden olabildiğince uzun süre güvertede kalmaya çalışmıştı acaba?
Belki de suya bir şey atmak için.
Ama ne?
Silahı mı yoksa?
Eğer aynı kişiyse, bu durumda silahtan kurtulmak istemiş olabilirdi.
Eğer bahsi geçen adam deniz tutmasından korkuyorsa, bu yüzden temiz hava almak istemiş de olabilirdi.
“Eğer, eğer, eğer,” diye kendi kendine mırıldandı Månsson ve dişlerinin ortasındaki kürdanı kırdı.
Çok berbat bir gündü. İlk olarak, içeride oturmak mecburiyetindeysen, sıcaklık tahammül edilemez raddedeydi. Dahası, pencerelerin ardında, yakıcı ikindi güneşine tamamen maruz kalıyordunuz. İkincisi, eli kolu bağlı beklemek de dayanılacak gibi değildi. Bilgi beklemek, onlarla bir türlü temasa geçmeyen tanıkları beklemek zorundaydı.
Olay yeri incelemesi kötü gidiyordu. Yüzlerce parmak izi bulunmuştu fakat bunların Viktor Palmgren’i vuran adama ait olduklarını varsaymak için hiçbir neden yoktu. En büyük umutları penceredeydi fakat camda kalan birkaç iz de tespit edilemeyecek kadar bulanıktı.
Backlund, boş kovanı bulamadığı için çok sinir olmuştu.
Bu yüzden defalarca telefon etti.
“Nereye gitmiş olabilir, anlamıyorum,” dedi sinirle.
Månsson bu sorunun cevabı o kadar kolay ki Backlund bile çözebilmiş olmalıydı, diye düşündü. Bu yüzden inceden alayla şöyle dedi, “Bir teorin olursa haber ver.”
Hiçbir ayak izi de bulamadılar. Yemek salonunda o kadar insan dolaştığından ve duvardan duvara halıda ayak izi çıkarmak zor olduğundan bu sonuç da oldukça doğaldı. Pencere dışında, adam bir pervaza basmış, oradan kaldırıma atlamıştı. Çiçekleri bir güzel ezmişti fakat Adli Tıp uzmanlarına pek bilgi bırakmamıştı.
“Şu akşam yemeği,” dedi Skacke.
“Evet, ne olmuş?”
“Özel bir toplantıdan çok, sanki iş yemeğine benziyor.”
“Olabilir,” dedi Månsson. “Masada oturanların listesi elinde mi?”
“Hemen burada.”

Viktor Palmgren, yönetim kurulu başkanı, Malmö, 56
Charlotte Palmgren, ev kadını, Malmö, 32
Hampus Broberg, bölge müdürü, Stockholm, 43
Helena Hansson, özel sekreter, Stockholm, 26
Ole Hoff-Jensen, bölge müdürü, Kopenhag, 48
Birthe Hoff-Jensen, ev kadını, Kopenhag, 43
Mats Linder, başkan yardımcısı, Malmö, 30
“Hepsi de Palmgren’in şirketlerinde çalışıyor olmalı,” dedi Månsson.
“Öyle görünüyor,” dedi Skacke. “Hepsi bir kez daha kapsamlı bir sorguya çekilmeli, tabii ki.”
Månsson derin bir nefes verip coğrafi dağılımı düşündü. Jensen çifti bir önceki akşam Danimarka’ya dönmüştü bile. Hampus Broberg ve Helena Hansson, sabah uçağıyla Stockholm’e gitmişti ve Charlotte Palmgren Lund’daki hastanede kocasının yatağının başındaydı. Sadece Mats Linder hâlâ Malmö’deydi. Ondan bile emin değillerdi. Palmgren’in sağ kolu olarak sık sık seyahat ediyordu.
Böylece talihsizlikler, ölüm haberiyle birlikte doruğa ulaşmıştı. Haberi sekize çeyrek kala aldılar ve dosya otomatik olarak cinayet dosyasına dönüştü.
Ama durum daha da kötüleşecekti.
Saat on buçuktu, oturmuş kahve içiyorlardı, gözleri çukura kaçmış, avurtları çökmüştü. Telefon çalınca Månsson açtı.
“Evet, benim, Dedektif Komiser Månsson.”
Hemen arkasından:
“Anladım.”
Bu cümleyi üç kere tekrarladı, hoşça kal demeden telefonu kapattı.
Skacke’ye bakıp şöyle dedi, “Bu artık bizim davamız değil. Merkezden birisini gönderiyorlar.”
“Kollberg olmasın,” dedi Skacke tedirgince.
“Hayır, tabii ki sadece Martin Beck. Yarın sabah gelecekmiş.”
“Şimdi ne yapacağız?”
“Eve gidip yatacağız tabii ki,” diyen Månsson ayağa kalktı.

6
Stockholm’den kalkan uçak Bulltofta’ya indiğinde Martin Beck kendini iyi hissetmiyordu.
Uçmaktan hiç hoşlanmazdı ve bu cuma sabahı da dün akşamki partinin olumsuz etkilerini taşıyordu. Bu durum seyahatini daha da tatsızlaştırmıştı.
Bir nebze serin olan kabinden iner inmez onu sıcak, ağır hava karşıladı ve daha merdivenleri inmeden terlemeye başladı. İç hatlar geliş terminaline yürürken asfalt ayaklarının altında yumuşacıktı.
Taksinin içi, açık cama rağmen hamam gibiydi ve arka koltuğun sahte deri döşemesi, incecik gömleğinden alev alev yakıyordu.
Martin Beck, Månsson’un onu emniyette beklediğini biliyordu ama önce otele gidip duş almak ve üstünü değiştirmek istedi. Bu kez her zaman yaptığı gibi St Jörgen’de değil Savoy’da bir oda ayırtmıştı.
Kapıdaki görevli onu o kadar abartılı selamladı ki Martin Beck bir an için onu uzun zamandır beklenen önemli bir müşteri sandıklarını düşündü.
Oda ferah ve serindi, kuzeye bakıyordu. Martin Beck pencereden kanalı ve tren garını, limanın ötesini ve Kockum rıhtımının ilerisinde de Öresund Boğazı’ndan Kopenhag’a doğru yola çıkmış, mavilikte gözden kaybolan beyaz bir deniz otobüsü görebiliyordu.
Martin Beck soyunup odada çıplak gezerek bavulunu boşalttı. Sonra banyoya girip uzun, soğuk bir duş aldı.
Temiz iç çamaşırı ve temiz bir gömlek giydi, giyinmesi bitince gar saatinin tam on ikiyi gösterdiğini fark etti. Polis merkezine taksi tuttu ve doğruca Månsson’un odasına yürüdü.
Månsson avluya bakan tüm pencereleri ardına kadar açmıştı, günün bu saatinde güneş almıyordu. Gömlekle oturuyor, bir yığın kâğıdı karıştırırken bira içiyordu.
Selamlaşmalarından sonra Martin Beck ceketini çıkardı, boş sandalyeye oturdu ve bir Florida yaktı; Månsson da ona kâğıt yığınını verdi.
“Başlangıç olarak bu rapora bakabilirsin. Gördüğün üzere, olay daha en başından kötü ele alındı.”
Martin Beck sayfaları dikkatlice okudu ve sonra Månsson’a sorular sordu, o da raporda yazmayan ayrıntılar hakkında onu aydınlattı. Månsson aynı zamanda Kristiansson ve Kvant’ın Karolinskavägen’deki davranışının Rönn tarafından yumuşatılmış bir versiyonunu aktardı. Gunvald Larsson bu olayla alakadar bile olmak istemiyordu.
Martin Beck okuduktan sonra kâğıtları önündeki masaya koydu. “Öncelikle tanıkları adamakıllı sorguya çekmeliyiz, orası belli. Bu gerçekten de pek verimli olmamış. Şu garip tabirle ne demek istemişler ki?”
Sayfalardan birini çıkarıp okudu, “‘Suç işlendiği esnada olay yerinde bulunan saatlerin farklı zamanı göstermeleri göz önünde tutularak…’ Bu ne demek oluyor ki?”
Månsson omuz silkti.
“Bunu yazan Backlund,” dedi. “Backlund’la tanışmışsındır?”
“Ah, o. Anladım,” dedi Martin Beck.
Backlund’la tanışmıştı. Bir kere. Yıllar önce. O da yetmişti.
Bir araba avluya girip pencerenin tam altında durdu.
Sonra gürültüler duyuldu, kapılar çat diye kapandı, insanlar koştu ve Almanca bağırış çağırışlar oldu.
Månsson yavaşça kalkıp dışarıya baktı.
“Gustav Adolf Meydanı’nda iyi bir temizlik yaptılar herhâlde,” dedi, “ya da rıhtımda. Orada güvenlik önlemlerini genişlettik ama çoğunlukla yakalananlar, cebinde bir avuç esrarla takılan ergenler oluyor. Büyük sevkiyatları ya da gerçekten tehlikeli torbacıları enselediğimiz az olmuştur.”
“Bizde de durum öyle.”
Månsson pencereyi kapatıp oturdu.
“Skacke nasıl?” diye sordu Martin Beck.
“İyi,” dedi Månsson. “Hırslı bir çocuk. Evde oturup her gece ders çalışıyor. İyi de iş çıkarıyor, çok dikkatli, daha temkinli. O hatasından büyük ders çıkarmış. Bu arada, Kollberg değil de senin geldiğini duyunca çok rahatladı.”
Bir yıldan kısa süre önce, Benny Skacke, Kollberg’in, Arlanda havaalanında birlikte tutuklamak üzere oldukları adam tarafından karnından bıçaklanmasına doğrudan sebep olmuştu.
“Futbol takımı için de iyi olmuş diye duydum,” dedi Månsson.
“Öyle mi?” dedi Martin Beck ilgisizce. “Şimdi ne yapıyor?”
“Palmgren’in grubundan birkaç masa ötede oturan şu adama ulaşmaya çalışıyor. Adamın adı Edvardsson ve Arbetet gazetesinde düzeltmen. Geçen çarşamba sorguya alacaktık ama çok sarhoştu ve dün de ona ulaşamadık. Muhtemelen akşamdan kalma hâlde evdeydi de kapıyı açmadı.”
“Eğer Palmgren vurulduğunda sarhoşsa, tanık olarak pek işe yaramaz,” dedi Martin Beck. “Palmgren’in karısını ne zaman sorguya alabiliriz?”
Månsson birasından bir yudum alıp ağzını elinin tersiyle sildi.
“Bugün öğleden sonra umarım. Ya da yarın. Onunla sen ilgilenmek ister misin?”
“Kendin yapsan daha iyi olabilir. Palmgren hakkında benden daha fazla bilgi sahibisindir.”
“Pek sanmıyorum,” dedi Månsson. “Ama tamam, karar senin. Skacke adama ulaşırsa Edvardsson’la sen konuşabilirsin öyleyse. İçimden bir ses, her şeye rağmen onun en değerli tanığımız olduğunu söylüyor. Bira ister misin? Maalesef ısınmış.”
Martin Beck hayır anlamında başını salladı. Susuzluktan ağzı kurumuştu ama ılık bira ilgisini hiç çekmiyordu.
“Kantine gidip biraz maden suyu alsak ya?” dedi.
İkisi birlikte barda dikilip birer maden suyu içtiler, sonrasında Månsson’un odasına geri döndüler. Benny Skacke ziyaretçi sandalyesinde oturmuş, defterinden bir şey okuyordu. Onlar içeri girince hemen ayağa kalktı, Martin Beck ile tokalaştılar.
Månsson, “Eee, Edvardsson’a ulaştın mı?” diye sordu.
“Evet, nihayet. Şu anda gazetedeymiş ama saat üçte eve dönecekmiş,” dedi Skacke.
Notlarına göz attı.
“Kamrer Caddesi, 2 numara.”
“Arayıp üçte geleceğimi söyle,” dedi Martin Beck.
* * *
Kamrer Caddesi’ndeki apartman, bir dizi yeni bina içinde ilk biten binaya benziyordu; sokağın karşı tarafında yakında daha yeni ve büyük apartmanlara yer açmak için buldozerlerin hışmına uğrayacak, boşaltılmış eski evler yer alıyordu.
Edvardsson en üst katta oturuyordu, Martin Beck zili çalar çalmaz kapıyı açtı. Yaklaşık elli yaşındaydı, zeki bir yüzü, dikkat çeken bir burnu ve ağzının kenarlarında derin çizgileri vardı. Kapıyı ardına kadar açmadan evvel Martin Beck’e gözlerini kısarak, “Başkomiser Beck mi? İçeri girin,” dedi.
Martin Beck önden odaya girdi, içerisi az mobilyayla döşenmişti. Duvarlar kitap raflarıyla doluydu ve cam kenarındaki çalışma masasında bir daktilo, rulosunda da yarı yazılmış bir sayfa duruyordu.
Edvardsson odadaki tek koltuğun üstünden bir tomar gazeteyi kaldırdı. “Lütfen oturun, size içecek bir şeyler getireyim. Dolapta soğuk biram var.”
“Bira çok iyi olur,” dedi Martin Beck.
Adam mutfağa girdi, elinde iki bardak ve iki şişe birayla geri döndü.
“Beck birası,” dedi. “Çok yakıştı, hı?”
Birayı bardaklara boşaltınca koltuğa oturup bir kolunu koltuğun sırtına attı.
Martin Beck biradan büyük bir yudum içti, soğuktu ve bu bunaltıcı sıcakta çok iyi gelmişti. Sonra şöyle dedi, “Yani, neden geldiğimi zaten biliyorsunuz.”
Edvardsson başıyla onaylayıp bir sigara yaktı.
“Evet, Palmgren hakkında. Vefatına çok da üzüldüğümü söyleyemem.”
“Onun hakkında bilginiz var mıydı?” diye sordu Martin Beck.
“Şahsen mi? Yok, tanımıyordum. Fakat ona rastlamamak mümkün değil. Bende otoriter, kibirli bir adam izlenimi bırakmıştı, eh, ben öyle tiplerle hiç geçinemem.”
“Ne demek bu? ‘Öyle tipler’ yani?”
“Paranın her şey olduğuna inanan ve parayı edinmek için her yolu mübah bulan tipler.”
“Hakkındaki düşüncelerinizi netleştirmek isterseniz sizden Palmgren hakkında daha fazlasını daha sonra dinlemek isterim fakat önce bir şey öğrenmek istiyorum. Saldırganı gördünüz mü?”
Edvardsson elini saçında gezdirdi, saçları biraz dağınıktı ve alnına dalga dalga düşüyordu.
“Maalesef bu konuda çok yardımcı olamayacağım. Ben oturmuş bir şeyler okuyordum ve adam pencereden çıkmak üzereyken ancak tepki gösterebildim. İlk önce Palmgren dikkatimi çekti, sonra saldırganı gördüm ama göz ucuyla. Çok hızlı kaçtı, tekrar pencereye doğru baktığımda, adam sırra kadem basmıştı bile.”
Martin Beck cebinden buruşuk bir Florida paketi çıkarıp bir tane yaktı.
“Dış görünüşü hakkında bir fikriniz var mı?” diye sordu.
“Koyu renk giysiler giydiği kalmış aklımda, herhâlde takım elbise ya da birbirine uyumsuz bir spor ceket ve pantolon. Bir de sanırım genç birisi değildi. Ama bu sadece aklımda kalan bir izlenim; adam otuz, kırk ya da elli yaşında olabilirdi ama bundan çok daha yaşlı ya da genç olacağını sanmam.”
“Siz restorana girdiğinizde Palmgren’in grubu masada oturuyor muydu?”
“Hayır,” dedi Edvardsson. “Onlar geldiğinde ben yemeğimi yemiş, bir viski içmiştim. Burada yalnız yaşıyorum ve bazen bir restoranda oturup kitap okumak hoşuma gider, sonuçta orada bayağı uzun süre otururum.”
Durakladı, biraz sonra ekledi, “Bana bayağı tuzluya mal olsa da tabii.”
“Bu toplantıda Palmgren haricinde dikkatinizi çeken birileri oldu mu?”
“Karısı ve Palmgren’in sağ kolu olduğu söylenen o genç adam vardı. Diğerlerini tanımıyordum ama bence onlar da çalışanlarıydı. İkisi Danca konuşuyordu.”
Edvardsson pantolonunun cebinden bir mendil çıkarıp alnındaki teri sildi. Beyaz gömlek giymiş, kravat takmıştı, altında polyester pantolon ve ayakkabı vardı. Gömleği terden sırılsıklamdı. Martin Beck kendi gömleğinin sıcaktan vücuduna yapıştığını hissetti.
“Ne konuştuklarını duyabildiniz mi?” diye sordu.
“Doğrusunu isterseniz, evet, duydum. Ben çok meraklıyımdır ve insanları incelemek çok eğlenceli, o yüzden evet, biraz kulak kabartmıştım. Palmgren ile Danimarkalı iş konuşuyordu, neyle ilgili olduğunu tam duyamadım ama birkaç defa Rodezya ismi geçti. Palmgren’in kırk tarakta bezi vardı. Kendisi bile bir kez bu deyişi kullanmıştı. Bir sürü karanlık iş çeviriyormuş, böyle anlatıldığını duydum. Kadınlar, bu tip kadınların genelde konuştuğu şeyleri konuşuyordu yani kıyafetler, seyahatler, ortak arkadaşlar, partiler falan. Bayan Palmgren ve diğer ikisinden genç olan, sarkık göğüslerini yaptırmış birisini anlatıyordu, memeleri çenesinin altından fışkıran iki tenis topu gibi olmuş. Charlotte Palmgren New York’ta ‘21’deki bir partiyi anlatıyordu, sözde Frank Sinatra da gelmiş ve Mackan denen birisi bütün gece herkese şampanya ısmarlamış. Bunun gibi bir milyon şey daha. Twilfit’te 75 krona muhteşem bir sutyen varmış. Yazları peruk kafayı terletiyormuş, o yüzden her gün saçlarını yapmak zorundalarmış.”
Martin Beck, Edvardsson’un o gece kitabını pek okuyamadığını anlamıştı.
“Diğer adamlar peki? Onlar da mı iş konuşuyordu?”
“Hayır, pek değil. Akşam yemeğinden önce toplantı yapmışlardı sanki. Dördüncü adam yani Danimarkalı olan ve genç olan değil, öyle bir şey söyledi. Hayır, onların muhabbeti de pek üst düzey değildi. Mesela uzunca bir süre Palmgren’in kravatını dillerine doladılar, maalesef göremedim çünkü bana sırtı dönük oturuyordu. Çok özel bir kravat olmalıydı çünkü hepsi hayrandı ve Palmgren bunu Paris’te Şanzelize’den 95 franka aldığını söyledi. Kızı, bir zenciyle aynı eve taşınmış. Palmgren de kızı pek siyahinin olmadığı İsviçre’ye göndermesini söyledi.”
Edvardsson ayağa kalktı, boş şişeleri mutfağa taşıyıp iki şişe bira daha getirdi. Şişeler sıcakta hemen buhar yapmıştı ve çok çekici görünüyorlardı.
“Evet,” dedi Edvardsson, “masadaki muhabbetten en çok hatırladıklarım bunlar. Pek yardımcı olamadım, değil mi?”
“Olamadınız,” dedi Martin Beck dürüstçe. “Palmgren hakkında ne biliyorsunuz?”
“Fazla bir şey bilmem. Limhamn taraflarında, en büyük, eski üst sınıf malikânelerden birinde yaşar. Kamyon yüküyle para kazandı, karısı ve o eski ev harici başka bir sürü yere de kamyonla para harcardı.”
Edvardsson bir süre sessiz durdu. Sonra o bir soru sordu: “Siz Palmgren hakkında ne biliyorsunuz?”
“Bundan daha fazlasını değil.”
“Polis, Viktor Palmgren gibiler hakkında benim kadar az bilgiye sahipse, Tanrıya emanetiz,” dedi Edvardsson ve birasından büyük bir yudum aldı.
“Palmgren tam vurulduğu sırada bir konuşma yapıyordu, değil mi?”
“Evet, hatırlıyorum, ayağa kalkıp bir şeyler gevelemeye başladı, zırvaladı işte. Onlara hoş geldiniz dedi, emekleri için teşekkür etti ve hanımlara nutuk çekip eğlendi. Bayağı yetenekliymiş bu konuda; gayet şen şakraktı. Otel personeli de onları rahatsız etmemek için uzaklaştı; hatta müzik bile durdu. Garsonlar ortadan kayboldu, bense orada oturmuş, buz küplerimi emiyordum. Palmgren’in ne yaptığını sahiden bilmiyor musunuz, yoksa bu bir polis sırrı mı?”
Martin Beck bira bardağını süzdü. Aldı. Dikkatlice bir yudum içti.
“Açıkçası benim pek bilgim yok,” dedi. “Ama muhtemelen daha fazla bilgi sahibi olanlar var. Stockholm’de bir sürü yabancı iş yeri ve bir emlak şirketi.”
“Anladım,” dedi Edvardsson ve düşüncelerine gömüldü.
Bir saniye sonra, tekrar konuştu, “Katili çok az gördüm, dünden önceki gün de onlara anlattım. Polisten iki kişi üstüme düştü. Birisi saatin kaç olduğunu sorup durdu ve biraz daha zeki, daha genç bir polis daha vardı.”
“O sırada pek ayık değildiniz, değil mi?” dedi Martin Beck.
“Hayır. Tanrı biliyor ya, hiç değildim. Sonra dün de bir daha kafayı çektim, o yüzden hâlâ akşamdan kalmayım. Şu bitmeyen sıcaktan herhâlde.”
Şahane, diye düşündü Martin Beck. Akşamdan kalma başkomiser, akşamdan kalma tanığı sorguya çekiyor. Çok verimli.
“Bilirsin işte,” dedi Edvardsson.
“Evet, bilirim,” dedi Martin Beck. Arkasından bardağı alıp kafasına dikti. Ayağa kalkıp, “Teşekkürler. Sizinle tekrar iletişime geçebiliriz,” dedi.
Durdu ve bir soru daha sordu:
“Bu arada, katilin kullandığı silahı görebildiniz mi?”
Edvardsson tereddüt etti.
“Düşünüyorum da şimdi, galiba gözüme çarptı, adam tam cebine sokarken. Silahlardan pek anlamam ama uzun, bayağı ince bir şeydi. Silindirli ya da her ne deniyorsa, ondan olan bir şeydi.”
“Altıpatlar,” dedi Martin Beck. “Hoşça kalın, bira için teşekkürler.”
“Yine beklerim,” dedi Edvardsson. “Ben şimdi beni kendime getirecek bir şeyler içmeliyim, sonra da buraları toparlayayım.”
* * *
Månsson hâlâ masasında, aynı pozisyonda oturuyordu.
“Ne demeliyim?” dedi Martin Beck içeri girince. “Nasıl geçti? Eee, nasıl geçti?”
“İyi bir soru. Bayağı kötüydü bence. Orada durum nasıl?”
“İyi değil.”
“Duldan ne haber?”
“Yarın bakacağım. Dikkatli olmakta yarar var. Kadın yasta.”

7
Per Månsson, Malmö’nün Möllevång Meydanı civarında işçi mahallesinde doğup büyümüştü. Yirmi beş yıldan uzun süredir polisti. Ömrü boyunca Malmö’de yaşamış birisi olarak şehri herkesten daha iyi bilir ve severdi.
Buna rağmen şehrin bir bölgesi vardı ki burayı tanıma şansı hiç olmamıştı ve bu bölge onu hep huzursuz ederdi. Burası Västra Förstaden’di, hep zengin ailelerin yaşadığı Fridhem, Västervång ve Bellevue gibi mahalleleri vardı. Yirmiler ve otuzlardaki kıtlık yıllarını iyi hatırlıyordu, küçük bir çocukken Limhamn yolundaki malikânelerin arasında tahta sabolarıyla yürürdü, bazen akşam yemeği için ringa bulabilirdi. Pahalı arabaları ve üniformalı şoförleri, siyah elbiseli, önlüklü, kolalı başlıklı hizmetlileri ve tül etekli, denizci giysileriyle zengin çocuklarını unutamazdı. Bunlar o kadar uzaktı ki ona tüm bu ortam akıl almaz gelirdi, sanki bir masal gibi. O şoförler ve hizmetçi kızlar gitmiş olmasına ve zengin çocuklar dışarıdan bakıldığında diğer çocuklardan çok farklı görünmemesine rağmen, bir şekilde burası hâlâ öyle bir his taşıyordu.
Sonuçta patates ve ringa kötü bir beslenme türü değildi ki babasız ve fakir büyümüş olsa da Månsson iri ve büyük bir adam olmuş, ‘zor yolu’ seçmiş ve sonunda başarılı olmuştu. En azından, kendini öyle görüyordu.
Viktor Palmgren de bu bölgede yaşamıştı; sonuç olarak dul eşi de hâlâ burada yaşıyordu.
Månsson şimdiye kadar o talihsiz akşam yemeği sofrasındaki insanların sadece resimlerini görmüştü ve haklarında bilgi sahibi değildi. Charlotte Palmgren hakkında sadece olağanüstü güzel bulunduğunu ve bir zamanlar Miss Bilmem-ne tacını aldığını biliyordu. İsveç güzeli miydi, yoksa kâinat mı? Sonra da manken olarak şöhrete ulaşmıştı ve kariyerinin zirvesinde, yirmi yedi yaşındayken Bayan Palmgren olmuştu. Şu anda otuz iki yaşındaydı, dışarıdan bakıldığında pek değişmemişti, çocuk doğurmamıştı. Dış görünüşüne çok vakit ve sınırsız para harcayabilen kadınlar nasıl görünüyorsa öyleydi. Viktor Palmgren ondan yirmi dört yaş büyüktü, bu da evliliğin hangi çıkarlara dayandığının göstergesiydi. Adam muhtemelen iş arkadaşlarına sergilemek için güzel bir şey istiyordu, kadınsa bir daha asla iş namına bir şey yapmak zorunda kalmamasını sağlayacak kadar para. Evlilikleri böyle yürümüştü.
Buna rağmen, Charlotte Palmgren duldu ve Månsson biraz da olsa görgü kuralına uyabilirdi. Dolayısıyla, hiç hoşuna gitmese de siyah bir takım elbise, beyaz gömlek giydi ve kravat taktı, arabasına binip Regements Caddesi’nden Bellevue’ye kısacık bir yolculuk yaptı.
Palmgren malikânesi, Månsson’un çocukluk anılarıyla tamamen örtüşen cinstendi, belki de anıları yıllar içinde hafif bir abartı tozuyla şişmişti. Sokaktan bakınca evin küçük bir kısmı görülebiliyordu, yani çatının bir köşesi ve rüzgâr gülü. Çit niyetine ekilmiş çalılar hem çok iyi biçilmiş hem de çok uzun ve gürdü. Månsson yanılmıyorsa, arkalarında dökme demirden bir parmaklık da olmalıydı. Arsa çok büyüktü ve çimenliği parklara benziyordu. Garaj yoluna giren parmaklıklı kapı da çalılar kadar geçilmezdi; bakırdandı, zamanla yeşillenmişti, geniş, yüksek ve kıvrımlı desenlerle süslüydü. Kapının bir yarısında abartı büyüklükte harfler vardı, artık tanıdık gelen şu isim okunuyordu: Palmgren. Diğer yarısındaysa bir posta kutusu, elektrikli kapı zilinin düğmesi ve onun tam üstünde, ziyaretçiler, içeri kabul edilmeden önce incelenebilsin diye kare bir açıklık. Elbette elini kolunu sallayarak girilebilecek bir yer değildi burası. Månsson dikkatlice tokmağa bastırırken neredeyse bir yerlerde bir alarmın çalmasını bekledi. Kapı kilitliydi elbette ve pencere kapalıydı. Posta aralığından hiçbir şey görülmüyordu. Elbette burası da başka birkapalı metal kutuya açılıyordu.
Månsson elini zile doğru kaldırdı fakat fikrini değiştirip sol kolunu indirdi ve etrafına bakındı.
Kendi eski Wartburg’u haricinde kaldırıma iki araba park etmişti. Kırmızı bir Jaguar ve sarı bir MG. Charlotte Palmgren’in sokağa iki spor araba park etmiş olması mümkün müydü? Månsson orada hareket etmeden durdu ve bir an için parkın içinden belli belirsiz sesler duyar gibi oldu. Sonra sesler yok oldu, belki de sıcak ve basık havada buharlaşıp yok olmuşlardı.
Ne yaz ama, diye düşündü Månsson. Her on yılda bir yaşanır böylesi. Sen de burada kravat, gömlek ve ceketle tam bir kalın kafalı gibi dikiliyorsun, hem de Falsterbro’da plajda uzanmak ya da evde şortla, içkin elinde takılmak dururken!
Sonra başka bir şey geçti aklından. Malikâne eskiydi, muhtemelen yüzyılın başından kalmaydı, kesinlikle bir iki milyona yeniden düzenlenip modern bir görünüme kavuşmuştu. Bu evlerin genellikle arka girişi olurdu; bahçıvan, aşçı, hizmetçiler, uşaklar ve bebek bakıcıları arkadan girip çıkarlardı. Böylelikle evin bey ve hanımının gözüne takılmamış olurlardı.
Månsson çit boyunca yürüyerek yandaki sokağa saptı. Evin bulunduğu arazi, koca bir blok uzanıyordu sanki çünkü çit hiç değişmiyordu, bozulmadan, geçit vermez hâliyle devam ediyordu. Månsson tekrar sağa saptı, arkaya doğru dolandığında aradığı şeyi buldu. Dökme demirden iki giriş kapısı vardı. Buradan bakınca ev görünmüyordu, uzun ağaçlar ve sık çalılarla örtülüydü. Ancak Månsson’un gözüne yeni yapılmış, kocaman bir garaj takıldı. Hemen yanında daha eski, daha küçük bir bina vardı. Buraya bahçe malzemelerini koyuyor olmalıydılar. Arka kapıda isim levhası yoktu.
Månsson ellerini giriş kapısının iki yanına koyup bastırdı. Kapılar kenara kayıp açıldı. Kapının kilitli olup olmadığını anlamasına gerek kalmadı yani. Ağaçların gölgesi altına girince, havanın ne kadar sıcak olduğunu anladı; yakasının altında ter damlacıkları birikti, kürek kemiklerinin arasından sırtına süzüldü. Månsson kapıları kapattı.
Garaja giden çakıl taşlı yolda tekerlek izleri göze çarpıyordu; bahçeye doğru kıvrılan patikalar granit karolarla kaplıydı.
Månsson ağaçların altından, evden tarafa doğru çimlerde yürüdü. Sarısalkımların ve yaseminlerin arasından geçti, tam tahmin ettiği gibi evin arka tarafına çıktı, burası sessiz ve ıssızdı. Pencereler, mutfak ve kiler merdivenleri kapalıydı ve bir sürü tuhaf ek bina vardı. Månsson bakışlarını eve doğru kaldırdı fakat çok yakın olduğundan pek bir şey göremedi. Sağa giden patikayı takip etti, çiçek tarhından yukarı devam etti, köşeden gizlice baktığında gösterişli şakayıkların arasında heykel gibi donakaldı.
Karşısındaki manzara birçok açıdan nefes kesiciydi. Çimenlik çok geniş ve yeşildi, İngiliz golf sahaları gibiydi. Ortada fasulye şeklinde bir havuz vardı, yanları açık mavi fayanslarla kaplıydı ve içi pırıl pırıl yeşil suyla doluydu. En uzak ucunda bir sauna, paralel barlar ve can simitleri vardı. Saunanın yanında bir egzersiz bisikleti duruyordu. Tahminen burası Viktor Palmgren’in o dillere destan mükemmel fiziğini koruduğu yerdi. Havuzun kenarında Bruno Mathsson koltuğuna benzeyen bir şeyde Charlotte Palmgren oturuyor, daha doğrusu gözleri kapalı, çıplak, sere serpe uzanıyordu. Çok iyi bronzlaşmıştı, bütün vücudu eşit şekilde bronzdu. Sarı saçlıydı. Eğer kadının doğal sarışın olmadığına dair bir şüphe varsa, bronz teninin üstünde neredeyse beyaz görünen, bacak arasında bir üçgen oluşturan ince tüyler bu teoriyi rahatlıkla çürütebilirdi. Yüzü incecik, duygusuz hatlara sahipti, profili belirgin, ağzı dümdüzdü. Çok zayıftı, kalçaları neredeyse doğal olamayacak kadar dardı ve beli küçücüktü. Genç kızlara yakışır göğüsleri vardı. Meme uçları küçük ve uçuk kahveydi, etrafları da cildin diğer kısmından daha açık tondaydı. Kadında, Månsson’u çeken hiçbir özellik yoktu. Bir mağaza vitrinindeki cansız mankenden farkı yok denebilirdi.
Şuna baksanıza, çıplak bir dul!
Hem neden olmasın ki? Dul kadınlar da bazen çıplak olabilir. Månsson şakayıkların arasında dururken kendini bir röntgenci gibi hissetti, ki aynen de öyleydi.
Ancak onu orada kalmaya iten sebep gördükleri değil de duyduklarıydı. Yakın civarda, fakat gözle görünemeyecek bir yerde hareket eden ve bir şeyler yapan birisinden şıngır şıngır sesler geliyordu.
Arkasından Månsson ayak sesleri duydu ve bir adam evin oluşturduğu gölgeliğin içinden çıktı. Charlotte Palmgren kadar olmasa da o da bronzlaşmıştı. Üstünde çiçekli bermuda şort vardı ve içinde açık kırmızı bir sıvı bulunan, iki uzun bardak taşıyordu. Pipet ve buz. Fena fikir değil.
Månsson adamı hemen fotoğraflardan tanıdı. Mats Linder’di bu, daha öleli kırk sekiz saat bile olmamış Viktor Palmgren’in en yakın iş ortağı ve sağ koluydu.
Adam çimenlerden havuza doğru yürüdü. Şezlongda arkasına yaslanmış kadın sol bacağını kaldırıp bileğini kaşıdı. Gözlerini bile açmadan sağ kolunu uzattı ve adamın elindeki bardaklardan birini aldı.
Månsson evin köşesine doğru geri çekildi. Dinledi. Önce Linder konuştu, “Çok mu keskin olmuş?”
“Yok, iyi,” dedi kadın.
Månsson kadının bardağı fayansa koyduğunu duydu.
“Ne fenayız değil mi?” dedi Charlotte Palmgren duygusuzca.
“Aman neyse, yine de güzel.”
“Evet, doğru.”
Kadının sesi hâlâ aynı kayıtsız tondaydı.
Bir süre ortalık sessizdi. Arkasından dul kadın davetkâr ve etkileyici bir ses tonuyla, “Mats, şu aptal şortu çıkarsana?” dedi.
Linder cevap verdiyse de Månsson asla öğrenemeyecekti çünkü şakayıkların arasındaki yerinden hemen ayrıldı.
Hızlı ve sessiz adımlarla gerisin geri yürüdü, kapıyı arkasından kapattı ve çitleri takip ederek iki sokak köşesini de dönüp bakır ön kapının önünde durdu. Bir saniye bile tereddüt etmeden zili çaldı.
Uzaklarda zil sesi yankılandı. Bir dakika geçmeden ayak sesleri yaklaştı. Dikiz deliği açıldı, açık mavi-yeşil bir göz ona baktı. Månsson bir tutam sarı saç ve abartılı uzun, teknik açıdan kusursuz kirpikler gördü.
Månsson kimliğini çıkarmış, aralığa doğru uzatmıştı.
“Rahatsız ettiğim için özür dilerim,” dedi. “Adım Månsson. Komiser.”
“Ah,” dedi kadın çocuk gibi. “Tabii ki. Polis. Birkaç dakika bekleyebilir misiniz?”
“Tabii ki. Bölmüyorum ya?”
“Ne? Yok, yok canım. Sadece iki dakika benim…” Anlaşılan sözünü uygun bir şekilde tamamlayamadı. Deliğin kapağı kapandı, hızla kapıdan uzaklaştı.
Månsson kol saatine baktı.
Kadının geri dönüp kapıyı açması sadece üç buçuk dakika sürdü. Gümüş rengi sandalet ve tiril tiril, gri bir elbise vardı üzerinde.
Altına bir şey giymeye vakti olmamıştır, diye düşündü Månsson, hem zaten gerekli de değildi. Kadının gösterecek ya da saklayacak özel bir şeyi yoktu.
“Buyurun lütfen,” dedi Charlotte Palmgren. “Beklettiğim için özür dilerim.”
Kapıyı kilitleyip adamın önünden evin içine doğru yürüdü. Dışarıda, sokakta bir araba çalıştı. Anlaşılan dul kadın haricinde hızlı davranan başka biri daha vardı.
Månsson ilk kez evi tüm heybetiyle görme fırsatı bulunca buraya hayran kaldı. Aslında burası bir ev gibi değildi, kubbeleri, kuleleri ve garip çıkıntıları olan mini bir şatoydu. Her şey, müteahhidin müthiş bir megaloman olduğunun ve bu tasarımı bir kartpostaldan kopyaladığının kanıtıydı sanki. Daha modern bir görünüm vermek için yakınlarda eklenen sundurma ve cam verandalar da genel izlenimi daha da iyi kılmamıştı. Malikâne tam bir felaketti ve insan gülse mi, ağlasa mı, yoksa bir yıkım ekibi mi yollasa karar veremiyordu. Bina son derece kallaviydi; ancak dinamitle yerinden oynatılabilirdi. Garaj yolunda Kayzer Almanyası’nda bulunan türden bir dizi iğrenç heykel duruyordu.
“Evet, güzel bir evdir,” dedi Charlotte Palmgren. “Ama yenilemek ucuza mal olmadı. Şimdi her şey birinci sınıf.”
Månsson gözlerini evden ayırmayı başarıp çevreye bakmaya devam etti. Daha önce dikkatini çeken çimenlik oldukça bakımlıydı.
Kadın bakışlarını takip edip, “Haftada üç gün bahçıvan gelir,” dedi.
“Anladım,” dedi Månsson.
“İçeride mi yoksa dışarıda mı oturmak istersiniz?”
“Fark etmez,” dedi Månsson.
Mats Linder’den eser kalmamıştı, hatta bardaklar bile ortada yoktu ama geniş verandadaki bir servis arabasında bir seltzer şişesi, bir buz kovası ve birkaç şişe duruyordu.
“Bu evi kayınpederim satın almış,” dedi kadın, “ama yıllar evvel ölmüş, Viktor ve ben daha tanışmadan.”
“Nerede tanıştınız?” diye sordu Månsson yersizce.
“Nice’te, altı yıl önce,” dedi Charlotte Palmgren. “Orada bir defiledeydim.” Bir saniye duraksadıktan sonra ekledi, “Hadi içeri geçelim bari.”
“Tamam,” diye cevap verdi Månsson.
“Size özel bir şey ikram edemeyeceğim. Bir iki içki olabilir tabii.”
“Teşekkürler ama almayayım.”
“Anlıyorsunuz ya, burada yapayalnızım. Hizmetlileri gönderdim.”
Månsson hiçbir şey demedi ve kadın bir saniye sonra, “Olanlardan sonra yalnız kalmak daha iyi diye düşündüm.
Tamamen yalnız,” dedi.
“Anladım. Başınız sağ olsun.”
Kadın başını hafifçe yana eğdi ama iğrenme ve tam duygusuzluk dışında bir şey ifade edemedi.
Belki de kederli görünebilecek kadar yetenekli değil, diye düşündü Månsson.
“Mmm,” dedi. “Hadi girelim.”
Månsson verandanın arkasındaki taş basamaklardan kadını takip etti, kasvetli genişçe bir holü geçip tıklım tıkış mobilya dolu, devasa bir salona girdi. Tüm tarzların bir arada olması grotesk bir hava veriyordu. Bir yanda ultra modern parçalar varken diğer yanda sırtı yüksek eski tip koltuklar ve yarı antika sehpalar vardı. Kadın onu dörtlü koltuk, bir kanepe ve devasa, kalın cam bir sehpa setine doğru götürdü. Yeni ve pahalı bir sehpaya benziyordu.
“Lütfen oturun,” dedi kadın âdetten.
Månsson oturdu. O tekli koltuk, hayatında gördüğü en büyük koltuktu; Månsson öyle bir gömüldü ki bir daha asla ayağa kalkamayacağını sandı.
“İçecek bir şey istemediğinize emin misiniz?”
“Eminim, teşekkürler,” dedi Månsson. “Sizi fazla rahatsız etmeyeceğim. Ancak maalesef size birkaç soru sormak zorundayım. Anladığınız üzere, Bay Palmgren’i öldüren kişiyi en kısa zamanda yakalamak istiyoruz.”
“Evet, polissiniz. Eh, ne demeliyim ki? Ben çok üzüldüm, olayın kendisi… Trajik.”
“Saldırganı gördünüz, değil mi?”
“Evet, ama her şey o kadar hızlı oldu ki. Sonrasına kadar tepki veremedim. Sonra korkunç bir düşünce beynime saplandı, adam beni de vurabilirdi. Hepimizi indirebilirdi.”
“O adamı daha önce görmüş müydünüz?”
“Hayır, kesinlikle hayır. İsimleri falan pek hatırlayamam ama yüz hafızam çok kuvvetlidir. Lund’daki polis de bana aynısını sormuştu.”
“Biliyorum, ama doğal olarak o sırada çok üzgündünüz.”
“Kesinlikle, korkunçtu,” derken hiç de samimi değildi.
“Son birkaç gündür bunu uzun uzadıya düşünmüş olmalısınız.”
“Evet, tabii ki.”
“Ama adamı net bir şekilde gördünüz. Ondan tarafa bakıyordunuz. Dış görünüşü nasıldı?”
“Eh, ne diyebilirim ki? Son derece sıradandı.”
“Ne tür bir izlenim edindiniz? Gergin miydi? Yoksa gözü dönmüş gibi miydi?”
“Yani, gayet sıradan görünüyordu. Oldukça sıradan.”
“Sıradan mı?”
“Evet, basit biri. Aramızda yoktur böyleleri.”
“Adamı görünce ne hissettiniz?”
“Hiçbir şey, tabancayı çekene kadar. Ondan sonra korktum.”
“Silahı gördünüz mü?”
“Tabii. Normal tabancaydı.”
“Ne çeşit olduğunu söyleyemez misiniz?”
“Tabancalardan anlamam. Ama namlusu vardı. Bayağı uzundu. Kovboy filmlerinde kullanılan silahlara benziyordu.”
“Peki adamın yüz ifadesi hakkında ne söyleyebilirsiniz?”
“Hiçbir şey. Dedim ya, gayet sıradandı. Kıyafetlerini daha net inceledim ama bundan bahsetmiştim zaten.”
Månsson adamın eşkâlini almak için kadını daha fazla zorlamaktan vazgeçti. Kadın anlattıklarından daha fazlasını ya anlatamıyor ya da anlatmıyordu. Månsson garip odada etrafına bakındı. Kadın bakışlarını takip edip şöyle dedi, “Bu koltuk grubu bayağı göz alıcı, değil mi?”
Månsson başıyla onayladı ve kim bilir kaça mal olmuştur diye düşündü.
“Kendim aldım,” dedi kadın gururla. “Finncenter’dan.”
“Her zaman burada mı yaşıyorsunuz?” diye sordu Månsson.
“Malmö’deyken başka nerede yaşayacağız?” diye sordu kadın mahcup bir şekilde.
“Peki Malmö’de değilken?”
“Estoril’de bir evimiz var. Kışın orada yaşıyoruz. Viktor sık sık Portekiz’le iş yapıyordu. Bir de Stockholm’de şirketin dairesi var tabii. Gärdet’de.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/may-shevall/savoy-cinayeti-69401641/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Savoy Cinayeti Пер Валё и Май Шёвалль
Savoy Cinayeti

Пер Валё и Май Шёвалль

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Ayrıksı Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "İsveçli bir sanayici lüks Savoy Oteli’nde herkesin gözü önünde vurulur. Ancak o sırada oradaki kimse saldırganın düzgün bir eşkâlini veremez. Katili bulmak için görevlendirilen Martin Beck soruşturma sonunda şu sonuca varır: Kurbanın birçok karanlık işi, katilin ise kurbanı öldürmek için birçok sebebi vardır.

  • Добавить отзыв