Mutlu Bir Son

Mutlu Bir Son
Memduh Şevket Esendal
Memduh Şevket Esendal, yaşamı boyunca yer tuttuğu önemli ve kıdemli mevkilere tezat oluşturacak tarzda hikâyeler kaleme almıştır. Kendine has üslubu ve kelimeleriyle sıradan insanların sıradan öykülerini yazmayı kendine misyon edinen Esendal, bu özelliğiyle her zaman halka yakın durmuştur. Mutlu Bir Son, Esendal’ın belli bir süre okuyucuya ulaşamayan öykülerini bir araya getirmesi bakımından önemli bir eserdir. İçindeki birçok hikâye, Esendal’ın özellikle aile temasını nasıl işlediğini açıkça göstermektedir. Aile içindeki sağlıklı veya sağlıksız ilişkiler, maddi zorluklar, evlilikteki hassas dengeler gibi türlü ailevi meselelerden dem vuran Esendal, bu hikâyelerde çekirdek aileye olan bakışını da yansıtmaktadır. "Sen çalış, git o büyük yerlerde otur, yaşa; iste, isteyen adamın yapacağının ucu bucağı yoktur. Ben daha çoğunu istemeyi bilmiyordum. Sen isterken hiçbir şeyi kendine büyük görme."

Memduh Şevket Esendal
Mutlu Bir Son

Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayatın içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmelerinden sonra Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.

HİKÂYELER

ASKER HEKİMİ
Asker hekimi Binbaşı Etem Ali Bey, kırk beşle elli yaş arasında, kır bıyıklı, kırca saçlı, iyi yüzlü, sinirli bir adam. Kartaltepe’de 47. Alay açık ordu yerinde küçük bir çadır içinde hastaları muayene ediyor.
Açılır kapanır bir masa, ayakları ikide birde toprağa batan bir hafif iskemle, masanın üstünde bir defter. Hekimin gözünde gözlükler, hasta neferin künyesini yazıyor. Çadırın yanında birkaç nefer toplanmış mütevekkil, hareketsiz bekleşiyorlar. Çadıra giren nefere doktor soruyor:
“Adın ne?”
Yazmak için cevabı bekliyor. Neferde ses yok.
“Sağır mısın? Adın ne?”
“Benim mi?”
“Senin ya. Burada başka kimse var mı? Belli ki sana soruyorum işte, anlamıyor musun?”
“Anlıyorum ya, ‘Benim mi?’ diye sordum.”
“Oğlum, başka kime sorarım? Burada seninle benden başka adam var mı?”
“E, yoksa? Ben bilemedim de…”
“Bilemedinse şimdi bildin ya, söyle bakalım.”
“Benim adım Halil.”
Doktor yazıyor.
“Babanın adı?”
“Babamın mı?”
“Babanın ya. Yoksa bilmiyor musun?”
“Bilirim…”
“E, bilirsen söylesene.”
“Babam çoktan öldü.”
“Allah Allah! Canım, ben sana ‘Baban sağ mı?’ diye sormadım ki. ‘Babanın adı nedir?’ dedim.”
“Babamın adı Hamza Çavuş’tu.”
Doktor yazıyor.
“Nerelisin?”
“Afyonkarahisarlı.”
“Afyon’un içinden misin, köylerinden mi?”
“Kazasından…”
“Hangi kazadan?”
“Bolvadin’den.”
“Bolvadin’in içinden misin?”
“Yok, köylüğünden.”
“Hangi köyden?”
“Karığıyamık.”
“Ne diyorsun, anlamıyorum…”
“Karığıyamık…”
“Kargayanık mı?”
“He, Karığıyamık.”
“Zorla değil ya, herifin sözlerini anlamıyorum.”
Doktor biraz duruyor, düşünüyor, sonra:
“Git, şuradan hasta bakıcı neferlerden birini bana çağır.” diyor.
Nefer gitti. Biraz sonra, hasta bakıcı neferlerden biri geldi.
“Nerede o hasta nefer?” diye doktor sordu.
“Hangi hasta nefer efendim?”
“Canım, şimdi buradaydı, seni çağırmaya yolladım.”
“Bilmem, bakayım isterseniz.”
“Nasıl bilmem, efendim. Şimdi seni buraya kim çağırdı?”
“Siz çağırdınız dediler.”
“Ya Rabbi, sen bilirsin! İnsan deli olacak. Benim seni çağırdığımı sana kim söyledi?”
“Bilmem, bir neferdi.”
“Ulan, eşekler ve sivrisinekler senden akıllıdır. Git, seni çağıran neferi bul da gel!”
Hasta bakıcı çıkar, bir zaman sonra bir neferle gelir. Doktor, hasta nefere çıkışır:
“Ulan, nereye defolup gidiyorsun? Ben sana hasta bakıcıyı çağır demedim mi?”
“Çağırdım.”
“Çağırdın ama sonra sen kendin yıkıldın, gittin. Ben onu çağırdımsa senin dilini anlamak için çağırdım.”
Nefer hiç cevap vermez. Doktor, hasta bakıcıya:
“Sor bakayım, bunun köyünün adı neymiş?”
Hasta bakıcı nefere sordu:
“Hangi köydensin?”
“Karığıyamık.”
Hasta bakıcı, doktora döner:
“Kargıyanık…”
“O başka bir şey söylüyor, sen başka…”
Hasta bakıcı, nefere sordu:
“Kargıyanık mı?”
“He, Karığıyamık…”
“Efendim, Kargıyanık yaz.”
Doktor, bunun doğru olduğuna inanmadı ise de daha ziyade sözü uzatmak istemedi, “Karığıyanık” diye yazdı.
“Bu köylerin adını da kimler böyle koyar anlaşılmaz.” diye söylendi. Deminden beri bir şey anlamıyor gibi duran nefer dile geldi, doktora cevap vererek:
“Köyün yatırının adıdır.” dedi.
Doktor, bir şey anlamayarak:
“Ne diyor?” diye hasta bakıcıdan sordu.
“Köyün yatırı imiş hani!”
“Allah inandırsın, hiçbir şey anlamıyorum.”
Biraz sustuktan sonra hasta bakıcı anlatmak istedi:
“Bizim köylerde yatır olur, mezar… Biz ona yatır deriz.” dedi.
Çadır sıcak, doktor terledi. Ceketini çıkarırken ilave etti:
“Anlamadım.” dedi. “Gel sen şu ceketimi al.”
Nefere sordu:
“Hangi taburdansın?”
“İkinci tabur birinci bölük birinci takım…”
Doktor, kalemi bıraktı.
“Neren ağrıyor?” diye sordu. Nefer midesini göstererek:
“Yüreğim ağrıyor.” dedi.
“Çıkar dilini. Uzat bakayım elini.”
Hastanın ateşi yok. Hasta bakıcıya:
“Nerede kâğıdın? Yaz buna bir tertip İngiliz tuzu. Hasta çadırında istirahat. Yemek yok. Dışarı çıkarsa, yarın sabah çorba.”
Nefer çıkarken hasta bakıcı da gidiyordu.
“Sen kal burada! Bak, kim var orada, gelsin.”
İçeriye, esmer yağız, iri yarı bir nefer girdi. Doktor, gözlüklerinin üstünden bakarak düşünceli bir tavırla sordu:
“Adın ne?”
“Omar.”
Doktor yazarken “Ömer” diye tashih etti.
“Babanın adı ne?”
“Akusman.”
“Ne?”
“Akusman…”
“Ben anlamıyorum.”
Hasta bakıcıya:
“Ne diyor bu?” diye sordu.
Hasta bakıcı nefere:
“Ne diyon?” dedi.
“Akusman…”
Hasta bakıcı, doktora:
“Akusman diyor efendim.”
“Ulan, sen de onun söylediğini söylüyorsun. Akusman diye isim olur mu?”
Hasta bakıcı, doktorun neden anlamadığına şaşıyormuş gibi:
“Neden efendim?” dedi.
Hepsi, biraz sustular. Sonra doktor dedi ki:
“Sakın bu Ak Hüsmen yahut Ak Osman olmasın?”
Hasta nefer:
“Ha, Akusman.” diye tekrar etti ve nihayet anlaşıldı ki “Ak Osman”mış. Doktor, deftere yazdı. Ancak fena hâlde sıkıldı.
“Ben sizin gibi adam görmedim.” dedi. “Ne söylediğiniz anlaşılır ne anlaşılandan bir mana çıkar.”
Biraz durup düşündükten sonra, gene devama karar verdi.
“Nerelisin?”
“Karadeniz’den…”
Doktor, gözlüğünü çıkardı, gözlerini açarak nefere çıkıştı:
“Ulan insafsız.” dedi. “Karadeniz dediğin kara değil denizdir. Orada insan oturur mu? Sen balık mısın? Ben bir daha bu defteri tutmam. Kim isterse tutsun. Bunlar için verem olacak değilim.”
Biraz daha durup düşündükten sonra nefere:
“Senin evin, köyün yok mu?” diye sordu.
“Köyümüz Balveren.”
“Nerede bu Balveren? Denizde değil ya…”
“Değil. Karada.”
“E, karanın neresinde?”
“İskelemiz İnebolu.”
“Gördün mü, İnebolu kazası desene…”
Doktor, yazdı.
“Vilayetiniz neresi?”
“Vilayetimiz Kastamonu. Bizim köy Araç’a bakıyor.”
“Sizin köy Araç’a mı bakıyor. Sakın sizin kaza Araç olmasın?”
“Araç ya…”
Doktor, şaşkın şaşkın nefere baktı.
“Ulan hani demin İnebolu diyordun, bana da İnebolu yazdırdın.”
“İnebolu, iskelemiz.”
“Gel de bu millete lakırtı anlat. Ulan, ‘Karadenizliyim.’ diyorsun. Karadeniz size kaç günlük yol. Ben Karadeniz’in burnu dibinde doğdum büyüdüm de gene sordukları vakit Karadenizli diyemem. Karadeniz’i çok mu seversiniz, nedir? Bu kadar denizi seviyorsun bari seni gemilere verseydiler. Hangi taburdansın?”
“Birinci tabur…”
“Bölüğün?”
“Bizim bölük mü?”
Doktor kızdı, bağırdı:
“Bizim bölük mü ne demek? Elbet sizin bölüğü soruyorum.”
Hasta bakıcı, neferin bölüğünü biliyormuş, söyledi.
“Nedir hastalığın?”
“Böğrüm ağrıyor.”
“Göster bakayım neresi?”
Nefer, kalçasını gösterdi.
“Ulan orası böğür mü? Kalçanı gösteriyorsun.”
“Geceleri buram ağrıyor, sızısından duramıyorum.”
“Sen buranı bir yere vurdun mu?”
“Vurmadım.”
“Aç bakayım.”
Nefer soyundu. Kalçasında el kadar bir çürük görünüyordu.
“Bu nedir? Sen buranı bir yere vurmuşsun.”
Nefer, cevap vermedi. Bilmiyor.
“Götür bunu hasta çadırına. Pansuman ümid[1 - (Fr.) Pansement humide: Islak pansuman.] yapınız.”
Doktor, öğleye kadar ancak yedi hastaya bakabildi. Daha fazlasına kuvveti kalmadı. Hasta bakıcıyı çağırdı.
“Al bu defteri.” dedi. “Götür Naci Bey’e. Kalan hastaların adlarını, künyelerini yazsın. Ben bundan sonra isim yazmam. Bana yazılı getirin, ben muayene ederim.”
Sonra, seyyar karyolasının üstüne uzandı. Kendini hiçbir iş yapmamış ve çok yorulmuş buluyordu.

    1931

BANKA MÜDÜRÜNE MEKTUP
Sabri Efendi beni evde aramış, yoktum, haber bırakmış. Ertesi günü kahvede buluştuk.
“Hayrola! Ne var, beni niye aradın?” dedim.
“Belki siz bankanın yeni müdürünü tanırsınız diyordum.”
“Tanımıyorum, ne olacak?” diye sordum.
Anlattı:
“Değirmeni yapmak için biliyorsun borca girmiştik ama senet değiştiriyorduk. Ben bu sene gene senet değiştiririz diye düşünüyordum. Müdür değişti. Bu yeni gelen müdüre benim hakkımda fena söylemişler. Hesabı keselim, diye tutturdu. Ben gittim, kendisine her türlüsünü anlattım. ‘Olmaz!’ dedi, dayandı. Arkamdan tebligatı da yaptırmış. Ben tahmin edemedim böyle olacağını, yoksa bir çaresine bakardım. Şimdi, arada bir yarın var. Yarın da buna bir çare bulamadık mı benim için hakiki felaket. Düşündüm, inkâr edeyim, mahkemeye gitsin. Orada uzatayım. Hiç faydası olmayacak. Bunu, gene dostlukla bitirmekten başka çare yok. Sen bu işi valiye söyletemez misin? Ona resmî bir adam söylese yapar. Siz bir mektup yazsanız, gene yapar.”
“Ben mektup ne diye yazayım? Bir defa herifi tanımam. İkincisi de ne derler: ‘Sabri Efendi’yle dostluğu vardır, bir iyilik için yapıyor.’ derler mi? ‘İşte parmağı vardır.’ diyeceklerine hiç şüphe etme.”
“Sizi bu memlekette herkes bilir. Sonra, yapacağı iş de nedir. Sekiz bin lira veriyorum, bu sene nihayetinde vereceğim. On altı bin lirayı da ödemek için taksite bağlayacağız.”
“Sabri Efendi, bu, büyük bir borç. Sen geçen defa bana dört bin lira bulmak için geldiğin vakit ‘Bankalara borcum yok. Hesapça ben onlardan alacaklı çıkıyorum.’ diyordun.”
“Ben o zaman senet değiştireceğimi düşünerek bu borcu hiç hesaba katmıyordum. Sonra buhranı da biliyorum. Alacaklarımdan hiç, on para alamıyorum. Malum ya, bizim alışverişimiz köylüyle. Heriflerde yok ki bana versinler. Devlet alacağını alamazsa ben nasıl alırım? İşin fenası, değirmen elden gidecek. Ben üst tarafına hiç ehemmiyet vermem. Tam da işler yoluna girmişti. Başka bankalar da krediyi kesecekler…”
“Senin başka bankalara borcun yok mu?”
“Yok olur mu? Hepsinde hesabım var.”
“Borcun ne tutar?”
“Ne bileyim, oturup hesap etmeli.”
“Şöyle tahminî?”
“On yedi, on sekizi geçer.”
“Sabri Efendi, bu çok ciddi bir iş. Sen bunun altından, bu yıllarda nasıl kalkarsın?”
“Şunu bir atlatsam, ötekiler hiçbir iş değil. Hepsini öderim.”
Belki de öder. Hiç bildiği işler değil. Ben olsam kederimden çıldırır yahut kendimi öldürürüm. Bunun elinden değirmeni giderse bu adam ne yapar? Baksan, kendi çok geniş görünüyor ama içi nedir kim bilir? Ben düşündüm kaldım. O beni kandırmak, valiye göndermek istedi. Gördü ki faydası yok, ayrıldı. Böyle batak işe girilir mi? Valiyi vasıta edeyim, sonra benim başım belaya girsin. Ölünceye kadar mahcup kalayım. Bir taraftan da acıdım. Memleketin çok çalışkan adamlarından biridir. Yazık, bu buhranlar yüzünden sönüp gidiyor. İçimde bir dert oldu, rüyalarıma girdi ama gidip kendisini arayamadım. Kimseden de yeni bir şey işitmedim. Değirmen de satılmadı. Kendisi de gene geziyor, işine bakıyor. Anlaşılmaz bir iş…

    1931

BİR ŞEF
“Bak kardeşim, sana söyleyeyim. Benim bu adamdan ümidim yoktur. Böylesine yalancı pehlivan derler. Bazen işleyeceği tutar, kâtiplere bin tane boş, lüzumsuz liste yaptırır.”
“Hani bakayım, getir sen o kâğıdı yaptın mı? Olmamış. Ben sana ne dedim? Hepsinin yanında kırmızı ile bir numerosu olmayacak mıydı?”
“İşte, numaraları burada. Bak, benim bir kaidem vardır, sana söyleyeyim. İnsan, daima ufak bir defter taşımalı, ona not almalıdır. Şimdi sen evde görsen benim belki yüz tane böyle defterim vardır. Ta mektepten beri. Hem insan için güzel bir hatıra olur. Şimdi bu defterlerimi açınca, hemen yirmi senelik hatıraları sana sayarım. Yaaa! Seni yoruyorum ama onun bir faydası vardır.”
“Yok… Estağfurullah…”
“Yaaa. Hadi kardeşim, biz, bak burada memleketin bütün işini çeviriyoruz demektir. Bunun manevi zevki insanın kötü bir ömrüne değer… Değil mi?”
Liste yeni baştan yapılır. Ama zaten lüzumlu bir şey değildir. Sonra da hiç sorulmaz. Bir dosya içinde kalır gider. Ertesi gün başka bir vesile ile yeni bir kaide konur.
“Niye veriyorsun bu kâğıdı bana?”
“Bilmem, sizde durmayacak mı?”
“Faydasız. Bana verseniz gene size iade edeceğim. Benim bir usulüm vardır. Onu size göstereceğim. Bakınız ne kadar pratiktir. Hiç elde kâğıt bulunmaz. Sırası gelince size izah ederim. Bak, birlikte ne kadar güzel çalışacağız. Metot! Her şey metottadır. Metot olunca insan hiç yanılmaz. Görürsünüz işler ne kadar kolay bitecektir.”
O iş de bir tarafta kalır. Bir daha aranmaz. Kendisi, gelen telgrafları okur. İmzalar, havale eder. Biri yanına girerse, bir iş söylerse kızar ve kendini haklı bulacaklarını tahmin ederek der ki:
“Görüyorsunuz ne kadar işimiz var. Ben şimdi sizi dinleyemem ki… Dinlersem doğru olmaz.”
Ve nihayetini güya tatlıya bağlar:
“Siz bu işin bizden fazla emektarısınız. Bizi mazur göreceğinizi bildiğim için sizinle dertleşiyorum. Benim bir kaidem vardır. Bir adam iş yaparken onu bırakıp diğer bir işe kendini velev bir lahza olsun vakfederse hem o iş kalır hem o hem o… Hep buradayız değil mi? Daha çok görüşeceğiz. Çok hasbihâl edeceğiz. İş çoktur ama insan bir metot içinde ve arkadaşlarının samimiyet havası içinde çalışınca her şeye vakit bulur. Doğru değil mi? Yaaa! Biz hep samimi adamlarız. Bir memleket kurmak kolay mı? Bunun şerefi hepimizedir.”
Bunları söyler, kendi fikrince o adamı okşamış olur. Bazen gelenin çenesini de okşar ve herifin lakırtısını boğazına tıkadığının, boğduğunun farkında bile olmaz. Bazen, odasında meclis toplanmaya başlar. O meşgul görünür. Bir yazı okur. Sonra, güya dalgınmış da uyanmış gibi işi elden bırakır, sorar:
“Daha bütün arkadaşlar gelmediler galiba. Henüz vakit erken. Yavaş yavaş gelirler. Onlar gelinceye kadar benim için de birkaç dakika istirahat olur.”
Gerinir gibi yapar ve ilave eder:
“Bir sürşarj[2 - Sürşarj: Çok çalışma, çok yüklenme.] içindeyiz.” der.
Ancak bilmem samimi midir? Günün yarısını boşuna geçirdiğini bilir mi? Bir ufak kâtibin ondan on kat fazla çalıştığını bilir mi? Onun hâli benim hoşuma gider. Ben onun ne zaman yorgunluk göstereceğini, ne zaman kaide söyleyeceğini bilirim. İki zamanda kaide çıkarması muhakkaktır. Biri, eğer bir itiraza uğrarsa:
“Arkadaşlar ben, kıymetli arkadaşlarımızın söylediklerini dinlerken hayret ediyorum. Biz bunları yazarken onların düşündüklerini hiç düşünmedik. Hatırımızdan bile geçmedi. Onun için her vakit söylerim, bir insan kendi fikrine fazla ehemmiyet vermemeli. Cidden arkadaşlar, bunu aramızda müşterek fikirlerin husulü için söylüyoruz, bir insan kendi fikrine fazla ehemmiyet verirse, arkadaşımızın düştüğü hataya yüzde doksan düşer.”
Bu, bir kaide. İkinci şekli, birinin bir teklifini kabul ve ona iltifat etmek isterse gene kaideler:
“Beyefendi emir buyursanız da bu evrak gelince kalemden hemen bize verseler. Çünkü bilahare hepsi şey oluyor…”
Bu teklifin dalkavukluk olduğunu bilmez mi? Yoksa bilir de aldırmaz mı? Bana kalsa, teklifi halisane görür.
“Evet” der. “Hakkınız var. Zaten, bütün arkadaşlar biz aramızda âdet etmeliyiz. Her gün kalem bizim dikkat nazarımız altında olmalıdır. Ben, arkadaşlar, âdet etmişimdir, her gün gelince bir defa kaleme uğrarım. Dikkat ederseniz görürsünüz, hemen bütün evrakı bir günde çıkarmak benim büro mesaimin esasıdır. Bunu bütün arkadaşlar âdet etseler, burada hiç toplu iş kalmaz. Bunu, tabii bütün arkadaşlarım bilirler. Ben, yalnız fikirleri toplamak için söylüyorum. Yoksa bizim mesaimiz burada en modern mesaidir. Daha da olacak… Zamanla, ne esaslar koyacağız! Metot oldukça o daima kendi kendini itmam eder.”
Bu zavallı adamın hayatı kaide, gevezelik ve yelkovanı çıkmış saatin mesaisi gibi boşuna yorgunluk yahut yorgun görünmektir. Kendi çok yaşlı değildir. Ama iridir. Toraman, karaman bir adam. Ensesi, yanakları ve karnı şişkin durur. Hele karnı çok büyüyor. Ağzı ufak ve biraz içine kaçık gibidir. Bu iri hâliyle çevik bir adam görünür. Çeviktir. Ayağa kalkınca da hayli hızlı yürür.

    1931

FİLANTROP
Birkaç genç toplanmış, hem bir gazete çıkarıyor hem lafazanlık ediyorlardı. Bir gün idareye bir genç daha geldi. Başı açık, arkasındaki pardösünün kuşağı sarkıyor, potinlerinin ökçeleri aşınmış, pantolonunun paçaları dilimlenmiş. Yakalığı yok, yakası ve saçları yağlı. Kapıdan girince durdu, orada olanlara baktı. Onlar da ona baktılar.
“Tanıştık mı?” dedi.
Hiç kimse cevap vermedi. Masabaşında bir sandalyeye oturdu.
“Ben.” dedi. “Buraya niçin geldim bilmem!”
Orada oturan gençlerden biri:
“Biz de bilmeyiz.” dedi.
“Siz de bilmezsiniz, doğru… Çünkü siz de kıçınıza bir matbaa sandalyesi olsun uydurmuşsunuz ve az çok karnınız da tok. Görüyorum ki rahat rahat konuşuyor ve yazı yazıyorsunuz. Okumuş yazmış mümtaz sınıfın lafazanlığını ediyorsunuz. Elbette bilmezsiniz. Ama ben sizleri biliyorum ya, yeter… Ben, bizim gibilere basamak olacak sizleri bir defa yakından görmeye gelmiş olduğumu sanırım. Ama siz de hükûmete gelince sakın bizlere serseri kanunu tatbik etmeye kalkmayın.”
“Hele şimdilik uzaktayız. Bir defa yerimize oturduğumuzu görelim de sonra konuşuruz!”
“Uzaktasınız! Evet. Biz daha uzaktayız. Ama bundan ne çıkar? Uzakta oluruz, yakınlaşırız.”
Esmer, kıvırcık saçlı bir genç, biraz sert:
“Bunlar iyi ya. Ama daha evvel, sen kimsin?” diye sordu.
“Ben bir adam. Kendimi tarif için size söyleyecek bir unvanım yoktur. Ben, benim. Bugünkü heyet içinde hiçbir şey. Yarınki heyet içinde ne olurum bilmem. Sizinle görüşmek için bir unvan söylemek lazım mı?”
“Siz bilir misiniz, buraya pek çok polis hafiyeleri gelir.”
“E, gelirler de ne yaparlar?”
“Hiiç, gelir oturur, inkılaplardan, komitalardan, açlıktan, susuzluktan dem vurur, sonra giderler.”
Bir başkası:
“Baksana efendi, bizi burada işi yok adamlar sanıyorsan aldanıyorsun. Biz burada çalışırsak karnımız doyar, anladın mı?” dedi.
“Hadi sen de şakacı!”
Sustular. Hepsi düşündü: “Bunun sonu yumruk pazarı mı olacak? Bu serseri nereden, hangi beladan başımıza düştü?”
İçeri, bu adamı tanıyan bir arkadaş girdi.
“Ooo Hamdi.” dedi. “Sen burada ne arıyorsun?”
Sonra, arkadaşlara takdim etti:
“Ultra komünist Hamdi yoldaş.” dedi.
Hamdi, kendisini takdim edenin yüzüne baktı:
“İftira etme.” dedi. “Komünist belki sizlersiniz, onu bilmem. Ben komünist filan değilim. Ben filantropum.[3 - Filantrop: İnsanları seven, insanların iyiliği için çalışan hayırsever kimse.] Anladın mı? Bana bir unvan vermek istersen, bari böyle ver. İnsanlığın dostuyum. Sizin gibi yahut başkaları gibi insanların başlarına bela olacaklardan değilim. Hiç çalışmam da! Hapishanelerde yaşar dururum. Aç kalınca bir hezeyan eder hapse girerim ve zuhur edeceğim günü beklerim.”
Tanındığı hâlde, gene kimse bu adamdan hoşnut olmadı. Onu tanıyana, bunu buradan aşırmasını söylediler.

    1931

İLTİMAS
Sabahleyin yeni kalkmıştım. Haber verdiler, kapıya biri gelmiş beni görmek istiyormuş.
“Adı neymiş?” diye sorduk.
Bahçe kapısına kadar gittiler, sordular. Abidin Efendi’ymiş. Öğrendik. Abidin Efendi’yi tanımadım.
“Gelsin bakalım.” dedim.
Geldi. Görünce hatırladım. Vaktiyle bizim memlekette tapu kâtibi yamağı idi. Adına biz Apti derdik, meğerse o Abidin’miş. Geldi, oturduk. Yirmi beş sene var ki birbirimizi görmemişiz. Eskiden yeniden konuştuktan sonra niçin geldiğini anlattı.
“Ben sana niye geldim?”
“Niye geldin?”
“Benim bir çocuğum var.”
“Ee?”
“Orta mektebi bitirdi. Şimdi bir liseye girecek.”
“Ee?”
“Sen bana bir kâğıt ver.”
“Nesine kâğıt vereyim?”
“Mektebe girmesi için…”
“Mektebe almıyorlar mı?”
“Bilmem, biz gitmedik.”
“E, gitmediniz… Alıyorlar mı, almıyorlar mı bilmiyorsunuz. Ben ne kâğıdı vereyim?”
“Canım, sen bir kâğıt versen olur. Kâğıt olmazsa almıyorlar. Kim bir iltimas bulursa onunkini alıyorlar…”

    1931

HAFIZ HANIM
Kale bedeni gibi yüksek duvarlar içinde bir büyük bahçe ortasında bir konak. Konağın altı bir geçit. Geçidin bir yanında selamlığın binek taşı, öteki yanında haremliğin binek taşı. Binek taşlarından, çifte mermer merdivenler çıkıyor, dönüyor, bir geniş ahşap merdivenle yukarı salonlara çıkıyor. Döşeme tahtaları bir arşın genişliğinde meşeden yarılmış, giriş yerine insan gövdesi gibi meşe kütükleri atılmış. Çerçeveler meşe, pencere kapakları meşe. Tepe pencereleri olan geniş odalar… Alçı çerçeve, renkli camlar, geniş setli divan odaları. Oymalı, alçı çiçekli tavan göbekleri, çiçeklikler… Gece, bu geniş odalarda yağ mumu yanan çift kollu şamdanlar dibinde oturulur, konuşulur, iş işlenir.
“Kız, al mumun piçini!”
Setli odaların setinden aşağıda oturan halayıklardan biri kalkar, siperli mum makası ile mumun piçini alır, kararan ışık biraz parlar. Büyük hanım çubuğunu içer. Hafız Hanım’a masal söyletir. Hafız Hanım gelip haftalarca kalan dalkavuk kadınlardan biridir. Hacı diye ihtiyar bir kocası da vardır. Hiçbir iş yapmaz. Hafız Hanım onu geçindirir. Eskiden, Dımışkızade Sait Molla’nın yanında çubuk ağasıymış.
Hafız Hanım, zürefadan[4 - Zürefa: Zarif insanlar.] gibi görünür, boynuna sevici kadınlar gibi bir beyaz mendil bağlar. Saçları kulakları hizasından kesiktir. Başında karanfil oymalı hotozu, ince dikişli hırkası, üstünde şal kuşağı ile temiz bir kadındır. Masallar bilir. Gidip geldiği konaklarda hem hanımlar hem halayıklarla dost, ihtiyar kalfa hanımlarla kapı yoldaşıdır. Onu ince düşünceli, güldürür güzel sözler söyler diye tanımışlardır, her sözüne gülerler. Büyük hanımın yanında masal söylerken güzel halayık kızlar sessizce kapıları açar, gölge gibi girer, oracığa siner, masalı dinlerler. Hatırlı kalfalara, büyük hanım haber gönderir:
“Kız! Mesut Bacı’ya, Ayniter’e söyle! Hafız Hanım masal söyleyecek!”
Küçük hanımlar, gelin hanımlar da toplanırlar. Gece yarısına doğru kuru yemiş yahut taze yemiş gelir, yenir. Sonra, herkes odasına çekilir, yatar.
Bir yere gezmeye gidilirse Hafız Hanım’a haber yollanır. Azatlı kalfalardan biri bir sabah erken kalkar, hazırlanır. Yeni çedik pabuçlarını sandıktan çıkarır, lavanta çiçeği kokan temiz çamaşırlarını giyer, gider büyük hanımı, küçük hanımları etekler; onlardan tembihler alır, ak yaşmağını tutar, yeşil feracesini giyer. Yanına, ağalardan biri katılır. Okur, üfler, kapıdan çıkar. Çarşamba’daki konaktan Odabaşı’nda Hafız Hanım’ın evine gider. Sokakta türbeler, mezarlar önünden geçerken okur, üfler. Yerde yatan iki köpek arasından geçmeye dikkat ederler. Yanlarında para varsa dervişlere para verirler. Eve girerken sağ, çıkarken sol ayaklarını evvel atmaya çalışırlar. Ağa önde, Kalfa Hanım arkada gider, nihayet Hafız Hanım’ın evine varırlar. Kapı duvar. Hafız Hanım evinde oturur mu? Kim bilir nereye gitmiştir. Ağa gider, köşedeki hallaçtan, kalaycıdan Hacı’yı sorar. Hacı, Yenibahçe’deymiş. Komşuların kapısı vurulur, Kalfa Hanım’ı içeri alırlar. Dinlenir ve tembih eder:
“Cumaya hanımefendi Silahtarağa’ya gidecek. Hafız Hanım eve gelince hemen durmasın gelsin!”
Döner, eve gelirler. Geç kalırlarsa, Kalfa Hanım ertesi günü “yol ertesi” olur. Hafız Hanım da her geldikçe bir gün yatar, “yol ertesi” olur.
Gezmeye, senede bir defa gidilir. Selamlık mutfağında altı tane erkek aşçı, harem mutfağında on zenci cariye varken, gezmeye gidileceği zaman harem sofasına yaygılar yayılır, sofralar örtülür, et tahtası gelir. Büyük hanım kendi eliyle hindi ayırır. Gezmede birlikte bulunacak hanımefendiler etrafta oturur, seyrederler. Fıstık, Şam fıstığı ayıklanır; Hafız Hanım, badem kırar. Bir yanda dolma doldurulur. Uzak yerden gelen hanımlar bir hafta konakta kalırlar. Konak, düğünevi gibi olur.
O zaman İstanbul’da karpuz arabaları, kâtip arabaları bile yoktur. Silahtarağa’ya öküz arabaları ile gidilir. Bu arabaların tekerlekleri ve dingil üstündeki yastık ağaçları gayet yüksektir. Araba altındaki boyalı, ufak bir merdivenle arabaya çıkılır. Araba da yeşilli, sarılı, kırmızılı boyanmıştır. Boyunduruğun zevleleri uzun ve birbirine mahyalanan gevşek zincirlerle bağlıdır. Kara sicimden iki büyük, iki küçük dört püskül bu zincirlerden sarkar, sallanır. Bunların arasına bakır paralar, pullar, boncuklar da takarlar.
Arabaları, sabah ezanında konağın kapısından sokar, binek taşının önüne kadar çeker, öküzlerini ahıra götürürler. Arabanın üstündeki eğilere kaba hasır üstüne püsküllü kırmızı ehramlar örterler. Arabaların içine çifte çifte döşekler üstüne seccadeler, kilimler konur.
Yukarıda herkes, evden gideceklerle misafir hanımlar hazırlanırlar. Yaşmaklar, turuncu feraceler, çedikler, pabuçlar giyilir. Okunur, üflenir, kazasız belasız dönüp gelinirse şartı ile adaklar adanır. Baş arabaya büyük hanımı yerleştirirler. Tazeler yüksük takar, kınalar yakınırlar, sürmeler, rastıklar çekilir, yaşmaklanır, hazırlanırlar. Büyük hanımı götürecek arabacıya tembih olunur:
“Aman evladım arabacı başı, sakın koşturma, e mi!”
Öküzler koşulur, dolan araba çekilir, sokakta ötekilerini bekler. Dolan arabalar bir katar olur. Arap köle midilliye biner, arabaların yanı sıra gidecektir. Başında ufak kavuğu, dar destarı, cübbesi ile büyük hanımın sevgili torunu Abdülkadir Çelebi araba içinde büyükanasının yanında sıkışmış ağlar, midilliye binmek ister.
“Ah ya Rabbi, nasıl bindireyim? Sen daha çocuksun, yavrum. Olmaz ki…”
Arabanın yanına lalası yaklaşır, midilli yerine Çelebi’yi kendi sırtına almak ister. Çocuk istemez. Kadınlar teşvik ederler.
“Bak yavrum, midilliden binkat iyi! Keşke benim de bir lalam olaydı da beni de arkasına alaydı…”
Güç bela çocuğu kandırırlar. Bıyıkları burma, enseleri kalın, baldırları çıplak arabacılar öküzleri yedeklerler. Arabalar, taştan taşa sekerek, sarsılarak yola düzülür. Gene okur üflerler. Kafile, Edirnekapı’dan Ayvansaray, Eyüp, Bahariye’den Silahtarağa’ya gider. Orada konaklanılır, kuzu çevrilmeye başlar, helvalar ateşe vurulur, biraz sonra halayıklar bir top şalı kenarlarından tutup bir daire çevirir, şaldan bir duvar yaparlar, hanımlar da bu duvar içine girip yemek yerler.
İkindi vakti dönülür. Yatsı zamanı geç kaldıklarında binbir korku içinde konağa dönerler, bir hafta “yol ertesi” olur, yorgunluk çıkarırlar…

    1932

DONNA ALVONZA’NIN SÖYLEVİ
Genç beyler etrafında döndüler, içlerinde beğendikleri, istedikleri, sevecekleri de oldu; bekledi ki ona evlenme lakırtısı edenler olsun. Olmadı ve bu bekleme senelerce sürdü; kime biraz alıcı gözü ile baktıysa onlar korkup kaçtılar. Yalnız, elli yaşında bir ihtiyar ki bu hanım kadar torunları olduğu hâlde nasılsa gönül vermiş ve umulmaz bir derde tutulmuştu, bir gün ona bütün cesaretini toplayıp evlenme teklif edince kabul etti. Gelin oldu, düğün ziyafetinde herkes, “Gelin şen görünmüyor, kabahat kocasında.” diye bağırdığı zaman ayağa kalktı ve:
“Gelinler nutuk söyler mi?” dedi. “Söyler. İşte ben söyleyeyim de bakınız.”
Herkesin hayretten ağzı açık kaldı. Gelin aşağıdaki sözleri söyledi:
“Hanımlar, beyler, bizim kurmaya hazırlandığımız ailenin mesut olmasını istemek ve bizi pek kolay olmayan hayat yolunda kuvvetlendirmek için ettiğiniz zahmete ve gösterdiğiniz dostluğa, kocam ve ben derin teşekkürlerimizi, minnetlerimizi arz ederiz.
Karı koca arasında geçim ve aile saadeti denilen ve bazıları için çekilemez bir yaşayış demek olan biraz sessiz, biraz her günü birbirine benzeyen hayat, pek güzel takdir buyurursunuz ki karı kocadan her birinin kendi meraklarından, aksiliklerinden birazını bırakması, eşinin merak ve aksiliklerinin birazına katlanması ile olur. Bu şart olmaz, herkes kendi kötü huylarını ortaya istediği gibi dökecek ve karşısındakininkileri çekmeyecek olursa geçim olacağını ve aile hayat ve saadeti denilen sessiz yaşayışın doğabileceğini düşünmek boşuna olur. Eğer benim söylemekte olduğum fikirlerin şu söylediğim kısmı bu sofra etrafında toplanan dostlar cumhuru tarafından kabul olunursa -ki çoğu evli hanımlar ve beylerdendir- onlar da reylerini kısaca söyleyebilirler. Söylesinler. Hanımlar, söyleyin, iş iki başlı olmazsa olur mu? Karısının hastalıklarını, sıkıntılarını anlamak istemeyen, hep kendi dediklerini yapmaya uğraşan ve yapan erkekle geçim olur mu? Olsa da artık ailenin yükünün en büyük kısmını omuzlarına alan kadın için yaşayışın lezzeti kalır mı? (Nutkun burasında bütün evli hanımlar ağır bir çehre ile gözlerini çevirip kocalarına bakarlar ve ‘İşte bak, gördün mü? Bunları da ben söylemiyorum ya!’ demek ister gibi görünürler.) Beyler de söylesinler. Eh, erkekliktir, ne yapalım, tabiat, yaratılış onları biraz -nasıl demeli? Şımarık demek fazla olur- haşarı yaratmak istemiş. Bu haşarılık evine, muhabbetsizliğe kadar giderse kadının bunu görmezlikten gelmek hakkı olmadığını beyler de tasdik ederler. Çünkü evde kabul olunmuş hakları ve borçları vardır. Erkek, bunlardan boyun kaçıramaz. Ama ufak tefek haşarılıklar olur, hanımlar da bunları görmezlik ederse o evde geçim olur mu? (Nutkun burasında erkekler karılarının yüzlerine bakarlar.)
Olur mu? Olmazsa, demek oluyor ki benim söze başlarken dediğim fikirleri dostlar cumhuru kabul ediyorlar ve ediyorlarsa o hâlde nasıl karı koca seçilmeli ve aranmalı yahut daha doğrusu nasıl aranmalı ve seçilmelidir ki aile içinde rahatlık fazla olsun?
Görüyorsunuz ki hanımlar ve beyler, bu sözlerimde sorduğum sualin cevabı da vardır. Bunu daha açık anlatmak istersem şu hülasa çıkıyor: Genç hanımlar, eğer ev rahatlığı görmek ve çok yalan işitmemek isterlerse kendilerini kolaylıkla evlerine tahsis edebilecek beylerle evlenmelidirler. Beylere gelince; kendilerini evlerine bağlayacak, gözlerini dışarıda bırakmayacak hanımları aramaları doğru ve hayırlı olur. Zaten, vaziyetin her türlüsü de erkeklere muvafık olduğu için onlarla çok uğraşmak istemiyorum, sözümün çoğunu hanımlara saklıyorum. Görüyorum ki hanımları her yerde genç beylerin hayalleri takip ediyor. Bir-iki sadakat yemini ile istedikleri emniyeti bulduklarını sanıyor, kendilerini hayatın tecrübelerine ve imtihanlarına vermemiş yahut vermek istemiş de ikmale kalmış gençlere teslim ediyorlar. Sadakat yemini, ahdi, andı onlara yetiyor. Düşünmüyorlar ki sevmek insanın elinde olan bir şey değildir. İnsan isteyerek sevemez ve zaten geçen bir şey için yemin olur ama geleceğe yemin olmaz. ‘Ben seni sevdim ve seviyorum.’ yeminine inanılsa doğru olur. Ancak ‘Seveceğim.’ de yemin olmaz. Bu olmayacak yemini gençler ne coşkunlukla eder, hanımlar ne tatlı tatlı dinler ve ne kadar sevinirler. Yemine inanmak için de bir garanti ister. Yaratılışın iktizaları yemin ile muvazi gitmelidir. En büyük garanti budur. Bu hâlde yemine bile hacet yoktur ya! Ayakları tutuk bir at için ‘Koşamaz!’ diye herkes yemin edebilir. Hatta yemine bile hacet yoktur. Ama genç ve dinç bir at ‘Ben koşmam.’ diye yemin etse buna kolay inanmak elimizden gelir mi?
Bu meseleye genç hanımlar şüphe yoktur ki sevmek bahsini karıştırır, evlenmek için şartların mükemmel yani olgun bir erkeğin sevmek için çok defa muvafık olamayacağını söylerler. Ben de kendi kadın ruhumu bir zaman anlamayarak bu sevmek sözü karşısında durdum. Ama sonra anladım ki erkeklerde sevmek, kadınlarda da sevilmek tarafı kuvvetlidir. Erkek, ‘Beni seviyor!’ dese, bundan anlamalıdır ki kendisi o kadını seviyor. Kadın, ‘Seviyorum!’ derse o da ‘Beni seviyor.’ demektir. Zaten, herkesin az çok bildiği bu bahislerin daha ziyade izah edilmesine tahammül etmezsiniz sanırım. Bir mukaddime, bir başlangıç olarak söylediğim bu sözlerin neticesi, işte bu yukarıdaki nazariyelere göre kocamla anlaşıp kurduğumuz, kurmak istediğimiz bu aile ocağını tesit etmenizi rica eder ve sevgili dostlarımız şerefine kadehimi kaldırırım.”
***
Pek çok alkışlanan, sonra da dostlar arasında günlerce dedikodulara sebep olan bu nutku gülerek serbestçe söyleyen bu hanım, kocasıyla bir hafta kadar oturduktan sonra, bir mektep çocuğunu sevmiş ve onunla Romanya’ya kaçmış.
Anlaşılan psikopatmış…

    1932

BİZİM MÜŞAVİR BEY
Bizden birkaç yüzyıl sonra gelecek adamlar, eğer kısmet olur da toprak altından bizim müşavir beyin kafa kemiğini bulup çıkaracak olurlarsa şaşacaklar… O ne iri, ne gelgelli, ne düzgün, gelecek zaman çocuklarını ne kadar düşündürecek ne okkalı bir kafadır! Düşünecekler, bunun kimin kafatası olduğunu arayacaklar, âlimler toplanacak, bizim günümüz için yazılmış kitaplar karıştırılacak, gözlük gözlük üstüne takıp kafaya bakacak, o zaman çıkacak usullerle büyük adamların ruhları çağrılıp kimin kafası olduğu tarihin karanlıklarında onlara aratılacak, bütün deliller, haberler toplandıktan sonra karar verilecek ki bu kafa, altı milyarıncı hakikat yılında buralarda yaşamış ve buralara Orta Avrupa taraflarından gelmiş bir filozof ve şairin kafasıymış…
Bu karar verildikten sonra, kafa, dünya radyolarında herkese duyurulacak ve en sonra çenesine ufak bir numara kâğıdı yapıştırılıp müzelerden birinin rafına konacak. Ben müşavir beyin yüzüne baktıkça çenesinde bu numara kâğıdını yapışık görüyor ve gelecek adamlarını yanlışlıktan kurtarmaya bir çare arıyorum.
Tepesi çıplaktır. Sol kulağı üstünden uzattığı saçlarını getirir bu parlak, yuvarlak kafanın üstüne örter. Bu saçlar da çile çile toplanır, yuvarlanır, kafanın parlak derisi parmak parmak görünür. Ufacık, yumuk mavi gözler, sarkık yanaklar, orta boy, tombalakça gövde! Masanın başında oturup kâğıt okurken görseniz bu büyük kafanın karşısında hayran kalırsınız.
Ben, müşavir beyin yerinde olsam bu güzel kafanın üstünü hiç örtmem. Bir fırsat olmuyor ki kendisine açayım. Bir gün, bilmeyerek bir çam devirdim, terzide rast geldim ve dedim ki:
“Beyefendi, bu ceket bu kadar uzun olmasa, pantolon arkadan torba gibi sarkık görünmez.”
Pantolonun arkasını pek merak etti, pek üzüldü. Ama ceketi kısaltmaya razı olmadı.
“Yok.” dedi. “İhtiyarlar gibi… Yalnız pantolonun arkası, evet! Ona terzibaşı bir çare bulmalı!”
Aklım başıma geldi. Müşavir elli beşlik olmalı ama daha bekârdır. Kendini gençlerden ayırmak istemiyor.
“Yok.” dedim. “İhtiyarlık meselesi değil. Etlisiniz de…”
“Etli… O kadar etli de sayılmam! Yalnız, evet pantolonun arkasına bakmalı. Şimdi böyle dururken pantolonun arkası görünüyor mu?”
Söylediğime pişman oldum. Terzi de bana kızdı. Herifin hakkı var, tutturdu, tam bir saat herifin canını çıkardı. O yetmiyormuş gibi bana da kötü balta oldu. Her gün, daireye gelince:
“Çağırın Sabri Efendi’yi.” der.
Ben giderim. Odacıya:
“Sen çık dışarı!” der. Sonra bana, “Birader size zahmet ediyorum ama kusura bakmayınız. (Naziktir, gönül almayı da bilir.) Sizin bu hususta zevkiniz vardır. Şimdi gene pantolonun arkası sarkıyor mu?” diye sorar.
Ben biraz geri çekilir, biraz kafamı çarpıtır, bakarım. Çünkü baştan savma atmaya da gelmez. Çakar ve gücenir.
“Sarkıyor!” yahut “Sarkmıyor!” derim.
Ama yalnız bu kadarla kalmaz, eklemek de ister:
“Kahverengi pantolon daha iyiydi.”
Kahverengi pantolonu bir kere nasılsa beğendirdim. Hep onun üstünde durur, terzilere atar tutarız. Bu, pantolon arkası muayenelerinde öğrendim ki bizim müşavir beyin eski bir de fistülü[5 - Fistül: Vücutta oluşan iltihap birikiminin dışarıya doğru itilmesi sonucu meydana gelen ince kanal, salgı yolu, akarca.] varmış. Arkanın torba gibi sarkmasına, biraz da kullandığı bağlar sebep oluyormuş.
“Bir ameliyat yaptırıp bundan kurtulmalı.” diyecek oldum. Baktım, hiç hoşuna gitmedi. Sustum. Ama ikide birde pantolonunu çekiştirmesinin niçin olduğunu ve buna nereden alıştığını anladım. Fazla söylemeye gelmez ki gücenir. Onu gücendirmek de benim hiç işime gelmez. Bir gün beni çağırtmış, gittim.”
“Sabri Efendi, bizim tamirat dosyası nerede?” diye sordu.
“Bendedir.” dedim.
“Tamam mı?”
“Tamam!”
“İçinden evrak eksik değil mi?”
“Hayır, değil!”
Baktım, benim söylediklerim hoşuna gitmedi. Dudakları uzadı. Anladım. Biraz durdu, eline kâğıt bıçağını aldı, sıktı, sıktı. Sonra tekrar sordu:
“İçinden bazı hesap kâğıtlarını çıkarmamışlar mı?”
Birkaç gün evvel, ben kendisine söylemiş, dosyadan bazı faturaları çıkardıklarını haber vermiştim. O zaman işitti ama sanki anlamadı; durdukça ona işlemiş. Şimdi bana soruyor. Dedim ki:
“Efendim, hesap kâğıtları değil, bazı faturalar yoktu. Size de arz etmiştim. Sonra ben aradım onları, üçüncü dairede buldum. Gene yerlerine koydum.”
Ben bunu söyleyince daha ziyade mahzun oldu. Tıraşlı yumuşak dudakları daha ziyade uzadı. Anladım, kavrayamadı. Bir zaman düşündükten sonra:
“Siz, ‘Çıkarmışlar!’ diyordunuz.” dedi.
“Diyordum efendim ama sonra gittim, aradım, üçüncü dairede buldum. Orada geçen hafta müzakere vardı; almışlar, başka kâğıtlara karıştırmışlar. Getirdim, gene kendi dosyasına koydum.”
Bir cevap vermedi. Mürekkepli kalemi ile oynamaya başladı. Biraz bekledim, sonra, görürse belki daha kolay sindirir diye:
“İsterseniz gidip getireyim.” dedim.
“Yok, getirmeye hacet yok!” dedi. “Siz kendiniz ‘Almışlar.’ diyordunuz. Şimdi gene, siz ‘Yerinde, tamamdır.’ diyorsunuz.”
“Efendim, kabahat bende mi? Yoktu, ben de ‘Yok!’ dedim. Sözümü danmıyorum ya…”
Biraz durdu, sonra:
“ ‘Danmıyorum.’ da nedir? ‘Danmıyorum.’ ne demek?” diye sordu.
“Efendim öz Türkçe.” dedim. “İnkâr etmek demektir.”
“Rica ederim, benimle konuşurken bu yeni lisanı konuşmayınız.”
“Affedersiniz, ağzımdan kaçtı.” dedim.
Gene bir zaman düşündü.
“Efendim, arzu buyurursanız, üçüncü daireden birini çağırayım, ona sorunuz.” dedim.
“İstemem.” dedi. “Ben size soruyorum.”
“Ben de arz ediyorum ama siz inanmıyorsunuz.”
“İnanmıyorum demedim. İnanamıyorum. Ama siz birbirine uymaz şeyler söylüyorsunuz. Benim fikrim de altüst oluyor. Bir şey hem yok hem var olmaz ki…”
“Efendim, kabahat bende mi? Ben dosyaya baktığım vakit yoktu. Size de arz ettim. Sonra aradım, buldum, var oldu.”
Söylediklerimi sindirsin diye bekledim. Birazcık anlar gibi olsa, eve gider, yemekten sonra Larus lügatinin resimlerine bakarken yemekle birlikte içine sindirir, anlar. Yüzüne baktık, dudakları gene uzun duruyor. Emin, rahat değil. Dosyalar gelse de görse belki biraz daha tez anlar, rahat ederdi. Ama çok tembel olduğu için dosyaları getirtip içine bakmak, kâğıtları yoklamak işine gelmiyor. Hiç ses çıkarmadım, bekledim, bekledim. Dalar gibi oldu. Tıpkı bir hasta odasından çıkar gibi sessizce savuştum.
Ertesi gün kaleme geldi. Kapıdan başını uzatıp:
“Sabri Efendi!” diye beni çağırdı. Dışarı çıktım.
“Bir daha benim haberim olmadan üçüncü daireye dosya verilmesin.” dedi.
Anladım ki evde kendi kendine düşünmüş.
“Peki efendim.” dedim.
Sönmüş cıgarasını yakmak için cebimden çakmağı çıkardım. Cıgarasını yaktıktan sonra:
“Müsaade eder misiniz, çakmağınızı görebilir miyim?” dedi.
Verdim, biraz evirdi, çevirdi.
“Nasıl açılıyor?” diye sordu.
Gösterdim. Açtı kapadı, gene açtı kapadı. Sonra nasıl yandığını öğrenmek istedi.
“Gayet kolay.” dedim. Çalıştı, yakamadı. Tekrar gösterdim ve anlattım:
“Şöyle, elinizin içinde tutunuz. Şu dişliyi başparmakla çeviriniz… Hah, evet, çeviriniz. Yok efendim, eğri tutunca kuvvet almaz. Şöyle tutunuz…”
Ne kadar anlattımsa da olmadı. O, bir zamanların düğmesine basınca açılıp yanan çakmaklarını öğrenmiş ve aklı oraya ilişmiş kalmış. Bunun da öyle yanacağını sanıyor ve ben anlattığım, kendisi de gördüğü hâlde gene çakmağın ötesine berisine basıyor.
“Beyefendi, bu o cins çakmaklardan değil. Bunun kapağını elle açıp çarkını çevirmeli. Bu elinize alınız. Hayır. Başparmağınızla çevirin. Hah, evet, evet!”
Gene olmadı, yakamadı. Çakmağı bana vererek:
“Ben bir çakmak alayım, diyordum. Ama pratik bir şey değilmiş.” dedi.
Ben oturup ağlamak istedim. Dünyada bundan daha kolay, daha pratik ne vardır acaba? İnsanın bu kadar beceriksizliğe güleceği değil ağlayacağı geliyor.
Dünkü dosya meselesini anlayıp anlamadığını öğrenmek için:
“İster misiniz?” dedim. “Tamirat dosyası burada. Getireyim görür müsünüz?”
“Hayır.” dedi. “Siz kâğıdı bulup yerine koydunuz ya…”
“Koydum.” dedim.
“Eh, dursun.”
Anlaşılıyor ki işi kavrayabilmiş. Düşündüm, “Kendisine bir de çakmak alıp hediye etsem, evde kendi kendine oynaya oynaya öğrenir.” dedim. Ve bir çakmak aldım, doldurdum, çakmağını düzelttim, evine gittiğim bir gün masasının üstüne bıraktım. Birkaç gün bekledim, haber yok. Evdeki hizmetçi kadına sordum. Bir gece sabaha kadar çalışmış, becerememiş. Olmadı. Çakmağı tutturamadık. Bir uğradığım zaman çakmağı geri aldım ve kendi kendime de şaştım. Yeryüzünde bu kadar beceriksiz, zavallı adam olacağını da hiç sanmazdım. Asıl şaşılacak tarafı, bizim müşavir bey keman çalar. Hem kötü de çalmaz. Kendi kendini pek güzel eğlendirir. Evine gittiğim günlerde bana keman dinlettiği de olmuştur. Nasıl oluyor, ben bir türlü anlayamadım. Bir çakmağı açıp ateşleyemeyen bu adam kemanı nasıl çalıyor, notayı nasıl öğrendi? O, kemanı çenesinin altına sıkıştırmış, dudaklarını uzatmış, yanakları büsbütün sarkmış, ufacık gözleri notada bir sanat eseri çalıyor, ben de nasıl olup da beceriksiz parmaklarını bu kemana alıştırdığını düşünüyorum. Belki gençken bugünkü gibi değildi.
Bizim müşavirin babası hariciye memuruymuş. Kendisi İsviçre’de doğmuş. Bir zaman Türkiye’de okuduktan sonra Fransa’ya gitmiş, orada okumuş, kemanı da orada öğrenmiş.
Bu adam, çok işlerini kendisi yapamaz. Tırnaklarını kendi kesemez, haftalarca düşünmedikçe, bana sormadıkça bir arşın kumaş alamaz. Biraz karışık bir iş karşısında kaldı mı, beni çağırır. İmza koymak için aylarca yanında sakladığı kâğıtlar vardır. Gelip giden, işini arayan iş sahiplerini atlatmak, savmak da bana düşer. Bu hâlleri bilen arkadaşlar, benim adımı “Müşavirin Dadısı” koydular. Neden lalası değil de dadısı? Bunu ben de bilmem. Ama müşavirin çok işleri oluyordu ki kalemde bana koydukları ada ben kendim de razı olacak oluyordum. Mesela, bakınız, bir gün kendisi kalemin kapısından bakıp beni çağırdı. Kendi odasına götürdü. Yüzünden anladım, çok sıkılmış. Dedi ki:
“Affedersiniz, bu bizim odacıların hiçbiri meydanda yok. Nereye savuşup gidiyorlar? Şeyi kapamış gitmişler.”
“Neyi kapamışlar?” diye sordum.
Sıkıldı, zaten sıkışmış:
“Şeyi efendim.” dedi, “Yüznumara kapalı. Açmak istedim, açılmadı.”
“İçeride biri olmasın?” dedim.
Onun aklına gelmemiş. Durdu:
“Ha, evet.” dedi. “Affedersiniz, benim aklıma gelmedi. Affedersiniz, ayıp oldu.”
“Neden ayıp olsun efendim.” dedim. “Kapıyı açmadınız ya!”
“Açmadım ama olsun! Ben kimseyi rahatsız etmek istemem.”
“İsterseniz odacıya tembih edeyim, içeriden çıkana itizar[6 - İtizar: Özür dileme.] etsin.” dedim.
Düşündü:
“Bilmem!” dedi. “Çirkin oldu. Ben kimsenin rahatsız olduğunu istemem. Odacı, şey edebilir mi?”
“Efendim, bunda yapamayacak ne var? Kapıya dikerim, eğer içeride biri varsa çıkarken ‘Pardon.’ der.”
“Pardon ama neye pardon?”
“Siz içerideyken müşavir beyefendi kapıyı kurcalamış, ‘Pardon.’ der.”
“Odaya kadar teşrif etseniz de orada konuşsak.”
“Emredersiniz ama içeride olan bizi bekler mi?”
Müşavir düşündü:
“Evet.” dedi. “Ne yapalım?”
Mesele ağır. Ben de düşündüm. Sonunda gene ben buldum.
“İsterseniz.” dedim. “Odacıyı dikeyim, çıkanın kim olduğunu görsün, gelsin bana haber versin. Sonra, emriniz olursa gider, kendisine söylerim.”
Anlamadı.
“Yok.” dedi. “Odacı eliyle ‘esküz’ olmaz. Ya ben kendim söylemeliyim yahut siz benim yerime söylersiniz.”
Baktım, anlatmak güç olacak.
“Peki.” dedim. “Siz teşrif buyurun ben temin ederim.”
O gitti. Odacıyı çağırdım:
“Gel Kasım buraya, dur şurada. İçeriden kim çıkarsa gel bana haber ver. Ben müşavirin odasındayım.” dedim.
Müşavirin odasına girdim. O, masası başına oturmuş düşünüyordu.
“İçeride kim olduğunu haber verecekler. Tarafınızdan gider itizar ederim.” dedim.
“Yanlış bir şey olmasın da.” dedi.
“İsterseniz çıkan adamı buraya çağırtayım.”
“Bilmem.” dedi. “Düşünelim. Eğer pek ufak bir memur ise sizin demeniz daha doğru olur.”
“Efendim, hiçbir şey söylemesek ne olur.”
“Hiçbir şey söylemesek… Bilmem! Nezakete muhalif olmaz mı?”
“Efendim, içerideki adam kapıyı sizin karıştırdığınızı nereden bilecek?”
“Olsun, ben biliyorum ya…”
“Siz bilirsiniz!”
“Hayır, ben sizinle istişare ediyorum, kimsenin rahatsız olduğunu istemem de!..”
Biz müşavirle müzakerede iken hademe geldi, haber verdi. İçeride olan bizim ikinci daire müdürüymüş. İçeride olanın hatırlıca bir memur olması müşaviri daha ziyade pirelendirdi. Baktım ki eğer af dilemezse rahat edemeyecek.
“Beyefendi.” dedim. “Siz bana müsaade buyurunuz. Ben gider müdür beyi görür, şimdi meseleyi bitiririm.”
Hemen odadan çıktım. İkinci daire müdürünün yanına gittim. Odasına, Alman Yahudisi kılıklı bir herif, bir de tercüman kabul etmiş. Konuşmak üzere eğildim, kulağına:
“Beyefendi.” dedim. “Zatıaliniz demin dışarı çıkmışken müşavir beyefendi dalgınlıkla kapıyı karıştırmış. Hiçbir kasıtları olmadığı hâlde sizi rahatsız etmiş olduklarından dolayı af buyurmanızı rica ediyorlar.”
Daire müdürü, yüzüme baktı.
“Ne demek?” dedi.
“Kendileri, beni memur ettiler.”
Müdür gülümsedi.
“Ciddi mi söylüyorsun?” dedi.
“Aman efendim, size karşı latife etmek haddim mi?”
Müdür, kaşlarını çattı.
“Peki, peki.” dedi.
Ben savuştum. Sonra arkamdan, “Müşaviri maskara ediyor.” demiş. Bak belaya…
“Cehenneme kadar… Ne derse desin.” dedim. “Herif beni gönderdi, ben de gittim, söyledim.”
Gittim, yerime oturdum. Odacı geldi.
“Seni müşavir istiyor.” dedi.
Gittim, ayakta.
“Siz, ikinci daire müdürü içeriden çıktı dediniz. Ben de gittim gene kapıyı zorladım, açılmadı. Çıkmamış. Beni ikinci defa hataya düşürdünüz.”
“Olamaz! Ben ikinci daire müdürünü yerinde ziyaret ederek emrinizi yerine getirdim. Hüsnükabul[7 - Hüsnükabul: İyi biçimde karşılama.] etti.”
“Nasıl olur? Kapı açılmıyor!..”
“Efendim, başka biri girmiştir.”
“Ben de düşündüm ama pek ihtimal veremedim. Bu kadar çabuk mu? Kapıda mı bekliyorlarmış?”
“Bilir miyim, efendim. Bir tesadüf olacak. Bir ‘esküz’ daha yaparız.”
“Evet, size zahmet oluyor ama… İhtiyaç olmasa elbette bunlara hiç hacet kalmaz.”
“Tabii, değil mi efendim.”
“İçeride şayet biri varsa…”
“Evet?”
“Başkası daha evvel davranırsa diye düşünüyorum.”
“Merak buyurmayın, ben temin ederim.” dedim.
“Affedersiniz, size çok zahmet veriyorum ama müşavirlik sıfatı ile kapıda beklemek doğru olmuyor da…”
“Hakkınız var efendim. Arzu buyurursanız kilitletelim, anahtarını alalım.”
“Hayır, o da şey olur… Bir hususi yer yaptırmalı. En doğrusu budur.”
“Efendim, o ne vakit yapılır. İdare para vermez. Daireden ihtiyacı olan olursa aşağı girsinler.”
Razı olmadı.
“Olmaz olmaz.” dedi. “Siz bu seferlik temin buyurunuz da ben muhasebeci beyle, daire müdürü ile konuşurum. İcap ederse direktöre de açarım.”
Gittim, odacının birini getirdim, kapıya diktim.
“Ulan.” dedim. “İçerideki çıkınca bana haber ver. Yeniden de kimseyi koyma!..”
İçeride levazım efendilerinden biri varmış. O çıkar, tesadüf olacak ya bizim kalem muavini girecek olur. Odacı göğsüne dayanır. Geldi, bana çıkışıyor:
“İnhisar[8 - İnhisar: Tekel.] mı? Odacıya tembih etmişsin! Bu da yeni adalet…”
“Efendim, ben ne yapayım. Müşavir sıkışmış. Kendi rica etti.”
Ne ise, kavga dövüş, müşavir girmiş çıkmış. Beni odasına çağırdı, teşekkür etti.

    1932

SABAH DEDİKODUSU
Durgun, sıcak temmuz gecesi. Cumayeri ağalarından Salim Bey, altmışlık, iri yarı, yaşına göre dinç bir ihtiyar, akşamdan etli ekmeği fazlaca kaçırmış. Gece, şehirde yeğeninin evinde yere serilmiş döşekte uyandı. Sokağın aydınlığı kafeslerden süzülüp odayı hafifçe aydınlatıyordu. Yatağında doğruldu, yanında yatan yeni karısına baktı. On yedi, on sekizinde genç irisi bir kız; ellerini ayaklarını germiş, bacağının biri yataktan çıkmış, uzanmış uyuyor. Genç gövdesi yatağı, belki bütün odayı ısıtıyor. Salim Bey göğsünü, kollarını kaşıdı, sonra yataktan kalktı, pencere önüne oturdu. Cıgara yaktı.
Karşıda, hanın kapısı önünde don gömlekli bir adam binek taşının üstünde oturuyor, han kapısının sağ yanında yere uzanmış bir başka adamla konuşuyordu. Biraz uzakta hapishane kapısını bekleyen nöbetçi candarma sokulmuş, bunları dinliyordu. Sokakları sessiz, yalnız bulmuşlar, kendi evlerindeymiş gibi lakırtı ediyor ve ihtiyar yaşında genç kadın almış bir adamın dedikodusunu yapıyorlardı.
“Ne babası, dedesi yaşında desene. Herifin torunlarının kızları onun kadar olur.”
Kalın, hırıltılı bir ses cevap verdi:
“Kabahat veren keratada.” dedi.
“Veren de pezevenk alan da! Herifin kaynatası kendi çocuklarından daha genç.”
Candarma söze karıştı:
“Kendine güveniyor ki almış.” dedi.
“Ne güveniyor? Bunamış desene! Hiç, ‘Bu kızı bana niçin veriyorlar?’ diye düşünüyor mu? Verenler ne heriflerdir, bilir misin?”
Salim Bey, bu hırıltılı kalın sesi tanır gibi oldu. Bu kim? İncelerin Arif mi? Değil. Hüsnü Hoca’nın sesine benzer ama o geçen yıl öldü. Salim Bey, kafese daha yakın sokuldu:
“Alan kerata düşünmeliydi. Karadonlu’nun Cemal gibi ona da bir boynuz takarlarsa gününü görür. Gitti, çayda kendini boğdu.”
Biraz durduktan sonra gene o hırıltılı kaba ses:
“Ah avradını.” dedi. “Memlekette delikanlı kalmadı. Karıyı alır dağın sarpına sararlardı, ölüsüne dirisine öğüt olurdu.”
Candarmanın gayretine dokundu:
“Bırakırlarsa!..” dedi.
“Hadi yavrum, bırakmazlar da ne ederler? Hani Kara Ali’yi niye tutmuyorlar?”
Duvar dibinde uzanan cevap verdi:
“Kocalı karıya günahtır.” dedi.
“Elin oğlu onun günahına da katlanır ama o yiğidi nerede bulayım! Yetmiş yaşında pezevengin ne kocalığı olacak ki günahı olsun. Karı, adama duacı olur be!”
“Köse’nin gelinini kaldırdılar da iki yıl gezdirdiler, sonu ne oldu? Köse, para verdi, hepsini it gibi birbirine boğdurdu.”
“Boğdursun! Ben iki yıl gezdireyim de!”
Biraz sustular. Gene, Salim Bey’e tanıdık gelen o ses:
“Karıyı görsen.” dedi. “El değmemiş sanırsın. Koynunda memeler testi gibi. Ahh avradını, genç olmalıydım. Gösterirdim babasına da kocası olacak herife de…”
Yanlış bir şey olmasın. Bunlar, kimin için söylüyorlar? Konuştukları adam Salim Bey mi, başka biri mi?
Bu ses kimin sesi?

    1932

GENÇ KIZLA YAŞLI ADAM
“Nereye böyle?”
“Hiç, can sıkıntısı. Güzide halama bir uğramak istiyordum. Sabahleyin onlardaydım, şimdi gene gidiyorum. Gidip ‘Ne var, ne yok?’ diye soracağım. Biliyorsun, bir şey yok ama ne yapayım? Can sıkıntısından ölüyorum.”
“Doğru mu, ablan birine kaçmak, varmak istiyormuş? Nedir bu iş?”
“Doğru ya! İşte o da benim gibi. Biliyorsunuz, ablamı Selim’e vereceklerdi. O da istiyordu. Ablam da biri alsın da şu iç sıkıntısından kurtulayım, diye bakıyordu. Selim geldi gitti; bugün, yarın dediler, vermediler. En sonunda da çocuktan yüz çevirdiler. Babam, onun için bir söz mü işitmiş, nedir? Açık açık istiskal[9 - İstiskal: Hoşnut olmadığını belli edecek bir biçimde davranma, soğuk durma.] ettiler. Eh, oğlan da gelmeyiverdi. Ablam, bunlara kızdı. Sonra bu Orhan Rıza ablamı zaten tanıyordu. İkisi görüşürler, evlenmeye karar verirler. Şimdi, ablam, bizimkilere söylüyor, ‘Ya verin yahut kaçıp evleneceğim!’ diyor. Bizimkiler de bu zamanda, yaşı geçkin bir kız koca buluyor da daha düşünüyorlar. Ben anlamıyorum.”
“Haklısın. Zamanı anlamıyorlar.”
“Siz nereye gidiyorsunuz?”
“Ben, hiç! Asfaltta gezmeye çıktım.”
“Sizi rahatsız etmezsem birlikte gezelim.”
“Çok memnun olurum.”
Yan yana birkaç adım yürüdüler.
“Ben ablama bakıp kendimden korkuyorum.”
“Ne gibi?”
“Öyle ya, yaşım yirmi beş. Çocuk değilim. Şimdiye kadar istediğim gibi bir adam beni istemedi. İsteyenlere de ben inanmıyorum. Bir tanesi olsun doğru dürüst oturmuyor ki! E, ne olacak? Ben düşünüyorum. Hadi ablam ne ise birini buldu. Ona da inanmıyor. Ben onun bulduğu kocaya da inanmam. Eninde sonunda bir kocaya varmak ister. Ne olur, siz beni alsanıza!”
“Kim, ben mi?”
“Siz! Ne olur, beni alın! Ben düşündükçe hep sizi hatırlarım!”
“Ben, kızım, nasıl olur, senin babandan büyüğüm. Ben evlenseydim senden büyük kızım olurdu.”
“Ne olur evlenmemişsiniz, olmamış. Ben sizi otuz yaşında delikanlılara değişmiyorum. Bakınız, size her şey için söz vereceğim. Beni hiç bu kadınlar gibi görmeyeceksiniz. Sonra, belki size tuhaf gelir, ben genç adamların ahlaksızlıklarıyla uğraşamam. Sizi de kendime koca olarak düşündüğüm zaman pek uygun, pek münasip buluyorum. Sizin kadar güzel, temiz, şerefli, terbiyeli koca ben nerede bulurum? Siz nasıl düşünüyorsunuz? Sizi bu yaşta, bu kıyafette artık kadınlar, kızlar sevmezler mi sanıyorsunuz? Eğer böyle sanıyorsanız, aldanıyorsunuz. Ben size varacak olursam çokları hasetlerinden, kıskançlıklarından öleceklerdir. Eğer sizce başka bir mahzuru yoksa, ne olur beni alsanıza! Ben de kurtulmuş olurum.”
“Yavrum, evladım, beni şaşırtıyorsun. Ben bugüne kadar evlenmemiş adam, bugün senin gibi genç bir hanım alırsam herkes bana ne der? Ben herkesin yüzüne nasıl bakarım? İlkin, senin ananın babanın yüzüne nasıl bakarım? Seni ne diye onlardan isterim?”
“Yok, istemezsiniz. Ben onları düşündüm. Siz istemezsiniz. İsteseniz de vermezler. Ben sizi isterim. Onları mecbur ederim. Bak görürsünüz, nasıl verirler…”
“Peki ama insaf et. Ben sana layık mıyım? Olur mu? Sen bunu nereden düşündün? Tabii olan, senin kendine genç bir koca aramandır, değil mi?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/memduh-shevket-esendal/mutlu-bir-son-69429631/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
(Fr.) Pansement humide: Islak pansuman.

2
Sürşarj: Çok çalışma, çok yüklenme.

3
Filantrop: İnsanları seven, insanların iyiliği için çalışan hayırsever kimse.

4
Zürefa: Zarif insanlar.

5
Fistül: Vücutta oluşan iltihap birikiminin dışarıya doğru itilmesi sonucu meydana gelen ince kanal, salgı yolu, akarca.

6
İtizar: Özür dileme.

7
Hüsnükabul: İyi biçimde karşılama.

8
İnhisar: Tekel.

9
İstiskal: Hoşnut olmadığını belli edecek bir biçimde davranma, soğuk durma.
Mutlu Bir Son Мемдух Шевкет Эсендал
Mutlu Bir Son

Мемдух Шевкет Эсендал

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Memduh Şevket Esendal, yaşamı boyunca yer tuttuğu önemli ve kıdemli mevkilere tezat oluşturacak tarzda hikâyeler kaleme almıştır. Kendine has üslubu ve kelimeleriyle sıradan insanların sıradan öykülerini yazmayı kendine misyon edinen Esendal, bu özelliğiyle her zaman halka yakın durmuştur. Mutlu Bir Son, Esendal’ın belli bir süre okuyucuya ulaşamayan öykülerini bir araya getirmesi bakımından önemli bir eserdir. İçindeki birçok hikâye, Esendal’ın özellikle aile temasını nasıl işlediğini açıkça göstermektedir. Aile içindeki sağlıklı veya sağlıksız ilişkiler, maddi zorluklar, evlilikteki hassas dengeler gibi türlü ailevi meselelerden dem vuran Esendal, bu hikâyelerde çekirdek aileye olan bakışını da yansıtmaktadır. "Sen çalış, git o büyük yerlerde otur, yaşa; iste, isteyen adamın yapacağının ucu bucağı yoktur. Ben daha çoğunu istemeyi bilmiyordum. Sen isterken hiçbir şeyi kendine büyük görme."

  • Добавить отзыв