Sahan Külbastısı

Sahan Külbastısı
Memduh Şevket Esendal
Bütün eserlerini samimi, arı bir üslup kullanarak ve akıcı bir lisan ile yoğurarak oluşturan usta yazar Memduh Şevket Esendal, Sahan Külbastısı’nda birbirinden güzel 24 hikâyeyi okuyucularıyla buluşturuyor. Esendal, kaleminden dökülen bu hikâyelerde; okuyucunun ilgisini çekecek toplumsal konulara özellikle değinmiş, en umutsuz ve içinden çıkılması imkânsız bir hâl almış durumlarda bile mizah kabiliyetini kullanarak tebessüm ettirmeyi başarmıştır. Siyahın kötülük, beyazın saflık ve iyilik, belirsizliğin ise gri renk ile özdeşleştirildiği bu renk cümbüşünde bazen kendi rengimizi bulmamız zorlaşabilir. Bunu aramak faydasızdır. Zira insan, kalıplara sığdırılamayacak ve tek bir renge bürünemeyecek kadar karmaşıktır. Pek çok çeşitliliğe sahip bu hikâyelerde de her renkten karakterle karşılaşmanız mümkündür. “Hoşça yaşamanın bir yolunun da bulunduğun yerin rengine boyanmak olduğu”na inanan yazarın öykülerinde her kuşaktan insanın gökkuşağına dönüşmesi ise neredeyse kaçınılmazdır.

Memduh Şevket Esendal
Sahan Külbastısı

Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayatın içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmelerinden sonra Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.

HİKÂYELER

MEBUS OLURSA
Çayhanenin penceresi önünde oturup deminden beri gelip geçenleri seyrediyor görünen ve söze karışmayan Mustafa Hilmi Bey, birdenbire dönerek:
“Pekâlâ!” dedi. “Sen mebus olursan ne yapacaksın? Bir de onu söyle bakalım.”
“Ben mi?”
“Sen ya!”
“Mebus olayım da görürsün.”
Bahis yarım ciddi, yarım latifeye benzer bir şekilde devam ediyordu. Orada bulunanlar içinde mebus olmayı pek çok düşünmüş fakat derdini kimseye açamamış olanlar olduğu gibi, şu karşı köşede oturup sakin çayını içiyor görünen kısa boylu, irice kafalı, esmer çehreli efendi, talepnamesini daha henüz göndermiş; her gün cevap bekliyor, büyük bir ümit içinde yaşıyor, her gece yatağına uzandıkça büyük hülyalar kuruyor, geniş projeler tasavvur ediyor ve gündüzleri de sokakları dolaşırken her gözüne çarpan yolsuz şeyler hakkında birer takrir yazıyor, sonra da takririni izah için kısa, uzun birer de nutuk irat ediyordu.[1 - İrat etmek: Söylemek.] Devam etse kendi âleminde hoş bir hülya âlemi idi. Tesadüfen çayhanede mebusluk bahsi açılınca tehalükle,[2 - Tehalük: Can atma, çok isteme.] heyecanla dinlemeye başlamıştı. Mübahasenin zemini ciddileşse bahse karışacak ve herkesin ağzını hayretten açık bırakacak bin fikir, bin esas ortaya dökecekti.
“Mebus olayım da görürsün.” diyen Sabri Bey, maliye vezne kalemi ketebesinden, vücutluca, sevimli çehreli, kalın sesli, otuz beşlik bir efendi, verdiği cevaba kendi de hoşnut olmayarak biraz düşünür gibi oturdu. Etraftan da herkes diyordu ki:
“Olayı mı yok? Farzet ki oldun. Söyle bakalım! Evet bir şey söylemek lazımdır. Zaten ciddi bir şey yok ya. Ortalığa laf lazım.”
“Söyleyeyim mi?” dedi. “Bak dinle. Evvela, bir memurin nizamnamesi yapardım. Öyle azil, gasp, keyfî yağma yok. Bir memurin nizamnamesi. Herkes kendi terfi sırasını, maaşça ne zaman terakki edeceğini daha daireye girerken bilirdi. Kalemden biri öldü mü, maaşını tevzi etmek[3 - Tevzi etmek: Dağıtmak.] yok.”
Çaycının kaynayan semaveri yanında oturmuş, kısa boylu, ufak tefek, peltek konuşur, gülünç yüzlü bir hoca, çay fincanını dudaklarından çekerek:
“Pekâlâ ya bakalım buna hükûmet razı olur mu?” dedi.
“Hükûmet neden razı olmayacakmış?”
Sabri Efendi’nin yanında oturan, kara sakallı, memur kıyafetli bir efendi ilave etti:
“Elbette hükûmetin hesabına gelmez. Gelse şimdiye kadar yapmaz mıydı?”
Sabri Efendi, yarı latifeye boğarak:
“Canım!” dedi. “Benim kanun layihasını daha siz buradan suya düşürmeyin, bırakın reddederse hükûmet reddetsin. Vallahi onların şimdiye kadar akıllarına gelmemiştir. Gelse yapmazlar mıydı?”
Mustafa Hilmi Bey, cevap verdi:
“Yapmazlardı ya!”
“Neden?”
“Neden olacak? Hazır böyle serbest memur kullanırken hükûmet tutup kanunla kollarını bağlar mı?”
“Hükûmet bağlamazsa Meclis bağlar!”
“Meclis bağlar mı? Bağlar ama sonra Meclis’i de azat ederler!”
“Niçin azat ediyorlarmış?”
“Neden olacak? Hükûmetin ellerini bağlıyor diye!”
“E, peki ne yapmalı?”
“Ne yapmalı olduğunu bilmem. Sen mebus oluyorsun. Benim ne mebus olacağım var ne de kanun yapacağım.”
Sabri Efendi, ehemmiyet vermiyormuş gibi başını salladı. Bastonunu iki avucu içinde yuvarlayıp döndürerek:
“Ben kanun teklif ederim.” diye devam etti. “Baktım hükûmet ısrar ediyor, Meclis’i de kapayacak, neme lazım, benim yüzümden olmasın, takriri geri alırım.”
Sakallının yanında oturan bir efendi de söze karışarak “E zahmet edip hiç vermeseniz olmaz mı?” dedi.
Sabri ona cevap vermeye hazırlanırken Mustafa Hilmi Bey ilave etti:
“Hem farz edelim, sen bu takriri verdin, Meclis kabul etti. Farz bu ya tutalım hükûmet de kabul etti. Kanun yapıldı, tatbik de oldu. Derken pat hükûmet düştü. O vakit ne olacak?”
“Nasıl ne olacak?”
“Öyle ya. Basbayağı. Evvela bir defa sizi dağıtacaklar hele bu bir şey değil. Sonra kanunları da birer birer bozacaklar.”
“Niçin?”
“Canım niçin olacak, evvelki hükûmet yaptı diye.”
Sabri Bey, Mustafa Hilmi’nin meseleye ciddiyet ve âdeta fecaat vermesine sıkıldı.
“Ama.” dedi. “Sen de Hilmi… Kırk yılda bir mebus olup icraat yapacağın tuttu, daha bismillah birinci maddede sanki kulüpte imiş gibi dedikoduya kalktık.”
Mustafa Hilmi sanki elektrik cereyanına tutulmuş gibi birdenbire dönerek:
“Yook!” dedi. “Lakırtının orasında dur ve sözünü de bil. Kulüpte dedikodu olmaz. Şimdi sana kulüp mulüp karıştıran var mı?”
“Ne darılıyorsun? Vazgeçtik. İstersen mebus da olmam. Hem sen sordun, şimdi de kızıyorsun.”
Mesele Sabri’nin ricatiyle[4 - Ricat: Vazgeçme.] bastırılmış oldu. Ancak hazirunda[5 - Hazirun: Hazırda bulunanlar.] Hilmi’nin kulüp gayretini tahsin eden bir hâl, dudaklarda hafif bir tebessüm vardı.
Köşede, mebus olacak zat, sanki bir ders almış gibi. Nedense fikrinde projeleri taravetlerini[6 - Taravet: Tazelik.] kaybetmiş bulunuyordu ve bir ciddi zeminde söze karışmak için sabırsızlanırken bir dakikada sanki bütün arzuları sönmüştü.
Köşelerden birinde oturan ve nargile içen irice vücutlu, orta yaşlı, iyi çehreli bir binbaşı söze karışarak:
“E? Sabri Bey, devam!” dedi. “Daha neler yapardın?”
“Ben söylüyorum ama Hilmi darılıyor.”
Mustafa Hilmi Bey, sükûn bulmuş çehresiyle:
“Sen kulüp mülüp karıştırma, ben darılmam.” dedi.
Sabri, artık söylemek istemeyen bir tavırla:
“Ben lakırtının alt tarafını unuttum.” dedi; biraz sonra ilave ederek “Hem.” dedi. “Bir mebuslukta bir memurin nizamnamesi kabul ettirirsem yetmez mi? Başkaları da başka kanunlar düşünsünler!”
Binbaşı tekrar söze karışarak:
“Pekâlâ, mebus olduktan sonra, talih bu ya bir de nazır olsaydın o zaman ne yapardın?”
Sabri Bey, Binbaşı’dan tarafa dönerek:
“Nazır mı?” diye sordu. “Ne Nazır’ı?”
“Sen veznede değil misin? Tabii Maliye Nazırı!”
Sabri Bey, dudaklarında hafif bir tebessüm ile “Vallahi.” dedi. “Şu sözlerin latife olduğundan şüphe yok ya lakin ne yalan söyleyeyim, hoşuma gidiyor!”
Herkeste hafif bir tebbessüm vardı. Yalnız mebus olacak zat köşede kısılmış gülemiyordu. Çünkü nedense o vakte kadar nazır olmak hatırına gelmemişti. Ancak mebus olunca… Evet. Pek muhtemeldir ki insan nazır da olsun ve ya Rabbi bir nazır oluverse diye düşünüyor, âdeta rengi sararıyordu.
Çayhane halkı, Sabri Bey’e, ısrarla soruyorlardı:
“Evet, nazır olursan?”
O cevap veremiyordu.
“Vallahi, bilmem!” diyordu. “Evvela, sizlerin hiçbirinizle konuşmam! Konuşsam bile hariçte bir gören fark eder ki ben bir büyük adamım, sizler küçük. Hiçbiriniz hakkımda diyemezsiniz ki nezarete yakışmamış: böyle kahvehanelere, çayhanelere çıkmam, Serkldoryan’a[7 - Sarkldoryan: Cercle d’Orient adında ünlü ve önemli bir kulüp.] giderim. Poker oynarım. Oralarda dolaşan büyüklerle senli benli, kırk yıllık dostmuşum gibi görüşürüm. Daha ne bileyim ben.”
Mustafa Hilmi tekrar yüzünü çevirerek:
“Bunlar hiç!” dedi. “Sen bir şey bilmiyorsun. Bak ben sana söyleyeyim, maliye nazırları istikrazlar[8 - İstikraz: Borçlanma.] aktederler.[9 - Akdetmek: Sözleşme yapmak.] O istikrazlar akdolundukça nazırlara komisyonlar verilmek âdettir. Sen, kazara, Maliye Nazırı olunca elbette evvela bir istikraz akdedersin. Komisyonu cebe indirirsin.”
“Ya sonra paraları nereden ödeyeceğiz?”
“Paraları sen ödeyecek değilsin ya millet verecek, ondan sana ne, sen açıktan bir komisyon alacaksın.”
“Hilmi darılma ancak bunu ben söylesem kızardın. Malum Maliye Nazırı sizden, istikraz akdedileli de çok olmadı. ‘Herif, liraları cebe yerleştirdi.’ desene!”
“Haa. Bak orasını söyleyeyim. Sen söyleme, sen bir şey söylersen olmaz ancak ben söylerim, onun zararı yoktur. Hem bu söze hiç darılmam Neden darılayım? Bu gizli kapaklı değil ya böyle âdet olmuş.”
“Hiç de aşikâr bir şey değil ya ne ise peki, istikraz ettiğimiz ne olacak?”
“Allah Allah! Maliye memuru olacaksın yahu. İstikraz edilen para ne olur? Bütçe açığına konur. Sarf olunur. Devletin bunca maaş masrafı nereden kapanacak?”
Sabri Bey, işi daha ziyade latifeye dökerek:
“Birader benim bu nazırlık işine pek aklım ermedi.” dedi. “Hani hoşuma gitmesine gidiyor ya… Ancak ne bileyim karışık bir şey. Ben mebus olurum daha iyi.”
“Canım niçin aklın ermedi, neden karışık?” diye birkaç kişi birden soracak oldular.
“Ne bileyim? Karışık vesselam.” diye sözü kesmek istiyor gibi göründü ve biraz umumi bir sükût oldu.
Sabri Bey, biraz sokakta gelip geçenlere baktıktan sonra, bir latife olsun diye, semaverin yanında dördüncü çayını içmekte bulunan güler yüzlü, peltek dilli, yeşil sarıklı hocaya hitap edip:
“Hocam.” dedi. “Sen mebus olsan ne yapardın?”
Hoca ile çayhane halkının göz aşinalıkları eskiydi. Ancak kendisini çok iyi tanımıyorlardı. Hoca, çay bardağından dudaklarını çekerek ve gülerek:
“Geçen Meclis’te ne yaptımsa onu yapardım.” dedi.
Sabri Bey hayret ederek:
“Nasıl geçen Meclis’te?” diye sordu.
“Bayağı geçen Meclis’te. Biz de insan kıtlığında mebus tayin edilmiştik, bazı arkadaşlar bir kanun, madde madde kabul olunurken dikkatsizlik ile hem lehe hem aleyhe el kaldırırlardı. Ben, ‘Samiinden[10 - Samiin: Dinleyiciler.] belki dikkat eden olur.’ diye, yalnız bir tarafa el kaldırır yahut gaflet basarsa hiç kaldırmazdım. Bu defa da intihap olunursam yine öyle yaparım.”

DEDİKLER
Vilayet Defterdarı Recai Bey, -otuz beş yaşlarında, ince uzun boylu, çiçek bozuğu sevimsiz bir adam- sabah erken evinden çıkmış. Çarşıya doğru giderken yolda Belediye Reisiyle buluştular, birlikte yürümeye başladılar. Defterdar, Reise:
“Dün neredeydiniz?” diye sordu.
Belediye Reisi -otuz beşle kırk arasında, iri yarı, ablakça yüzlü, kısa kesilmiş çember sakallı; Hukuk Mektebinde okuyup burada birkaç yıl avukatlık ettikten sonra, belediye reisi olunca avukatlığı bırakıp alışverişe başlamış, biraz da para yapmış. “Hırsızlık ediyor.” diye arkasında dağlar kadar dedikodusu olan ve “Camcının Hüsnü” diye anılıp memleketlileri arasında soysuz sayılan bir adam- Defterdar’ın sorduklarına birdenbire karşılık veremedi.
“Dün…” dedi. Biraz düşündü.
Belediye Reisi’nin ortakları vardır; fırkaya et, ot, arpa veriyorlar.
Bugünlerde ortaklar üç yüz liralık karışık bir hesap çıkarıyorlar.
Evinden çıkarken bunları düşünüyordu. Biraz kendini topladı.
“Ha!” dedi. “Mektepteydik. İnan olsun, içime doğdu: Ülen dedim. Bugün cuma, Vali Bey yeni gelen Ceza Reisi’ne Nümune Mektebini gezdirir, bizler de sürükleniriz. Evdekilere anlattık, bizi soran olursa ‘Çıktı.’ desinler. Ama Kumandan’ı görür müsün! Bir şeytanlık etmese içi rahat etmez. Ben Vali’den haber gelecek diye beklerken ‘Kumandan istiyor.’ demezler mi? İşimiz de var. İş için çağırdı sandım.
Yanına vardım, baktım Vali de orada. Anladım. Kumandan beni gördü, bıyık altından gülüyor. Bir şey değil, mektupçu çakacak. Herifin ağzında bakla ıslanmaz. Sezinledi mi hemen valiye yetiştiriyor.”
Defterdar sordu:
“Nasıl?” dedi. “Ceza reisi mektebi beğendi mi?”
“Beğenmez mi? Herif kurnaz. Dün orada tuhaf bir iş de oldu: Vali birinci sınıfa girdi, oğlanlar zırp ayağa kalktılar. Vali ‘Merhaba çocuklar!’ dedi, oğlanlar da ‘Merhaba Vali Bey babamız.’ diye sıkı bağırınca, Ceza Reisi’ne baktım, rengi uçtu, az daha Vali’nin arkasına saklanacaktı.”
Defterdar, Ceza Reisi’nin kısaca boyunu, omuzları arasına batmış kafasını, ufak kara gözlerini ve gülünce görünen ak dişlerini gözünün önüne getirip gülümsedi.
“Korkmuştur.” dedi.
“Korktu ya, Vali’nin arkasına kaçıverecekti!”
“Daha kimler vardı?”
“Kumandan vardı, Mektupçu vardı, Kadı vardı, bizim Hacı Salih’in Emin vardı, Mektupçu’nun yamağı vardı, Kâtib-i Mesul vardı… (Biraz düşündü.) İşte bunlar.”
“E, daha ne marifetler gösterdiniz?”
“Hep bildiğin şeyler. Vali dünden haber vermiş, oğlanları toplamışlar, biraz sümüklerini silmişler. Vali gene ‘musahabe’[11 - Müsahabe: Konuşma, görüşme.] istedi, iki çocuk çıkardılar. Biri, o şaşı, karaman oğlan. Biri de Mal Hasan’ın öksüzü. Karşılıklı geçip ‘musahabe’ okudular. Ha, bir de yeni numara vardı. Vali oğlanlara soruyor: ‘Sizin ananız kimdir?’ Oğlanlar, ‘Vatan!’ diyorlar. ‘Müşfik babanız kimdir?’ Oğlanlar, ‘Siz Vali Beyi’miz.’ diyorlar. Oğlanlar bunu deyince Vali, Reis’e döndü: ‘Bunlar.’ dedi. ‘Bizi baba tanıyorlar.’ Reis sırıttı: ‘Aman efendim hepimiz öyle tanıyoruz.’ dedi. Ben, az daha gülecektim. Sonra tiyatrosu oynandı. İşte hep bildiğin şeyler!”
“Vali, Dedikler kitabından Reis’e vermedi mi?”
“Vermez olur mu? Reis yaman yağcı, herif bilir misin kitabı alınca ne dedi?”
“Ne dedi?”
“ ‘Efendim.’ dedi. ‘Mahviyet[12 - Mahviyet: Alçak gönüllülük.] buyurup buna çocuklar için demişsiniz ama doğrusu bu bizler için!’ Gördün mü herif? Vali bayıldı! ‘Evet.’ dedi. ‘Biz çocuklar için yazdık ama içinde her şey vardır.’ Reis bastı yağcılığı. Bir saat ayakta benim belim koptu.”
“Vali çocukların arasına girip oturmadı mı?”
“Oğlanları bit saralı o numarayı kaldırdı.”
“Çocuklar bitli mi?”
“Bitli ya bakmıyorlar ki! Başlarına, o bunakla o yüzsüz oğlanı koymuş. On okka sabun yolladım, naftalin yolladım. Götürüp çarşıda satıyorlar. Oğlanların değiştirecek çamaşırları yok. Ama söylemeye gelmiyor ki… O yüzsüz oğlan Yaver’in tanıdığı. Bizim Vali çocuk gibi be! Kendisi de her şeyi biliyor ama Yaver’i kıramaz. Onlara her gün ‘Dedik.’ yazıp duruyor, gazetede okumuyor musun? Onlar hep Yaver’le o oğlan üstüne.”
“Benim hiç okuduğum yok.”
“Yok ama bir gün imtihana çekerse okumadığınız anlaşılırsa güceniyor. Bak, Mektupçu hepsini ezberlemiş. Çömezi de ezber biliyor. Kumandan bile birkaçını kolaylamış. Bir yol bana ‘nezafet[13 - Nezafet: Temizlik.] dediği’ni sordu, bilemedim, iki gün surat etti. ‘Oturup kalma, işine bak.’ dediğini Kahveci Hacı’nın oğluna, kendi ezberletti.”
Defterdar’la Belediye Reisi, konuşarak belediye önüne kadar geldiler; oraya kadar da geldikten sonra havuz başında oturup birer sabah kahvesi içmek istediler. Kahvelerini daha yeni ısmarlamışlardı ki yeni Reis ile Candarma Kumandanı, Nüfus Müdürü, daha birkaç kişi de geldiler. Hep birlikte oturuldu. Biraz hoşbeşten sonra dünkü mektep sözü açıldı. Ceza Reisi korkak bir adam; bilmediği kimselerin yanında kendi düşündüklerini söylemek istemiyor. Yalnız gülüyor. Onun tatlı gülüşü de başkalarına hız veriyor. O güldü, ötekiler söylediler; en sonunda o da dayanamadı, dedi ki:
“Dedikler’i bu akşam okudum. Bizim Vali Bey eskiden gelseydi peygamber olurdu. Dedikler, Kur’ansı yazılar. Sure sure. Her sure bir ‘dedik’ olmuş. Hem ne sureler!”
Reis bunları söyledi, söyler söylemez de pişman oldu.
“Aman bunlar aramızda kalsın.” diye yalvardı.
Hiç kalır mı? Ertesi günü Vali’ye yetiştirdiler. Daha ertesi günü de vilayet gazetesinde, “Gülme, kusur bulma, sen daha iyisini yap!” diye yeni bir “Dedik” çıktı!

ŞİMDİLİK DURSUN!
Birkaç sene Almanya’da tahsilde bulunduktan sonra felsefe doktoru olup memlekete dönen ve hâliyle tavrıyla kendine iyi kötü bir mevki de temin edip muallimliğe başlayan İbrahim Asım Bey, yirmi beş-yirmi altı yaşlarında bir genç, pek yakından tanıdığı bir arkadaşının Nişantaşı’ndaki evine gidip geldikçe birçok hanım kızlarla ve kız analarıyla tanıştı, ahbap oldu. Ve pek çok iltifatlar da gördü lakin bu ahbaplıklardan, iltifatlardan bir netice çıkmadı.
Ona denildiği günler oldu ki:
“Biliyor musun; falan buraya sık sık, ancak seni görmek için gelip gidiyor.”
O cevap verdi ki:
“Çok şey, hâlbuki bize hiç gelmedi!”
“Sen eğleniyorsun Asım Bey, hâlbuki o ciddidir!”
“Bilakis benden daha az ciddi görünüyor. Öyle başı açık bahislere karışıyor ki mevki müsait olursa ben sözü değiştirip ciddileşiyorum!”
Böyle cevaplar verirdi ve daima samimi mülazemetlerden[14 - Mülazemet: Devamlı gidip gelme, bağlanma.] kaçtı. Bunun neticesi olarak onun hakkında fena bir hüküm verdiler. Dediler ki:
“O göründüğü gibi ciddi bir adam değil, gönül eğlendirmeye çıkmış. Ondan hayır gelmez.”
Ve birçok kızlar hatta kız anaları ümitlerini kestiler, iltifat etmez oldular. Yalnız İsmet Hanım ki yaşı yirmiye yaklaşıyor ve her gün “Bu hayat böyle nereye varacak?” diye düşünüyor, her düşünceden sonra da “Henüz vakit varken ne yapıp yapıp bir iyi koca bulmalı.” kararını veriyordu. Çünkü hayat pahalıydı ve babasının elinde avucunda bir şey kalmamıştı; kardeşleri de kendi karılarını ancak güçlükle geçindirebiliyorlardı. Birçok şeyler de var ki lazım. Bunlara çare, tasarruf olmaz; yaz geldi, bir çift iskarpin ister. Bu yoktur olmaz, yalın ayak sokağa çıkmak kabil değil ki. İskarpin içinde insanın çorabı yırtık da olsa olur ancak iskarpin yırtık olur mu? Ya gidilip bir başka mahallede oturmalı veyahut zaman neyi istiyor, götürüyorsa çaresiz, sen de yapacaksın! Bunun için de evvela kazanıp getiren bir koca bulmalı. Yahut Güzide gibi, gizli dost kullanmak var ancak bu da sonu gelir bir şey değil. Yarın yaşı bir parça geçince dost, adamı sokak ortasında bırakır gider. Ondan sonra hayat artık baştan kara. Yok, elbette bir koca bulmalı, koca, elbette genç olsa, güzel olsa daha iyi fakat olmazsa… Olmazsa da ziyan yok, yeter ki yalnız kendisi adam olsun, eli para tutsun! Bir defa Asım’a tasadüf edince ondan kolay kolay elini çekemedi. Bildiği, becerdiği kadar onu tutmaya, avlamaya uğraştı. İltifat etti. Dalgın ve bedbaht göründü. Kıskandırmak istedi. Şiir meraklısı, ev kadını görünmeyi birer birer tecrübe etti; hiçbir netice çıkmadı. Hiçbir netice çıkmayınca biraz izzetinefsi yaralanmakla beraber yine vazgeçmedi. Açık görüşüp izdivaç teklifinde bulunmaya karar verdi. Ev sahibesi olan Saide Hanım’dan rica etti ki bir tesadüf hazırlayıp onların hiç olmazsa birkaç saat yalnız görüşebilmelerini temin etsin. Böyle de bir tesadüf hazırlandı. Saide Hanım, “Beş dakikaya kadar gelirim!” diye gitti; tam üç saat eve dönmedi. Tabii Asım meseleyi anlamış, bir parça sıkılmıştı. İsmet Hanım da şimdi bu mecburi mülakatı tertip etmiş olduğuna pişman gibiydi. Öyle ya zorla güzellik olur mu? İnsan kızar da “Evet!” diyecekse de “Hayır!” der. Bu sebeple bir müddet sözü başka taraflarda dolaştırdı. Ve nihayet karar verdiği gibi, açık bir izdivaç teklifinde bulunamadı. Sordu ki:
“Asım Bey! Siz hakikaten evlenmek fikrinde değil misiniz? Yoksa…”
Asım, “Asıl bahse geliyoruz.” diye düşündü. Yapraklarını çevirdiği kitabı bırakıp kızın gözünün içine gözlerini dikerek:
“Nasıl?” dedi. “Bir kadın ile yaşamak?.. Evet. Böyle bir ev, bir aile, bir salon. Böyle şeyler yapmak fikrinde değilim!”
“Bir kadınla yaşamak? Yani şey gibi mi?”
“Metres gibi mi?” diye soracaktı fakat utandı ve yüzü kızardı.
“Hayır, bayağı zevce olarak nikâhlı filan yaşamak. Metres değil.”
“O hâlde, ben sizin dediğinizi anlamadım.”
“Anlaşılmayacak bir şey yok. Bir kadın olur, benden hoşlanır, ben de ondan hoşlanırım. Hükûmetten izinname çıkar, imam da vukuat ilmühaberini doldurur; oluruz karı koca. O başka erkeklere yüz vermez. Ben de başka kadınlara sokulmaktan kurtulurum. Birlikte yaşarız. Hatta ikimiz bir odada bile olabiliriz. Böyle masraf da az olur; bir karyolayla bir dolap da o getirir. Sabah olunca o işine gider, ben de işime giderim. Akşam olunca birleşiriz. İşte böyle yaşar gideriz. Kazandığımızı bir yere toplarız. Eğer o razı olmazsa masrafı müştereken veririz; herkesin kesesi ayrı olur, işte böyle.”
“E… Ev işlerinizi kim yapacak?”
“Benim odanın işlerini bir kör Ermeni karısı var, o yapıyor. Zaten ev işi nedir? Ben bir tek odada oturuyorum. Döşeme linolyum[15 - Linolyum: Yer döşemesi olarak kullanılan muşamba.] döşeli. Odada bir demir karyola var, bir büyükçe masa, ki üstüne beyaz bir örtü örtüyorum, yemek masası olur; kaldırınca yazı masası. Bir de kitap dolabı var, bir de duvarda asacak. Bir de masanın altında keçe parçası, üç-dört tane de meşin kaplı sandalye. Bitti! (Etrafına bakarak) Benim odam buradan çok temizdir. (Ufak tefek eşyayı göstererek) Nedir bu maskaralıklar? Bu halılar? Bunlar temizlenir mi? Bu nedir, bu perdeler? Bunlar rezalet! Benim odamın sürme keten perdeleri vardır; ben yaptırdım; perdeleri açınca oda güneş dolar, kapayınca dışarıdan hiç aydınlık görünmez.”
“E… Sizin hanım, memure hanımlardan mı olacak?”
“(Omuzlarını silkerek) Bir iş sahibi olsun da ister memure olsun ister terzi olsun. İster odada işlesin ister dükkânda!”
“Affedersiniz Asım Bey ama bu sizinki hayal. Hiç böyle şey nerede görülmüş? Bizim memlekette böyle şey olur mu? Zengin olsun, fakir olsun kadının kendi işi var, erkeğin kendi işi. Mesela şimdi, Saide Hanım olmasa bu ev döner mi?”
“Böyle karışık bir şey Saide Hanım’la da dönmez! Siz zannediyor musunuz ki bu ev dönüyor? Ev sahibi benim arkadaşım, İsmet Hanım boğazına kadar borç içinde!”
“E… Sizin çocuklarınız olmayacak mı? Onlara kim bakacak? Onları da yetimhaneye mi vereceksin?”
“Saide Hanım’ın çocuklarına kim bakıyor? Günde bir defa yüzlerini gördüğü var mı acaba? Yahut süt… Onlara kim süt verdi? Hem bizim çocuğumuz olmak lazım gelirse karı kocanın biraz parası olur. Aralarında kararlaştırırlar, kadın kaç ay işten kalacak; fevkalade masraf ne kadar olacak, ona göre kadın doğurur; bir sene, ihtiyacın derecesine göre, iki sene de süt verir. Buna göre kadın da meşgalesini tebdil edebilir. Karı koca fakir olursa uzun zaman bakamaz. Yahut işlek kadın olur, hem ona bakar hem işler! Bizde zavallı köylü kadınlar ne yapıyor? Elbette böyle zamanda erkek de fazla yardım eder. Olur gider, ne olacak? Zaten ömür dediğin nedir?”
İsmet, dudaklarını büküp omuzlarını silkerek:
“Bilmem.” dedi. Biraz sükûttan sonra ilave etti:
“Ee… Siz böyle bir hanım bulabileceğinize emin misiniz?”
“Değilim.”
“O hâlde?”
“O hâlde ben de evlenemiyorum ya! Kendi kendime yaşıyorum. Çalışıyorum.”
İsmet Hanım, gözlerini piyanonun köşesine dikerek daldı. Zihnen hiçbir şey düşünmüyor, yalnız “Asım Bey latifeyi bırak ciddi konuşalım.” demek istiyor fakat hafif bir rehavet, biraz da cesaretsizlikle susuyordu. Asım, bıraktığı kitabı tekrar eline alarak:
“Ve…” dedi. “Hayat da bunları böyle istiyor, zaruri böyle olacaktır. Her sınıf halk, bulunduğu tabakada buna gidecek. Bir zaman olacak ki İstanbul mahallelerinde birbirine sabah kahvesine giden ve ev işi diye sabahtan akşama kadar ufacık, temizlenmek ihtimali bulunmayan evler içinde uğraşıp gece ölü gibi yatan kadınlara tesadüf olunmayacak; ekmek azalıyor, İsmet Hanım. Hem yalnız şehir kadınları değil, işlemeyen erkekler de işleyecek. Bak görürsün.”
“İşlemezse, alışmamış iseler?” diye sordu.
“Dilenir, kendini satar ve nihayet bir köşede ölür gider. Bu böyledir.”
Heyecan içinde bir tatlı buseyle bitecek bir mülakat tatsızlıkla kapandı ve nihayet uzun sükûtlar ile bitti.
Saide Hanım:
“Nasıl?” diye İsmet’e sorduğu vakit:
“Hiç!” dedi. “O hayal içinde, ne onun düşündüğü kadın vardır ne de olur. O da öyle gidecek!”
Fakat bu sözlere rağmen zaman öyle geldi ki İsmet, Fazıl Paşa’da bir hanımın açtığı terzi mektebinde işlemeye başladı. Maharet gösterdi, eline de beş-on para geçti. Bir müddet böyle geçtikten sonra bu terzihanenin işi yürümedi, bunu kapadılar; İsmet de işsiz kaldı; bir hayli ümitlenmiş iken birdenbire tekrar meyus oldu. Fakat iyi dikiş çok para ediyordu. Selanikliler bir terzihane açtılar, bu defa İsmet de orada çalışmaya başladı. İş iktizası şekli kıyafetinde de bir ufak tebeddül[16 - Tebeddül: Değişme.] oldu. Saç yapmak muhtasarlaştı. Tırnak meselesi ortadan kalkar gibi oldu.
Sabahtan akşama kadar ayakta durmak hesabıyla da ökçeler alçaldı. Fakat burada da çok kalamadı; fena bir taarruza uğradı; reddetti, reddedince artık orada durmak olmadı. Bir zaman tekrar işsiz kaldı. Sonra kendi evinde çalışan, Fikriye Hanım isminde bir hanımla beraber çalışmaya başladı. Bir bluzdan yirmi lira, otuz lira aldıkları oluyordu. Nihayet, işi o raddeye geldi ki İsmet’in validesi:
“Kızım işlemezse bizim hâlimiz ne olacakmış bilmem!” demeye başladı. Ve bunlar çok zaman içinde olmadı.
Bir gün tesadüf sokakta Asım’la karşı karşıya geldiler. Gülüştüler, konuştular. Asım dedi ki:
“İsmet Hanım, bak şimdi o dediğiniz şey olabilir!”
İsmet güldü ve cevap verdi:
“Evet ancak sizin aileniz yok. Benim ise pederim pek ihtiyar olduğu için para, Allah bilir, evin masrafının yarısını kapamıyor; ben, şimdi cuma günleri de bir piyano dersi bulsam… Onları bırakmak nasıl olur?”
“Zarar yok. Muayyen[17 - Muayyen: Belirli.] bir miktarı geçmemek üzere beraber yardım ederiz.”
İsmet düşündü, bağlanıp bağlanmamakta bir lahza tereddüt etti ve sonra, “Bakalım!” diye cevap verdi. “Şimdiki hâlde vaktimiz var, yine görüşürüz.”

İNSAFSIZ
Yorgun, Yoğurtçu Kahvesi’nde oturuyorduk. Arkadaşlar birer vesile ile dağıldılar ve beni Besim Bey’le yalnız bıraktılar.
Bu zat ile çok tanışırız, selamlaşırız ancak hiç böyle baş başa kalıp da görüşememiştik. Doğrusu, görüşmeyi de arzu ederdim çünkü her vakit, her yerde tesadüf olunur insanlardan değildi. Kocaman bir kafa, küçücük, cılız bir vücut; incecik bacaklar, buruşuk, esmer ve daima pudralı bir yüz tasavvur ediniz. Nasıl olur? Sonra şıklığını, zarafet iptilasını da ilave ediniz. İnsan değil, karikatür!
Kuşdili, Yoğurtçu, bu zatın gece gündüz dolaştığı yerlerdi. Ancak kimseye yan baktığı yahut takip ettiği veya söz attığı da işitilmemiştir.
Ben onu açmak ve söyletmek isterken bilmem nasıl oldu da o bana, Ali Bey’in kızlarını tanıyıp tanımadığımı sordu. “Tanımıyorum.” diye cevap verince âdeta hayret ediyormuş gibi göründü.
“Monşer.”[18 - Monşer: Azizim, dostum anlamında kullanılan bir seslenme sözü.] dedi. “Burada oturup da onları tanımamak olur mu?”
Evet, tanısam elbette daha iyi olur. Ancak ne çare ki tanımıyordum.
“Siz!” dedi. “Tesadüf ederseniz dikkat ediniz. Hele ortancalarına iyi bakınız. Sonra ben size maceramızı anlatırım.”
Merak ettim.
“Nasıl, ne gibi macera?” dedim.
“İki genç arasında macera nasıl olur?” dedi. “Aşk macerası.”
“Hımmm.”
Besim Bey, dudaklarında zayıf bir tebessümle, Fener’e doğru dalgın baktı; sonra aşk macerasını anlatmaya başladı.
“Monşer.” dedi. “Herkes gibi ben de tanırdım. Hiçbir hususiyetim, hiçbir aşinalığım yoktu. Vâkıâ, güzel şeyler şüphesiz. Ancak, doğrusu kalben de öyle bir alaka, bir muhabbet hissetmiyordum. Sonra bir gün baktım, ortanca bana bakıp gülüyor. Derhâl anladım, benimle tanışmak istiyor. Lakin anlamazlığa vurdum, hiç renk vermedim. O, ısrar etti. Nerede görse bana bakıyor. Ben de nerede görsem hiç görmemiş gibi sert sert yürüyüp geçiyorum. Mutlaka arkamdan ‘Amma çelik kalpli genç!’ demiştir.”
Besim Bey, benden tasdik bekler gibi durdu, ben ne söyleyeceğimi şaşırmıştım. Onun sıska vücuduna, eğri bacaklarına bakıyordum.
O, iri kafasını bir tarafa çarpıtmış, maymun gözü gibi birbirine yakın ufacık kara gözleriyle yüzüme bakıyor ve iri dudaklarını kıpırdatıyordu. Ben sustum, o sözünde devam etti:
“Bir gün baktım, Fener kalabalık. Geziyorum. Bunlar! Arabada geçtiler. Birini arar gibi etrafa bakındılar, ben anladım. Biraz beni görse selam verecek. Selamını alsan bir bela gelecek, kan dökülecek, hiç umurumda değildir. Elim de gayet ağırdır. Birine bir tane vuracak olsam, mutlaka bir yerini kırarım. Bunları da düşündüm, hesap ettim. Hayır. Hissiz bir taş parçası gibi, sanki hiç bilmiyor, hiç tanımıyormuşum gibi durmak lazım!
Anladım, o gün bana fena hâlde içerledi. Ancak haksız. Orada delikanlı yalnız ben değilim ya! Sevmiyorum! İstemiyorum! Sen de başkasına bak! Hayır, ille ben, ille ben!
Bir-iki hafta sonra baktım: Kız zayıflıyor, bozuluyor! Yüreğim sızladı. Lakin bir taraftan da düşündüm. Yook. Metanet! Biraz zaaf göstersem ayak bağı olacak.
Evlerinin önünden geçerim. Ne zaman geçsem hissederim, pancurun arkasındadır. Hiç o tarafa bile bakmam. Metîn, yürür, giderim!
Monşer, bu kadınlar tuhaftır. Kız, bana inat olacak diye, bir genç ile gezmeye başladı. Genci bana gösterip de beni kıskandıracak güya! Alık değilim ya elbette anlarım. Ama hiç aldırmam. Azizim, iş nihayet o derece inada bindi ki kız tuttu, bana rağmen o delikanlıya vardı!
Elbette bunun itirafı bana acıdır çünkü bir kız benim için kendini feda ediyor. Kolay değil! Ancak bir taraftan da düşündüm, bu aşk oyunudur; metîn olaydı da galip geleydi. Şimdi ise ben galip geldim, ona acımakta da mana yok!
Ben doğrusu o cihetten kendi tabiatımı çok beğenirim. Kim olursa olsun, bir defa inat ettim mi… Geçmiş ola. Kendini öldürse para etmez! İşte bir tanesi de Hıfzı Bey’in gelini. Her akşam çıkar, balkonda oturur. Kimse işin farkında değil. Kadın açıktan açığa bana balta oluyor. Öyle de bir kadın ki dünyadan korkusu yok. Bir gün sokakta yakama yapışacak diye korkuyorum. Ne yaparsın, metanetten başka çaresi yok!”
Besim Bey, endişenâk[19 - Endişenâk: Endişeli.] tavırla bir lahza sustu, uzaklara baktı. Sonra devam ederek:
“Ve azizim.” dedi. “Doğrusu ben anlamam; bir kadın yüz veriyor diye bir erkek hemen metanetini kaybetti mi bence hiç. Ama macera olacakmış, varsın olsun!
Bu Hıfzı Bey’in gelini dediğim, bir gün çayırdan geçiyorum, bir delikanlıya diyor ki ‘Fikir Tepesi’ne gidelim.’ Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla! Sözün kime olduğunu derhâl anladım. İnadıma o gün Moda’ya gittik. O zavallı delikanlıya da o gün hem acıdım hem güldüm. Kim bilir zavallı delikanlı Fikir Tepesi’ne giderek ne kadar beklemiştir!
Monşer, bu kadın o kadar çalıştı, o kadar gözümün içine baktı fakat yine benimle bir çift söz etmeye muvaffak olamadı. Nasıl bendeki metanet? Ve yalnız bu kadar da değil. Bir defa, bir tanesi benim bu inadım yüzünden intihara bile teşebbüs etti. Herkes bilir bu vakayı ama. Ancak iş güya tıbbiye talebesinden birini sevmiş de babası razı olmamış, o da onun için intihar etmek istemiş oldu. Herkes böyle bilir. Hâlbuki, işte şimdi size itiraf ediyorum, o benim yüzümdendir, hem burada maruf bir zatın da kızı var!
Doğrusu evvela ben bunun arkasına düştüm. Kız aldırmıyordu. Sonra tam o başladı, ben kaçtım. O zaman, monşer, görmeliydin kızın hâlini! Mücessem bir ateş kesildi. Beni gördükçe ifrit olurdu. Çünkü nerede görsem, hiç yüzüne bakmazdım. Nihayet bir gün kaldırdı kendisini denize attı. O zaman ben de pişman oldum. Pek çok vicdan azabı çektim. Ne ise kızı kurtardılar, bir tıbbiyeli bulup nikâh ettiler. İş örtbas oldu. Ben de tövbe ettim. Şimdi Çayır’da uzaktan görsem kaçıp gizleniyorum.”
***
Besim Bey’i bir buçuk saat kadar dinledim. Meğer onun binlerce maceraları varmış meğer bu Kadıköy’ün, Kalamış’ın, Fener’in, Kuşdili’nin güzel hanımları hep bu Besim Bey için Çayır’a veya balkona çıkıyorlar, buna inat için birtakım gençlere iltifat ediyorlar, bunun yüzünden intihar ve buna rağmen kocaya varıyorlar imiş!
Saştım.

AVRUPA
Bir gün yine birkaç genç, bir evde toplanmışlar, kadından, musikiden, şundan bundan bahsediyorlar ve bir sene evvel Avrupa’da tahsilden dönen Kazasker Nimetullah Efendi hafidi[20 - Hafit: Erkek torun.] Münir Bey’in sabrını tüketiyorlardı. Korkuyordu ki yine söze karışıp Avrupa’dan bahsedecek olsa hepsi birden bağıracaklar ve diyeceklerdi ki, “Yok Münir! Avrupa kâfi! Bir senedir bıktık, usandık; kardeş, bırak da biraz rahat konuşalım!” Ve böyle de diyorlardı. Ancak insafları da yok; öyle şeylerden bahsediyorlardı ki susup oturmaya imkân yoktu. Fatih’te, Taş Tekneler’de, sabık[21 - Sabık: Geçen, önceki.] Divanıhümayun Teşrifatçısı Mansur Bey’in konağında, kadından, musikiden, tiyatrodan bahsolunur mu? Karşıdaki mezarlığın koca kavuklu taşları bile adama gülerler. Dayanamadı, dedi ki:
“Monşer, ben Avrupa deyince hepiniz birden kızıp haykırıyorsunuz ve benimle alay ediyorsunuz; fakat sonra yine oturup öyle şeylerden bahsediyorsunuz ki Avrupa’da birkaç sene oturmuş değil a, bir kıyıcığından gelip geçmiş bir adamın bile sabır ve tahammül etmesine imkân yoktur. Hani ben de Avrupa’dan çok bahsediyorum, onun farkındayım lakin siz de öyle şeylerden dem vuruyorsunuz ki benim Avrupa onların yanında sıfır kalıyor. Eğer benim Avrupa’dan bahsedişimi istemez iseniz, siz de bunlardan bahsetmeyiniz, iftarlık Kayseri pastırmasından bahsediniz, benim de hiç, ne aklıma Avrupa gelir ne de bahsederim. Siz, oturup da musiki, tiyatro, sanatkâr dedikçe benim gözümde de hep gördüklerim, yaşadıklarım canlanıyor. O tiyatroları tekrar görüyorum. O musikiyi tekrar işitiyorum, o hayatı baştan başa tekrar yaşıyorum; hicran, yumruk gibi gelip boğazıma tıkanıyor. Babamın bana Adapazarı’ndan bir Çerkez kızı almaya uğraştığını düşünüyorum da taşıp dökülmemek, mümkün değil. Hem düşün, Monşer! Ben Paris gibi, Berlin gibi, Londra gibi büyükşehirlerde yaşadım. Fransa’nın ikinci derecede hatta belki de üçüncü derecede şehirlerinde bulundum. Bak anlatayım: Akşam olur, temiz bir tıraş, mum gibi yanan yakalığı, gömleği giyer, smokini arkanıza takar, yeni ütülü pantolonu, parlak ayakkabıları ayağınıza geçirir, şapkanızı, paltonuzu alır, çıkarsınız. Vakit varsa, hava güzelse yayan, olmazsa bir arabaya atlar, tiyatroya damlarsınız. Tiyatroda paltoyu, şapkayı alan hizmetçi yok mu, vallahi İstanbul halkının yüzde doksanından daha temiz giyinmiştir! Bir salona dâhil olursunuz, her köşede, her münasip yerde boy aynaları konulmuştur; insan meğer pek çirkin, pek iğrenç bir şey olmalıdır ki kendini bu aynada görüp de beğenmesin. Kendinize bir bakarsınız: Saçlarınız parlak, dümdüz, iki tarafa yatmış, sakal, bıyık yok. Çehrede bir taravet. Sonra, zarf ve mazrufun bir ahengi var ki insanı, kendi kendine sevdirir. Gider, yerinize oturursunuz. Etrafta bir hayat, bir güzellik, bir koku… Hele civarınıza bir güzel hanım tesadüf etmişse!.. Lakin ne kadar çirkin olsa kendini oraya yakıştırmaya çalışmış olduğunu görürsünüz. Muzıka başlar, perde kalkar. Hıncahınç dolu koca bir tiyatroda çıt yok. Faraza, bir opera oynanıyor, enfes bir hanım okuyor. Sanatkârda o dikkati, oyuna o riayeti görmeli. Nasıl çalışıyor! Hayret! Muhtelif musiki aletleriyle sanatkârlar arasında, musiki taksim edilmiş, intizam ve mükemmeliyeti canlı bir nokta. Fakat bu kadar güzelliğe, bu kadar gayret ve himmete rağmen halk beğenmemiş; tenkit ediyorlar, bir ufak nokta hoşa gitmemiş. Perde iner, herkes yerinden kalkar gibi olur, siz de localardan birinde tanıdığınız bir aileye tesadüf edersiniz. Hemen gider, selamlar, hulus çakarsınız.Terbiyeli, haddini bilir bir adamı nasıl zarafetle kabul eder nasıl yanlarında alıkoyar sonra izin vermeyi nasıl bilirler. Hem bunlar öyle kibar ve zengin ailelerden değil, orta hâlliler arasında bile, adi bir şey olmuştur. Kadınlar, meşrebinizi, yaşayışınızı derhâl sezerler ve size iltifat için öyle bir söz söylerler ki bunu ancak sizi taltif için söylediklerini bilseniz bile, memnun kalmamak kabil değildir. Herhangi bir şeyde mutedilane[22 - Mutedilane: Orta hâllice, ne çok hızlı ne de çok yavaş olmadan.] hareket edebildiniz mi, görürsünüz ki ona derhâl dikkat etmişler ve size ondan dolayı bir rütbe vermişlerdir. Faraza, biz orada talebeydik. Bir talebe çok tiyatroya gidemez. Bunun bir itidal tarafını buldunuz mu, anlarsınız ki tiyatroya gitmek zamanını bulmaktaki kemaliniz takdir olunmuş!
Olur a, arada oynayan hanımlardan birine de gönlünüzden bir teveccühünüz olur. Bir de bakarsın, bir arkadaşı zuhur eder ve zaman olur ki insanın sırrı münkeşif[23 - Münkeşif: Açığa çıkmış.] olur. Arkadaşınız da kulis tarafına süzülmenin yollarını öğrenmişlerdendir. Bizi götürür, takdim ederler! Görürsünüz ki bir oyuncu hanım arkasında, kemaline ve güzelliğine göre üç-beş ahbabı vardır; terbiyeli, zarif adamlar hele o sanatkâr hanımlar insanı öyle tanır ki… Sizi de ahbapları zümresine ithal için hemen bir ufak iltifat savurur. Ve ekseriya pek yerinde de bir söz söyler. Bizde biri böyle bir söze hedef olsa yapacak şeyi evvela ‘Karının bana gönlü var.’ hükmünü verip ve kafayı tutup ertesi akşam balta olmaktır. Bazen oralarda da böyle sergüzeştler olmaz değil ancak pek nadir şeyler. Herkes o hayat içinde yaşayacak, o hayatı idame ettirebilecek nezaketi iktisap etmiştir. Nizamsızlık, müsademe pek nadir hâlâtta[24 - Hâlât: Hâller.] olur! Bizde değil kadın hususunda azizim, Tünel’den bilet alırken bile kimse nöbete razı olmaz.
Tiyatrodan çıkarken sizi bir akşam kahvaltısına davet ederler. Yahut siz davet edersiniz. Hele biraz teklifsiz bir aile ile ahbap olmuş iseniz bu ‘supe’ler[25 - Supe: Akşam yemeği.] pek latif olur; ya bir temiz lokantaya gidersiniz yahut sokaktan ufak tefek soğuk şeyler alıp eve! Temiz bir sofra kurulur. Yemekler, içmekler sıralanır; dostane latifeler, sohbetler, bir samimiyet. İnsan yaşadığını hisseder. Sonra evli evine köylü köyüne.
Ertesi gün de pazardır, öğleye kadar tembellik edersiniz. Görürsünüz ki öğleden sonra, mektep arkadaşlarınızdan biri uğramış; kalkar, bir bahçeye, bir mesireye gidersiniz, tatlı tatlı konuşursunuz; daha ertesi gün de mektebe!
Mektep de mektep. O talebeyi de bir görmeli! Bizim, Tavukpazarı hanlarını, Gedikpaşa’da Rum evlerindeki pansiyonları, Aptullah Çavuş’un Kıraathanesi’ni, sonra ders namına okutulan şeyleri düşündükçe insan kahrından ölür, azizim! Avrupa’da her hoca, evvela okutacağı şey hakkında bir noktainazara sahip olmuştur! Okuturken görürsünüz ki her ne söylerse onları bir görüş üzerinde topluyor.
Ders, mevzubahis ilmin, bir noktainazara göre tavzifini göstermekten ibaret. Bizce henüz düşünülmemiş şeyler, orada ise tasnif olunmuş, yerli yerine konulmuş! Sonra, o muallimleri görmeli, o talebeyi görmeli, o derse hürmeti ve o vakarı görmeli! Bana, ilk gittiğim zaman bazı sualler soruyorlardı. Ben işin farkında değilim, atıyordum; sonra anladım ki sözlerini ilmin muayyen mikyaslarına vuruyorlar, yalan söylediğim, bizim memleket hakkında hiçbir şey bilmediğim zahir oluyormuş.”
Sabri Bey isminde bir genç sözü keserek dedi ki:
“Benim adım Sabri ancak ziyade sabredemeyeceğim. Azizim Münir Bey, söylediklerin hep doğru, güzel. Fakat ne yapalım, biz böyleyiz! Ben sizin fikirlerinizi anlamıyorum ki. Avrupalılar iyi, biz fena! Âla ancak ne yapmalı? Buna bir çare var mı? Bir çare var mı ki biz de iyi olalım. Hem bakalım, bu ilk fenalık sizin gördüğünüz gibi mi? Biz şarklıyız, onlar Garplı. Ortada koskoca iki âlem var. Onların iyilikleri bize uyar mı?”
Münir Bey, cevap vermekte acele ederek:
“Müsaade buyur.” dedi. “Ben de sizin bu şark ve garbınızı anlamıyorum ya! Ne sanki? Ortada Sedd-i Çin mi var? Hangi şark ve garptan bahsediyorsunuz? Ortada, yalnız terakki etmiş ve edememiş insanlar var.
Mesele yalnız bunu idrak edemeyip Avrupa’da doğan medeniyetten büsbütün ayrı bir medeniyet doğurabileceğinizi boş yere ümit edip durmaktadır. Terakki ettikçe hangi yoldan gidecekler, bugünkü kisvenizden hatta fikirlerinizin ekseriyetinden anlamak kabildir. Hele peder ve büyük valide merhumların fikirleriyle sizin efkârınızın bir mukayesesini yaparsanız nereye gitiğinizi pek güzel görürsünüz. Mesele bunu görüp kabul etmektedir. Bu sizin hareketlerinize lazım olan sürati verir. Eğer siz, ‘Belki bir Şark medeniyeti de doğabilir!’ diye mütereddit kalırsanız; sizi istila edecek medeniyetten biraz azap çekersiniz, nasıl ki bugüne kadar çektiniz! Mesele bence budur azizim.”
Bir diğer arkadaş söze karıştı:
“Yani.” dedi. “Münir Bey, nihayet sözü oraya getiriyorsun ki, ben başıma şapkayı giyeyim, karıyı da koltuğuma takıp tiyatroya götüreyim. Orada dostlar gelir, bizim hanıma iltifat ederlerse ona tahammül edeyim. Ben o haltı edemem, azizim; Avrupalı değil a, bilmem ne olsa para etmez. Biz alışmamışız. Medeniyetsiz isek de kusura bakma. Avrupalılar yapıyorlar, onların havsalaları geniş; biz ise böyle görmüşüz böyle gideceğiz. Asri olamayız.”
Münir, tekrar cevap verdi:
“Lakin Hilmi Bey.” dedi. “Mesele oradaki vekâyi sizi tekzip ediyor; oraya süratle gidiyorsunuz: Hani on beş sene evvelki uçkurlu çarşaflar? Bizim ev, kazasker evi olduğu hâlde kız kardeşim, hatta değil kız kardeşim, kazasker kızı olan validemin kıyafetine bir bak da yirmi sene evveli bir düşün!”
Hilmi Bey kani olmadı.
“Sen bakma. O, on beş ailedir!” dedi. “Bizim halkımız onlardan ibaret değil! Hem oluyorsa iyi bir şey yapılmış olmuyor ya!..”
Bir diğeri söze karıştı:
“Hakikat.” dedi. “Kadınlarımız pek rezil oldular. Nedir o kıyafetler, herkesin bir millî adabı var. Biz, bilmem ki… Günden güne beter oluyoruz. Avrupa yalnız dışarımıza geliyor. Azıcık da içimize gelse ve bize ilim ve fenni sirayet etse ne olur?”
Münir Bey, muttasıl:
“Dedim ya azizim.” dedi. “Hoşça sohbet için yemeklerden bahsedelim. Bu kafa ile bizde tiyatro, musiki olmaz!”
Sözde bir durgunluk oldu. Sanki bir dargınlık varmış gibi.
Ev sahibi dedi ki:
“Hele ben birer kahve daha söyleyeyim de…”
“Ya. Pek isabet olur!” dediler ve bahsi kahveye intikal ettirdiler.

ÇÖLDE
Güneş hayli yükseldi, sabahın serinliğine mukabil ovada boğucu bir sıcak dalgalanmaya başladı. Atlar sinekten tepiniyor, rahat yürüyemiyor, yaylı gittikçe yavaşlamaya, gittikçe ağırlaşmaya başlıyordu. Arabacı da artık uyukluyordu. Yolumuza çıkan Zincirli Han’a uğradık. Hemen arabadan atlayıp karanlık han odasına girdim.
Burada, vâkıâ küf kokusuna benzer ekşi bir koku var; insana bir başka hayat zevki veren hafif fakat nüfuz edici bir koku! Sanki ben üç yüz sene evvelki hayatı yaşıyormuş gibi oluyorum ve bundan nihayetsiz bir zevk duyuyorum. Fazla olarak bu karanlık izbede ovaların o cehennem sıcaklarına mukabil loş bir serinlik vardı.
Hancının kahvesi, çayı yokmuş.
“Pekâlâ! Ne var?” dedim.
“Hiçbir şey yok!” dedi.
Böyle de hancılık olur mu ya? Ne ise sıcaktan kurtulduğum, biraz serinlediğim de kârdır. Benim yanımda biraz şeker var fakat burada kullanmak istemiyorum. Peykede sırtımı duvara dayadım, gözlerimi kapadım. Bir müddet sakin oturdum fakat böyle hiçbir şey yapmayarak oturmaktan ise kızgın ovaların ateşi içinde yürümek daha hayırlı. Arabacı’ya söyledim:
“Burada çok kalmasak?..” dedim.
“Atlar yemini kestirsin, gideriz!” dedi.
Tekrar duvara dayanıp gözlerimi kapadım. Arabacı ile Hancı ahbap; kim bilir kaç defa birbirlerine tesadüf etmişler, konuşuyorlardı fakat söylediklerinin birçoklarını anlayamıyordum. Birisi Kayserili, diğeri Konyalı olsa gerekir. Kelimeleri çabuk çabuk söylüyorlar. Ne kadar dikkat etsem, üç-beş kelime içinde bir kelime olsun kaçıyor, bir alacak verecek meselesinden bahsediyorlar, arada bozulmuş bir pazarlık lakırtıları var, ikisi birbirine muhtelif havadisler veriyorlar. Bor’dan, Kayseri’den, Niğde’den, Ereğli’den, Aksaray’dan bahsediyorlar. Bu lakırtıları bitirdikten sonra benden bahse başladılar fakat seslerini alçaltmaya lüzum görmüyorlardı. Arabacı, benim kim olduğumu, nereden gelip nereye gittiğimi bildiği kadar anlattı ve tuhaftır bir hayli malumat verdi; hâlbuki ben ona hiç kendimden bahsetmemiş idim. Ve kendisini bana karşı pek lakayıt gibi görüyordum. Merak ettim, acaba benim kim olduğumu nasıl öğrenmiş dedim. İnsanın kendisini anlatması ne kadar güç ve huyunu saklaması da ne kadar müşküldür. Arabacı’nın beni bildiğine hem taaccüp ettim hem de biraz sıkıldım. Bu adamlar nazarında âdeta küçülüyordum. Bana hiç ehemmiyet vermiyorlar, benden korkmuyorlar. Hele, bu Hancı eşkıya gibi bir herif eğer iki-üç yüz sene evvel gelseydi, mutlaka buralarda istiklal ilan ederdi. Feleğe boyun eğmez, cihana ehemmiyet vermez bir herif. Kendi âleminde çok vakalar görüp geçirmiş; çok belalar, felaketler atlatmış bir adama benziyor. Vâkıâ bizim Arabacı’nın da ondan kalır yeri yok. Genç bir oğlan ama gözleri kan çanağı gibi, insana taş kovuğundan yırtıcı bir kuş bakar gibi bakıyor. Bunlar ikisi bir olup da burada beni öldürseler, sonra bu düz, bu cehennem gibi yanan ovaların bir köşesine gömseler, ne olur? Hiç! Bu han, ağustosun kızgın güneşi ile otları yanmış, düz bir ovanın ortasında dünyanın sanki bir bucağı! Fakat acaba niçin öldürmüyorlar? Ve nasıl oluyor da biz, emniyet edip bu ıssız çöllerin ortasından böyle insana benzer heriflerle geçip gidebiliyoruz?
Düşündükçe evham zihnimi kaplıyordu; âdeta korkmaya başladım, sanki gözlerimi açsam o korkunç Hancı’nın bıçağını göğsümde bulacağımı zannediyordum. Arabacı ile Hancı, ocağın önünde konuşmakta devam ediyorlardı. Biri diğerine, bir arabacının çalınan atlarını, Tarsus’ta tutulduğunu hikâye ediyordu.
Bu nihayetsiz çöllerin ortasında, bu Hancı, nasıl dayanıp yaşıyor? Biz dört-beş saatlik yol geldik, ne bir insana ne uzaktan bir köye olsun tesadüf ettik. Şimdi biz çekilip gidince kim bilir ne kadar zaman için bu han yolcusuz, bu Hancı yalnız kalacak. Kışın buz deryalarına dönen bu ıssız ovaların ortasında, yazın cehennemden eser gibi sıcak rüzgârlarla kavrulan bu beyabanda[26 - Beyaban: Çöl.] insan yalnız kudurur, hayvanlaşır. Düşündükçe zihnime fenalıklar geliyor. Arabacı’dan sordum:
“Daha atlar yemlerini kestirmediler mi?” dedim.
“Hinçik, hinçik!” dedi ve dışarı çıktı. Ben de çıktım, Hancı da arkadan bizi takip etti. Bu han, duvarları yıkılmış, damları çökmüş bir harabe idi. Ortasındaki avlu eskiden taş döşemeliymiş; fakat bozulmuş, yürünemez bir hâle gelmiş. Kapının önünde bir kuyu vardı. Bir uzun ağacı mancınık gibi yapmışlar, bu kuyudan su çekiyorlar. Arabacı, beygirlerini getirdi, suladı. Sonra söverek, vurarak arabayı koştu.
Bunlar beygir değil, âdeta iki iskelet! Biz nasıl oluyor da merhamet etmiyoruz, bunlara kendimizi taşıtıyoruz? Bunlar hatta belki hastadır. Böğürleri çökmüş, kemikleri fırlamış, ayakları eğrilmiş, kulakları düşmüş, dudakları sarkmış, gazetelerde yaptıkları at karikatürlerine benziyor. Yayan yürümek kendini bu biçarelere sürükletmekten elbette ehvendir. Arabacı’ya söyledim:
“Bunlar.” dedim. “Bir gün yolda yıkılıp kalacaklar!”
O, arabasını koşmakta devam ederek:
“İyisi bize yaramaz.” diye cevap verdi ve biraz durduktan sonra ilave etti: “Yiğit atı görünce bizim elimizde korlar mı?” Hancı da bizi dinliyordu. O, benim sualim ile hiç alakadar olmayarak atın birinin çeki kayışlarını geçirmeye yardım etti ve hayvanın kurumuş sağrısına bir tokat vurarak:
“Bu İrecep’ten aldığın at değil mi?” diye sordu ve ilave ederek “Buna ne olmuş? Arıklamış!” dedi. Arabacı yanında getirdiği kovayı kuyudan doldurdu. Tekerleklere su döktü ve Hancı’ya cevap vererek:
“Aslında yufkadır!” dedi.
Araba koşulmuştu, handan çıktık, tekrar kızgın güneş altında yürümeye başladık. Havada ara sıra girdaplar oluyor ve direk gibi bir toz sütunu kırların yüzünden koşarak yükseliyor ve yerden bir kuş kalksa ufacık bir toz bulutu beraber kalkıyordu.
Ben, zihnen hep Hancıy’la meşguldüm; Arabacı’dan sordum:
“Buralarda hiç köy yok mudur?”
“Vardır.” dedi. “Dehaa! Orada Kurt, onun böğründe Alkalı.” Gösterdiği taraflara baktım, düz ova. Bomboş. Hatta belki bir tümsek bile görünmüyor.
“Köy görünmüyor!” dedim. O da baktı ve hiçbir cevap vermedi.
“Buralarda hiç yol kesip adam soydukları olmaz mı?” diye sordum.
“Geçen yıl asker kaçakları vardı ya birini Mut’ta vurdular.” dedi.
“Ya öteki?” dedim.
“O, kim bilir…” dedi. “Ne yana gitti…”
“Mut’takini kim vurdu?”
“Kim vurduğu belli olmadı.” dedi. “Geçen yıl bu Hancı’nın avradını dağa kaldırdılardı. Hancı onları Yüzbaşı’ya haber vermiş, onlar da herifin avradını dağa kaldırdılar.”
“Ee, sonra ne oldu?”
“Hiç. Karıyı parçalamışlar.”
Biraz evvel kendisinden nefret ettiğim Hancı’ya acıdım.
Bu kırlarda yaşamak ne müthiş bir şey. Karısını dağa kaldırıp parçalamışlar! Hancı hâlâ orada yaşıyor. Bir gün gelip kendisini de parçalasalar…
Şimdi bu ateş gibi yanan düz ova benim gözüme karanlık, ormanlı dereler gibi korkunç görünüyordu. Birdenbire uzakta Hasan Dağı’nın dibinde tatlı bir serap gördüm. Durgun bir su gibi görünüyordu.
Suyun boyunca uzanmış ağacın arasında, sanki büyükçe bir köy yahut şehir vardı. Acaba dünyada hiçbir göl bu kadar güzel midir? Hiçbir şehir bu kadar güzel olur mu? Ağaçlar ve şehrin gölgesi suya ne güzel aksediyordu. Şüphesiz tabiat, insanları bu ıssız çöllerden çıkarmak için ufuklarında böyle tatlı seraplar icat ediyor diye düşündüm.
Acaba Arabacı serabı biliyor mu diye merak ettim.
“Bu görünen göl neresidir?” diye sordum.
“Göl yoktur! Öyle görünür!” diye cevap verdi.
“Gölü görmüyor musun?” dedim. “ ‘Göl yoktur.’ olur mu?”
“Göl yoktur!” diye tekrar etti. “Öyle görünür.”
Anladım, daha ziyadesini o da bilmiyor, merak da etmiyordu. Sustum. Serabı seyretmeye başladım. Bu defa Arabacı söze başladı ve asker kaçaklarının bir defa kendisini nasıl yoldan çevirdiklerini, dövdüklerini, “Parayı çıkar!” diye bıçak batırdıklarını, sonra nasıl çırılçıplak soyduklarını ve sonra da ekmeğini alıp kendini bıraktıklarını anlattı.
“Ee, atlarını almadılar mı?” dedim.
“Atları n’edecekler?” dedi.
“Üstüne biner giderler!”
“Benim atlar yaramazdı!” dedi. “Arıktı. Başlarına bela mı alacaklar?”
“Ee, sen şimdi korkmaz mısın?” dedim. “Bak, bıçak batırmışlar, dövmüşler!”
“Ne korkayım!” dedi. “Dövdüler, koyup gittiler. Kaymeleri bulamadılar ya.”
“Vay, sende kayme de mi var? Onları nereye saklamıştın?”
“Sakladım.” dedi. Fakat yerini söylemedi.
“Ee… Seni kesseydiler, ne yapardın?”
“Kessin, yine de demezdim.” diye güldü ve atlarını kamçılayarak “Ben adama para mı veririm?” dedi. “Gebertse de vermem!”
Ben ise böyle bir vakaya tesadüf etsem canıma dokunmasınlar, bana eziyet etmesinler diye evvela paraları çıkarır ortaya dökerim. Bu fikrimi Arabacı’ya da söyledim.
“Ahh…” dedi. “Öldüreceği varsa parayı alır, yine de öldürür.”
“Ee, bir daha önüne çıkarlarsa diye korkmaz mısın?
“Korkup ne göreyim!” dedi.
Düşündüm, haklı. Sustum.
Aramızda bir daha lakırtı olmadı. Arabacı uyuklamaya hazırlanıyordu. Benim de gözlerim kapanıyor, yaylının içinde uzandım. Yattığım yerden serabı seyreder, düşünürken uyumuşum. Rüya mı görüyorum yoksa kabus mu basmıştı bilmem, bana haydutlar bizi basmışlar gibi geldi. Arabanın içinde bağırarak uyandım. Arabacı’yı da korkutmuştum. Dehşetle, bir müddet birbirimizin yüzüne baktık. Bor bahçelerinin içinden geçiyorduk. İki tarafta kerpiç duvarlar arasında ağaçlar uzanıyordu ve latif bir akşam serinliği ortalığı kaplamıştı. O cehennem ateşleri saçan ovayı geçtiğimize memnun oldum.

ÇAYA GİDERKEN
Lise talebesinden Necdet Efendi, on dokuz yaşlarına göre gürbüz, idmancı bir genç; arkadaşı, yeni banka memurlarından Suat Selâmi’nin evinde, ayna önünde maşa ile saçlarını kıvırıp dalgalandırmaya uğraşıyordu.
Suat Selami, maroken[27 - Maroken: Fas’ta işlenen yumuşak bir türk keçi derisi.] kanepe üstünde tıraş oluyor ve Necdet’e mektebe dair sualler soruyordu:
“Necdet! Sizin sınıfta hayvanat da okutuyorlar mı?”
“Hayır, yalnız insanları okuturlar.”
“Alayı bırak, sahi hayvanat okutuyorlar mı?”
“Okuturlar.”
“Nereye kadar geldiniz?”
“Vallahi, pek farkında değilim! Galiba cihaz-ı teneffüsideyiz.”[28 - Cihaz-ı teneffüsi: Akciğer.]
“Hâlâ cihaz-ı teneffüside misiniz?”
“Ne sandın ya?”
“E, tarihten nereye kadar geldiniz?”
“Tarihten mi? Onu hiç bilmiyorum ama çok okumadık.”
“Hocanız kim?”
“Hoca yeni geldi, adını söylüyorlardı, ben unuttum. İyi bir adam; yalnız konuşursak kızıyor yoksa uyu, kitap oku, ne yaparsan yap, hiç ses çıkardığı yok, derse de kaldırmıyor. Gelir, talebe ile konuşur, gider. Ders verecek olursa yalvarıyoruz, ‘Geçen dersi iyi anlamayadık, bir daha baştan söyleseniz.’ diyoruz, o da bizi sahi anlamadılar sanıyor, baştan anlatıyor.”
“Hoca da sizin gibi desene.”
“Ne bizim gibi? Vallahi bizim mektepte en iyi sınıf yine bizim sınıf. Ötekiler büsbütün havyarcı.”[29 - Havyarcı: Dalgacı, tembel kimse.]
“Kardeşim, sizden havyarcısı can sağlığı!”
“Canım, beni kızdırıp durma. Sen mektepte iken ne idin? Sanki sen bir sene doğru dürüst imtihan verebildin mi? Boyuna ıska geçtin! Bana söylemesene.”
“Sen bana ne bakıyorsun? Sen sınıfa bak. Vallahi bizim sınıfta öyle efendiler vardı ki hoca derse kaldırdı mı, bir saat tıraş geçerlerdi.”[30 - Tıraş geçmek: Gevezelik etmek.]
“E, tıraş geçmek iyi bir şey mi?”
“Tıraş ama… O yine kafa ile olur.”
“Ne kafa sen de! Öyle tıraş geçecek olduktan sonra ben iki saat tıraş ederim. Hem ben kendim çalışmıyorum. Çalışsam…”
“E, çalış! Niye çalışmıyorsun?”
“Suat, bunu bari sen söyleme. Sen niye çalışmadın da mektebi bıraktın? Avrupa’ya gittin?”
“Mektebi çalışmamak için mi bıraktım, öyle olsa Avrupa’ya gidip mektebe girmezdim.”
“Avrupa’da çok çalıştın ya Allah için!”
“E, ne yapayım, para olsa çalışacaktım, para göndermediler; ben de döndüm geldim.”
“Onu sen bana anlatma. Bir sene gittin Avrupa’ya, geldin hadi bankaya. Arkadaşların daha mektepte. Mektebi bitirecekler de ali mekteplere girecekler de çıkacaklar da… Ben dalganın farkındayım. Hem bak sana bir şey söyleyeyim, gideceğimiz yerde beni ‘lise talebesi’ diye prezante etme.”[31 - Prezante etmek: Tanıtmak.]
“Neden?”
“Etme! Hanımlardan utanırım.”
“Ne diyeyim?”
“Ne bileyim, at bir şey. ‘Bir dairede kalem-i mahsus müdürüdür.’ de.”
“Ya tanıdık çıkarsa?”
“Tanıdık çıkarsa ne yapalım? Ben zaten bu sene mektebi bırakacağım.”
“Niçin?”
“Sen niçin bıraktın? Sen niçin bıraktıysan, ben de onun için.”
“Ben tahsili bırakmak niyetinde değildim ki. Sonradan mecbur oldum.”
“Evet, fokstrot[32 - Fokstrot: Bir dans türü.] tahsili için İsviçre’ye teşrif etmek niyetinde idik.”
“Sen alay ediyorsun, benim şimdiki aklım olsa daha mektepte okurdum.”
“Okurdun da sonra ne olurdun?”
“Hukuka girer, sonra Avrupa’ya gidip hukuk doktoru olurdum.”
“Sonra buraya gelip aç kalabilir miydin?”
“Ne diye aç kalayım? Olanlar aç mı kalıyorlar?”
“Aç ya.”
“Peki sen mektebi bırakıp ne olacaksın?”
“Ben mi? Ben tayyareci olacağım.”
“Tayyarecilik sanki iyi bir şey mi?”
“Geçiyor ya sen ona bak, dünyanın atisi[33 - Ati: Gelecek.] tayyarede. Hem tayyareci olursam nerede olursa geçinirim. Senin gibi hukuk doktoru adam açlığından ölür.”
“Hiç de ölmez, neden ölsün? Ben hukuk doktoru olsam Avrupa’da kalır, bey gibi yaşardım.”
“Onu sen affedersin, sen hukuk doktoru olmuş, Avrupa’da kalmış bir tane gördün mü? Nerede hukuk tahsil etmiş, iktisadiyat tahsil etmiş, içtimaiyat tahsil etmiş varsa hepsi iki sene sonra koltuğunda bir çanta burada; Avrupa’da kalan amele olmuş kalmış. Yahut bilmem makinist olmuş, boyacı olmuş. Avrupa’da ekmek bulan onlar.”
“Ee, ben memlekete geldim de aç kalmadım ya hem tahsilimi de ihmal etmedim.”
“Fazla zahmet ettin, iltimasın olduktan sonra İsviçre’ye gitmesen de girerdin, ne var? Ama şimdi adın süslü oldu: ‘Avrupa’da tahsilden gelmiş.’ diyorlar. Herkes senin İsviçre’de bir sene fokstrot tahsil ettiğini bilmez ya!”
“Fokstrotu da sen uyduruyorsun! Ben belki ömrümde beş defa fokstrot oynamamışımdır.”
“Fokstrot olmasın, cazbant olsun. Yahut tango. Hem Avrupa’da tango oynanırken elektrikleri söndürüyorlarmış.”
“O neden?”
“Musikinin aydınlıkta inkişaf edemediğini tecrübe etmişler.”
“Fena değil, talihsizlik eseri olacak böylesine tesadüf edemedim.”
“Çok teessüf etme, burada da var.”
“Ya! Ciddi mi? Beni götürsene.”
“Ben, mektep talebesi, öyle yerlere gidebilir miyim?”
“O da doğru ya! Bari tarif et de ben gideyim.”
“Sen böyle şeylerin mevki-i hendesesini[34 - Mevki-i hendese: geometrik nokta, yer.] benden iyi bilirsin. Hem gevezeliği bırak, saat dört buçuk. Biliyor musun, beni mektebin birinci timine kabul ettiler.”
“Tebrik ederim, senin geçer şeylere merakın olduğu buradan belli. Yakında bütün sosyetelerde meşhur olursun. Sen, beni mektep talebesi diye takdim etme diyordun ama bak yakında kendini teşhir edeceksin!”
Necdet, bu defa ciddi düşünür ve:
“Hakkın var.” der. “Gazetelerde çok bahsediyorlar, sonra tayyareci olursam ‘Dün mektepte idi, bugün tayyareci olmuş.’ derler. Ben bir çaresini bulur oynamam. Şöhretim tayyarecilikte olsun.”
“Sen acele ediyorsun ama daha bir saçlarını düzeltmedin.”
“Ben hazırım, sen giyinmeye başla!”
İki genç giyindiler, süslendiler, ikisi de kalıpsız feslerini büküp ellerine alarak Behice Hanımefendi’nin çayına gittiler.

APTAL, SEN DE!
Mahallenin ihtiyar hanımlarından Hacı Hanım’ın oğlu Ekrem Bey; yirmi beş-otuz yaşlarına girdiği hatta bir saraylı hanımla da izdivaç ettiği hâlde yine belli başlı bir iş tutup ekmek sahibi olamamıştı, anasının kırıntısı ile geçiniyordu. Güzel balık ağı örer, konu komşunun terkos borularını tamir eder, gayet güzel kayık boyar, tavuk besler, ağaç aşılar, hatır için komşu kuyularına girip tulumba tamir ederken anasıyla karısı arasında geçimsizlik başlayınca bir hizmete girmek derdine düştü ve günün birinde köyüne zabıta-i belediye memuru tayin olundu.
Komşulardan Hafız Efendi, ona resmî elbiseyle iskelede tesadüf edince hayret etti.
“Ekrem Bey!” diye seslendi.
“Efendim.”
“Ayol, bu ne kıyafet, böyle?”
“Zabıta-i belediye memuru oldum.” diye cevap verdi.
“Ya, âlâ! Uğurlu kademli olsun! E, gel bakalım; otur, bir kahve içelim.”
“Yok.” dedi. “Vazifeye gidiyorum.”
“Canım, gidersin. Hele gel bakalım.”
“Yok.” dedi. “Gideyim, Muharrem bekler.”
“Muharrem de kim oluyor?”
“Bizim arkadaş, o da zabıta-i belediye memuru.”
“Sanki gidip ne iş yapacaksınız, acele bir işiniz mi var?”
“Yook. İşte, çarşı pazara bakarız.”
“Çarşı pazarın nesine bakarsınız?”
“İşte limon, maydanoz, işportacı filan olursa kaldırırız.”
“E… Siz gidince onlar tekrar gelir.”
“Gelir ya.”
“Ee?”
“Ne yapalım?”
“Yani boşuna emek. Daha ne yaparsınız?”
“Daha, işte, kahvelerde, gazinolarda kırık, çatlak kadehleri, fincanları kaldırtırız.”
“Nereye kaldırtırsınız?”
“Bir tarafa kaldırtırız, kullandırmayız.”
“Nasıl kullandırmazsınız?”
“Onları bir tarafa kor, kullanmazlar.”
“Kullanmasın diye siz de baş ucunda beklemezsiniz ya?”
“Yook.”
“Ha, âlâ. Siz savuşunca o yine kullanır!”
“E… Kullanırsa ne yapalım?”
“Hiç yani. Bir şey yapın diye söylemiyorum. Kullanır diyorum. Ee, daha neler yaparsınız?”
“Daha… İşte her şeyi yaparız.”
“Ne gibi?”
“Ne gibi… Mesela her dükkâncı dükkânının önüne yalnız bir küfe koyabilir, birden ziyade koyarsa kaldırtırız.”
“Bir tane koyar ya?”
“Koyar.”
“Kâfi, yaya kaldırımı kapandı. Geçenler de indi aşağı demek.”
“?”
“Anlatamadım. Yani bir küfe koyunca zaten yaya kaldırımı kapanıyor. Ondan sonra isterse daha otuz küfe koysun. Değil mi?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/memduh-shevket-esendal/sahan-kulbastisi-69429610/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
İrat etmek: Söylemek.

2
Tehalük: Can atma, çok isteme.

3
Tevzi etmek: Dağıtmak.

4
Ricat: Vazgeçme.

5
Hazirun: Hazırda bulunanlar.

6
Taravet: Tazelik.

7
Sarkldoryan: Cercle d’Orient adında ünlü ve önemli bir kulüp.

8
İstikraz: Borçlanma.

9
Akdetmek: Sözleşme yapmak.

10
Samiin: Dinleyiciler.

11
Müsahabe: Konuşma, görüşme.

12
Mahviyet: Alçak gönüllülük.

13
Nezafet: Temizlik.

14
Mülazemet: Devamlı gidip gelme, bağlanma.

15
Linolyum: Yer döşemesi olarak kullanılan muşamba.

16
Tebeddül: Değişme.

17
Muayyen: Belirli.

18
Monşer: Azizim, dostum anlamında kullanılan bir seslenme sözü.

19
Endişenâk: Endişeli.

20
Hafit: Erkek torun.

21
Sabık: Geçen, önceki.

22
Mutedilane: Orta hâllice, ne çok hızlı ne de çok yavaş olmadan.

23
Münkeşif: Açığa çıkmış.

24
Hâlât: Hâller.

25
Supe: Akşam yemeği.

26
Beyaban: Çöl.

27
Maroken: Fas’ta işlenen yumuşak bir türk keçi derisi.

28
Cihaz-ı teneffüsi: Akciğer.

29
Havyarcı: Dalgacı, tembel kimse.

30
Tıraş geçmek: Gevezelik etmek.

31
Prezante etmek: Tanıtmak.

32
Fokstrot: Bir dans türü.

33
Ati: Gelecek.

34
Mevki-i hendese: geometrik nokta, yer.
Sahan Külbastısı Мемдух Шевкет Эсендал
Sahan Külbastısı

Мемдух Шевкет Эсендал

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bütün eserlerini samimi, arı bir üslup kullanarak ve akıcı bir lisan ile yoğurarak oluşturan usta yazar Memduh Şevket Esendal, Sahan Külbastısı’nda birbirinden güzel 24 hikâyeyi okuyucularıyla buluşturuyor. Esendal, kaleminden dökülen bu hikâyelerde; okuyucunun ilgisini çekecek toplumsal konulara özellikle değinmiş, en umutsuz ve içinden çıkılması imkânsız bir hâl almış durumlarda bile mizah kabiliyetini kullanarak tebessüm ettirmeyi başarmıştır. Siyahın kötülük, beyazın saflık ve iyilik, belirsizliğin ise gri renk ile özdeşleştirildiği bu renk cümbüşünde bazen kendi rengimizi bulmamız zorlaşabilir. Bunu aramak faydasızdır. Zira insan, kalıplara sığdırılamayacak ve tek bir renge bürünemeyecek kadar karmaşıktır. Pek çok çeşitliliğe sahip bu hikâyelerde de her renkten karakterle karşılaşmanız mümkündür. “Hoşça yaşamanın bir yolunun da bulunduğun yerin rengine boyanmak olduğu”na inanan yazarın öykülerinde her kuşaktan insanın gökkuşağına dönüşmesi ise neredeyse kaçınılmazdır.

  • Добавить отзыв