Hava Parası
Memduh Şevket Esendal
Kimi kısa kimi uzun kimisi de daha tamamlanmamış hissi veren 25 hikâyenin yer aldığı Hava Parası, Memduh Şevket Esendal’ın ne kadar usta bir hikâyeci olduğunu göstermesi bakımından çok çarpıcı bir eser. Zengin fakir, esnaf, işçi, memur, her tabakadan insanların yer aldığı hikâyelerde, kimseye ders vermeden, ahlakçılık yapmadan, kahramanlarına son derece nesnel yaklaşmayı başarmış bir kalem Memduh Şevket. Bunun yanında, tüm eserlerinde varlık bulan, çokça titizlendiği aşikâr olan tertemiz bir Türkçeyle de hiç zorlamadan, kendine has üslubunu okuyucuya yansıtıyor.
Memduh Şevket Esendal
Hava Parası
Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayat içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmeleri üzerine Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.
KENDİNİ DENİZE AT
(Çamaşırcı Kadının Öksüzü)
Bir kimsesiz çamaşırcı kadının öksüzü idi. Dünyada elinden tutacak kimsesi kalmadığı gün ona komşular acıyıp barındırmışlardı. Onu evinin bir köşesinde yatıran ihtiyar kadın aşağıdaki bu sözleri tekrarlar, dururdu:
“Yazık bu çocuk ziyan olacak, onu bir mektebe koyan olsa!..”
Mahalleden bir hayrat sahibi çıktı, gitti yalvardı yakardı, onu gece yatısına bir mektebe verdiler ve bundan herkes de sevindi.
Öksüz, sessiz, içli, sakin, zavallı bir çocuktu, terbiyeli ve düşünceliydi. Gitti, bütün komşuların elinden öptü. Kendisine ödenmez iyilik ettiklerine inanmıştı. Mektebe gidip gelmeye başladı. Haftada bir gece gelir, ihtiyarın yanında kalırdı.
“Kalk Hayri, esvaplarını süpür, seni bir dilenci sanıp kovmasınlar… Kalk Hayri derse çalış, seni mektepten kovmasınlar..”
İhtiyar kadın her hafta böyle söyleyerek onu giydirir, mektebe yollardı.
“Aman Hayri, mektepte bir kusur edersen, artık mahalleye uğrama. Herkese ne yüzle bakarsın. Kendini denize atmalı. Sakın hocalarından şikâyet getirme, kendini denize at daha âlâ!..”
Bir zaman oldu, bunu ihtiyar kadın o kadar diline doladı ki biçare öksüz, denizi, nihayet kendine bir mezar olacakmış gibi görmeye başladı!..
Bir gün mektepte, yemekhanede bir gürültü oldu. Bütün çocuklar kaşıklarını tabaklarına vuruyorlardı, gülüşüyorlardı. Hayri’nin bir dakika yüzünden biçareliği, öksüzlüğü silinmiş gibiydi. O da gülüyordu. Kapıdan onları gözetleyen bir mubassır,[1 - Okullarda öğrencinin durumuyla ilgilenen ve düzeni sağlamakla görevli kimse.] birdenbire içeriye atıldı ve ilk hamlede zavallı öksüzü kolundan tutarak dışarıya sürükledi.
“Müdür Beyefendi, işte bütün talebeleri azdıran bu melundur. Kendi gözlerimle gördüm!”
Müdürün odasında bir tahkikat, bir divan… Hayri’nin bohçasını eline, kitaplarını koltuğuna verip bir saat içinde mektepten kovdular.
Şaşırmıştı. Bu kadar büyük bir felaketin, bir yıldırım gibi bir anda gelişi, onu âdeta sersemleştirmişti.
Yanına kattıkları bir hademe onu götürüp evine teslim edecekti. Fakat Hayricik memnun, elbette Üsküdar’a gitmek için vapura bineceklerdi. O zaman o da kendisini denize atacak zaman bulacaktı.
Bir aralık hademe dalmış iken çocuk yanından kaçtı ve yolcuların girdiği iskele yanından kendini denize attı.
“Amanın! Denize bir çocuk düştü, yetişin.”
Çımacılar koştular, halk birikti, bir-iki kişi denize atladı. Güç hal ile yarı ölmüş, baygın halde öksüzü ölümden kurtardılar.
Karakolda ayılttılar, ifadesini aldılar, oradan bir polisi eve gönderdiler. Öksüz, karşısında ihtiyar kadını görünce, kendini tutamayarak;
“Ben kendimi denize attım ama boğulmadım, ne yapayım kurtardılar, zaten kabahat bende değildi ki.” diye ağlıyordu.
Nûruosmaniye, Eylül 1913
ÇAMAŞIRCI KADIN
“Bu şimdiki tazeler, hanımım, sabah karanlığı başlarını örttükleri gibi, seyir seyran, yatsı ezanlarına kadar gezmedikleri gezme, dolaşmadıkları çarşı pazar kalmıyor… Onların bildiklerini, bu yaşda kadın oldum, Allah inandırsın, ben bilmem! Ama bana sorarsan kabahat, analarda babalarda… Bizim zamanımızda… Rahmet olsun babam sert adam! İzinsiz bir yere gitmek ne haddimize… Duysa kıyametin son günü kopar, nur içinde yatsın anacığım, bir cuma günü Hastane Çayırı’na gidecek olsak, kırk defa izin alırdı. Öldü gitti, ağabeylerim yanında sigara içmezlerdi. Babam rahmetli, esnaftı. Öyle okuyup yazması yoktu; ama ağır adamdı, herkes Zarcı Rıza Efendi diye hatırını sayardı. Kocaya verdiler de hanımım, bir kerecik olsun sormadılar; biz böyle idik. Şimdikiler, kocalarını da kendileri buluyor. ‘Verirseniz verirsiniz; vermezseniz kaçarım.’ diye kesinkes cevabı dikiyorlar. Biz zavallılar nerede?.. Benim kısmetim çıkmış; rahmetli anacığım ölmüştü, eve misafir diye gelmişler, beni görmüş beğenmişler, söz kesmeye babama gitmişler, benim hâlâ bir şeyden haberim yok! Komşular gelip söylediler, şaşakaldım… Yedi ay nikâhlı durduk, sekizinci ay düğün… Adamın yüzünü o gece gördüm. Eh! Rahmetli de güzel adamdı. Boylu boslu, yakışıklı, üzüm gibi kara bıyıklı idi. Esnaftı ama tendürüst[2 - Sağlam vücutlu.] adamdı, temiz pak giyinirdi. Yalnız bir içkisi vardı. O da babam sağ iken ondan çekinir, fazla kaçırmazdı. Babam öldükten sonra da hani eve geç geldiği olurdu, geç gelirdi ama helali hoş olsun, öyle dövüp sövmesi yoktu. Tazelik hanımım, ben merak ederdim, gece yarılarına kadar yolunu beklerdim. Ah bir ramazan olsa, bir kandil gelse diye o günleri iple çekerdim; rakıyı bıraksın diye hep adaklar adardım. Keşke bu kaza başına gelmeseydi de her gün elimle ben içirseydim!”
“Nasıl kaza?”
“Aa, öyle ya! Bir adam öldürdü dediler ya! Bir akşam meyhanede kavga olmuş, birini vurmuşlar. Kim vurduya gitmiş, Sait vurdu demişler. Güya vurulan adam da, ‘Beni Sait vurdu.’ diyesi!… O zavallı sessiz adamdı, hakkını ispat edemedi. On beş seneyi yedi gitti. Avukat tuttuk, para etmedi. Sonra arkadaşları söylemişler, asıl vuran bizimki değil, Yorgancı Sait imiş. Ben o akşam bekledim, gelmedi. Hani ne kadar sarhoş olsa, ne kadar geç kalsa gene de gelirdi. Sabahlara kadar köşe penceremden ayrılmadım, meğerse onu daha gündüzden, dükkânından kaldırmışlar. O zaman bunun kırkı çıkmamış idi.”
Bu dediği, köşeye büzülmüş oturan kara kuru, zayıf, sıska, sakat kalmış çocuğu idi.
“Büyük de üçünü bitiriyordu. Bir de ertesi gün komşular gelip haberi verince, ben düşüp kalmışım. Ne ise, Allah eksik etmesin, komşular kaldırıp ayılttılar, o günden sonra genç yaşımda bu iki çocukla kaldım, bir başıma!.. Kederle sütüm de kaçtı mı?.. Bu oğlanı o zaman görseydiniz, beyaz, tombalak bir çocuktu. İnek sütü, keçi sütü derken bu da oldu mu bir sıska!.. Üstüne, evlerden ırak bir de çocuk hastalığı gelir mi? Eh, artık dedim ya… Çocuk kucağımda yay gibi bükülüp ağladıkça, bana hep fenalıklar gelirdi. Oturur ağlarım, ağlarım… O vakit ufak tefek kırıntı vardı, satar yeriz. O da biter. Hazır yemeye ne dayanır?.. Kör boğaz durur mu? Çaresiz hanımım, düşeriz el kapılarına. Bu böyle sakat olur kalır. Ötekinin de üstünde bir baskı yok. Ben bugün tahtada, yarın çamaşırda. Hastalanacağım diye ödüm kopar. Bir hastalanacak olsam, hepimiz aç, bir kaşık çorba verecek adamımız yok. O zaman da gencim, sancılanırım. Her gün su içinde kolay mı! Zavallı hasta hasta işe giderim, ne yapayım! Ben sabah akşam işte gezdikçe, büyük oğlan başıboş kaldı hanımım, oldu bir âlâ külhanbeyi!.. Şimdi artık beni hiç dinlemiyor. Gün olur haftalarca kayıp… Sonra gelir zilzurna. Neyse, şeytan kulağına kurşun, bana hakareti yoktur. Ne kadar sarhoş olsa da, söver sayar ama bana el kaldırmaz. Analık hanımım, kim ister evladının böyle genç yaşta rakı ile ciğerlerini kavurduğunu!.. Ama ne yaparsın? Ben kadınım, elbet onun da babacığı sağ olsaydı, böyle olmazdı. Bir zaman mektebe de giderdi, ne de güzel okuyordu. Sonra bırakmış, kaçmış. Benden de gizledi. Haber alıp sıkıştırınca, ‘Gitmem!’ diye diretti. Sonra ne ise yalvardım, yakardım matbaaya verdim. Mürettiplik ediyordu, birkaç para faydası da oluyordu. Onu da bıraktı. Şimdi artık bilmem, oyuncu olmuş diyorlar. Bizimkini on beş seneye attılar. Burada Mehterhane’de iken iki haftada bir çamaşırını götürür, yoklardım, yine iyi idi. Sonra bilmem ne oldu, bir gün habersiz Bodrum zindanına kaldırmışlar. Çok çalıştım, yalvardım, arzuhal verdim. Tekrar buraya getirmediler. Eh vaktimiz yok ki arkasından kalkıp gidelim. Sonra da orada merhum olmuş… Üzerinde bir buçuk lirası varmış. Ağladık ağladık, oturduk. Hiç gençliğimi bilemedim hanımım, hiç… Yirmi yaşımda dul kaldım, işte o gün bugündür, bak ellerime!.”
Elleri şişkin, cildi beyazlaşmış, kabarmış ve iltihaplı bir kırmızılık bileklerinden yukarı çıkmış idi. Onun ne kadar şedit bir işkenceye maruz bulunduğu pek güzel anlaşılıyordu.
“Bunlar, sabahlara kadar zonklar, bazen açılır, akar. Acısından hep oturur, ağlarım!”
Sabahın karanlığından beri çamaşır yıkayan bu kadın şimdi, öğle vakti bir lokma yemek yemiş, kendisine ikram edilen bir fincan kahveyi içiyor, bizimle dertleşiyordu. Sakat çocuk köşede, iri kafası bir tarafa eğrilmiş, şüphesiz anasının bütün söylediklerini anlıyor ve gözlerinde derin, müessir bir hüzünle anasının yüzüne bakıyordu. Bu sakat mahlukun kaç yaşında olduğunu tahmin etmek de mümkün olmazdı. Eğri büğrü bacakları ile yürürken belki on iki yaşında, böyle bir köşede otururken sekiz, dokuz yaşlarında görünüyordu.
Zavallı insanlar!.. Bir çürük yemiş için bir ağacı deviriyor, bir kimseyi tecziye etmiş olmak zehâbı içinde bir sürü insanı hidemât-ı şâkkaya[3 - Zahmetli ve kaba işler.] mahkûm etmiş bulunduklarını fark etmeyerek rahat uyuyorlar. Adalet hakkındaki fikirleriyle tabiatın bu acı istihzasını görmek istemiyorlar. Hiç kimse, tabiatın eza ve cezaya müstahak gördüğü birtakım masumlar mevcut olduğuna göre, insanların cürüm ve ceza hakkındaki fikirlerinin boşluğundan şüphelenmiyor. Bu zavallıların günden güne adetlerinin çoğaldığı görülmüyor. Sanki merhamet, kapılarını bu biçarelerin yüzlerine kapamış idi.
Kadın erkence bitirilmesi arzu edilen çamaşırları düşünerek yerinden kalktı, sanki arkasında düğümlü kamçısını savuran bir gardiyan varmış gibi, bu zavallı mahkûmun yüzünde derin bir tazallüm, gözlerinde ayân bir zulmet[4 - Karanlık.] belli oluyordu.
“Hanımım, bunun beteri nedir? Bunun beteri ölüm… O da rahatlıktır. Haydi tutalım babasının bir günahı vardı, çekti. Beni de bir tarafa bırak!.. Ya şunun ne taksiratı vardı acaba? Bize ölüm ne devlet!.. Rabbim onu bile çok görüyor.”
22 Nisan 1919
AHMET BESİM EFENDİ
Fakir bir mürekkepçinin oğlu idi. Babası mektep hocalığı da ederdi. Kendi halinde sessiz, miskin, manasız bir adamdı. Ancak kendi kendini geçindirebiliyordu.
Oğlunu hafız yapmak için pek çok dövdü. Zaten okuttuğu çocuklar için de bir parça zalim, hain bir adamdı; tırnaklarını çocukların kulaklarına batırırdı. Ahmet Besim, böyle kulakları delinerek hafız oldu.
Günün birinde mürekkepçi on beş gün hasta yattı ve öldü. Onu mahalle camisinin bir köşesine gömdüler.
Ahmet Besim’in anası köylü bir kadındı. Sessiz, fazla olarak dürüst, ters, aksi bir çehresi vardı. Kocası öldükten sonra pek yalnız ve fakir kaldı; komşulara tahta silerek, çamaşır yıkayarak geçinmeye başladı. Ötekine berikine yalvarıp çocuğunu Beyazıt Rüştiyesi’ne yazdırmaya muvaffak oldu.
Ahmet Besim babasına ve anasına pek benzerdi. Onlar gibi kuru, esmerce, kara saçlı, kara gözlü bir adamdır. Esmer derisi yüzünün kemiklerine yapışmış gibidir. Korkak, gizlice hıyanet etmeyi sever bir çocuktur.
Derslerine kayıtsızdı, arkadaşlarını sevmezdi. Oyun oynarken bağırıp hiddet eder, lakin dayak yiyeceğini anlayınca da kaçardı.
Rüştiyeyi bitirdi. Anası komşu mümeyyiz beye yalvardı, o da arkadaşına söyledi, bir taraftan da bir tavsiye mektubu tedarik ettiler, Ahmet Besim’i Harbiye’ye koydular.
Ahmet Besim, buraya girdiği sene bir parça çapkınlaşıp, hayatla bağı bir mana peyda etti. Çünkü itiraf etmelidir ki Ahmet Besim çocukken bile dünyadan bezgin gibi yaşardı. Hiçbir şey onu eğlendirmiyor zannolunurdu.
Bir gün mektepte bir vukuat oldu. On beş kadar efendi alaya gitti. Bu arada Ahmet Besim’i de alaya çıkardılar. Kabahatsizdi, kendini müdafaa edemedi, derin bir yeise boğuldu kaldı, ahlakı da bozuldu, daha fena bir adam oldu. Haddehaneye hayli zaman devam etti, bu zamanda eve aylarca uğramamaya, anasına bakmamaya başladı. Anası da ona karşı pek düşkün değildi.
Bir aralık Tavukpazarı’nda yatıp kalkmaya başladı. Sesi pek fena değildi. Bir ramazan semai kahvelerine gidip geldi. Sonra nasılsa Serasker Kapısı’na[5 - Millî Savunma Bakanlığı.] perde çavuşluğuna girdi.
Ahmet Besim’in hayatında bu zaman, büyük bir tahavvül noktasıdır ve kendi tab’ına muvafık, bir işe başlamıştır. Kâğıt takibinden başladı, ufak tefek bahşiş gördü, gözü açıldı. Para kazanmak ihtimalleri vardı ve şüphesiz bu, onun için pek tatlı bir şeydi. İş takip etmek, paşanın yanına adam sokmakta büyük bir dirayet göstermeye başladı. Üstünü başını düzdü, birçok adamla tanıştı, birtakım hileye vâkıf oldu. Göze girdi. İşler yolunda gidiyordu, nihayet kalem efendilerine ödünç para vermeye, maaş kırmaya başladı. Sessiz, dairede oradan oraya, akşama kadar gider gelir, sofalarda ötekiyle berikiyle konuşur, işlerini yoluna koyardı.
Biraz geçtikten sonra kalemlerden birine mülazemetle, otuz kuruş maaşla sokuldu. Ona otuz kuruş ne yapacak? O, sekiz yüz, bin kuruş da dışardan kazanıyordu. Bu esnada herkesten uzak yaşıyordu. Candan dostu yoktu. Tavukpazarı’ndaki handa yatmakta devam ediyor, orada bir aşçıdan yemek yiyordu. Bu esnada anası öldü. Tabii müteessir olmadı. İhtiyar bir kadın ölmüş demekti. Evi sattı, kalan kırıntıyı ziyan etmedi, hepsini para yaptı.
Zaten dünyada hiçbir emeli olduğunu bilmiyordu. Bütün zevki para kazanmaktan ibaret kaldı. Ne kadar mümkün ise o kadar hırsla etraftan kazanmaya çalışarak yaşıyor, fakat eski sessizliğine halel gelmiyordu.
Mahalledeki eski komşuları, Ahmet Besim’i Harbiye’ye yazdırmıştı, bir aralık Mubayaat[6 - Satın alımlar.] Reisi oldu. Bunu iltizam etti, Ahmet Besim’in maaşı altı yüz kuruş oldu. Günden güne işler açılıyordu. Başı da yükseliyordu. Nihayet bu yoldan mümeyyiz dahi oldu. Kaleminde âmir olduğu zaman, daha ziyade fena bir adam oldu. Kalem efendileri bu sinsi mümeyyizden hoşlanmazlardı, lakin Reis Paşa onu tutuyordu.
Bir gün, yaşı tam kırk iki olmuş idi ki garip bir teklif karşısında kaldı. Ona, Reis Paşa tarafından genç bir dul teklif ettiler. Paşa’nın azatlarından imiş de güya kocası yakında ölmüş!
O evlenecek adam değildi, hayatını kimseye açmak niyeti yoktu. Lakin paşanın teveccühünü kaybetmek de vardı; kabul etmekte çaresiz kaldı.
Paşa, kadına Çamlıca’da, koşu yolunda bir köşk vermiş; Ahmet Besim’in maaşı da birden dört yüz kuruş artırılmıştı. Meğer kadın paşanın gözdelerinden imiş ve bunu kendi oğlundan kıskanıp kaçırıyormuş!
Bu evlenme ötekini berikini güldürdü. Ahmet Besim pek ziyade hiddetleniyor ve kendisi ile kimlerin eğlendiğini pekâlâ biliyordu. Hatta bunlardan bir genç çocuğu haksızca lekeleyip birah-mane[7 - Acımasızca.] bir surette ezdi, daireden kovdurdu.
Kadın, Ahmet Besim Efendi’ye hasta olarak geldi. Yanında halayığı da vardı. Aşağıda bir odada bir minderin üstünde bu genç, güzel kadın inler, ağlar otururdu. Dokuz ay sonra bir kız doğurdu. Tam bir sene sonra da bir oğlan çocuğu düşürdü ve kadın, anlaşılmaz bir dert ve keder içinde öldü, gitti. Kızı, dadısı ve Ahmet Besim Efendi yalnız kaldılar. Kızının adı Besime idi.
Ahmet Besim Efendi ne karısını ne de kızını sevmiştir. Paşa reislikten düştükten sonra her gün kendisine târize ve gizli gizli eğlenmelere sebep olan bu genç kadın ile kızına âdeta husumet ederdi. Karısı öldükten biraz daha geçince, bir gün, Ahmet Besim Efendi bir açık meselesinden, birtakım hesaplardan az daha fena bir surette mesul oluyordu. Hayatının bu kadınla, sonbaharı gelmiş gibiydi. Her gün yeni bir uğursuzluk çıkıyordu.
Nihayet bir gün Serasker değişti. Hesaplara bakılacak, daireler değişecek dediler. Ahmet Besim Efendi bundan pek ziyade müteessir oldu. Birçok düşmanı vardı, kendi kendine kuruntu etti; artık vakti de dolmuş idi, çekilmeyi münasip gördü, tekaüt edildi.
O zamandan beri asla sevmediği, yüzünü pek az gördüğü kızı ve dadısı ile birlikte, karısından kalan beyaz köşkte yaşar. Bir bahçıvanı bir de uşağı vardır. Bahçesinde lahana ekmekten, patlıcan ve pırasa yetiştirmekten hoşlanır, onlarla uğraşır.
Her gün Tophanelioğlu’na, arabacıların oturdukları kahveye çıkar, orada, yatırın önünde arkasını su terazisine dayar, çenesini, elindeki dikenli elma ağacından yapılmış bastonuna iliştirir; kimse ile sohbet etmez, oturur. Evde bahçe üstüne bakan odasının penceresinden lahanalarını seyreder, ömrünün bu son günlerini geçirirdi. Kızıyla, onun dadısı ile pek az konuşur, evde en çok bahçıvanını severdi.
Ahmet Besim Efendi kızını, ta çocukluk mahallesinden tanıdığı, dairesinde mümeyyizi, sonra da reisi olan zâtın oğluna verdi ve kızı kocasından boşandıktan sonra da öldü.
O da babası gibi, beş on gün hasta yattı ve gece yarısı da öldü. Sabaha kadar ölüsü yatakta, ağzı, kolları açık kaldı. Ertesi gün ikindi vakti kaldırıp Karacaahmet’e gömdüler, bir taş diken olmadı. Biraz sonra yanına bir yük arabacısını gömdüler, bir sene sonra da Ayşe Hanım isminde bir kadını tam onun mezarına soktular. Bir tarafına da bir çocuk defnolundu. Yarı çürümüş etleri ile kemikleri onlara karıştı, vücudunun bir kısmı da başucundaki büyük selviye çıktı.
MURAT ALİ
Murat Ali kimdir?
Murat Ali, tanıdıkları arasında “Nüfusçu Ali Efendi” diye anılan bir adamın oğludur. Bu Ali Efendi Gümülcineliydi, İzmir’de tütün eksperliği ederdi.
Attan düştü, öldü. Karısı da Gümülcineliymiş. Murat Ali iki yaşında iken, ölmüş.
Babası ölünce Murat Ali üvey anası ile Manisa’ya gitti. On yaşına kadar da orada kaldı. On yaşında iken üvey anası da öldüğünden, kimsesiz sokakta kalacak diye hayır sahipleri bunu, Darüşşafaka’ya yazdırdılar.
Orada okudu, bitirdi. Sonra hocalarından biri Murat Ali’ye İttihat Cemiyeti yardımı sağladı. Hukuka girdi. Daha sonra da Alamanya’ya yolladılar. Orada dört buçuk yıl kalıp okudu.
1918 yıllarında iktisat doktoru oldu. Ancak okumayı bitirip işe başlamak günleri gelince, çoklarında olduğu gibi Murat Ali de kendini boş buldu. Bilgisi derlenip toplanmamış, kararları verilmiş değildi. Dört buçuk yıl çabuk geçtiğinden kendini dört yıl önce ne ise gene öyle buluyordu. Biraz da çalışabilmek için, bir yıl daha Alamanya’da kalmak istiyordu. Bunun bir yolunu ararken Alamanlar silahlarını bıraktılar. Her iş, her hesap karıştı. Birtakımları sosyalist, yahut komünist partilerine girdiler. Murat Ali girmedi. Yalnız sosyalist gibi konuşuyordu.
1919 yılında, ne yapacağını, nasıl bir iş tutacağını bilmeyerek İstanbul’a döndü.
O günlerde İstanbul’da hükümet yoktu denilse yanlış olmaz. Murat Ali’den önce gelmiş birkaç genç, birer iş bulmak için boşuna çalıştılar. “Daha müfettiş raporunu alamadık.” gibi sözlerle karşılaştılar. Murat Ali de boşuna kendini denedi. Devlet durumu düzelmedikçe söz anlatamayacağı anlaşıldıktan sonra, boş oturup bekleyecek paraları da olmadığı için gençler dışarda iş aradılar. Bu arada Murat Ali de hukuktan tanıdığı Tevelioğlu Nazif adında hem avukat olup hem de ticaret eden bir arkadaşının yardımı ile Felemenk Bankası’nda kendisine ufak bir iş bulup girdi.
Bu bankada çalışan Yakop adında genç bir çocuğun bulduğu bir odaya taşınıp otelin masrafından da kurtuldu.
O yıllarda Murat Ali yirmi beş yaşını bitirmişti. Orta boylu, geniş omuzlu, gür, kara saçlı idi. Tıraştan sonra da bıyık, sakal yerleri belli olurdu. Bunu çirkin bulanlar olduğu gibi, güzel bulanlar da vardır. Yüzü, hemen her görene uysal, iyi yürekli bir adam duygusu vermiştir. Dinleyen bulunursa, kendini övüp anlatmaktan, kendi düşüncelerini, bilgilerini dökmekten hoşlanır.
Yeni tanıştığı adamlar karşısında ilk üzüntüsü, kendi iktisat doktorluğunu anlatabilmek için bir fırsat bulmaktır. İster ki onu görenler, “İşte, genç bir iktisat doktoru.” diye düşünsünler. Aynada kendine bakarken bu yüzü arar. Bir aralık, kalın kara çerçeveli bir gözlü takmayı denemesi de yüzüne istediği ağırlığı vermek içindi. Yazık ki gözlük taşımaya alışamadı.
Bir yıldan beri kendine göre sosyalisttir. Hiç ihtilalci değildir.
Edebiyatla, resimle, musiki ile uğraşmış değildir. Gürültülü eğlence yerlerinden, danslardan hoşlanmaz. Alamanya’da bulunduğu dört yıl içinde çok kızların, kadınların sevgilerini çekmiş ise de oturduğu evde yaşayan yaşlı bir belediye memurunun karısı ile anlaşabilmiş, onunla da kalmıştır.
İstanbul’da evinde bir oda tuttuğu Naum Şalem’in karısı ile anlaştı.
Naum Şalem
Naum Şalem, Murat Ali’ye bu evi bulan Yakop’un öz babası, Freda da Yakop’un üvey anasıdır.
Yakop, oda bulduğu için hem Murat Ali’den, hem de üvey anasından tellallık hakkını almıştır. Ufak dükkânında kırk yıldır kitapçılık eden bu adam, Yakop’un öz babası kitapçı Naum, kısa boylu, ufak tefek, az söyler bir ihtiyardır. Üç kere evlenmiştir. İlk karısından olan büyük oğlu Sör Abraham Makam, İngiltere’de hatırı sayılır zenginlerdendir. P. T. L. C. vapur şirketinin İdare Meclisi Başkanıdır.
Elleri ekmek tutacak yaşa gelince, Naum, çocuklarını yanında istemediği için on altı yaşında baba evini bırakmış olan bu zengin adam bir daha babasını aramamış, babası da onu arayıp sormamıştır.
Naum’un gene ilk karısından ikinci çocuğu Elyazar, Çiçek Pazarı’nda bir kâğıtçı mağazasında kâtiptir. Güçlükle geçinir. Elli yaşına yaklaşmış, bir kolayını bulup başlı başına iş tutacak bir sermaye yapamamıştır.
Gene bunların analarından bir kızı Sofya’da evli, bir kızı da İstanbul’da zengin bir komisyoncunun karısıdır. Ortaköy’de oturur.
Naum’un ikinci karısı tek bir çocuk doğurdu. O da bu Yakop’dur. Kadın, kırk yaşından sonra da ağır bir kanser ameliyatı olmuş, ölmüştür.
O yıllarda Naum gene böyle bir ev tutup, oda oda kiraya verirken, evi bıraktı, dükkânın üstündeki ufak odada tek başına yaşamaya kalktı. Birkaç ay sonra Şişhane Yokuşu’nda bir evde bir oda tuttu. Daha sonra da bu Freda ile evlenip bu şimdi tuttuğu evi kiralayıp odaları kiraya vermeye, burada yaşamaya başladı.
Freda; Hasköy’de oturan, İstanbul Balıkpazarı’nda bir ortağı ile balıkçılık eden Yeşua Fiş adında birinin kızıdır. Kurtuluş’ta bir kutu fabrikasında çalışıyordu. Naum Şalem’in torunu denilecek kadar gençtir. Boyu, bosu, rengi, gözleri, saçları ile sayılı güzellerdendir. Sabahtan akşama kadar mukavva kesip kutu yapıştırmak, ihtiyar bir kocaya karılık etmekten daha güç gelmiş olmalıdır ki büyükbabası denilecek yaştaki bir adama varmıştır. Naum’a gelince, bir hizmetçi de tutsa, ihtiyar değil, bulursa bir gencini tutacaktı. Kendisi de ilkin yaşlı bir kadın almayı düşünmüş idi. Sonradan bu düşüncesini değiştirdi. Hesabı şu idi: Evin kirası çıkıyor, üste kalan para ile geçiniyorlar. Bu işlere de bir yaşlı kadın yerine genç bir kadın bakıyor.
Murat Ali, tutacağı odayı görmeye gelince Freda hiç gizlemeyerek, gözlerini kaçırmayarak onu tepeden tırnağa kadar süzdü. Sonra odayı gösterdi. İkinci katta, merdivenin karşısında büyük, bir tek penceresi sokağa bakan sevimsiz bir oda…
Bu büyük pencere yerden yüksek, tavana yaklaşan geniş, uzun bir pencere. Odaya bir çukurluk veriyor.
Freda gözlerini Murat Ali’nin gözleri içine dikerek çok karışık bir Fransızca ile;
“Bu odayı tutunuz, rahat edersiniz, bana inanınız!” dedi.
Yakop, Murat Ali’nin bu karışık cümleyi anlamadığını sanarak Alamancaya çevirdi.
Pencerenin yanında iki eski bez parçası sarkıyordu. Belli ki bunlar yeni asılmış şeyler değil! Yıllardan beridir burada sarka sarka sanki pörsümüşler.
Tahtadan alçak bir karyola, karşısında genişçe eski bir kanepe var. Yere de toprak rengini almış bir halı parçası serilmiş! Kapının sol yanındaki köşede yüz yıkamak için ufacık bir masa konulmuş. Belli ki odaları boş kiralayan Freda, döşeli bir oda tutmak isteyen yeni müşterisi için, bütün bunları bir eskici mağazasından getirmiş, yahut kiralamış!
Duvarlar, kirli mavi rengi badana edilmiş. Karyolanın ayak ucunda yuvarlak, paslı bir soba duruyor.
Murat Ali, yahut onun gibi başka birisi, Freda olmasa bu odayı tutmazdı. Burası soğuk, ıslak yer altı odası, eski bir su sarnıcı gibi bir oda. Böyle olmakla beraber Murat Ali ucuz, elverişli buldu.
Freda
Yeni odasında ilk kaldığı gece Freda’nın ayak seslerini dinleyerek, başka odalardan gelen anlaşılmaz gürültülere kulak kabartarak, belki biraz de yerini yadırgayarak geceyi hemen hemen uykusuz geçirdi. Ertesi, daha ertesi geceler de evin, sokağın tanımadığı sesleri, uyku arasında bile Murat Ali’yi kuşkulandırıyor; kendisini dalgın uykuya veremiyor, her dakika yabancılık duyuyor, bu evde kalıp kalamayacağını kendisi de bilmiyordu.
Murat Ali’nin odasının yanında, sokak üstündeki büyükçe odada ana, baba, kızları, kızlarının kocası ile bir aile yaşıyor. Bunlardan baba ile kızı işe gidiyorlar. Güvey, evde çalışıp pantolon dikiyor; yalnız, biten işleri terzilere vermek, yeni işlerini getirmek için dışarı çıkıyor. Akşamları derinden mırıltılarla dua ettikleri duyuluyordu.
Bu odanın karşısına gelen karanlık aralıkta, ışıksız oturulamayan bir odada, Pigmalyon adında biri oturuyor, gece giyimlerine, şapkalara takılan çiçekler yapıyordu. Örneklerini, renklerini gün ışığında görmek isterse, Freda’nın odasına geçip pencereye sokuluyordu. Tanıştıktan sonra Murat Ali’nin odasına da gelmeye başladı.
Bu kadın, çiçeklerini odasında satıyor, pazarlığı da Freda yapıyor, birtakımları da ona örnek getirip çiçek ısmarlıyorlardı.
Arasıra giyinip Freda ile sokağa çıkar, hemen her çıkışlarında da sinemaya giderlerdi.
Bu kadınların sokakta giydikleri paltoları, güzel şapkaları, giyimlerini görseniz şaşarsınız. Bunları bu pis odaların neresinden çıkarırlar, anlayamazsınız.
Giyinince Freda daha güzel, ancak daha adi; Pigmalyon daha kibar, daha yakışıklı olur.
Pigmalyon’un odasına Kuzma adında orta yaşlı bir adam gelir gider, arasıra Freda’nın odasında oturup piket oynarlardı. Sonraları Murat Ali bunlara karıştı. Bu adam, Pigmalyon’un sevgilisi midir, hısmı mıdır, bilinmez.
Karanlık aralıkta, en sondaki büyük odada Freda ile ihtiyar kocası Naum Şalem yaşarlar. Bu odanın üç büyük penceresi, arkadaki iki apartman ile bu evler arasında kalmış şekilsiz, dar bir aralığa açılır. Freda’nın pencerelerinden hava, bir kuyu içinden görünür gibi görülebilir.
Bu aralığın dibinde apartman kapıcılarından biri, bir beyaz ada tavşanı ile bir horoz besler. Freda’ya gelip giden Agafi adındaki bir kız, bu horoz ile tavşana merak sarmıştır. Her gelişinde pencereyi sürüp bunlara bakar, her bakışında da bunların kendisinden daha bahtsız olduklarını söylerdi.
Freda’nın odası ile Pigmalyon’un odası arasında dar, uzun, gün ışığı hiç almayan bir yerde Freda yemek pişirir, ara sıra burada öteberi yıkadıkları da olurdu.
Naum Şalem odasına gece olduktan sonra gelir. İlk işi karısından o günün hesabını alır, sonra yemeğini yiyip yatar. Odada Freda’nın misafirleri olsa da aldırmaz. Peylediği bir berber vardır, oraya gidip tıraş olur. Buna meraklıdır.
Dükkâna gidip çayını içer.
Freda da çok erken kalkıp Murat Ali’nin odasına bir fincan çay getirir. Sonra saatlerce de onun odasında kalmaktan çekinmez. Murat Ali tıraş olur, giyinir, işine gider. Freda gene onun odasında kalır, ortalığı toplar, yatağı düzeltir, çantaları bavulları karıştırır, resimlere bakar.
Birkaç hafta geçince Pigmalyon da Murat Ali’ye alıştı. Geceleri onun odasına geliyor, saatlerce oturup konuşuyor, dertleşiyordu.
Pigmalyon, Freda gibi değil. Gülüyor, kızarıyor, utanıyor. Sevilmek, okşanmak istiyor, kadınlık gösteriyor. Freda böyle değil. Murat Ali’nin parasını çekiyor, ondan da kendi hesabına faydalanıyor. Ne var ki Freda çok gençtir, kadınlığının çok elverişli çağındadır. Murat Ali, bu kadının çekinmez bakışlarından, utanmamasından hoşlanıyordu.
Şimdi her akşamüstü, Freda’nın odasında piket oynuyorlardı.
Freda’nın odasına aşağı kat, yukarı kat kiracılarından da gelenler oluyordu. Murat Ali yavaş yavaş evin bütün oturanlarını tanımaya başlıyor, bu evin ağır kokularına alışıyor, bu evde konuşulan Rumcaya, İspanyolcaya, bozuk Fransızcaya, Hebru dualarına da kulak dolgunluğu gün geçtikçe artıyordu.
Tevelioğlu
Murat Ali’nin Freda ile Pigmalyon arasına yeni düştüğü günlerde eski arkadaşı Nazif, onu, bir perşembe günü Nişantaşı’ndaki konağına, öğle yemeğine götürdü.
Bu Nazif ya Rodoslu yahut Kıbrıslı bir adamın oğludur. İzmir’e yerleşmişlerdi. Babası ağır ceza hâkimlerinden ağırbaşlı, temiz bir adam olduğu için Nazif’e böyle konak açacak bir para bırakamazdı.
Nazif, hukuğu bitirince avukatlığa başladı. Armanak Agopyan adında biri ile Galata’da, Hızırbey Hanı’nın birinci katında odaları vardı. Ticaret işlerine bakıyorlardı.
1915 yılında, Rizeli Kavşaracıoğlu Ahmet Bey adında birini de ortaklığa alıp alışverişe başladılar. İlkin Alamanlarla anlaşıp balık verdiler. Sonra bizim ordu hesabına balık yağı çıkarmaya başladılar. Daha sonraları ordu hesabına, Alamanlarla türlü işlere giriştiler, denizaltılara benzin taşıdılar. Mısır, Adalar, İtalya kıyılarında adamlar buldular, epeyce de para kazandılar.
Nazif ile arkadaşları, asker oldularsa da askerlik etmediler. Nazif Alamanya’ya gitti, sonra Romanya’ya geldi. Epeyce para bırakan bir kahve işi yaptılar. Tevelioğlu adı çok duyulmadı ise de hükümetin ileri gelen adamları onu tanıdılar.
1914 yılı başlarında Nazif, Beşiktaş’ta, Valide Çeşmesi’nde oturan, eski feriklerden Hafız Paşa’nın kızını almıştı. Valide Çeşmesi’ndeki evde oturuyorlardı. İşler gelişip Tevelioğlu bir ufak avukat olmaktan çıktıkça, bunlar da bu evde oturamaz oldular. Maçka’da, büyük apartmanlardan Kamelya Apartmanı’nın bir katını tuttular.
Tevelioğlu’nun hiç kimsesi kalmamıştı. Karısı Cavide’nin anası, babası yok ise de çok yaşlı bir teyzesi ile babası gününden kalmış emektar adamları vardı. Bunları da alıp gelince apartmanın dokuz odasına ancak sığabildiler. Daha girdikleri gün darlık yüzünden söylenmeye başladılar. Fazla oda olmadığı için bir erkek aşçı tutamadılar. Yalnız Cavide Hanım, perşembe günleri tanıdıklarına salonunu açtı.
Bir perşembe günü, Nazif, apartmanın kapısı önünü arabalarla dolmuş görünce, sevindi. Büyük bir ev bulup taşınmayı kararlaştırdı. Nişantaşı’nda, arka sokaklardan birinde bir bahçe içindeki bu eski ahşap konağı alıp tamir ettirdi, boyattı. Buraya taşındılar.
İşte Nazif’in Murat Ali’yi çağırdığı ev burasıdır.
Yemekte Nazif Bey, Murat Ali’yi karısı ile tanıştırdı. Murat Ali’nin “doktor” diye anılmak istemesi hakkıdır. Eğer kocası onun için “doktor” dememiş olsaydı, Cavide onun yüzüne, giyinişine bakarak daha kayıtsız davranacaktı.
Sofrada bir kadınla iki erkek daha vardı. Tanıştırırken adlarını da söylediler ise de Murat Ali’nin hatırında kalmadı. Yalnız sonradan anladı ki bu adamlardan biri, bir yerde sefir imiş. Geri getirmişler, bir daha da iş vermemişler. Kadın da onun karısı imiş. Öteki adam hiç ağzını açmadığı, kimse de ona bir söz söylemediği için, kim olduğu anlaşılamadı. Belli ki bu evin alışkanı bir adamdı.
Yemek boyunca sözün çoğunu bu sefir adam söyledi. Başı ağrıyor, yahut canı sıkılıyormuş gibi duran ev sahibi hanım, doktoru da konuşturmak istedi ise de elçi söze karıştı, doktora da başkalarına da, kendi karısına bile söz sırası bırakmadı. Her şeyi bildi, her güçlüğe bir kolaylık buldu; her derdin reçetesi koynunda, yalnız bizim işlerimizi değil, bütün devletlerin, milletlerin işlerini düzeltecek!
Karısı, kocasını susturmak istemiyor, yoksa bir kumaş lakırdısı açabilirdi. O elçiyi susturmak istemediği için ev sahibi hanım da başka söz açmaktan çekindi. Bir-iki kez doktora Alamanya’yı soracak oldu, elçi karşıladı.
Yemekten sonra da misafirler çok kalmadılar. Hiç ağzı açılmayan üçüncü adam da ortadan silindi. Cavide Hanım da doktor ile kocasını yalnız bıraktı. Nazif de Tokatlıyan’da birine söz vermiş, oraya inecekmiş, yayan yürümek istedi. İki arkadaş yolda konuştular. Nazif, işlerin bozulduğunu, alacaklarını alamadığını, hükümette alacağı kaldığını anlattı.
Doktor, ilkin aldırmazken söz ilerledikçe, arkadaşının ağır bir duruma düşmüş olduğunu anladı. Ayrılırken de Nazif, hanımın her perşembe çayı olduğunu, isterse bugün de gelebileceğini söyledi.
Doktor o gün gitmedi ise de ondan sonra gelen perşembeleri de kaçırmadı.
Cavide
Yirmi yaşını geçmiş, iki de çocuk anası olmuş ise de Cavide’yi görenler, on sekiz yaşında bir kız sanırlar. Arkadaşlarından çoğu daha koca bekliyorlar.
Kara kaşlı, kara gözlü, sevimli yüzlü, genç kocaya vardığı, ev sahibi olduğu için biraz şımarık, açık yürekli, düşündüğünü çekinmeyerek söyler bir kadın. Genç kızken gönüllüsü, gözdesi yoktu, bugün de yoktur. Bundan böyle de olacak değildir. Bu yaradılışta kadınların sevişmeye akılları ermez.
Cavide, Hafız Paşa’nın torunu ise de anasını, babasını öldürdükleri için Cavide’yi büyükbabası büyütmüş olduğundan, herkes onu paşanın kızı diye bilir.
Cavide kocaya vardığı yıllarda, Hafız Paşa’nın hanımı sağ idi. Cavide’yi o gelin etmiş, birkaç ay sonra da ölmüştü. Büyükanası ölünce Cavide’nin yalnız bir teyzesi kaldı ki başka kimsesi olmadığı için Cavide’nin yanında oturur. Bir deniz albayının haremi imiş. Yalnız bir kızı olmuş, o da ölmüş. Kocası da Ertuğrul’da, Japon denizlerinde batmış. Teyze Afife Hanım çok yaşlıdır. Yerinden kalkamaz ama evin içinde geçen bütün dedikodular, onun odasında gözden geçirilip ballandırılır. Cavide Hanım’ın dadısı Dilbeste Kalfa da teyzenin başyardımcısıdır.
Bu ikisinin başlıca çekemedikleri de Münire Hanım adında bir kadındır ki uzaktan Hafız Paşaların hısmı da olur. Yaşlıca bir hanımdır. Kızları, oğulları, gelinleri vardır. Çırçır’da, konak yavrusu bir evi de vardır. Cavide kocaya varıp da apartmana çıkınca, Cavide’nin tutumuna, kocasının kazancına bakarak, kendisi gibi birinin bu eve gerekli olduğunu görüp buraya kapılanmıştır. Daha önce de eski maliye muhasebecilerinden Hüseyin Hamdi Efendi’nin yalısında, karısı Mahbube Hanımefendi’ye nedime, evde kâhya kadın gibi yıllarca kalmıştı.
Cavide’nin yanında da gece yatısına gelmiş bir misafir gibi gelip kaldığı iki gecede Cavide’yi hizmetçilerin, aşçının dedikodularından kurtarması ile kendini isteterek yerleşmiş, kilerin anahtarlarını beline takmış, evin idaresini eline almıştı. Hizmetçileri o değiştiriyor, çocukların, matmazellerin densizliklerini o dinliyor, her şeyin yerini o biliyor, odanın ortasına büyük bakır çamaşır leğenini koydurup teyze Afife Hanım’ın başını o yıkatıyor; bakkalın, çakkalın hesabını o biliyor, Nazif Bey, çekmesinin anahtarlarını kaybetse;
“Sorun bakalım, Münire Hanım görmüş mü?” diyorlardı.
Cavide’nin gelip gideni çoğalıp da kapısının önünde arabaların sayıları arttıkça, dışarı salonda da bu Münire Hanım gibi bir kadın daha peyda oldu. Bu da eski vezirlerden birinin kızı, asker paşalardan birinin karısı olan Seniye Hanımefendi’dir.
Gençliğinde Cavide’nin anasını tanırdı. Uzaktan bir tanışmış! Cavide’nin adı duyulmaya başlayınca onunla tanışmaya bir yol aradı. Rahmetli anası ile pek yakından tanışmış, sevişmiş oldukları sözleri kulağına geldi.
Bu Hanımefendi Cihangir’de bir eski konakta oğlu Fazlı Bey’in yanında oturuyor, yazları da Feneryolu’nda kızı Calibe Hanımefendi’nin köşküne gidiyor.
Bu Hanımefendi’nin kocası öldükten sonra babadan, kocadan her ne kalmış ise satıp savup yiyerek evini bozmamış, çocuklarını yetiştirmişti. Şimdi parası kalmadığından para kızlarının, gelinlerinin elinde bulunuyor; Seniye Hanımefendi işi idare edip dışardan kendisine saygı bulamazsa, evde Mahinur Kalfa’dan farksız olacağını görüyordu.
O günlerde Cavide gibi salon açmış kadınlar seyrek olduğu için göze çarpıyordu.
Seniye Hanımefendi Cavide ile tanışınca, onu, anasına pek benzetti. Temkinlice bir-iki damla da ağladı. Hiçbir şey söylemedi ise de bu kızın analığını üstüne almış oldu. Bundan sonra Cavide’nin salonu, Seniye Hanımefendi’nin kanadı altında idi.
Doğrusu da bu, Hanımefendi aklı ile, idaresi ile, bu takım insanlar arasında iyi tanınmış olması ile, eski hotozlu kibar giyinişi, parmağındaki zümrüt yüzüğü ile bu salonda herkesin saygı gösterdiği bir varlıktı. Buraya uğrayan nazırlar elini öpüyorlardı. Alaman subayları onu görmeye geliyorlardı. Kimseye değerinden fazla yüz göstermiyor, konuşmayı biliyordu…
Her perşembe günü Cavide arabasını yollayıp onu aldırıyor, yavaş yavaş yürüyerek, ayakları ağrıdığı için elinde taşıdığı abanoz oyma bastonuna dayanarak gelip, salonda kendi koltuğuna oturuyordu.
Seniye Hanımefendi gençliğinde orta boylu, sevimli bir hanımmış. Yaşlanmış, biraz da etlenmiş olduğundan boyu kısaca görünüyor. Eski kumaşlardan düz bir entari giyiyor, beline de sırma dokunmuş, sırma püsküllü bir kuşak bağlıyordu. Yanına gidenler hafif bir mis kokusu duyuyorlardı.
Kızları, gelinleri onun yanında çok hafif kaldıklarını görerek kıskandıkları için, biraz da Cavide için dedikodu çıkararak öç almış oluyorlardı.
Bu iki kadın; içerden Münire Hanım, dışardan Seniye Hanımefendi, Cavide’nin evini onun istediğinden daha çok düzgün, daha çok olgunlukla yürütmeye başladılar. Bu yıllar 1915-16 yılları idi. Nazif’in işleri her gün biraz daha gelişiyordu. Apartman dar geldi. Daha önce de yazdığımız gibi, konağa taşındılar. İki yıl, her gün biraz daha gelişerek, bu toplantılar yaşandıktan sonra 1918’lerde bir yorgunluk gelir gibi oldu. Buraya gelip giden birtakım hükümet adamları ortadan silindiler. İstanbul’un birçok evi yas içinde kaldı. Tevelioğlu’nun evinde hiçbir şey değişmemiş gibi davranıldı ise de yorgunluğa benzer bir tatsızlık çöktü. İşte Murat Ali’nin bu eve gelişi bu günlerde olmuştur.
Nasıl Karşıladılar?
Kendilerine bir ev kurup bu sonu bilinmeyen beklemekten kurtulmak isteyen kızlarla, bu kızların anaları, evlenebilecek çağa gelmiş delikanlıları gözden kaçırmazlar. Böyle evlenmeye elverişli gençler de çokçası böyle tanıdık, eş dost arasında aranır.
Bunun için daha ilk gelişlerinde doktor birtakım kız analarının gözlerine çarptı. Bunların içinde biri ertesi hafta çayında kızını da birlikte getirdi. Saadet adındaki bu kız da doktora sokulganlık gösterdi.
Bir başka hanım da bu doktorun kimin nesi olduğunu Cavide’den sordu. Cavide de kocasından sordu. Kocası da bildiği kadar söyledi. Daha sonra bu Saadet Hanım’la anası, sokulganlıklarını artırdılar. Doktoru evlerine çağırdılar. Geceleri alıp Şehir Tiyatrosu’na, sinemalara götürdüler. Ötede beride kızın anası;
“Çok ağırbaşlı, terbiyeli bir çocuk. Doğrusu, çocuğum da olsa bu kadar severdim.” dedi.
Bu söze bakarak her yerde Murat Ali’nin bu kızı alacağı sanıldı. Başka kızlar da uzak durur gibi oldular; ama Murat Ali kıza açılmamış, sıkı arkadaşlığa yanaşmamış. Görüşmek, konuşmak iyi; o kadar. Sevmek, evlenmek sözleri yok! Bir tutkunluk, manasız sözler, şairleşiş. Hiç böyle şeyler yok!
Kız ağzını arayacak olmuş, “Evlenmek kim, biz kim…” diyormuş.
Kızın babası sabırsızlık edip araya bir adam koyacak, Murat Ali’ye soracak olmuş. Eğer kızı alacak olursa, bir işe girmesi için de yardım edeceğini duyurmuş. Murat Ali bu alışverişe sokulmamış.
Kızın anası, kocasının, böyle araya başka adam koyup oğlanın armut gibi boğazına tıkılmasının işi bozduğunu söylemiş.
“Saadet pekâlâ onu yola getiriyordu. Genç adam dayanabilir mi, elbette yola gelirdi.”
Bu hanım belki doğru düşünüyordu; ama Freda ile Pigmalyon gibi iki güzel kadın arasında kalmış olan doktorun, baş döndürücü kadın isteği kalmıyordu. Ayrıca Saadet Hanım da yaradılıştan cılız bir kızdı. Bir de sanki pek şişman bir şeymiş gibi zayıflamak hastalığına tutulmuştu. Yalnız ne var ki iyi bir kızdı, kocaya varmak istiyordu.
Olmadı. Kızın babası haber yollayınca, Murat Ali biraz daha çekingen davranmanın elverişli olacağını kestirdi. Başkaları da bu soğukluğun farkına vardılar. Bu sefer onlar doktora sokuldular. Alamanya’da okumuş bir iktisat doktoru, kolayca bulunur bir güvey değildir. Buraların kızları, bu yurda göre ucuza geçinir takımından değildirler. Herkes de Tevelioğlu gibi güvey bulamaz ama eh, hiç olmazsa hatırlıca bir memur olmalı! Doktor Murat Ali, şimdilik bir şey değilse de ortalığın bu karışıklığından yarın nasıl olsa bir işin başına getirilecek. Bundan da başka kadınlar onun yüzüne evlenecek, karısına boyun eğecek, uslu bir koca olacak adam damgasının vurulmuş olduğunu görüyorlardı.
Freda ile Pigmalyon olmasa, böyle de olacak idi, denilebilir!
Doktoru yalnız Saadet Hanım değil, başka kızlar da denediler. “Belki Saadet’i sevmemiştir. Doğrusu da sevilecek bir kız değildir. Belki onunla kaynaşmayan bizimle kaynaşır.” dediler. Kendilerini ona beğendirmek için ellerinden geleni yaptılar. Ağır, hülyalı göründüler. Şairleştiler. Şen, şakrak oldular, filozoflaştılar, iktisatçılığa bile ilgi gösterenleri oldu. Hiçbiri tutmadı.
Bunlar dört-beş kız idiler. Çoğu da Cavide gibi Fransız kız okulunu, yahut Amerikan kolejini, yahut Alaman kız okulunu bitirmişlerdi.
İstanbul’un en yüksek tabakasının kızları. Çoğu da kocaya varmak yaşını geciktirmiş değiller. Ancak kız olup da koca beklemek de kolay olmadığı için, karşılarına çıkan her genci tartmayı, denemeyi doğru buluyorlardı. Bunun için doktorun Saadet Hanım’la arası açıldıktan sonra, eskiden adı Nermiye olup da şimdi Necla diye çağırılan bir kız ortaya çıktı. Birkaç hafta o da kendini denedi. Yaradılışı daha şık olan bu kız sanıyordu ki kadınlar isterlerse erkeklerin baştan çıkmayanı olmaz. Bunun için doktorun baştan çıkacağına, bir kere de baştan çıkınca… Doktor, o serseri gençlerden değildir ki bırakıp savuşabilsin. Sonunda işi evlenmek temizler.
Bu yoldan yürümeye çalıştı ise de daha ilk adımda doktor ona yüz vermez göründü. Kız anladı ki benliğini ayak altına almadıkça doktor, sokulmayacak.
Bir başka yol aramak istedi. Onu da bulamayınca küstü. Bir dedikodu çıkardılar. Sanki doktorun Alamanya’da bir sevdiği, ondan da bir çocuğu varmış… İşler biraz düzelince onları getirtmeye çalışacakmış!
Evlenecek adama bu kadar benzeyen doktorun evlenmekten kaçınmasını anlayamayanlar;
“Evet.” dediler. “Böyle bir şey varsa… Ancak ne olursa olsun, evlenmek istemiyor ya! Hayırsız koyunu kurtlar yesin!..”
Kızlar da onu aramaz oldular.
Yalnız bunlardan biri, Cavide’nin çocukluk arkadaşı Nimet, daha genç, daha güzel bir kız; evlenmek için gözden geçirdiği erkekler arasında en elverişli bulduğu bu Murat Ali için çıkarılan dedikodulara inanmak istemedi. Onca, doğrusu şu idi ki bu Murat Ali’ye varmak istemiş Saadet gibi, Necla gibi kızlardan doktor kaçmış ise, akıllılık etmiştir. Bu kızları alıp da ev kuracağım diye uğraşmak boş şeydir. Bunlar kocaya varınca çekilmez baş ağrısı olurlar. Nimet ona eş olabilir; ama onun da güzelliği göze çarpmaz. Gösterişli değildir. Oysa Nimet’e öyle geliyordu ki eli ayağı, kaşı gözü, boyu bosu, saçları adamakıllı güzeldir. Huyu, anlayışı da çok iyidir. Yeter ki biri ona iyice bakmış, oturup onunla konuşmuş olsun! Yoksa o, bir salon dolusu kadının kızın içinde yıldız gibi parlayıp herkesin gözünü, gönlünü tutuşturacak bir ateş değildi. Öyle bir tesadüf olsa ki bir saatçik şu doktorla oturup konuşabilse! Kendisi isteyerek, yahut Murat Ali isteyerek değil, rast gele gibi! Bu rastlayışı Cavide hazırlayabilir.
Düşündüğünü Cavide’ye açtı, o beğenmedi.
“Ne konuşacaksın?” dedi.
“Hiç! O benimle konuşsun! Bir yerde baş başa kalırsak, put gibi oturacak değil ya! Elbet bir şeyler konuşur.”
Cavide dudak büktü:
“Bilmem.” dedi. “Düşünelim!” demek istedi.
Aradan biraz geçince Nimet bu isteğinden vazgeçmiş olacak ki Cavide sorunca;
“Yok.” dedi.“Düşündüm, beğenmedim. O da kendini bir şey sanır!”
Kahvecibaşılar
Bu Nimet’in ailesine Kahvecibaşılar derler. Yalnız bu eski adı mahallelerinde oturdukları eve veriyorlar da, kendileri anıldıkça Azizbeyler diye anılıyorlar.
Evleri Maçka’da. Ihlamur Caddesi’ne doğru inen yokuşlardan birinde sol kolda, yanında genişçe bahçesi olan, iki katlı, yayvan bir evdir. Beyaz boyalı olduğu bugün de bellidir.
Bu evi Sultan Mecit, gününde kızlarağası olan bir zenciden alıp yahut yaptırıp Nimet’in babasının büyükbabası olan Aziz Bey’e bağışlamış. Sultan Mecit’in oradaki arsaları arşını yirmi paraya sattığını, kendisinin de birçoklarına ev, arsa bağışladığını söylerler. Anlaşılıyor ki kulları da padişahın tuttuğu yoldan gitmişler.
Sonradan tamir edilmiş de olsa, aslı ortalama bir hesapla doksan yıllık bir ev demektir. Ahşap olduğuna göre bu kadar dayanması çok görülmemelidir. İstanbul’un yangınları olmasaydı, böyle eski evler çok görülecekti. Şimdi, belki bugün bile bu eve “Kahvecibaşılar’ın evi” derler ama bu ailenin asıl evi İstanbul’da Dökmeciler’deydi. Nimet’in babasının hastalığında satılmış, bugün de artık yıkılmıştır.
Bu aileye adını bırakan Kahvecibaşı’nın kim olduğunu, hangi padişaha kahvecilik etmiş olduğunu bilen yoktur. Yalnız bu addan anlaşılıyor ki bu aileden yetişen adamlar yıllardan beri saray hizmetinde bulunuyorlarmış. Nasıl ki Nimet’in babası Saffet Bey, onun babası Aziz Bey saray hizmetinde idiler.
Bilinen bu üç babadan Aziz Bey, Mabeyn Hassa Hademesinden idi. Meddahlıkta kendinden önce gelenleri geçmiş bir adam olarak tanınmıştır. Ancak “Pişekâr Aziz Bey” diye anılmıştır. Bir gün huzurda oynanan bir orta oyununda Pişekâr’a çıkacak arkadaşının hastalanması ile ustası Çeşnigîr Ali Kalfa’nın emri ile Pişekâr’a çıkıp seyredenlere kendini pek beğendirmesi yüzünden kendisine bu ad takılmış, takıldığı gibi de kalmıştır. Ancak onun asıl ustalığı meddahlıkta idi.
Aziz Bey, Bursa Müftüsü diye anılan Akçaşehirli İshak Hoca’dan ders görmüş, Arif Dede’den Mesnevi okumuştu. Çıraklarından Nasuh Efendi, kölesi Arap Muhyi’ye yetişenler, Aziz Bey’in hikâyelerinden, gülbenklerinden, tekerlemelerinden, kıssalarından, fıkralarından, mesellerinden birtakımını işitmişlerdir. Yazık ki bu Muhyi de öldü, kimseyi de yetiştirmedi. Birçokları gibi, Aziz Bey’den kalan sanat eserleri de kaybolup gitti.
Aziz Bey’in oğlu İzzet Bey de babası gibi hademeden, güzelliği ile tanınmış bir adamdı. “Hünkâr Müezzini İzzet Bey” derlerdi. Genç yaşında öldü, bir oğlu kaldı: Saffet Bey. Nimet Hanım’ın babasıdır. Mabeyn muzikasında flüt hocasıydı. Dışarda da ders verirdi. Hocası bir İtalyan idi. Bütün ömründe dört yahut beş kere flüt konseri vermiştir. Bunlardan biri Atina’da, biri de Roma’dadır. O yıllarda bizim aramızda garp musikisi sevilmediği için bu konserler yabancı salonlarda verilmiş, Saffet Bey’in adı da Türkler arasında pek duyulmamıştır. Dinleyenler eşsiz bulurlardı.
Flüt dersi verdiği gençler, hocalarını severlerdi. Hastalandıktan sonra da onu bırakmadılar. Zaharyadis adında genç bir öğrencisi ona hastalığında büyük yardımlar etti. Bu delikanlının yardımı olmasa, Dökmeciler’deki ev satılamazdı. Saffet Bey’in yetişkin iki oğlu varsa da bunların babalarına yardımları dokunmuyordu.
Büyük oğlu Hikmet Bey, bu ailenin saray hizmetine girmeyen ilk çocuğu oldu. Asker olmak istiyordu, olamadı. Kuleli’den alaya çıktı. Yardımlar, iltimaslarla tabur kâtibi olup İstanbul’da, levazım dairesinde kaldı; sonra da bir hizmetle Taşkışla’ya verdiler. Oraya gidip gelir. Kendisi yakışıklı, oldukça güzel bir adamdır. Eve biraz yakın olduğu için becerebilirse kendine Harbiye Mektebi’nde bir iş bulmak ister. Eve yakın olmayı istemesinin de neden ileri geldiği anlaşılamaz. Evli değildir. Evdekilerle oturup konuşmaz. Bir iş düşmedikçe babasının yanına girmez. Eve ilgisi, olsa olsa beslediği Brahma yahut Koşinşin tavukları içindir. Bunlardan anlar. Nasıl besleneceğini, bakılacağını da bilir. Tavuk meraklıları Hikmet Bey’i tanır, bu evi de bilirler.
Saffet Bey’in küçük oğlu Nüzhet’e gelince, ancak otuz yaşlarında, yakışıklı, güler yüzlü bir delikanlıdır. Bu bakımdan babası ile büyükbabasına benzer. Belli başlı hiçbir iş tutmamıştır. Ancak hiç işsiz, parasız da kalmamıştır. Bir aralık Beyoğlu’nda bir bar tutmuştur. Bir-iki otomobili de vardır. Ortakları ile Karadeniz’de motor işletirlerdi. Kalafat yerinde de ortakları vardı. Şimdi de asker olmuş, tersane havuzlarında bulunuyor.
Ara sira eve uğrar. Uğrayınca da, haftalarca sessizlik içine gömülüp uyumuş olan bu ev, gürültü içinde kalır. Nimet’e takılır, Arap Mesut Bacı’nın boynuna sarılır. Nüzhet’le Nimet analarından uzak kalmışlar, bu Arap Bacı onları büyütmüştür. Bacının yanına oturup;
“Kaynar su ile beni yıkayıp söğüş yapmaya çalıştığın aklına geliyor mu? Şimdi de yıkasana!” diye alay eder.
Eve de eli boş gelmez. Küfe ile et, zerzevat, sepetlerle çilek getirir. Mesut Bacı’nın beslemesi Peyker’e;
“Sallanma, git bana namuslu bir kahve pişir.” der.
Rasgelirse Hikmet’le eğlenir:
“Beybirader, nasıl, tavukların yumurtluyor mu?” der.
Babasının yanına dalar, ilkin elinden öper, sonra da boynuna sarılır, kendini öptürür. Nimet’e;
“Vay anam kadın, bu ne şıklık!” der.
Güler, söyler sonra da çıkar gider, iki hafta, üç hafta görünmez.
Mesut Bacı yalvarırdı:
“Ne olur, yavrum, iki gecede bir olsun eve gelsen de senin yüzünü görsek. Baban seni gördüğü gün sanki iyileşiyor!”
Nüzhet dinler mi?
“Üstüme varma, şimdi düşer bayılırım.” diye alay ederdi.
Nimet’in Üzüntüsü
Mesut Bacı çok yaşlıdır. Kendisi kaç yaşında olduğunu bilmez. Nöbeli imiş. Mısırlı Nazlı Hanımefendi’nin cariyelerindenmiş. Saffet Bey’in babası İzzet Bey’le yaşıt olduğunu söylerlermiş. Nazlı Hanımefendi bunu, İzzet Bey’in anası Zeynep Hanım’a vermiş, yahut satmış. Zeynep Hanım bacıyı büyütmüş. Utarit adında bir kızla bu bacıya kanun öğretmişler. Anlaşılıyor ki Pişekâr Aziz Bey’in gününde daire düzen yerinde imiş. Küçük yaşında iken Mesut Bacı kanun ile saza da girebilmiş. Çok yıllardır sazı eline almamış ise de bugün de odasında, duvarda asılı durur.
Bacı, Saffet Bey’in doğumunu hatırlıyor. Nimet’e göre yaşı doksandan aşağı değildir. Şimdilik elinde bir değnek ile ev içinde gezebiliyor ise de artık gözleri iyi görmüyor. Kulakları da gittikçe ağırlaşıyor. Arasıra saçma söylediği de Nimet’in gözüne çarpmıştır.
Saffet Bey’e gelen hekimler, bir kere Bacı’yı da gördü, belli başlı bir derdi olmadığını söylediler. Belki yaşar ama günden güne elden ayaktan düşmemesi sağlanabilir mi?
Daha şimdiden evin bütün işleri Mesut Bacı’nın beslemesi olan Peyker’in üstüne yüklenmiş bulunuyor. Bundan önce evde bir de Halime Kadın vardı. Saffet Bey’in hastalığı üzerine bu kadın, gelininin hastalığını söyleyerek çıkıp gitti.
Peyker sesini çıkarmıyor, çalışıyor ise de yüzü de hiç gülmüyor. Komşulardan birinin sözleri de kızı büsbütün kudurtuyordu. Afife Hanım denilen bu kadın Nimet ile Bacı’yı kimsesiz bırakmaktan acı bir tat bularak her gelişinde kızın yüzüne karşı;
“Buna da ne oluyor Allah aşkına!” diyordu. “Suratından düşen bin parça oluyor:”
Peyker, bu kadına bir şey söylemiyorsa da, bir gün ona kapıyı açmadı. Nimet de sesini çıkarmadı.
Günler geçtikçe Bacı çocuklaştığı için evin idaresi Nimet’in üstüne kalıyordu.
Nimet, babasının hastalandığı hafta mektebi bırakmıştı. Büyük kardeşi sanki bu evde yokmuş gibi hiçbir işe karışmıyor, yalnız yemekten yemeğe yüzü görülüyordu.
Nimet bir gün bunalarak küçük kardeşi Nüzhet’e açıldı. Eskiden eve bir çamaşırcı kadın gelirdi. Şimdi onu da getirmiyorlar. Peyker, tavan arasındaki odasında hem çamaşırlarını yamıyor, hem de ağlıyor. Nimet kendine güvenebilse, ev işlerinin hiç olmazsa yarısını üstüne alacak, bu gönül rahatsızlığından kurtulacaktı.
Nüzhet, kız kardeşini dinleyince üzüldü ama belli etmek istemedi. O günden başlayarak Peyker’e de kendince bir aylık bağladı.
Kızın yüzü düzeldi. Saffet Bey’in ayağa kalkabilmesi, hizmetin ağırlığını azalttı ise de yalnız bununla olur mu?
Kız, yaşının geçtiğini görüyor. Bu da bir ev kurmayı düşünür. E, ne olacak? Bu evde bir koca bulup varabilecek mi? Büyük bey yarım oldu. Küçük beylere inan olmaz. Nimet, Peyker’in buradan kaçıp kendine bir koca, bir kucak bulmayı düşündüğünü sanıyordu.
Peyker bir yolunu bulur da buradan kaçarsa Nimet ne kadar ağır yük altına gireceğini görüyor, bir yandan da Peyker’in bu suratından kurtulacağına seviniyordu.
Peyker Gülnarlı bir kızdır. Orada kadılık eden bir adamın karısı bu kızı anasız, babasız bulup evlatlığına almış, İstanbul’a da getirmişti. Beşiktaş’ta, oğlu ile bir evde oturuyorlardı. Gelini, kaynanası ile kavgalı olduğu için kaynana, gelinine inat, az çok işe yaramaya başlayan Peyker’i Mesut Bacı’ya verip gelininden kaçırmıştı.
Mesut Bacı kıza baktı, büyüttü, terbiye, iş öğretti, yemek öğretti, nesi varsa onları da bu kıza bırakmaya karar verdi ise de bu kararını Peyker’e söylemedi. “Mesut Bacı’nın bırakacağından ne olur!” dememelidir. Bacı’nın sandığında, sepetinde toplanan kırıntı Peyker’e çeyizler, eline de beş-on para koyardı. Ancak Pey-ker bunları bilmez. Nimet’in de iyi yürekli olduğunu sanmaz.
Peyker, sağlam yapılı bir kız ise de güzel değildir. Onu alırlarsa, şimdi, genç iken alırlar. Yarın yaşı geçince gene alan bulunur ama onları da Peyker istemez.
Nimet bir yandan bunları düşünürken, bir yandan da kendisini düşünüyordu. Babası yarın gözlerini kaparsa ne olacak? Büyük kardeşine hiç güvenemezdi. Bugün bile, ev için bir para istemek gerekse Nimet onun vereceğini bilmekle beraber Peyker’i yolluyor.
Küçük kardeşi açık yürekli bir adamdır. Ancak bir taş parçası gibi onun boynuna asılı kalmak da kolay değildir. Babasından kalacak aylık, ne kadar kısılsa, bu evi geçindirmez. Bunun en iyisi gençlik, güzellik varken bir koca bulup varmaktır. İnanıyordu ki bir kocası olursa, bu evi döndürmek kolay olacaktır. İnanılacak bir koca!
Evdeki durumunu Cavide’ye açmıştı. Bunun için doktorla baş başa bir konuşma yapmak istediğini söyleyince Cavide bu konuşmayı niçin istediğini biliyordu. Yalnız Nimet’e de nasıl olsa bir koca çıkacağını sandığı için, görüşmesini pek yerinde bulmamıştı.
Yalnız o gece soyunurken, kocasına dedi ki:
“Bu senin doktor evlenecekse, bizim Nimet’i alsa ya! Daha iyisini mi bulacak?”
O günlerde ortalığı karanlık görmeye başlamış olan kocası da;
“Tamam.” dedi. “Evlenecek günü buldu!”
“Niçin, günün nesi var? Herkes evlenip duruyor, bugün evlenmezse yarın daha mı iyi olacak?”
Kocası;
“Ben sana şaşıyorum.” dedi. “Ortalığın tasası bize mi düştü.”
Sonra da lafı uzatmamak için;
“Ben bu işleri hiç bilmem.” dedi. Yorganı başına çekerek sırtını döndü.
Nimet ile Murat Ali Konuştular
Nimet, Murat Ali ile görüşmeyi ilkin istemişken sonra düşünüp vazgeçmişti. Ancak bir tesadüfle bu görüşme kendiliğinden oldu.
Bir gün Nimet, Cavide’ye gitmişti. Cavide de berbere gidecekmiş. Nimet’e;
“Otur da ben şimdi gelirim.” dedi.
Gitti. Üç saat gelmedi. O gidince doktor geldi. Nazif bir iş için onu çağırmış, bekleyecekmiş. Onu da küçük salona aldılar. Nimet, pencere önünde oturmuş bir şey işliyordu. Murat Ali de geldi, oturdu. Cebinden gazetesini çıkardı, okuyacaktı. Sonra konuşmaya başladılar. Murat Ali kendisiyle evlenmek isteyen kızlar içinde Nimet’in de bulunduğunu bilmiyordu. Öteden beriden konuşurken söz evlenmeye geldi. Murat Ali söyledi, kız dinledi. Bütün düşündüklerini söylemek için, biraz da onu yüreklendirdi. Doktor da coştu. Çoktandır böyle uzun söylevler vermeye, içinde yaşayan kutlu sosyalistlikten, eşitlik yüksek isteklerinden doğma görüşlerini, kendi sosyalist tarikatinin bu evlenmek bölümünü hemen söylerken doğan yüksek buluşlarla anlattı. Beğenerek dinlendiğinizi söyleyen duyar, inanırsa ilhamlaşır, dervişler gibi hallenir. O güne kadar hiç düşünmediğini düşünür, düşünüp de söyleyeceğini de söyler. Murat Ali coşkunlukla konuştu. Bu arada evlenmek için düşündüğünü de anlattı.
Cavide gelince bunları konuşur buldu. Gözleri ile Nimet’e, “Nasıl, anlaştınız mı?” diye sordu. Nimet de dudak büktü. “Sonra anlatırım.” demek ister gibi baktı. Cavide de oturdu. Çay getirdiler, biraz sonra da Nazif geldi. Hep birlikte çay içtiler. Sonra Murat Ali, Nazif’in tercümesini istediği bir kâğıdı, oracıkta dilimize çevirmeye başladı. Nimet de kalkıp evine gitti.
Ertesi günü Nimet’le Cavide konuştular. Cavide;
“Ee, ne diyor senin doktor?” diye sordu.
“Ne diyor! Onun dediği çok! Bilmem ki doğru mu söylüyor. Eğer söylediği gibi düşünüyorsa, bence çocuk gibi. Bir kere Alamanya’da karısı marısı yokmuş. Burada evlenecekmiş. Bunu düşünüyormuş ama evlenmek önce herkesin anladığı gibi değilmiş. Evlenmek dinlenmek, rahat etmek demek değilmiş. Ekonomik de değilmiş. ‘Evlenmek’ sözü, burjuvalar içinde erkek için yanlış, kadın için doğru imiş! Anladın mı?”
Cavide;
“Anlamadım.” dedi.
“Dur. Anlarsın! Bir kere doktor bize, burjuva diyor. Biz burjuva kadınların kuracağımız evlerde erkeklere düşen çalışıp kadının başına toplayacağı bir sürü hizmetçileri, dadıları, süt nineleri, çocukların matmazellerini, hanımın dostlarını, tanıdıklarını besleyip doyurmakmış! Erkeğin payına düşen ise yatacak bir yer, sabahları bir fincan çay, akşama acı, tatlı, daha doğrusu tatsız bir yemek. Hepsi bu kadar! Erkek yemeğin tatsızlığını söyleyecek olsa, hanım daha önce başlar, aşçıyı çekiştirir, yahut kocasına dermiş ki: ‘Yavrucuğum, evde ne yapılsa sana tatsız geliyor. Huyunu bilmesem, mahsus yapıyorsun diyeceğim.’ ”
Nimet bunları söyleyince Cavide kendi sözlerini tanıdı. Kızdı.
Yüzü değişti. O da kocasına böyle şeyler söyler, o da Nazif’e, “Yavrucuğum.” der, kocası da onu “Kızım.” diye çağırırdı.
“Bak miskine!” diye mırıldandı. “Neler de biliyormuş.”
“Evlendim, diyen adam, istediği kadar da zengin olsun çorabını giyince parmakları dışarı çıkarmış. Biraz söylenecek olsa karısı ona dermiş ki: ‘Her şeyine ben bakıyorum, çorabını da sen düşünüver!’ Yeni yakalıklar kolacıda değişmiş olsa, Mari’nin suçu! Bir temiz mendil aranır da bulunmazsa, hanım dermiş ki: ‘Benim işim başımdan aşıyor, sen de biliyorsun. Her gün sokaktasın, kendine iki düzine mendil alıver. Aranınca bulunmuyor işte. Hepsi eskimiş, yırtılmış olacak. Kimbilir, kız nereye koymuştur. Sen de her şeyi bana düşündürmek istersin!’ Sonra aylık masrafları sayıyor… Salona bir yeni vazo, çalınmayan piyanoya bir yeni örtü, çocuğa yeni araba, çocukların matmazeline yılbaşı hediyesi, erkeğe de üstelik bir metres masrafı. Daha neler, bilmiyorum! Ha, diyor ki: ‘Bugünün burjuva kadınının evlenmesi, kendine, yanına toplayacağı bir sürü adamı besletecek bir herif bulmak’ demekmiş.”
Söz buraya varınca Cavide dayanamadı.
“Saçma.” dedi. “Geçineceği olanlar kocaya varmıyorlar mı? Yazık ki bunlar, para verip okutuluyor, sonra da bunlardan iş bekliyorlar!”
Kalktı, piyanonun üstünden bir cıgara alıp yaktı. Kendi kendine de “Bu aptalın bir bildiği mi var? Sakın Nazif’in bir metresi olmasın!” diye düşündü. Kaşları çatıldı. Başı ağrımaya başladı.
“Aman.” dedi. “Bunlar erkek değil mi, hepsi iğrenç şeyler. Kimbilir aralarında neler konuşuyorlar da bu aptal da bunları söylüyor.”
Bu sözlerinden anlaşılıyor ki Cavide kocası ile doktor arasında kendisi için bir dedikodu yapılmış olmasından işkilleniyor. Nazif’in bir kapatması bulunmasını da olmaz bir şey gibi görmüyor.
Bu iş üzerine daha başka şeyler öğrenebileceğini umarak;
“Daha ne saçmalar söyledi?” diye sordu.
“Daha ne bileyim, türlü şeyler… Aklımda kalmadı ki! Kendi nasıl evlenecekmiş, onu anlatıyor. Evlenmek değil de onun dediğine göre ‘Eş tutacakmış’ Karısı ile otelin birinde yan yana iki oda tutacaklarmış, herkes kendi hesabını ödeyecekmiş. Karı-koca birbirinin parasına, yediğine içtiğine karışmayacakmış. Çocukları olursa, ortaklaşa bir oda bir de dadı tutacaklarmış. Karı-koca ikisi de çalışacakmış. Daha işte bunun gibi şeyler… Evlenmek, insanların köylerde yaşarken yaptığı bir şeymiş. Artık evlenmek değil, eş tutmak olacakmış. İleri milletler, ileri kafalı adamlar böyle düşünüyorlarmış.”
Bunları anlattıktan sonra Nimet dedi ki:
“Doğrusu içime bir ürküntü geldi. Evleneceğim derken, böyle adamlara düşmek de vardır. Bunun böylesine koca nasıl dersin!”
Nina
Cavide, Murat Ali’nin sözlerine yürekten incindi, içlendi. Onun bu yeryüzünde beğendiği, öğünebileceğini sandığı işte bir bu evi, bu yaşayışı vardı.
İstanbul’da çok zengin vardır, çok paralar da harcarlar. Hiçbiri Cavide gibi, bu şehrin kibar insanlarını, kalbur üstüne gelen yüksek siyaset adamlarını toplayabilmiş değildir. Bu evi, bunun kuruluşunu, Cavide’nin kocasını, evini kullanışını beğenmeyen bir adam da bulunabileceğini sanmamıştı, doktorun sözlerini Nimet’ten işitince hiç beklenmeyecek kadar kızdı.
O kadar ki Nimet bile boş bulunup söylediğine pişman oldu. Bundan sonra da Murat Ali, kendisinin bu evde istenilmediğini anlamakta gecikmedi. Niçin olduğunu da bilemedi. Artık Tevelioğlu’nun evine uğramadı.
Bundan biraz önce de Freda’nın kız kardeşi Nina İzmir’den İstanbul’a gelmiş, ablasının odasında yaşamaya başlamıştı. Doktor da bu kıza karşı bir bağlılık duyar gibiydi. Bunun için Cavide’nin evinde istenilmemesinin acısı pek ağır olmadı.
Nina, ablası gibi yahut Pigmalyon gibi gelişmiş, olgunlaşmış güzel bir kadın değil. Bu daha bir kız. On yedi, on sekiz yaşlarında olmalı. Ancak doğarken ateşli, aşifte yaratılmış. İhtiyar Naum bu kıza bayılıyor. Alt katta oturan kiracılardan Alber Garon adında, oldukça geniş iş yapan bir komisyoncu Freda’nın odasına dadandı. Gece yarılarına kadar bezik oynuyor.
Murat Ali, ilkin Freda ile Pigmalyon’un birbirini kıskanmadıklarına bakarak, Nina’yı da kıskanmayacaklarını sandı. Kız ne kadar çekingenlik gösterirse o da o kadar yüz veriyordu.
Freda, Murat Ali’nin Pigmalyon’a para verdiğini, yahut ona bir hediye aldığını fark ederse, rahatsız oluyor;
“Niçin paranı ziyan ediyorsun!” diye söylendiği oluyordu.
Nina’ya verilen para için bu kıskançlığı göstermiyor, Pigmalyon ise Freda’yı kıskanmıyor, para verilsin verilmesin Nina’yı kıskanıyordu.
Pigmalyon bir gün Nina’nın, doktorun odasından çıktığını gördü. Doktora;
“Sen bu kızı alacak mısın?” diye sordu.
Doktor ilkin anlamadı ise de sonradan düşündü, biraz da korktu. Nina’dan hem biraz ürktü hem de sakınmaya başladı. Pigmalyon’un soruşundan tam dokuz hafta sonra da işin kokusu çıktı.
Bir gün, bir akşamüstü Murat Ali eve dönünce Freda’nın odasında bağrışmalar olduğunu duydu. Oraya gitmek istedi. Pigmalyon önledi, kendi odasına aldı.
“Oraya gitme.” dedi.
“Niçin, ne olmuş?”
“Nina gebe kalmış, kavga ediyorlar! Çocuğun kimden olduğunu soruyorlar, söylemiyor.”
Doktorun rengi attı. Canı sıkıldı. Pigmalyon’a belli etmek istemeden;
“Ben gidip sorayım, belki bana söyler” dedi.
“Sen bilirsin.” dedi kadın. “İyi olmaz.”
Doktor orada bir iskemleye çöküp bir cıgara yaktı, Pigmalyon’un çiçeklerinden birini eline alıp bakmaya başladı.
Pigmalyon’a sordu:
“Kimdendir, dersin?”
Pigmalyon doktorun gözü içine bakarak;
“Bilmem!” dedi. “Nina’dan sormalı!”
“Sormamışlar mı?”
Pigmalyon belki Türkçesini beceremeyeceği için Fransızca;
“İşte içerde bunun kavgası ediliyor.” dedi.
İçeri odadan her sesin üstünde Freda’nın sesi geliyordu. Doktor dinledi, anlamadı. Pigmalyon’a sordu:
“Sen anlıyor musun?”
Pigmalyon dudak büktü:
“Anlamıyorum.” dedi. “Freda bağırıyor.”
Doktor konuşmak istiyor, ancak dili varmıyordu. Bir aralık kapıyı açıp Freda’nın odasına gitmek istedi. Hiçbirini yapamadı. Odasına gitti. Yalnız kalırsa kuruntu ile çok ağır gece geçireceğini anladığı için, gidip Pigmalyon’u da çağırdı. Bununla beraber gene rahat uyuyamadı.
Kızın onun odasına geldiğini bu evde herkes biliyordu. Eğer Nina bir yalan söylerse, Murat Ali kendini zor kurtarır. Yatakta dönmekten Pigmalyon’u da uyutmadı. Ertesi gün de bankadan izin alıp hukuktan tanıdığı bir arkadaşına giderek danıştı. Baş-başa işi incelediler. Güç bir iş. Ancak bir kolayı bulunmaz değil. Necmi, umut vermedi ise de umut da kesmedi. Sonra söz arasında, Murat Ali’ye, İstanbul’da belli başlı bir iş olmadığına göre Ankara’ya niçin gitmediğini sordu.
Bunu sanki “Ankara’ya gidersin, bu iş de kapanır.” demek ister gibi mi söyledi? Doktor anlayamadı. Daha sonra da şimdiden gitmenin ilerisi için değerli olacağını anlattı.
Murat Ali o gece Ankara’ya gitmeyi de düşündü. Ertesi sabah da Freda’ya hiç görünmedi. Pigmalyon’dan duyduğu doğru ise, “Çocuk kimdendir?” diye sormuyorlarmış. “Çocuk doktordan değil mi?” diye sıkıştırıyorlarmış!
Murat Ali korktuğunun başına gelmek üzere olduğunu görüp Freda’ya kızdı. O gece Freda karşısına çıksa saçlarından tutup yere atacağını, tekmesi altında ezeceğini sanıyordu.
Bir gece daha üzüntüler, ağır düşünceler altında uykusuz kaldı.
Sonra bir gün bankada Yakop yanına geldi. Nina yüzünden, kızın sığındığı Bohoraci’nin evinde Freda’nın hısımları arasında bir kavga olduğunu, Freda’nın kız kardeşini dövmek istediğini, başı yarıldığını, birinin gözüne vurduklarını, terzi Marko’nun merdivenden düşüp kolu kırıldığını, hepsini karakola götürüp orada Nina’nın korkusundan her şeyi söylediğini, çocuğun saatçi Haron’un oğlundan olduğunu, bu arada ihtiyar babası Naum Şalem’in de dayak yediğini haber verdi.
Bu haberi belki Pigmalyon da biliyordu. Her nedense söylemedi. Akşam eve dönünce Pigmalyon’u görmek istedi ise de Kuzma orada idi. Konuşmadı. Freda’nın odasına gitti. İhtiyar kitapçı yatağında yatıyor, Freda da başı bağlı odada dolaşıyordu.
Murat Ali’yi görünce, her günkü gibi sessiz, yüzüne baktı. Doktor;
“Ne o?” dedi.“Kafanı bağlamışsın?”
Freda, hiç sesini çıkarmadı. Daha kızgınlığı geçmediği için birkaç söz söylemek isterdi. Baktı, incecik bir eski gömlek içinde Freda, çok kadınları kıskandıracak, imrendirecek kadar güzeldi. Sesini çıkarmadı. Naum’un yatağına doğru gitti.
“Naumçı nasılsın?” dedi.
“Hastayım.”
“Sana bir hekim getirelim.”
“İstemem. Hekim bana ne yapacak?”
“Yaşlı adamsın. Belli olmaz. İyi olurum derken adam ölür”
İhtiyarın sakalı titredi, başını Murat Ali’ye çevirdi, ağlayarak;
“Kurtulurum bunlardan.” dedi.
Sonra da kafasını yorgan içine sokup ağlamaya başladı.
Freda, odanın köşesinden kocasına İspanyolca birkaç kelime söyledi. İhtiyar başını yorgandan çıkarıp karşılık verdi.
Murat Ali, karı-kocanın kavgaya başlayacaklarını anlayıp Freda’yı aldı, kendi odasına götürdü. Orada barıştılar. Freda diyor ki: “Kocası Nina’yı seviyor, onun için de kıskanıyormuş. Hastalığı, dayak yediği de yalanmış.”
O gece Pigmalyon da bunu söyledi. İhtiyar bu kızı seviyormuş.
“İhtiyarın seveceğine inanmıyorum!”
“İnan, seviyordu. Senden bile kıskanıyordu.”
İki gün sonra doktor, Nina’ya sokakta rasgeldi, onu ihtiyarın dükkânına götürdü, bıraktı. Sonra da kendi odasına gelmesini söyledi. Nina biraz nazlandı ise de gelmemezlik etmedi.
İstanbul’da Son Günler
Doktor, Nina işinin nasıl bittiğini haber vermek için Necmi’nin Komisyon Hanı’ndaki odasına uğradı. Konuştular, Murat Ali kızın poliste ifadesini söyledi. Necmi işin böylece kapanmış olmasına sevindiğini söyledi. Yalnız söz arasında;
“Bu kızın sana varması daha kârlı idi!” dedi, “sözünü değiştirmeyeceğine inanır mısın?” diye sordu.
Murat Ali düşündü.
“Poliste ifadesi var.” dedi.
“Olsun! Biçimsizlik çıkarmak isteyince…”
Doktor gene düşündü:
“Sanmıyorum.” dedi.
Sanmıyordu, ancak içine bir tatsızlık girdi. Bir rezalet çıkarıp para çekmek isteyenlerden biri kızı kandırırsa, hiçbir şey olmazsa da rezalet çıkmış olur ya! Yarın evlenecek olursa bu yakışıksız dava ortada kalacaktır.
O gece, ertesi gece bu düşünce onu rahatsız etti. Nina kendisini gebe bırakan herife varmadıkça doktor için rahat yoktu.
Bundan başka bu evin karanlığı, pisliği usandırdı. Yüzü gözü yaralı Mariya adında bir kadın her cuma, cumartesi günleri gelir, ateş tutmayan Yahudilerin hizmetlerini görür, hem de merdivenleri, sofaları süpürür, ince, boğucu bir toz ertesi güne kadar bu evin havasına asılır kalırdı. Bu toz kokusu Pigmalyon’u, ağlatacak kadar sinirlendiriyordu.
O günlerde yukarı katta oturanlardan bir genç kadın öldü. Kuşpalazından öldüğünü söylediler. Ölüsünü indirirken Murat Ali daha odasında idi. Dışarda ayak seslerini dinledi. Damarlarından sanki buz aktı.
İşine gitmeden Necmi’ye uğradı, bulamadı. Ona Ankara’ya gitmek istediğini söyleyecek, yardımını isteyecekti. Bir ufacık kâğıda, “Ben gitmek istiyorum. Bana yardım eder misin?” diye yazıp bıraktı.
Sonra, bankada Yakop’u bulup ona işi bırakacağını, Ankara’ya gitmek istediğini, biraz ödünç para bulabilip bulamayacağını sordu. Yakop;
“İşi bırakacağını kimseye söyledin mi?” diye sordu.
“Sana söylüyorum, başkasına söylersem ne olur?”
“Hiçbir şey olmaz; ama işi karıştırırlar. Kimseye söyleme. Para için yarın haber getiririm.”
Murat Ali, Yakop’un kendisinden açılacak yeri başkalarına para ile haber vereceğini sandı. Belki de doğrudur, belki de başka düşündüğü vardır.
Birkaç gün sonra hem para buldu, hem de avukat Necmi ona “İstediğini bir haftaya kadar hazırlarım.” diye, karşılık bir küçük kâğıt yolladı.
O günlerde İstanbul’da Bekirağa Bölüğü ile Arapyan Hanı adları çok duyuluyordu. Bu Bekirağa ile Arapyan kimlerdir, bilmem. Tarihte adları yan yana yaşayacak!
Bir yandan düşman orduları, bir yandan da hükümet, İttihatçıları yahut düşman orduları ile hükümete karşı durmak isteyenleri, tutup buralara tıkıyorlardı. Sonra da bunları sürecekleri sözleri duyuluyordu.
Bunlar arasında Alamanlarla çalışmış olması dolayısıyla Tevelioğlu’nun da arandığını, onun da ortadan kaybolduğunu Murat Ali duydu. Son görüşmelerinde Nazif’in üzüntülü görünmesinin neden ileri geldiğini anladı.
Kendisi de Alamanya’da okumuştu, okutan da İttihatçılardı. Biri bir düşmanlık ederse, gideceği yeri biliyordu.
Gideceğini, evi bıraktığı güne kadar Freda’ya söylemedi. Eşyalarından birazını yanına alacak, birazını Mis Sokağı’ndaki Yakop’a, birazını da Pigmalyon’a bırakacaktı. Pigmalyon, bu eşyayı Kuzma’nın evinde saklatacağını söyledi.
Freda bunların hepsini çok geç duydu, hiç sesini de çıkarmadı. Ayrılırken de hiçbir şey söylemedi. Gözlerini dikip Murat Ali’nin yüzüne baktı.
Pigmalyon ise iki acıklı ayrılık gecesi geçirdi. Doktor da ona;
“Senden ayrılmak bana güç geliyor.” dedi.
Pigmalyon ona Sütçü Sokağı’nda bir adres verdi. Ayrıldılar.
Ankara’da Ev
Ankara’ya vardığı gün Maliye’de Hilmi Bey adında birini aradı. Nerede sordu ise;
“Buralardadır, bakıver.” dediler.
En sonunda Kuyulu Kahve’de buldu. İnce, uzun boylu, esmerce soluk yüzlü, şeytan kadar akıllı, otuz yaşlarında bir adam. Maliye Varidat Kalemi’nde imiş. Hoşbeşi kısa kesip;
“Yatağın var mı?” diye sordu.
“Yok!”
“Kötü. Eşyaların nerede?”
“Burada, bir dükkâna bıraktım.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/memduh-shevket-esendal/hava-parasi-69429466/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Okullarda öğrencinin durumuyla ilgilenen ve düzeni sağlamakla görevli kimse.
2
Sağlam vücutlu.
3
Zahmetli ve kaba işler.
4
Karanlık.
5
Millî Savunma Bakanlığı.
6
Satın alımlar.
7
Acımasızca.