Ayaşlı ile Kiracıları

Ayaşlı ile Kiracıları
Memduh Şevket Esendal
Cumhuriyet’in ilk yılları, Ankara’da bir “apartıman”… Ayaşlı İbrahim Efendi, bunun bir bölüğünü tutmuş ve oda oda kiraya veriyor. Bu dokuz odayı kiralayanlarsa; bekârı, evlisi, memuru, işçisiyle birbirinden akla kara kadar farklı insanlar… Mutfağı, ayakyolu bir bu küçücük yerde yaşamanın doğal sonucu, kimsenin mahreminin, sırrının kalmaması… Birinin bildiği yarın hepsinin dilinde… Esendal, romanda adı geçmeyen genç bir banka memurunun gözünden, âdeta bir kamera tarafsızlığıyla bakıyor bu insanlara… Ve karakterlerin her biri tek başına romanı alıp götürebilecek güçteyken, elindeki malzemeyi öylesine ustalıkla kullanmış ki kimse eksik ya da fazla görünmüyor sayfalar arasında. Son kertede, buruk bir tadı var romanın… İnşa edilmeye çalışılan ulus kimliğiyle, imparatorluk bakiyesi kozmopolit bir toplumun benzemezliği o kadar aşikâr ki… Oturduk, biz namuslu insanlar; zamanın kötülüğünden, ahlak düşkünlüğünden, yana yana şikâyetler ettik, Faika’ya, ablasına acıdık; Ayaşlıya, Fuat’a kızdık… Böyle konuşmak da bir ihtiyaç mı? Bilmem, belki o çekiştirdiğimiz adamlar da bizim gibi oturup ortalığın ahlaksızlığından şikâyet ederler!

Memduh Şevket Esendal
Ayaşlı ile Kiracıları

Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayat içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmeleri üzerine Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.

1
Yeni yapılmış büyük bir apartımanın dokuz odalı bir bölüğünde oturuyoruz. Bu bölüğü, Ayaşlı İbrahim Efendi adında biri tutmuş, isteyenlere oda oda kiraya veriyor. Odalar, loşça bir koridorun iki yanına dizilmiş. Koridorun en sonunda banyo odasıyla mutfak var. Benim odam, koridora girince sağdan birinci kapı.
Ev sahiplerinin bitmek tükenmek bilmeyen karı koca kavgalarını sırf kontrat bitsin diye, altı ay çekip oturduğum eski odamın günü yaklaştıkça sevinerek kendime yeni, temiz bir oda ararken dışarıya giden bir arkadaşım bana bu yeni odayı bırakınca çocuk gibi sevindim ve hemen o gün, eşyamı toplayıp buraya taşındım.
Soluk benizli, arık bir hizmetçi kızın yardımıyla yatağımı kurdum. Eşyamı ve kitapları yerleştirmeyi ertesi güne bıraktım. O gece yemekten döner dönmez yatağıma girdim. Yerimi yadırgamam, deliksiz bir uyku çıkarmışım. Pencerelerin perde gibi kapanan pancurları odaya loşluk verdiğinden uykum biraz da uzunca olmuş.
Yatakta uyanıp kendimi yeni odada bulunca sevindim. Yukarı kattan ayak sesleri duyuluyor. Bizim bölükte hiç ses yok. Bir misafirlikte, yabancı bir yerdeymişim gibi içimde bir çekingenlik hissediyorum. Daha ne ev sahibi Ayaşlıyı ne komşuları tanıyorum. Ne zaman yatar kalkarlar, burada töre nedir? Yavaşça kapıyı açıp koridora çıktım. Hiç ses yok. Dün bana yardım eden soluk hizmetçi, bir sabah kahvesi olsun pişirmez mi? Odama dönerken hizmetçinin kafası mutfak kapısından göründü. Durdum.
“Bir şey mi istediniz?”
“İstiyordum ya, sen bana bir kahve pişiremez misin?”
“Kahveniz varsa pişireyim.”
“Kahvem… Olmalı. Olmazsa birini yollayıp aldıramaz mıyız?”
“Bakayım, kapıcı gelmişse!”
Odama geldi; para verdim, gitti. Ben kapıcı gidecek gelecek diye beklerken kız kahveyi pişirmiş, getirdi.
“Nereden buldun?” diye sordum.
“Faika Hanımlardan aldım, kapıcı geç gelir.” dedi.
“Sen bana biraz yardım etsen de odayı toplasak.”
“Kahvenizi için de ben gelirim.”
Biraz sonra ben kitapları toplamaya, çamaşırlarımı dolaplara koymaya başladım o da yatağı düzeltmek istedi. Yorganı pencere önüne getirdi, döndü bana dedi ki:
“Çamaşırınız varsa ben yıkarım.”
“Hı, kaç paraya yıkarsın?” dedim.
“Bir kere yıkayayım, beğenirseniz… Başkalarına ne veriyorsanız ben de o kadara yıkarım.”
“Olur.” dedim.
Akıllı bir kıza benziyor. Yalnız bana hasta ve bitkin görünüyor. Bu kız bu arıklığıyla çamaşır yıkar mı? Yıkayabilir mi? Yorganı kaldırmaya gücü yetmiyor. Güçlükle ayakta duruyor gibi görünüyor. Acımaya başladım. Buna hizmet ettirmek yazık… Ayakları topal bir ata araba çektirmek gibi… “Hadi kızım, sen hizmet etme bırak, ben yaparım.” desen gücüne gidecek. Buna, “Sen hizmet edemezsin, hastasın.” demek, “Git de bir köşede acından öl, insanlar arasında gezip de onları da üzüntüye uğratma!” demektir.
“Sen hasta mısın? Niçin böyle soluyorsun?” diye soracaktım belki hatırı kalır diye düşünüp vazgeçtim.
“Senin adın ne?”
“Halide.”
Aradan biraz geçti, o bana sordu:
“Siz maliyede misiniz?”
“Yok, bankada çalışıyorum.”
“A, hangi bankada? Bu büyük bankada mı? Bizim Cemile de şimdi orada çalışıyor. Eskiden bu üstümüzdeki katta altıncı dairede çalışırdı. İkimiz bir odada otururduk. Çok iyi kızdır. Siz Cemile’yi tanımıyor musunuz?”
“Tanımıyorum.”
“Feyyaz Bey’le beraber oturuyorlar. Sizin bankada Feyyaz Bey var, işte onunla.”
Bizim bankada belki Feyyaz Bey var ama ben tanımıyorum.
“Nasıl adam? Genç mi, ihtiyar mı?” diye sordum.
“A, yaşlı adam, yetişmiş kızları var ama olsun, iyi bakıyor ya! Bin gencine değişmem. Gençlere ver ki yesinler.”
Biraz durduktan sonra:
“Cemile talihli kızdır; üstü başı, oda kirası hep ondan. Bankadan aldığı yanına kalıyor.”
Yan gözle Halide’ye baktım. Eğer böyle ölü benizli olmasa hiç de fena kız değil! Esmerce ama kaşı gözü yerinde; sevimsiz de değil. Cemile acaba bundan güzel mi?
“Siz Maliye Tahsil Şubesinde Rasim Bey’i biliyor musunuz?”
“Rasim Bey… Bilmiyorum. Hangi tahsil şubesinde?”
“İşte o, yeni doldurdukları yerde.”
Yeni doldurdukları yeri de bilmiyorum, neyse. “Bilmiyorum.” dedim. “Niçin sordun?”
“Hiç, çok iyi insanlardır da… Ben geçen kış hastalanmıştım, çalışamadım. Onlar bana baktılar. Kendisi olsun, ablası olsun… Onlar olmasaydı bana kim bakardı?”
“Gene hasta düşeceğini biliyor.” diye düşündüm. “Senin kimsen yok mu?” diye sordum.
“Yok.” dedi. “Hepsi öldüler.”
“Buradan kaç para alıyorsun?”
“On lira veriyorlar.” dedi. “Yemeği de onlarla yiyorum.”
“Kimlerle?”
“İşte Faika Hanımlarla…”
“Faika Hanım kim oluyor?”
“Babanın kızlığı yok mu?” dedi.
“Ben bilmiyorum. Baba dediğin kimdir, onu da tanımıyorum.”
“Baba, işte burayı tutan değil mi?”
“Burayı tutan Ayaşlı İbrahim Efendi.”
“İşte İbrahim Efendi. Onlar baba diyorlar, ben de alıştım.”
“Üvey kızı babasının yanında mı oturuyor?”
“Kızı dipteki odada, baba sizin bu yanınızdaki odada. Dün taşınırken burada değil miydi?”
“Buradaydı ama ben hangi odada oturduğunu nereden bilirim? Babanın kızı, tek başına mı oturuyor?”
“Kocası var ya! Şoför Fuat… Şimdi İstanbul’dan anasını da getirmiş, hep bir odada oturuyorlar.”
“Sen de onların yanında mı kalıyorsun?”
“Benim bir odam var. Geceleri giderim.”
“Babanın yanında bir genç delikanlı var, o kim?”
“Babanın oğlu, köydeki karısından…”
Ayaşlı, Faika’nın anasını burada almış. Yalnız nedense bu yeni karısı, babayla bir yerde oturmuyormuş. Kadının ayrı evi varmış. Ara sıra kızını görmeye gelirmiş. O zaman baba ile de oturup konuşuyorlarmış. Faika da anasını görmeye gidermiş. Halide’nin dediğine bakılırsa anası, Faika’dan daha güzelmiş.
Bunları konuşurken odayı düzeltiyorduk. Hizmetin çoğunu ben gördüm, o yalnız toz aldı. Bir aralık sordum:
“Nerelisin?” dedim.
“Ben mi? Ben, Ezirgânlıyım.”
“Hı, konuşman hiç Ezirgânlıya benzemiyor.”
“İstanbul’da çok kaldım.”
Halide’nin anlattığına göre ufak yaşında Ezirgân’da kocaya varmış. Sonra muhacirlikte kocası ölmüş. İstanbul’da bir topçu kaymakamı bunu yanına almış. İki sene onun yanında kaldıktan sonra hastalanmış, hastaneye yatırmışlar. Bir daha topçu kaymakamının evine dönmemiş.
Bir ebe hanım, “Seni bir kocaya veririz.” diye bunu evine götürmüş. Bir zamanlar da onun yanında kalmış, evlendirecekler diye beklemiş. Sonra bakmış ki evlendirecekleri yok, yalnız çalıştırıyorlar; bir arkadaşı ile sözü bir edip kaçmış, buraya kadar gelmişler. O zamandan beri, burada hizmetçilik edip geçiniyormuş. Yüzüne baktım. Bu kız, kaç yaşında olmalı ki bunu muhacirlikte kocaya da vermiş olsunlar? Yalan söylüyor ama varsın söylesin…
“Nerelerde çalıştın?”
“Evlerde çalıştım. Muhittin Bey’i tanıyor musunuz?” “
Hangi Muhittin Bey?”
“Su şirketinde.”
“Tanımam.”
“İşte onlarda durdum, Gayret Otel’de çalıştım. En iyisi gene oteller. Evlerde çalışmak güçtür.”
“Niçin?”
“Güçtür. Ne erkeğinden rahat vardır ne kadınından…”
“Burada çalışıyorsun, burası ev değil mi?”
“Değil ya, burası ev mi? Ev olsun, hanım olsun da bak! Hanım olsa seninle gelip konuşabilir miyim?”
“Hımmm, kıskanıyorlar desene!”
“Aman kıskanmayanı da… Hizmetçi adam mı seninle konuşsun?”
“Demek konuşturmazlar?”
“Konuşturmazlar ya! Ben neler gördüm. Eve evlatlık kızlar alırlar; görsen onlara neler yaparlar. Ben İrfan Bey’in evinden o evlatlık kızlar yüzünden çıktım. Senin kışın, soğuk suyla taşlık sildiğin var mı?”
Halide’yi dışarıdan çağırmasalar daha söyleyecekti.

2
Ertesi günü erken, gene bilmem niçin, Halide’yi ararken mutfakta kısaca boylu, kısıkça sesli; başı yazma yemeni, sırtı örme hırkalı, ihtiyarca bir hanımla karşılaştık, konuştuk. Bu hanım şoför Fuat’ın anası, Faika Hanım’ın kaynanası imiş. İstanbul’dan yalnız birkaç gün için oğlunu ve gelinini görmeye gelmiş, yirmi gün olmuş daha gidemiyormuş. Oğluyla gelini yalvarıyor, salıvermek istemiyorlarmış. Bu hanımın İstanbul’da biri ergen, öteki taze dul iki kızı varmış. Küçüğü hocalık, büyüğü daktiloluk ediyormuş.
Bana bunları anlattıktan sonra, bu hanımın biraz da gelinini çekiştireceğini sanıyordum, yanılmışım! Gelini için hiçbir şey söylemedi. Onun yerine oğlunu çekiştirdi: Bu zengin bir yağlıkçının kızı, bir polis komiserinin karısı imiş. “O zamanın polis komiserinin de adı, şanı vardı.” diyor. Anlaşılıyor ki parası da varmış. Bu hanıma babasından epeyce kırıntı kalmış. Bu kalan mallar arasında; bir bostanın dörtte biri, Ayvansaray’da bir çekek yerinin yarısı da varmış.
Kadın kızlarını okutmuş; yazdırmış, adam etmiş. Oğlunu da okutmak istemiş ama Fuat okumamış. “Şoför olacağım.” diye tutturmuş. Elde ne varsa satmış savmışlar; kadının gümüş zarfları, gümüş kemeri, bir çift zümrüt küpesi de gitmiş. Bunlarla Fuat’a az kullanılmış bir otomobil almışlar. “Bari bir işe yarasa!” İki hafta geçmeden otomobil bozulmuş. Hadi tamire… En sonunda da Büyükdere yolunda bir hendeğe düşmüş, hurda yerine satmışlar. O zaman Fuat’ın elinde şoför kâğıdı bile yokmuş. Bu hanım gitmiş eşe dosta yalvarmış, çalışmış; kırk lira da para yedirmiş, şoför kâğıdı almışlar. Sonra Fuat, “İş buldum, Balıkesir’e gidip şoför olacağım!” demiş, çıkmış gitmiş. O zaman bu hanım çok söylemiş, “Ben sana şoför kâğıdını gitsin, yabanın memleketlerinde sürünsün diye mi aldım?” demiş amma Fuat dinlememiş.
“Balıkesir yaban memleketi mi ya? Orası bizim değil mi?”
“Gene onlar da Müslüman ama İstanbul hiçbir yere benzemez.” dedi.
Kadın yalnız kendi oğlunun değil, hükûmetin de İstanbul’u bırakıp buralara gelmesine akıl erdiremiyor.
“O, canım İstanbul’u bırakıp bu dağ başlarına gelecek ne vardı?” diyor. “Şimdiki zaman adamlarında da akıl kaldı mı? Ben şu kadın aklımla kendimi onlara değişmem. Bir kadınların kıyafetlerine baksınlar.”
“Ne var ya, kadınların kıyafetleri fena mı?” dedim.
“İyi mi?” dedi. “Ben hiçbirini beğenmiyorum. Zurafa kadınlar gibi hepsi saçlarını kesmişler. Bizim zamanımızda zurafa kadınlar saçlarını keserlerdi. Saç kadının ziynetidir. Ben ona şaşmıyorum, birtakım benim gibi kocakarılar da saçlarını kesiyorlar da…”
“Yok canım, siz kocakarı mısınız?”
“Kocakarı ya, baksanıza mihnet bizi neye döndürdü. Benim akranım hanımları görseniz şaşarsınız. Vallahi daha taze kız gibi duruyorlar. Rahmetli sağ olsaydı ben de böyle olmazdım ya…”
“Gene de neniz var! Biz taze hanımları da görüyoruz!”
“O tazeleri sorma. Hepsi düzgün, boya güzeli. Ben genç oldum, ihtiyar oldum; bu yaşa kadar rastık nedir, düzgün nedir bilmem. Bir cahillik edip süs yapacak olsak eve gelince hemen yüzümüzü, gözümüzü yıkardık ki babamız görüp de bize darılmasın diye. Bir kere sevaptır diye sürme çekmiştim. Babam rahmetli görmüş; nur içinde yatsın, hiç böyle şeyleri sevmezdi, hemen anneme söylemiş: ‘Bir daha o kılıkta karşıma çıkmasın.’ demiş. Bir daha kimin haddine düşmüş. Şimdikilerde o korku, o saygı da yok.
Amma yalnız başkalarınınkiler mi? Değil. Benimkiler de… Bacak kadar çocuklara söz geçmiyor. Benim kızlara o kadar söyledim, ‘Şu saçlarınızı ben ölünceye kadar olsun kesmeyin.’ dedim. Dinletemedim. O canım saçları görseydiniz! Oturdum, hep ağladım. Amma güzel oluyorlar mı? Hepsi maskaraya dönüyorlar. Ben hiçbirini beğenmiyorum!
Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayayım. Bana sorsanız, ben artık kadın kalmadı, diyorum. Niçin mi? Şimdiki kadınların hepsi birer erkek Fatma! Sokak bunlar için, kalem bunlar için, tiyatro, sinema bunların. Gitmedikleri neresi var? Amma kabahat kimde? Gene erkeklerde. Bizim zamanımızda bir kadın, dar çarşafla sokağa çıksa polisler çarşafını yırtarlardı. Bir kadın, bir erkek bir arabaya binemezlerdi.
Şimdi istersen omuzuna al da gezdir, polisler başını bile çevirmiyor. Böyle de polis olur mu? Bunları hep o hürriyet yaptı. Bilmem siz de hürriyetçi misiniz?”
“Hayır, değilim.” dedim.
“Doğru, o zaman siz daha çocuktunuz.” dedi. “Aman Allah’ım! Görseniz neler yaptılar. Bizim rahmetli söyledi, ‘Bu millet adam olmaz.’ dedi. Bütün düveller ayağa kalktılar, ‘İlle hürriyet olmayacak!’ dediler. Bulgar Çatalca’ya kadar geldi, gene bir şey beceremediler.”
Biz ihtiyar kadınla konuşurken Faika Hanım odasından çıktı; geldi kapının kenarına dayandı, bizi dinlemeye başladı. Birbirimizi yeni görüyoruz bir selam vermeliydi, bir söz söylemeliydi. Sanki çoktan tanışıyormuşuz gibi biraz sonra söze karıştı. Bu hanımı alıcı gözüyle süzdüm. Hiç fena değil! Yalnız biraz çocuksu… On üç yaşındaki mektepli kızları andırıyor. Elbisesi, giyinişi de bir şoför karısı giyinişine benzemiyor. İpekli entarisi, yeni berber elinden çıkmış dalgalı saçları, yüksek ökçeli, atlas terlikleri ile daha çok yosma kızlara benziyor. Bilmeyenler bunun, iki çocuk anası olabileceğini akıllarına bile getirmezler.
Faika Hanım, şoför Fuat’la evleneli bir buçuk sene olmuş; bu bir buçuk sene içinde Faika bir çocuk doğurmuş, birini de yakında düşürmüş. İlk doğurduğu çocuk, Faika’nın anasının yanında bakılıp büyütülüyormuş. Faika’nın bir de ablası var ki hatırlıca ve paralıca birinin metresi imiş. Bu hanım Faika’ya benzemiyor, çok güzel bir kadın. Çok temiz de giyiniyor. Faika’nın üstü başının düzgün olması da kocasının parası ile değil; anasından, ablasından, üvey babasından aldığı paralarla giyinip kuşanıyor, kocasına da para veriyor.
Faika Hanım’ın üvey babasıyla yiyip içmeleri de ayrı. Ayaşlı, Faika’nın odasına giderse onlarla birlikte yemek yerse misafir gibi gidiyor. Bir iyi yemekleri olursa onu da çağırıyorlar yahut ona da bir tabak veriyorlar. Ayaşlı, oğlu ile beraber yiyip ayrı yaşıyor. Ayaşlı kendisi mutfağa girip yemek pişiriyor. Ekmek, peynir, salata, pastırma ile de günlerini geçirdikleri oluyor.
Ben Faika’nın kaynanasıyla konuşurken mutfak masasının kenarına ilişip oturmuştum. Halide odalardan birinde imiş, biraz sonra o da geldi. Bana sormadan bir kahve pişirip yanıma koydu. Faika da odasından bir hanım sigarası getirdi.
“Kahveniz imansız gitmesin.” dedi.
Teşekkür ettim.
“Gitmesin.” dedim.
İlkin kocakarının dedikodusu, sonra da Faika’nın oraya gelmesi beni mutfakta alıkoydu ve bu üç kadınla aramızda hemen bir dostluk, bir sıcaklık uyandırdı.
Bize kahveyi verdikleri sırada odanın birinden arkasına uzunca bir hırka giymiş, yaşlı bir efendi çıktı, öksürerek banyo odasına girdi. Halide onu görmedi amma öksürüğünden kim olduğunu anladı. Faika Hanım’dan sordu:
“Hamama mı girdi?”
Faika başıyla “evet” diye işaret etti. Halide suratını ekşitti:
“Daha şimdi temizledimdi.” dedi. “Ben onu gitti sanıyordum. Ben böyle pis adam görmedim.”
Faika’nın kaynanası:
“Sus!” dedi.
“Yalan söylemiyorum ya, vallahi şimdi çıksın da gidin bakın! Geçen sabah hem öğürdüm hem temizledim.”
Faika’ya:
“Kimdir bu adam?” diye sordum.
“Şefik Bey.” dedi. Konsolosmuş, şimdi bir sefarette tercümanlık ediyormuş.
“Niçin Halide böyle söylüyor?”
“İhtiyarlamış; kendine bakamıyor, banyoyu kirletiyor. Kim bilir hastalığı da mı vardır nedir!”
Faika’nın kaynanası Halide’ye:
“Allah’ın gücüne gider kızım. Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli!” dedi.
“Aman canım, onunki ihtiyarlıktan mı? Kendisi pis insan. Ne ihtiyarlar var. Baba ihtiyar değil mi? Hasan Bey ihtiyar değil mi?”
Bu sözü söyleyince Halide aklına bir şey gelmiş gibi bana baktı:
“Ha, sahi Hasan Bey sizi tanıyormuş; sizi bekledi, uyanmadınız. Onun da işi varmış, gitti. Akşama sizi görecek.” dedi.
“Hasan Bey kimdir?” diye sordum.
Halide:
“İşte bizim beş numarada oturan, sizin hemşerinizmiş.” dedi.
“Benim hemşerim… Nasıl bir adam bu? Uzun boylu mu?”
“Evet, uzun boylu.”
“Kalın sesli.”
Faika da söze karıştı:
“Evet, evet güzel davudi sesi var.” dedi.
“Ha, tanıdım. E, nerede şimdi?”
“İşi varmış, gitti. Akşama gelir.”
“O, burada mı oturuyor?”
“Evet burada, beş numarada oturuyor.”
“Ya! Çok iyi, akşama konuşuruz.”
Biz bunları konuşurken Faika’nın odasından on yedi-on sekiz yaşlarında sanılır bir genç çıktı. Görünce bunun, şoför Fuat olduğunu anladım. Kısa boylu, karısı gibi ufak tefek, açıkgöz olduğu gözlerinden belli bir genç. Kasketi elinde idi. Başı ile beni terbiyelice selamladı.
Faika’ya:
“Beyiniz, değil mi?” dedim.
“Evet.” dedi.
Elimi uzattım. Fuat gene terbiyelice elimi sıktı. Sonra karısına bir şeyler söyledi. Faika:
“Sahi, niçin burada oturuyoruz? Odaya buyurmaz mısınız?” dedi.
“Yok, ben tıraş suyu aramaya gelmiştim, Hanım’ın tatlı sözleri beni alıkoydu, ayrılamadım. Başka bir sabah kahvenizi içerim.” dedim.
Faika: “Buyurursunuz.” dedi.
“Ah, insan evladı nerede olsa bellidir.” diye, kocakarı da beni alkışladı.
Halide:
“Siz kahvenizi içiniz, tıraş suyu hazır. Ama banyoda adam var, o şimdi bir saatte çıkmaz. Siz odanızda tıraş olursunuz.” dedi.
“Olur.” dedim.
Fuat karısına:
“Banyoda kim var?” diye sordu.
Faika ne karşılık verdi bilmem, dinlemedim. Ben Fuat’ın yüzüne baktım. Onda becerikli bir adam suratı var. Açıkgöz bir çocuk… Çapkın değildir. Çapkınlıktan anlamaz da denilemez.
Patron, otomobile binerken “Fuat Efendi bizi bir yere götür biraz eğlenelim!” dese “Nereye efendim?” diye sormaz; yanlış kapı önünde de durmaz. “Fuat Efendi, sen bak bir şeyler bulursun! Vakit geçmiyor işte…” denilse gider bir şeyler bulur, getirir patronu mahzun etmez!

3
Burada, beş numarada oturduğunu, sabah erken beni görmek istediğini Halide’nin söylediği Hasan Bey, doğrudur, benim memleketlim sayılır. En büyük kardeşimiz Rıza Bey’in de yakın arkadaşı idi. Biz Hasan Bey’le bir şehirden değil isek de birbirine yakın iki şehirdeniz.
Bu adama, bizim oralarda Karaçimenlilerin Hasan Bey derler. Babası, Karaçimenli Apti Bey. Bunların büyükbabalarından Haydar Bey adında biri var ki yiğitliği ile anılır. Kırk gönüllü ile Kırım Muharebesi’ne gitmiş, dönüşte gemide ölmüş.
Bunların, ayrı kazada olmakla beraber bizim çiftliğimize çok yakın Karaçimen ve Sarıçalı diye, her biri altmış-yetmiş bir dönümlük iki büyük çiftlikleri vardı. Buğuluca ormanları da bunların kışlıkları sayılıyordu.
Büyükbabaları gününde bu çiftliklerin her birinde katlı iki-üç pulluk döner, yozu, hergelesi, sığırı, koşu hayvanları, sağmalı ile birkaç yüz baş hayvanı çıkarmış.
Yozcusu, hergelecisi, sığırtmaçları, güdücüleri, çoban kâhyaları, nazırı, odacısı, anahtarcısı, çiftçisi, yamakları, hizmetkârları, korucuları ile her çiftlikte bir sürü insan bulunur, hele orak ayında davul zurnalarla Karaçimen’in yahut başka büyük bir çiftliğin orakçıları şehir pazarına inince bir bayram olurmuş.
Biz bugünlere yetişmedik. Biz yetiştiğimiz zaman bu çiftlikler kesimcilere, ortakçılara veriliyordu. Bu devir, babalarımızın gençliklerinde başlamış. Benim aklım ermeye başladığı zaman para kimsede kalmamıştı. Bizim büyükbabalarımızdan sonra zengin olan Rumlar, Ermeniler de varlığı ellerinden kaçırmış bulunuyorlardı.
Araya birçok ölümler de girmesiyle bizim ailemiz, Hasan Bey’in ailesinden daha çabuk dağıldı. Biz, yedisi erkek, biri kız, sekiz kardeştik. Hepsi genç yaşlarında, ya bir hastalığa tutularak yahut bir kazaya uğrayarak öldüler.
En küçükleri olan ben kaldım. Ablam çocuk doğururken öldü. Kardeşlerimizden birini at tepti, kaşının üstünde ufacık bir yara yaptı, o yaradan gitti. Bir kardeşimiz Balkan Muharebesi’nde, Edirne’de kayboldu. Biri de Çanakkale’de vuruldu. Ben hepsinin acılarını az çok unuttum, bu Çanakkale’de kalanı unutamam. En büyük kardeşimiz Rıza Bey de bana anlattıklarına göre, bir kız yüzünden kendini içkiye vermiş, genç yaşında ölmüş, gitmiş. Ben onu pek az hatırlarım: Bir karlı gündü, arkasında uzun gocuk vardı, başında bir şal sarık sarılıydı. Atla iç avluya kadar girdi. Orada yardım ettiler, attan indi, yanına koştum. Beni okşadı.
“Ne yaptı bakalım babam oğlu?” dedi.
Kara gözleri çukura batmış, uzun kara bıyıkları buz tutmuştu. Beni gocuğu içine aldı eve kadar getirdi. Sonra içeri yolladı:
“Koma Ümmü Ablana süle, benim odama odun getirsin, zere dondum.” dedi.
Bunları hatırlıyorum, o kadar. Çocukluk sahneleri içinde başka hiçbir hatırası yok. Bunlar o zaman Hasan Bey’le çiğ delikanlı imişler. Beraber çok sarhoşluklar, çok hovardalıklar yaparlarmış. Hüseyin Nazır diye emektar bir adamımız vardı, o bana anlatırdı:
“O Karaçimenlilerin Hasan yok mu, ağacığını hep o baştan çıkarırdı.” dedi.
O zamandan Hasan Bey’in adı kulağımda kalmış.
Bir aralık Hasan Bey, niçinse Selanik ve Karaferye taraflarına gitmiş, oradan aslı Yenişehirfenerli zengin bir hanımla evlenmiş, bir daha memlekete de dönmemiş. Ben de kendisini hiç görmemişim.
Bir gün, bankayı teftiş için Samsun’da bulunuyordum, tanıdıklarımdan biri:
“Burada sizin hemşerilerinizden biri var.” dedi.
“Kimdir?” dedim.
Anlattılar. Görmek istedim. Bir gün sonra Hasan Bey’le buluştuk. Uzun boylu, uzun sarı bıyıkları kırlaşmış; gür, kalın sesli, mavi gözlü bir adam. Beni görünce bir durdu; baktı, sonra:
“Sen kızanım, ağacığına ne kadar okşuyorsun.” dedi.
Geldi beni kucakladı, bağrına bastı. Az kaldı ihtiyar ağlayacaktı. Oturduk, konuştuk. Hasan Bey Selanik’ten mübadil olmuş. Buraya yerleşmeye gelmiş. Karısından ve bir kızından başka kimsesi yokmuş. Kızına burada bir kısmet çıkmış. Nikâh etmişler. Karısı ile kızı çeyiz, takım düzmek için İstanbul’a gitmişler. Onlar gelince düğün olacakmış.
Hasan Bey bizim memleket şivesini, Karaferye şivesini karıştırmış, kendine göre bir söyleyişle bunları anlattı.
“Güvey kimdir?” diye sordum.
Ziya Bey adında bir gençmiş. Tütün eksperliği ediyormuş.
“Çok güzel, Allah hayırlı etsin.” dedik.
Ertesi gün bilmem nasıl oldu, bu Ziya’yı da tanıdım. Benim mektep arkadaşımdır. Onuncu sınıfta mektebi bıraktı çıktı. Daha o zamandan içerdi. İyi çocuktur. Zararsız, sessizdir ama… Bilmem, belki şimdi içmez. Bırakmışsa… Soruşturdum.
“Eskiden çok içerdi, gene içiyor mu?” dedim.
“Ooooooo!” dediler. “Gece gündüz.”
“E…” dedim. “Nasıl olur? Hasan Bey bunu bilmiyor mu?”
“Bilmez olur mu?” dediler. “Gizli içmiyor ya!”
Biliyorsa bile bir kere söylemek benim boynuma borçtur. Hasan Bey bana gelmişti. Dedim ki:
“Senin güvey, bizim mektep arkadaşı çıktı. Dört-beş yıl bir yerde okuduk. İyi çocuktur ama bilmem sana söylediler mi? Ziya, biraz çokça içer… Nikâh olmuş, böyle şeye söz karıştırmak doğru değildir ama ben bir yol söyleyeyim dedim.” Hasan Bey dudaklarını büktü:
“Kulak asma.” dedi. “Hangimiz içmezdik? Rıza Ağacığınla biz nasıldık? Kaç yol ben onu sırtımda eve getirdim! Ben güvey girdiğim gece yengen şaşırdı kaldı. Sen kızanım sarhoştan korkma. Burada fabrikada bir Karaferyeli var, bizi tanır. Güvey de tanıyor. ‘İyi çocuktur.’ dedi. Ko sarhoş olsun!” dedi.
Eh, sarhoşluk hoş görülünce bana söyleyecek söz kalmadı. Sustum. Susmasan da ne olacak? Bir yol nikâh kıyılmış.
Hasan Bey yerleşmeye uğraşıyor; iş arkasından koşuyor, çalışıyordu. Bir hafta sonra beni, Samsun’dan Adana’ya yolladılar. Şimdi bir yıldan fazla oluyor. Bir daha Hasan Bey’i görmedimdi. Bugün yeniden karşıma çıkıyor.
Gece eve geldiğimde Hasan Bey’i beni bekler buldum.
“Ben seni Adana’da biliyordum.” dedi.
“Şimdi de buraya getirdiler.” dedim.
“Ya işittim.” dedi. “Mansıbın da büyümüş! Aferin, böyle olmalı. Ben bilseydim seni gelince arardım. Ben iki aydan beri buradayım. Bizi süründürüp duruyorlar. Olmaz olsaydı, o Samsun’da bir yol aldıktı, daha onun peşinde koşar dururum. Samsun bizi bıraktı, ben Samsun’u bırakamıyorum.”
“Ne o? Sen şimdi Samsun’da değil misin?”
“Değilim ya!.. O zaman bize Samsun’dan yer verdilerdi ya, sonra ‘Yanlış oldu.’ dediler bizi Ayvalık’a kaldırdılar. Oyun, oyuncak yoldaşım! Bir yol gene caymasınlar da ben razıyım. Ben o Samsun’u kendim de istemiyordum.”
“Güzel ama şimdi de ikiye bölündünüz, güvey kaldı Samsun’da.”
“Ne güveyi? Biz onun yularını çoktan sardık!”
“Ne, güveyinden ayrıldın mı?”
“Kızı ayırdık be!”
“Yaa!”
“O düpedüz deliymiş be! Ben, onu bizim gibi sarhoş sandımdı. Sahi sen o zaman söyledindi ya, ben anlamadım. O lakırdı edemiyor. Bir hafta, iki hafta baktık a-ah, ne eve ayık geliyor ne evde ayıyor. İşinde de bir arkası varmış, onun için tutuyorlar. Bizi, o Karaferyeli yaktı. Üç haftalık mı dört haftalık mı gelindi, kızı ayırttık.”
“Eh, ne yapalım olmuş bir şey.”
“Ya, sorma başıma gelenleri. Yengen de onun üstüne hastalandı mı sana! Karnında ur çıktı. Hekimler burada olmaz dediler. Aldık getirdik İstanbul’a; baktılar, birtakımı ‘Ameliyat.’ dedi birtakımı da ‘Sakın, ameliyat olmaz.’ dedi. Viyana’ya götürelim dedik. Neyse, kızın dil bilmesi burada işe yaradı; kalktık gittik. Orada baktılar, ‘Götürün memleketine.’ dediler. Senin anlayacağın istiska olmuş. Getirdik iflah olmadı, iki hafta sonra öldü.”
“Vah vah, başın sağ olsun. Ben bilmiyordum.”
“Dostlar sağ olsun.”
“E, şimdi kız kiminle oturuyor?”
“Hiç, yanında bir kocakarı var. Şimdi Ayvalık’ta evimiz var ya, onu bıraktık eve biz geldik buraya. On beş gün için geldimdi, sanki iki ay oldu buradayım.”
“İşin nerede? Belki benim tanıdıklarım çıkar sana yardım edeyim.” dedim.
“Çok iyilik olur, Allah razı olsun. Benim işim nerede yok ki…
İskânda var, Nafıada var, Dâhiliyede var, bura belediyesinde var.
Var de…”
“İyi, bunları konuşalım. Ben burada çoklarını tanırım.”
Ertesi gün birlikte Nafıaya gitmeye sözleştik.
“Bereket versin bu İbrahim bizim eski tanıdık, yatak kirası için bizi sıkıştırmıyor. Yoksa benim için çok sıkıntı olurdu.” dedi. “Sen bu ev sahibini tanıyor musun?”
“Tanımıyorum. Gördüm ama konuşmadık. Bir arkadaşım burayı tutmuş, bana devretti.”
“Ben tanırım. Çok erkek oğlandır. Sen de bir yol tanıyınca seversin. Bu, eskiden otel tutardı. Ben de o zaman buraya sıkça gelir giderdim. Bunun otelinde kaldım, oradan tanışıyoruz.”
Biraz sustuk. Hasan Bey uzun uzun beni süzdükten sonra:
“Beeey!” dedi. “İnsan da bu kadar birbirini andırır mıymış? Seninle konuşurken valla Rıza ile konuşuyorum sanıyorum.”
Biraz sonra geçmişleri anlatmaya başladı:
“Buraları ne? Buraları çöl be… Burada tosbağalar susuzluktan geberiyor. Sen Sarıçalı meşelikleri gördün mü? Deh gözüm hey! Ormanın içinde gömgök dere akar, kol gibi turnalar atlar mı!.. Rakıyı okkayla içerdik. Koyun sütünü akşamdan sağar ayaza korlar ki iki parmak kaymak bağlar. Her sabah kömürcü kulübesinde taze kül pidesi pişirirler. Bu pide ile çiğ balı, çiğ kaymağı yer, tüfekleri alır, ava çıkardık. Sizin orada bir Delice su vardır. Baban orada bir bağ yaptırmıştı. Sen gördün mü orasını?”
“Bilirim. Bağ keleme olmuştu, bakılmamış.”
“Haa, orası mamur bağdı. Onun sefasını rahmetli Rıza ile biz sürdük. Oraların dili olsaydı da sana söyleseydi. Yıllar tez geçti aşnam işine bak, kocadık gitti.”
Hasan Bey bu akşam Ayaşlı ile yemek pişirmişler, beraber yiyeceklermiş. Halide geldi, yemeğin hazır olduğunu söyledi. Hasan Bey:
“Hadi, geliyorum.” dedi.
Sonra bana:
“Yemek yemedinse buyur, yiyelim. Biz çok akşamlar, İbrahim’le burada pişirip yiyoruz, burada içiyoruz.” dedi.
“Ziyade olsun, ben yedim. Ben de biraz okuyayım.” dedim. Hasan Bey gitti.

4
Ayaşlı benim yanımdaki odada oturuyor. Kapıdan girince insan kendini Semercinin hanında bir odada sanır: Solda yere serilmiş bir yatak. Bu yatak bazı günler dürülüp köşeye kaldırılır bazı günler de serili kalır, Ayaşlı üstünde oturur. Kapı arkasında su testisi, ağzında mavi maşrapa kapalı. Kapı karşısında pencerelerin önünde yere serili bir yatak daha… Bunda Ayaşlının oğlu yatar.
Yerde Kırşehir örneği üç halı seccade… Bir köşede üstü renkli teneke kaplı bir sandık, bir eski bavul, kapağını Ayaşlının kendi kösele parçalarıyla mıhladığı bir gaz sandığı. Bunu Ayaşlı çamaşır dolabı gibi kullanır. Üstünde oturduğu zaman soluk pembe yorgan boydan boya yatağın üstüne serilir daha üstüne de yerdeki seccadelerden biri yayılır. Yatağın baş ucunda, duvarda asılı bir saz. Keyfi yerinde oldu mu, Ayaşlı saz çalar. Evde kalorifer, elektrik ve mutfakta hava gazı varken Ayaşlı, kahvesini mangalda pişirir. Bu sac mangal, Ayaşlının odasıyla mutfak arasında gezer durur, bu yüzden sabahları bütün bizim bölükte kömür kokusu duyulur. Faika söylenir, herkes söylenir, Ayaşlı aldırmaz.
İlkin gördüğüm zaman Ayaşlının odası, bu anlattığım gibiydi. Biraz sonra Ayaşlı odaya, iki kişilik çok eski, çok mükellef bir ceviz karyola ile konsolu çok yüksek; gene cevizden çerçeveli bir endam aynası, bir de yuvarlak orta masası getirdi, koydu. Bu yüksek konsol ile aynası ancak bir çifte merdivenin orta sahanlığına konulmak için yapılmış olabilir. Yoksa bir sandalye üstüne çıkmadıkça insan aynada yüzünü göremez.
Ayaşlı, birçok işleri arasında yukarı çarşıda da bir eski eşya satan dükkâna da ortaktır. Bu karyola ve ayna, konsol oraya kelepir düşmüş. Meraklısına düşerse bunların tatlı satılacağına inanan Ayaşlı, işe tav vermek için eve getirmiş. Satılıncaya kadar da kendisi üstünde yatacak, ömründe bir keyif sürmüş olacak. Birini getirip aynanın çerçevesine, karyolanın tahtasına, masanın kenarlarına yaldız çektirdi; sonra uzağa çekilip baktı, beğendi. Ayaşlının yatağını, soluk pembe yorganını, geniş somyanın ortasına koydular; pek hoş düşmedi ama eh, o kadar kusur kadı kızında da olur!
Ayaşlı bu yanındaki oğlunu okutmak için getirmiş ancak nedense onu mektebe yollamaz. Oğlan evde okuyacak, sene sonunda mektebe gidip imtihan verecek. Haftada bir-iki kere kılıksız bir adam gelir, sanki çocuğa ders gösteriyor. Babası evden çıkınca bu oğlan, Faika’nın odasındadır. Akşama kadar oradan çıkmaz. Faika’nın misafiri olursa mutfakta gününü geçirir. Sessiz bir çocuk gibi görünürse de Halide’nin kavlince çok terbiyesiz imiş, kabaca el şakası yaparmış. Bu çocuğun adı, Numan’dır. Haftanın üç-dört gecesinde Hasan Bey’le Ayaşlı oturur, içerler; Ayaşlı çalar, Hasan Bey de o gür sesiyle okur; bu çocuk onların yanında yatağının üstünde, iki büklüm, elinde bir kitap sanki derslerine çalışır. Birkaç kere:
“Bırakın bu çocuğu gitsin, başka odada çalışsın.” diye işlerine karıştım. Ayaşlı da benim hatırım için çocuğa izin verdi ama isteyerek değil. Sonra ben de bu yaşayışa alıştım, söylemez oldum.
Bu oda içinde yaşayan Ayaşlı, kendisi Hasan Bey gibi uzun boylu, o da Hasan Bey gibi yaşça ellisiyle altmışı arasında, o da dinç, o da uzun bıyıklı, yalnız Hasan Bey kumral, Ayaşlı ise esmerce, Hasan Bey çakır denecek kadar mavi gözlüdür, Ayaşlı ufacık, kara gözlü ve gürce uzun kaşlı. Bu kaşların altından bakarken Ayaşlı sanki gizli bir yerden bakıyormuş gibi sanılır… Ayaşlının yüzünde hafif çiçek bozuğu da vardır. Hasan Bey’in ağzında dişleri tamamdır. Ayaşlı ise bu son yıllarda hemen bütün dişlerini çıkartmış, ağzına takma diş koydurmuştur. İçlerinden birkaçı altın olan bu takma dişler, Ayaşlının ağzına bol gelir; birini dinlerken ağzında bu dişlerle oynar, konuşurken çok zaman dişleri de düşer ama Ayaşlı bunlara aldırmaz, yenisini de yaptırmaz.
Bir zamanlar Ayaşlı, tepesindeki saçları tıraş ettirdi. Şimdi berberler onu Amerikan usulünde, tepesinde saç bırakarak tıraş ediyorlar. Şapkasını çıkarınca altından seyrelmiş; kirli, yağlı biraz saçın önden arkaya doğru yattığı görülür.
Bunlar yalnız berber dükkânında tarak yüzü görür, kalan zamanlarda Ayaşlı bunları parmaklarıyla tarar.
Ayaşlı, üstünün başının temizliğine de bakmaz. Tıraşı bir haftalık olmuş, aldırmaz. Kendi tıraş olduğu günlerde, çenesinde sakalından kıllar kalır. Giydiği süpürülmez, ütülenmez. Bir kat temiz elbisesi bulunmaz; arkasında ne varsa odur. Giydiği pek eskirse bir yenisini alır, giyer. Yalnız aldığı şeylerin iyisini almaya çalışır.
Üvey babasının temiz gezmemesi Faika’ya dokunuyor. Onun zoru, yalvarmasıyla Ayaşlının son zamanlarda biraz giyinişi, yaşayışı değişiyor. Bir gün boynunda bir ipekli mendil gördüm. Bir gün de Faika yeni bir kat elbisesini Halide’ye ütületti.
Hasan Bey’le Ayaşlının boylarında, soylarında, birbirine benzeyen yerleri olduğu gibi yetişip büyümelerinden, huylarında da bir benzerlikleri vardır. Bunların ikisi de köy beylerinin çocuklarıydılar. Köyde doğmuş, bey olarak büyümüşlerdi. Eğer zaman yaşatmak isteseydi, bunların ikisi de birer derebeyi olacaklardı. Hayat bu yolları kapadığından Hasan Bey kahve dedikoducusu, kabadayı, iş adamı; Ayaşlı da hilekâr, alışverişçi oldu.
Ayaşlı, Kastamonu yakınlarında bir köyde doğmuştur. Babası Battal Bey oğullarından Hüseyin Bey’dir. Daha bugün bile kendi köyünde Ayaşlıyı, İbrahim Bey diye çağırırlar.
Ayaşlı, babasının sağlığında bir aralık Kastamonu’da medresede, birkaç zaman da rüştiye mektebinde okumuş, babası ölünce anası alıp kendisini köye götürmüştür. Ayaşlı köyde baskısız kaldı, anasını dinlememeye başladı; içti, haşarılık etti. En sonunda bir düğünde bir kadının, bunun tabancasından çıkan bir kurşun ile yaralanıp ölmesi yüzünden, beş sene hapse mahkûm ettiler, hapse kodular. Bir zaman anası bu ölen kızı Ayaşlı için istemiş, kızın da başkasına varmış olmasını delil tuttular. Bunun bir kaza olduğu kimseye anlatılamadı.
Ayaşlı, beş ay hapiste tutsak kaldıktan sonra dört arkadaşıyla bir gece kaçtı, dağa çıktı. O zaman kendisine Battalın İbrahim diyorlardı. İki yahut üç yıl Kastamonu, Çankırı, Bolu arasındaki dağlarda gezdi. Çoklarının evlerini basıp paralarını aldı. Para için çocuklarını dağa kaldırdı. Yolları kestiği oldu. Köylülerin işlerine karıştı: Birinin parasını, malını, bir zorbanın elinden alıverdi; bir dul karıya biraz para verdi, iki köy arasında çok eskiden kalma bir baltalık kavgasını bitirdi; kendisince oralarda hükûmet eder oldu ama bu her gün korku içinde, tetik yaşamak da onu yordu, usandırdı. Valinin biri bunları dağdan indirmek istiyordu: “Gelsin, teslim olsunlar, suçlarını bağışlatayım.” diye haber yolladı. Vali yiğit bir adam diye anılıyordu; ona güvendiler, teslim oldular. Suçları bağışlandı. Ayaşlıyı zaptiye çavuşu yazdılar. Bugün bile birçoklarının ona, “İbrahim Çavuş” demeleri bundandır.
Ayaşlının uslu durmayacağını, gene dağa çıkacağını söyleyenler oldu ama aslı çıkmadı. Ayaşlı biraz sonra Ayaş’a kalktı. Orada tahsildar oldu, vergi kâtipliği etti. Biraz daha sonra hükûmet hizmetinden çıkıp aşarcılık etmeye koyuldu. Bu sırada Balkan Muharebesi çıktı, askere gitti.
Gelibolu taraflarında bulundu. Dönüşte Ayaş’ta bir arzuhâlci dükkânı açtı, bir yandan da köylerden ekin toplamaya, alıp satmaya başladı. Büyük muharebede yeniden asker oldu. Bir hastanede hademelikten başladı, idari memuruna yamaklığa çıktı. Bugün elindeki paranın anası buradandır.
Askerden çıkınca birkaç sene, burada bir hanla bir otel tuttu. O zamanlar otelcilik para bırakıyordu. Sonraları daha yeni daha temiz oteller açılınca Ayaşlı onlarla yarışamadı, oteli başkasına bıraktı. Elinde yalnız han kaldı. Şimdi bu hanı işletiyor, kesene işlerine girişiyor, mekteplere ekmek veriyor; Trabzonlu bir ortakla bir eskici, koltukçu dükkânı işletiyor. Bu işler arasında bu oturduğumuz apartımanı da kiralamış, buradan kazancı yalnız bedava oturmak oluyor.
Ayaşlının yaradılışının en göze çarpan yeri, parayı kazanırken başka, yerken başka adam olmasıdır. Parayı kazanırken Ayaşlı; sert, haydut, aldatıcı, acımaz bir adamdır.
Kazanmak için bu haksızlıkları yapmak da doğru olduğuna inanır; yalansız, dolansız alışveriş olur mu? Doğru alışverişi sen yapsan başkaları yapmaz. O kazanır sen ağzını havaya açarsın, der.
Kazanmak için Ayaşlının yaptıklarının yüzde birini, Hasan Bey’e yaptıramazsınız. Hasan Bey, rüşvet alan memurlara kızar, köpürür; Ayaşlı ise rüşvet almayan yahut rüşvet alıp da gene işi bitirmeyen memurlara kızar.
“Bunların ellerinden iş çıkmaz ki!” der. “Ne kendilerine hayırları var ne başkalarına.”
Bir gün kendi işlerini anlatırken diyor ki:
“Benden para almadı; sözüm buradan dışarı, be pezevenk, diyesin, başka birinden al da onun işini yap, hiç olmazsa bir fıkara da birkaç para kazansın! Bunlara baksan herkes acından ölmeli! ‘Fesat karıştı.’ diye kâğıtları bozmuş…”
Ayaşlıya göre, bir memur da pazarda bir dükkâncı gibidir. Rüşvet alıyorsa eh, o da geçinecek… Bir memur rüşvet alır da işi yapmazsa bu, bir bakkalın parayı alıp malı vermemesi gibidir. Gözünü açmalı, malı kaptırmamalı… Bir iş için başka biri çıkar da daha fazla verirse eh, hakkıdır. Sen daha çok vereydin!
“Ben elli kâğıt verecek oldum, altmış diye haber yollamış. Benden sonra Hacı’nın oğlu gider, yetmiş verir, alır. Ertesi gün ben öğrendim, yetmiş beş verdim: ‘Ona söz verdim, olmaz.’ dedi. Seksen de versen doksan da versen kurtarırdı. ‘Akşamdır, kimse gitmez.’ dedim, kabahat bende oldu. Neyse kısmet onunmuş.”
Ayaşlı için, “hükûmet” demek memurlar demektir. Büyük memurlar ve küçük memurlar toplanır, adına hükûmet derler.
“Memurluk kazançlıdır, derler ya kulak asma! Çoğu borçludur. Aldıklarını karıları yer. Onlarda karılar vardır, fil gibidir; birini bir köylü toplansa doyuramaz!”
Ayaşlı, bu söylediklerine inanır ancak inandıklarını her yerde söylemez. Çok konuşmaktan hoşlanmaz. Dinler.
Kalabalık bir yerde, tanımadığı adamların yanında büsbütün susar ve bu huyunda Hasan Bey’den çok ayrılır. Hasan Bey söyleyip herkesi ağzına baktırmak ister. Her zaman hükûmetten şikâyetçi olması, hiçbir işi beğenmemesi, biraz da bunları herkesin isteyerek dinlemesindendir.
Hasan Bey dinleyen bulursa devletler arasındaki yüksek siyasetten de konuşur. Alman Fransız’a demiş ki: “Beş yıla varmaz gene kapında biterim, ver artık benim kralımı!” Fransız da Alman’a demiş ki: “Ver sen paraları, al kralını. Eğer sen de bir daha belini doğrultursan gene gel, buyur!”
Kazandıklarını yerken bu iki adam, birbirine çok benzerler. Bunların ikisi de yalnız yemekten, içmekten hoşlanmazlar. Birlikte yenilen yemeğin parasını ikisi de kendileri vermek isterler. Hasan Bey olsun Ayaşlı olsun, yanlarına birini takmadıkça aşçı dükkânına girmek istemezler, rakı içirirler. Köylülerinden biri gelse Ayaşlıdan para istese boş çevirmez, yeter ki bu alışveriş olmasın…
Kahramanlıktan, batırlıktan, yiğitlik hikâyelerinden ikisi de coşarlar. Bir gece Ayaşlıya bir misafir gelmişti. İzmir muharebelerini anlattı; ikisinin de dudakları titredi, az kaldı ağlayacaklardı.

5
Bu odaya taşındığımın haftasında; bir sabah işe gitmek için odamdan çıktığım zaman, koridorun loşluğunda, yerde bir kadının yattığını gördüm; sokuldum. Halide, bayılmış yatıyor. Hemen Faika’nın odasının kapısını vurdum. Ayaşlı ve Fuat evde imişler. Koştular, Halide’yi Faika’nın odasına kaldırdık. Biraz sonra ayıldı.
“Bunu bir hekime götürmeli…” dedim.
“Evet, göstermeli. Fuat gitsin, çağırsın.” dediler.
Fuat da şapkasını aldı, gitti. Ama ertesi sabah gene ortalıkta dolaşan Halide’den anlıyorum ki Fuat gitmiş, onların dedikleri hekimi yerinde bulamamış. Haber bırakmış, hekim de şimdiye kadar gelmemiş.
“Seni, ben bir hekime yollasam gider misin?” dedim.
“Giderim. Niye gitmeyeyim?..” dedi.
Halide’nin eline bir mektup verdim, benim en yakın arkadaşım olan Doktor Fahri’ye yolladım. Ertesi gün Fahri bana şu mektubu yazdı:

İki gözüm,
Gönderdiğin kadına baktım, bizim mütehassıs arkadaşlara da baktırdım. Çocuk dört aylık kadardır. Düşürmek için anasının içtiği türlü pisliğe, türlü süprüntüye aldırmayarak yerine oturmaktadır. İyi bakılmak ister. Hastanede kalmak is temiyor. Ben kanı kesmek için ilaç verdim. Çocuğu düşürmek için bana yalvardı. Bundan evvel de bir çocuk düşürdüğünü söylüyor. Ciğerlerinde bir şey yok. Ateşi bugün yarın düşer, sanırım. Düşmezse gene gelmesini söyledim.
Bu gece bize gel, sana kendi yaptığım şaraplardan içireceğim. En yüksek, Ren şaraplarından daha üstün değilse beş paranı almam. Allah aşkına gel… Tembellik etme, bekliyorum.
    Fahri Rıza
Halide’nin gebe olacağını nedense hiç düşünmemiştim. Bunu Faika’nın bilmesi gerekti; onlar da hiçbir şey açmadılar. Böyle kadını az, erkeği çok bir yerde, tek başına yaşayan genç bir kadını boş bırakırlar mı? Ben bunu bilmeliydim. Ertesi gün Halide odama geldi. Ben daha bir şey açmadan, o sordu:
“Doktor mektup yazacaktı, ne yazmış?” dedi.
“Senin çocuğun varmış da niye söylemiyorsun?” dedim.
“Nesini söyleyeyim? Başıma bir kazadır geldi.” dedi. “Ben onu düştü sanıyordum, düşmemiş. Hekim görünce anladı.”
Biraz durduktan sonra:
“Hekim ne yazıyor?” diye sordu.
“Hekim diyor ki çocuk düşerse anasını da beraber mezara sokar.”
“Aman hekimler hep öyle söylerler, bir şeycik olmaz. İstanbul’da olsaydı ben onu çoktan aldırtırdım. On yedi liraya alıyorlar. Burada otuz beş istiyorlar. O doktor sizin arkadaşınız, ne olur sevabına beni kurtarsın!”
“Ben yapamam kızım, can pazarı bu.”
“E, ben şimdi her gün ölüyorum ya! Acıyorsanız bugün de acıyınız.”
Ses çıkarmadım. Gene o dedi ki:
“Beni kucağımda çocukla kim çalıştırır? Açlıktan ben de ölürüm, çocuk da…”
“Sen onu, çocuğu yaparken babasına anlatmalıydın.”
“Söylemedim mi? Kaç kere söyledim. Benim çocuğum oluyor, dedim. Bana, ‘Olsun, olsun.’ dedi. Cemile ne iyi!.. Eskiden hastalık almış, şimdi hiç çocuğu olmuyor. Ben kırk yılda bir halt edecek olsam yüzüme gözüme bulaşıyor.”
Biraz sustuktan sonra:
“Gelsin, cevabı dikeceğim! Ya bana baksın yahut otuz beş lirayı verip çocuğu aldırsın. Ben çocukla kimin kapısına sığarım? Eğer dinlemezse ben de müdürüne kadar çıkarım.”
“Müdür ne yapacak? Sen başına geleceği, gebe kalmadan düşünmeliydin.”
“Gebe kalmadan düşünmedim mi? Söyledim diyorum ya! Kadın kısmının elinde ne var?”
“Seni zorla dağa kaldırmadılar ya, olmaz diyeydin.”
“Söylemek kolay! Hasta oldum, bana bir kış baktılar. Tek başına yaşamak kolay mı?”
“Ha, çocuğun babası o maliyedeki adam mı?”
“O ya, olmaz olaydı!”
Maliyedeki efendi ona bir kış bakmış ama bedava değil! Bana onun için bu adamı soruyormuş! Meğer bu hanım, o hayırsever adamın çocuğunu karnında taşıdığı için onu düşünüyormuş. Kim bilir daha evvelki hastalığı da nedendi?
“Eh!” dedim. “Adamakıllı bir koca bulup otursaydın!”
“Koca nereden bulunur?” dedi. “Alıyorlar mı? ‘Halide Hanım metres oturalım, sonra nikâh ederiz.’ diyorlar. İşte bir odacı var; Erzincanlı imiş, peşim sıra dolaşıp duruyor. Metres gideyim mi?”
“İşte gitmişsin ya, buna da git!”
“A a, ne zaman gitmişim?”
“Karnındaki çocuğun babası nikâhlın mıydı?”
“Olmasın. Başıma bir kaza geldi. Metres oturmadım ya.”
“Ne farkı var?”
Halide yüzüme baktı, alay edip etmediğimi anlamak istedi. Anlıyorum ki birinin kapatması olmak, birinden nikâhsız bir çocuk almaktan daha ağır, daha çok ağır. Halide böyle düşünüyor. Ama bunun niçin olduğunu anlayamıyorum…
“Ne farkı var olur mu? Ben açlıktan geberirim de gene elin kötü karıları gibi metres oturmam. Elin itlerinin eğlencesi miyim?”
Biraz durduktan sonra:
“Kocaya varmadımsa kabahat benim mi? Sen bunları çıkaranlara söyle.”
“Neleri çıkaranlar kız?”
“İşte boşanma kalktı ya!”
“E, boşanma kalktıysa kötü mü oldu?”
“Kötü oldu ya, herifler şimdi almıyorlar işte!”
“Almıyorlar mı? Ortalık az evleniyor sanıyorsun!”
“Canım, hanım olanlara, anası babası olanlara göre ne var? Bu zaten onlara yaradı. Benim gibi kimsesizleri alan var mı?”
“Eskiden alsalardı bile usanınca bırakıyorlardı. Onu da söylesene!”
“Bıraksın, alıyordu ya! Hiç olmazsa çocuğun babası olurdu.”
“Sana da şimdi bu çocuğun babasını belli et diyen mi var? İstediğinizi yapıyorsunuz, istediğiniz yerden çocuğu alıyorsunuz; karışan, görüşen yok. Sonra da kabahat başkalarının oluyor.”
“Olur ya, bu serbestliği kim istedi?”
“Kim istedi?”
“Siz, beyler istediniz. Gene de sizlere yaradı. Sizin hanımlar bir çocuk aldırmak istese hekimler, birbirini çiğnerler. Ben yalvarıyorum da kimse aldırmıyor. Bunun babası benden sıska, bu çocuk doğacak da çok düğün, bayram olacak. Bana, çocuğu düşüremezsin, diyorlar. Bakalım, doğurabilir miyim? Yarın lohusa olunca bir tas çorba getirecek var mı?”
“Olsa gerek…”
“Kim? Babası mı? Allah onun canını alsın. O, beni düşünseydi bugüne kadar kor muydu?”
Biraz durdu, sonra:
“Adamın kısmeti olmalı…” dedi. “Bak Cemile’ye!”
“Ama Cemile metres oturuyor.” dedim.
“Korkma, nikâhları var.” dedi. “Eğer bıraksalar herif onu, karısının üstüne alacak. Bırakmıyorlar, onlar da imam nikâhı yaptılar.”
Söyleyeyim ki: Ben Halide’den, bizim bankada Cemile adında bir kız ile bunun Feyyaz Bey adında bir “amanı” olduğunu öğrenince bunların kimler olduklarını görmek istedim.
Cemile güzelce, körpece bir kız. Halide’den çok güzel, çok oynak… Bu, Feyyaz Bey’den daha iyisini bulduğu gün hemen yeni dostuna kaçacak bir çiçek!
Feyyaz Bey’e gelince salonun büyük kapısı önünde durup gösterdiler:
“Bakınız, o köşede çıplak kafa görünüyor ya, işte o!”
Baktım iri bir deftere gömülmüş; saçsız, kocaman bir kafa! Görseniz hiç ummazsınız. Nasıl da güzel yolunu bulmuş; kızı bankaya hizmetçi, kendine de metres!.. Banka şerefine oooh! Allah sağlık versin. Neler dönüyor da bizim haberimiz yok.
Cemile’nin her zaman yüzü gülüyor belli ki yaşayışında eksiği yok. Halide’ye söyledim:
“Cemile’yi gördüm.” dedim. “Sen onun gibi birini niye bulmadın?”
“Ah…” dedi. “Nerede bende o talih!”
“Seninki kaç para aylık alıyor?”
“Bilmem, kendi söylediğine bakılırsa elli lira alıyormuş.”
“Evinde kaç kişi var?”
“Bir kız kardeşi, bir kendi. Başka kimseleri yok. Kız kardeşi de beni tanır eğer istese onların yanında ben de olurum.”
“E, güzel ya! Git söyle seni yanına alsın.”
“Nikâh etmezse ben gitmem. O da nikâh etmiyor, ‘Ben kız alacağım.’ diyor.”
“Seni sevmiyor mu?”
“Adam sen de! Öylesinin sevmesinden ne olacak. Daha çocuk desen çocuk! Sizden genç. Genç adamın sevgisine inan olur mu?”
“Ya, demek gençlerin sevgisine inanılmaz ha?”
“Olmaz ya, hem bu öyle adam değil canım, mektep çocuğunun biri.”
“Sen de turnayı gözünden vurmuşsun!”
“Ne yapayım, bana çok iyiliği vardır. Benim yüzüm tutmaz.”
“Kız alacağım demesi kötü!”
“Aman alsın. Kimi isterse alsın, beni bu piçten kurtarsın da…”
Halide’nin gözdesi olan bu çocuk, birkaç gün için İzmir’e gitmiş. Gelince Halide ona anlatacak, diyecek ki: “Ya doğuncaya kadar bana bakarsın, sonra da çocuğu alır, ne yaparsan yaparsın yahut otuz beş lirayı verir, çocuğu aldırırsın. Olmazsa müdüre kadar, büyüklerin kim varsa çıkıp söylerim.” Dairesine gidip onu rezil edecek. Son söz bu!

6
Halide, bizim Fahri’nin verdiği ilaçları alınca biraz düzelir, canlanır gibi oldu ama bu canlanışı, Hasan Bey’in bitişiğindeki odada oturan eski konsoloslardan Şefik Bey’e yaramadı. Aralarında bir kavga oldu; Halide, Şefik Bey’i dövmeye kalktı.
Şefik Bey, Halide’ye çamaşır yıkatmış, parasını vermemiş. “İki gömleğim paralandı, bir çorabım kayboldu.” diyormuş. İş yalnız bununla kalsa Halide aldırmayacakmış, nasıl ki bir aydır hiçbir şey söylememiş. Ortada böyle bir anlaşmazlık varken bir de bir akşam, Şefik Bey’e iki genç çocuk misafir gelmişler. Bir masa örtüsü istemiş. Halide, üst katta oturan Yahudi madamın hizmetçisinden eğreti bir örtü almış. O gece bu yeni örtüyü, hem yakmışlar hem şarap döküp lekelemişler. Halide, Şefik Bey’e bu örtüyü ödemesini söylemiş. Şefik Bey aldırmamış, aradan biraz geçince Yahudi madam, örtü yüzünden hizmetçisine yol verecek olmuş. Halide bunu duyunca hemen Şefik Bey’e koşmuş. Şefik Bey de Halide’yi odasından kovmuş. İş buraya gelince Halide deli gibi olur, ne yapacağını bilmez; Şefik Bey’in yüzüne atlar, tırmalar, boğazını sıkar; aynalı dolabın kapağına bir tekme atar, aynayı kırar ve kapak parçalanır. Şefik Bey’in bir pardösüsünü eline geçirir, yakasını, ceplerini yırtar; Şefik Bey yaşlı adam, korkar, bağırmaya başlar. Faika, kaynanası ve Ayaşlının oğlu yetişir, Şefik Bey’i Halide’nin elinden alırlar.
Bu kavga öğlenüstü olmuş. Akşam eve geldiğim zaman daha Halide ağlıyor, öfkesini yenemiyordu. Şefik Bey, Ayaşlının odasında oturuyor; eli ayağı titriyor, kendi kendine homurdanıyordu. Ayaşlının ne kadar tütünü varsa içmiş, ben gidince benim pakete sarıldı.
“O karı bu evde varken ben bu evde durmam. Beni öldürür. Ben polise haber vereceğim.” diyor.
Ayaşlı da pişkin pişkin, onun suratına bakıyor:
“Canım şu örtünün parasını olsun versen.” diyor.
“Vermem, niye vereyim? Örtü yanıktı.”
“O da kimsesiz, yoksulun biri.”
“Yoksul ama beni öldürecekti.”
“Yok canım, nasıl öldürür? Bir sıkımlık canı var. Sen dağ gibi adamsın!”
“Hıı, yakalasın seni boğazından da bak!”
Halide de Faika’nın odasında bir köşeye büzülmüş ağlıyordu. İşin kötüsü, yukarı katın hizmetçisini kovacaklar. Bir çare bulalım diye düşünürken Hasan Bey geldi. İşi dinledikten sonra:
“Parayı biz verelim, yazık o zavallı da işinden olmasın. Nedir, atla deve değil ya!” dedi.
Parayı ben verdim, Ayaşlı da yukarı çıktı. Yahudi madamdan rica etti ki hizmetçiyi kovmasınlar. İş basıldı. Bunlar Ayaşlının odasında, Şefik Bey’in gözü önünde oldu. O somurtmuş oturdu, hiç sesini çıkarmadı, sanki işitmedi. Sonra Ayaşlı ile Hasan Bey mezelerini hazırlayıp çilingir sofralarını kurdukları zaman o da sokuldu, içmeye başladılar.
Faika’nın kaynanasının sözüne bakılırsa Şefik Bey her akşamüstü uğrayıp Ayaşlı ile Hasan Bey’in akşam yemeğine hazırlıkları var mı diye bakıyor; varsa kalıyor yoksa çıkıp gidiyormuş. Ayaşlı ile Hasan Bey onun huyunu biliyorlar. Hasan Bey, biraz kızıyor. Ayaşlı aldırmaz görünüyor. Ayaşlı, oda kirasını da doğru dürüst alamıyormuş. Ben, sofra örtüsü parasını verirken bana dedi ki:
“Halide aynayı kırdı, bana ziyan oldu!”
“Niçin?” dedim.
“E, nasıl olsa Şefik Bey kirayı vermeyecek, eşyası bana kalacaktı!”
Şefik Bey; orta boylu, eskiden şişmanca iken şimdi biraz bozulmuş, yanakları sarkmış, ucu kırmızı ufak burunlu, göz kapaklarının altı sanki su dolu imiş gibi şişkin; tepesi saçsız, yandan saçlarını uzatmış, kafasının dazlak yerini bu saçlarla kapamak istemiş, bu yağlı saçlar tepesinde çile çile toplanıyor, kafanın yağlı parlak derisini sanki örtüyor. Sağ elinin iki parmağı cigaradan, tentürdiyoda batırmış gibi koyu tarçın rengi almış. Üstü başı eski değil yalnız lekeli, en yeni giydiğinin de yakası yağlı.
Şefik Bey, Arnavut bir baba ile Lübnanlı Arap Hristiyan bir anadan İstanbul’da doğmuş, babasının sağlığında İstanbul’da, babası öldükten sonra Beyrut’ta Frenk papazlarının yanlarında okumuş, yirmi yaşlarında iken o zaman büyük bir hizmet sahibi olan Lübnanlı bir tanıdığın yardımı ile Hariciye Nezaretine alınmıştır. O zamandan bugüne kadar kaç sene geçti? Bu hesap biraz karışık! Bir zaman onu tekaüde çıkarmışlardı; geldi çalıştı, çabaladı, eh eski arkadaşların ne kadar olsa aralarında bir arkadaşlık gayreti olur!..
İşine bakıldı, anlaşılmış oldu ki daha yaşı altmış olmamış, tekaüt zamanı da gelmemiş. Ondan sonra yeniden konsolos oldu ise de bir köşede rahatça bir hizmet edemedi. Konsoloslukta balık kurutuyormuş! Bunu görmüş, yazmışlar. Şefik Bey’i geri çağırdılar; iş vermediler, tekaüt de etmediler, birkaç yıl ufak bir para ile sürttükten sonra kendi tekaüdünü istedi. Gitti, bir yolunu buldu, yabancı elçiliklerden birine tercüman oldu. Şimdi çok az bir para ile bu tercümanlığı ediyor ve bir gününü bekliyor ki yeniden Hariciyeye girsin, konsolos olup gitsin.
“Zamandır bu…” diyor. “Bu devir de böyle gitmez. Biz çoklarını gördük. Benim de hakkımı arayacağım gün gelir.”
Şefik Bey’in ilk karısı, Viyana’da tanıyıp aldığı Almanlaşmış bir Hırvat kızı idi. Bu kadından iki erkek çocuğu olmuştur. Kadın, Şefik Bey’le birlikte yaşadığı on iki sene içinde kavgasız gün geçirmemiş, sonunda onu hiç aramayarak ayrı yaşamaya başlamış, öldüğü zaman da birkaç ay Şefik Bey’in haberi olmamıştır. Çocukları, bir ekmek parası kazanmaya başladıkları güne kadar babalarını aradılar, kavga dövüş ondan biraz para aldılar. Sonra onlar da babalarını aramaz oldular. Bu çocuklar Viyana’da kalmışlardır. Bugün nerede olduklarını Şefik Bey bilmez. Şefik Bey de eli ekmek tutunca anasını bırakmış, kadın Beyrut’ta papazların yanlarında hizmetçilik ederek ölmüştü.
Kendisini tanıyanların söylediklerine göre Şefik Bey, kadınlardan hoşlanmazmış. Evinde kadın hizmetçi bile kullanmak istemezmiş. Viyana’daki kadından ayrı yaşamaya başladıktan sonra bir daha evlenmek istememiş. Yalnız bu son senelerde, başından anlaşılmaz bir evlenmek vakası geçtiği söylenildi. Şefik Bey genç dul bir kadın almış, bu kadına ev döşemiş. Kadınla ancak iki ay bir yerde yaşadığı, sonra kadının bunu eve almadığı söyleniyormuş. Bugün bile kadın nikâhında imiş. Uzun yıllar evlenmemiş iken bu koca yaşında evlenmek nereden aklına gelmiş? Kadın, niçin bunu dışarı atmış, buralarını çok açık olarak bilen yok. Dedikodu çok. Diyorlar ki: Şefik Bey, bu kadının oynaklığından istifade ederek bunu ötekine berikine satmak istemiş. Kadını da alırken iki ay içinde bir iş bulup Avrupa’ya bir yere gitmeyi şart koşmuş. İki ay içinde umduğunu bulamayınca kadın bunu evden kovmuş. Eşyayı da vermiyormuş. Bir iş bulabilse kadın gelecekmiş ancak Şefik Bey kendisi yaşlı adamsa da gönlü genç olduğundan her zaman gençlerle görüşür. Bu görüştüğü gençler de ahlaksız, huysuz, çapkın şeyler. Şefik Bey’i her yerde maskara ediyorlar, eğleniyorlar, hakkında türlü sözler çıkarıyorlar. Bence bunlara inanmak doğru değildir. Şefik Bey evlenmiş ise ihtiyarlıktan, bunaklıktandır. Hani bazı ihtiyarlara gelmez mi? Bu gençlerle düşüp kalkması da gene bunaklıktır. Kimseye on para vermez; onlara rakı içirir, ziyafet çeker. Ona ne eziyetler ne işkenceler ederler! Katlanır. Bunlar bence hep ihtiyarlığın sersemlikleri.
Bu dedikoduları çok dinledikten sonra işin doğrusunu kendisinden öğrenmek istedim. Sordum, hiçbir şey söylemedi. Yalnız bana değil, kimseye de söylemiyormuş. Yalnız evli olduğunu, kadına darıldığı için eve gitmediğini söyletebildim.
Bu ihtiyara bir yandan acıyorum bir yandan da Halide’nin parasını vermediğini düşünüp kızıyorum. Parası olmasa da vermese neyse!.. Ayaşlı onun epey parası olduğunu söylüyor. Bir gün de kendisi bana, bankaya gelmişti; para kurlarını sordu. Parası olanın soruşundan bellidir. Anladım ki frangın düşmesinden korkuyor. Birkaç gün sonra da İstanbul’a gitti. İhtiyar, dalgın, sersem gibi görünen Şefik Bey’i para işlerini konuşurken görseniz şaşarsınız. Diyebilirim ki para işlerini benden daha iyi biliyor, çok çabuk anlıyor. Başka işler konuşulduğu zaman ise bunak adamlara benzer. Bir söylediğini kırk kere söyler, sizin söylediklerinizi anlamaz. Mesela bakınız: Halide’nin kavgası olduktan birkaç gün sonra bir cuma sabahı, Faika’nın odasına gittim. Şefik Bey oradaydı. Benden sonra Ayaşlı, Hasan Bey, sekiz numarada oturan Abdülkerim Bey adında biri var o, geldi. Biz gelmeden Şefik Bey, Halide’yi kovması için Faika Hanım’a asılıyormuş. Biz oturduk, gene bu lakırdı açıldı, Şefik Bey diyor ki:
“Benim evde kaldığımı isterseniz onu buradan çıkarmalısınız.”
Faika pişkin, aldırmayarak cevap veriyor:
“Bir cahillik etmiş, siz onun kusuruna bakmazsınız!”
Şefik Bey korkutmak istiyor:
“Yoksa ben gider polise haber veririm.” diyor. “Bu evde benim hayatım tehlikededir derim.”
Faika sırıtıyor, alay ediyor:
“Böyle acıklı şeyler söyleme, polisin yüreğine iner.” diyor.
Hepimiz gülüyoruz. Şefik Bey niçin güldüğümüzü sanki anlamıyor, bize bakıyor. Ne düşündüğünü yüzünden anlamak mümkün olmuyor. Biraz durduktan sonra gene ilk söylediklerini söylüyor:
“Eğer benim bu evde kaldığımı isterseniz, bu kızı buradan kovarsınız. Benim hayatım tehlikededir. Bu kız beni boğar.”
Faika diyor ki:
“Ben varken sen korkma! Ben seni kurtarırım!”
“Gece sen nereden duyacaksın?”
“Duyarım ben, sen zile bas!”
“Ne olur, benim hatırım için kovun!”
Ayaşlı diyor ki:
“Kovarsak daha kötü olur Şefik Bey, senin için kovduğumuzu anlar; seni yolda çevirir, döver. O zaman ne yaparsın?”
“Benim için kovmuş olmayın!”
“Hem kovalım hem de yalan mı söyleyelim!”
Hasan Bey kızdı, dedi ki:
“Kovsunlar iyi ama kabahati nedir, onu anlayalım.”
“Kabahati beni dövdü, hepiniz gördünüz.”
“Dövdü ama iki gözüm, öyle dayağa canım kurban. Sen dayağı kat kat hak ettin.”
“Niçin?”
“Zavallı kızın hakkını yedin.”
“Getirsin çoraplarımı, parasını vereyim.”
“Örtüye ne dersin?”
“Onun getirdiği örtü yanıktı.”
Faika’nın kaynanası karıştı:
“Aaaa!” dedi. “Allah’tan kork! Yepyeni örtü idi. Biz burada baktık, işte Faika da burada. Öyle değil mi? Söylesene!”
“Eskiydi ben bilmez miyim?..”
Bu sözleri söyleyen ve dinleyen bir adamın ince ince para, kambiyo, kur hesapları yapmasına siz şaşmaz mısınız?

7
Apartımanımızın sekiz numarasında, bir ufak çocukları ile genç bir karı-koca oturuyorlar. Erkek, Abdülkerim Bey; alçarak boylu, esmerce, Moğolsu suratlı, güler yüzlü bir adam. Karısı İffet Hanım İstanbullu bir kız, İstanbul’un Üsküdar’ından imiş; rengi solukça, zayıfça bir kadın. Çirkin değil amma nasıl demeli, zavallı suratlı. İstersiniz de ona bir mevki veremezsiniz. Onunla konuşabilmek için, onu sevebilmek için değersiz tutmaya çalışırsınız. Belki akılsız… Bizim komşular, bu kadını güzel buluyorlardı.
Abdülkerim, Buharalı imiş, çok küçük yaşlarında İstanbul’a gelmiş, orada okumuş. Harbiye Mektebinden çıkmış; biraz hizmetten sonra çürüğe çıkmış, tekaüt olmuş. O zamandan beri burada odunculuk, kömürcülük ediyormuş. Harbiyeden çıkıp da alışverişte bir iş becerebilenler azdır. Abdülkerim’de babasından, dedesinden gelme bir istidat olsa gerek! Ayaşlının sözüne bakılırsa işi yolunda imiş, beş-on parası da varmış.
İffet Hanım, üç çocuk doğurmuş. Bunlardan ilk ikisi, yaşamamış ölmüş. Üçüncü çocukları, Turhan Mukimüddin adında; hasta suratlı, ağlamış suratlı bir oğlan. Sağ ve yanlarında. Ağlamadığı, huysuzluk etmediği saat yoktur.
Bu ana-baba, çocuk büyütmek, terbiye etmek nedir hiç bilmiyorlar. Rahatsız, çelimsiz, keyifsiz olan çocuğu büsbütün densiz ve huysuz edecek ne varsa hepsini yapıyorlar. Anası çocuğa darılsa babası okşuyor, anası çocuğa kızarsa babasına çatıyor, babasına kızınca çocuğunu dövüyor. Bu yüzden çocuk, anası babası için çekilmez bir ağrı, sancı, bir hastalık, bir baş belası olmuş kalmış. İkisi de çocuktan korkuyorlar. Oğlan ağlamaya başlayınca anasının eli ayağı soğuyor, sinirleri çekiliyor, o da ağlamaya başlıyor.
Kadın yalnız çocuğundan değil, kocasından da bezmiş:
“Koca isterler kocaya varırlar, anlasam bu koca neye yarar?” diyor. “Bir geçinmek değil mi? Adam çamaşır yıkar gene geçinir. Hiç olmazsa çocuk doğurmaktan da kurtulur.”
İffet Hanım, tekaüt olmuş bir küçük memurun kızı imiş. Daha çocuk denilecek yaşında, “Kısmeti çıktı.” demişler, bu adama vermişler. Gelin olmak, süslenmek kadınları avutur. Bunlar geçince İffet Hanım için evlenmenin bir tek iyiliği kalmış, o da geçinmek!
“Çirkin bir adam.” demiş.
“Erkekte güzellik aranmaz, huyu güzel olsun.” demişler.
“Sevimsiz.” demiş.
“Alışırsın, seversin.” demişler.
Kocası sinsi, kurnaz ve tilki bir adam. Bir kere olsun sevişmemişler. Bu karılığın kocalığın bir eğlencesi yok. Evlendikten birkaç ay sonra gebe olduğunu anlamış, yedi aylık bir çocuk doğurmuş. Çocuk birkaç saatten fazla yaşamamış. Hastalık, hekimler… Çekilmez işkencelere katlanmış.
Aradan birkaç ay geçtikten sonra ikinci çocuk… Anasının sütü yok. İnek sütü, emzik… Çocuk hasta. Hekimler besleyemiyorsunuz diyorlar. Nasıl beslemeli? Çocuk da o kadar sevimsiz ki anasının bile görecek gözü yok. Ne olacak? Üç aylık iken bu çocuk da ölüyor. Bir acı?.. Kocasını hekimler hasta buluyorlar, bakıyorlar; ilaç alıyor. Hastalık nedir? Bilmiyor. Biraz sonra bu üçüncü çocuk doğuyor. Babası adını, Turhan Mukimüddin koyuyor. Bir sütana tutuyorlar. Bir Habeş karısı… Çocuğu büyütüyor. İstanbul’da anasının evinde iken biraz daha rahattılar. Buraya gelip bir odaya sokulunca oğlan, çekilmez bir bela oluyor.
Kadına yeniden gebe kaldın deseler öyle sanılır ki çıldıracak, kendini öldürmeye kalkışacak. O kadar korkuyor. Kocasına da kızıyor. Her koca böyle midir? Bu ne duygusuz adam, yalnız kendisini düşünür. İffet Hanım gittikçe kocasından soğuyor, Faika ile kaynanası da İffet Hanım’a yardım ediyorlar, onun gözünü açıyorlardı. Ben buraya geldikten biraz sonra, gündüz gelip çocuğa bakmak için bir hizmetçi tutuldu. Her gün odalarını Halide’ye temizletip toplatmaya başladılar. Bundan evvel İffet Hanım kendisi topluyormuş. İffet Hanım’ın odasının karışıklığını, pisliğini Halide’den dinlemeli. Halide, söylenir söylenmez her şeyi bana anlatıyor. Bir gün dedim ki:
“Kızım, bunlar bir kadının gizli kalması lazım gelen şeyleridir. Bunları bana söyleyeceğine gidip kendisine öğretsene!”
“Sanki kendisine söylemiyor muyum? Geçen gün kocasının yanında söyledim. Ben hanım değilim ama böyle hanımlara da kendimi değişmem.”
Abdülkerim uysal bir adam, karısına bakmıyor, bakmak istemiyor; parasını kıskanıyor değil, bilmiyor. Karısı ona dikildikçe, karşı oldukça o alçalıyor, kadının istediklerini yapıyor. Belki kötü huylarından da geçiyor. Belki de karısı alışmış, o kadarına göz yumuyor, katlanıyor. Görünüşte odaları, yaşayışları düzeliyor. Bu iyileşme böyle kalır mı? Yoksa Faika ile kaynanasının dersleri arta arta kadını büsbütün baştan çıkarır, kocasıyla arasını açarlar mı? Abdülkerim gibi sessiz, sinsi adamların ne gün kızacakları ve kızınca ne yapacakları belli olmaz. Bir gün Faika ile konuşurken dedim ki:
“Bu kadın kocasını sevmiyor, bilmediği için ona katlanıyordu. Şimdi siz onun gözünü açıyorsunuz, ya günün birinde herif bunu istemez yahut kadın bir aykırılık eder de araları açılırsa sonra bu kadın ne yapar?”
Faika dudaklarını büktü:
“Daha kötüsüne mi düşer?” dedi.
“Şimdi genç kızlar koca bulamıyorlar, koca o kadar bol mu?” dedim.
“Varacak olduktan sonra bol ya! Hem bu öylesi değil, siz bilmiyorsunuz! Ben söyleyemem! Benim kocam olsa bir gün durmam. Hizmetçilik ederim de gene o herifle yaşamam! Kabahat, İffet Hanım’da.”
Bu gelin kaynana, ellerinden gelse kadını kocasından ayıracaklar. Bereket versin kadın o kadar ileri gitmek istemiyor. Kocasını kullanmaya, yola getirmeye çalışıyor.
Bir yandan da kadın kendi kıyafetini düzeltiyor. Buraya geldiği zaman uzun saçları vardı, bir gün Faika ile birlikte gittiler saçlarını kestiler. Biraz zaman sonra, bazı moda gazetelerindeki kadın başlarına döndü. Saçlar yapıldı! Korsa giydi. Göğsü yukarı kalkar gibi oldu. Eskiden yüzüne hiçbir şey sürmezken pudralamaya başladı. Dudaklar, tırnaklar yoluna girdi. Az zamanda Faika, Üsküdar’ın yoksul mahalle kızından, kendi cinsinde bir salon kadını çıkardı. Bu arada İffet Hanım, cigara içmeyi de öğrendi.
Bu işler yolunda giderken yolunda gitmeyen yalnız çocuktu. Gün geçtikte bu oğlan iyileşeceğine daha densiz, yaramaz oluyor, her gece, gece yarılarına kadar ağlıyor, bütün gece anasına babasına rahat vermiyordu. Ben az zamanda evde Ayaşlının kömür kokusuna, gece yarısı bir çocuk ağlamasına alıştım ve rahatsız olmadım. Çocuğa bakan hizmetçi kadın, onu götürmüş bir hocaya okutmuş; tespihten geçirmiş, “Kırk güne kadar bir şeyi kalmaz.” demişler. Altmış gün de geçti gene o!
Bir gün babası Faika’nın odasına getirmişti. İffet kocasına dedi ki:
“Sen onu buraya getirdin ama rahat durmaz ki bizi de konuşturmaz.”
“Hizmetçiyi yemek getirmeye yolladım, gelinceye kadar ben bakarım.”
“Bari sen onu içeride avut!”
“Zarar yok, bir şey yapmaz.”
Oğlan ilkin babasının ayakları arasında dururken birdenbire tütün tablalarına saldırdı. “Dur!” deyinceye kadar içinde ne varsa döktü. Babası hemen atıldı, yakaladı, yerdekileri topladılar. Oğlan, küçük masanın üstünde duran ufak resimlere gitti. Oradan da çektiler. Kartpostal albümüne saldırdı. Faika:
“Bırakın baksın, resimdir.” diyordu.
İffet Hanım:
“Şimdi yırtar.” dedi.
Babası albümü almak istedi, albümün bir sayfası yırtıldı.
İffet Hanım kızdı:
“E canım, ben sana söyledim. Kendi çocuğunun ne mal olduğunu bilmiyor musun?”
Faika ses çıkarmadı, olduğu yerden de kalkamadı ama canı sıkıldı. Babası elinden alır korkusuyla oğlan albümün üstüne yattı. Babasına kalsa bırakacak. Ne değeri var! İffet Hanım kocasına bağırdı:
“Al şunun elinden şu albümü! Görmüyor musun büsbütün yırtılıyor!”
Abdülkerim çocuğa eğildi:
“Ver onu, bak sana cigara ağızlığımı vereyim… Hah dur, bak, saati vereyim ha? Olur mu? Bak ama teyzen darılacak.”
Anası kendi kendine:
“Aman ya Rabbi! Gene ağlamaya başlayacak. Nedir bu benim başımın çilesi…” diye mırıldandı.
Babası almak istedikçe oğlan üstüne yatıyor, içinde yapraklar iki kat oluyor. Faika dayanamadı, kalktı çikolata buldu:
“Turhan canım, al bak çikolata, ver onu bana da resimler bozulmasın. Ya bak şimdi Fuat amcan gelecek, seni otomobille gezdirecek, hani geçen gün nasıl gitmiştik!”
Oğlan kül yutmuyor, aldırmadı. Resimlerin üstünden de kalkmadı. Babası yalvarmaya başladı:
“Gel seni arkama alayım, ha? Olur mu? Gel. Ama bak kuyu anası gelecek seni yiyecek.”
Çocuk kahve şekerini severmiş, anası oturduğu yerden seslendi:
“Turhan, baban sana şeker versin. Hadi kendin git söyle Halide’ye, sana şeker versin!”
Olmadı, başka yapacak da kalmadı.
“Hadi baban seni arkasına alsın, biner misin?”
Abdülkerim ne diyeceğini bilemedi, sırıttı.
“Bu çocuk sizin elinizde ziyan olur.” dedim.
Faika:
“Onu ben de söyledim.” dedi.
Biz böyle konuşurken albümü vermemek için üstüne yatan çocuk yerden kalktı, albümü de unuttu. Yatağın yanında gece masası üstünde duran ufak elektrik lambasına saldırdı.
“Dur! Aman kırılır, düşer!” diye Faika yerinden kalkmak istediyse de yetişemedi. Lamba yere düştü, ampul kırıldı. Oğlan bundan korktu, uzun bir uluma sesiyle ağlamaya başladı. İffet Hanım kızdı, kocasına bağırdı:
“Sana demedim mi? Sen oğlundan daha kalın kafalısın. Götür şunu içeri! Hadi ne bakıyorsun?”
Abdülkerim uluyan, bağıran, tepinen çocuğu kucakladı, içeri götürdü. Ohhh! Dünya varmış. Oğlan diş ağrısı gibi!
İffet Hanım utanmasa ağlayacaktı. Demin söylediğim sözün, onda bir yara bırakmasını istemedim, dedim ki:
“Ben çocuğa babasının yüz verdiğini biliyorum, onun için söyledim.”
İffet Hanım dert yandı:
“A kardeşim…” dedi. “Ben ona şimdiye kadar neler söyledim, hiç eser etmez ki…”
Faika da:
“Hep kabahat babasında…” dedi.
“Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayayım; kocamı, çocuğum olup da bir kere sevmek içimden gelmedi ki! Koca mı? Koca! İşte görüyorsunuz, kendisine söylemesem. Şimdi akşama kadar ağlar. O bırakır gider. Allah duygu vermemiş. Doğrusu sevmek de içimden gelmiyor. Başkalarının çocuklarını daha çok seviyorum. Ne olurdu Allah’ım bir güzel çocuk doğursaydım!”
Faika’nın kaynanası lakırdıya karıştı:
“Ne yapacaksın?” dedi. “Onda senin kabahatin yok ki. Babasına baksana!”
“A, büyük hanım, ne çirkin kocası olan kadınlar var da ne güzel çocuklar doğuruyorlar.”
“Doğururlar bilirim… O sana yaramaz. Babasını değiştirir, istediklerini doğururlar!”
“Hiç değil. Bizim komşumuz vardı, ne gudubet kocası vardı, nur topu gibi bir kız doğurdu.”
“O benim külahıma dinletsin!”
İffet Hanım boynunu büktü:
“Bilmem…” dedi.

8
Altı numaralı oda boştu. Burada bir Yahudi kadın terzisi oturuyormuş, kızmış. Birkaç kişi geldi gezdi, tutan olmadı. Ben banka arkadaşlarından biri tutsun diye istedim. Bir arkadaş tutacaktı, sonradan caydı. Karısı geleceğini yazmış, bir oda içinde olamayacaklarını düşündü, tutmadı. Bu arada Ayaşlının eski bildiklerinden biri gelmiş, onu buldu getirdi odaya yerleştirdi. Ona biraz eşya da aldı.
Ayaşlı otel tuttuğu zamandan bu genci de tanırmış, çok zaman Ayaşlının müşterisi olmuş.
Halide bu yeni gelen komşuyu beğeniyor, “genç, temiz, kibar” bir adam olduğunu söylüyor.
“Neci bu adam?” diye sordum.
“Tüccar.” dedi.
“Adı nedir?” dedim.
Adını bilmiyor. Gitti, kapısındaki kartı çıkarmış, getirdi. Kartın üstünde her satırı ayrı ve güç okunacak kadar süslü yazılarla:
İSKENDER BEY
Hemşinli Zade
Fabrikatör
yazılı. Bizde fabrikatör çok olmadığı için gözümün önüne bir örnek, bir tip getiremedim. O gün, bu yeni komşumuz benim odama da bir kart bırakmış. Ertesi sabah da Ayaşlı ile birlikte beni görmeye geldiler. Otuz yaşlarında, temiz giyinmiş, hafif koku sürünmüş; uzunca boylu, incerek, ince, uzun yüzlü, gözleri birbirine yakın bir efendi. Akıllı, kurnaz, çalışkan, övünmeyi ve kendini satmayı sever insanlardan olduğu gözlerinden belli oluyor. Arkadaşlığı çekilir. Herkese temiz ve terbiyeli davranmak, akıllı konuşmak istiyor.
İskender Bey’in babası, Hemşinliymiş, büyük muharebeden evvel Rusya’da birkaç şehirde büyük fırınları varmış. İskender Bey, Rusya’da okumuş; çok yıllar orada kalmış, kendini yüksek tahsil görmüş gibi satmak isterse de yalnız cimnazı bitirmiş. Muharebeden sonra babası kaçmış, İskender orada kalmış. Becermiş partiye de girmiş ve fırkanın ateşli adamlarından olmuş, aynı kelimelerle başlayan ve aynı kelimelerle biten birçokları tarafından söylenilmiş olan inkılap nutuklarından binlercesini söylemiş. Yumruğunu sıkmış, bağırmış, terlemiş, arkasında Rus gömleği, belinde kayış, geniş külot pantolon, dar çizmeler, meşin ceket, koltuğunda meşin cüzdan, bir otomobilin köşesine yaslanarak şehirlerde gezmiş, masanın uzak bir köşesine ilişerek saçlar dağınık, dişleri arasında da cigaranın uzun zıvanasını çiğneyerek toplantılarda zararsız sözlere karışmış. Böyle bir zaman yaşadıktan sonra, günün birinde yakasını parti içinde parti çıkarmak isteyen arkadaşlarına kaptırmış ve epey korku çekmiş ise de ucuz kurtulmuş, onu erzak idaresi emrinde yumurta toplamak işi ile ve Kogan adında bir Yahudi arkadaşıyla Kiev taraflarına yollamışlar. Oradan bir kolayını bulup kaçmış. Bunları ben onun ağzından parça parça ancak birkaç ayda öğrendim. İlk görüştüğümüz gün bana; Ayaşlıyı otel tuttuğu zamandan tanıdığını, eşyası olmayan bir adam için burada yaşamak kolay değil ise de Ayaşlının hatırını kıramadığını, gidip bir oda takımı aldığını anlattı. Sonra Almanya’dan bir mütehassıs getirttiğini, Adapazarı yakınlarında bir fabrika yaptırdığını, orada soğuk tuğla çıkardığını söyledi. Tuğlalarından örnek getirmiş, askerî fabrikalarda deniyorlarmış. Demiryolu İdaresi denemiş, beş vagon almak istiyormuş. Sonradan öğrendim ki İskender’in yaptırdım dediği fabrika, eski bir un değirmeni imiş. Burasını kiralamışlar, içine de birkaç makine koymuşlar. Almanya’dan gelen mütehassıs da bir Beyaz Rus imiş, İstanbul’da likörcülük yapıyormuş. Anlaşılıyor ki İskender, onu da boğaz tokluğuna tutmuş, o adam da bir şeyler yapmış, birkaç bin tuğla da istasyona gelmiş. İskender, bu tuğlayı tanıtıncaya kadar güçlük çekeceğini, sonra müşterisinin ayağına geleceğini söylüyor. Bu sivrice işe aklı eriyor mu diye Ayaşlının yüzüne baktım: “Bir çimento işi yapsaydınız daha iyi olurdu.” demeyi düşündüm ama söylemedim.
İskender Bey’i yalnız Ayaşlı değil Faika Hanım da eskiden tanıyormuş. Faika ile bu yeni komşuyu pek ağız ağıza konuşurlarken gördüm, doğrusu gönlüm biraz çürüdü. Bunlar da mı Ayaşlının otelinde tanıştılar? Faika’nın yaradılışı sokulgan, oynak olduğu için bir erkeğe çokça yüz vermesi çok görülmemelidir. Ben niye bunu gözümde büyüttüm bilmem. İskender sevimli adam olduğu, herkesin gönlünü avlamayı çoklarından iyi bildiği için yalnız Faika değil, herkes onunla tatlı konuşmaya başladı. İskender Bey, hizmetçilerle yüz göz olmayı hoş görmez. Halide’ye de yüz vermiyor. Halide onu çok sevimli bulmakla beraber kibirli olduğunu söylüyor, her fırsatta İskender’i çekiştiriyor.
Ayaşlı, Hasan Bey ve ben Halide’yi karşımıza alıp konuşuyoruz, ona hizmetçi gibi değil, Ayaşlının kızıymış gibi davranıyoruz. Halide, görgülü bir kız olmadığı için karşımızda biraz yakışıksız sözler söylediği, şaka etmeye kalkıştığı da oluyor. Biri dışarıdan görse bunları fazla bulur. Belki çirkin de görür. İskender Bey, dairemize gelinceye değin bana hiç çirkin gelmezken o gelince hizmetçiye karşı bu yârenliğimiz ki biraz da benim yaradılışımın yaptığı bir şeydir, kendi gözüme de çirkin görünmeye başladı. Ancak İskender Bey’den sıkılıp Halide’ye ağır davranmayı da kendime yediremedim. Halide’nin beni kardeş gibi sevmesi ve bana yüksünmeden hizmet etmesi beni avuttu. Sonra günler geçip de ben İskender’i daha yakından tanıdıkça bir zaman ondan çekinmiş olduğuma sıkılmaya başladım.
İskender’in odasına ilk gittiğim gün, bana pek çok ikram etti. Çay, reçel, pasta, likör, şekerleme verdi. Az günde odasını düzeltmiş, süslemiş, duvarlarına resimler asmış. Masa, masa örtüsü, hem temiz hem süslü… Bana babasının, anasının, kardeşlerinin resimlerini gösterdi. Sonra Rusya’dan kaçırabildiği birkaç fotoğraf çıkardı. Bunlar İskender’in mektepli zamanı resimleri idi. Babasının Rusya’da kalan zenginliğini anlattı. Türkçeyi, Hemşinli aksanıyla, biraz da Tatarca, Rusça kelimeler karıştırarak konuşuyor.
Babasının resmine baktım: Pos, kır bıyıklı, iri yarı bir adam. Zenginlik, küçük burjuvalık üstünden akıyor. İskender’in genç mektepli resimlerinde, duruşları ne kadar yapma, ruhsuz ise babasının resmi de o kadar canlı.
İskender Bey, bana fabrikasından birkaç resim de gösterdi. Yakından alınmış resimler, bunlara bakarak fabrikadan bir şey anlamaya çalışmak boşuna! Ben bu fabrika resimlerine bakarken İskender Bey sözü, memleketimizdeki para kıtlığına çevirdi:
“Para olsa bu memlekette, az zamanda büyük işler yapmak çok kolay.” dedi. “En kârlı işlerden biri de bu soğuk tuğla işi.”
Bir hesap yaptı: Eğer bugün fabrikaya daha on beş bin lira sermaye konsa günde bilmem kaç yüz bin tuğla çıkarıyormuş. Tuğlanın değerini yarı yarıya ucuz tuttu, onun yarısını da bana caba indirdi. Memlekette ne kadar tuğla sürüldüğünü hesapladı; aydasını buldu, gene yarısı bana caba, vergisi masrafı, vereceği aylıklar, gündelikler, çimentosu, toprağı, getiriş, götürüş parası ve gene sonunda bir kazanç kalıyor ki akla durgunluk verir!
“Bugün hükûmet bir ufak yardım etse… Bankanın parasını altı ay için isterim. Sonra çeksin parasını!”
Bu hesapları, İskender Bey tanıdığı birkaç mebus beye de açmış çünkü bu işte en büyük menfaat memlekete! O mebuslar da çalışacaklarmış.
“Sizin bankada bu iş üzerine hiç söz geçmedi mi?” diye bana soruyor.
“Geçse de müdürler konuşurlar, biz duymayız.” dedim.
“Bu öyle bir iş değil ki!” dedi. “Hani ben artık eksik diyeyim. Banka kendisi idare eder. Bir adam kor, parayı kendi alır kendi verir.”
Eskiden Rusya’da nasıl olduğunu anlattı.
“Bu Şefik Bey de eskiden Rusya’da bulunmuş, ona sorun.” dedi.
Sonra Şefik Bey’in şahitliğini kendi de az görmüş olacak ki:
“Kime isterseniz sorunuz.” diye ekledi.
İskender Bey bu işi birkaç mebusa anlatmış ancak çok adama da anlatmak istemiyormuş çünkü kazançlı işi tez kaparlar. İskender Bey’in fabrikasını kurmaya gelen Almanlar ortak olmak istemişler.
“Bilirsiniz ki onlar hesapsız işe girmezler!”
İskender Bey bu yabancıları memlekete sokmak istememiş. O istiyor ki bir yabancı kazanacağına banka kazansın!
“İşin kötüsü bizim bankacılarımız da memur kafalı! Anlamıyorlar. Rusya’da…”
Alt tarafını dinler gibi göründüm ama dinlemedim. Karnım ağrıyordu. O da dinlemediğimi ve onun verdiği misallerin bence değeri olmadığını anladı, sözünü kesti.
İskender Bey komşumuz olur olmaz, evimizi şenlendirdi; herkesin gönlünü alacak bir şey yapmaya başladı; Faika ile eski dost, arkadaş yahut daha ileri! Faika’nın kaynanasına hemen bir örme hırka daha armağan etti, kocakarıyı sevindirdi. Bir tanıdığının yardımı ile şoför Fuat’ın aylığını artıracağını söylediler. Sonra bu söz değişti. Kendisi bir otomobil alacak, Fuat işletecekmiş, dediler. Şefik Bey’le eskiden tanışmıyorlarmış, pek tez arkadaş oldular. Şefik Bey’in de bir zaman Rusya’da bulunmuş olması, başını gözünü yararak biraz Rusça konuşması aralarında sanki bir hısımlık doğurdu, gurbette birbirini bulmuş iki hemşeri gibi yaklaştılar. İskender Bey, Türkçe konuşmak ister konuşmasındaki bozukluğu saklamaya çalışır. Şefik Bey de İskender’i görünce Rusça söyler. Onun Rusça konuşmaktan sakındığının farkında olamaz. Rusça, İskender’le onu herkesten ayırıyor, aralarında sanki bir soy yakınlığı yapıyor.
Şefik Bey, eski hariciye arkadaşlarına rast geldikçe onlarla da Fransızca konuşmaya çalışır.
İskender, bizim Hasan Bey’i de avlamanın yolunu buldu: Hasan Bey’i alır, odasına götürür; ona Paris’te çıkan Rus gazetesini okur, anlatır, saatlerce yüksek siyaset yaparlar. İskender ne anlar, nasıl anlatır, Hasan Bey nasıl anlar, oralarını bilmem! Yalnız bilirim ki İskender bize komşu olduktan sonra Hasan Bey’in yüksek siyasette bilgisi, sermayesi çok artmış oldu. Artık yukarı pazarda Hacı Tahir’in dükkânındakiler dayansınlar. Bu dükkân, Hasan Bey’in ve onun gibi birkaç meraklının çokça toplandıkları yerdir.
Abdülkerim, aslından sokulgan bir adamdır. Eski Rusya’ya hasret çekmekte İskender’le çabucak anlaştılar. Bu üç adamla; Şefik Bey, İskender, Abdülkerim’le, evimizde ufak bir Beyaz Rus kolonisi kurulmuş gibi idi.
İskender dostlarına Ayaşlının evinde oturduğunu söylemek istemiyor. Soran olursa bir dostunun evinde olduğunu bildiriyor. Birisi onunla konuşmak isterse şehrin en yüksek otellerinden birinde adres veriyor ve bu işi idare etmek için sık sık o otellere de uğruyordu. Öyle ki birçokları onu otelde oturuyor sanıyorlar, kendisini de oralardan arıyorlar. Otelciler de sık sık uğrayan, yemeklerini çok zaman oralarda yiyen bu müşteriyi otellerinde yatan müşterilerinden ayırmıyorlardı. Burada, evde kimseyi görmek istemiyor, bunun yattığı yeri öğrenen açgözler olursa onlara kendini yok dedirtiyor, burada kalmadığını, yalnız ara sıra uğradığını kapıdan söyleyip geleni savdırıyordu.

9
İskender’in bize bir iyiliği de dairemizin yedi numarasında oturup da bizimle daha hiç konuşmamış olan bir karı-koca ile bizi tanıştırması, konuşturması oldu.
Her gün bir ihtiyar hizmetçi kadın gelir, bu yedi numaradakilerin odalarını toplar, temizler, sonra da gece geç saatlere kadar kalır, hizmetlerini eder. Çünkü bu karı-kocanın her gece misafirleri oluyor, ikiye üçe kadar oturuyorlardı. Kendileri dışarı çıksalar onlar da erken dönmezler.
Gece ne kadar geç kalırlarsa kalsınlar erkek sabah erken işine gidiyor. Halide’nin söylediğine bakılırsa hanım, öğleye kadar yatıp uyuyor, kalkınca soğuk suyla da olsa yıkanıp kocasıyla öğle yemeğine gidiyor, akşama doğru odasına dönüp akşam yemeğini çayla, pastayla geçirerek gene gece yarılarına kadar oturuyormuş.
Bunlar da Halide’ye yüz vermiyor ve iş yaptırmıyorlardı. Halide, İskender’e kırıldığı gibi bunlara kırılmıyor, iş yaptırmadıklarına aldırmıyordu.
İskender Bey, bu komşularla nasıl tanıştı bilmem. Bildiğim onlara pek tez alışmış olmasıdır. İskender anlaşınca Şefik Bey de artık onun kuyruğu, o da sokuldu. Arkasından Faika, birkaç gün sonra Ayaşlı, bizim Hasan Bey, bunlarla beraber sekiz numaradakiler, çocuklarını uyutabilirlerse yeni tanıdıkların odalarına gitmeye başladılar. Dışarıdan yabancı misafirler olduğu geceler, bir odaya sığışamıyorlar, Faika’nın odasıyla İskender Bey’in odasına da ayrılıyorlardı. Böyle gecelerde, bütün bizim bu bölüğümüz bir ev gibi oluyordu.
Yedi numaradaki komşularla tanışmakta ben en geriye kaldım. Her iki tarafın bu kadar çabuk, bu kadar yakın dost olmalarına şaşıyorum. İki taraf da birbirleriyle görüşmek istiyordu da neden şimdiye kadar konuşmadılar? Bizimkiler mi sokulmazlardı, onlar mı gelip konuşmazdı? Anlamıyorum. Ben konuşmuyordum, gene de konuşmuyorum. Ancak bir evde toplu yaşamak da hoştur. Toplu yaşanıyorsa neden sürüden ayrılmalı?
Bir gün Faika:
“Siz niçin gelmiyorsunuz? Turan Hanım sizi soruyordu.” dedi.
“Siz oyun oynuyorsunuz. Ben oyun bilmem, sıkılırım, sizi de sıkarım.” dedim.
“Hâki Bey de oynamıyor. Herkes birden oynayacak değil ya! Hem sıkılırsanız uzak bir yer değil ya, odanıza gelirsiniz.”
“Doğru.” dedim. “Bakalım, uygun gelen bir gecede gideriz.”
“Hadi, bu gece gidelim.” dedi.
“Gidelim ama ben utanırım.” dedim.
“Canım hanımlar sizi istiyorlar utanmıyorlar da… Ablam gelir sizi sorar, Turan Hanım’a gideriz sizi sorar! Siz de onlardan kaçarsınız.”
“Ablanızın lakırdısını etmeyelim; benim aklım, düşüncem karışıyor.”
Faika kahkahayı bastı:
“Ya o da sizden öyle korkuyorsa…”
“Aman doğru mu Allah aşkına?”
“ ‘Ben onu görünce titriyorum.’ diyor.”
“Kaçmalıyım bu memleketten, başka hiç çaresi yok. Bu sizin ablanız, bana her serseriliği yaptırabilir.”
“Olur, kaçarsınız.” dedi. “Gelecek misiniz bu akşam Turan Hanım’a? Bakınız o da ne güzel bir kadın!”
“Benim şimdi aklım altüst oldu, artık Turan Hanım’ı düşünemem.” dedim.
“Yok canım gidelim. Size gizli söyleyeyim, o kendisi bana tembih etti: ‘Getir mutlaka.’ dedi. Artık gitmemek olur mu?”
“Olmaz, gidelim.” dedim.
Gittik. Turan Hanım, yirmi beş yaşlarında, orta boylu, güzel bir hanım. Yüksekten bir bakışı var ki beni sanki biraz rahatsız etti. Geçkin yaşlı, gözlüklü hoca hanımlara benzettim. İnsan onu belki sever ama darılacak, azarlayacak diye de korkar. Ben onu ilk gördüğüm ve selamladığım zaman, nasıl anlatayım sanki biraz çekindim, yanlış bir iş yapmış olmaktan korktum. Şimdi yazarken de korkuyorum: Benim bu yazdıklarımı okur, bunlar içinde kendisini tanır, sonra günün birinde karşıma çıkar da “Sen benim için ne saçmalar yazmışsın? Yazacak başka şey bulamadın mı?” derse ne derim?
Faika bizi birbirimize tanıştırınca elimi tuttu, gülümseyerek:
“Sizin için bunlar, oyun sevmez diyorlar, doğru mu?” dedi.
“Oyun bilmem.” dedim. “Oynamadım. Sever miyim bilmiyorum.”
“A, biz size tez öğretiriz! Şöyle buyursanıza.” diye yer gösterdi:
“Ben de oyun sevmem ama günleri nasıl geçirmeli? Burada oyuna alıştık. Şimdi gece gündüz işimiz kumar oynamak!”
Bu geceden başlayarak bana hiç kimseye göstermediği dostluğu, arkadaşlığı gösterdi. Herkesi oyuna sokmak, parasını almak başlıca eğlencesi olan bu kadın, beni oynatmak istemedi. İstese beni kumara alıştırabilirdi. Yalnız biz bize olduğumuz geceler beni kendine ortak alıyor, bana para kazandırıyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/memduh-shevket-esendal/ayasli-ile-kiracilari-69429439/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Ayaşlı ile Kiracıları Мемдух Шевкет Эсендал
Ayaşlı ile Kiracıları

Мемдух Шевкет Эсендал

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Cumhuriyet’in ilk yılları, Ankara’da bir “apartıman”… Ayaşlı İbrahim Efendi, bunun bir bölüğünü tutmuş ve oda oda kiraya veriyor. Bu dokuz odayı kiralayanlarsa; bekârı, evlisi, memuru, işçisiyle birbirinden akla kara kadar farklı insanlar… Mutfağı, ayakyolu bir bu küçücük yerde yaşamanın doğal sonucu, kimsenin mahreminin, sırrının kalmaması… Birinin bildiği yarın hepsinin dilinde… Esendal, romanda adı geçmeyen genç bir banka memurunun gözünden, âdeta bir kamera tarafsızlığıyla bakıyor bu insanlara… Ve karakterlerin her biri tek başına romanı alıp götürebilecek güçteyken, elindeki malzemeyi öylesine ustalıkla kullanmış ki kimse eksik ya da fazla görünmüyor sayfalar arasında. Son kertede, buruk bir tadı var romanın… İnşa edilmeye çalışılan ulus kimliğiyle, imparatorluk bakiyesi kozmopolit bir toplumun benzemezliği o kadar aşikâr ki… Oturduk, biz namuslu insanlar; zamanın kötülüğünden, ahlak düşkünlüğünden, yana yana şikâyetler ettik, Faika’ya, ablasına acıdık; Ayaşlıya, Fuat’a kızdık… Böyle konuşmak da bir ihtiyaç mı? Bilmem, belki o çekiştirdiğimiz adamlar da bizim gibi oturup ortalığın ahlaksızlığından şikâyet ederler!

  • Добавить отзыв