Otlakçı

Otlakçı
Memduh Şevket Esendal
Dilinin sadeliği ile her yaştan insan tarafından anlaşılarak gönüllerinde taht kuran, saf ve samimi Anadolu insanına kalemiyle hayat veren Memduh Şevket Esendal; bizzat deneyimlediği yaşantıları ve gözlemlediği gerçeklikleri tüm çıplaklığıyla sayfalara dökerek "Otlakçı"yı meydana getirmiştir. Bu hikâyeler okyanusunda herkese yetecek kadar öykü adası vardır. Bazı adalarda okul çıkışında öğrencilerin kavgasına şahit olup kimin kazanacağına dair iddiaya tutuşuruz; bazılarında ise kumar oynayarak zenginleşen kocasından boşanmak isteyen kadının mektubunda, helalinden bir lokma yemenin özlemini yanaklarından süzülen iki damla gözyaşında buluruz. Kitaba ismini veren "Otlakçı" hikâyesinde ise Mahmut ile karşılaşırız. Aslında hepimizin hayatında var olan bu Mahmut, herkesten tütün otlanır. Üstelik iyi tütünleri seçer, kalan tozu da sahibine hediye olarak bırakır!.. Kısacası güldüren, ağlatan, eğlendirirken düşündüren bu duygu deryasında hikâyelere doğru kulaç atarken geriye dönüp baktığınızda size tebessümle el sallayan insanlar göreceksiniz…

Memduh Şevket Esendal
Otlakçı

Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayatın içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmelerinden sonra Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.

HİKÂYELER

GENÇLİK
Sıcak yaz günü, evde kim varsa, küçük büyük, çoluk çocuk, toplandılar, öğle yemeğini yediler, sonra da her biri bir yana çekildiler. Şehre inecekler, giyindiler gittiler. İrfan Bey’le Mükerrem futbol maçına gideceklermiş, savuştular. Büyük hanımın sözüne bakılırsa bu son günlerde öğle yemeklerini yedikten sonra, büyük efendi, Kerim Beylere kaçıyor, orada kanEpe üstünde uyuklayıp uykusunu alıyor, gece erken yatıp uyuyanlara da kızıyor, söyleniyormuş. Büyük hanım, oldum olası öğle uykusunu sevmezmiş ama gece erken yatıp kocasının çenesini açtırmamak için şimdi öğle yemeklerinden sonra biraz kestiriyormuş!
“Gel Kevser, şu koltuğu gölgeye çek! Nerede yastıklarım, getir!”
Büyük hanım da uyuklamak için yerini, sonra da kendisini hazırladı.
İstanbul’un, Erenköy’le Göztepe arasında, birkaç yıldır bakımsız kalmış, yollarını ot basmış, camları yükselip saçaklarına el atmış olan bu büyük köşkünü, derin bir sessizlik kapladı.
Hayriye Hanım, bu evin ortanca kızı, daha kız sanılacak kadar taze görünen güzel bir kadın, bir buçuk yıldır evli ise de kocası ilkin fakülteyi, sonra da askerliğini bitirip eve yeni geldiğinden ancak bir buçuk aylık evli bir hanım, yemek odasının yanındaki ufak odada kocası ile kendisinin gömleklerini ütülüyordu.
İpek gömleğin kolunu çekip açıyor, düzeltiyor; masanın üstüne seriyor, ütüyü deniyor, sonra sürüyor. Yakasını yahut göğsünü açıp ütülüyor, devşiriyor; o bitince bir başkasını alıyor, bu arada “Perdelerin tüllerini de çıkarıp yıkatmalı.” diye düşünüyor, sonra bu takım düşünceler arasında dün sütçüye verilen paranın üstünün eksik geldiğini de hatırlıyor, daha sonra İstanbul’a inip hem kendine hem de hizmetçisine ayakkabı almayı aklından geçiriyor; bir gömleği bitirip yenisine geçerken sol kaşının ucunu yavaşça kaşıyor, sanki bu güzel kaşı okşuyordu.
Bu ütü işi belki bir saat sürdü. Hepsi bitince ütülediklerini sıralamaya başladı. Kocasının gömleklerini üst üste korken kendi iç yeleği eline geçti. Bu yeleği erkek gömlekleri arasına koymak istemiyormuş gibi durdu. Sonra yüzünde ince bir pembelik, dudaklarında bir gülümseme ile bu yeleği kocasının iki gömleğinin arasına soktu, sonra da kocasını hatırlayıp “O nerede?” diye düşündü. “Nasıl oldu da nereye savuştuğunu göremedim?” diye kendi kendine şaştı. “Adamın dalgın bulunup kocasını da unuttuğu oluyormuş!..”
Evdekileri birer birer göz önünden geçirdi. Kimler köşkte, kimler çıktılar, biliyordu. Kocası dışarı çıkacak değildi; “Sakın beybaba ile gitmiş olmasın?..” Çamaşırları odasına bırakıp kocasını aramak istedi. Ütülediklerini iki kolunun üstüne alıp odasına çıktı. Kapıdan girdi, dolaba doğru gidecekti orada, kanepenin üstüne yatmış, uyuyakalmış olan kocasını gördü. Beklemediği için irkildi, sanki odada bir yabancı erkek görmüş gibi durdu. Sonra yaklaşıp kocasının uyuyuşuna baktı. Gülümsedi.
“Dolabı açsam belki uyanır.” diye düşünerek gömlekleri piyanonun üstüne bıraktı. Ayaklarının ucuna basarak kocasına doğru gitti.
Kumral bir delikanlı, tenis kılığına benzer bir kılıkta kanepenin üstüne uzanmış, derin derin uyuyordu. Hayriye, başkalarını çağırıp onun uyuyuşunu göstermek isteğini duydu.
“Ne kadar da rahatsız yatıyor!” diye düşündü. Oradaki sandalyenin ucuna ilişti. Yakından bakınca delikanlının gözlerinin altında ufak ufak ter damlacıkları görünüyordu.
“Ne kadar da rahatsız yatıyor, başını kaldırıp bir yastık koysam!.. Uyanır! Yeniden uyusa iyi ama hiç uyur mu?”
Hayriye gülümseyerek başını salladı, ancak kendi işitebileceği kadar yavaş sesle de “Yaramaz!” dedi.
“Bu kolu da uyuşacak!” Yere diz çöktü. Kocasının kolunu kaldırıp yanına koyacakmış gibi ellerini uzattı, ancak dokunamadı.
Evlilik ne tuhaf! Kızlıkta, erkek düşünmek yasak, erkek yasak. Sonra günün birinde bir erkeği getirip adamın odasına bırakıyorlar! İşte bu oda onun kızlık odası. Kanepenin üstünde bir de erkek uyuyor, herkes de biliyor! Bu odanın nesi değişmiş? Yalnız şu perdenin arkasında, eskiden bir yatak vardı, şimdi iki! Başka? Hiç… Ya bu adam kim?
Kafasının içini sevinçli bir duman bürüdü. Diz üstü, parmakları birbirine kilitlenmiş, elleri kucağına düşmüş, öyle kaldı.
“Kanepenin kenarında başı acıyacak, ne yapmalı?” Bakındı, gözleriyle orada bir yastık aradı. Yatakta var. Yataklarını örten perdeyi açarken içinde tatlı bir utangaçlık duydu. Sanki, kendilerini orada görecekti. Elini uzatıp yastıklardan birini çekti. Bu yastıklar büyük, hem de kalın. “Daha ince bir yüz yastığı olsa!” Annesinin yeni yaptırdığı yastıkları hatırladı. Yavaşça çıkıp orta salonu, merdiven aralığını geçti, annesinin odasına girip yastıkları aradı. Yok. Sormak için aşağı indi. Büyük hanım, camekânın önünde, koltuğunun üstünde uyuyordu. Hayriye yavaşça:
“Anne!” diye seslendi.
“Anne!”
“Ne var?”
“Sizin yeni yüz yastıklarınız nerede?”
“Nasıl yastık?”
“Canım, Kevser’in yeni yastıkları.”
“Köşedeki odaya bak. Ne yapacaksın?”
Hayriye, köşedeki odaya doğru giderken:
“Lazım.” dedi.
“Lazım olduğunu anladık, ne yapacaksın, söylesene!”
“Kanepenin üstünde uyumuş, başının altına koyacağım.”
“Kim uyumuş?”
Hayriye karşılık vermedi. Odaya girdi. Biraz sonra odadan çıkarak;
“Yok orada.” dedi.
“Kim uyumuş, söylesene, baban mı?”
“Canım, babamın benim odamda ne işi var?”
“E, kim? Kocan mı?”
“Canım kim olur anne!.. Yastığı babamın odasına götürmüş olmasınlar?”
“Kevser’e sor! Senin yastığın yok mu?”
“Benim yastıklarım hem kalın hem büyük.”
Büyük hanım kızdı. Hayriye’nin arkasından söylendi:
“Yediği naneye bak! Kocası uyanmasın diye gelip beni uyandırıyor. Kocan uyanırsa benim çok umurumdadır! Şımart bakalım, sonra çok karşılığını görürsün! Hiçbir şey bilmiyorsan, babana bak! Benim ona yaptıklarımın acaba yüzde birini bana yaptı mı? Burada ölsem, başını çevirip bakmaz.”
Hayriye dinlemedi bile. Kevser’den yastığın birini alıp odasına çıktı. Kocası uyuyordu. Yeniden kanepenin önüne diz çöktü. “Elimle başını kaldırıp yastığı koysam!” diye düşünüyordu. “Ya uyanırsa!” Onu uyandırmadan başını nasıl kaldırıp bu yastığa koyacağını bilemedi.
Kocasının şimdi alnında, boynunda artan tere bakarken sanki biraz ateşi varmış gibi gördü. “Hiç böyle yattığı yoktu.” diye düşündü. Elini onun alnına koymak istedi. Sonra uyanır diye korktu. “Neden hasta olsun, uyuyor.” Bir kere böyle bir koca bulduktan sonra onu -kim görse beğeniyor- kaybetmek… Ondan sonra gene yaşamak var mı?
Kocası kımıldandı. Hayriye’nin gözyaşları gözlerini bulandırmış iken kurudu. Başının içindeki duman silindi. Kocası da gözlerini açtı. İlkin anlamayarak karısına baktı. Hayriye kızararak, gülümseyerek:
“Uyuyordun.” dedi. “Boynun ağrıyacak. Hasta değilsin ya? İstersen, bak yastık getirdim. Gene uyu!”
Delikanlı biraz doğrulup karısının elinden tuttu, çekip kanepeye oturttu:
“Yok.” dedi. “Sen buraya otur, ben dizine başımı koyup uyuyayım.”
Hayriye kanepenin ucuna oturdu, o da başını koydu. Ancak hayatlarının o çağında idiler ki biri ötekinin dizine başını koyduktan sonra uyumak olmazdı!

    1924

KAYIŞI ÇEKEN
İki arkadaş, İkinci Daire’den Ali Rıza Efendi, Köprü’den Rasim Bey. İstanbul’da, Fener’de koltuk bir meyhanede, oturmuş içiyorlar; tatlı tatlı da konuşuyorlardı.
Ali Rıza Efendi diyor ki:
“Evlenip de karının çengeline düşmeye gör, elmasım! Sen, bana kendi başımda olanı sorsana! Yaa! Evlenecek oldum, sanki başıma gelecekleri bilirmiş gibi, kimsesiz olsun dedim. Olmadı. Kimsesiz birini bulamadık. Bu şimdiki kadını buldular, iyidir al mal dediler alırım ama dedim, düğün yapmam. Eve aşçı, işçi tutmam, kaynana, baldız, kayın istemem. Bir Köroğlu bir Ayvaz! Bak, razı olurlarsa bir nikâh bir yüz görümlüğü, güveyi girerim; başka da hiçbir şeycik tanımam! Razı oldular, güveyi girdik. Eh, iyi. İlkin deke düştüğümün[1 - Deke düşmek: Hileye, oyuna gelmek.] hiç farkına varmadım. Yalnız ikinci gecede bizim karı sızlanmaya başladı. ‘Geceleri kahveye çıkma, ben evde yalnız korkuyorum!’ Kahveye çıkma olur mu? Ben bu kadar yıldır bir gece bile kahveyi bırakmamışım. Evlenip kahveyi bırakınca tanıdıklar bana ne der! Daha ilk gecesinden karı lafı ile oturup kalkmaya başlarsak sonu nereye varır? Hem ben evde karı ile ne konuşurum? Olacak iş değil. Dinlemedim, çıktım. Çıktım ama içim de rahat etmedi. Neden mi dersen, sahiden de korkuyor. Evimizin az ilerisinde mahalle camisinin mezarlığı var. Sokağın başında da Sancı Baba Türbesi! Gece önünden geçerken ben bile korkarım. Eve dönüyorum ki ağlamış, rengi de uçmuş. Ne yapmalı? Bir can yoldaşı bulmalı, bir öksüz kız! Bir çocuğun boğazı ile yıkılacak değiliz ya! Bizim yediğimizden o da olur. Razı oldum. Arabacı Tatar Murtaza’nın karısına söylemiş, iki gün sonra yedi-sekiz yaşlarında bir kızcağız geldi. Neyse iyi, hoş, ben de sevindim. Sevindim ama baktım bizimki işi gücü astı. Bulaşığı kız yıkıyor, ortalığı kız süpürüyor, suları kız taşıyor. Birkaç gün sonra yemeği de ona pişirtmeye kalktı. Bacak kadar yavrucak, onun pişireceği yemekten ne olur? Kendisi de komşu komşu geziyor! Sabah gidiyor, akşam gene gidiyor. Sonra gece de gittiği oluyor. Benim evden çıktığımı bekliyor, o komşu senin bu komşu benim! ‘Hanım neredeydin?’ diye sorunca ‘Salihanım’ın gelinini pek ağır işittim de akşamüstü bir yoklayayım, dedim.’ Yemekler ya yanıyor ya çiğ kalıyor. Bir lokma bir şey yiyoruz, onu da ağız tadı ile yediğimiz yok. Birkaç yol kendisine söyledim, ‘Evi kızın eline bırakıyorsun, ben bunu istemem.’ dedim. ‘Bırakmam.’ dedi, gene bildiğinden şaşmadı. Bir-iki yalanını tuttum, çok korktu. Yemin, ant, şart, tövbe… İki gün tuttu, üçüncü gün gene eskisi! Sen benim yerimde olsan ne yaparsın? Bunun için karı boşayacak değilim ya Allah belasını versin dedik, sindirdik. Ama bir yandan da düşündüm, ona da biraz hak verdim. O da candır. Biz sabahtan akşama kadar geziyoruz. Beni bir gün evde oturtsalar, deli olurdum. Neyse artık pek üstüne varmadık. Aradan bilmem ne kadar geçti, bunun parmağında dolama çıkmış. Çamaşırlar yıkanmak ister. ‘İzin ver de gündelik birini tutalım.’ dedi, ne diyeyim, ‘Tut.’ dedik. Daha o gün Horop adında bir Ermeni karısı bulmuş. Kim bilir eskiden mi tanıyordu, neydi. Sormadım bile. Aradan birkaç gün geçti, Horop Dudu, gene bizde. Öyle kendiliğinden gelmiş… Eh gelir a! İki gün sonra gene bizde. Elmasım, bugün gene bizde. Ne dersin? Karı bizden ayağını kesmedi. Doğrusu bizden para pul istediği de yok, yok ama Allah seni inandırsın, yiyince at kadar yiyor. İçtiği kahvenin de hesabı yok! Şeytan, ‘Kov şunu evden!’ dedi. Dedi ama sonradan düşündüm, karı giderse bütün yük kızın üstüne kalacak, doğrusu acıdım. Sonra eh, o da can! Kalacak, kalsın bakalım dedik.”
Rıza Efendi lafını kesti, bir kadeh içti, yeniden başladı:
“Kaynanam bize gelirse bile, günübirlik geliyordu. Yüzünü de gördüğüm yoktu. Kırk yıl da görmesem, göreceğim gelmezdi. Neden mi dersen? Eh, elmasım, herkes evinde! Allah rahatlık versin otursun, ben de bizim evde. Ancak günün birinde bizimki hastalandı. Bir gün, iki gün derken hastalık uzadı. ‘Annem’ der, ağlar. Eh ne kadar olsa anadır. Ben de acıdım, ‘Gelsin bakalım’ dedim. Geldi. Ancak mübarek gelince gitmek biliyor mu? Elmasım, bir ay bizde kaldı. Ben boğuldum. Karı aldıksa silsilesini pazarlık etmedik ya! Üstelik at gibi de bir kocası var. Bizimkinin üvey babası oluyor. Onu da getirdi. Nerde güreş var, horoz dövüşü var, sabahtan akşama kadar gezer. Kaynanam da onu besler! Beğendin mi? Ancak ne diyeceksin? Bunun için tutup karı boşayacak değiliz ya! Ses çıkarmadım. Çıkarmadım ama kadın suratımdan anladı, kalktı, evine gitti. Yalnız üvey kaynım bizde kaldı. Sekiz yaşlarında bir oğlan. Bunu bizde bırakmak için ana kız bir yalan buldular. Sanki bu oğlan beni çok seviyormuş, eve gidince ‘Eniştemi isterim.’ diye ağlıyormuş! Yalan besbelli. Yalan ama, ne dersin. Bizi seven, ağlayan bir çocuğa da bir lokma ekmek için, ‘Kalk, git.’ diyecek değiliz ya! Sonra yanılıp da böyle bir ters halt edecek olsan, bizimki komşu komşu gezip beni rezil edecek. Oğlan bizde kaldı. Kaldı ama bakkala da borcu veremedik. Kimseye de bir şey söyleyemedik. Arası biraz daha geçti, günün birinde bizim kadın çocuk istemeye başladı. O güne kadar çocuğumuz olmamıştı. O da sesini çıkarmıyordu. Nedense birdenbire çocuk diye tutturdu. Eh, Allah vermeyince çocuk olur mu? Gezmediği hekim, hoca, içmediği ilaç kalmamış. Bu çocuk isteği, nereden çıktı, bilmiyorum. Sonradan Ermeni karısından öğreniyorum ki anası, ‘Çocuğun olmazsa bir gün bu herif seni silker atar.’ demiş. Çocuk olsun diye, kızını alıp Samatya’da bir lavtaya[2 - Lavta: Ebe.] da götürüp göstermiş. Şimdi gel de buna kızma bakalım. Dövecek oldum ama, Allah’tan korktum. Belki çocuğu vardır, dedim. Ne kadar iyi etmişim de dövmemişim. Bir de üstelik çocuk öldürecekmişiz. Eh, istediği de istenmez bir şey değil ya, çocuk istiyor! Kim de duysa ona hak verecek. Sustum. Sen olsan ne yapardın? İşin kötüsü o değil. Kadın doğuracak diye, kaynanamı bize çağıracağız. Anladın mı, elmasım? Hem çağırdık da… Ne yapalım? Kadın acemi, doğrusu ben de baktım, Ermeni karısı ile döner iş değil. Çağırdık ama kaynanam, ‘Ben genç kızlarımı evde yalnız bırakamam, geçen sefer yangın olmuş, kızlar korkularından çıldırıyorlarmış.’ dedi. Baktım, olur gibi değil, ‘Eh, kızlarını da beraber getir.’ dedik. Kadın kızlarını da aldı, geldi. O gün bugündür de bizdedirler. Benim bir kızım oldu, kadının memesi şişti, delindi, süt veremez oldu, kendi de hasta. Ha bugün iyi olur, kaynanam evine gider, ha yarın derken, bizim kız yaşına girdi girmedi, anası bir kere daha gebe kaldı. Anlaşıldı ki kaynanam evine gidemeyecek. Hiç olmazsa bize yardımı olur, kaynatamın kahve tütün parası çıkar diye onların evlerini kiraya verdik, kaynanamın kocası, çocukları da bize geldiler, olduk elmasım, on bir kişi! Anladın mı? Bende hesap kitap kalmadı. Bu on bir can, bir bana bakar. Nerelere ne kadar borcum vardır, bilmem. Daireden ne kadar para aldım, onu da bilmem. Bereket versin, bizim daire kaldırır. Başka bir yerde olsaydım, şimdiye kadar beni çoktan yüzdürürlerdi. Şimdi işten çıkınca buraya kadar sarkarım, adamakıllı kafayı tutar eve giderim, gidince de sızarım. Hiçbir şey duymam, hiçbir şey de görmem. Sabah olunca da çok günler, esbaplar sırtımda kalkar, hemen evden fırlarım. Bak elmasım işte… Ne kılığa girmişim! Üstüme başıma bir bak, kılığıma bir bak… Üstelik karı ile kaynanam da komşu komşu gezer, sarhoştur diye beni çekiştirirler.”

    1923

ARABACI ALİ
Geceden yola çıktık. Ayaz vardı. Gün biraz yükselince gecenin soğuğu yerine ıssı bir sıcak kırları kapladı. Yaylının eskimiş, deri kaplı tentesi kızdıkça bana da ağırlık basmaya başladı. Uyukluyorum. Arabacım, uzun boylu, yirmi yaşlarında kadar, yanık yüzlü, eğri bakışlı bir oğlan. O da uyuklayacak gibi duruyor. Sinekler bıraksa belki atlar bile uyuyacaklar. Dört yanımız, dümdüz bir ova; bir ufacık tepecik bile yok. Ovanın yüzünde sanki kızgın alevler uçuşuyor. Gün ilerledikçe uzakta kararan dağlar akçıl bir sisle buğulandı. Ara sıra gözlerimi açıp bakıyorum, dağlar hep o dağlar, ova hep o ova. Sanki hiç yerimizden kımıldamamışız.
Arabacı’ya:
“Sür bakalım şu senin atları, gidelim.” diyorum. Dizginleri tartıyor, kamçısı ile gönülsüzce vuruyor. Atlar hiç aldırmıyorlar. Ben de yeniden uyuklamaya koyuluyorum. En sonunda arabanın içine uzandım. Uyumuşum.
Uyandım, araba duruyor. Arabacı da atlarını söküyor. Nereleri geçmişiz, nereye varmışız, bilmiyorum. Yıkılmış kerpiç duvarlar, damları çökmüş odalarla çevrilmiş eski bir han avlusundayız.
Arabacı’ya sordum:
“Burası neresi?” dedim.
“Yakup’un Hanı, derler.” dedi.
“Ne olacak, burada kalacak mıyız?” dedim.
“Atlar bir yem kestirsin, gene gideriz.” dedi.
Arabadan indim, sıcaktan, uykudan bunalmışım, kafam şişmiş. Arabacı’ya yardım eden bir adam var, ondan sordum:
“Sen hancı mısın?” dedim.
“Hancıyım.” dedi.
“Kahven var mı?”
“Yok.”
“Çay?”
“Yok.”
“E, nen var?”
“Bir şey yok.”
“Bir serin yerin de yok mu?” diye sordum. Hancı sesini çıkarmadı. Belki de anlamadı. Onun yerine Arabacı, eliyle içi karanlık görünen bir açık kapı göstererek:
“Giriver oraya.” dedi.
Girdim. Burası karanlık, serin bir yer. Gözlerim bu karanlığa alışınca bir yanda bir seki, onun karşısında boş bir ocak, yanında duvara dayanmış dolu iki çuval gördüm. Sekinin yarısına kadar eski bir kilim serilmiş. Kilimin üstüne çıktım. Orada sekinin toprak olan yerine uzandım. Biraz sonra Hancı ile Arabacı da geldiler. Onları dinliyorum. Ama ne konuştuklarını anlayamıyorum. Bir kadın ölmüş yahut öldürülmüş! Askerlik sözleri geçiyor. Konya’dan, Karaman’dan, Ereğli’den, Mut’tan, Tarsus’tan konuşuyorlar. Bir aralık benim için de konuştular. Öyle sezinledim ki Arabacı benim için epeyce doğru sözler söyledi. Bunları nereden, kimden öğrenmiş? Bu kır adamlarından kendini saklamak çok güçtür.
Baktım ki bunlar lakırtıyı uzatıyorlar. Benim de yeniden uykum geliyor. Başımı yerden kaldırmayarak Arabacı’dan sordum:
“Burada çok kalacak mısın?” dedim.
“Atlar yemini kestirsin, gideriz.” dedi.
Yeniden o kızgın güneşin altına çıkmaktan çekindiğim için olmalıdır ki ki sesimi kestim. Uyumuşum.
Uyandım, kendimi yalnız buldum. Arabacı ile Hancı dışarı çıkmışlar. Ben de çıktım. Arabacı atlarını koşmuş tekerleklere su döküyordu. Atlar da derin derin düşünüyorlar. Bu kurada[3 - Kurada: Gelişmemiş, cılız.] beygirlere bakınca adamın kafasını çivi gibi delen güneşin altında bu sıcak kırları geçmenin ağırlığı gözümde büyüyordu.
Arabacı benden alıp Hancı’ya biraz para verdi, bindik, yola koyulduk. Şimdi uykum da yok. Böyle adım adım gitmekle bu uzun yol tükenmiyor. Biraz sürmek istersek atlar kesilecekler, büsbütün yoldan kalacağız. Bunu bildiğim için Arabacı’yı sıkıştırmıyorum. O da artık uyuklamıyor. Atlardan lakırtı açıldı, konuşmaya başladık. Ben:
“Atların çok durgun.” demiştim.
“Yiğit atı bizde korlar mı?” diyor.
“Ne yaparlar?” dedim.
“Tekâliften alırlar.” dedi.
“Artık tekâlif kaldı mı ya?”
“Kalmasın, şimdi de kaçaklar, alırlar.” dedi.
Sonra anlattı. Asker kaçakları varmış, buralarda geziyor, rast geldiklerini soyuyorlarmış. On gün önce bu hanı basmışlar, Hancı’nın karısını öldürmüşler.
“Yaaa! E, Hancı’ya dokunmamışlar mı?”
“Hancı kırda yatıyormuş. İşitmiş üstlerine gitmemiş.”
“Hııııım! E, şimdi tek başına burada nasıl duruyor?”
“Adamları vardır. Onlar da şimdi kaçakları kollarlar.”
“Biz kimseyi görmedik. Sen gördün mü?”
“Gösterir mi? Vardır.”
“Sen nereden biliyorsun?”
“Bilirim! Olmasa burada durur mu?”
“E, karıdan ne istiyorlarmış da öldürmüşler?”
“Onlar Hancı’ya gelmişler. Askerden garazları varmış, öç almak için…”
“Haaaa, soymak için değil.”
“Nesini soyacaklar! Hancı kendisi askerden yeni geldi. Bu han dört yıldır kapalı duruyordu.”
“Bırak, senin Hancı adam değilmiş.”
“Niçin?”
“Karıyı gözünün önünde kesmişler de üstlerine gidememiş.”
“Gitse ne olacaktı, onu da keserlerdi.”
“Keserler ya karıyı yanına niçin almamış?”
“Almamış işte. Karıya dokunmazlar demiş.”
“Hah, dokunmazlar olur mu? Ne yapsalar yaparlardı.”
Arabacı biraz sustuktan sonra:
“O da onların yanına komaz.” dedi.
“Komaz da ne yapar?” dedim.
“Gör bak. Hepsini gebertir.” dedi. “O ne domuzdur.”
“Karıyı onlara öldürttükten sonra… Yapacak adam o gün de yapardı.”
Arabacı sustu. Biraz daha yol aldıktan sonra gene bu asker kaçaklarını konuşmaya başladık. İki ay önce, Arabacı’yı da Bor yolunda çevirmiş, dayak atmışlar.
“Niçin dövdüler?” dedim.
“Paraları çıkar diye.” dedi.
“Paran var mıydı?” diye sordum.
“On beş kayma vardı. Niğde’den kira aldımdı.”
“Aldılar mı paraları?”
“Çıkarmadım.”
“Paralar nerede idi?”
Güldü, söylemedi.
“Sakladımdı.” dedi.
“Nereye sakladındı, söylesene.” dedim.
Sırıtıyor, söylemiyor.
“Ya döve döve öldüreydiler?”
“Öldürecek olunca paraları alır, gene öldürürler.”
“Seni dövenler, bu hanı basan kaçaklar mıydı?” diye sordum.
“Yok.” dedi. “Bunlar Everek’tendi.”
“Tutuldular mı?”
“Yok, kim tutacak?”
“Kim tutacak, candarma yok mu?”
“Candarma olsun.” dedi.
“Ne demek, candarma tutmaz mı?”
“Tutar.”
“E?”
Sustu. Aradan biraz geçtikten sonra:
“Bizi artık gâvur aldı, diyorlar.” dedi.
“Ne demek?” dedim.
“Aldı ya.” dedi. “Zabitleri Konya’ya çıkmışlar. Adana’yı da Ermeniler almışlar.”
Söylemek istediği buymuş.
“Onun için mi candarma kaçakların üstüne gitmiyor?”
“Gltmez ya.” dedi. “Başı yok, bakanı yok! Candarmanınki de can.”
“Eh, bir gün olur o candarmadan da sorarlar.” dedim.
Döndü, yüzüme baktı. Sonra başını çevirip kırlara bakarak sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi:
“Kim soracak?” dedi. “O günler geçti.”
Ben de işleri batak, karanlık görüyorum; onun bu sözleri de umutlarımı biraz daha kırdı ama susmak istemedim.
“Geçti mi? Eh, bak görürsün.” dedim.
Beni söyletmek istedi:
“Bunun göreceği kaldı mı?” dedi.
“Kaldı.” dedim. “Hepimiz ölmedik ya!”
“Öldük.” dedi.
“Hiç ölmedik.” dedim. “Ölen adam toprağın altında olur. Bak sen karşımda dipdiri oturuyorsun.”
“Oturuyorsam… Ben bir Arabacı Ali!”
“Arabacı Ali’yi beğenmedin mi? Gün olur da bu kırlarda adamın gözüne dokuz görünür. Bak, herifler soygunculuk ediyor da gene ellerini kimse tutamıyor!”
Bu sözlerimden ne anladı, bilmem. Önüne baktı, gülümsedi. Biraz da düşündü. Ben de sustum. Belli ki benden soracakları var ama nasıl soracağını bilmiyor.
O sırada, uzakta dağların eteklerinde bir güzel göl, kıyılarında ağaçlıklar göründü. İlk bakışta beni de aldattı. Sonra, serap olduğunu anlayıp bu sıcak çöllerde yanan bizlere bu yalanın niçin söylendiğine akıl erdiremedim. Bir yandan da Arabacı Ali’nin yeniden söze başlamasını istemiyordum. Onun sözleri beni yormuş olmalıdır ki yeniden lakırtıya başlamadan ona bu gölü sordum:
“Bu göl ne gölüdür?”
Baktı.
“Göl yoktur.” dedi.
Eski sözüne gelebilmek için de:
“Arabacı Ali’den kimse korkmaz.” diye beni söyletmek istedi.
“Sen gölü görmüyor musun?” dedim.
Benim konuşmak istemediğimi anladı. Sırıttı.
“Göl yoktur, öyle görünür.” dedi. “Ona ılgın derler.”
Sonra sustu. Ben de sustum. Biraz sonra da arabanın içine uzandım. Bor bahçelerinin içine girene değin de kalkmadım.
Bu yolculuk, geçen büyük savaşlar bitiminden biraz sonra yapılmıştı. Aradan birkaç yıl geçti. Ankara kuruldu. İnönü, Sakarya Savaşları yapıldı, yeniden Afyon önünde tutunduğumuz günlerde idi, Akşehir gerisinde bulunuyordum. Arkadaşlardan Aziz Bey, bir neferle bana bir mektup yollamış, tütün istiyor. Mektubu getiren neferi görünce tanır gibi oldum. Adını, nereli olduğunu sordum. Kozanlı imiş, adı da Arabacı Ali.
O da beni tanıdı.
“Hani seni götürdümdü.” dedi. “Bana gölü soruyordun. Nasılsın, iyi misin?”
“İyiyim.” dedim. “Sen asker mi oldun?”
“Oldum.” dedi. “Sen de zabit olmuşsun. Sen o zaman da zabittin ya! Sivas’a gidiyordun. Niye benden gizledin? Seni ben götürüverirdim.”
“Benim Sivas’a gittiğimi sana kim söyledi?”
“Sivas’a gittin ya! Niğde arabacıları ile gitmedin mi? O seni götüren arabacı Sakarya’da vuruldu, öldü.”
“Sen Sakarya’da bulundun mu?”
“Bulundum ya! Gene bu Aziz Bey’in yanında idim.”
“Güzel!”
“Biz, İnönü’de de bulunduk.”
“Ha, demek her yerde bulundun.”
“Bulundum ya!”
“E, nasılsın?” diye sordum.
Boynunu büktü:
“İyiyim.” dedi.
“Senin araba ne oldu?”
“Atların biri benim değildi, biri de geberdi.” dedi. “Araba duruyor olmalı! Ben askere gelmeden de hancı yamaklığı yapıyordum.”
“E, Hancı ne oldu?”
“Hangi Hancı? Haaa, senin gördüğün mü? O Konya’da çete yazılmıştı. Sonra bir daha görmedim.”
Arabada konuştuklarımızdan yalnız gölü sorduğum aklında kalmış olacak. Bana o geçmiş sözlerden hiçbirini sormadı. “Nasıl, bak memleketi bekleyenler var mı imiş?” diyebilirdim, demedim. İşim de çoktu. Aziz’in istediği tütünleri verdim, gitti.
Aradan biraz geçti, bir iş için ben Aziz’in yanına gittim. Gündüz, siperleri gezdik, gördük. Geceyi geçirmek için onun olduğu yere döndük. Arabacı Ali oradaydı. İhtiyatta imiş, hastalanmış. Aziz yanına almış.
Aziz, onun için:
“Dikkafalıdır, biraz da terbiyesi kıttır ayının ama gözü pektir, yılmak bilmez. Geçende ‘Öldürürüm.’ diye yemin ettim.”
“Ne yaptı?” dedim.
“Efendim.” dedi. “Kendi başlarına işlere kalkışıyorlar. Ona benzer bizde birkaç kaçık daha var, onları da kendine uydurmuş, gece düşman siperlerine baskına gitmeye söz etmişler. Duydum, yemin ettim. ‘Kendi başlarına bir iş yaparlarsa, kimseye sormadan öldürürüm!’ dedim.
Gâvur bana bir at parası vermeden buradan kalkıp gidecek mi?’ diyor. Herifin düşündüğüne bak! Gece karanlığında köpek gibi birbirlerini tepeleyecekler, bizi de Aziz Bey’in olduğu bu yer, yakındaki bir köyün bir altüst edecekler, onun farkında değil.”
Aziz Bey’in olduğu bu yer, yakındaki bir köyün birkaç yıldan beri işlenmemiş, keleme olmuş bağ yerleri idi. Toprağın iki geniş dalgası arasında ovaya doğru uzanan, gittikçe de alçalan genişçe bir çatak. Yer yer cadılaşmış üzüm kütükleri, anaları kesilmiş yemiş ağaçlarının kökünden sürmüş fışkın ocakları görünüyordu. Aziz, eski bir bağ kulübesinin duvarları üstüne bir çadır gerdirmiş, içinde yaşıyordu. Arabacı Ali için konuşulan sözler bu çadır örtülü yıkık kulübenin önünde konuşuluyordu.
Önümüzde, biraz alçak bir yerde, bir tümseciğin arkasında iki nefer bize biraz yiyecek hazırlıyorlardı. Arabacı Ali de yere çömelmiş, onlara yardım ediyor gibi görünüyordu. Yavaş yavaş, onların oldukları yere uzandık. Arabacı Ali yeşil soğan ayıklıyormuş. Tepesine dikildim:
“Nasıl Ali?” dedim. “Gâvur sana bir at parası verecek mi?”
Yüzüme baktı, sırıttı. Bir şey söylemedi. Aziz dedi ki: “Ya başka işi yok da aman Ali’ye bir at parası versem, diye düşünüyor!”
Ali, Aziz’e yavaş sesle karşılık verdi:
“Verecek ya! Ben onun babasının hayrına mı bu ayazda bekliyorum! Buradan bedava mı gidecek?”
“Nereye gidiyor, bir yere gittiği yok. Na, bayırın arkasında!”
Arabacı Ali başını salladı:
“Gidecek, ben bilmem mi? Onun gücü çatsaydı bizi Sakarya’da alırdı.”
“Alırdı malırdı, herif bir yüklenirse sana sorarım.”
“Sor! Na, karşıki bayırları tutar, gene dayanırız. O haçına, putuna yalvarsın da biz ona yüklenmeyelim.” dedi, sonra da sinsi sinsi güldü.
Doğrusu bu gülüşle içime bir genişlik, bir aydınlık geldi. Sanki ben de onunla birlikte inandım.
Onların yanından ayrıldıktan sonra Aziz dedi ki:
“İşte gördün ya işin yoksa bu delilere lakırtı anlat.”
“E, ne var” dedim. “İnanıyor. Varsın inansın!”
“İnansın, güzel ancak yarın iş tersine dönecek olursa sonra bunları burada nasıl tutarsın!”
“Adam sen de bu ilk olacak değil ya! Önce nasıl tuttunsa gene öyle tutarsın. Bırak sen işi kendi gidişine.”
“Valla bilmem, ben korkarım.”
“Hiç korkma, demir gibi asker. Herkes böylesini arar da bulamaz.”
“Hadi, öyle olsun!”
İleri yürümek emri, bu konuşmamızdan biraz sonradır. Aradan altı yıl geçtikten sonra, Arabacı Ali’yi yeniden gördüm. Bu görüşmemiz bir kış gecesi Karabaşoğlu değirmeni hanlarında oldu. Bir gün öncesi Gölesi diye bir köyden çıkmıştım. Karaman’ı tutmaya çalışıyorduk. Umulmadık bir yerde bir kar fırtınasına tutulduk. Gece de bastırdığı için bu hanlara sığınmaktan başka yapacak kalmadı.
Ocağın başına asılmış, isli bir yağ kandili gölgesinde yemeğimi yedim. Hancı geldi, ocağın başına diz çöküp bana kahve pişirmeye başladı. Daha su kaynamadan gelip Hancı’yı çağırdılar. Hancı gitti, geri gelmesi uzadı. Su kaynadı. Kahveyi ben pişirecek oldum, kaşık yok. Seslendim, Hancı’nın çırağı geldi, kahveyi pişirdi.
“Ağan nerede?” diye sordum.
“Burada.” dedi. “Şimdi gelir.”
“Bizim Arabacı’ya da yiyecek verdiniz mi?” diye sordum.
“Verdik.” dedi.
Biraz sonra da hancı geldi. Bana dedi ki:
“Biri gelmiş, sizi tanıyormuş, görmek istiyor!”
Şaştım. Dağ başında gece yarısı beni kim görmek isteyebilir?
“Kimmiş, nasıl adam?” diye sordum.
“Arabacı Ali.” diyor. “Siz onu tanırmışsınız.”
“Tanıdım. Gelsin.” dedim.
Geldi. Selam verdi. Elimi öptü. Diz çöküp otudu. Ali’nin gelip oturuşundaki çekingenlik gözümden kaçmadı. Hancı da kapının yanında ayakta duruyordu. Ali, ona, “Dışarı çık.” demek ister gibi baktı, Hancı da dışarı çıktı.
“Nasılsın Ali?” dedim. “Nerelerdesin? Aziz Bey’i gördüğün var mı?”
Anlattı. Askerden bırakılınca Aziz’in yanına kapılanmış. Aziz tekaüt olmuş, tüccarlık yapıyormuş. Onun yanında şoförlük öğrenmiş, şoförlük de etmiş. Sonra Aziz’in işi bozulunca bunun da Aziz’le arası bozulmuş, dediğine bakılırsa Aziz bunu kovmuş, bu da buralara gelmiş.
“Aziz Bey’e üç mektup attım, karşılığı gelip çıkmadı.” diyor.
“E, şimdi burada ne iş tutuyorsun?”
“Hiç.” dedi. “Adamı kendine koymuyorlar ki… Gene şoförlük ediyordum, elimden bir sakatlık çıktı, şimdi kaçak geziyorum!”
“Hımm!”
İşi anlar gibi oldum. Biz konuşurken kapının arkasında biri öksürdü. Ben, Hancı bizi dinliyor, sandım; kapıya baktım. Ali anladı:
“Yabancı değildir.” dedi. “Kapıda adam var.”
Belki benim yanıma gelirken Ali silahlarını, silahlıklarını çıkarmış. Omuzlarında çapraz fişeklikler yer bırakmıştı.
Anlattığına göre, Niğde yakınlarındaki köylerden birindeymiş, sıkıştırmışlar. Candarmalarla vuruşmuş, buralara gelmiş. Bu son günlerde, benim Taşönü’nde olduğumu duymuş, görmek için iki gündür arkam sıra geliyormuş. Bu gece burada görmeseymiş kese[4 - Kese: Kısa, kestirme yol.] yoldan önüme çıkacakmış.
Konuştuk.
“Olan oldu, beni bağışlasınlar, bıktım bu kaçaklıktan.” diyor. “İsterlerse ölünceye kadar askerlik edeyim! On beş-yirmi yıl hapislik versinler yatarım!”
“E, teslim olsana!”
“Teslim olsam, asacaklar.” diyor.
“Sen biraz kıyak gitmişsin gibi.” dedim.
“Kaçaklık.” diyor. “Ne istemezsen gelip adamın ayağına dolaşıyor!”
Sözlerine bakıyorum; hiç eşkıyalık, haydutluk demiyor, kaçaklık diyor. Kendi anlattığına göre kaçaklığa başlaması da şöyle olmuş:
Ereğli’de birine bir tokat vurmuş. İki gün sonra bu adam ölmüş. “Tokattan öldü.” demişler. Bu gidip teslim olacakmış, yanında bulundurduğu Karamanlı bir kadın, “Teslim olma.” demiş. Birkaç aylar Ereğli içinde kadın bunu saklamış. Duymuşlar. Şehirde barınamaz olmuş. Şehrin dolayında, kırda, köylerde, tanıdığı hancılar, değirmenciler yanında kendini gizlemiş. O kadın da bunu beslemiş, yardım etmiş. Gene de duymuşlar, artık ondan sonra iş azmış.
“Şimdi.” diyor. “Sen beni kurtarırsan kurtarırsın. Sen teslim ol, dersen olurum. Yoksa ben sağ iken kendimi vermem.”
Yanında yedi kişi daha varmış. Ben “Teslim olun.” dersem, onlar da teslim olacaklarmış.
Biraz canım sıkıldı:
“Senin gibi eli eren, bu kadar çalışmış, kanını vermiş adamdan da kaçak olur muydu?” dedim.
“Sorma.” dedi. “Karı aklına uyduk.”
Düşündüm.
“Bakalım, bir çalışalım.” dedim.
“Bana analık, babalık etmiş olursun; hakkın ölünceye değin boynumda kalır.” dedi.
Sözleştik. Ben Konya’ya gideceğim, oradan buna mektup yazacağım, nereye dersem, gelip teslim olacak. Bana Ereğli’de mektup yazacağım yeri salık verdi. Kalktı, elimi öptü. Çıktı gitti.
Konya’ya vardım. Arabacı Ali’ye verdiğim sözü yerine getirmek için tanıdıklarıma başvurdum. Ancak o sırada öğrenildi ki ben Konya’ya vardığım gece, bunu Ereğli yolunda basmışlar, candarmalarla çarpışmada vurulmuş, ölmüş.

BİR EĞLENTİ
Bir cuma günü iki arkadaş bağlara gittik. İlkyazın ilk sıcak günlerinden biri idi. Ortalık sessiz, yeni çiçeklenen, yapraklanan dallar uzanıyor. Kerpiç duvarların güneşli yüzünde kertenkeleler koşuyor. Böğürtlenlerin dibinde böcekler uyanmaya, yollar tozlanmaya, kırlar çiçeklenmeye başlamıştı.
Çayın kenarından gidip eski taş köprüden geçtik. Yol bizi bir ufacık kahveciğe götürdü. Yer güzel, önümüz su, gölge ılık, hava sakin, yaprak kımıldamıyor. Kahveci bize iki tahta iskemle verdi. Arpa kahvesi pişirebileceğini de söyledi. Ne yapalım, katlandık. Bizi getiren araba çayın ötesinde duruyor, arabacı atlarını alıp gitmiş. Ağaçların arasından bağ evlerinin damları görünüyordu. Konuşmuyorduk, gözlerimiz suya dalmış, belki de düşünmüyorduk da! O dalgınlık içinde, havada asılmış öten tarla kuşunu dinliyordum. Yanımıza bir adam geldi. Uzun boylu, zayıf, uzun bir fes giymiş; üstüne koyu renkli beyaz çiçekli bir yemeni sarmış, dizinde elifli şalvar, ayağında beyaz çoraplar, belinde ince şal kuşak, ipekli Hama kumaşından dar bir mintan giymişti. Gülerek:
“Efendi, Hacı Ali Efendi mahsus selam etti, buyursunlar.” dedi.
Ben arkadaşımın yüzüne baktım. O, Hacı Ali Efendi’yi tanıdı. Bana:
“Gidelim.” dedi.
O adamın arkasına düşüp gittik. Bağ uzakça imiş. Bizim buraya geldiğimizi nereden öğrenmişler, bilmem! Kapıdan girdik. Ufak bir aralık, bir kapıdan daha geçip büyük bağa geçtik. Asma çardağının altında üç-beş kişi oturuyorlardı. Bizi görünce ayaklandılar. Selamlaştık, birlikte oturduk. Yanımızda, geniş bir havuzun suları bir köşeden gelip karşı köşeden gidiyordu. Ev sahibi Hacı Ali’yi tanıdım. Gençten bir adamdı. Zengin çocuğu! Babası şehrin hemen yarı dükkânlarını, birçok evlerini, tarlalarını almış; buna bırakmış. Bu da oturmuş yiyor! Onu, çok istedik kumara alıştırsınlar; bu malları, dükkânları elinden alsınlar. Alıştıramadılar. Onun işi gücü, hastalığı, rakı! Babası hacca giderken bunu da alıp beraber götürmüştü. Hacdan dönüşte daha pek gençken hemen evlendirdi. Evlendikten sonra da bir dava vekilinin yanına çırak verdi. Babası ölünce Hacı Ali, İstanbul’a gitti, gezdi. Bir aralık oralarda oturdu, bir kadın daha aldı, döndü buraya geldi. Her gün başına üç-beş kişi toplayıp içer. Sarhoşluktan başka işi de yoktur.
Havuz başında oturanlar ile göz aşinalığım var. Bunlar dükkân, tezgâh, iş güç sahibi adamlar. İşte şu bir tanesi, büyük bir bakkaldır. Onun yanındaki de manifaturacı. Her gün gelip geçerken dükkânının loşça köşesinde bir ufak halı seccade üstünde diz çökmüş, terbiyelice oturmuş görürüm. Hemşehrileri buna Kahveci’nin Emin derler. Bu kahveci onun üvey babasıymış. Mektuplarında imzası Kahvecizade Emin Efendi’dir. Uzun boylu, kısa çember sakallı, cübbeli, şalvarlı, fesinin üstünde üç parmak abani sarıklı, güler yüzlü bir adam.
Ötekilerini daha az tanıyorum. Biri tüccardır ve zengin adamdır, bilirim. Hacı Mehmet, derler. Öteki genç, uzun boylu adam, bir un değirmeninin sahibi yahut sahiplerinden biridir. Adına Kırağazade Ali Efendi diyorlar. Bunlardan başka daha iki kişi var ki adlarını bilmiyorum.
Hepsi gülümsüyor, hepsi ikram ediyorlardı. Biri cıgara veriyor, öteki kibritini yakıyor, biri hatır soruyor. Bana öyle geldi ki bunların hepsi sarhoş. Orası rakı kokuyor, bunların da gözleri süzülmüş.
Hizmet edenler, bize büyük fincanla birer kahve getirdiler. Biraz konuştuk. Sonra aralarında bir fısıltı geçti. Hacı Ali, arkadaşımın kulağına bir şey söyledi. Arkadaş gülerek:
“Yok canım.” dedi. “Siz keyfinize bakın.”
Onlar sanki utanıyorlarmış gibiydi. Hizmetçiler bağ evinden ince uzun, tahta bir masa çıkardılar. Üstü rakılarla, mezelerle donanmıştı. Anlaşıldı ki buraya bir rakı sohbeti yapmak için gelmişler.
İçmeye başladılar. Yalnız çardağın bir kıyısında sessiz oturan iri yarı, hoca kıyafetli bir delikanlı kalkıp içmedi. Ötekiler, kolu ile dürtüp masayı göstererek bir başkası uzaktan “Hafız!” diye çağırıp sonra kaş gözle “iç” diye işaret ederek bizim gibi yabancıların yanında içmek istemeyen bu adamı zorluyorlardı. Biraz sonra, Hafız da dayanamadı; kadehin birini alıp bize saygı ettiğini gösterir gibi, başını yana çevirip dikti. Baktık ki o da rakının heveslisi değil, ustası imiş. Rakıyı içtikten sonra o utangaç duruşu ile gene diz çöküp oturdu. Birkaç kadeh içildikten sonra bu sefer Kahvecinin Emin arkadaşımın kulağına bir fısıltı daha geçti. Bu sefer de bizim arkadaş:
“Canım.” dedi. “Bunda düşünülecek ne var? Söyleyin gelsinler.”
Hizmet edenlere işaret ettiler. Biri bağ evine gitti ve biraz sonra iki genç çocukla beraber geldi. Bunlar çalgıcılarmış. Biri keman, öteki de ut çalıyor.
Bu adamlar ne kadar sarhoş olsalar teklifsiz olmuyorlar. Bağırarak konuşmuyorlar. İçlerinden en açık konuşanı Hacı Ali’ydi.
Çalgıcılar benim bilmediğim, hiç de işitmediğim türküler çalıyorlar. Bir aralık utçu, kısık, biraz da yanık bir sesle hüzünlü şeyler okumaya başladı. Ben, sanki senelerden beri kaybedip de bulamadığım bir şeyi bulmuş gibi bu adamın okuduklarını dinlemeye başladım. Zaten, şen şakrak olmayan meclis, bu okunan havalarla büsbütün somurtuk bir renk aldı. Ortalığa yırtıcı bir ahmaklık çöküyor gibi idi.
Gün devrildi. Bağa bir serinlik çöktü. İçimde sebepsiz bir küskünlük duyuyordum. Bir aralık karşımda cıgarasını içen Emin Efendi’nin soluk çehresi, kemiklerinin üstüne yapışmış pörsük derisi, mintanının yakasından çıkan uzun boynu, yutkundukça aşağı yukarı oynayan gırtlağı bana onun ölü çehresini düşündürdü. Onu, tabutunun içinde gördüm. Burun kanatları yapışmış, ağzı yarı açık kalmıştı. Arkadaşın kulağına:
“Biz artık gitsek…” dedim.
O da saatini çıkardı. Arabacının bizi beklediği de aklımıza geldi. Bu efendilerden izin istedik. İlk önce biraz ısrar ettiler, daha geleceklerimiz var birlikte eğleniriz, mehtapta birlikte döneriz, demek istediler. Biz kalmak istemedik. Arabayı bulup getirmek için bir adam yolladılar. Bu sırada dışarıdan birisi geliyordu. Hacı Ali onu görünce uzaktan sordu:
“Getirdin mi?”
Öteki:
“Getirdim.” dedi.
Hafız, yerinden kalkıp Hacı’nın kulağına bir şeyler söyledi. Sonra köşede oturan kara çember sakallı adam da yanlarına geldi. Üçü de bir yerde konuştular. Sonra yerlerine oturdular. Hacı Ali, yeniden bizim arkadaşın kulağına fısıldadı.
“Ne oluyor?” diye sordum.
“İki kadın getirmişler.” dedi. “Oynatacaklarmış.”
Bunların birine “Karamanlı Zarife” diyorlar. Ufak tefek, çok sevimli bir kadın. Ötekinin adını bilmiyorum. Onu, “Çalmalı” diye çağırıyorlar. Daha genç, daha iri bir kız. Zarife, meclise gelince teklifsizce selam verdi. Hacı Ali’ye bizim kim olduğumuzu sordu. Sonra Hacı Ali’nin bir sözüne cevap vererek:
“Adam.” dedi. “Gidinin elinden kurtulamadım. Sabahtan beri kapının önünü bekler!” Sonra, çalgıcıya gülerek:
“Savdın mı?” diye sordu.
Çalmalı, köşede oturan adamların yanına gitti. Bu kadınların, ikisinin de arkalarında basma entariler vardı. İkisinin de yüzleri boyalı, ikisinin de başlarında kat kat yazma yemeniler. Boyunlarında birkaç altın. Zarife’nin göğsünde yürek şeklinde ufak bir gerdanlık. Bir aralık Zarife, Hacı Ali ile konuşmayı bırakarak çalgıcıya:
“Çal, oğlan!” dedi.
Çalmalı’ya da:
“Kız, kalk oyna!” dedi ise de öteki aldırmadı. Masayı biraz kenara çektiler, oyun için yer açtılar. Kahvecinin Emin, kadehini doldurarak Zarife’ye verdi, o da aldı, içti.
Sonra Zarife, elindeki cıgarayı fırlatıp atarak kendi oynamaya kalktı. Çalmalı’ya da;
“Donuz kahpe!” dedi. “Bilmiyon mu, hastayım işte; kalkıp oynasana!”
Doğrusunu söylemelidir ki Zarife güzel oynuyor. Hacı Ali iki tarafa sallanıyor, Emin el çırpıyordu. Sonra öteki kızı oyuna kaldırdılar. Böyle ne kadar geçti bilmiyorum, ortalık kararmıştı.
“Bizim araba?” diye sordum. Hacı Ali kendi adamlarından birine sordu. Arabayı aramışlar, bulamamışlar. “Biz ne ile gideriz?” dedim. “Bizim arabalar gelir, onunla gidersiniz.” dediler. Arabalar kim bilir ne vakit gelir, biz de kim bilir ne vakit gideriz!
Arkadaşa söyledim:
“Evet, fena.” dedi.
“Vakit erkenken biz gitsek…” dedim.
“Nasıl, yayan mı?” diye sordu. “Acele etme, elbet bir şey buluruz.”
Ben buraların yabancısı olduğum için sustum. Ortaya büyük lambalı bir fener getirdiler. Bahçenin karanlığında hiçbir şey görünmez oldu. Bağın uzak bir köşesinde, yemek pişirdikleri yerde, ateş yanıyor. Dolaşan birkaç adamın gölgesi görünüyor. Bir aralık baktım, Çalmalı oynuyor. Onun karşısında başı açık bir erkek de oynuyor. Bir başkası da el çırpıyor. Kadınlara para veriyorlardı, biz de vermek istedik. Hacı Ali hoşlanmadı. Hepsi sarhoş oldular, yalnız Hafız kendini bozmuyor, olduğu yerde oturuyordu.
Bağın karanlık köşesinden bir adam bağırdı:
“Hüseyin, kacakları getir, kacakları!”
Kendi kendime “kacak” nedir diye düşünüyordum. Bir aralık Zarife, ayağa kalkarak bağın küçük kapısına doğru baktı. Orada birtakım sesler vardı. Bir kavga oluyor sandım. Karanlıkta birkaç kişinin o yana koştuklarını duyduk. Hafız da yerinden fırlayıp oraya gitti. Biz, arkadaşım, çalgıcılar, kadınlar yalnız kaldık. Zarife, ortadaki lambayı söndürdü. Kapının önündeki sesler, sövüşmeler boğuklaştı. Sanki dövüşenler uzaklaştılar. Biz de kapıya yakın sokulduk. O aralık bir sessizlik oldu. Birkaç kişi, yanımızdan geçip çardağa gidiyorlardı. Biri:
“Hafız vurdu.” dedi. Bir başkası da bir küfür savurdu. Sonra tanımadığım bir ses:
“Mehmet, su getir, su!” diye bağırdı.
Biz, savuşmaya karar verdik. Kapı açık duruyor. Yol aydınlık görünüyor. Yavaşça kapıdan çıktık. Orada yol ortasında bir adamın yattığını gördük. Anlaşılan bu adamı vurmuşlar. Duvar dibinden yürüyüp köşeyi döndük. Sonra hızlı adımlarla şehre yollandık.
Arkadaşımla yataklarımızın üstüne uzandığımız zaman, heyecanımız yorgunluğumuza karışmıştı. Bu cinayet duyulursa, bize de sorarlarsa ne diyeceğimizi kararlaştırmadık. Ertesi gün öğleden sonra çarşıya çıktım. Kahvecizade’nin dükkânı önünden geçtim. Her günkü masum tavrıyla dükkânın köşesinde ufak halı seccade serili minderin üstünde oturuyordu. Sanki, hiçbir şey olmamış, sanki o akşamki adam değildi!
Memlekette denildi ki akşam, Karamanlı Zarife için Kel Hüseyin’i vurmuşlar, ölmüş. Hükûmet tahkikat yapmış. Halk arasında onu Hafız’ın vurduğu söylenildiyse de resmen tahakkuk etmedi.

    1921

OTLAKÇI
“Efendim, tütün tabakasını ortada unutmaya gelmiyor, insafsız herif, tütünün ne kadar saçak yeri varsa içti, tozları bana kaldı. Çok otlakçı gördüm ama böylesine hiç rast gelmedimdi. Bizim rahmetli İlhami de otlakçı idi ama hiç olmazsa bir inceliği vardı, adamı eğlendirirdi. Karşınıza oturdu mu gözleriyle tütün paketini arar, sokulur, tabakayı cebime koyarım sözlerini şaşırır, cebimden çıkarıp masanın üstüne bırakırım, sevinir. Saatlerce gözleriyle tabakanın arkasından koşar, sonra bir fırsatını düşürüp bir cıgara yakınca keyiflenir, güler, söyler, dinleyenleri de eğlendirirdi. En çok hoşlandığı da fırsatını düşürüp cıgarayı kendi eliyle almasında idi. Siz ona paketinizi uzatırsanız alır ama kendi eliyle aldığı cıgaradan duyduğu haram tadını duymazdı. Bu otlakçıya canım kurban, kardaşım! Bu herif öylesi değil ki.”
Dün artık dayanamadım, söyledim:
“Ama Mahmut Efendi.” dedim. “Bu kadar da olmaz. İçiyorsun, neyse iç. Ama hiç olmazsa tozunu da katık et!”
O, alışmış aldırmıyor. Yan gözle bana baktı:
“Bir cıgara sardım diye mi söylüyorsun?” dedi.
“Hangi bir cıgara birader!” dedim. “Bak gene bir tutam saçak tütün kalmadı. Bana yalnız tozları kalıyor.”
Kayıtsızca:
“Senin tütünün de içimli bir şey değil ya!” dedi. “Bunu nasıl içiyorsun? Kaçak içsen ondan daha iyi!”
Kızdım.
“A birader.” dedim. “İyiye kötüye baktığımız yok, sen benden çok içiyorsun. Fena ise niçin içiyorsun?”
“Ne yapayım?” dedi. “Daha iyisi olsa onu içerim.”
“Neden yok?” dedim. “Tütüncü dükkânları dolu!”
Yüzüme dik dik baktı:
“Ben.” dedi. “Bu zıkkıma para vermem. Mundar şey… Mekruh. Kalkıp üste de para vereceğim! İşim yoktu da…”
“Çok iyi buyuruyorsun.” dedim. “Ama biz para veriyoruz!”
“Ben de onu söylüyorum ya!” dedi. “Para verdin verecek, bari iyisine ver. Bunun böylesini içecek olduktan sonra hiç içmesen daha iyi!”
“Sen.” dedim. “Kırk yaşından sonra benim huyumu mu değiştireceksin?”
Kayıtsızca omuzlarını kaldırdı:
“Benim neme gerek?” dedi. “Ben kimsenin keyfine karışmam. Sen bana karışıyorsun da ben de söylüyorum.”
“Canım.” dedim. “Senin kuruyasıca huyunun bana ziyanı olmasa ben de kırk yıl söylemem. Ziyanın bana dokunuyor.”
“Benim sana ne ziyanım dokunuyor?” diye sordu. “Bu sözleri hep bir cıgara için mi söylüyorsun? Ziyan olmuş da dünya batmış… Ben içmeseydim de sen içşeydin, daha mı kâr edecektin? Bari başkalarının yanında söyleme, seni ayıplarlar.”
Tepem attı.
“Neden ayıplıyorlarmış?” diye sordum.
“Neden olacak!” dedi. “Bir cıgaralık tütün için bu kadar lakırtı ediyorsun.”
“Canım birader.” dedim. “Hangi bir cigara, hangi beş cıgara?”
“Hangi on cıgara olsun.” dedi. “Yirmi cigara, otuz cıgara olsun… Daha diyeceğin yok ya! Yok tütünün saçak yerini içmişim, sana tozu kalmış… Bunları söylemek ayıp. Tozu kaldı ise bir paket al, saçak tütün iç. Bunun kemali[5 - Kemal: Eder, tutar.] altmış para!”
“Bunu ben alacağıma, sen alsan ne olur.” dedim. “Şunu neden almak bize düşüyor da içmek size?”
“Ben âdet etmemişim dedik ya! Böyle zehire para vermem.” dedi. “Sen âdet etmişsin, ben içsem de alıyorsun, içmesem de.” “Benim için tütün almıyorsun ya. Benim için alıyorsan bir daha alma. Hem bir cıgara için adama böyle kahve ortasında bu kadar söz söylemek ayıp değil mi? Bu sana yakışır mı?”
“Çıldıracağım!” dedim. “Sen altmış para verip bir paket tütün almaz, herkesin tabakasından geçinirsin, bu ayıp değil; ben tütünü katık et, saçağından bana da kalsın dedim, bu ayıp öyle mi?”
“Bana neden ayıp oluyormuş?” dedi. “Hırsızlık etmiyorum ya zorla da almıyorum, tütünün saçağı dururken tozunu içecek kadar ahmak değilim.”
“Biz tütünün tozunu içip ahmak mı oluyoruz?” dedim.
Doğrusu çok da kızdım. Onun da cıgaradan sararmış parmakları titremeye başladı ama sözünü kesmedi.
“Sen!” dedi. “Deminden beri bana o kadar söz söyledin, ben sesimi çıkardım mı? Tütünün saçağı dururken tozunu içmek ahmaklıktır dedimse niçin kızıyorsun?”
Kahvede olanlara bakarak:
“Yalan mı söylüyorum, efendiler?” dedi. “Bana bir cıgara verdi diye bu kadar söz söylenir mi, bu nerede görülmüş şey?”
Karşı peykede oturan Miralay Esat Bey bana işaret etti. Kendimi topladım:
“Sen.” dedim. “Birader bir daha benim yanıma gelme, benimle de konuşma. Bir gün öfke ile kafana bir şey vururum, başıma bela olursun, anladın mı? İşte bu kadar!”
İş buraya varınca Esat Bey cebinden tabakasını çıkardı.
“Mahmut Efendi.” dedi. “Gel sen buraya, bak ben sana bir tütün vereyim, nasıl beğenirsin.”
Tabakayı görünce kalktı, karşıya gitti. Bana da;
“Benim kabadayılığım yok.” dedi. “Kimseye de bir fenalık etmedim, gene de etmem. Bütün suçum nedir; bir cıgara sarmışım! Sanki tufan olmuş.”
Bir yandan söylendi, bir yandan da Esat Bey’in tabakasında ne var ne yok içti. Ben artık cevap vermedim. Ancak Mahmut Efendi bana darıldı, ben de ondan kurtuldum sanmayınız. Ertesi sabah erken, çocuk haber verdi ki bir efendi gelmiş, beni görmek istiyormuş. Aşağı odaya indim. Baktım, Mahmut Efendi. Beni görünce dedi ki:
“Birader, dün sizin hatırınızı kırdım. Sonradan ben de pişman oldum. Sizden özür dilemeye geldim. Kusura bakmayın, insanlık hâli… İnsan bazen boş bulunuyor.”
Siz olsanız ne yaparsınız? Özür dileyen bir adam. Kalkıp evinize kadar da gelirse… Benim yüzüm tutmaz.
“Buyurun.” dedik. Kahve de pişirttik. Önüne bir dolu kâse tütün de koyduk. Kardaşım, emin olun, kalem vaktine kadar kâsenin dibinde yalnız tozlar kaldı, cıgara tablası da ağzına kadar doldu!

    1923

DÖVÜŞ
Tahsildar Hakkı Efendi’nin oğlu Akif, on yaşlarında bir çocuk, akşam dayısından bir lira almış, seviniyor. Ara sıra cebinden çıkarıp bakıyor, çocuklara da gösteriyor.
Bir aralık gene lirasına bakarken Hasan Kâhyaların Aziz, on üç-on dört yaşlarında, mektepte zorba geçinen bir çocuk, sokuldu:
“Nedir o?” diye sordu.
“Bir lira.”
“Ver bakayım.”
“Vermem.” diyemedi. Vermek de istemiyordu. Öteki; elini uzattı, aldı, baktı; cebine koyup tahta başında duran çocukların yanına gitti.
Akif’in sanki damarlarından buz aktı. Aziz’in yanına koştu, kolundan çekerek:
“Ver.” dedi.
Öteki kolunu silkti, kurtardı. Akif:
“Aziz, ver parayı. Baktın işte!”
Aziz sesini çıkarmadı.
Akif bozuldu, utandı, bir lirasının gideceğinden korktu, yüksek sesle, ağlar gibi:
“Aziz, ver parayı!” dedi.
Aziz döndü:
“Ne parası ulan!” dedi. “Otur yerine!”
“Ver parayı!”
Akif umutsuzdu ama bu parayı da Aziz’e yedirmeyecek. Ne yapmalı? Zorla almaya gücü yeter mi? Aziz onu döver.
“Aziz, ver parayı.” dedi. “Yoksa Hoca’ya söylerim.”
Aziz, Akif’in Hoca’ya gidebileceğine inanmıyormuş gibi, döndü baktı. Biraz da düşündü ama parayı vermedi.
“Kime istersen söyle!” dedi. Dershaneden de çıktı. Çocuklar:
“Parayı saklamaya gidiyor.” dediler.
Doğru, parayı saklamaya gidiyormuş. Duracak zaman değil! Akif öteki sınıfa ders veren hocaya koştu.
“Hoca Efendi, Hasan Kâhyaların Aziz paramı aldı, vermiyor.”
“Ne parası?”
“Dayım bir lira vermişti.”
Bunu söylerken Akif, ağlayacaktı. Dudaklarını ısırdı. Bütün çocuklar kapıdan dinliyorlardı. Hoca, Akif’i süzdükten sonra:
“Çağır onu bana.” dedi.
Çocuklar aşağı koşup Aziz’e haber verdiler. O, biraz korkmuş, rengi uçuk, Hoca’nın yanına girdi.
“Ver bunun parasını.”
“Ben almadım Hoca efendi.”
“Ver diyorum sana, yoksa yersin dayağı!”
“Ben almadım, Hoca efendi. Arayın üstümü.”
Çocuklar kapıdan:
“Hoca efendi, aşağı götürdü sakladı.” dediler.
Hoca, çocuklara;
“Gidin arayın!” diye emir verdi.
Birkaç çocuk birden aşağı koştular.
Hoca, sınıfa ders vermeye devam etti. Biraz sonra çocuklar, lirayı bulmuşlar getirdiler. Hoca:
“Nereye saklamış?” diye sordu.
“Muslukların yanındaki kirişin üstüne koymuş.”
Hoca, parayı Akif’e uzatarak:
“Al paranı.” dedi. “Dayına soracağım, yalan söylüyorsan sen de yiyeceksin dayağı!”
Sonra, masanın üstünde duran değneği eline alarak Aziz’e:
“Gel.” dedi. “Aç elini bakayım!”
“Hoca efendi, valla billa ben almadım. Allah kör etsin, ben almadım.”
“Yakın gel. İlkin ben döveyim, vebal benden gitsin, sonra Allah da kör eder elbette!”
Böyle yerlerde ısrarın faydası yoktur. Haklı haksız dayağı yiyip çekilmeli. Aziz yaklaştı. Değnek, parmakları ile karışık avucunun içine indi.
Çocuklar içinde, dayak yerken ağlayan, yalvaran, elini pantolonuna süren, korku ile hocanın yüzüne bakıp suratını buruşturanlar olduğu gibi, hiç aldırmayanlar da vardır. Aziz, mektebin zorbalarından olduğu için ağlayıp yalvaramazdı. Sessizce dayağı yedi. Ancak sınıfa döndüğü zaman, ellerini nasıl tutacağını şaşırmıştı.
Bütün çocuklar yerlerine oturmuşlar, ona bakıyorlardı. Aziz, Akif’in önünden geçerken:
“Ben sana gösteririm.” dedi. “Mektepten çıkalım, görürsün!”
Çocuklar sustular. Mektepten çıkınca Aziz, Akif’i dövecek. Hepsi de Akif’in nasıl dayak yiyeceğini seyredecekler.
Aziz, onu yalnız dövecek değil, cebinden parasını da alacak. Akif, parayı götürüp kuyuya atmayı bile düşündü.
Çocukların önünde dayak yiyip eve gitmek ölümdü. Bundan nasıl kurtulmalı? Mektepten çıkar çıkmaz çarşı tarafına savuşmak var. O zaman bütün çocuklar Aziz’e onu gösterecek, “Bak, kaçıyor!” diyecekler. O da ihtimal arkasından koşacak, belki yetişip birkaç tokat atacak…
Mektep azat oldu. Çocuklar çıktılar. Akif de çıktı. Rengi uçmuştu. Aziz, birkaç çocukla önden gitmişti. Akif uzaktan onları görüyordu. Kulakları uğulduyor, hiçbir şey işitmiyor ve ne yapacağını da bilmiyordu. Ama yolunu da değiştirmedi. Ne olursa olsun! O dakika, yeryüzünde azılı bir düşman karşısında yalnızdı. Ne anası, ne babası, ne arkadaşları, ne de Hoca! Burada hiç kimse yok. Burada ancak o, kendi kendini kurtarabilir. Çalışıp kurtarmalıdır.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/memduh-shevket-esendal/otlakci-69429607/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Deke düşmek: Hileye, oyuna gelmek.

2
Lavta: Ebe.

3
Kurada: Gelişmemiş, cılız.

4
Kese: Kısa, kestirme yol.

5
Kemal: Eder, tutar.
Otlakçı Мемдух Шевкет Эсендал

Мемдух Шевкет Эсендал

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Dilinin sadeliği ile her yaştan insan tarafından anlaşılarak gönüllerinde taht kuran, saf ve samimi Anadolu insanına kalemiyle hayat veren Memduh Şevket Esendal; bizzat deneyimlediği yaşantıları ve gözlemlediği gerçeklikleri tüm çıplaklığıyla sayfalara dökerek "Otlakçı"yı meydana getirmiştir. Bu hikâyeler okyanusunda herkese yetecek kadar öykü adası vardır. Bazı adalarda okul çıkışında öğrencilerin kavgasına şahit olup kimin kazanacağına dair iddiaya tutuşuruz; bazılarında ise kumar oynayarak zenginleşen kocasından boşanmak isteyen kadının mektubunda, helalinden bir lokma yemenin özlemini yanaklarından süzülen iki damla gözyaşında buluruz. Kitaba ismini veren "Otlakçı" hikâyesinde ise Mahmut ile karşılaşırız. Aslında hepimizin hayatında var olan bu Mahmut, herkesten tütün otlanır. Üstelik iyi tütünleri seçer, kalan tozu da sahibine hediye olarak bırakır!.. Kısacası güldüren, ağlatan, eğlendirirken düşündüren bu duygu deryasında hikâyelere doğru kulaç atarken geriye dönüp baktığınızda size tebessümle el sallayan insanlar göreceksiniz…

  • Добавить отзыв