Veysel Çavuş

Veysel Çavuş
Memduh Şevket Esendal
Durum öykücülüğünün edebiyatımızdaki en güçlü temsilcilerinden olan Memduh Şevket Esendal, "Veysel Çavuş" adlı kitabında okuyucularına âdeta toplumun içinden gerçekçi bir tavırla seslenmektedir. Esendal, birbirinden güzel hikâyeleri ile her yerde karşımıza çıkabilecek sıradan insanların sıradan yaşamlarına ortak eder bizleri. Öyle ki bu insanların ardı arkası kesilmeyen dedikodularına, karşılıksız kalan aşklarına, geçim sıkıntılarına, yaptıkları küçük hesaplara ve kıskançlıklarına şahit oluruz. Kitaba ismini veren "Veysel Çavuş" hikâyesinde ise harp zamanı tekrar orduya çağrılan bu askerin geride bıraktıklarının tesiri altında kalmamak mümkün değildir. "Bereket versin ki insan; üstünden günler, aylar geçince her şeyi unutur. Yoksa duyulan acılar sürüp gitse onun ağırlığına en duygusuz, en kayıtsız adamlar bile dayanamazlar."

Memduh Şevket Esendal
Veysel Çavuş

Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayatın içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmelerinden sonra Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.

HİKÂYELER

VEYSEL ÇAVUŞ[1 - Bu hikâye ilkin Tanin gazetesinin 17 Aralık 1908 tarihli sayısında yayımlanmıştır.]
Bugün, dört sene evveli düşündüm; bir akşamdı, güneş gurup etmiş, yerlere gecenin rengi iyice çökmüştü. Yalnız güneşin gurup ettiği noktada, ufak evlerin esmer gölgeleri fevkinde birkaç küçük âvâreser[2 - Âvâreser: Başıboş.] bulut kanatlarını germiş, dinleniyor gibi görünüyordu.
Toprak duvarların kenarından yürüyerek eve geliyordum. Gönlümde, geçen günün yorgunluğu, hayatımın değerinden fazla bir melali vardı. Bir sokağın köşesini dönerken ona tesadüf ettim. Bir şey söylemek, bir kelime ile onu tatbik etmek istedim:
“Siz de gidiyor musunuz?” diye sormuşum.
Karşımda, sanki zabiti karşısında imiş gibi metin ve püredep duruyordu.
Bu, kardaşım gibi sevdiğim, bu kahraman, bu açık gönüllü askerin bu gece hâlinde, gözlerinde bir buğu, bir dalgınlık vardı.
O gün muhtarlara daha tembihatı resmiye yok iken bir gizli ses, bir zefiri girizân,[3 - Zefiri girizân: Uçan nefes.] ordu emrini bütün kulaklara dökmüştü.
Redifler[4 - Redif: Terhis edildikten sonra yedeğe geçirilen asker.] toplanıyormuş!.. Herkesin çehresinde bir edayı istifhamkârâne vardı. Evet muayyenli, muayyensiz bütün redif silah altına…
Temmuz nihayetiydi, harmanlar yeni dövülmeye başlamıştı. Alelhusus akim bir senenin tazyikini hissediyorduk. O sene bu civarların en ümitli tarlaları nihayet bire dört verdi.
Bu davet zevcesinin, ihtiyar babasının muayyeni olmayan fakir çiftçileri düşündürdü; bu davet hepimizin kalbinde bir yangın görülmüş, bir umumi hastalık çıkmış gibi, bir tesiri meşum[5 - Meşum: Uğursuz.] uyandırmıştı.
Fena zamanlarda idik, başımızda birçok felaketler döndüğünü zannediyorduk ve şu küçük kasabada yalnız biz, birkaç kişi, artık öğreniyor idik ki hükûmet bizi aldatıyor, bizim itaatimizi suistimal ediyor, binlerce cahil insanın bir mânâyı dindarâneyi havi olan itimatlarını çiğnemek gibi azim[6 - Azim: Büyük.] bir cinayet irtikâp olunuyordu.
Gazeteler bir şey yazmadılar bize resmî, sahih hiçbir malumat vermiyorlardı. Yalnız ortada en ciddi havadisi terk edip en vahi hurafeyi isal[7 - İsal: Ulaştırma.] eden bir dedikodu dolaşıyor idi.
Birkaç gün evvel, iki jandarma neferi, Sinekli ile Çerkezköy mevkileri arasında demir yolunun altına mahirane vazolunmuş, doksan kiloluk bir dinamit kitlesi buldular. İşte, o senenin vakayii bu hadise ile başlar.
İkinci Ordu mıntıkasında iğtişaşı idareye[8 - İğtişaşı idare: Yönetim kargaşası.] çalışanlar o noktada, Sinekli Ormanları arasında hattı bozmak, Şimalî Avrupa’dan gelen sürat katarını parçalamak istemişlerdi.
Telaş ettik, heyecan içinde kaldık. Demek düşmanlar bu kadar yakın gelebiliyorlardı. Sonra korkunç rivayet teakup[9 - Teakup: Birbiri ardınca gelmek.] etti ve işte nihayet ordu emri ulaştı. Bütün redif silah altına…
Bu tedarikât şimale doğru, Bulgarlara doğru idi. Bunu görüyorduk. Lakin Bulgarları yalnız zannediyorduk. Yalnız onları teşci edenler vardı. Bunun için harmanını, çocuklarını yalnız bırakan askerlerimizin nereye gideceklerini, bizi hırpalayan bu düşmanın kim olduğunu bilmiyor, tayin edemiyorduk. Çünkü 1293 Felaketi’nden[10 - 1293 Felaketi: 1877 yılındaki Balkan bozgunu ve bu bozgun nedeniyle göç etmek zorunda kalan Müslümanların durumu.] sonra, ne vakit küçük dostlarımızdan birinin cüretini görsek böyle düşünmeye mecbur idik.
Ordu toplanıyordu. Harmanını alacaklılarına devrederek, kimsesizler evini Allahı’na emanet ederek askere gidiyordu. Çiftçilerin bütün mahsulünü elinden alıp onları daima mecbur-ı müracaat bırakan zahire muamelecilerinin elinde, daha ilk gün itibar-ı umumi bir köpük gibi söndü. O zaman kimsesizlerin akıbetleri zahir olmuştu. Lakin ordu, yine Hüda pesendâne bir itaatle toplandı.
Şimdi, Veysel Çavuş’a tesadüf edince akşamın karanlıkları içinde bizim için meçhul düşmanlarla uğraşmaya giden bu kahramanın, bu güzide askerin çehresinde o fecayii ihtiyaciyeyi,[11 - Fecayii ihtiyaciyeyi: İhtiyacın felaketleri.] yalnız bırakılacak genç zevcesine, yabancı ellerin mürüvetine terk edilecek harmanına ait fecayii, onun pürvakar çeşmanına bir gölge çöktüren bu şeyleri görerek ona muzdaribâne sormuşum:
“Siz de gidiyor musunuz?”
“Evet.” diye cevap verdi.
“Harmanını bitirdin mi?”
“Yeni başlamıştım!”
Veysel Çavuş’u iki sene evvel Trablus’tan terhis edilmiş bir asker olarak tanımıştım, o benim komşum idi. Altı sene hizmet ettikten sonra, güneşten yanmış çehresi ile buraya geldiği vakit ihtiyar ninesini ölmüş kulübesini harap olmuş, yıkılmış buldu idi.
Azim bir sabr-ı tahammül ile çalıştı, evini tamir etti; bir çift öküz, kira ile de bir tarla tedarik etti. Nihayet şuradan bir köyden evlendi. Daima sakin, vakur çalışıyordu. İlk önce tanımıyordum, sonra bir kere tesadüfen görüşte onu sevdim, hayran oldum. O güzide bir asker idi.
Sonraları onun bahtiyarlığını gördükçe memnun olurdum. Onun çehresine baktıkça, onunla konuştukça “Memleketinin gayrete olan ihtiyacını anlamış, onun için çalışıyor.” derdim.
Fakat o bu ihtiyacı nereden, nasıl öğrenmiş bilmiyordum. Belki askerlikten belki bülent himmet[12 - Bülent himmet: Yüce etmek.] bir zabitin lisanından… Herhâlde bu müsait fıtrat üstünde rahim, halim bir fikrin tesir-i amiki[13 - Tesir-i amiki: Derin etki.] kalmıştı. Ona milletini sevdirmiş, gönlüne şanlı ve muntazam yaşamak için bir heves vermişti.
Daima az söylüyor, çok çalışıyordu. O da benim gibi hakikati görmediği hâlde hükûmetten, heyet-i memurinden emin değildi. Bu hâlin neticesi onu düşündürüyordu. Düşündüğüm, arzu ettiğim gibi afif, saf bulduğum bu adama hürmet eder, takdir eder, onu böyle severdim.
Veysel şimdi gidiyor. Elbette pek çok şeylere muhtaçtır. Belki yarın evine üç-beş kuruş bırakmayacak diye düşünüyor, ona muavenet etmek istiyordum.
“Veysel Çavuş.” dedim. “Sana muavenet etmek isterdim eğer bir siparişin varsa…”
Sözlerimi ikmal edemiyordum. Vücudum yorgun, kalbim gayet metanetsizdi. Belki bu zaafı hissiyat taşar diye korkuyordum. O, mütevekkilâne cevap verdi:
“Eksik olmayın, ben de sizden bir şey rica edecektim.” dedi. Sonra teessürle ilave etti:
“Bizim kadın kimsesizdir, bir can yoldaşı yoktur! Komşu namusu, Allah’tan sonra size emanet, kapınızda hizmet eder…”
Bunları söylerken o kahraman yüreğinde, o kurşuna deldirdiği sinesinde bir şey kopuyor, acıyor zannettim. Sesinde öyle bir edayı mahsusâne vardı. Onu temin ettim, teselli etmek istedim. Sarıldık, veda ettik. Bir gün sonra onlar gittiler. Önde davul çalarak… Arkalarında birer beyaz torba, ayaklarında çarık… Çok gözyaşı yadigâr bıraktılar, tabur merkezine gittiler.
Sıcak bir gündü. Kumlu yollar uzakta dağların sırtında belli oluyordu. Onları kasabanın kenarına kadar teşyi ettim. Dua oldu. Sonra üç kere bağrıştılar, ben de sessizce ağladım.
Onlar gittikten sonra her yer tenha kaldı, mübadelât-ı ticariye[14 - Mübadelât-ı ticariye: Ticaret ile ilgili alışverişler.] durmuştu, herkes yeni haberlere intizar ediyordu.
Sararmış yapraklar dökülüyor, melul bir sonbahar çehresini gösteriyordu. Bir taraftan tedarikât tezayüt ediyor, Edirne’ye mühimmat-ı harbiye sevk ediyorlardı; Rus zırhlıları İğneada önünde idi. Harekât-ı iğtişaşiye[15 - Harekât-ı iğtişaşiye: Karışıklık harekâtı.] reisi Şişmanof Istranca’da dolaşıyordu…
Siyah bez feraceli, beyaz başörtülü fakir, kimsesiz kadınların belediye dairesi önünde toplandıklarını görüyorduk; memleket bunlara yardım ediyordu. Veysel’in zevcesi bizim evde idi. Saf, dindar bir kadın imiş. Evin içinde gölgesi bile görünmüyor, sessizce çalışıyor, daima görülecek bir iş buluyordu. O saffet-i masumanesi ile bizim ihtiyarların kalbinde de bir mevkii mümtaz kazandı. Ara sıra birisi odamın kapısını açar:
“Veysel Çavuş’tan mektup geldi mi? Hatice Kadın soruyor” derdi.
Vâkıâ hepimiz Veysel’in mektuplarını bekliyorduk. Fakat sadece üç mektup geldi. Bizim taburu Vize’ye, Smakov’a gönderdiler. Sonra Tırnovacık’a sevk olundu. Daha sonra hudut kulelerine tevzi ettiklerini duyduk. Kış geliyordu. Ağustosun son günleri yağmurlu ve soğuk oldu. İstanbul gazeteleri “Hedaya-yı Şitaiyye!”[16 - Hedaya-yı Şitaiyye: Kış armağanları.] tafsilatı ile doluyor boşalıyordu.
O zaman, bir arkadaşla konuşurken benim şüphelerime o cevap vermişti:
“Görünüyor ki Rus siyâsiyunu[17 - Siyâsiyun: Politikacılar.] bizi bir harbe sevk ediyorlar. Avrupa’da da düşmanlarının bitaraf kalamayacağı bir harp çıkarmak istiyorlar. Yoksa Makarof, İğneada’ya mazlum Türkleri müdafaa etmek için mi geldi zannedersin.” dedi.
Evet bu doğru idi. Rusya Mançurya’daki tuzaktan kaçıyor, onun için filosunu gönderiyor, onun için tükenmez bir ümmid-i tevessüle, bir ümmid-i istilakârâne ile meşbu olan Bulgarları ayaklandırıyordu. Yurdumuzu boş bırakıyor, ordumuzu işgal ediyordu. Hâlbuki biz o harbe girişmek istemiyorduk. Onun için o kadar masraf, o kadar fedakârlık neticesizlikle sönüyordu. Yalnız soğuk bir kâbus arasında bir rüya görür gibi hırsız kovalıyoruz, askerimiz daima kaçan düşmanın arkasında; şu tepenin üstünden şu çatağın içine doğru koşarak, yuvarlanarak onu bir çalının kökünde bulup ezememekten mütevellit fütur içinde sürünüyordu. Pek çok haberler duyduk, felaketler geçirdik, bir büyük harbe mahsus masarife katlandık, ziyan gördük, keder çektik, bütün bu unutulmaz dertlerin neticesi yine bir hiç oldu. Fakat fena bir hiç! Çünkü diyorlardı ki o zaman Balkanlar’da elli dört bin kişi ziyan oldu.
Yoksa ne Rusya düşündüklerini yapabildi ne de Bulgaristan bir karış toprağa hak kazandı!.. Nihayet Japonya hücuma başladı. Rusya’nın İğneada’daki ihtiyar kahramanı, ufkun ötesinde talihin ona hazırladığı kısmete doğru koştu, gitti.
Mançurya sahralarının karları altında sönen bu vakanın ilk safahatı başlarken biz de yavaş yavaş rediflerimizi terhis ettik. Ancak her eve neşe ve saadet getiren bu avdet bize matem getirmiş idi.
Çünkü Veysel gelmedi. Şehit olmuş… O zaman kalbimde, arkadaşlarının getirdiği bu kara habere inanmak istemeyen bir ukde-i iştibah[18 - Ukde-i iştibah: Kuşku düğümü.] vardı. Sonra bir gün Edirne’de iken Mülazım Nâfiz Efendi, Veysel’in vefatı hakkında bana tafsilat verdi:
“Zabornova hudut kulesinde idik.” diye başladı. “Şarktan bizim tarafa geçen Bulgar komitelerini takip ediyorduk. Orman içinde onların kendilerine mahsus işârat ile emin ve muayyen yollar vardır. Faraza, bazı en sık bir korunun ortasında ağaçlara asılmış iki kemik görürsünüz. Buna mana veremezsiniz hâlbuki bu bir istikamet gösterir.
İnsan bu işâratın lisan-ı sameti arkasında mümkün olduğu kadar emin olarak hududu geçebilir, sonra mevâkii askeriye civarında da böyle bazı işaretler vardır. Biz keşfedebildiklerimizi pusu tertip ederek bekliyorduk. Komiteden, fedaiden başka çapulculara da tesadüf ediliyordu. Ahalisi şarka doğru firar eden köylerin hayvanlarını sürü ile kaçırıp satmak isterlerdi. O zaman bu maksatla ormanlar içinde dolaşan pek çok Bulgar tevkif edildi.
Bir gece, yerde biraz kar vardı. Rüzgâr hafif fakat soğuk esiyordu. Ben pusuda idim. Veysel Çavuş da on kişi ile devriyeye çıkmış idi. Zaman zaman mehtap karların üstünde parlıyor, ormanda titrek gölgeler peyda ediyordu. Bir aralık sol tarafımızdan fakat uzaktan, dere içinden devamlı silah sesleri gelmeye başladı. Hemen kuleye koştum. İki devriye kolu tertip edip gönderdim. Ateş devam ediyordu ve biz sabırsızlıkla haber bekliyorduk. On dakika sonra iki nefer, arkalarında Veysel Çavuş’u getirdiler. Yanağından kan akıyordu. Gözleri kapanmış, koğuşun kirli aydınlığı altında çehresi mahuf[19 - Mahuf: Korkunç.] ve sarı idi. Bütün askerler koştular, onu yatağının üstüne uzattılar. Biz şaşkınlıkla onda eser-i hayat ararken, getiren neferlerden biri yeis ve teessür ile titreyerek ‘Öldü, öldü…’ diyordu. Evet, kurşun Veysel’in yanağından girmiş ve biçareyi derhâl öldürmüş…
Bu hakikat aramızda anlaşıldıktan sonra bu yiğit, bu dilaver silah arkadaşının etrafında hepimiz mebhut[20 - Mebhut: Şaşkın.] ve müteessir kaldık. Getiren nefer tafsilat veriyordu: ‘Kalova kulesine giden yol üstünde ve dere içinde birdenbire tesadüf etmişler, ateş başlamış ve ilk hamlede Veysel düşmüş. Düşman da üç ölü bırakarak kaçmış. Kendi kendime, Veysel’e yazık oldu dedim. O bir bölüğe mukabil feda edilmeyecek bir Türk idi, yazık…
O esnada pusudan ateş sesleri gelmeye başladı, Veysel’in üstünü örttük, pusuya doğru koştuk… Biraz sonra Veysel’in arkadaşlarından biri daha şehit oldu. Bu da dilber bir asker, bir onbaşı idi. Anadolu’nun yetiştirdiği o fevkalade askerlerden biri…
O gece, sefil iki kurşunla itmam-ı hayat eden, itmam-ı vazife-eden bu iki Türk, bu iki silah arkadaşı, yağmurluklarının altında yan yana uyudular.
O gece sabaha kadar hiçbir ses, onların mukaddes uykularını rencide etmedi. Bütün asker bu iki kıymettar cesedin yanında, şehitlerin başı ucunda hürmetle, teessürle sabaha kadar beklediler. İçlerinden biri de ince, hazin, nalekâr bir sesle yavaş yavaş Kur’an okuyordu. O gece yedi kişilik bir çete elde ettik. Üç tanesi öldü, ötekiler kaçarken pusuya düştüler, biraz müdafaadan sonra teslim oldular. Ertesi günü de kulenin arkasında, orman içinde bir meydancığın orta yerinde iki silah arkadaşını yan yana gömdük. Yalnız dün ile bugün arasında bir fark var ki benim nikbin gönlümü teselliye kâfidir.”

    1908

KİVİ
Kardeşim, panayırdan yeni bir beygir almış; bu haberi gelip bana söyledi. Bizim gibi köyde, kırda oturanların ata, beygire meraklı olması çok görülmez. Hemen dışarıya koştuk. Benden evvel çoluk çocuk bütün ev halkı, hayvanı temaşaya çıkmışlar.
Oh! Hakikat güzel bir hayvan. Bir Rus kadanası kadar semiz, sağrısında pul pul kestane dorusunun baklaları açılmış, bunu cambazlar İstanbul’dan getirmişler…
“Çekin bakalım şöyle!”
Önden baktık, arkadan baktık… Âlâ, hiç diyecek yok. Baktıkça hepimiz güzel bir tarafını buluyorduk. Yaşı da pek geçkin olmasa gerek. Tuhaftır, bende beygir merakı vardır da hayvanın yaşından pek anlamam. O kadar tarif ederler, bir türlü anlayamadım. Ezberleyemedim.
“Lakin pek kalın. Bilmem binmeye yarayacak mı?”
Kardeşim, derhâl müdafaa etti:
“Ne demek! Mükemmel tırıs gideceğine şüphem yok. Cinsi halis Rus…”
“Evet hele araba için hiç diyecek yok.”
“Şöyle bir binsen de görsek.” dedim. Derhâl hepsi bu söze ortak çıktılar.
“Evet, bir binseniz de görsek.” dediler.
Kardeşim, biraz nazlandıktan sonra bindi. Fakat tuhaf… Hayvan biraz ziyadece yorgun olacak. Üç kere bacaklarını sallayıp karnına vurmadıkça, dizginleri bir-iki tartmadıkça yerinden kımıldamıyor.
“Sen gelirken bunu biraz fazlaca yormuşsun galiba!”
“Ne diyorsun ağabey! Hayvan üç gündür yol geliyor. Ta İstanbul’dan gelmiş…”
Derhâl tasdik ettik, bizimkiler de iştirak ettiler. Yalnız Seza bize gülüyordu. Yaramaz kız, neyle olsa eğlenmek ister.
“Samiye, sen ne dersin?” Samiye beğeniyordu lakin hepimizden ziyade seven, beğenen kardeşimdi.
“Adını ne koyacağız?”
Evet, bir mesele! Güzel bir isim olmalı. Hepsi bir isim söylüyordu. Samiye “Uslu koymalı.” dedi. Seza, “Akıl mı danışacaksınız?” diye alay etti. Annem “Derviş olsun.” dedi. “Sonra, ona bir de tekke bulmak ister!” diye alay ettiler. Birader Fehime’ye, onu nasıl koşacağını hele arabayı uçuracağını anlatıyordu.
“Kuş gibi, bir saatte kasabaya!”
Seza öteden cevap verdi:
“Kanatsız Kuş koyalım, Kanatsız Kuş…”
“Kanatsız Kuş olur mu?”
“Olmaz mı belki vardır!”
“Hayır. Nerede duyulmuş?”
“Vardır ya! Değil mi dayı bey?”
“Evet, Avustralya’da yaşayan bir kuş varmış ki kanatları yokmuş hatta kanat kemiklerinden de eser yokmuş. Uzun gagasını yumuşak topraklara sokar, otların kökündeki yaşlılığı emerek yaşarmış.”
“Neydi onun adı?”
“Kivi! Yerliler Kivi derlermiş.”
“Tamam, bu adı koyalım.” dediler. Olur, olmaz; bir kısmı kabul etti, bir kısmı etmemiş göründü, hayvanın ismi de Kivi kaldı.
Zavallı Kivi, bizim yaramazların elinden neler çekti yahut bizim yaramazlar ondan ne çektiler!..
Ertesi gün sabahleyin, daha kahvemi içmeden Seza koşarak geldi. Gülmekten bayılıyordu.
“Aman dayı bey, gel de biçarelerin hâlini gör. Selime budalası da onlarla beraber…”
“Neden? Ne olmuş?” dedim.
Beygir çekmiyormuş; sabahleyin dere kenarına inmişler, kardeşim de bu gece meraktan uyumamış, sabahleyin erkenden beygiri arabaya koşmuşlar. Hâlâ onunla uğraşıyorlarmış.
Gittim baktım, doğru. Kardeşim arabanın üstünde, valdeyi de bindirmişler. Hemşire, Samiye, dadı da binmiş… Beş kişi. Beygir bir adım atmıyor… Arabada iki kişi olursa yürüyormuş…
Canım, bu beygir sayı bilmiyor ya! Dördü, üçü nereden hesaplayacak! İnin bakalım. Sahiden yürüyor. Yine bindiler, beygir hemen duruyor. Seza başta olmak üzere, hepimiz gülüyorduk. Yalnız Selime ile birader gayet ciddi, hayvanı yürütmeye çalışıyorlardı.
“Hamut dar gelmesin? Arabanın kolları mı dar acaba?”
Hayır. Kivi’nin tabiatı anlaşılıyor. İki kişi, bir de arabacı olursa gidiyor fakat tırıs değil haa! Adım adım… Yokuş geldi mi duruyor, herkes iniyor, ondan sonra yokuşu çıkıyor…
İhtiyar hala söze karıştı:
“Yine şükür ya yokuşta arabayı çözün de sürükleyin deseydi, ne yapardınız?”
“Canım kardeşim, sen alırken buna bakmadın mı?”
Kardeşim telaş içinde, kan tere batmış, hepimize kızıyordu. Bir taraftan vuruyor bir taraftan da:
“Canım, hayvan pekâlâ gidiyordu, siz şaşırtıyorsunuz. Bakın nasıl gidiyor.” diyordu.
Seza durur mu:
“Aman dayı bey, nefes almayalım, hayvan sonra şaşırır!..”
Selime arabanın içinde, başörtüsü dağılmış, dizginleri tartıyor; kardeşim de yerden vur bre vur, kamçılıyordu… Tepmiyor, ısırmıyor, çifte atmıyor fakat bildiğinden de şaşmıyordu.
Seza, yine gülerek Samiye’ye söz atıyor:
“Samiye, hakkın varmış, keşke adını uslu koysaydık…”
Sonra bana dönerek:
“Dayıcığım, bunu bu sene köyün ihtiyar heyeti intihabına çıkarırız. Eminim ki kazanır… Biz de gidip akıl danışırız!..”
Bir çoban çocuğu geliyordu, kardeşim ona seslendi. Dizginin bir tarafından o tuttu, bir tarafından da bizim Yakup. Kardeşime de artık kamçının ters tarafını çevirip vurmak kaldı. Ha gayret! Dövdüler, çektiler, vurdular… Kivi adım adım gidiyor…
Sabah güneşi yakıyordu. Hepimiz döndük. Onlar, Yakup, Selime ve kardeşim, üçü ancak öğle yemeğine gelebildiler.
Selime’ye sordum:
“Nasıl Selime?” dedim.
“Gidecek dayı.” dedi. “Hayvan fena hayvan değil, biz koşmayı bilemedik. Bizim İstanbul’daki beygirler de yeni alındıkları vakit böyleydiler.”
“Nasıl, böyle adımlarını sayıyorlar mıydı?”
Birader cevap verdi:
“Canım, adım saymayı da siz ilave ediyorsunuz. Seza’nın marifetleri…”
Birader, gözleriyle Seza’yı arıyordu; yüzüne karşı, “Senin marifetlerin!” diye bağıracaktı. Fakat ben kardeşimin tabiatını bilirim, onun bu kadar muvaffakiyetsizlik üzerine derhâl beygiri kasabaya gönderip ucuz pahalı sattırması lazım gelirdi. Ben taraftar değildim.
“Neyse zararı yok, sakın satma, dolapta filan kullanırız.”
“Ne diyorsunuz? O beygir yürüyecek. Ben onu dolaba koşar mıyım! Bakınız bir-iki sabah talim edelim, değil mi Selime?”
Seza, kapı yanında dinliyordu. Son heceyi biraz çekerek:
“Sezaaa!” diye seslendi.
Ben şaştım. Kardeşim de bu garip tabiatlı Kivi’yi çok sevmiş olacak. Kim bilir belki de dedikleri doğrudur. Lakin tuhaf, Selime’de bir durgunluk var gibi.
O gün akşamüstü Kivi’yi derede yıkayacaklarmış. Hepsi dere kenarına inmişler. Bir ara Fehime geldi:
“Sizi istiyorlar.” dedi.
Kalktım, gittim. Bir de ne göreyim! Beygir yatmış suyun içine, manda gibi yuvarlanıyor. Yuları Selime’nin elindeymiş, birdenbire beygir suyu görünce doğru suya girmiş, Selime’yi de dizlerine kadar sürüklemiş… Kardeşim hem kızıyor hem bana teminat veriyordu.
“Hayvan susuzluktan yanmış…”
Seza gülerek cevap veriyordu:
“Yahut kalabalıktan şaşırmış…”
Ertesi sabah kalktım, kardeşimi sordum. “Arabayı koştu, beygirle uğraşıyor.” dediler. Selime de beraber!..
O da iyi merak sardı ha!.. Bir ara dadı da onlarlaymış.
Seza dedi ki:
“Dadının rivayetine göre bir türlü tırıs yürütemiyorlarmış..”
O gülüyordu, ben bir şey anlamadım. Samiye’nin gözlerinde de bir yaramazlık uçuşuyordu. Öğleye doğru ikisi de geldiler.
“Nasıl, terakki var mı?”
Samiye kesik bir kahkaha kopardı. Kardeşim ona cevap verdi:
“Siz eğlenin.” dedi. “Biz beygiri adam edelim de görürsünüz!”
“Adam etmeye lüzum yok, sadece beygir olsun yeter…”
Aradan bir-iki gün geçti. Bir sabah erken kalkmıştım, yukarı çıktım. Avluda kimseler yok. Hizmetkârlar erkenden çifte gitmişler. Kardeşim Kivi’yi ahırdan çıkardı, koştu. Selime çit kapısını açtı. İkisi yan yana arabaya kuruldular. Yavaş yavaş dere boyuna doğru gittiler. O zaman anladım ki Kivi at olmayı öğreniyordu. Bunu, oradakilere de söyledim. Hepsi tasdik etti. Bu kadar ihtimamdan sonra… Tabii değil mi ya! Bir gün de Selime’yi yakalamış kulağına bir şeyler söylüyor; o kaçmak istiyor, dinlemiyor, inkâr ediyor gibiydi.
Aradan ne kadar geçti bilmem, herhâlde bir haftadan ziyade değildir. Kasabaya gidip gelmiştim, çoluk çocuk kırlarda şöyle bir akşam seyranı yapıyorduk.
Gözüme araba ilişti. Kivi’nin başlığını çıkarmışlar, rahat rahat otluyor ve düz çayırın üstünde arabayı da aheste aheste gezdiriyor. Sonra ağaçların kuytu bir kenarında batan akşam güneşine karşı açılmış beyaz şemsiyenin altında ikisi yan yana uzanmışlar ve şüphesiz Kivi’nin taliminden başka tatlı bir meseleden sohbete dalmışlardı.
Uzaktan onlara seslendim:
“Bu zavallı Kivi sizi pek fena yoruyor galiba!..”
Tabii bir kahkaha fırtınası koptu, hepimiz oraya gittik. Pek çok terakki de onun için… Ancak hiç şüphe yok ki Kivi’de de çok terakki olmuş. İstersek bunu tecrübe edeceklerdi ve ettiler de…
Yavaş yavaş birlikte köye döndük. Seza’ya sordum:
“Kivi hakkındaki fikrin Seza?”
“Terakki değil, olmuş bitmiş bir şey.” dedi. Selime’nin kolunu sıkarak onu pek fena mevkide bırakan bir kahkaha salıverdi. Kardeşim güya, bunları işitmiyordu.
Birkaç gün sonra enişte bey geldi. Artık buna ciddi bir renk vermek lazımdı. Şöylece aile arasında görüştük. İhtiyar halaların, teyzelerin, bütün bir yaz bize misafir gelen bu hısım akrabanın fikrini sorduk. Dadılar, bacılar sevinçlerinden biraz ağladılar.
Bir akşam ihtiyarlar otururken kardeşimi çağırdık:
“Bak.” dedim. “Birader Kivi’nin talim terbiyesinde gösterdiğin dikkat ve gayretinden pek memnun olduk hatta buna mükâfaten enişte beyin, mübarek halan, teyzelerin, nineciğin ve nihayet işte ben sana Selime’yi veriyoruz. Beraberce talim ve terbiyeye alıştırırsınız… Sen de aldın, kabul ettin demektir. Haydi, enişte beyin elinden öp, onlar da senin alnından öpsünler, biçare Kivi’de elinizden kurtulsun! Seza’ya da sıra gelsin.”
Kızlar kapıdan dinliyorlardı. Böyle de oldu. Sonra ben, zihnen düğünü köyde yapmaya karar verdim.
“Canım, nasıl olur! Kızın hiçbir şeyi yok. Olur mu? Gel yapma…”
Dinlemedim. İstanbul’a kadar anneme gönderdiğim ufak tefek alım haberinden sonra, sadece bir gün tedarikiyle bütün aileyi topladık. Bir gece kasabadan imam efendi geldi, erkekler bir tarafa toplandık. Nikâhı kıydık.
Benim haberim yok… Seza kızları hatta köy kızlarını da başına toplamış, beyaz yeldirmeler, beyaz örtüleriyle Kivi biçaresini de süslemişler hatta tellemişler, arabaya da çiçekler takmışlar…
Tam nikâh bitti, köy âdeti üzere alaya buyurun demezler mi?
“Ne alayı?”
“Gelin alayı!..”
Olur olmaza yer yok, her şey hazırlanmış. Köylüler için bir kat davul zurna getirtmiştim, onlar öne düştüler, gelin hanımı arabaya bindirdik, Kivi’nin o aheste adımıyla üç defa köyü dolaştırdık; kadınlar, kızlar arabanın önünde, erkekler biraz uzakça, arkadan gelini örttük, kapadık. O zavallı elimizden kurtulmak için havanın soğukluğundan, üşüyeceğinden bahsediyordu. Kim dinler, düğünümüzü yaptık.
Aradan üç-dört ay geçti, kardeşimin artık Kivi’yi satacak zamanı gelmişti fakat bir şey söylemiyordu. Sonra bir gün cesaret ederek:
“Bu adam olur şey değil.” dedi. “Müşteri de çıkmış iken…”
Ben, Seza’nın yüzüne baktım, o gülümsüyordu.
“Bana kalırsa…” dedim. “Siz onu satmayınız. Kivi sizin çok zahmetinizi çekmiş bir emektardır. Onu çok hırpalamıştınız. Hem bir gün gelir, kim bilir hangi sebeple gönüllerde bir hırpalamak ihtiyacı doğarsa Kivi elde bulunsun. Ne dersin Seza?”

    1912

SEZA’NIN KOCASI
Hısımdan akrabadan altı-yedi kız var ki birtakımının gelinlik çağları geldi yetişti, birtakımının da eli kulağında… Bunların hepsi elimde büyüdüler, hepsi beni severler, benim de artık son arzum, bunların saadetlerini görmekte kaldı!..
Ben şu dünyada, zaman zaman birçok işler yapmaya çalışmış idim. Bir zamanlar şair olacaktım, bir zamanlar büyük bir muharrir. Bir aralık, büyük bir devlet adamı olmak hevesine düştüm. Hatta haricî memuriyetlere bile talip oldum. Nihayet, bir vakitler de müverrih olduğuma kendim bile kail olacak[21 - Kail olmak: Razı olmak, inanmak.] oldum. Lakin artık bugün, itiraf edeyim ki bunların bir kısmını hiç olamadım, birtakımını da pek fena taklit edebildim. Mesela, şiirlerimi okumaya benden başkası tahammül edemezdi; yazdığım makalelerin, hikâyelerin ise kıraatine[22 - Kıraat: Okuma.] ben bile tahammül edemedim. Haricî memuriyetlerde kumara alışmaktan başka kârım olmadı. Bir tarafta istidat göstermeye müsait zemin zuhur etmediğine hamlederek kendi kendime teselli buldum.
Müverrihlik bahsine ise en son geldim ve vâkıâ çok da eser okudum ancak o kadar güzel şeyler gördüm ki cesaretim kalmadı, bir satır, ne olur bir satırcık olsun yazmaya kendimde kuvvet bulamadım.
Şimdi yaş altmış, ben ise “Mütekaidin-i Memurin-i Devlet-i Âliye’den…”[23 - Osmanlı Devleti memur emeklileri.] Kendi çoluğum çocuğum yok ise de bunların hepsi benim kızlarım gibi!.. Hele bir-ikisinin babalarından, analarından ziyade bana muhabbetleri bulunduğuna hiç şüphem yoktur. Dünyada hiç olmazsa bunların saadetlerini görmek istiyorum ve bunların saadetlerini düşündükçe hepsine, kendi hayalimde birer koca bulabiliyorum. Mesela filanın şöyle bir kocası olursa bahtiyar olur, filana da şöylesi olmalıdır… Yalnız, sıra Seza’ya gelince tereddüt ediyorum, acaba Seza nasıl bir koca bulacak diye düşünüyorum. Çünkü bu öyle bir kız ki ne kolay kolay anlaşılır ne de anlatılır. Bir defa gayet zeki. Kendisi şen ve alaycı görüldüğü hâlde hissiyatını ketmetmekte son derece kuvvetli. Ötekiler gibi biraz fazla yürürse yorulmaz, moda deyince çıldırmaz, çok gülerse sinirini tutup sonra yarım saat ağlamaz! Vücudu mütenasip ve kuvvetli, bir esvabı arkasına uydurmak için korsesini fazla çekmeye yahut doldurmaya hacet yok. Kendisine yaraşmayan tavrı, taklitçiliği yok. Okuyup yazması da ötekilerden fazla, fıtraten de müsait ve müstait.[24 - Müstait: Yetenekli.] Kuvvetli bir hafızası var. Hissiyatına mağlubiyeti de enderdir. Demir gibi soğuk ve katı düşüncelerden zevk alır. Biraz da mağrurdur, hatta müstehzidir. İnsanların amansız tarafını bulur ise âdeta zalim olur. En fenası, herkesle alay ettiği, oturup konuştuğu hâlde, filanı beğenip tercih ettiğini hissettirmez ki insan ona göre bir kıyas yapsın…
“Seza filancayı sever misin?”
“Bilmem!.. Hiç düşünmedim.”
Seza’nın şiir tarafı pek az, hesap tarafı pek çoktu. Âdeta sevmeye bile düşünerek muvaffak olacağına kanaatim var gibiydi.
“Seza tahattur ediyor musun İzzet Bey’i; bana ne kadar methetmiş idin! Galiba Fehime sana haksızlık etti!”
“Aldanıyorsunuz dayı bey, Fehime o zaman bana isimden bahsetmemek için yemin verdirmiş idi. Ne ise sonra hanım yengem size ilham etmiş oldu.”
Görülüyor ki Fehime ile laubaliyiz… Ötekilere pek serbest davranır isem de onlar hiçbir vakit Seza gibi olamadılar, benden utanırlar, odada çokça koca lakırtısı olsa kalkar kaçarlar. Seza hiç oralarda değildir. Kendisinden pek çok bahsettirmeyi de iyi biliyor. Seza, yaradılıştan idare olunacak bir kadın idi. Kocası idaresini ona bırakacak olursa fena bir ev kadını olacağını görüyorum lakin onu idare edecek erkek tasavvuru da bence mümkün değildir.
Kendi kendime Seza’yı genç bir zabite verecek oldum… Faraza bıyıkları kesik, kalpağı Kafkasvâri iki taraftan çekilmiş, kılıcı koltuğunda, alamod[25 - (Fr.) Alamod: Moda olan.] bir zabit. Eminim ki Seza iki günde onu şaşırtacak, zavallı yürümesini bile unutacak. Seza’yı şöyle ağırca, durmuş oturmuş bir beye versek onu da iki günde divane edip akıldan çıkaracaktır. Ona zaten akıldan çıkmış bir koca lazım olduğunu düşünemiyor imişim. Bakınız, tesadüf bunu ne kadar güzel düşünüp halletti.
Bir aralık birader rahatsız olmuştu, bizim Urumeli’de bir parça arazi vardır ya onun işlerini yüzüstü bırakmamak için beni oraya göndermişti. Üç-dört ay kadar orada kaldım. Son günlerde Seza bana iki mektup yazdı bir defa da telgraf çekti. Ne zaman İstanbul’a döneceğimi soruyordu. Tuhaf buldum, bir şey de anlamadım.
İstanbul’a geldiğimin ikinci günü haber almış, geldi. Bana bilmem nasıl münasip getirip Moda Jimnastik Kulübü’nden bahsetti. Oraya hiç gidip gitmediğimi sordu.
“Hiç gitmedim.” dedim.
“Dayı bey, yarın oyun var, gider misiniz?” diye sordu.
“Kızım, vâkıâ spora merakım var ise de sureti mahsusada[26 - Mahsusada: Özel biçim.] kalkıp da Moda’ya gidecek kadar değil. Bir sırası düşerse, giderim.”
“Ama dayı bey, yarın büyük bir oyun var!”
Bir parça şüphelenir gibi oldum:
“Sen hiç oraya gittin mi Seza?”
“Evet gittim… Kadınlar da gidiyor!”
“E, pekâlâ! Ne gördün bakayım?”
“Dayı bey! Bir bey var. Tamam iki metre yüksek atlıyor.”
“Ya… Nasıl bey bu!..”
“Bilmem, genç bir efendi. Hem dayı bey, size açıkça bir şey söyleyeyim mi? Diyorlar ki o bey güya bizim eve haber göndermiş… Güya, görücü gibi!”
“Ya!.. Seza, a kızım neden deminden beri beni yorup duruyorsun, söyle bakayım ne münasebetle bu delikanlı sana talip çıkıyor?”
“Canım dayı, ben ne bileyim! Bana da Selime söyledi. Bana göre, Fehime’nin kocasının münasebetsizliği olacak, onun arkadaşı mı imiş, ne imiş…”
“E, pekâlâ, bu bey seni tanıyor mu?”
“Hayır…”
“Aaa! Nasıl olur. Fehime’nin kocası tanıştırmayı düşünmemiş olabilir mi?”
“Dayı bey, artık ben de öteki kızlar gibi sıkılacağım ama size tanımıyorum diyorum ya! Beni gördü ama tanımıyor.”
“Nerede gördü?”
“Canım, biz Selime ile Ali Bey’in evine gitmiş idik, oradan çıktık, gelirken sarı evin önünde karşı karşıya geldik. Orada gördü.”
“Gördü de yani ne yaptı?”
“Ne yapacak, hiç… Döndü döndü arkasına baktı.”
“Arkasına baktığını ne biliyorsun?”
“Canım dayı bey… Ben de baktımdı. Gördüm diyeceksiniz, değil mi? Hayır. Selime’ye söyledim, o baktı, ben başımı bile çevirmedim.”
“Haaa, şu madde, anladım. Lakin Selime tuhaftır. Bu zat ne iş yapıyor imiş?”
“Bunun iki tane makarna fabrikası varmış dayı bey, babası da kereste tüccarı imiş diyorlar.”
“Âlâ! Kereste tüccarı, makarna fabrikası… Sakın bu bizim Hacı Alizâdelerin küçük oğlu olmasın!.. Dur hele!.. Ben onun babasını tanırım. Âlâ!.. Eee, Seza! Anan, baban ne diyorlar?”
“Onlara kalırsa hemen verecekler. Ben size niçin sık sık mektup yazdım!..”
“Doğru Seza! Ben anlamalıydım. Pekâlâ, sen ne diyorsun bakayım? Artık ciddi konuşuyorum, ben daha bu işi pek o kadar anlayamadım.”
“Kızlar ne der, dayı bey?”
“Ne diyecekler? Türlü şeyler derler elbet!”
“Ben bir şey demedim buna, emin olunuz. Yalnız…”
“Evet, söyle söyle!”
“Alık malık bir şey değil, ağzı burnu da yerinde.”
“Yani çehresi bayağı sana cazip göründü desene…”
“Hiç de değil! Ben, bilirsiniz gözlüklü adamı sevmem, o ise daha genç yaşında gözlük takmış.”
“Canım gözlüklerini sevmezsin, o da gözlüklü olur ama sen de bu gözlüklüyü seversin, yahut hesabına uygun gelir.”
“Artık bilmiyorum.”
Seza’yı daha ziyade söyletmenin kabil olamayacağını gördüm ve tabii ertesi günü biz, saatinde Moda Kulübü’ne damladık. Burası bir İngiliz kulübü, seyirci de gelirse kabul ediyorlar.
Bugün fazla olarak şampiyonluk müsabakası varmış. Ancak yüz kadar sporcu, bir bu kadar da meraklısı geniş meydanın içinde kayboluyordu. Ortada birtakım genç, tüvana[27 - Tüvana: Kuvvetli, dinç, canlı.] adamlar soyunmuş, dökünmüş duruyorlardı. Sonra çan çaldı, oyun başladı. Evvela, muhtelif kulüpler hep birden bir geçit yaptılar, arkadan oyunlar başladı. Hammer[28 - (İng.) Hammer: Çekiç.] attılar, kısa koşu, uzun koşu, disk filan derken iş atlamaya geldi, bizde de heyecan başladı.
Biraz daha geçti, sırıkla yüksek atlama müsabakası ilan olundu. Ortaya dört genç çocuk ayrıldı. İlkin tereddüt ettim, bunlar âdeta çocuk idiler, sonra tarif ile Seza’nın talibi olanı buldum. Şimdi hatırlamıyorum ancak ilkin galiba hiçbir hüküm veremedim. Atlamalar yaptılar, atlayanlardan ikisi muvaffak olamayarak çekildiler, kaldı iki kişi ki bunlardan biri Istrati isminde bir Rum genci idi. Diğeri de Hasan Bey dedikleri genç! O zaman kalbim çarpmaya ve onun kazanmasına dua etmeye başladım.
Vâkıâ aferin Seza’ya, nişanlısı bir vücuda malik ki filan yeri fazladır veya noksandır denemez. Vâkıâ bir parça ufarak ise de herhâlde son derece mütenasip ve pembe derisinin altında gayet kuvvetli adalâtın gerildiği, işlediği ve bütün vücudunun havada bir yay gibi atıldığı, sonra ayaküstü düştüğü görülüyordu.
İkisi de atlıyor ve hakem heyeti muttasıl irtifa artırıyor. Bir buçuk metreden de atladılar. Uzun sırığı tutup uzaktan koşarken, insan, azim ve metanetin canlandığını görüyor, mütehassis oluyor. Eğer Hasan Bey kaybetseydi bizar olacaktım, belki de bu divanelikten sarfınazar etmesini tembih edecektim. Lakin netice onun lehine oldu. Hasmı iki metre seksen üç santimetrede üç defa tahta düşürdü. Hasan atladı ve birinciliği aldı. Sonra başka oyunlara geçtiler. Ben artık alakadar olmadığım için çıkıp gidecek iken parmaklığın kenarında Seza’nın gözdesini arkadaşlarının arasında gördüm ve birden yanına sokulup ben de tebrik ettim. Çünkü tanıyan, tanımayan herkes tebrik edebiliyordu. Ben fazla olarak dedim ki:
“Siz filanın mahdumusunuz;[29 - Mahdum: Oğul] pederinize mahsus selam ederim. Sizin gibi bir evlat yetiştirmiş olduğuna memnun olabilir. Ben filanım..”
Benim adımı işitince dikkat ettim, şöyle bir durdu; galiba beni tanımış olacak, ondan sonra biraz fazla nezaket göstermek istedi. Baktım, henüz pek genç olmakla beraber nazik ve iyi bir çocuk.
Eve gelince Seza’yı bahçede yalnız buldum. Şeytan kız belli ki beni beklemiş ve yalnız görmek için ötekilerini savacak birer vesile bulmuş. Beni görür görmez, güya sabahtan beri onunla meşgul imiş gibi:
“Aman dayı bey, bu taraftaki güllere tamamen bit düşmüş. Bakınız sizin sevdiğiniz sarı gülü ne kadar berbat etmişler.” dedi.
“Evet kızım, artık şair olmaya başladığın belli! Üç senedir bu böceklerden kurtaramadığım güller hakkında şimdiye kadar sizlere verdiğim konferansların tesirinden memnunum.” dedim.
“Eğleniyorsunuz dayı bey.” dedi. “Yine paşanın bahçesinden mi geliyorsunuz?”
“Hayır Seza, seni daha ziyade üzmek istemem. Hasan Bey’ini gördüm, elini sıktım ve seni tebrik ederim, Hasan Bey bu sene birinciliği kazandı.” dedim ve ilave ettim:
“Seza, senden ancak bir-iki yaş büyük bir adama varıyorsun, seninle o nasıl olacak bilmiyorum ancak sen o kadar iyisin ve delikanlı da o kadar iyi bir çocuk ki bu mesele hakkında nikbin olmaktan başka bir şey yapamıyorum.”
Düğünden sonra altı ay geçmiş idi, ben tekrar İstanbul’a geldim. Seza’yı ilk gördüğümde beyini sordum.
“Beyim değil, kedim.” dedi.
Ve benim hayretim üzerine izah etti:
“Geçen akşam karyolanın ayak ucundan girdi.”
“Nasıl?”
“Nasıl olacak! Yerden sıçradı, tahtanın üstünden atladı, yorganların üstüne çıktı.”
“Allah Allah! Ee, karyola çökmedi mi?”
“Ha! İşte asıl kedilik burada ya! Bizim oda eşya ile doludur. Bunların arasında faraza masanın kenarında baş aşağı durduğu hâlde bir şey kırılmaz, karyolanın ayak ucundan atlamak suretiyle yatağa girmeye dün akşam karar verdi; mahareti derkârdır.[30 - Derkâr: Bilinen, belli.]Ben onun yatağa bu suretle vüruduna hayret ederken o, gözlüklerini çıkarıp yanındaki masanın üstüne koydu ve kapıya daha yakın geldiği cihetle badema[31 - Badema: Bundan sonra.] bu suretle karyolaya girmenin pek muvafık olacağını cevaben irat buyurdu.
Geçen gün pek mühim bir havadis söylemek üzere kar-şımdaki sandalyeye oturmasını teklif ettim. Sandalyeye arka taraftan bir oturdu ki görseniz hayret edersiniz. Artık emin oldum ki, odada ne yapsa bir şey olmayacak lakin geçen gün bahçeye balkondan atlamak suretiyle inmiş ki hiç olmazsa dört metre vardır.”
Seza’nın hâl ve tavrından bir hayret ve teslimiyet nümayan[32 - Nümayan: Görünen.] oluyordu, gördüm ki, kocasının çelik vücudu onu mağlup etmiş.
“Sonra korkuyorum ki… Evet, âdeta korkuyorum ki bir çocuğumuz olacak!” dedi.
“Neden Seza?”
“Evet, o kim bilir nasıl acayip, kambur sambur bir şey olacak…”
“Haksızsın Seza.” dedim. “Görünüyor ki kocan aslan gibi bir delikanlı… Ben galiba yanıldım. Onun karyolaya ayaktan girmesi bahsine gelince sen elbette ona da bir çare bulacaksın.”

GARİP ALIŞVERİŞ
Toz duman içinde insanlar gezinir, kağnılar gıcırdar, hayvanlar bağırır… Geniş bir kırın ortasında pazar kurulmuş! Bir yanda istasyon; makinelerİ haykırır, vagonları bir yoldan ötekine götürür, getirir. Ekin ambarlarının kapılarından, ölçülen ekinin tozları taşar, her tarafta kilecilerin sesleri duyulur: “Beş-altı… Yaz! Bir dalya daha… Yüzden bir eksik! Bodos’a parasını ver!”
Başlarına fes giymiş, üstüne ak yemeni bağlamış, iki taraftan zülüflerini çıkarmış sırma işlemeli, çuha saltalı,[33 - Saltalı: Bir tür kısa ceket.] bol basma şalvarlı, Haymana’nın aşiret kadınları öküzleri yedekler, davara çevirir, çocuklarına bağırırlar. Bu kadınların bazıları ortaya dökülmüş, renk renk çuvalların başında oturuyorlardı. Bunlar köyüne, memleketine göre kırmızı, peştamalı burmalı yahut yalnız başörtülü fukara kadınlarıydı. İçlerinde altın takınmış yeni gelinlere de rast geliniyordu.
Ayaklarının altından toz kalkıyor ve bir bulut gibi, bir sis gibi bozkırı sarıyor, istasyonu örtüyordu. Bu tozun içinde her şey gizleniyor, renkler soluyor, çevre örtülüyor, yalnız güneşin kızgın sıcaklığı mukavemet ederek toprağa kadar geçiyor ve insanları iki ateş arasında bırakıyordu.
Tozdan, sıcaktan ziyade leş kokuları da insanı sersem edecek derecede idi. Tekâlif ile alınan asker malında ölen hayvanları öteye beriye atmışlar, köpekler yemiş, kalan parçalar kokuyordu. Bundan başka, burada her gün hayvan da kesilmekte imiş! Leşler tozlara karışmış, boynuz, barsak parçaları yerlerde sürünüyordu.
İzdiham ziyade idi; askerleri selametlemeye gelen analar, kadınlar, çocuklar birbirine karışıyordu. Ağlayan, dalgın dalgın kocası ile konuşan kadınlar vardı. Bir köylü öküzlerini çekerek, meçhul bir adama bağırarak bu izdihamı yarmaya çalışıyor, çuvalları çiğniyor, adamlara çarpıyor, gözü dünyayı görmüyordu. Bu izdiham içinde, dikkat ettim, en az olan şey gürültü idi. Bu kadar darlık içinde sıkıntıyı, bu kadar azap ve ızdırabı toplayıp oradan kaldırmak tuhaf bir temaşa idi. Köylü uzaktan birini çağırmak isterse kendi şivesinin tarif olunmaz bir hususiyeti olan gevrek, âdeta deruni bir sesle bağırıyor. Bu seste bile bir sükûn var! Sanki genişlik içinde dağılmak, uzaklara yayılmak için bağrılmış bir şey!.. Nasıl tabir edeyim? Bu izdihamda sesler, bir tuhaf şeydi…
Bu pazar yerinde gidip gelen, söyleşen ve başka bir sesle âdeta bilmediğimiz bir sesle bağıran birkaç kişi gözüme ilişiyordu. “Bunlar kimdir?” diye sordum. “Simsarlardır, tüccara mal alıp satarlar!” dediler. Bunlardan birkaçı Ermeni idi, bir-iki tane de efelerden! Uzun püskül, sıkma lapçın,[34 - Lapçın: Tabanı meşinden olan mest.] silahlık, yazma yemeniden bir dildâde fesi ve püskülü orta yerden boğma çevreli… Köylülerin ellerini sıkıyorlar ve koparacak gibi kollarını sallıyorlar, heriflerin kulaklarının dibinde bağırıyorlar. İçlerinden yalnız bir tanesi onlara benzemiyordu; kırklık bir adam, kırca sakallı, uzun çehreli, güler yüzlü, sivrice burunlu, geniş alınlı bir çehre ki daha ilk nazarda bir aşiret adamı olduğuna insanın şüphesi kalmıyor.
Çehresine rağmen kendisinin şehirli olduğunu öğrendim. Yüzünde zekâ ve cebrü şiddet asarı pek ziyade nümayan idi. Şemsi-oğlu derlermiş! Başka iş görmez, yalnız pazarlarda ekin simsarlığı edermiş. Köylüleri iğfalde ondan mahir kimse yokmuş. O, âdeta namuskârâne ömür süren, çok yorulup ekmeğini kazandığına kail bir adam edasında idi ise de fevkalade bir şey yaptığı fikrinde olmadığı çehresinden okunuyordu. Birini aldattığı ve sersem edip elinden malını bir para ucuza aldığı vakit, diğerlerinin yüzünde uçan memnuniyet havası onda yoktu zira o kail olmuş idi ki onun zekâ ve dirayeti bu gibi işleri elbette her zaman yapabilirdi.
Şemsioğlu, pazara gelen arabaları yarım saat uzaktan çevirmek fedakârlığını da ederdi. O kimlerin nereden geldiklerini bilirdi. Arabalar uzaktan görününce Şemsioğlu köyüne, adamına göre kâh derviş kâh sofu olur, hemen namaza dururdu. Kandıramadıklarının pazarlık için elini tutar, o kadar sallar o kadar bağırırdı ki nihayet herif sersem olur, şaşırır, istediğini verirdi. Bu pazar yerinde bu garip alışverişi görmek lazımdı.
Şemsioğlu’nun cebinde beş-on numune, yanında mal sahibi olan köylü her tüccarın mağazasına uğruyor, köylü farkında olmadan Şemsioğlu istediği numuneyi gösteriyor, tüccar da tabii gördüğüne göre fiyat veriyor, nihayet Şemsioğlu haklı çıkıyor, ondalıkçı olduğuna kanıyorlar ve mal orada satılıyordu. Şemsioğlu, tüccara iyilik olsun diye kileciye de bir tembih geçerdi. “Sıcacık ölçüver!” Bu ora tabirince “şöyle usulü ile, güzelce, bihakkın gibi” bir manaya gelirdi.
Bir gün, bir tesadüf, bir tüccarın mağazası önünde Şemsioğlu’nu pazarlık üstünde gördüm. Köylünün kırk beş yarım malı varmış, bunu alıverecek! Bir türlü herifi kandırmaya muvaffak olamıyordu. Haylice sersem olduğu hâlinden belli oluyor ise de yine kendini bırakmıyor, bir para aşağı indirmek mümkün olmuyordu. Şemsioğlu âciz kalınca daha şedit tedbirlere müracaat lüzumunu hissederek lakırdı arasında herifin kafasını sallamaya, yumruk indirmeye başladı.
Acınacak bir hâl idi… Köylü sesini çıkarmıyor, yumrukları kabul ediyor ve metanetini damla damla ziyan eyliyordu. O zavallı, pazarlıkta bu hâlleri mübah görüyordu, zannederim. Çünkü kabul olunmuş, teessüs etmiş bir davranıştı. Çünkü zaten hesap kitap yoktu. Köylü ne getirdiğini, ne kadar getirdiğini, ne ölçü ile kaç paraya sattığını bilmezdi. Köyde gaz tenekesi ile ölçer, kasabadaki belediye kilesine uymaz, ayrıca hırsızlık edip çalarlar, tutamaz…
Bir gün, yine bir tüccarın mağazasında oturuyordum. Altı-yedi tane Yabanovalı geldi. Bu tüccarın istasyondaki ambarına pirinç satmışlar, paralarını alacaklar. Ellerinde ambar memurunun pusulasını gösterip, para istediler. Kâtip soruyordu: “Kim kaç okka verdi? Hepsi kaç okka, kaç para eder?”
Onlar cevap veremiyorlardı. Kimisi sokağa, duvarlara bakıyor, birisi de muttasıl, “Orada yazılı!” deyip duruyordu.
Böyledir ya!.. Bir zaman belediye okka ile alışverişi usul koymuş ki kile hilekârlığının önüne geçilsin… O zaman bu mazlumlar, bu hesapsız insanlar, ekinle taş toprağı doldurup kantarı kendi taraflarına getirmek hususunda kusur etmemişler!..

    1916

BİR GENÇ EFENDİNİN DEFTERİNDEN
Dört-beş evin erkeği bir ben kaldım. Kimi yaralandı geldi, tekrar gitti, kimi şehit oldu…
Ben de gidecektim ya! Bizim valdenin ısrarı… Öteye beriye gitti, yalvardı, yakardı. Bir nezarette tercümanlıkla yakayı kurtardık.
O zamana kadar hısım akrabaya pek uğramazdım. Hatta inanınız, birçoğunu da tanımazdım. Güzide bile, o kadar yakın akraba iken evlerine ya bir defa gittiğim olurdu ya iki…
Ancak ortada erkek kalmayınca, bu dört-beş evin âdeta vekilharcı[35 - Vekilharç: Kesedar.] oldum. Bereket versin, semtler yakın. Ben zavallı ki, o güne kadar bir okka üzüm, bir arşın basma almamış idim. Bu evlere neler taşımadım!.. Hele Güzide’ye…
Anası, bir zavallı ihtiyar, sofu bir hanımcık, başını seccadeden kaldırmaz; hizmetçileri emektar bir Rum karısı ki bardak, tabak kırmaktan başka elinden bir marifet gelmez.
Bakkaldan yağlarına, pazardan pırasalarına kadar alıp taşımak bana düştü.
Saraçhanebaşı’na yakın bir yerde oturuyorlardı. Evleri, ne bizim eski evler gibi ne de yeni salonlarımıza benzerdi… O zamana kadar dikkat etmemiştim. Güzide ne hoş bir kadın… Yirmi üç yaşlarında kadar olması gerekir, parlak ela gözlü. Yanaklarından mı, bu parlak gözlerinden mi, burnundan mı, nereden bilmem bir hâli var ki insanı tahrik eder. Kendisi az söyler… Konuştuğu zaman kadınlardan bahsetmekten, modadan, fena ahlaktan, genç kızlardan şikâyet etmekten hoşlanır.
Kocası burada iken galiba benden kaçardı, dikkat etmemiştim. Zaten evlerine de uğramazdım ya… Kocası buradan gidip ben, bizim valdenin sıkı tembihi ile Güzide’ye vekilharç tayin olunduktan sonra, kaçmaya imkân yoktu. Çünkü et, ekmek hesabı verilecek, basma kumaş beğendirilecek… Ne Güzide hesaptan çok anlar ne de ben! Oturup, beraberce para sayıp hesap çıkarmak lazım. Bir-iki defa bunu kapı önünde yapmaya çalıştık, olmadı. Nihayet aradaki kaçgöç kalktı.
Güzide’nin üç yaşında bir kızı var ki şüphesiz beni babasından fazla sever. Çünkü zavallı yavru, şu geçen üç senede babasını ancak on beş gün gördü. Ben de doğrusu, bu minimini yavrunun hatırı için, diğer akraba evlerine haftada üç defa uğrarsam, buraya dört defa, beş defa hatta altı defa uğrar oldum.
Bir zaman sonra şu iki sualin zihnimde dolaştığını hissettim. “Güzide acaba kocasını sever mi? Güzide acaba beni beğeniyor mu?”
Severse sevsin!.. Beni de beğenmezse beğenmesin!.. Ne çıkar! Benim gibi parasız uşak bulduktan sonra, isterse beğensin derim ama gizlice kendi kendime de dargınlık yapardım hatta inanır mısınız, Güzide’ye dargınca durduğum, uğramayı azalttığım bile olurdu. Şüphesiz onun bir şeyden haberi yoktu. Bir defasında beni merak edip “Dün, evvelki gün uğramadı, hasta mıdır?” diye eve kadar gelmişti bile… Divaneliktir ya ancak itiraf ederim ki bu dargınlıklarıma hem güler hem de ne bileyim hoşlanırdım. Vâkıâ, beğenirse fena mı olur? Güzide gibi hoş bir kadın insanı beğense fena mı?
Bir aralık ne sebep oldu bilmem, daha sık uğramaya başladım. Hatta bir gece onlar yemeğe oturacaklarmış, beni de salıvermediler, beraber yemek yedik.
Bir gece sonra da geç gidebilmiş idim, çocuk uyumuş, ana kız yalnızca oturuyorlardı. Bana da bir yorgunluk kahvesi teklif ettiler. Sahiden de yorgundum, oturdum. Bir aralık valdesi namaza kalktı, biz yalnız kaldık. Elimde, o gün daireden aldığım harp gazeteleri vardı. Güzide merak etti, sandalyelerimizi lambaya yaklaştırıp beraberce bakmaya başladık. Güzide hafif bir koku sürmüş, yaklaşınca hissettim. Hafif lakin müessir[36 - Müessir: Dokunaklı, etkili.] bir koku… Gazetelerin sayfaları gitgide daha yavaş dönmeye başlıyordu.
Birçoğunu anlayamıyoruz, ben de zaten Alamancayı pek az bilirim ya!.. Kelimeler de aksi gibi gözümün önünde karışıyor, dumanlanıyor… Yorgunluktan olacak… Kulaklarımın ateş gibi yandığını, yüzüme kan çıktığını hissediyordum, sersemlikle başlarımızı daha ziyade resimlere sokuyorduk. Bir dakika geldi ki ben, ne oluyorum diye düşünmeye mecbur oldum, vaziyeti terk etmek muhaldi. Önümüzde kara kalem bir levha, galiba Goriç havalisinden bir yer. Güzide’nin dirseği hafifçe dizime dokunuyor ve bir saçı, bir tek tel saçı kaşımın ucuna sürünüyordu.
Dışarıda bir ayak sesi oldu. Toplandık. Annesi geliyordu. Sanki o gelirse ve gazeteleri görürse kabahat olacakmış gibi, ikimiz birden kapı tarafına bakmışız. Az daha bana, “Topla gazeteleri, ayrılalım..” diyecekti zannettim. Sayfaları çabuk çabuk çevirdi.
Valdesi geldiği vakit, yeni memure olmuş bir komşu hanımı çekiştirip dedikodu yaptık. Bir-iki gece sonra tekrar uğradığım zaman da yine böyle bir bahis üzerine mübahase uzadı, haylice geç kalmışım, giderken hizmetçi kadın uyumuştu, kendisi bana sokak kapısına kadar refakat etti. Zahmet etmemesini rica ettiğim hâlde zaten kapıyı sürmeleyeceğini söyleyerek aşağıya kadar indi. Veda ederken güya daha edilecek birçok lakırtılar varmış da ancak söyleyemiyor imişim gibi kapıyı çekip gidemiyordum.
O esnada Güzide, pek seyrek ziyaret ettiğimden, daha sık gelmekliğim lazım olduğundan bahsetti; ben de kapının karşısındaki mahalle kahvesinde gece gündüz birtakım boş gezen heriflerden sıkıldığımı, girip çıkarken görürlerse elin ağzı acayip, hele böyle zamanda her türlü lakırtı edebileceklerini, bunlardan çekindiğimi söyledim. Arka kapı açık olsa, geç erken bahçe tarafından gelmenin daha muvafık olacağını da ilave ettim. Arka kapı münasip ise de bunun valdeye karşı nasıl olacağını dermeyan eder gibi oldu. Sanırım, ziyaretlerimi valdeden de gizlemek mümkün ise de hizmetçi var… Hizmetçi kolaymış… Çocukla beraber bulunuyormuş… Çocuk yatınca o da yatıyor… Vâkıâ valde de yatsıyı kılar kılmaz uyukluyor… Bakalım, bir-iki akşam sonra münasip bir zaman olursa… Kapı açık olursa ben bahçe üstündeki odada otururum.
Bilmem cevap verdim mi? Herhâlde bu lakırtılar böyle iptidası, intihası olmadan karışık, duman içinde geçti.
Sokağa çıktığım vakit bir garip divane gibiydim. Ayaklarım titriyordu, sallanıyor gibiydim. Mamafih, bundan sonraki ziyaretlerimi arka kapıdan tekrara cesaret edemedim.
Bir gündüz uğradım, evde yoklardı. Yalnız hizmetçiyi gördüm, akşamüstü dışarı çıkmışlar, benden öteberi istemişlerdi, onları bıraktım. Ertesi gün, onlar bize gelmişlerdi. Giderken merdivende konuşuluyordu, bize buyurunuz filan lakırtıları oldu, o zaman güya yalnız Güzide’ye söylermiş gibi, “Bakalım yarın akşam bir vakit bulursam gece uğrarım.” dedim. O gün dairede, ne olursa olsun arka kapıdan girmeye karar verdim. Lakin hem karar verdim hem de pek ziyade merak ediyordum ki acaba akşam olursa arka kapıdan girebilecek miyim?
Gece, dar sokağa saptığım vakit yüreğim şiddetle çarpıyordu. Sokak boş ve karanlıktı. İmaretin yüksekte, ufak pencerelerinden yalnız birinde sönük bir ışık vardı. Ben kapının yerini biraz daha yakın sanıyordum. Daha derince imiş…
Ufak kapı kapalıydı. Tuttum, açılmadı. Dönecektim, kurtuldum diyecektim ve sevinecektim. Ancak birdenbire oradan ayrılamadım, kapıyı bir kere daha, daha kuvvetlice ittim. Hafifçe kımıldadı ve gıcırdadı. Bu gıcırtı bana o kadar büyük bir gürültü gibi geldi ki bırakıp kaçacaktım. Evdekiler uyandılar, bütün mahalle ayaklandı, şimdi her taraftan koşuşacaklar gibi geliyordu.
Kapı yavaş yavaş kendi kendine açıldı ve tak diye arkasına vurdu. Ufak bahçe, büyük dut ağacının gölgesiyle daha ziyade karanlıktı. Korkarak bu karanlığa bir müddet baktım, kaldım.
Görünüyor ki Güzide yoktu. Ev, simsiyah duruyordu, aşağı odaya gidip oturacağımı vadettiğim hâlde, bunun hiç de kabil olmadığını gördüm.
Duyduğum şedit heyecan daha ziyade kalmama engel oldu; kapıyı dahi kapamayarak geri dönüp derhâl kaçtım.
Caddeye çıktığım zaman içimde üç türlü ses duyuyordum. Birincisi, “Zaten bir çocukluk idi, senin budalaca hayallerin… Bunlar olur şey mi zannedersin!” diyordu. Öteki, “Her vakit işlemeyen bir kapı neden açık kalsın, şaşkın! Güzide seni odada beklerken uyumuş kalmıştı, anlayamadın mı?” diyordu. Bir başka ses de ses gibi değil, âdeta bir pençe gibi yakamdan yapışmış, beni eve sürüklüyordu.
Düşünebilecek bir yer lazımdı ve o dakikada yalnız yatağımda düşünebileceğimi hissediyordum.
Odamda acele soyunup, lambayı söndürdüm ve karanlıkta, yorganların arasına sokularak biraz sükûn bulabildim. Hiç olmazsa kapılarını kapamalıydım diyordum. Yarın kapıyı açık görürse benim geldiğimi anlayacak; bu âlâ! Acaba cesaret edemediğimi hisseder ve bana güler mi diye de düşünüyordum. Ertesi gün gitmedim, daha ertesi gün uğradım. Mutat veçhile çehresi sakin idi ve gözlerinden bir şey anlamak mümkün olamıyordu.
Aradan bilmem kaç gün geçti, bir akşamüstü uğradım. Hizmetçi kadın kapıyı açtı.
“Küçük hanım hasta.” dedi.
“Nesi var?” dedim.
“Bilmem! Soğuk almış diyorlar…”
Valdesi, merdiven başından seslendi:
“Gel efendi oğlum, Güzide üstünüze afiyet rahatsızdır. Üşütmüş.” dedi.
“Yukarı kadar çıkıp acaba odasına kadar gitmek lazım mı?” diye düşünürken valdesi tekrar çağırdı.
“Buyursanıza…”
Yukarı çıktım. Güzide yatağında gülüyor. O zamana kadar odasına girmemiş idim. Karyolası o kadar süslü değil ancak o hafif ve müessir lavanta kokusu duyuluyor ve nedense bana dokunuyordu.
“Geçmiş olsun, ne oldu böyle? Doktor getirdiniz mi?”
“Hayır, doktorluk bir şey değil, göğsüm üşümüş. Buyurup otursanıza!”
Oturdum. Küçük kızcağız da dizlerimin üstüne çıktı, şuradan buradan konuşmaya başladık. Bazı şeyler almıştım, onları gösterdim. Bizim hemşire için beğendiğim bir kumaşın bir eşini de Güzide’ye hediye olarak getirmiştim. Onu da verdim. Pek ziyade memnun oldu. Çok şükür hâli iyi idi.
Ertesi akşam daireden erken çıktım, ilkin eve uğrayıp yemek yedim, sonra Azize halanın bir mektubu vardı, onu vermeye gittim. Onlar da beni bir parça tuttular, âdeta vakit yatsı olmuştu.
Dün hasta bırakıp bugün de hiç uğramamak pek ayıp olacaktı! Koşarak oraya gittim. Belki uyumuştur diye kapıdan sorup dönecektim. Hizmetçi kadın Güzide’nin beni görmek istediğini söyledi. Gittim. Yatağın içinde oturuyordu. Kocasına ufak tefek gönderecekmiş, bir bohça hazırlamış, onu postaya vermemi rica etti. Valde, çocuğu almış yatmış. İkimiz yalnızdık. Oturdum kaldım. Lakırtı uzadı, o da konuşuyor, lafı kesmiyordu.
Karyolanın tam yanında oturuyordum.
“Burası sıcak, kabalağınızı çıkarsanıza!”
Terliyordu, yanakları al al olmuştu. Bilmem nasıl oldu:
“Hararetiniz var mı?” dedim ve elimi yorganın üstünde duran elinin üstüne koydum. Ne o elini çekebildi ne ben çekebildim.
“Çok şükür hararetiniz yok!” diyecektim, galiba böyle söylemek istiyordum. Ancak kelimeler ağzımdan çıkmadı zannederim, boğazımda düğümlenir gibi oldu. Onda da ilk gördüğüm günkü heyecan vardı. Sesim boğuldu, titremeye başladım. O bana bakmayarak dedi ki:
“Siz, bahçeden gelirim demiştiniz! Havalar serin oluyor, bir akşam galiba uyuyakalmışım.”
“Aman, affedersiniz…” diyebildim ve gözlerinin içine bakmaya başladım.
O yorganın dikişleri ile oynayarak ve mutatı veçhile hafiften gülerek:
“Yaa.” dedi. “Hem söz verirler, adamı soğukta bahçelerde bekletirler hem de gelmezler…”
İnanınız başım dönüyordu. “Aman, affedersiniz…” diyebiliyordum. Ayakta olsam şüphesiz düşerdim.
Şu münasebetle aklıma gelmişken söyleyeyim. Bütün ahlaki kaideler bir tarafa azizim, genç bir kadın tarafından beğenilmek, onun size malikiyetini duymak ne kadar lezzetlidir. Görüştükçe telakkinin ilk hararetini söndürüp bir minderin kenarında yan yana, âlemin ahvalinden şikâyet etmek, dedikodu etmek, böyle felaket günleri geçiren memleketlerde zuhur eden fesad-ı ahlaktan şöyle afaki dem vurmak, sonra fırsat olursa yeniden tutuşan kalpleri söndürmek… Ne kadar tatlıdır!..

    1916

BİR CİNAYET
Geçen sene genç avukatlardan birini yazıhanesinde tabanca ile öldüren bir adam, zabıta tarafından tevkif olunmuş idi. Bu adam zevcesini vakadan iki hafta evvel terk etmiş ve Kafkas Cephesi’nde lekeli hummaya tutularak henüz şifâyab olmuş ve nekahet devresini geçirmek üzere buraya gelmiş bir tabip idi.
Bütün suallere karşı doğruca cevap vermiş ve “Kıskandım öldürdüm çünkü zevcemle münasebette bulunuyordu.” demiş ve başka bir şey söylememiş, bütün delâil de, vakanın bu suretle hâdis[37 - Hâdis: Ortaya çıkmak.] olduğunu ispat etmekte bulunmuş idi. Ancak yine usulen muhakeme cereyan ediyor, müddeiumumi[38 - Müddeiumumi: Savcı.] iddianamesini okuyor, müttehim[39 - Müttehim: Davalı.] vekili cürümde esbab-ı muhaffife arıyor, samiin[40 - Samiin: Dinleyiciler.] hemen avukatlardan mürekkep gibi hepsi dinliyor; candarmalar uyukluyor, mahkûm bihareket sandalyesinde oturuyordu.
Müdafaa tamam olunca reis, mutat olan suali sordu:
“Müttehim, kendinizi müdafaa yolunda başka bir diyeceğiniz var mıdır?”
Müttehim ayağa kalktı, o zamana kadar saklayabildiği birtakım kâğıtlar çıkardı. Kendisi orta boylu, ancak otuz yaşlarında kadar, sevimli bir adam idi. Gayet muntazam giyinmişti.
“Reis beyefendi, müddeiumumi muavini beyin tasvir buyurdukları şey esasen vakidir ancak sebebi cinayetin tamamen şerh ve izah olunması için şu mektubun, heyeti aliyeniz huzurunda okunmasını da bendeniz pek lazım görüyorum.” dedi ve mektubu okumaya koyuldu.
Beyefendi, her ne kadar henüz zatıalileri ile müşerref olmamış isem de derece-i tahsil ve fikr ü irfan noktainazarından yüksek bir adam olduğunuzu bildiğim cihetle, bu mektubu yazmak cesaretini hissediyorum.
Burada aramızda cereyan eden bir vakanın yine aramızda kalması ve aramızda hall ü fasl edilmiş[41 - Hall ü fasl etmek: Olumlı sonuca varmak.] olması temennisi ile, buna dair bazı nazariyat ve efkârdan başka bir şey olmadığı cihetle, taraf-ı alilerinden hüsnütelakki buyrulacağı ümidini perverde etmekteyim.
Doktor bey, on günden fazla var ki zevcenizi terk etmiş bulunuyorsunuz. Sebebi ise burada bulunmadığınız esnada benimle onun arasında cereyan etmiş bazı vakayiin, gayrikabili ret delâilini elde etmiş bulunmanızdır. Zevceniz esasen kimsesiz olduğu cihetle, terk olunduğu günden beri bendehanenizde, hemşirem ile birlikte bulunduğu için ne derece azap ve ızdırap içinde bulunduğunu, nasıl tazallüm etmekte, ağlamakta olduğunu görerek cürüm ile ceza beyninde bir nispetsizlik bulunduğunu anlıyor ve bu noktayı zatıalinize açıkça bildiriyorum.
Evvela, bu kadın sandığınız derecede günahkâr değildir. Sadece muhitinin kendisini sürüklediği tarafa gitmiş ve tesadüfen o taraf onca mucib-i bedbahti[42 - Mucib-i bedbahti: Bahtsızlığın gereği.] olmuştur. Neticenin bu suretle zuhur edeceğini tahmin edebilse idi, elbette bu suretle hareket etmezdi. Zevci olmak itibarı ile siz, tabii benden daha iyi bilirsiniz. Bakınız ben nasıl düşünüyorum…
Bu kadın uzun müddet taşrada kalmış ve nihayet taşrada ölmüş bir memurun kızıdır. Siz de kendisine, memur bulunduğunuz o kasabada tesadüf ettiniz. Tesadüf ettiniz değil, orada böyle genç ve güzel bir kızın mevcudiyetinden haberdar oldunuz.
Tabii genç idiniz ve mesleğiniz size perhizkârlığı tavsiye etmekte, hem de maişet meselesi ile tehdit etmekte, mutaassıp olan muhit sizden, zâhidâne etvar ve harekâta intizar etmekte olduğunu izdivaç lüzumunu hissediyor idiniz. Belki buna, bir zengin adamın kızını alarak bir parça kesb-i servet fikri de karışıyordu. Sonra günün birinde orada kimsesiz kalmış böyle bir kızın bulunduğunu haber alınca, bir parça da şair oldunuz değil mi? Böyle bir zavallı, genç ve güzel bir doktorun karısı olacağını asla tahattur etmez, onun için her ümit boş, her şey karanlıktır. Onu kurtarmak ateşi gönlünüzü yaktı.
Yine muhitin sevk ve tesiri ile dindarâne ve mütevekkilâne hareket edebilecek kızın izdivacına talip oldunuz. Herkes münasip gördü, tahsin etti ve evlendiniz. Azizim itiraf ederim ki zevceniz güzel bir kadındır; elbette o zaman daha da dilber olsa gerekti.
Tahmin ederim ki böyle dindarâne izdivaçların ilk gecelerinin de kutsi bir hâli olmak gerekir. O gece acıdır ya da tatlıdır demiyorum ancak insanın bütün hayatınca süren bir letafeti ve tatlılığı vardır, sanıyorum.
Bu kadın ile yaşamaya başladınız. O, her ne kadar müstesna bir fıtrata malik bir kadın ise de taşrada büyümüş bulunuyor ve malumatı size pek nakıs geliyordu. Siz bu noksanı görür görmez âdeta sevindiniz ve hayırhahâne bir gayretle çalışmaya başladınız. İnsan, hiç tanımadığı adamlara bile bir şey öğretmiş olmaktan mütelezziz olup dururken sevdiği bir kadına hatayı öğretmekten zevkyâb olmaz olur mu?
Ancak onu siz olduğu gibi de kullanabilirdiniz. Şüphesiz güzel yemek pişirir, dikişini diker, evine bakardı. Böyle müstesna bir kadının her hizmeti de müstesna olur, kim bilir belki de böylesi daha rahat olurdu. Fakat ilim dururken cehil düşünülür mü?
Bilmemek, bilmeye müreccahtır diye iddia edenleri tımarhaneye sevk ederler. Binaenaleyh derhâl işe başladınız; ona din hakkında, insanlık hakkında, medeniyet ve kadınlık hakkında bütün bildiklerinizi bol bol vermeye başladınız. Hatta yazısını işlek hâle getirmeye, okumasını düzeltmeye çalıştınız. Yalnız tababetten bahsetmeye cesaret edemediniz çünkü biliyordunuz ki, bu pek güç ve derin bir ilimdir, hiçbir şey de öğrenmeyecektir.
Dersleriniz birdenbire feyiz vermedi ise de tesirden de hâli kalmadı. Kadın, ilkin kemal-i kuvvetle şuna kani oldu ki o zamana kadar sevdiği hayat boş ve mukassidir.[43 - Mukassi: Sıkıntılı.] Bunun öte tarafında hayalî, leziz bir âlem mevcuttur. Buna kail olmuştu. Bunun için de bu âleme layık bir kadın olmak için çalışmaya başladı. İlkin musiki arzusu gösterdiğini müşahede ettiniz ve memurinden birinin hanımından ders almasını alkışladınız. Genç bir kadını ufak bir gurur pek ziyade okşar ve çalıştırabilir. Beğenilecek bir şey yapmış olmak gururu ile musikiye fevkalade meyl ü rağbet eyledi ve bir müddet sonra da hoşça bir istidat, pek az da muvaffakiyet gösterdiğini gördünüz. Vâkıâ bu meyl ü rağbet onun sair işlerini bir dereceye kadar engelledi ise de ne zararı var!.. Bu bir defa öğreninceye kadardır. Öğrenildikten sonra, evin içinde musiki gibi tükenmez bir hazine-i şetaret ve medeniyet bulunmuş olacak, bir taraftan da siz nasihatlerinize devam edeceksiniz… Başka memleketlerde kadınlar kendi haklarını kendileri bilir ve dava edebilirler; bizde ise müsavatı hukuku[44 - Müsavatı hukuku: Hak eşitliği.] öğretmek iktiza etmektedir. Birçok zevat gibi bir defa da siz, onun bu mefhumu da bellemeye başladığını hissettiniz ve anladınız.
Bu hâl böyle devam ederken bir taraftan da kadında bir doğurma endişesi hasıl oldu. Hâlbuki tevlit[45 - Tevlit: Doğum.] hususunda siz henüz karar vermemiş bulunuyordunuz. En muzdarip mahluk beşer olduğuna göre, kendi payınıza bu nesli idame etmekte bir faide acaba melhuz[46 - Melhuz: Düşünülen.] mudur? Doğru düşünüyordunuz doktor bey ben de sizin fikrinizdeyim.
Bize sorsa idiler, ağleb-i ihtimal[47 - Ağleb-i ihtimal: Büyük olasılıkla.] dünyaya bu suretle gelmezdik. Madem ki bizden sonrakilerle bugün istişare mümkün değildir; beşer denilen mahluka mukadder olan hayatı gördükten sonra, hiç olmaz ise bir murakabe, kendi kendimize bir muhasebe yapmak pek doğru bir şeydir. Bu hesabın neticesine taliken kadın gebe kalmalı idi.
Bir müddet sonra siz İstanbul’a tahvil ettiniz. Sıhhiye dairesinde bir memuriyet, güzel bir maaş, mektepte muallim muavinliği, bir de bizim eczanenin üstünde bir muayene odası. Ayazpaşa’da evvela bir ev, sonra bir apartmanda hoşça bir daire, bir de hizmetçi… Bu tahvili memuriyetten aileye ne derece saadet geldiğini pek güzel tahmin ederim; âdeta yeni evlenmiş gibi oldunuz. Kadının tedris ve terakkisinde muhitin de büyük bir tesiri görülmeye başladı. Malumdur taşrada, hele küçük yerlerde, böyle genç kadınlar pek serbest olarak çarşıya pazara giderlerse, mevkilerini kaybederler. İstanbul’da bunun tamamen zıddı cereyan etmektedir. Gelinlik feracenin tabut üzerine örtüldüğü zamanlar çok şükür artık geçmiştir. Avrupa’da oturanların, o azim vücud-ı medeniden bigâneliklerine tahammül olunamayacağı artık yavaş yavaş anlaşılıyor, zannederim.
Zevceniz evvela evdeki Rum hizmetçinin delalet ve irşatları ile dükkân ve mağazalara çıkmaya ve alışveriş etmeye; eksik kesip pot dikmekten vazgeçerek elbiselerini, çamaşırlarını diktirmeye başladı. Bir akşam eve döndüğünüz zaman onu beyaz iskarpinleri ile beyaz ipekli elbiseler içinde gördüğünüz zaman itiraf ediniz ki hayran oldunuz! Birkaç gün sonra da size kuş tüyü yorganları ile temiz, şık bir yatak hazırlamış olduğunu tahattur edersiniz. Yavaş yavaş tavrında, yürüyüşünde bir rikkat,[48 - Rikkat: İncelik, naziklik.] bir mümtaziyet görüyordunuz; o kadar ki birkaç zaman daha geçince onu beraberinizde sokağa götürmek heveslerini duydunuz, çünkü sokakta, yanınızda ince boyu, nazan[49 - Nazan: Nazlı]ve çalak[50 - Çalak: Çevik.] hıramı[51 - Hıram: Edalı.] ile yürüyen bu hanım âdeta size başka bir kadın imiş gibi geliyordu.
Mektup yazabiliyor, pek çok roman okuyordu. Siz de efkâr-ı felsefiyenizi telkinde zannederim hiç imsak etmiyordunuz.[52 - İmsak etmek: El çekmek.] Hatta bir aralık muayenehanenize götürmek ve beraber çalıştırmak dahi istediniz ise de her nedense bundan sarfınazar ettiniz.
Onun her gün yeni tavır talim ettiğini görüyordunuz, vâkıâ her gün biraz daha tembel oluyor ve masrafı da bir dereceye kadar artıyor idiyse de zararı yoktu çünkü siz de kazanıyordunuz.
Zannederim bu esnada hemşiremle akt-i münasebet[53 - Akt-i münasebet: İlişki kurmak.] eyledi. Bu münasebete vesile de sizin yanınızdan çıkıp bize gelen Eleni olmuştu. Hemşirem, bilmem tanır mısınız, cihanşinas bir kadındır. Hayatını tedrisata vakfetmiş ve asla izdivaç eylememiştir. Bu itibar ile vücudunun zindegisini,[54 - Zindegi: Dinçlilik, canlılık.] metanetini muhafaza eder. Zaten sinni[55 - Sin: Yaş.] de o kadar müterakki değildir. Ancak on sekiz ay kadar farkımız olduğu cihetle şimdi nihayet otuz beş yaşlarındadır. Yegâne kusuru, son zamanlarda işrete inhimak göstermesinden ibarettir.
İki kadın birbirini derhâl kemal-i suhulet ile sevdiler. Hemşiremin onun üzerinde tesiri biraz feylesofâne, biraz derin oldu. Ona hayatın şedâidine karşı lakaydi ve tahammül talim etmekte olduğunu gördüm. Pek müstesna, pek nevmit[56 - Nevmit: Umutsuz, çaresiz.] dakikalarda, biraz içerek iktisab-ı neşe etmek taraflarını da yavaş yavaş öğrenmeye başladı. Siz bunları pek bilmezsiniz çünkü o zaman Çanakkale’ye azimet etmiş bulunuyordunuz ve zaten bu sebeple teşerrüf vaki olamamıştı.
Sizin gaybubetiniz müddetince o, medeni bir kadın olmak için iktiza eden dersleri, hemşirem marifeti ile tanıdığı hanımlardan, vatanın teali ve terakkisi için çalışan birtakım heyetlerin konferanslarından ve sinemalardan öğrenmeye başladı. Bu sinemalar gerçi genç kızlar için muzır ise de evli bir kadının oradan kötü örnek alması ihtimali yoktur, sanırım.
Konferanslar ve dersler ise ona başlıca şunu telkin etmiş oldular ki İstanbul’da en çok verem İslam hanımları ile ikinci derecede de Ermeni erkeklerinde görülüyor imiş. Bu ikincilerde, şüphesiz işledikleri işler dolayısıyla, İslam hanımları da peçe altında ve kafes arkasında yaşamaları dolayısıyla bu hastalığa müptela oluyorlarmış. Gene buralardan öğrenmiş oldu ki bizde hayat yalnız erkeklere göre tanzim olunmuştur, kadın tarafı yoktur. Hâlbuki hayatta kadın da vardır. Demek oluyor ki bizim memleketin hayat-ı içtimaiyesindeki tealinin noksanı, yarım memleketin felce uğratılmış olmasındandır. Bu noksan uzvu ancak kadınlar itmam edecek ve memleketi kurtaracaklardır. Bunun için de bir hamleye lüzum vardır. Ancak bu hamle iledir ki bu ihtiyaç bertaraf olunabilir.
Bunları öğrenirken tabii birtakım tavr u hareket de öğrendi ve her kadın gibi o da kalbinde bu hamleye cesaret buldu. Bunun ilk eseri de hemşirem delaleti ile benimle görüşmesinden ibarettir. Tabiidir ki bunda hiçbir mahzur yoktur çünkü kadınların kocalarına karşı istimal edebilecekleri o müthiş silahı kullanmak niyetinde değildi. O silah ancak sevkitabii ile ateş almıştır azizim, buna tamamen itimat edebilirsiniz. Lakin teşekkür olunur ki mermi de size isabet etmedi yani bir başkasının çocuğuna baba olmak felaketine uğramış bulunmuyorsunuz. Eğer böyle bir hâl vaki olsaydı, o zaman şimdiki ceza ile cürüm arasında bir nisbeti adilane olurdu. Yoksa teslim buyurursunuz ki bir kadın temiz giyinebilir, o hâlde sokağa çıkar, sinemaya gider, konferans dinlerse bunda hiçbir fena maksadı yoktur; o, bunları yapıyor ise şık, zarif olmak ve asra uymak için yapıyordur. “Ben şık ve zarif olacağım, asrın icâbatına kendimi uyduracağım.” diyen bir kadına, “Hayır, olmayacaksın, uydurmayacaksın.” demek mümkün müdür? “Memleketin yarım kalan hayat-ı içtimaiyesini itmam edeceğim, erkeklerle birlikte ben de bulunacağım!” diyen bir kadına da “Erkek yanına çıkmayacaksın ve görüşmeyeceksin!” demek aynı suretle mümkün olamaz.
Bundan sonrasına gelince insan vâkıâ tabancayı nefsini müdafaa için taşır ama tabancanın patlayıp kendini vurmak ihtimali de bulunduğunu unutmamalıdır. Tabiat uleması ispata çalışırlar ki bir zamanlar yeryüzünün müthiş ormanlar yetiştirip beslemeye bir istidad-ı harikuladesi varmış. Arzı baştan başa cesim ormanlar, cesim[57 - Cesim: Büyük, iri.] nebatat kaplamış. Bunun gibi, zaman zaman muhtelif mevcudat hakkında da böyle azim bir hırs ve hevesle bu arz kudurmuş ve hiç şüphesiz bir zamanda nöbet, hayvanata gelmiştir. O zaman tabiatta en ufak bir şeyin tesadüfi bir hareketi, bir hayvanın yaratılışına kifayet ettiği gibi, keza en ufak bir sebeple de yeni bir cins ayırıp türetmiştir.
Ve işte azizim, insan denilen mahluk-ı muzdarip şüphesiz, böyle şiddetle mahmul[58 - Mahmul: Yüklü, dolu.] bir zamanın veledi marazıdır. Onun için sadayı tabiata karşı asi ve muzdarip ömür sürmektedir. Bütün otların, taşların, hayvanların vücuda getirdikleri manzume-i tenasüp içinde yalnız insanın elinin değdiği şeylerin manzarası yine, bizzat insanın -akıbet bir hayvan olmak itibarı ile- nazar-ı tabiisi önünde çirkin bir manzara arz eylemektedir. Mesela, muntazam bir bahçe, ekilmiş ve resmedilmiş çiçeklerle, insan ayağı değmemiş bir ormanın bir alanlık yerinde biten çimen otlarına bakınız. Bir suni göl ile bir tabii göl de böyledir. Ben bir tavşanın, bir kuşun kendilerini ve yuvalarını tabiatın aguşuna ne kadar maharetle sakladıklarını hayretle temaşa ederim. Evet, bizzat insanların nazar-ı hayvanisi önünde bile insan çirkindir.
Bu, her şeyde olduğu gibi, bana kalırsa insanların tenasüllerinde[59 - Tenasül: Üreme.] de aynen caridir. Tabiattan serbest tenasül emrini alan hayvanatın dişisi de erkeği de bu emre inkıyat ederler. Aynı surette çift yaşamak için emir alanlar da o suretle yaşayıp giderler. Yalnız insan bu davada mülkiyeti ortaya çıkarmış ve malik olduğu şeyleri, öldükten sonra da kendine en yakın gördüğüne terk ve tahsis etmek istemiş ve bu en yakınını bulabilmek için de usulü izdivacı ihdas etmiştir. Hâlbuki bu düşünce, bu mahluka vaki olan sadayı tabiata tearuz etmektedir. Ve o bazen o kadar kuvvetlidir ki inkıyat etmemek âdeta mümkün olamaz. Buna muhalefet bütün hayvanat gibi insanlarda da hastalık tevlit edebilir. Doktor olduğunuz cihetle tabii benden daha iyi bu hâli takdir edersiniz. Bir zaman, bütün asap hastalıklarının, cihaz-ı tenasül hastalıkları ile hemahenk olduğunun iddia edildiğini hatırlıyorum.
Böyle bir ihtiyacı tabii mukabelesinde teşebbüs-i tasaddiye[60 - Teşebbüs-i tasaddi: Bir işe girişme.] imkân taalluk etmediği tasavvur olunursa acaba fikren teşebbüse de imkân tasavvur olunabilir mi? Kendini bu yolda tefekkürata kaptırmış bir tek olsun insan düşünülebilir mi? Evet! Kemal-i cesaretle itiraf ediyorum ki sizin dahi gayrıkabili ret delâiline tesadüf ettiğiniz veçhile bir gün adaya gitmiş idik. Maksadımız pek samimi ve masumane idi. Sadece bir tenezzüh edecek idik. Ancak bedbahtlık eseri olarak vapuru kaçırmış bulunduk, hatta bir müddet sandal ile Maltepe’ye geçmeyi bile düşündükse de cesaret edemeyip otelde kalmaya karar verdik. Akşam yemeğini taraçada yedik, bir aralık hemşirem içeri girdi, vakit gecikti, lambalar da zaten yanmıyordu. Bağteten[61 - Bağteten: Birdenbire, ansızın.] yine bu müthiş sadayı tabiatın bağırdığını ve âdeta beni sersemleştirdiğini hissettim.
Siz ise bir tesadüf eseri olarak buna muttali oldunuz ve onu evinizden dışarı attınız. Eğer ben de hilaf-ı tabiat bir surette mukayyet bir hayat-ı zevciye sürmeye karar vermiş bulunsa idim ve maişetim de buna müsaade etseydi şüphesiz, bu kadını himaye edecek idim. Bugün ise maatteessüf onun nale ve gözyaşlarına lakayıt kalmak mecburiyetinde bulunuyorum. Ancak azizim, siz ki her nasılsa bir defa böyle bir kayıt altına girmiş ve bu kadının hayatına tahammül etmiş bulunuyorsunuz, rica ederim, öteden beri ezberlenmiş tekerlemelerle mahkûm olup kalmayınız.
Şayet bu kadının hareketi bir günah ise emin olunuz ki bunda onun dahli yoktur. Onu biz hazırladık, birçok da siz hazırladınız. Bütün bu müterakki[62 - Müterakki: İleri, ilerlemiş.] İstanbul hazırladı. İster iseniz ben de üstüme bir parça kabahat alabilirim. Evet!.. Bu bir günah ise belki ben de onu bir parça buna teşvik etmişimdir. Hâlbuki siz bütün ukubatı[63 - Ukubat: Cezalar.] bu kadına tevcih ediyorsunuz. Şu vakıa karşısında her ne kadar bigâne ve lakayıt kalabilirdim ancak vicdanım bu lakaydiden beni menettiğinden, şu satırları yazdım. Ümit ederim ki sizin gibi bir fen adamı nezdinde su-i tefsir[64 - Su-i tefsir: Kötü ve yanlış yorumlama.] ve telakki görmez.
Mektup bitti. Müttehimin gözleri hummalı bir hâlde parlıyordu. Bir dakika sükût ettikten sonra ilave eyledi:
“Reis beyefendi! Bu mektubu okuduğum zaman insanlar üstünden mazarratları izale olunabilecek iki kimse olduğunu gördüm. Bir tanesini öldürdüm, diğerini ise heyeti aliyeniz izale buyurursunuz!” dedi ve bir külçe et ve kemik hâlinde sandalyesine yığılıp kaldı.

    1918

GURBET ELLERDE
Yerimiz
Burası eskiden de iyi bir yer değilmiş; 1914’de yanmış, engebeli bir yangın yeri olmuş.
Burada oturan bizler, eski bağ evlerine tıkılmışız. Bağlar gitmiş, evleri kalmış…
Yangın yerinin ortasında bir yol var. Bu yolun iki yanında çamurdan, ottan, yontulmamış kavak kirişlerinden yapılmış beş-on dükkân var. Burası çarşımız…
Hacı adında bir de belediye reisimiz var.
Bizler
Enseleri yağlı, kulaklarının içi kıllanmış, karınları irileşmiş, gözleri içmekten fener gibi yanan, burunları kızarmış yahut morarmış, kafaları dazlaklaşmış, emekliye çıktıktan sonra adam kıtlığında gene işe alınmış, “Bu bucakta bir günlük beylik beyliktir.” deyip oturan adamlarız.
Masamız
Üstü yer yer yanmış, kara çukurlar, oyuklar açılmış, eski bir kahve ocağı masası. Kavşamış[65 - Kavşamış: Eskimek, yıkılmaya yüz tutmak.] bir tahta masa.
Masa Örtüsü
Aylarca gazete gelmediği için uşaklar, masaya yayılan gazeteleri yağlı da olsa katlayıp kaldırıyor, ertesi gece yeniden yayıyorlar. Gazetelerin bol olduğu yerlerde hiç değeri yoktur ama böyle yerde aranıyor.
Şunu da söyleyeyim ki masamıza bir gazete yaymaya o kadar aldırmıyoruz da. Uşaklar bağlı görünüyorlar. Gazete kâğıdı serili olmayan bir masada içmek bize dokunur, güç gelir bir iş değil!
İçkimiz
Rakı bulunmadığı için Suriye’den kaçak getirilmiş cinleri içiyoruz.
Uşaklarımız
Uşaklarımız beylik. Başları açık hizmet ediyorlar. Hepsinin saçları uzamış, hepsi dalgın ve düşünceli. Bunlar niçin pis, niçin saçları kesilmemiş? Anlaşılan bizden daha temiz olmasınlar diye!
Geceler
Bahçe gibi bir yerde toplanıyoruz. Bir fenerin içinde petrol lambası yanıyor. Önümüzde masa, altımızda tahta bir sandalye yahut bir sandık. Yüzler çok gölgeli yahut büsbütün karanlık, suratlar asık. İçtikçe daha da çok asılıyor. Sözler az, kesik. Gece ilerleyince, feneri saran küçük sineklerden, pervanelerden biri içeri girmiş bulunuyor. Işık işlemiyor yahut sönüyor. Birini çağırıyoruz, feneri götürüyorlar, yeniden yakıp getiriyorlar. Salatanın sirkesi içinde küçük kelebekler yüzüyor. Bu derin gölgeli aydınlıktan ise karanlık daha iyi idi.
Sözlerimiz
“İstedikleri emri versinler, ben bildiğimi yaparım. Bu deyyusları bana mı öğretecekler!”
“Altını varmış, alır mısın? On beşten verecek!”
“Gazanfer koyun kesecek. Bana bir kol ayırsın. Parasını gelsin benden alsın.”
“Bir apartıman parası yapmadan dönmem diye yengesine yemin etmiş.”
“Getirdiği koyunlarda gözüm yok; herifi öldürüyorlar, benim başım ağrıyor.”
“Elbet yalan söylerim. Bizim işimiz siyasi iştir.”
Uykumuz
Yere serili yatak; yorgan kaymış, iri bir karın. Açık ağız, camları sarsan horultu, ekşi ter kokusu.
Yatağın yanında bir testi. Ağzına maşrapa kapanmış. Gece uyanıp bu testiden kana kana su içiyoruz. Bir testi suyu içtiğimiz oluyor.
Esrar
Bahçede, havuzun başında Hıfzı bana esrar içirdi. Esrar da biraz sonra beni tutmuş. Yorgunum. Yatak odalarının olduğu kata çıkıyorum. “Çıkıp koğuşta yatayım.” diye düşünmüş olmalıyım. Sarhoş değilim, aklım da başımda. Merdivenleri çıkıyorum ama bitmiyor. Dönüp arkama bakıyorum. Merdiven, ucu görünmeyecek kadar derinlere iniyor. Aman Allah, arkamda dik bir uçurum sanki! Oturup dinleniyorum. Yeniden çıkmaya başlıyorum. Merdivenin üst başına bakıyorum, onun da ucu görünmüyor. Otura kalka, dinlenerek, kan ter içinde çıkmaya çalışıyorum. Neyse koridora gelebiliyorum.
Bir de bakıyorum ki yatak odaları görünmeyecek kadar, kilometrelerce uzakta! Yürüyorum, yürüyorum bitmiyor. Durup dinleniyorum. “Bu yolu bitirebilecek miyim?”diye de düşünüyorum.
Neyse yorgun argın koğuşu buluyor, yatağıma uzanıyorum. Bir de bakıyorum ki ayaklarım uzuyor, karyoladan dışarı çıkıyor. Gelecekler, beni böyle görecekler, esrar içtiğimi anlayacaklar… Ne yapmalı? Ayaklarımı çekip topluyorum. Küçülmeye başlıyorum, küçülüyorum; o kadar ki yatağın ortasında bir nokta gibi kalıyorum. Böyle de olmaz!
Bu sefer yürümeye çalışıyorum. Bilseniz ne sıkıntı… Ne kadar üzülüyorum. Bu sıkıntılar içinde sızmış, kendimden geçmişim.
Ertesi sabah ilk iş, Hıfzı’ya temiz bir dayak!

SAYI MI YAZI MI?
Bir sağlıkevinin temizce döşenmiş bekleme odası. Kapılar, pencereler, masa, kanepe, sandalyeler… Yerde halı.
Perde açılınca odanın ortasında sokak kıyafeti ile bir genç kız. Başında sade şapkası, elinde kara çantası, biraz sinirli, kendi kendine konuşur:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/memduh-shevket-esendal/veysel-cavus-69429613/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Bu hikâye ilkin Tanin gazetesinin 17 Aralık 1908 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

2
Âvâreser: Başıboş.

3
Zefiri girizân: Uçan nefes.

4
Redif: Terhis edildikten sonra yedeğe geçirilen asker.

5
Meşum: Uğursuz.

6
Azim: Büyük.

7
İsal: Ulaştırma.

8
İğtişaşı idare: Yönetim kargaşası.

9
Teakup: Birbiri ardınca gelmek.

10
1293 Felaketi: 1877 yılındaki Balkan bozgunu ve bu bozgun nedeniyle göç etmek zorunda kalan Müslümanların durumu.

11
Fecayii ihtiyaciyeyi: İhtiyacın felaketleri.

12
Bülent himmet: Yüce etmek.

13
Tesir-i amiki: Derin etki.

14
Mübadelât-ı ticariye: Ticaret ile ilgili alışverişler.

15
Harekât-ı iğtişaşiye: Karışıklık harekâtı.

16
Hedaya-yı Şitaiyye: Kış armağanları.

17
Siyâsiyun: Politikacılar.

18
Ukde-i iştibah: Kuşku düğümü.

19
Mahuf: Korkunç.

20
Mebhut: Şaşkın.

21
Kail olmak: Razı olmak, inanmak.

22
Kıraat: Okuma.

23
Osmanlı Devleti memur emeklileri.

24
Müstait: Yetenekli.

25
(Fr.) Alamod: Moda olan.

26
Mahsusada: Özel biçim.

27
Tüvana: Kuvvetli, dinç, canlı.

28
(İng.) Hammer: Çekiç.

29
Mahdum: Oğul

30
Derkâr: Bilinen, belli.

31
Badema: Bundan sonra.

32
Nümayan: Görünen.

33
Saltalı: Bir tür kısa ceket.

34
Lapçın: Tabanı meşinden olan mest.

35
Vekilharç: Kesedar.

36
Müessir: Dokunaklı, etkili.

37
Hâdis: Ortaya çıkmak.

38
Müddeiumumi: Savcı.

39
Müttehim: Davalı.

40
Samiin: Dinleyiciler.

41
Hall ü fasl etmek: Olumlı sonuca varmak.

42
Mucib-i bedbahti: Bahtsızlığın gereği.

43
Mukassi: Sıkıntılı.

44
Müsavatı hukuku: Hak eşitliği.

45
Tevlit: Doğum.

46
Melhuz: Düşünülen.

47
Ağleb-i ihtimal: Büyük olasılıkla.

48
Rikkat: İncelik, naziklik.

49
Nazan: Nazlı

50
Çalak: Çevik.

51
Hıram: Edalı.

52
İmsak etmek: El çekmek.

53
Akt-i münasebet: İlişki kurmak.

54
Zindegi: Dinçlilik, canlılık.

55
Sin: Yaş.

56
Nevmit: Umutsuz, çaresiz.

57
Cesim: Büyük, iri.

58
Mahmul: Yüklü, dolu.

59
Tenasül: Üreme.

60
Teşebbüs-i tasaddi: Bir işe girişme.

61
Bağteten: Birdenbire, ansızın.

62
Müterakki: İleri, ilerlemiş.

63
Ukubat: Cezalar.

64
Su-i tefsir: Kötü ve yanlış yorumlama.

65
Kavşamış: Eskimek, yıkılmaya yüz tutmak.
Veysel Çavuş Мемдух Шевкет Эсендал
Veysel Çavuş

Мемдух Шевкет Эсендал

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Durum öykücülüğünün edebiyatımızdaki en güçlü temsilcilerinden olan Memduh Şevket Esendal, "Veysel Çavuş" adlı kitabında okuyucularına âdeta toplumun içinden gerçekçi bir tavırla seslenmektedir. Esendal, birbirinden güzel hikâyeleri ile her yerde karşımıza çıkabilecek sıradan insanların sıradan yaşamlarına ortak eder bizleri. Öyle ki bu insanların ardı arkası kesilmeyen dedikodularına, karşılıksız kalan aşklarına, geçim sıkıntılarına, yaptıkları küçük hesaplara ve kıskançlıklarına şahit oluruz. Kitaba ismini veren "Veysel Çavuş" hikâyesinde ise harp zamanı tekrar orduya çağrılan bu askerin geride bıraktıklarının tesiri altında kalmamak mümkün değildir. "Bereket versin ki insan; üstünden günler, aylar geçince her şeyi unutur. Yoksa duyulan acılar sürüp gitse onun ağırlığına en duygusuz, en kayıtsız adamlar bile dayanamazlar."

  • Добавить отзыв