İhtiyar Çilingir

İhtiyar Çilingir
Memduh Şevket Esendal
Türk edebiyatında durum hikâyeciliğinin mihenk taşı sayılan Memduh Şevket Esendal, İhtiyar Çilingir adlı kitabında okuyucularına kendi gözünden dünyayı anlatır. Sosyal konuları ele alan Esendal, fesin terk edilip şapka giyilmesi kanununu ve bu yeniliğin topluma olan etkilerini gözler önüne serer. Başkalarının sözüyle hareket eden insanların akıbetlerini işler. Meşrutiyet ve hürriyet olgularının toplum tarafından nasıl idrak edildiğini mizahi bir üslupla aktarır. Sayfaları çevirirken Bozdağı hikâyesinde kendinizi esrarengiz bir cinayetin delillerini ararken bulacak; Bay Özarıer hikâyesinde ise duyguları kullanılan bir insanın acısını derinden hissedeceksiniz. Her hikâyede, içinizde sükût hâlinde bekleyen hisler uyanacak; kendinizi âdeta bir değişimin içinde bulacaksınız. "Bir gün bencileyin bir uçuruma yuvarlanırsanız, artık her şey burada bitti sanmayınız. Acılar, umutsuzluklar bir ömür sürmez. Bir bıçak yarası nasıl savar, yerinde bir iziyle biraz sızısından başka bir şey kalmazsa gönül yarası da böyledir. Acısı geçer de sızı kalır."

Memduh Şevket Esendal
İhtiyar Çilingir

Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayatın içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmelerinden sonra Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.

İKİSİNİN ARASINDA[1 - Yazarın Çığır gazetesinin 1911 tarihli sayısında yayımlanan ikinci hikâyesidir.]
Çok okumuş, ömrün uzun yıllarını katı kaplı kitaplar arasında geçirmiş olanlar biraz sert olur, biraz haşin olur derler… Fakat ben yüzünüzde sertlikten, huşunetten[2 - Huşunet: Sertlik, kabalık.] eser görmedim.
O ak sakalın derin çizgilerle süslenen çehreye verdiği sevimlilik, bakıştaki o tatlılık, o derinlik bana bu mektubu yazmak için lazım olan büyük cesareti verdi.
Şimdi öyle umuyorum ki sizden ufak bir sual soran o küçük kıza karşı susmayacak, onun bu yazılarını ne kadar üzüntüyle yazdığını pek güzel anlayarak -isterse bir kelimelik olsun- ona bir cevap vereceksiniz. Bunun için size çok yalvarırım.
Düşününüz ki ben size yazdığım bu şeyleri, başka birine soramazdım. Başka birisine itiraf edemezdim. Ailemin, tanıdıklarımın görgüsü buna elverişli değil. Mesela valdem! Bu sualin karşısında çıldırdığıma hükmederdi. Çünkü bizde genç kızların böyle şeyleri sormaları, aramaları değil hatta merak ediyor görünmeleri bile âdet olmamıştır.
Babama gelince o, bana gülecek ve beni bütün bütün şaşırtacak bir cevap verecekti. Sonra artık dayımı, büyük valdemi söylemeye hacet yok.
Bir aralık aklıma lisedeki Amerikalı hoca hanım geldi. Onunla ara sıra böyle şeyler konuşurduk. Belki bugün de istesem görüşebiliriz. Fakat o kadar soğuk, o kadar durgun bir Amerikalıdır ki çok defa insan onun bir makine olduğundan şüphe eder. O, kırk senelik ömrünü mekteplerde geçirmiş ve ağır hâliyle, tavrıyla, nasihatleriyle her zaman istekliği, genç sinelerin ateşini söndürmeye alışmıştır. Hâlbuki ben, ne o kadar ateşliyim ne de üşümek, donmak isterim. Ilık bir ömür yolunda gidebilmek için derin tecrübelerin ömrünü dinlendirmiş hatta gençliğinden biraz yorgun çıkmış, okuduklarını gördüklerine karıştırarak düşünmeye alışmış, yeni öğrenmek heveslerine kapılmayacak kadar süzülmüş, durulmuş bir zatın nasihatlerine, öğütlerine muhtacım.
Ben, o zatı iyi seçebildiğimi, iyi intihap ettiğimi sanıyorum. Eğer bunda aldanmıyorsam o zat bu mektuba karşılık olarak buraya ilave ettiğim adrese bir mektup gönderecek ve o mektupta, şu ufak sualin cevabı yazılmış bulunacaktır.
Bir İngiliz mektebinde okutturulmuş Türk kızını artık evlendirmek istiyorlar ve kendisini isteyen iki genç erkekten birini seçmesini bekliyorlar. O kızın öyle bir babası var ki bir gecede, hiç düşünmeyerek iki yüz altını bir kumar masasına bırakabiliyor ve kızının süslü, şık, Avrupa usulünü, o yaşayışı öğrenmiş olmasını istiyor; bunun için daha küçükken kızını İngiliz mekteplerine atıyor.
Eğer o kız etrafındakilere bakarak kendinin bir Türk kızı olduğunu düşünmemiş olsa kendi dilini bile öğrenemeyecek, o hâlde kalacaktı. Sonra, öyle bir valde var ki daha kendisini dünyaya getirir getirmez, kocasıyla aralarındaki geçimsizliği sebep tutarak babasının evine kaçmış ve kızını sütninelerin, dadıların eline bırakmıştır. Şimdi de her gün hastalığından şikâyet eder, odasından çıkmaz hatta yemeğini bile odaya getirtir ve kızı ile de bir misafir gibi konuşur. Her ikisi de pekâlâ anlıyorlar ki aralarında bir ana kız sıcaklığı, sokulganlığı, o tatlı hararet yer tutmamıştır. İşte, anamla babam böyle.
Bunlardan başka evde, yerinden kalkamayan seksenlik bir büyük valdem var, eski azatlılardan iki ihtiyar dadım, erkek kadın altı kadar hizmetçi… Hiç eksik olmayan misafirlerimizi de bunlara katacak olursanız, evimizin hâlini lazım olduğu kadar öğrenmiş olursunuz.
Bu eve güveyi olarak gelmesi düşünülen beylere gelince onlar uzaktan uzağa akrabamızdan olduklarından, sık sık babamı görmeye gelirler… Fakat bu gelişlerin, babamı görmekten ziyade, kendilerini göstermek için olduğunu elbette anlarsınız.
Ben de her fırsattan istifade ederek onları gözetlemekte kusur etmiyorum…
Böylece gözetleyerek öğrendiğim şeyleri işte burada size yazacağım. Bu gençlerden birini seçebilmek, bu düğümü çözebilmek için bana edeceğiniz yardımla dünyanın en büyük hayrını işleyeceğinize inanınız.
Bu genç efendilerden biri -adını söylemeyeceğim- narin, nazik, sarışın ancak yirmi beş-yirmi altı yaşında, terbiyeli, zengin bir adam. Hariciye Nezaretinde[3 - Hariciye Nezareti: Dışişleri Bakanlığı.] de memur.
İdadiden[4 - İdadi: Lise.] çıkmış, üç-dört sene Fransa’da kalmıştır. Hissiyatı gayet ince, zeki, sinirli bir insan olduğu için çok defa küskün, mahzundur ve itiraf edeyim ki bu küskün hâl onun bir kadın yüzü gibi ince, nazik çehresine pek yaraşıyor. Bir işi uzun müddet kovalayacak, bir kitabı sonuna kadar okuyacak bir yaradılışta değildir. Daima kolay, rastgele öğrenilebilir şeyleri toplayarak onlarla yaşamaya alışmıştır. Böyle olmakla beraber gayet zeki, gayet anlayışlı olduğunu da itiraf ederim.
Memleketini başkalarından çok aşağıda, milletini çok geride gördüğü için bu hâl onda kendi soyuna, kendi milletine karşı bir kayıtsızlık uyandırmıştır. O; vatan olarak dünyayı, millet olarak insanları görenlerdendir. Bunu her vakit itiraf ediyor ve dünyanın bu olumlarından, bu kavgalarından, bu toprak, din, soy dertlerinden uzun uzun şikâyet ediyor ve daima başka bir âlem düşünüyor; öyle bir âlem ki orada ne galip ne mağlup; ne yiyen ne yenilen… Hele bu açlık belalarından çok uzak olsun!..
Ben onun kâh büyük bir âlim kâh pek ince bir şair gibi görünmeye özendiğini görerek henüz yürüyeceği yolu kestirememiş, biraz tembel, biraz gevşek bir adam olduğunu anlıyorum. Ancak onu bir ana gibi sevecek, koruyacak, idare edecek bir kadının elinde bu âdetlerini değiştirecek, daha çalışkan, daha az küskün, hülasa daha sevimli bir adam olacağına hiç şüphe yok çünkü yaradılışı yavaş, uysal ve sessizdir. Kendini biraz överek, biraz okşayarak çalıştırmak pek kolaydır.
Daima oturacağı yeri ayna karşısında intihap ettiğine göre kendini güzel bulduğunu sanıyorum. Herkes de onu pek sevimli buluyor. Bana kalırsa sevimli olmaktan ziyade güzeldir…
Vücudu gayet zayıf, otururken pantolonunun dizlerinde ince, keskin kemikleri belli oluyor. Hele bazı günler rengi o kadar soluk, güzel gözleri o kadar süzgündür ki onu, bu hâliyle görüp acımamak için insan pek katı yürekli olmalıdır.
Onunla beraber yaşayacak kadın, azıcık da idareli olur, ona bakarsa bütün varlığıyla kendini bu kadının ellerine bırakacağından hiç şüphe yok.
Bu zayıf hâli, bu zayıf yaradılışıyla bir hariciye memuru olduğu için şüphesiz yanılmıştır. Ancak bilmem nasıl oluyor, herkes onun az zamanda büyük yer tutacağını, bir zaman gelip sefir,[5 - Sefir: Elçi.] nazır[6 - Nazır: Bakan.] olacağını söylüyorlar!..
Birisi bu. Diğerine gelince bu pek sıcakkanlı, pek samimi bir gençtir.
Sultaniden[7 - Sultani: Bugünkü Galatasaray Lisesi.] çıkmış, bir-iki seneden beri Düyun-ı Umumiye İdaresinin[8 - Düyun-ı Umumiye İdaresi: Osmanlı İmparatorluğu’nun iç ve dış borçlarını denetleyen kurum.] en gözde, en seçkin memurlarından biridir. Yaşı, ötekinden biraz daha genç görünüyor. Ancak yirmi beş… Kumral bir baş, ateşli ela gözler ki baktığı yeri yakamazsa bile pek ziyade ısıtıyor!
İnce fakat en güzel, en sağ, en diri bir vücut. Saf ve merttir. Bilmediği şeyleri bütün kuvvetiyle dinler, öğrenmek ister.
Kuvvetiyle kendini tanıtmış bir milletin evladından olduğuna pek memnundur; iftihar eder, övünür.
Beraber yaşayacağı kadının kendisini idare etmesini asla beklemeyecektir. Yaradılışının ona bağışladığı bu kuvvet, bu güzel vücut ile her zaman kuvvetli, her zaman galip olarak yaşayacaktır ve gözlerinde öyle bir hâl vardır ki bir kadın ona itimat edebilir, güvenebilir. Bir kadın bu hâl ile ona mağlup olarak yaşamaktan bir zevk, bir tat duyar!
Bunların biriyle bir sefire, belki bir nazıra, diğeriyle bir erkeğe arkadaş olmak var. Ben zavallı, ikisinin arasında şaşkın, âciz, sizden imdat bekliyorum. Doğru yolu gösteriniz. Eğer bana cevap vermeyecek, ikisinin arasında pek bir taraf olmayan gönlümü kendi hâline bırakacak olursanız, herkesin yaptığı gibi kuvvetin mağlubu olacağımdan ve bir erkeğe arkadaşlığı tercih ederek ikincisinin koluna gireceğimden şüpheleniyorum!..
Söyleyiniz, bunu böyle yapıvereyim mi?

    1911

KORKU[9 - Bu hikâye ilkin Çığır gazetesinin 1911 tarihli 47. sayısında yayımlanmıştır.]
Sevgili Velika!
Sana bu mektubu Türk toprağında, yüksek dağlar arasında kalmış pek ufak bir kasabacık olan “Taçlı”da, Papa Kosta’nın beyaz kireç sıvalı küçük evinden yazıyorum.
İki taş arasında kalmış bir yosun parçasına benzeyen bu yerde, korku içinde kaldığıma, hiçbir şey yapamadığıma bilsen ne kadar üzülüyorum. Geceleri geç vakte kadar ağacın önünde oturarak seni düşünüyorum. Büyük yeminimizi düşünüyorum. Sensiz çalışmak benim için bir azap oluyor; sensiz, gözleri olmayan bir zavallı gibi karanlığı ellerimle yoklayarak, her adımda bir tehlikeye düşmekten korkarak yürümeye çalışıyorum.
Şimdiye kadar belki kırk defa Papa Kosta’ya seni söyledim. O, ayaklarını ateşe uzatarak beni dinler ve güler.
Bu sabah erkenden odama gelerek sana mektup yazarsam gönderebileceğini söylediği vakit ne kadar sevindiğimi görerek o da şaştı. Hemen kaleme sarıldım, benim güzel kardeşim, sana geçen bir ayda başımdan geçenleri yazacağım.
Bir kabahat yaptım mı? Bilmiyorum. Papa Kosta’ya çok defa bu suali sordum. O her vakit benim iyi bir kızcağız olduğumu ve zaman elverirse pek çok çalışabileceğimi söyler.
Fakat bilmem, belki bunlar doğru değildir. Herhâlde bunları senden dinlemek lazım, güzel Velikacığım. Bana derhâl göndereceğin bir mektubunda, iyi bir kız olup olmadığımı söyleyeceksin.
İnan ki senin sözlerin gönlümü dolduran kara düşünceleri silecek, beni korkulardan kurtaracak, yolumu açacak, aydınlatacaktır.
Velikacığım, senden ayrıldığım gün akşama doğru Başef geldi ve artık vaktin geldiğini, beni beraber götüreceğini söyledi. Onları Gospodin Pavin’in dairesinde bulacağımızı sanıyordu. Fakat gece yarısına kadar beklediğimiz hâlde, oraya hiç uğrayan olmadı. Bir aralık Basef tekrar gelip beni, seninle pek iyi tanıdığımız bir yere götürdü.
Hepsi oradaydılar, kadınlar da vardı. Kapıda, o hayvan karıya tesadüf ettim ve onun hakkında söylediğin şeyler için sana pek çok hak verdim. Vasilef, Petrof ayrı oturarak benimle konuştular. Petrof, bütün adresleri yazdırarak bunları ezberlemeye mecbur olduğumu söyledi.
Oradan çıkarken tekrar o kadın yolumu kesti ve sana yaptıklarını orada, başkalarının gözleri önünde bana da yapmak istedi ve seni sordu. Ben, bu tesadüften asla memnun olmadığımı kendisine söyledim. Hiç darılmayarak sana selam götürmemi tavsiye ediyordu. Yola çıkmadan evvel eve gitmek, uyumak istedim. Bu düşünceyle Başef’ten ayrıldım. Fakat yolda, hemşireme gitmek daha ziyade hoşuma gittiği için oraya döndüm. Ertesi gün, akşam olduktan sonra Başef tekrar geldi ve bana, Sinver’e kadar arkadaşlık edecek adamı getirdi. Beraber yemek yedik, onun Naper’de oturduğunu, büyük üzüm bağları olduğunu anlattı.
İki saat sonra katarda[10 - Katar: Tren.] idik.
Velikacığım, ne olursa olsun yeni tanınmış bir adamla, yarım aydınlık bir vagon içinde yolculuk etmek insanı düşündüren, mahzun eden bir şeydir. Hele benim gibi gönlü henüz pek kuvvetli olmayan bir kız için.
Gece yarısından üç saat sonra katardan indik. Sonbahar… Sabaha karşı acı bir serinlik vardı, titriyordum. İstasyon rıhtımı üzerinde gezinerek uzun müddet araba bekledik.
Gökte yıldızların bu kadar çok ve parlak olduğuna şimdiye kadar dikkat etmemiş olduğumu düşünüyordum ve aklımdan yumuşak, sıcak yatağım geçiyordu. Acaba Sinver’den nasıl geçeceğiz? Arkadaşlarım Türkiye kaçaklarındandılar, acaba bunlar nasıl adamlardı? Bu sualler bana bir üzüntü veriyordu.
Sabaha karşı, gayet iyi bir karısı olan Aleksi Ponof’un evine indik. Sıcak bir çay içtikten sonra yattım ve günün yarısına kadar uyudum. Kalktığım vakit Aleksi, değiştireceğim esvapları getirmişti. Bunlarla pek dilber bir köylü kızı olduğuma inan… Biraz eskicelerinden seçilmiş olmakla beraber bana pek ziyade yakıştığını Aleksi’nin küçük kızı bile itiraf etti.
Bu üst başla kapının önüne getirilen semerli bir beygire bindiğim zaman güneşin batmasına üç saat vardı.
Hiç alışmadığım için semerin üstünde pek çok zahmet çektim ve günaha girdim Velikacığım. Çünkü öyle bir şey ki insanın elinde değil… Ve başka türlü oturmak da olmuyor.
Güneş batıyordu, biz de “Boçkır”a giriyorduk. Köyün kenarında, bir evin önünde beni beygirden indirdikleri zaman yürüyemeyecek kadar rahatsız olduğumu duyuyordum.
Büyük bir ocakta ateş yanıyor, küçük bir kandil bu odayı aydınlatıyordu.
Bir yüzbaşı, çizmelerini ateşe doğru uzatmış oturuyordu. Benimle beraber gidecek dört arkadaş ve kılavuz da oradaydılar. Biraz oturup konuştuktan ve burada akşam çorbasını, ömründe pek seyrek tesadüf edeceğim bir iştahla yedikten sonra, bu dehşetli arkadaşımla yola çıkmaya hazırlandık. Aleksi veda etti. Hepsi kalpaklarını çıkararak onu selamladılar. Karanlıkta uzaklaştı. Arkama baktım. Köyde hiçbir aydınlık görünmüyordu. Yalnız ağaçların, evlerin gölgeleri belli oluyor ve uzakta bir köpek havlıyor, yolun kenarında her çalı bana bir adam gibi görünüyordu. Soğuk rüzgâr beni boğacak bir haydut gibi kulaklarımda uğuldayarak geçiyordu. Uyku içinde gibi ne kadar yürüdüğümüzü, nereye geldiğimizi asla bilmiyordum.
Bu yolculuk ne kadar sürdü bilmem… Bir köpek sesiyle silkindim. Bir asker uzaktan, görünmeyen bir yerden parola soruyordu. Burası bizim Sinver Kulesi’ymiş.
Köpeği tuttular. Kapının yanında duran zabit beni selamladı. “Yolunuz açık olsun.” dedi. Beni taşıyan beygiri burada bıraktık. Çünkü bundan sonra yolu bırakacak ve orman içinde işaretlere bakarak Türk toprağına atlayacaktık. Semerden kurtulduğuma sevindim.
Gece karanlıktı. Geçtiğimiz yer ormanlık. Pek güçlükle yürüyebiliyorduk. Keskin bir yaprak kokusu, yosun kokularıyla karışıyordu. Hiçbir şey düşünmüyordum. Yalnız pek yorgun olduğumu duyuyordum.
Burada Türklerin pususuna düşünceye kadar çektiğim zahmeti sana tarif edemem Velikacığım. Çamlıkları yarıyoruz, ağaçların kütüklerinden atlıyoruz, ne bir köy ne bir ses var. Bitmez, tükenmez bir orman, bir çalılık içinde gidiyorduk. Bir aralık bir dereden, suların içinden geçtik ve bir ormana girdik. Biraz sonra orman bitti ve yol güzelleşti. İşte tam burada da pusuya düşmüş bulunduk. Türkler yerlerini pek güzel bulmuşlar. Birbirimizden ayrı yürüyorduk. Ormanın kenarında ufak bir karaltıya dikkat ediyordum. Birdenbire bir ses duydum. Bir dakika içinde arkadaşlarım kendilerini saklayabilmek için yan tarafa, ağaçlığa doğru koştular.
Aynı zamanda arkamdan, ta kafamın içinde öten iki silah patladı ve birisi bağırdı. Ben şaşırmış, donmuştum. Soğuk bir el, demir bir pençe ensemden yakalamıştı. Yanımda, ağaç gölgesi gibi bir adamın gölgesini gördüm. İnan ki Velikacığım, bu adam isteseydi kafamı bir piliç kafası gibi koparabilirdi. Beni sürükledi, bir ağacın altına götürdü. Yaklaşınca kendimi bir diğer adam gölgesinin karşısında buldum. Bir kibrit parladı. Bir dakika içinde genç, parlak gözlü bir Türk zabitiyle göz göze geldik. Kibrit söndüğü vakit gözlerimin önünde iki yeşil yuvarlak dönüyor ve gönlümde o zamana kadar duyduğum nefret yerine büyük bir korku titriyordu. Diz çöküp af istemeye hazırdım. Arkadaşlarım ne oldu bilmiyordum, sonradan öğrendim. Yalnız bir tanesi kurtulmuş, hepsi ölmüşler.
İnce bir patikadan yürürken bütün duygularım susmuş, aklım durmuştu.
Düşün Velika’m! Karanlık bir ormanın içinde dağ kadar, kırk senelik bir karaağaç kadar iri bir Türk neferiyle beraber gidiyorduk.
Şimdi sen bunları okurken benim ziyan olduğumu, bütün dünyanın nefret edeceği bir hakaret gördüğümü düşünürsün, değil mi? Hayır Velika’m! Bu adam bana elini bile sürmek istemiyordu.
Bu ne tuhaf, ne düşünmediğim bir şeydir. İşte bunları gördüğüm için bugün, bu adamların karşısında korkuyorum. Onlar, kuvvetlerinden o kadar emin görünüyorlar ki bunu görüp korkmamak kabil değildir.
Biraz sonra Türk Kulesi’ne girdik. Toprak içine kazılmış, sazla örtülmüş uzun bir koğuşta, sıra sıra askerler yatmışlardı. Bizi görünce hepsi kalktılar. Burada ağır bir koku, uyku kokusu vardı. Omuzumdaki küçük torbayı ocağın yanına koyarak durdum. Bana çevrilen bütün gözler, avda tutulan bir karacaya bakar gibi bakıyorlardı. Bana bir işkence edip etmeyeceklerini bilmiyordum fakat herhâlde üzücü birçok sual karşısında kalacağımı sanıyordum.
Biraz sonra dışarıdan gelen birisi beni kaldırarak zabitin odasına götürdü. Esiri olduğum bu zabit, itiraf edeyim ki Velikacığım, pek güzel bir erkekti.
Sen, Sinver’i bekleyen bir Türk zabitini nasıl düşünürsün? Bir zebani, değil mi? Esmer, iri ve kaba…
Yok, güzel kardeşim, senin kadar nazik, bizim Yavin’den tesirli, hele hiç inkâr edemem ki pek mert, pek erkek.
Ancak yirmi üç-yirmi beş yaşında kadar sanırım. Onun gibi bir insanın böyle dağ kadar neferler arasında oturmaya katlanıp kendi vatanını, kendi yurdunu beklediğini düşündüğüm zaman Velikacığım, günah da olsa itiraf ederim ki kalbimde bir acı duydum ve utandım.
Onun karşısında, insanları kurtarmak için uğraşan bir kahraman hâlinde değil, başkasının bahçesine girmiş bir hırsız hâlinde kaldım. Başımı eğdim. İşte böyle oldu. Bu zabit Fransızca biliyor, Bulgarca da biliyordu.
Burada niçin gezdiğimi sormadı bile… Yalnız adımı sordu, kim olduğumu sordu. Ne vakit, nereden yola çıktığımı, arkadaşlarımın kim olduklarını… Yalnız bunları sordu ve inan ki benimle eğlendi. Bana acıdı. Anlıyor musun Velikacığım? Benim kadınlığım, benim güzelliğim bunun üstünde hiçbir tesir yapmamıştı. Hele böyle dağ başında, ben onun esiri iken bu kadar kendini koruyabilen, kendini saklayan bu genç erkeğe bugün gönlümde bir hürmet, bir saygı var.
Konuşmamız ancak yarım saat sürmüştü. Çizmelerini çıkarmış, yatağının üstünde oturuyor ve pek yorgun olduğu gözlerinden belli oluyordu.
Odadan çıktım, Velika’m! Artık bundan sonra bir daha onu görmedim! Biraz daha koğuşta, ocakbaşında oturduktan sonra beni üç neferle -ve iri bir onbaşı da beraberdi- Taçlı’ya gönderdiler.
Yol üç saat sürüyor, askerler tüfeklerini omuzlarına taktılar, birbiriyle konuşarak arkamdan geldiler. Onlardan pek çok fenalık beklediğime aldandım ve bu, bizim için dehşetli bir hâldir, değil mi Velikacığım? Dehşetli bir hâldir.
Buraya geldikten sonra ben, bir binbaşının karşısına çıkarıldım ve orada iken bana verilen talimata göre Papa Kosta’nın yeğeni olduğumu söyledim. Onu çağırdılar. Ne oldu, ne söz geçti bilmem, beni Papa Kosta’nın evine gönderdiler.
İşte o zamandan beri buradayım güzel kardeşim. Her sabah ağaçların sararan yapraklarıyla pek güzel olan karşıki dağlara bakarak uyanıyorum ve havalar serin olduğu, her gün biraz daha kış geldiği için günü ocağın başında geçiriyorum.
Pek seyrek bir köylü geliyor, görüşüyoruz. Benden talimat alıyor, yine pek seyrek bana mektup gönderiyorlar, geliyor ve ilkyaza kadar burada kalacağım söyleniyor.
Benim ise içimde derin bir korku var. Burası beton Sinver’de gördüğüm gibi genç zabitlerle doludur ve bunlar inan ki Velikacığım, vatanlarını bizim sandığımızdan daha çok seviyorlar, saklıyorlar.
Bunlar korkulacak şeylerdir.
Papa Kosta’ya bunları söylediğim zaman, gözlerini ateşin alevlerine dikerek düşünüyor ve başını sallıyor.
Bizim bir tarlaya attığımız tohumlar, bu adamların çizmeleri altında ezilecek, çürüyecektir.
Bazı onları, evin önünden geçerken görürüm. Bir defa da beni seyreden genç zabiti gördüm. O kadar ağır, o kadar kuvvetlidirler ki benim için korkmamak mümkün değil. Papa Kosta’yı yolda gördükleri zaman gülerek selamlarlar. Hâlbuki onun kim olduğunu benim kadar biliyorlar…
İşte bütün bu şeyler, bu düşünceler benim kanatlarımı kırıyor, gözlerimi karartıyor, beni korkutuyor Velikacığım. Bir gün gele, bu adamlar bizi çiğneyecekler sanıyorum. Benim elimden sen tutacaksın.
Güzel gözlerinden öperim. Mektubunu, öksüz bir çocuğun anasını bekler gibi beklediğimi unutma!

    1911

BOMBA[11 - Bu hikâye Çığır gazetesinin 1913 tarihli 54. sayısında yayımlanmıştır.]
Gün kavuştu, ortalığa gecenin karanlığı dökülmeye başladı. Ağaçların taze yaprakları akşamın serinliğini emiyormuş gibi duruyor yerleri bir sessizlik, akşamlara mahsus bir durgunluk kaplıyordu.
O zamana kadar ormanın kuytu, ıssız bir yerinde, taze yaprak açan ağaçların altında yatan iki insan uyandı.
Tabiatın bu kadar güzel bir zamanında bütün dünyaya hayat veren, otları canlandıran, kuşlara yuvalarını kurduran, böcekleri deliklerinden çıkaran bir mevsimde ormanın bu kadar güzel bir köşesinde sesleri, kokusu, havası; her şeyi, her şeyi bu kadar güzel olan bu yerde uyanan bu iki insanın yüzünde, kurulmuş bir cinayetin, bir hayatın karanlık izleri vardı. Bu kadar sessiz, bu kadar güzel olan bu yerde yalnız bu iki adam; bu iki dağınık, iki sefil, iki zavallı adam kara bir leke gibiydiler. Gözlerini sildiler. Biri rahipti; dağınık, birbirine karışmış uzun yağlı saçlarını parmaklarıyla taradı, kalpağının altında topladı. Etrafı dinledi. Ne ile uğraşırsa uğraşsın, ne olursa olsun, bu kadar hoş, serin bir akşam insanı uyandırır. Ona kendini dinletir. O da bir dakika böyle bilmeyerek sakit[12 - Sakit: Susmuş, sessiz.] kaldı.
Her lakırtı konuşulmuş, yapılacak şeyler sıralanmış, yalnız onları yapmak, yaptırmak kalmıştı. Onun için birbirine bir şey söylemeye lüzum görmüyorlar, konuşmuyorlardı. Ortalık yavaş yavaş kararıyor, sesler daha ziyade azalıyor, bir dakika evvel yaprakların arasında ötüşen kuşlar susuyor, gece oluyordu. Yalnız ta uzakta, birbirine cevap veriyor gibi bağıran kurbağaların, böceklerin sesleri; uyuyan bütün bu ormanın büyük, derin solukları gibi inip çıkarak durgun havaya yayılıyordu.
İki arkadaş yavaş yavaş kalktılar. Biri uzandı, taze bir dal kopardı. İki ellerini ceketinin cebine sokarak yola düzüldüler.
Birinin omuzunda büyükçe, ağırca bir heybe vardı. Onlar bu heybeyi bu ormandan aldılar. Bunun içinde bir sarayı, bir an içinde baykuşlara yuva yapacak bir kuvvet vardı.
Bu adamlar, bir yere ölüm yağdırmaya gidiyorlar. Bu adamların durdukları, bu heybenin bırakıldığı bir yerde ölümün korkunç yüzü görülecek; birçok bacalar dumansız, birçok çocuk babasız, birçok zavallı kadın kocasız kalacaktı.
Onlar, yarın arkalarında bırakacakları mezarlardan korkmayarak güzel dağ menekşelerinin hafif kokularıyla dolu olan sessiz ormanı bırakıp köye doğru gittiler.
Yuvan Nikolof, fakir bir köylüdür. Ancak senede otuz dönüm tarla ekebiliyor. Fakat birkaç sene var ki köyde herkes onun hatırını sayıyordu.
Bazı günlerce ortadan kayboluyor, bazı geceler köydeki bütün gençler onun odasında toplanıyor, günden güne onun sesi yükseliyor, köyün daskalı her gün onu arıyor, köye her gelen yabancı Nikolof’un evini soruyordu.
Karısı bu hâlden hoşnut değildi. Korkuyordu. Köye bir candarma uğrasa onun gönlüne bir şüphe düşüyor ve ötede beride bazı defa “Çocuklarım öksüz kalacak!” diye söyleniyordu. Fakat kocası onu dinlemezdi. Gece olunca erkenden el ayak çekilir, sokaklar tenhalaşır, Nikolof karısına “Bu gece köpeği bağla!” derdi. O zaman kadın, misafirlerin geleceğini anlardı. Bazı gece gürültülü sesler duyar, uyanır; evinin içinde birçok erkekler görür, korkarak odasının bir köşesinde onların gitmelerini beklerdi.
Bu gece yine Nikolof köpekleri bağlatmıştı. Karı koca sofralarını kurdular.
Beklediler.
Ortalık iyice karardıktan sonra çit kapısının açıldığı duyuldu. Köpek bağlı olduğu yerden sıçradı.
Rahip’le arkadaşı kapıdan girdiler. Nikolof’un dudaklarında derin bir tebessüm beliriyordu. Misafirler heybeyi koyacak emin bir yer aradılar.
Nikolof eğilerek onu aldı ve yavaşça dolabın bir kenarına koydu.
Hepsi birden sofranın etrafında toplandılar, Rahip kollarını sıvayarak ekmeğini kopardı. Kadın göğsü üzerinde üç haç çıkararak kaşığını un çorbasına uzattı. Rahip’in arkadaşı genç, kısa boylu, iri kafalı, sert kırmızı saçlı ve kuvvetli bir adamdı. Hiçbirinin yüzüne bakmayarak yemeğini yiyordu. Rahip, yavaş yavaş Nikolof’la konuşuyor ve bilhassa zengin bir adamın parasından bahsediyorlardı.
Kadın sesini çıkarmıyor ve bir şey işitmiyor gibi görünüyordu. Fakat bütün kuvvetiyle bu sözleri dinliyordu. Bir aralık, Nikolof fazlaca şarap içmeye başladı. Rahip, onun ziyade sarhoş olduğunu istemiyor gibi görünüyordu. Kırmızı saçlı arkadaşı ise hiç sesini çıkarmayarak iri lokmalarını avurduna dolduruyor ve ara sıra kadının yüzüne bakıyordu.
Ocağın külleri üstünde duran tenceredeki fasulyeyi bitirdiler. Sonra Nikolof arkadaşlarını içerideki odaya götürdü, burada yavaş sesle konuşmaya başladılar. Gece gittikçe ilerliyordu. Kadın bir aralık onları dinlemek istedi fakat bir şey işitemedi. Orada ocağın başında çocuklarını uyuttu. Kendisi de oraya uzandı, uyudu. Uyandığı zaman onlar, üçü de gitmişlerdi.
Nikolof, arkadaşlarından evvel kapıdan çıkarak köpeğini okşamış, etrafı dinlemiş, sonra arkadaşlarını beraber alarak evden çıkmışlardı. Heybe, Nikolof’un omuzundaydı. Hızlı yürüyorlar ve birbirine hiçbir lakırtı söylemiyorlardı.
Gök siyah fakat parlaktı. Yıldızlar açılıp kapanarak karanlığa hafif bir ışık serpiyorlardı. Uzakta, anlaşılmayan sesler duyuluyor, yaz böcekleri ötüyor, dereden iki bülbülün birbiriyle karışan ince, parlak sesleri işitiliyordu.
Yarın sabah güneş doğduğu vakit, dünyanın bir köşesinde yıkılmış bir yer görecek, birkaç taze mezarın topraklarına bakacak, dökülecek gözyaşlarını yaldızlayacaktı. Kim bilir gecenin bu zamanında, ne kadar biçare adamlar vardır ki yarın başları üstüne düşecek ölüm gölgesinden gafil olarak uykularını uyurdu.
Bilmem dünyanın hangi bucağında oturan bir politikacı, bir zarif adam (!) üstü başı süslü, serin bir yerde oturuyor, buzlu şurubunu, buzlu içkisini içiyor ve diğer bir politikacıyı sıkıştırmak, onu güç bir duruma sokmak için yer arıyor, birçok paralar veriyor, birçok yalanlar söylüyor. Bu paralar uzanıyor, kıvrılıyor, dar yollardan geçiyor, otuz kilo dinamit barutu hâline giriyor ve onu birtakım insanlar arkalarına yükleniyor, hiç tanımadıkları birçok adamları onunla öldürmeye gidiyorlar.
Sonra diğer bir köşede öldürülecek bu adamlardan istifade olunmak için düşünülüyor, neler yazılıyor, neler hazırlanıyordu.
Üç arkadaş, bir saat yürüdükten sonra bir ormana girdiler. Bu ormanı da geçerek bir demir yolunun kenarında, bir köprünün önünde durdular.
İşte mezar burasıydı.
Omuzlarındaki heybeyi indirerek biraz etrafı dinlediler, dinlediler. Sonra hemen işe başlamak lazım geliyordu. Nikolof, ince bir ıslık öttürdü.
Birkaç dakika sonra bir yol bekçisi yanlarına geldi. Dört arkadaş çalışmaya başladılar. Ses çıkacağından, duyulacağından korkmuyorlardı. Bu iş o kadar uzun değildi. Bir saat yorularak, terleyerek boğuştuktan sonra her şey bitmiş oldu. Kim bilir kaç zavallının mezarı olacak olan küçük bir mezar açılmış ve heybedekiler buraya konulmuş, sonra orası örtülmüştü. Sarı saçlı adam, ufak bir el fenerinin yardımıyla telleri düzeltti, bitirdi. Tamam olunca bekçiyi sıkı sıkıya bağlayarak ötede hendeğin içine bıraktılar ve tekrar yüz metre ilerideki ormana dalarak kayboldular.
Sabah oluyor, gün yavaş yavaş doğuyor, bütün kuşlar ötüyor, çiçekler kokuyor, yapraklar açılıyor, sinekler geziyor; her şeyde bu mevsime mahsus bir can, bir dirilik kendini gösteriyordu.
Uzaktan, orman arasından gürültüsü zaman zaman duyulan bir tren geliyordu. Bu ses ilkin pek uzakken yavaş yavaş yaklaşıyor, yavaş yavaş birçok biçareleri mezarına sürüklüyor, getiriyordu.
Akşam kazılan mezarın üstüne gelince kulakları patlatan bir ses bütün ormanı, bütün kuşları, bütün dünyayı susturdu.
İnsan parçaları demir parçalarına, taş parçalarına karışmış; topraklara gömülmüş, incecik bir dalın ucuna yuvasını kuran bir kuşcağız bile bu felaketten nasibini almış, onun, kopan yapraklarla beraber düşen yuvasında yavrucakları ölmüştü.

    1913

ARKADAŞIM[13 - Bu hikâye Çığır gazetesinin 1913 tarihli 60. sayısında yayımlanmıştır.]
Bu genç şairin dostluğunu kazanmak için hiçbir külfete katlanmadım. Onunla bir tesadüfün eliyle arkadaş oluverdik. Bir-iki kere matbaada görüşmek, bir gece bir yemek masasının başında yan yana bulunmak, bu dostluk için yetmiş artmıştı.
Ben onun adını, bir küçük şiiriyle birlikte basılan bir küçük resminin altında görüp öğrendim. O, benim adımı bilir mi bilmem. Fakat herhâlde beni sever çünkü kendisini dinlerim ve beğenirim. Onun da benden beklediği yalnız bu dinlemektir.
Ne kadar derin okumuş ve neler okumuştur, bunu kestiremiyorum. Yalnız bildiğim, onun zeki bir genç olduğu ve ara sıra sevimli, ufak şiirler yazdığıdır.
Küçük, zayıf gövdesi, uzun kumral saçları, henüz dudağını örtmeye başlayan kumral bıyıklarıyla güzel değil fakat sevimli bir delikanlıdır.
Bana tesadüf edince derhâl şiirlerinden birkaç parça okuyup fikrimi sorar. Bunları ilham eden perilerden bahseder. Hatta biraz vaktimiz olur da konuşmamız uzarsa Ada’da[14 - Ada: Büyükada.] geçirdiği bir günden, Kadıköy’de bir gece başından geçen bir vakadan ve onlardan hangi şiirlerin doğduğundan uzun uzun bahseder. Bunların içinde biraz mübalağa var mıdır?.. Bilmem…
Geçen sene sair Makriköy’de,[15 - Makriköy: Bakırköy.] küçük bir odada oturuyordu. Bir gün rastgele kapısının önünden geçerken beni görmüş, çağırmıştı. Bu suretle onun evini, odasını gördüm. Bu aziz şairin hakikaten güzel odası varmış. Büyük bir pencereyle aydınlanan bu oda bir güzellik, bir incelik sergisi gibiydi ve ufak tefek şeylerle öyle sevimli bir dağınıklık görünüyordu ki bu hâli gördükten sonra, arkadaşımın değerli bir sanatkâr olduğunu anlamamak mümkün değildi.
Masanın üstünde dağılmış duran kâğıtların üstünde beyaz, lekesiz minimini pamuk bir kedi uyuyor, tütün tablasının kenarında kendini kurtarmak için saldırmaya hazırlanmış kırmızı bir tilki duruyor ve köşede, ufak bir tabağın içinde tunç bir baykuş insana yuvarlak, ateşli gözleriyle bakıyordu.
Duvarda kara kalem bir resim. Çıplak bir kız o hâliyle bir ihtiyar erkeğin dizlerine yatmış, ona gülüyor; sonra onun karşısında diğer bir levhada, en soluk renklerle yapılmış bir yağlı boya resim, bir ormanın sonbahar hâlini gösteriyordu. Odanın büyük penceresine kadar salkımlar kapamıştı. Bu pencere bir bahçeye bakıyor, sonra komşuların bahçeleri ve ağaçlar arasında evler görünüyordu.
“Odanız pek güzel!”
“Güzel lakin beni hasta ediyor.” diye cevap verdi.
Doğru, bu oda onu hasta edebilirdi. Bu kadar inceliklerin, bu kadar ince şeylerin elbette onun zayıf kalbi üzerinde bir ağırlığı olacaktı.
Beni buraya çağırdığı zaman bana anlatacak bir hikâyesi, okunacak bir şiiri olduğunu anlamıştım. Bunu söylemek için çok beklemedi.
“Bu odayı seçtiğim zaman şu pencereyi örten çiçeklerden pek memnun oldum. Bunlar etrafı güzelce görebilmek için pek iyidir. Buraya yerleştikten iki gün sonra komşularımı tanımak istedim. Çünkü bana bütün bir yazda üç-dört manzume vermeyecek bir mahalle, bir komşuluk bence uğursuz bir yerdir. Bütün etrafımı gözden geçirdim, şu büyük sarı evde analarıyla oturan üç genç kız var ki ilkin bir şey gibiydiler. Fakat sonra anladım ki onlar üç geçkin ve üç koca budalasıdırlar. Bu tarafta on-on beş binlik bir sarraf babanın iki kızı, kısa etekleri, kocaman hasır şapkalarıyla iki çocuk ve bakışları o kadar durgundur ki âdeta kadınlığın ezeli duygusundan nasipleri yoktur, diyeceğim. Daha etrafımı güzelce anlamamışken buna tesadüf ettim -eliyle karşıdaki küçük evin ufak penceresini gösteriyordu- bir sabah, penceremi açtığım zaman, onunla göz göze geldik. O kadar güzel olan ela gözlerinde öyle derin bir manasızlık, öyle dolmaz bir boşluk vardı ki benim için bu gözleri görüp de bu boşluğun derinliğini merak etmemek kabil değildi. Artık o günden sonra gözlerimi ayıramadım. İşte, hâlâ beni üzen, öldüren şey budur,.” diyordu.
Şimdi, artık bütün günlerimi bu pencerenin önünde, arkaya bakarak geçiriyorum. O, hiç de belli olmayan zamanlarda gelir, bu pancurları açar, eliyle pencerenin kenarındaki çiçekleri okşadıktan sonra o derin, o manasız gözleriyle ta gözlerimin içine bakar ve elbette benim onu beklediğimi anlar fakat güya bunu anlamıyormuş gibidir. Hiçbir gün bana bakarken gözlerinde ufak bir selam, bir tebessüm görmedim.
Onun bir kocası olduğunu biliyorum. Galiba, Yedikule Gaz Fabrikası’nda hizmet ediyor. Sarı bıyıklı, geniş omuzlu bir adam! Sanırım ki gecelerin karanlığında evine geliyor ve gündüz erken işine gidiyor. Bunun için kendisini ancak iki defa görebildim. Ben, her sabah uyandığım vakit güneş doğmuş bulunuyor. Doğru pencereme koşuyorum. Onu bekliyorum. Biraz sonra o da kendi pancurlarını açıyor. Bu pancurların açılmasında öyle bir hesap var ki… Bana âdeta cesaret veriyor. Hatta azıcık daha kuvvet bulsam, “Onları benim için açıyor.” diyeceğim. Evet, şüphesiz bana geliyor, beni ezmek için geliyor. Evinde yalnız olduğu ve hiç şüphe yok birçok işi olduğu hâlde saatlerce benim için o pencerenin önünde duruyor! Lakin gözlerinde o boşluk, bakışında o manasızlık, o soğuk hâl hep öyle. Bunu da şüphesiz beni öldürmek için yapıyor çünkü bu öldürüş onun için bir tat, bir lezzet. Sonra ben, bütün gün bir satır okuyamayarak, bir kelime düşünemeyerek onun penceresine bakıyorum. Ta onun pancurları kapanıncaya kadar bekliyorum. Bu pancurlar, kocasının gelmediği geceler o kadar geç kapanıyor ki… Bunda beni öldüren, hırpalayan bir çağırış, öyle bir mana var. Evet, kadınları çok sevmiş olanların anlayabileceği bir davet.
Onu yeni tanıdığım zaman, bir gün de dışarıda rast gelebileceğimi sanmıştım. Fakat şimdi yanıldığımı anlıyorum. Ufak evini asla bırakmıyor. Sabahleyin evinin işlerini görüyor, aşağı yukarı gezindiğini görüyorum. Sonra öğleye doğru elinde bir işle pencerenin önüne oturuyor ve akşama kadar orada kalıyor.
Bir aralık garip bir düşünceye kapıldım. O, bazı defa oturduğu yerden birdenbire fırlayıp içeriye giriyor. Bazı günler de dikişini dikerken elinde iğnesi duruyor, içeriyi dinliyor! Acaba dedim, o içerideki odada saklanmış birisi mi var? Oraya birisi mi geliyor? Bu düşünce beni kıskandırmıştı fakat evinin öte tarafına gittim, o odanın altı yalçın kaya, uçurum, sonra deniz.
Hülasa azizim. Bu öyle hain bir bela oldu ki bütün güzel bir yazın, bu kadının elinde şiirsiz sönüp gitmesine sebep oluyor.
Şairden ayrıldığım zaman, onun sözleri hilafına bütün günlerini derin bir ümidin tatlı şiiriyle doldurduğuna kanaatim vardı.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmem, bir gün ona Ada vapurunda tesadüf ettim. Bana tekrar o kadını söyledi ve:
“Ne yaptım bilir misiniz?” dedi. “O kadının yanına gittim, evet çünkü artık son günlerde çekilmez hâle gelmişti. Benimle eğleniyordu. Ben de pancurlarının açık kaldığı ve kocasının evde olmadığı bir gece ona gidip benimle niçin eğlendiğini sormak istedim.
Sessizce evinin bahçesinin kapısını açtım ve kapanmayan pancurlarına tutunarak odasına girdim. Ortada masanın üstünde kırmızı kalpaklı bir lamba yanıyordu. Sol taraftaki odanın kapısı açıktı. Ayaklarım titriyordu. Oraya doğru yürüdüm. Dışarıda yanan lambanın aydınlığıyla burası hafif bir karanlık içindeydi. Evvelce burasının bir yatak odası olduğunu sanırdım, aldanmıyormuşum. Geniş, süslü karyola köşede duruyordu. Lakin o yatağında değildi. Gözlerimle karanlık odanın içinde onu aradım. Oh! O zaman orada gördüğüm hâli tahmin edemezsiniz…
O, deniz tarafındaki pencerenin önünde, bir sandalye üstünde, başı omuzuna düşmüş, uyumuştu. Kucağında minimini ancak beş-altı aylık bir çocuk da uyuyordu. Açık pencerenin altı derin bir uçurum, sonra deniz…
Ay, ufak bulutların arasından çıktıkça bu geniş denizin durgun sularını gümüşlüyordu.
Yavrusunu benden, bütün dünyadan büyük bir dikkatle saklayan bu kadın şüphesiz, bu gece onunla burada oynadıktan sonra, kim bilir nasıl tatlı bir hülyaya gözleri dalmış, uyumuş kalmıştı.
Uyuyan bu anneyle yavrunun yanında, itiraf edeyim ki kendimi pek yabancı, pek haksız buldum.
Gece serin, çocukcağız açık saçıktı. Üşümesinler diye korkarak pencerelerin kanatlarını çektim, son bir nazarla ve o zaman ancak bir şair gözüyle bu kadına, bu uyuyan anneyle yavrusuna baktıktan sonra kapılarını çekerek, lambalarını kısarak pencereden atladım.
Şimdi, o gözlerin boşluğunu dolduran minimini bir yavru olduğunu biliyorum ve kimbilir nasıl tuhaf bir hisle çocuğunu saklayan bu kadın bence, o hain kadın değildir. Ona gönlümün bütün genişliğiyle gülebiliyorum…”
Şair sustu. Ben onun gözlerine dikkat ettim; orada, bu genç adamı bahtından ayıran o yavruya karşı bir kin, bir dargınlık yoktu.

    1913

HÜRRİYET GELİRKEN[16 - Bu hikâye ilkin Çığır gazetesinin 1913 tarihli 68. sayısında yayımlanmıştır.]
Bu sabah kalın bastonuna dayanarak hükûmet dairesine giden müdür beyi görenler, her vakitki gibi candarma çavuşuyla ortak beslediği kazlarını saymaya gidiyor sanacaklardı. Fakat iş böyle değil!
O, bu sabah mühim bir telgraf almış, saatlerce nahiye kâtibiyle baş başa müzakere ederek bunu anlamaya çalışmıştı. Lakin en sonra âciz kalıp bir karar veremeyince onunla tanışmaya lüzum görmüşler ve hükûmet dairesine koşmuşlardı.
Oraya hâkim efendiyi, telgraf memurunu, gümrükçüyü, liman çavuşunu çağırdılar, hepsi baş başa telgrafı okudular: Hürriyet olmuş! Bu ne demek? Herhâlde iyi bir şey olmuş çünkü tebrik ediyorlardı. Şimdi ne olacak? Telgraf memuru, dirseklerini dizlerine dayamış duruyor, liman çavuşu anlamayarak bakıyordu ve hiçbirisi bir şey söylemiyordu. O aralık, oradan geçen mektep hocasını da çağırdılar ve işi ona da açtılar, anlattılar. Hoca efendi, evvela gözlüğünü takarak, cıgarasını çekerek telgrafı, ta bâlâsından[17 - Bâlâ: Bir şeyin yüksek yeri, yukarı, üst.] imzasına kadar bütün harflerini, kelimelerini okudu.
Hepsi onun ağzına bakıyorlar ve bekliyorlardı fakat o da bir şey çıkaramamıştı. Kaşlarını kaldırarak ve gözlerini süzerek “Allahualem[18 - Allahualem: Galiba.] bir şenlik olsa gerek.” diye söylendi.
Bu cevap hiçbirini kandırmamıştı. Nihayet, bir köşede oturan candarma çavuşu söze karışıp işi kesti attı ve:
“Telgrafı kazadan sorar, oradan bize anlatırlar, onlar ne yaptılarsa biz de yaparız.” dedi.
Beğendiler. Haydi kalkın, hep beraber telgrafhaneye…
Bir ufacık masanın üstünde bir tek makinecik, nahiyenin küçük telgraf makinesi çıtır çıtır işliyordu. Müdür bey, gözündeki camları kalın gözlükle sokuldu, güya dikkat ederse anlayacakmış gibi çıtırdayan, oynayan makineye bakmaya başladı. Parmaklarıyla beyaz sakalını karıştırıyor ve gelecek haberi bekliyordu.
Biraz sonra, hepsi öğrendiler ki kazada donanma yapılmış, bütün memurlar yemin etmişler… Kaymakam, hâkim hepsi… Müdür bey, nahiye kadısı efendinin yüzüne baktı:
“Acaba niçin yemin etmişler?”
“Hürriyet için!.. Livadan[19 - Liva: Sancak. İki alaydan oluşan askerî birliğe ve bu birliğin kumandanına verilen ad.] biri gelmiş, hep yemin ettirmiş. Gece her tarafta şenlik olmuş, çalgılar, davullar çalınmış, kıyamet kopmuş!”
Bu defa hepsi birbirinin yüzüne bakıştılar ve:
“Biz de yaparız.” dediler.
Candarma çavuşu, müdür beyin emir vermesini beklemeyerek komşunun bahçesinden taflan dallarını kırmış koparmış. Bunun için de güzelce bir kavga etmiş ve hükûmet dairesinin kapısını süslemeye başlamıştı.
Rengi soluk iki eski bayrağı taflan dallarının arasına mıhladılar, kırık camlı eski fenerler asıldı, süslediler. Kapıdan içeri bakıldığı vakit çavuşun, bahçede bir ip üzerine serilmiş kuruyan çamaşırları görünüyordu.
Liman dairesiyle gümrük dairesine, telgrafhaneye birkaç bayrak, üç-dört fener astılar.
Müdür bey, senelerden beri giymediği sırmalı setresini, kılıcını sandıktan çıkardı. Karısı ona soruyordu:
“Canım efendi! Bu hürriyet neredeymiş, nereden gelmiş?..”
Müdür cevap vermiyordu. Yalnız:
“Hürriyet, hürriyet…” diye söyleniyordu.
Mektep hocası çocukları topladı, ilahi okutturdu.
Artık, bütün küçük nahiyecikte duyulmuştu ki hürriyet gelmiş, donanma olacakmış!..
Öğleden sonra, müdürün sırmalı setresiyle, kılıcıyla hükûmet dairesine geldiğini görenler, bütün inanmışlardı ki hürriyet gelmiştir, artık yalan değildi. Burada işsizlikten patlayan esnaf hele birkaç memur bir eğlence çıktığına seviniyorlardı.
Müdür bey, masasının gözünde her donanma oldukça okuduğu nutku uzun uzun aradı; onu bulamayınca bir diğerini yazdırmak mümkün olamayacağını ve buna pek güzel alıştığı için başkasını okuyamayacağını kestirdiğinden o sararmış, eskimiş, kat yerlerinden yırtılmış kâğıdı bulunca sevindi.
Artık mekteplere haber gönderilmişti. Bir yandan nahiyeciğin biricik papazı, öğlen uykusundan yeni uyanmış, saçlarını taramış, yakası pek yağlanan eski cübbesini değiştirmiş, mektep çocuklarıyla beraber geliyor; öte taraftan, köyün hocası da İslam çocuklarıyla görünüyordu. Halk da toplanmıştı. Şimdi candarma çavuşu, her vakit eline geçmeyen bu fırsattan istifade ederek kalabalığa kumanda ediyor, ön sırada duran çocuklara bağırıyordu:
“Ayaklar bir hizada olacak!..”
Nihayet, yukarıdan müdür bey indi. Hepsi; köyün memurları, ahalisi, eşrafı dizildiler. İlkin, müdür bey bir nutuk okuyacak…
Müdür bey, biraz evvel hâkim efendinin verdiği enfiyeyi[20 - Enfiye: Kurutulmuş tütünden yapılan ve burna çekilen keyif verici toz.] hâlâ parmaklarının arasında tutuyordu. Nutuk kâğıdını açmak için onu yere atmaya kıyamayarak burnuna çekti, doldurdu. Sonra kâğıdını açtı:
“Huzzar-ı kiram!..”[21 - Huzzar-ı kiram: Hazır bulunan soylular.] Bir kelime unutmuştu, tekrar etti:
“Huzzar-ı kiram efendilerim! Cenabıhak…”
Bitiremedi. Şaşkınlıkla burnuna doldurduğu enfiye, şimdi orasını kaşındırıyor, gözleri ufalıyor, ağzı açılıyor, yüzü buruşuyor; çocuklar da şaşkın şaşkın ona bakıyorlardı.
Müdür beyin ağzı açıldı, açıldı, burnunun üstü katmerlendi ve birden ihtiyar vücudu sarsıldı:
“Hapşu!” Arkadan bir daha, bir daha. Elindeki kâğıt kirlenmişti. Bir eliyle setresini kaldırıp pantolonunun cebinden mendilini bulmaya çalışırken bir yandan da okumaya çalışarak:
“Cenabıhak ve feyyaz-ı mutlak[22 - Feyyaz-ı mutlak: Sınırsız feyiz, bolluk ve bereket sahibi olan Allah.] hazretleri, velinimet-i binimet,[23 - Velinimet-i binimet: Karşılık beklemeden besleyen.] velinimet-i âzam!..”[24 - Velinimet-i âzam: Ulu besleyici, yüce Allah.] Bitiremedi. Bir nöbet daha geldiğini duyuyor, aksırıyordu. Arkada telgrafçıyla gümrükçü gülmekten iki kat oluyorlardı.
Müdür bey, ne olursa olsun okumak istiyor fakat başladıkça zalim enfiye sanki ona okutmamak için inat ediyordu.
Artık devam edemeyecekti. Mektep hocası da bunu anlayarak çocukları ilahiye başlattırdı.
Şol cennetin ırmakları…
Aynı zamanda öteden de Rum çocukları başlamışlardı. Buna candarma çavuşunun çıplak ayaklarına kunduralarını giymiş, pantolonlarının dizleri çıkmış neferlerine verdiği, “Dikkat!” kumandası da karıştı. “Padişahım çok yaşa!” Sonra bütün çocuklar da ilahiyle beraber, uzunlu kısalı, inceli kalınlı bir feryat, bir çığlık…
Bu gürültüden, bu çığlıklardan ürken müdür beyin kazları da başlarını kaldırıp bağrışmaya başladılar… Ve bu kıyamet içinde merasime nihayet verildi. Bununla her iş bitmiş oldu. Herkes dağılıyor ve hükûmet dairesinin önünde davul zurna çalmaya başlıyordu.
Candarmalar, petrolle külü karıştırarak meşale yapıyorlardı. Bunu, bir tenekenin içine koyarak gece yaktılar. Bu gazlı çamurlar ortalığa kırmızı bir alev, kırmızı bir aydınlık saçıyor; bu yaz gecesinin durgun, sıcak havasına keskin bir koku dağıtıyordu.
O gece telgrafçı, gümrükçü, liman çavuşu, müdür beye bir ziyafet vermek istemişler ve bunun için gündüzki gürültü arasında müdür beyin kazlarından birini aşırıp doldurmuşlardı.
Akşam olurken liman dairesinin büyük odasında toplandılar ve bütün gece komşular burada eski, uzun bir laternanın[25 - Laterna: Kolu çevrilerek çalınan, sandık biçiminde bir org türü.] çaldığını ve naralar atıldığını duymuşlar fakat hiç kusur bulmamışlardı çünkü artık hürriyet gelmiş…
Hatta o gece sabaha karşı müdür beyi ilahiyle güveyi götürür gibi evine götürdükleri zaman bile kimse buna darılmamıştı.
Vâkıâ bu hürriyeti anlamıyorlardı fakat bunun her kusuru bağışlayacak bir şey olduğunu duyuyorlar ve o kusurları bağışlıyorlardı.
İşte, Marmara’nın uzak ve ücra bir köşesinde uyuyan bu küçük nahiyeciğe hürriyet böyle geldi.

    1913

EYÜPSULTAN YOLCUSU[26 - Bu hikâye Çığır gazetesinin 1913 tarihli 75. sayısında yayımlanmıştır.]
Bahçekapı’nın o dar yollarına sapmıştı. Hâlinden belli. Anadolu’nun yetiştirdiği o saf, lekesiz insanlardan biriydi. Kim bilir, nasıl bir rüzgâr, nasıl bir mecburiyet bu zavallı adamı köyünden kaldırıp buralara kadar sürüklemiş, bu dar sokağın ortasına atmıştı.
Ayağında şalvarı, başında rengi soluk fesinin üstünde eskimiş şal sargısı güneşten yanmış, kavrulmuş yüzü, katmerleşmiş derisi, iri kemikli gövdesi, her yere anlamak isteyen bir dikkatle bakan gözleriyle zeki bir adam olduğu görünüyordu. Fakat geçen arabaların, insanların, bağıran düdüklerin, çatlayan kamçıların sesi, o gürültü, o kargaşalık kendini şaşırtmış, alıklaştırmış; başında bir uğultu, bir korkuyla yürüyerek bu dar yerlerden kurtulmaya çalışıyordu.
Eyüpsultan’a gidiyordu. Köyünde, saatlerce süren ovalar, dağlar arasında yürüyüp bir ufak ses duymayan, bir insan yüzü görmeyen bu adamın şimdi bir dakikada yanından binlerce insan koşup geçiyor, koşuyor, arabalar koşuyor, tramvaylar koşuyor, her şey koşuyordu.
İlkin dar bir yere geldiğinin farkında olmayarak yıkılan bir duvarın önüne çekilen tahta perdeye yapıştırılmış ilanlara bakıyordu. Sarı bir renk üstünde geniş ağzıyla gülen bir iri kafa, onun yanında kırmızı bir zemin üstünde yeşil boyalı bir sürü insan, havada uçan beyaz bir kuşa bakıyorlardı. Bunlara dalgın bakarken öteden gelen bir araba onu çiğneyecekti.
“Hey sakallı, destur!”
Her gelen ona çarpıyor, onu itiyor; o, dalmış, şaşırmış sallanarak yürüyordu.
Yanındaki dükkânın camında baş aşağı asılmış yan yana dizilmiş bastonlar; birer tepecik yapılmış çoraplar, parlak kâğıtlara sarılmış mendiller, boyun bağları sıra sıra konulmuş duruyordu.
“Yol versene baba.” dediler.
Korkarak geri geri bir kenara çekildi, yol verdi. Dükkândan çıkan bir müşteri arkasından iterek:
“Destur, geçelim.” diyordu.
O, dakikadan dakikaya daha ziyade şaşırıyor, sıkılıyor, buradan kurtulmak istiyordu. Bunun için ne olursa olsun ileriye doğru atılmak isterken az daha cıgara ağızlığı satan adamın küçük camlı kutusunun üstüne düşecekti. Bir adım geri çekildi orada, içinden serin bir rüzgâr gelen yeşil bir kapının yanında, büyük demir parmaklıklı bir türbenin içinde yeşil sandukalarına[27 - Sanduka: Mezarın üzerine yerleştirilmiş, tabut büyüklüğünde tahta veya mermer sandık.] örtülmüş beyaz yazma yemenileriyle yatan iki mezar vardı. Kapıda taze yemiş satan manava baktı.
Onun da parlak gözleri, bu yurdundan uzak düşmüş yabancı adama bakmıştı. Bir toprağın, bir kanın iki saf mahsulü olan bu iki adam bütün çevrelerindeki kalabalıktan uzak, birbirine yakın olduklarını duyarak sokuldular:
“Hemşehrim, burada yatan zat kimdir?”
“Arpacı hazretleri.”
Herhâlde ermiş bir zat olacaktı. Durdu, ellerini kaldırdı, Fatiha’sını okudu. Sonra tekrar hemşehrisine sokularak:
“Bunlar nedir ki?” diye sordu.
“Muz hemşehrim, ne niyetine yersen o olur derler.”
“Tatlı mıdır ki? Hemşehrim, Eyüpsultan vapuruna nereden gideceğiz?”
Ona anlattılar.
Bir lahzacık bulunduğu yerden tekrar gürültüye atıldı. Fakat tatlıcı dükkânlarının kaymakları görülen baklavaları, sarığıburmaları, dönen kebapları ona gülüyor “Gel bana bak, gel bana bak.” diyordu.
Kulaklarını dolduran, gözlerini kamaştıran, ağzını sulandıran bütün bu şeyler arasında yürüyemiyor; itiyorlar, kakıyorlar. Zavallı, gözleriyle görüp sürüklendiği, kulaklarıyla işitip kaçtığı, sakındığı bu şeyler arasında oradan oraya sallanıp duruyor ve ancak pek yavaş adımlarla ilerleyebiliyordu.
Orada, biraz kuytu gelen bir dükkânın önünde, bir sarrafın camının yanında durdu. Orada parlayan birkaç altına derin derin baktı, sonra gözlerini yanındaki oyuncaklara, para keselerine, cep defterlerine çevirdi. Anlayamadığı binlerce ufak tefek içinden gözlerini ayıramıyordu.
Yanına birisi sokulmuştu.
“Vapur ister mi? Samsun, Trabzon, Bartın’a, Sinop’a, Akdeniz’e, Karadeniz’e…”
Bu adam sayarken onun aklına memleket geldi. Ellerini şalvarının ceplerine sokarak gözleri karşıdaki kebapçının dükkânına dalmış, memleketini düşündü. Derin bir soluk göğsünü şişirmişti. Gurbette memleket ne tatlıdır… Bir dakikacık düşündü, acaba memlekete gidebilecek miyim?..
“Hemşehrim, Afyonkarahisar’a gitmez mi? Ben oradan köye yayan giderim.”
İlk önce ona söyleyen de şaşmıştı, acaba gider mi? Sonra, ona güldüler.
Orada, bir dükkânın camı içinde süslü kadınlar, erkekler, çocuklar duruyordu. Bunlara derin derin baktı fakat vakit yok. Bir dakika arkasından koşup gelenler çarpıyor, itiyor, geçip gidiyor.
“İhtiyar yol ver!”
“Şöyle dur arkadaş!”
Bir yandan araba “Destur!”, karşıdan gelen başka bir arabacı, dizginlere asılmış, “Sakallı, sakallı!” diye bağırıyor; tramvay düdüğünü çalıyor, “Varda destur!”
Bir arabanın okundan kendini dar kurtararak karşıya geçti, gazetecilerin içine doğru gitti, orada soracaktı.
“Eyüpsultan’a…”
“İhtiyar ya dur, ya git!”
Yerde kaldırım taşları sökülmüş, kaldırılmış, demirler uzatılmış. Bir yana bir tepe yığılmış. Bunların arasında, beygirsiz bir araba titreyerek, sarsılarak geziyor; borusunu öttürüyordu. Yılgın gözlerle bunlara baktı ve köşedeki tütüncüye soracak oldu:
“Eyüpsultan vapuruna…” Ensesinden uzanan bir el para veriyor, bu taraftan bir ses kulağına “Tercüman!” diye bağırıyordu. Bir aralık sorabildi. Bir ihtiyar adam ona parmağıyla Köprü’nün ağzını göstermişti.
“Baba yol ver, destur.”
Ayağı bir demire takıldı, düşecekti. Oraya birikmiş sulara basarak çamurları etrafa saçtı…
“Önüne baksana be adam!”
Çamurlar, taşlar arasında yuvarlanarak, insanlara çarparak şaşırmış, yorgun, destan satan çocukları göğüsleyerek Köprü’nün kenarına kadar sokulmuştu; artık geçecek, Eyüpsultan vapuru elbette orada bulunacak.
Birdenbire göğsüne dayandılar:
“Para!” dediler. “Para!”
“Ne parası?”
“Köprü parası.”
Anlamadı, etrafına baktı, birinden sormak istiyordu. Birini görse biri onun yüzüne baksa soracaktı.
“Hemşehrim, benden para istiyorlar!” diyecekti.
“Haydi düşünme, bak herkes verip geçiyor.” dediler.
Doğru, herkes parasını verip geçiyor.
“Kaç para? Ben fukarayım.” dedi.
Uzun uzun aradı. Derin yerlerden zavallı boş kesesini bulup çıkardı. Onun bütün parası bunun içindeydi. Bir-iki mecidiyenin,[28 - Mecidiye: Osmanlı Devleti’nde 1840 yılında basılmış, yirmi kuruş değerinde olan gümüş sikke.] beş-on çeyreğin arasına sıkışmış bir onluğu ararken arkadan bir araba geliyordu. Birisi ondan kaçmak için geldi; bu zavallıya, bu zavallı Eyüpsultan yolcusuna çarptı. Paraları döküldü. Şaşırmış, kızmıştı fakat bağıracak, darılacak kimse yok, herkes geçip gidiyor. Bir saattir içinde yuvarlandığı bu sokağın verdiği tecrübeyle hemen atıldı, paralarını topladı ve onluğu verdi geçti.
Şimdi gözleriyle Köprü üstünde biraz boş, biraz tenha bir taraf aradı. Arkasını Köprü’nün parmaklığına dayayarak avucunda tuttuğu paralarını saydı. Şükür ki tamam…
Orada, iki sal arasında balık tutanları derin derin seyreden bir ihtiyar efendiye yaklaşıp ondan Eyüpsultan vapurunun yerini, yolunu güzelce öğrendikten, inandıktan sonra parmağıyla Balık Pazarı’ndan, Yeni Cami’den, Bahçekapı’dan, rıhtım tarafından, Köprü’den dökülüp gelen halkın kaynaştığı yeri göstererek sordu:
“Efendi, burası nire?”
“Hürriyet Meydanı.” dediler.
Kendi kendisine mırıldanarak “Aman anam!” dedi. “Hele ki kurtulduk.”

    1913

ALTINBALIKLARI[29 - Bu hikâye ilkin Çığır gazetesinin 1913 tarihli 82. sayısında yayımlanmıştır.]
Akşamın solgun renklerini doya doya içmek için insana tatlı bir istek veren çiçek kokularıyla ot kokularını getiren serin havası, senin ara sıra sebepsizce bulutlanan, mahzunlaşan taze gönlüne bir neşe, bir sevinç vermişti. Kolumda, pek zayıf dayanarak, asılarak yürüyor ve taze sesinle yapraklar arasında öten küçük kuşlar gibi söylenerek beni cevabını yetiştiremediğim sualler içinde bırakıyordun.
“Bak, bu çan seslerini işitiyor musun? Ne kadar derinden geliyor. Hâlbuki, ihtimal şurada şu hendek arkasından, görünmeyen bir koyun sürüsünden geliyor, değil mi? İnsan sanacak ki karşıki dağlardan geliyor. İşitiyor musun? Bu nazik ve ince kokuyu duyuyor musun? İnsan göğsünü bu kokulu taze, serin havayla doldurdukça yaşadığını anlıyor, değil mi? Söyle, sen bunları duyuyor musun? Bu güzel kırları, bak, güneş ne solgun ne gizli renklere boyamış değil mi?” diye soruyordun.
Ben senin yanında, senin kolunda ömrümün ağırlığını duymayarak, tatlı rüya görür gibi bu güzel mayıs akşamının bütün inceliğini emerek, uzunca bir yol yürüyenler gibi biraz yorgun, sana gülüyor ve cevap vermiyordum.
Bir zaman geldi ki benim bu yorgunluğum, bu hâlim sanki sana da geçti; yavaş yavaş gülen, söyleyen, kıpırdayan kırmızı dudakların soldu. Sessizce yanımda yürümeye başladın. Taze çimenlerin üstünde sürünüp yükselmiş otlara, açılmış çiçeklere baş eğdiren eteklerin, bizim sessiz dalgınlığımıza tatlı bir ninni gibi arkamızdan hafif bir hışırtı bırakıyordu.
Ömrümün en tatlı saatlerini yaşadığımı düşünüyordum. Sen, bilmem ne rüyalar içindeydin, ara sıra yüzüme bakmayarak bana bir sual soruyordun:
“Bu gelen köylüyü tanıyor musun? Ne korkunç adam.” diyordun.
Yahut:
“Biraz şurada durur musun, azıcık derenin bu durgun sularına bakalım.” diye beni kolumdan çekiyordun.
Ben, senin her emrine baş eğmekle bahtiyar, her söylediğini dinliyor; itaat ediyordum. Bir aralık:
“Artık yoruldum.” dedin. “Biraz oturalım.”
Derenin geniş bir yerindeydik. Yere yaydığım paltonun üstüne oturduk. Gözlerin ta uzaklara, erguvan dağlara çevrilmiş; ellerinle yanındaki otları okşuyordun.
Orada, derenin durgun, parlak yüzüne uzun sazlar başlarını indirmişlerdi. Bu sık sazlığın gölgesinden kurtulan yerlerde, derenin sakin suları, buğulanmış bir gümüş rengiyle görünüyordu.
Arkamızda güneş yavaş yavaş soluyor, gittikçe bütün ova daha kızıl bir renkle parlıyor; uzakta bir sürü inek, köyüne yavaş yavaş dönüyor, ot orağından dönen birkaç köylü, omuzlarında uzun tırpanlarıyla geçiyorlardı.
Derenin oturduğumuz yerden görünmeyen bir tarafında, serpmeyle[30 - Serpme: Balık ağı, serpme ağ.] derede avlanan bir adamın zaman zaman ağını derenin durgun sularına attığı işitiliyordu.
Sen, ilkin bunu duymuyor gibiydin. Sonra o ses yaklaştıkça dikkat ettin.
“Bu nedir? İşitiyor musun?”
“Bir serpmenin sesidir, sevdiğim.”
“Balık tutuyor değil mi? Ne kadar güzel!”
Birden yüzündeki düşünce bulutu uçtu. Ayağa kalkarak gözlerinle derenin eğrilen, kıvrılan yerlerinde avcıyı aradın.
“Ne olur biz de görsek.”
Beraber avcıyı görmek için yürüdük. Üstü başı yırtık, bütün gövdesini örten paçavralar ıslanmış, ihtiyar fakat dinç bir ortakçı, serpmenin uzun ipini koluna bağlamış, ucunda kurşunları sallanan ağını iki eline ayırıyor, bir kenarını dişleriyle tutuyor, derenin kenarında sazlar içinde yürüyerek avının yerini arıyordu.
Bizi görünce serpmenin kenarını dişlerinden bırakarak selamladı. Bir-iki adım daha yaklaştıktan sonra, kendince münasip bir yer bulmuş olmalıdır ki dereye sokuldu ve kuru, ihtiyar vücudu gerilerek serpmesini fırlattı. Elindeyken karışık bir iplik torbası hâlinde duran ağ, havada ilk önce yassı, sonra suya düşerken tam değirmi olarak hafif bir fısıltıyla uçtu. Suların durgun yeşil yüzünde hareli bir dalga bırakarak, iliştiği sazları yatırarak suyun dibine çöktü.
Gözlerin dikkatle açılmış, o mahzun hâlin geçmişti. Orada kolumu bırakmış, benden bir adım önde, bütün kuvvetinle onu seyrediyordun.
Avcı, elinde ipi silkeleyerek hafif, sanki balıklarını ürkütmek istemiyormuş gibi yavaş yavaş ağını çekiyordu. Bu ağdan ufak, iki-üç balık çıktı.
İhtiyar onları torbasına indirdikten, serpmeye ilişen yosun parçalarını temizledikten sonra, tekrar işine başlamıştı. İkinci ağ suya düşerken bana dönerek:
“Bu senin kısmetin.” dedi.
Onu bu sefer, ben de büyük bir dikkatle seyretmiş ve kısmetimi beklemiştim. Fakat ne kadar yazık ki bu ağ boş çıktı. İtiraf edeyim ki kalbimde bir acılık duydum sevdiğim; boş bir ağ, herhâlde iyi bir şey değildi. Fakat sana bundan bir şey hissettirmek de istemedim.
Balıkçıyla beraber biz de dere boyunda yürüdük. Üçüncü veyahut dördüncü ağ atılacakken ihtiyar köylü bana dönerek:
“Bu da hanımın kısmetine.” dedi.
Sen, birden bütün o genç ve neşeli hâlinle ona cevap vererek:
“Yok.” dedin. “Ben kendi ağımı kendim atmak isterim.” Ve bir lahzada yanına sokularak elinden serpmeyi alıverdin.
“Yorulursun, ıslanırsın, mümkün değil, bu kadar kurşun havada kolayca uçar mı?” diye, sana mâni olmak istiyordum. Bir yandan da köylü gülerek:
“Atamayacaksın, kolay değildir.” diyordu.
“Hayır, hayır bırakınız kendi kısmetimi deneyeceğim.” diye çırpınıyordun. Seni bir arzundan menetmek, benim için ne güç şeydi.
O köylü gibi kirli ipin bir ucunu koluna bağladın, başörtünü sıkıca boynuna sardın ve itiraf edeyim ki herhâlde birçok defa serpme atmış, serpmeyle avlanmış bir avcı gibi ağı bir kolunun üstünde toplamaya başladın. Derenin çamurlu suları üstüne damlıyor, kollarını ıslatıyordu. Büyük ciddiyetle gördüm ki hiç iğrenmeyerek derenin kumuna, çamuruna sürünen bu serpmenin bir ucunu inci dişlerinle tutuyordun. Büyük hırs, bir arzu seni şaşırtmış, çıldırtmıştı.
Yoldan geçen üç-dört kadın durdular, seni seyre koyuldular. Umulmaz bir kuvvetle dereye doğru yaklaşarak ağını fırlattığını gördüm. Fakat bu birinci serpmede muvaffak olamamıştın. İhtiyar köylü yavaş yavaş gülüyordu.
“Yok bu olmadı, bir daha.”
Köylü kadınlar, senin muvaffakiyetsizliğine gülüyorlardı. Bu, beni de biraz kızdırmış gibiydi.
Kızaran yüzün, biraz dağılan saçların, parlayan ela gözlerin gönlümü sıcak bir muhabbetle dolduruyordu.
Köylü, biraz daha tarif etti. Ben de biraz yardımla sana cesaret verdim. İkinci ağ pek düzgün değil fakat elverecek kadar açılarak suya düştü.
“Dikkat sevgilim!”
Sazlara daha ziyade yaklaşarak küçük ayaklarını ıslatan sulardan serpmeyi çekmeye başladın.
Güzel tesadüf seni sevindirmek istemişti. Ağın sudan çıkan yerinde el kadar büyük bir balık göründü. Biraz daha, bir ikinci, bir üçüncü… Sudan çıkarken bir kere silkinerek zavallılar ölüyorlardı…
Bunlar, bu derelerde pek seyrek tesadüf edilen altınbalıklarıydı. O zaman, hepimiz sana yardım ederek balıklarını; büyüklü, küçüklü beş altınbalığını ağdan kurtardık, otların üstüne dizdik. Sudan dışarıda hiç dayanamayarak çabucak ölüyorlardı.
Senin bu muzafferiyetini hepimiz sevinçle karşılamıştık, köylü kadınlar imrenerek sana bakıyorlardı.
Islanmıştık. Balıklarını saza dizip sana veren ihtiyar köylüye bolca bahşiş vererek benimle beraber köye döndün.
Vukuatsız küçük köyde, yarıcılar, ortakçılar arasında senin altınbalıkların bir mesele olmuş, herkes duymuştu. Herkes sana kısmetli kadın diyordu.
Aradan iki uzun sene geçti sevdiğim; dün gece odama girdiğim zaman, bir tepsinin içinde, masanın bir köşesine konulmuş iki tane ufak altınbalığı gördüm.
Senin bol bahşişini alan, kıymetli bir hatıranı saklayan ihtiyar köylü, iki seneden sonra derede iki altınbalığına tesadüf edince kim bilir nasıl bir düşünceyle bunları bana getirmişti.
Karınlarının altı beyaz, arkaları altın gibi parlayan bu hayvancıklara bakarken gözlerimden yaşların yuvarlandığını, toplandığını duydum. Senin o hâlini gördüm, “Beni ne kadar seversin?” diye soran sesini duydum.
O zamandan beri senin hayalin gözlerimden ayrılmıyor, artık sensiz bu ömrün ağırlığı beni yıkmaya başlıyor, çıldırtıyor.
Beni bu hâl ile gördükçe bizim ihtiyar da derin düşüncelerle beni adım adım takip ediyor.
Dün gece, dışarıda rüzgâr derin uğultularla esiyor, korkunç bir soğuk bütün dünyayı donduruyordu. Geç vakte kadar rüzgârın bu vahşi uğultularını dinleyerek ocağın başında oturdum. Yalnız seni düşündüm.
Ömrümde boş bıraktığın yerde şimdi yalnız bu fırtınalar esiyor.
Böyle zamanlarda gece korkuludur. Uzaktan kulağıma gelen sesleri dinleyerek dalmışım. Ocakta odunlar yanmış, sönmüştü.
Birden seninle bahtiyar yaşadığımız yerleri görmek isteyerek çılgınca bir fikirle dışarıya fırladım. Başım ateşler içinde yanıyordu.
Bütün köy, üstü donmuş karlar altında, sessiz uykudaydı. Zaman zaman bulutlardan kurtulan ay, bu karları esmer bir aydınlıkla parlatıyordu.
Bütün ovalar bu iniltili rüzgârların altında kalmıştı.
Seninle o altınbalıklarını tuttuğumuz yerlere kadar koştum. Delice bir sıtma içinde karları ellerimle karıştırarak senin küçük ayaklarının izlerini aradım.
Senin ağının düştüğü yerde, şimdi dere donmuştu. Ben oraya yaklaştığım zaman, burada boş yere biraz su aramış bir yaban ördeği, kanatlarını buzlara vurarak uçtu. Sonra uzakta, ta uzakta vahşi, aç kalmış bir balıkçıl bütün rüzgârların uğultusunu yırtarak ovada aksedip kaybolan sesiyle haykırdı.
Oralarda senden hiçbir nişan kalmamış. Kutupta yalnız kalmış bir adam gibi korktum, sevgilim. Beni bu hâlde, böyle geceleri korkular, rüzgârlar içinde yalnız göreydin bana acır ve beni koynuna alırdın. Bana mezarcığının bir ucunda ufak bir yer verirdin. Ne güzel, orada seninle yan yana, bütün seni unutan bu dünyadan uzak, sessiz uykumuzu uyurduk.
Şimdi her gün, elimde boş bir ömürle, yalnız bunları düşünüyor ve bu kırları gezerek seni arıyorum. Senden kalmış bir iz, bir hatıra kovalıyorum, zavallı sevdiğim. Hâlbuki, gezdiğin yerleri kar örtmüş, buz kaplamış, her şey seni unutmuş…

    1913

VAKİTSİZ BİR EZAN
Güneş köyün kumlu yollarını kızdırmıştı. Dört-beş çocuk oynuyorlar; bir kırmızı horoz, bütün yiğitliği, bütün erkekliğiyle bir gübre tepeciğinin üstünde, tavuklarının ortasında hizmetini ifa eden bir nöbetçi gibi duruyor, boynunu dik tutuyor, kuyruğunun kenarında, boynunda parlak altın tüyler parlıyordu.
Çocuklar ilk önce kumdan bir fırın yaparak oynuyorlar, birbirine bağırıyorlar, çalışıyorlardı, sonra içlerinde büyükçelerinden birinin kulağına sanki birisi geldi, söyledi: “Haydi ezan okuyalım!..”
Bunu işittikleri vakit, fırın oyununu bıraktılar; bu ezan okumak fena bir fikir değil, bunu söyleyen çocuğun dayısı da meyzin![31 - Meyzin: Müezzin.] Biraz sonra, köyün küçük mescidinin tahta minaresine koştular, zavallı tahta minare… Gıcırdadı, sallandı, çoktan böyle gürültü, kalabalık görmemiş, böyle velvele duymamıştı. Böyle vakitsiz yoklanmaya alışmamıştı da… Mescitçiğin bir köşesine odun dikilmiş, üstünden eski bir araba tekerleği geçirilmiş, üstüne tahtalar döşenmiş, kenarına korkuluk yapmışlar, bu minarecik böyle olmuştu.
Bu minarecik köyün bütün evlerinden, bütün bacalarından yüksekti ve mescidin duvarının bir kenarından, odundan bir merdivenle çıkılıyordu.
Bu çocuklardan birinin dayısı olan ihtiyar meyzin ona acıyarak, gece karanlık havalarda elleriyle basamakları tutarak, bazı kere de o kadar yüksekliğe lüzum görmeyerek o tekerleğin altında kesik, titrek sesiyle ezanını okur; iki-üç cemaatle, bazen de yalnız kendi gölgesiyle namazını kılar, sonra da yatmaya giderdi.
Zavallı minarecik, bu ihtiyar efendisinin iyi bakmasıyla senelerden beri yağmurun, karın altında eriyor; içini kurtlar yiyor, tahtalarını yağmur çürütüyor, güneş kavuruyor, yavaş yavaş ömrünü tüketiyordu. Bir gün düşüp devrilecekti.
Çok zahmete katlanamayacak kadar kuvvetsiz olduğundan, genç çocukların ayakları altında çatırdadı. Lakin kim bakar?.. Onlar, dört-beş çocuk, yukarıda toplandıktan sonra, hepsi birden ezan okumak hevesini duydular. İlk önce birisi başlayacak oldu, ilkin minareye çıkmak aklına gelen hemen yumruğunu tıkadı, susturdu. “Ben okuyacağım!..” Ve okumaya başlayacaktı. Öteki kendini kurtardı, boğazına saldırdı. Bir üçüncüsü, ikisinin boğazlaşmalarından istifade ederek başlayacak oldu. Diğerleri bu defa onun üzerine atıldılar.
Minare sallanıyor, inildiyor, düşmek üzere bulunuyordu. Onlar, birbirinin yakasına sarılmış, gözleri dönmüş “Hele başla bakayım!”, “Hele vur bakayım!” diye bağrışıyorlar, hiçbiri vuramıyor, hiçbiri okuyamıyor, yalnız birbirini tartaklıyor, sarsıyor, hepsi birden de minareciği sallıyorlardı.
Bu savaşma arttıkça arttı, minarecik sallandı, sallandı nihayet çatırdayarak eğildi, kaldı…
Birbirinin yakasını bıraktılar, yere döküldüler… Zavallı minareciğin ihtiyar vücuduyla genç insan yavrularının yaralı vücutları birbirine karıştı. Yerden toz kalktı, feryatlar yükseldi, taze kanlar toprağa yayıldı…
Köylüler gürültüyü, bağrış çağrışları duyup kahveden, evlerden fırladılar. Kabahatin ihtiyar minarecikte olduğuna karar verdiler… Çürük minare devrilmiş, çocukları yaralamış, birinin de ölümüne sebep olmuştu..

    1911

İHTİYAR ÇİLİNGİR
Koyunpazarı’nda bir ufacık dükkân; bir küçük ocak yanıyor, bir ufak çocuk körük çekiyor. İhtiyarlamış, küçülmüş, ak sakallı, küçük yüzlü bir adam, gözünde çifte gözlük, minimini halkaları ateşte ısıtıp zincir bağlıyordu.
Ne hoş manzara, gözüm ilişti. Dükkânın önünde kaldım. Bir çilingir dükkânı. Ufak kilitler, eski zaman kapı halkaları, rezeler, menteşeler, hayvan zincirleri. Böyle ufak tefek şeyler yapıyor. Bunlardan pek çok da yapmış, dükkânın ötesine berisine asmış.
“Kolay gelsin, usta.”
“Kolayı başına gelsin!..”
Bir tarafa dayanıp durdum. Adamcık, benimle hiç meşgul olmuyor göründü. Birer tarafı açık, ufak halkalar hazırlamış, bir halka takıp açık tarafını ateşe tutuyor, o hazır oluncaya kadar bir başkasını ateşten çekip ucunu kemali dikkatle kapıyor, bir parça büküyor, onu tekrar ateşe verinceye kadar, evvelki hazır oluyor, böylece muntazam çalışıyordu. Emin olunuz ki gayet dürüst ve muntazam bir zincir vücuda geliyor, bir cilası noksan kalıyordu.
Şüphesiz, eski binalarda gördüğümüz o müzeyyen[32 - Müzeyyen: Süslenmiş, bezenmiş.] edevat, böyle dükkânlarda, bu nezaketle, bu ihtimamla, bu kanaat ve feragatle işlenir, yapılırdı. Sanata böyle bir merbutiyyet-i dindarâne[33 - Merbutiyyet-i dindarâne: Dindar bir kimsenin bağlılığı.] vardı. Her şeyi inkâr eden küfür devresi gelmemiş olsaydı, şüphesiz bu güzel şeyler sönüp gitmeyecekti. Lanet olsun o zamana ki bütün mukaddesatı[34 - Mukaddesat: Kutsal sayılan inanç ve davranışlar.] inkâr ettirmiş, kanaatleri öldürmüş, huzur ve rahatı söndürmüş, demiri kaldırmış, yerine tenekeyi doldurmuştur.
Ben oradayken gençten bir adam geldi. Elinde bir değnek vardı. Demirciye uzattı. Bu değneğin ucuna beş-on halka geçirilecek. Bu genç adam, onunla her sabah akşam bağa giderken eşeği dürtecek.
Demirci anladı, ses çıkarmadı, duvardan üç-beş halka aldı, sanatına vâkıf bir adam sükûnetiyle değneğe taktı. Lakin genç adam, usul hilafına değneğin yan tarafına bir halka daha taktırmak istiyordu. Çilingirle aralarında mübahase[35 - Mübahase: Karşılıklı konuşma.] başladı. Çilingir, “Olmaz.” dedi. “Bunun usulü böyledir.”
Delikanlı usulü bozmakta ısrar ediyordu.
“Canım sen tak. Nene lazım…”
“Takılmaz evladım… Ben kırk yıldır bu sanatı işlerim.”
“Canım, parasıyla değil mi? Sen takıver, ötesine karışma!”
İhtiyar belki ısrar etmeyip takacaktı ancak “parasıyla” sözüne fena hâlde içerledi, daha ziyade bir şey demeyerek değneği genç adamın elinden aldı, eski taktıklarını da sökerek iade ettikten sonra:
“Biz para âşıklısı değiliz, var başka yerde yaptır.” dedi.
Düşündüm kaldım. Para için işlemediğini iddia eden bu fakir ihtiyar; şüphesiz sanatının âşığıydı. “Filan usta gitti, bu sanatı da götürdü.” diyecekler diye, bu dükkânı bekliyordu. Onun nazarında filan şey filan şekilde yapılır, başka türlüsü sanata saygısızlık olurdu. Bunu yıllarca belki asırlarca ustalar böyle yapmışlar; öyle ya onun arkasında bu yolda, bu erkânda gelmiş geçmiş ustalar, pirler vardı. Dükkânlarını Halik’e ibadet eder gibi açıp kapamışlardı. Sanat, onlara bahşolunmuş bir kerametti.
Evet, bu adam para âşıklısı değildi. O, ustalarının postunda oturur bir sanat halifesiydi. O nasıl derse desin, işlediği sanatta, teraküm etmiş[36 - Teraküm etmek: Birikmek, yığılmak.] bir vedaat[37 - Vedaat: Emanetler.] mevcut olduğunun kaili bulunuyordu. Selahiyattar[38 - Selahiyattar: Yetkili.] olmayan bir adamın, parayla onu tebdile ne hakkı vardı!..

    1916

BOZDAYI
Dağ köylerinden birinde bir cinayet olmuştu. Köylülerin Boz-dayı dedikleri ihtiyar bir adamla karısını, bir gece, yorgana sarıp üstünden bıçaklayarak öldürdüler.
Köylüler bu cinayeti, Bozdayı’nın güveysi berber Hafız’dan ve Bozdayı’nın çocukları İbrahim, Mustafa ve Deli Hüseyin’den bildiler. Hükûmet tahkikat yaptı. Bunları tutup hapsettiler. Lakin Mustafa’nın kaynatası İbrahim Hoca çalıştı, kasabadan Bilâl Efendi’yi avukat tuttular. Altı ay, bir sene dava sürdü. Bir hayli paralar harcadılar. Neticede kurtuldular. Resmen bir şey tahakkuk etmediyse de köylüler, fikirlerinde sabit kaldılar. Hatta İbrahim Hoca’nın da işten haberdar olduğunu iddia edenler oldu.
İşin üstünden iki sene geçtikten sonra, bir gün köye, Bozdayı’nın en küçük oğlu Ali, askerliğini bitirmiş, geldi. Babası ve kardeşleri gibi iri kemikli, uzun boylu, soluk esmer renkli, çakır gözlü, ağır tavırlı, az konuşur bir delikanlıydı. Gidip eski arkadaşlarından Halil’in evinde misafir oldu. İş güç yok. Elde para yok. Babasından kalan üç-beş parça tarla varsa da onları da kardeşleri sürmüşler. Harman gelirse buna da bir pay verecek oldular.
Eniştesi Berber Hafız; hilekâr, oyuncu, düzenci bir adam. Onun sakin duruşundan, hiçbir şey dememesinden korkar, şüphelenir oldu. Ona sokulmak, onu kendi yanına almak istedi. Ali kaçtı, sokulmadı. Hiçbir şey de demedi.
Bir gün, bir ikindi vakti, hayvan yerinde, Karayazı Çiftliği yozcusuna[39 - Yozcu: Koyun tüccarı.] tesadüf etti. Onu, Hasan Kâhyaların duvarı dibine götürdü, ikisi bellerini duvara dayayıp çömeldiler. Ali sordu:
“Ne dersin Mehmet?” dedi. “Babamı, anamı sahi ağalarımla bu Berber mi tepelediler?”
Mehmet, müspet cevap vermedi.
“Gayri kim vuracak!..” dedi.
Yani etrafta, bu cinayeti yapacak kimse bilinmiyordu. Yozcu Mehmet, bu kırlarda kimlerin dolaştığını biliyor, bu cinayeti yapacak kimseyi tanımıyordu. İlave etti:
“Berber’in işine benzer.” dedi.
Vâkıâ kati bir şey söyleyemiyordu ama kır adamları hükümlerinde yanılmazlar. Bu defa Mehmet sordu:
“Sen kırlayacak mısın?”
Öteki başıyla tasdik etti.
“Berber’in, Mustafa’nın kaynatasının hükûmette elleri var!” dedi.
Ali, hiç cevap vermedi. Kararını vermişti. Dağlar ona mesken!.. Allah’ın ormanlarında, bozkırlarında hükûmet adama ne yapacak?
“Çavuşun Mehmet’i yanına al!”
“O kaçakçılık ediyor, gelmiyor.” dedi. “Başka bir şey de söylemedi. Ayrıldılar.”
Bir gün sonra, onu köy içinde, omuzunda bir mavzerle gördüler. Kardeşlerinde, eniştesinde hayli telaş oldu. O gece, İbrahim Hoca’nın evinde toplandılar. Gidip şehre, hükûmete haber verecek oldular, Mustafa mâni oldu. “Ortada hiçbir şey yokken ne haber vereceksiniz!” dedi.
Ali’nin nerede yatıp kalktığını kimse bilmiyor. Kırda, mandıralarda, orada burada gezdiği zannolunuyor. Hiç kimsenin şüphesi yoktur ki dağa çıkacaktır.
Bir gün bir öğle vakti, Berber’in kapısını vurdu. Ablasını çağırdı ve dedi ki:
“Ben eniştemi, ağalarımı tepeleyeceğim. Ona söyle, kendini korusun!”
Kadın, arkasından bağırdı, çağırdı ise de kulak vermedi. Çekti gitti. Berikiler de tedbir aldılar. Berber işini şehre kaldırmayı bile düşündü. Gece sokağa çıkamıyor, evlerinde yatamıyorlar. Bütün gece ot odaları dibinde, ahırlarda, yemlik içinde barınıyorlar. Hükûmete haber verdiler. Ali’yi takip için candarmaya emir verdirdiler.
Lakin bütün bu tedbirlere rağmen, bir gün güpegündüz Deli Hüseyin’i köyün kenarında, arpalık hendeğinin içinde hem tüfek hem bıçakla vurulmuş, öldürülmüş buldular.
Berber Hafız, çoluğunu çocuğunu kaldırdı, şehre kaçtı. İbrahim’le Mustafa köyde kaldılar. Kendilerini korumakta dikkatli olmaktan başka bir şey yapamadılar. Candarmalara, takip için daha şiddetli emirler verildi.
Aradan az zaman geçti. Kopuklardan Salih isminde birinin de dağa çıktığı duyuldu. Bunları, Ali’yi öldürmek için Mustafa’nın çıkardığını söylediler. Aradan bir hafta daha geçti Salih’in, Bozapa Mandırası’nı bastığı, çobanları dövdüğü haberi duyuldu. Çobanın birini arabayla getirmişler. Bozapa beyleri, Candarma Zabiti Nihat Bey’e geldiler, şikâyet ettiler. Kaymakama çıktılar. Salih’i, Dağköylü Mustafa’nın beslediğini, kardeşinin korkusundan bu itlere ekmek yedirdiğini söylemeye başladılar.
Mustafa’nın kaynatası İbrahim Hoca, abani[40 - Abani: İpek kumaş.] sarıklı, sürmeli gözlü, dindar, akil, kâmil bir adamdır. Sadri Bey’i ziyaret etti, anlattı. Çobanın hekim parasını, ilaç parasını boyunlarına aldılar.
Aradan çok zaman geçmedi bir gece, bir yaz gecesi İbrahim Hoca’nın ağıllarını ateşe verdiler. Ağıllar yandı, gitti. İbrahim Hoca, damadı Mustafa, İbrahim kasabada, Berber’in evinde toplandılar. Salih’in beceremeyeceğine, Mustafa’nın dağa çıkması lazım geldiğine karar verdiler.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/memduh-shevket-esendal/ihtiyar-cilingir-69429604/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Yazarın Çığır gazetesinin 1911 tarihli sayısında yayımlanan ikinci hikâyesidir.

2
Huşunet: Sertlik, kabalık.

3
Hariciye Nezareti: Dışişleri Bakanlığı.

4
İdadi: Lise.

5
Sefir: Elçi.

6
Nazır: Bakan.

7
Sultani: Bugünkü Galatasaray Lisesi.

8
Düyun-ı Umumiye İdaresi: Osmanlı İmparatorluğu’nun iç ve dış borçlarını denetleyen kurum.

9
Bu hikâye ilkin Çığır gazetesinin 1911 tarihli 47. sayısında yayımlanmıştır.

10
Katar: Tren.

11
Bu hikâye Çığır gazetesinin 1913 tarihli 54. sayısında yayımlanmıştır.

12
Sakit: Susmuş, sessiz.

13
Bu hikâye Çığır gazetesinin 1913 tarihli 60. sayısında yayımlanmıştır.

14
Ada: Büyükada.

15
Makriköy: Bakırköy.

16
Bu hikâye ilkin Çığır gazetesinin 1913 tarihli 68. sayısında yayımlanmıştır.

17
Bâlâ: Bir şeyin yüksek yeri, yukarı, üst.

18
Allahualem: Galiba.

19
Liva: Sancak. İki alaydan oluşan askerî birliğe ve bu birliğin kumandanına verilen ad.

20
Enfiye: Kurutulmuş tütünden yapılan ve burna çekilen keyif verici toz.

21
Huzzar-ı kiram: Hazır bulunan soylular.

22
Feyyaz-ı mutlak: Sınırsız feyiz, bolluk ve bereket sahibi olan Allah.

23
Velinimet-i binimet: Karşılık beklemeden besleyen.

24
Velinimet-i âzam: Ulu besleyici, yüce Allah.

25
Laterna: Kolu çevrilerek çalınan, sandık biçiminde bir org türü.

26
Bu hikâye Çığır gazetesinin 1913 tarihli 75. sayısında yayımlanmıştır.

27
Sanduka: Mezarın üzerine yerleştirilmiş, tabut büyüklüğünde tahta veya mermer sandık.

28
Mecidiye: Osmanlı Devleti’nde 1840 yılında basılmış, yirmi kuruş değerinde olan gümüş sikke.

29
Bu hikâye ilkin Çığır gazetesinin 1913 tarihli 82. sayısında yayımlanmıştır.

30
Serpme: Balık ağı, serpme ağ.

31
Meyzin: Müezzin.

32
Müzeyyen: Süslenmiş, bezenmiş.

33
Merbutiyyet-i dindarâne: Dindar bir kimsenin bağlılığı.

34
Mukaddesat: Kutsal sayılan inanç ve davranışlar.

35
Mübahase: Karşılıklı konuşma.

36
Teraküm etmek: Birikmek, yığılmak.

37
Vedaat: Emanetler.

38
Selahiyattar: Yetkili.

39
Yozcu: Koyun tüccarı.

40
Abani: İpek kumaş.
İhtiyar Çilingir Мемдух Шевкет Эсендал
İhtiyar Çilingir

Мемдух Шевкет Эсендал

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Türk edebiyatında durum hikâyeciliğinin mihenk taşı sayılan Memduh Şevket Esendal, İhtiyar Çilingir adlı kitabında okuyucularına kendi gözünden dünyayı anlatır. Sosyal konuları ele alan Esendal, fesin terk edilip şapka giyilmesi kanununu ve bu yeniliğin topluma olan etkilerini gözler önüne serer. Başkalarının sözüyle hareket eden insanların akıbetlerini işler. Meşrutiyet ve hürriyet olgularının toplum tarafından nasıl idrak edildiğini mizahi bir üslupla aktarır. Sayfaları çevirirken Bozdağı hikâyesinde kendinizi esrarengiz bir cinayetin delillerini ararken bulacak; Bay Özarıer hikâyesinde ise duyguları kullanılan bir insanın acısını derinden hissedeceksiniz. Her hikâyede, içinizde sükût hâlinde bekleyen hisler uyanacak; kendinizi âdeta bir değişimin içinde bulacaksınız. "Bir gün bencileyin bir uçuruma yuvarlanırsanız, artık her şey burada bitti sanmayınız. Acılar, umutsuzluklar bir ömür sürmez. Bir bıçak yarası nasıl savar, yerinde bir iziyle biraz sızısından başka bir şey kalmazsa gönül yarası da böyledir. Acısı geçer de sızı kalır."

  • Добавить отзыв