Bir Kucak Çiçek

Bir Kucak Çiçek
Memduh Şevket Esendal
Çehov tarzı hikâye yazımının ülkemizdeki öncüsü ve üstadı olan Memduh Şevket Esendal’ın Bir Kucak Çiçek isimli eserinde 25 hikâye yer alıyor. Her türden devlet görevlisini, işçiyi, köylüyü, kısacası memleket ahalisini çok iyi tanıyan ve kahramanlarını onlardan seçen Esendal, altını çizmeden, süslemeden, diliyle, üslubuyla zamana yenik düşmeyen hikâyelerin nasıl yazılabileceğini gösteriyor. "Ortaokulun bütün öğretmenleri, başlarında Müdür Hanım, bahçelerinde ne kadar çiçek varsa toplayıp getirdiler, Bedriye’nin eline döktüler, onu kucaklayıp bağırlarına bastılar, yanaklarından öpüp saçlarını okşadılar…" "Bedriye şaşırdı, ağlamaya başladı; ne diyeceğini, nasıl teşekkür edeceğini bilemedi…" "Kuruldu kurulalı, bu şehirde hiç kimseye böyle bir düğün hediyesi verilmemiştir."

Memduh Şevket Esendal
Bir Kucak Çiçek

Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayat içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmeleri üzerine Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.

ANLAŞILMAMIŞ BİR NOKTA
Geçen sonbaharda bir gece, Direklerarası’nda bir Fransız operet kumpanyasının “Kavaleriya Rustikana”yı[1 - Cavelleria Rusticana, tek perdelik bir opera.] oynayacağını duyarak oraya gitmiştik.
Avrupalıların bazı o kadar meşhur eserleri vardır ki, onların adı buralara kadar yayılıyor, duyuluyor; görsün görmesin, halk, ismini duyunca iyi bir şey olduğuna inanmış oluyordu…
“Safo mu? Haa iyi bir romandır!” (Hemen her ağızda aynı şey.)
“Bu Napolyon yaman, zorlu bir asker!” (Eyfel’in büyük bir kule olduğunu bilmek cinsinden bir biliş…)
“Kavaleriya Rustikana” da böyle… Şunu bir kere görelim, dedik. İtalyalı musikişinas bakalım ne yapmış.
Hava biraz bozukçaydı, dışarda serin bir yağmur çiseliyordu. Bunun için hemen bütün tiyatro, boş denilecek kadar tenha, kimsesiz… Birinci mevki koltuklarında beş-on genç efendi oturuyordu. İkinci mevki sıralar oldukça dolmuş, localardan ise ancak bir ikisi tutulmuş…
Lakin oyuncular meyus olmayarak gene saati geldiği vakit perdelerini açtılar. Açtılar ama şaşılacak şey!.. Kavaleriya Rusti-kana Japon esvabına bürünmüş!..
Alınları tıraşlı başlar, Çinli hizmetçinin uzun saçı, kadınların entarileri, değirmi Japon şemsiyeleri…
Acaba yeni bir şey mi? Arkadaşlar birbirimize sorduk. Kavaleriya Rustikana herhalde Japon elbiseleri ile oynanıyordu… Bu muhakkak, hele oyun biraz oynanınca, hatırımda kaldığına göre “Kirişima” isminde bir Japon opereti olduğu anlaşıldı.
İlan başka, oyun başka… Derhal bizi aldatan bu adamları tahkir etmek ve buradan çıkıp gitmek vardı. Lakin birisi dedi ki, bu iki perdelik bir oyun imiş, bitince ötekini oynayacaklarmış!
Âlâ! Oturduk ve seyre koyulduk. Lakin oyunun ruhunu anlamak mümkün değil. Bir aralık “primadonna” sahneye buyurdular ve pek de muvaffak olmayan sedaları ile avazı göklere çıkararak tegannide bulundular.
Ben, bu boş localar, boş sandalyeler karşısında yorulan sanatkârlara acıyor ve halkın bu anlaşılamamaklık karşısında hiddetinden, infialinden, gücenmesinden korkuyordum. Lakin primadonnanın nefesi kesilir kesilmez, bir alkıştır koptu… Aman yarabbi! Bu işleri bilen, anlayan, telezzüz[2 - Zevk alma, hoşlanma.] eden insanlar da bu oyunu ancak bu kadar takdir edebilirlerdi.
Bunda primadonnanın güzelliğinin de tesiri olabilirdi. Fakat hiç şüphe etmem ki bu da değildi. Çünkü primadonnadan çok daha güzel kadınlar bu sahnede çok görülmüştür.
Oyunun, bu anlaşılamayan Kirişima Operetinin üç perdesi de böyle alkışlar içinde geçti.
Üçüncü perde oynandıktan sonra seyircilerin bir de Kavaleriya Rustikana’yı bekleyeceklerini düşünen tiyatro müdürü, halkı boş yere bekletmemek için Allah razı olsun, bir çare düşünmüş, gür sesli bir zatı tayin etmiş. Perde kapanır kapanmaz, bu adamcağız sahnenin bir köşesinden “Paydos!” diye bağırmaya başladı.
Ve halk, gördüklerine kanaat ederek ve oyunun bittiğini anlayarak memnun, sessizce tiyatroyu boşalttılar.
Seyirciler içinde Kavaleriya Rustikana’yı seyrettiklerini sananların; bir gün, bir vesileyle bu oyunu seyrettiklerini iddia edecekler var mıydı? Bilmem. Ancak, bence anlaşılamayan bu oyunun, ne pek güzel, ne de pek fena sesli olmayan pirimadonnasının alkışlanmasının sebebi, hâlâ öğrenilememiş, keşfolunamamıştır. Bu nokta ebeden böyle kalacaktır…

    15 Eylül 1329 (1913)

GÜZEL BİR ÖLÜM
Beş-on kişi, köşkün önünde toplandık; içimizden birini pek iyi tanıyan, arkadaşlar arasında az görüşülmüş, konuşulmuş köşk komşuları da vardı. Sonbahar yağmurlarından sonra güneşli, sıcak, güzel bir gün…
Köşkün arka tarafında birkaç mahalle fukarası, güneşe karşı duvarın kenarına çömelmiş, bizim gibi, cenazenin zuhurunu bekleyerek, birbiriyle tatlı tatlı konuşuyorlardı.
Deniz tarafındaki çayırdan bir sürü koyun geçiyor. İki ufak çocuk konuşarak Fener’e doğru gidiyor, halleri o kadar sade, o kadar sevimli ki, imrenmemek mümkün değil. Deniz! Adalara doğru serilmiş uyumuş, ta uzaklarda harelendiği, akıntılarla ufak ufak çırpındığı yerlerde yüksek dalgacıklar güneşle yaldızlanıyor, gümüş gibi parlıyor, kıpırdıyordu.
Bizim arkadaşın ne kadar bahtlı büyük anası varmış… Doksan yaşına kadar yaşamış, yokluk yüzü görmemiş, oğul uşak toplansa koca bir mahalle olacak kadar bereketlenmiş. Bütün bunları gördükten ve yavaş yavaş ölüme yaklaşarak âdeta onunla kucak kucağa, diz dize bir hayli seneler hoşça yaşadıktan sonra, böyle bir yerde, güzel bir hava intihap[3 - Seçme.] ederek ölmüş…
Burası öyle bir yer ki, güneşle deniz tatlı tatlı öpüşüyor. Tabiatın bu meşguliyetini görmek ne lezzetlidir! Burası memleketin bir temiz köşesi, şehrin kırlaşmış bir bucağı; yaz yağmuru yağdığı vakit burada toprağın güzel kokusunu duymak mümkündür. Tabiatın kırlara, ovalara verdiği doyulmaz güzellikten bir parça var. Burası, sokakları taşlarla örtülmüş, iğne kadar da olsa bir filizciği çıkacak toprak bırakılmamış mahallelerden değil; insanların gezindiği, eğlendiği, tabiata yaklaştığı bir yer… İnsanların yaşayabileceği ve ölebileceği bir yer…
İtiraf ederim ki, ihtiyarın ölümü beni imrendirmişti. Pek çok dertler, ağrılar, meşakkatler içinde yaşadığım halde bile yaşamayı tatlı bulanlardan olduğum için, onun gibi böyle doksan sene yaşayarak sonra da böyle hiç kimseyi rahatsız etmeden, bir güzel günde ölüvermek, pek istediğim şeylerdendir.
Havanın, güneşin, denizin ve toprağın güzelliği, benim gibi, orada toplananları da sevindiriyordu. Hepimizde, bir gezintiye gitmek sevinci gibi bir şenlik, bir hafiflik vardı. İşimizi, gücümüzü bırakmış olmak düşüncesini, bir vazife yapmakta olduğumuz fikri susturuyordu.
“Efendi nerede?”
“Bugün cenazeye gitti…”
“Memur efendi gelmedi mi?”
“Efendim, bugün cenazesi vardır!..”
Bizi arayıp soracaklara yeter cevaptır… Ev sahibi beylerde de yalnız cenazenin çabuk hazırlanamadığından bir sinirlilik var. Ancak yine güler yüzle misafirlerini ağırlıyorlar, dışarıya sandalye taşıyorlar. Yalnız ölen ihtiyarın damatlarından bir alay kâtibi mütekait[4 - Emekli.] var ki, cenazenin levazımına, hazırlanmasına, ıskatçılara para verdiği için ağırca davranıyor, meşgul görünüyor, ara sıra harem kapısına sokularak yıkayıcı kadınla konuşuyordu.
Bu zat ehemmiyet vermemiş olsaydı, şüphesiz cenaze daha çabuk hazırlanacak ve kaldırılacaktı. Güzel güneşe karşı cıgara içerek uzun uzun devrin[5 - Ölü için Kur’an-ı baştan sona okuma.] bitmesini bekledikten sonra nihayet köşkün taşlığında toplandık. Ağır, ihtiyar misafirler kenarda bir odadan çıktılar. Tabut ortada sandalyeler üstünde duruyordu. Fakat bunun bu duruşu, hiç kimseye rikkat ve teessür vermedi. Dua edildi, bizden, bu bahtiyar hanımcağızı nasıl tanıdığımızı sordular, “iyi biliriz” dedik, hakkımızı helal ettik. Tabut kaldırıldı. Çok defa bu anda bir nale,[6 - İnleme.] bir hıçkırık sesi gelir… Herkesin kalbini büker, düğümler! Lakin bu mesut, bu güzel ölüm ondan da kurtulmuş. İhtimal ki kızları, torunları çoktan beri köşkün bir odasında sabahtan akşama kadar uyuklayan büyükananın arkasından bakarak;
“Haydi nineciğim, Allah rahatlık versin!” demişler…
Arkamızdan demir kapı kapandı, yola düzüldük. Bir zengin ölüsünün bu kadar tenha olduğu görülmemiştir. Fakat İstanbul uzak, yer tenha, dostların çoğu haber alamamıştır. Alsalar bile ne zaman kalkacağını, nereye gömüleceğini bilmek, bildirmek mümkün değil.
Dilenciler de sayıda olduğu halde, yirmi otuz kişi kadardık. İstanbul’dan gelmiş bir efendi, yanındakine, “Allah kimseyi burada öldürmesin…” diyor.
Arkadaşlar içinde birbirini pek ziyade sevenler ve pek ziyade laubali olanlar vardı. Kalamış’tan istimbota binildiği vakit neşeler tezayüt etmişti. Hatta gençten bir efendi, ölünün torunlarından birine;
“Mirası sen yedin, zahmeti ben çekiyorum…” diye latife ediyordu.
“Sus Allah aşkına! Canım, burada böyle şaka olur mu?..”
Harem’den yukarıya tırmanmaya başladık. Tabut üç-dört fukaranın, bekçinin, konağın aşçıbaşısının omuzlarında kalmıştı.
Arabayı kabul etmediğimiz halde, bir gün gelip ölülerimizi parayla taşıtacağımızda şüphe yok, diye düşünüyordum. Merhumenin vasiyeti varmış, Karacaahmet’te defnolunacak. Bunun için de namazı Selimiye’de kılınacaktı. Fakat öğle geçtiği için tabut, musalla üstüne bırakıldı, halk apteste dağıldı. Oradaki kahveye de gidenler oldu, sonra bir yemek gailesi çıktı. Üzüm, peynir, ekmek yenildi.
Musallanın karşısında bir taş üstüne oturmuş bir fakir, cenazeyi bekliyordu. Sonra bilmem ne olmuş, imam efendi aptes tazeleyecekmiş dediler, biz iki kişi camiye girdik, aydınlık ve sessizlik içinde tekke şeyhine benzeyen bir efendi, iki kişiye emsile okutuyordu!..
Okuyanlardan biri on altı-on yedi yaşlarında genç bir softa. Kafası dar ve gözlerinde bir hayvan gözü gibi donukluk ve manasızlık, sersemlik vardı. Öteki elli yaşlarında bir adam, bir ihtiyar dadının, konaklarda dadılık eden ve kocasını geçindiren bir kadının erkeğidir diye tahmin olunabilirdi. Karısının ömrüne müessir dua için Arapça öğrenmeye çalışıyordu sanırım…
Bu üç zavallı bizden rahatsız oldular ve derslerini keserek çekildiler!
Biz, camiin inhitat[7 - Gerileme, çöküş.] zamanlarına mahsus zevksizliğini seyrederken cenaze gitmiş… Arkadan koştuk yetiştik ve Karacaahmet Türbesi önündeki ikinci tezkiyede[8 - Aklama.] bulunduk. Mezar, tabuta yakın bir yerdeydi ve cenaze dilencilerle kalabalıklaşmıştı. Kabir hazırlanmış, bir yandan tahtaları kesilirken bir yandan da imam efendi, bir selviye belini dayayıp çömelerek, melek suresini okumaya başladı.
Hep dinliyorduk. Ben, oraya toplanan hafızlara dikkat ediyordum. İmamın etrafında bir halka çevirip oturdular, hepsi okumaya hazırlandılar.
İhtiyarcığın buradaki yeri de fena değil; ailesi, kocası, ölmüş hısım akrabasıyla koyun koyuna yatacak; aile mezarlığının ortasında çıkan şu selvi ağacında kocasıyla, ecdadıyla, belki çocuklarıyla birleşecekti… Fena değil, buradan tek tük araba da geçer, cenazeler gelir. Karlı, fırtınalı gecelerde bu selviler inilder, haykırır! Harap mezarlığın kendine göre bir hoşluğu, öyle bir hali vardır ki insanı ister istemez mahzun eder, dalgınlaştırır. Ben de bu rüya içinde yüzüyordum ki imam efendi bitirmiş; okuyan ses değişti.
Başka birisi okumaya başlamıştı. Bu adama dikkat et-tim, Arapla İstanbul Türkünden melez bir insan ırkının karışımı, bu adama kuvvet vermiş, kalın yağlı ensesi gayet kısa, seyrek ve kıvırcık sakal, esmer renk, geniş omuzlarla âdeta bir pehlivan. Başında hafif bir sarık, sırtında aba bir cübbe vardı. Halinden şerir,[9 - Kötülük yapan.] korkulu bir adam olduğu görünüyordu.
Sureyi okuyup bitirince, orada tuhaf bir hal oldu. Üç-dört kişi birden besmele çekmişlerdi ve hepsi birden okumaya başlamışlardı. Anladım ki birinci okuyana hiçbirinin tahammülü yokmuş, fakat ikincide iş böyle değil, öteden beriden susturmak isteyenler oldu, nihayet içlerinden biri yekindi, okumakta devam etti, ötekiler de sustular.
Bu seferkine baktım, bu da öyle genç bir hafız efendi. Yeni tıraş olmuş, dolgun etli yanaklarından geçen ustura, ince siyah sakalıyla yüzünün arasında beyaz bir çizgi bırakmış. Dudakları kalın, yüzü ergenlik içinde… Bu adamın çehresinden belli idi ki, ondan hayat fışkırıyor… Okurken kaideye, tecvide riayetten kelimeler ağzında yassılanarak, yayvanlaşarak, incelerek, bazen bir yay, bir şerit gibi yamyassı olup çıkıyordu. Onun yanında oturan dilencinin yüzünden de bir Rumelili olduğu pek belliydi; hatta köy ağalarına, beylerine benziyordu.
İkinci de okuduktan sonra kavga büyüdü…
“Dur bakalım, sen daha dün geldin…”
“Okumak onun hakkıdır molla, burasını ne sandın?”
Kâhya saymaya, gedik koymaya, İstanbul’da her şeyin bir esnaf ocak ve ekmek hakkına bu kadar riayet olunurken, nasıl olup da bu okuyucu dilencilere vaktiyle bir kâhyalık verilmediğine, değnekçi, yiğitbaşı, esnaf ulusu konulmadığına taaccüp[10 - Şaşmak, şaşırmak.] edilse yeridir!..
Dilenciler okuma kavgasını kendileri bastıramadılar, dışardan biz karışıp susturmaya mecbur kaldık. İhtiyarcığın mezarında yalnız bunu beğenmedim, yalnız bunu güzel bulmadım.
Eğer orada yalnız bir hafız, bir yandan mezar kapanır, bir yandan da ne kadar kayıtsız ve memnun olsalar bile, aile efradının gözlerine bir dalgınlık gelirken, ince tatlı sesiyle okusaydı ve dua olup herkes dağılsaydı, pek ziyade memnun olacak, tabiatın bu ahengine sevinerek daha büyük bir inşirahla,[11 - Ferahlık] “Ne güzel bir ölüm.” diyecektim.

    Nûruosmaniye, 22 Teşrinievvel 1329 (Ekim 1913)

BİR HAYDUT KUŞ
Çocuktum, her ne için ise kırda kardeşimi bekliyordum.
Bir aralık başımın üstünde şahine, doğana benzer, kartaldan küçük, atmacadan büyük yırtıcı kuşlardan birinin döndüğünü, havada daireler çizdiğini gördüm.
Kuş ne iyi! İstediği kadar havada gezer, onun mektebi her gün azat. Yarın gene böyle gezecek. Bizim evdeki köpekler de böyle. İnekler de böyle, ama inekler her sabah sığırla kıra gidip gelmeye borçlu, onlar benden daha iyi ise de, ineklere bakarak köpekler daha iyi. Bu kuş hepsinden daha rahat.
Bunlar benim o zamanki düşüncelerimdir.
Arkası üstü yattım, kuşu seyretmeye başladım. Nasıl da kanatlarını oynatmadan havada dönüyor da dönüyor!.. Bizi, bütün kırları seyrediyor. Ben bu kuşun yerinde olsam, hiç bu boş kırlarda dolaşmaz, bütün memleketleri gezerdim. Her gün başka bir ülke seyrederdim. Bu boş kırlarda görecek ne var? Halil Kâhya’nın koyunları görünüyor. Sığırlar şehre dönüyor. Daha uzaklarda başka bir şey yok! Ama belki yüksekten başka şeyler de görünür.
O dakikada kuş için daha neler düşündüğüm hatırımda değil. Ne kadar zaman ona baktığımı da bilmiyorum. Yalnız bir zaman olup da kuşun, kanatlarını kısıp bir taş parçası gibi yere süzüldüğü gözümün önündedir.
Kuşa ne oldu? Yerde ne gördü?
Ben, sanki biraz şaşırmış gibi, başımı kaldırıp kuş nereye indi diye baktım. Benden epey uzakta bir yere inmiş. Güzel görüyorum. Yere konmuyor. Konacak gibi oluyor, tekrar havalanıyor. Gene dönüp yere saldırıyor.
Bu kuş neye saldırıyor ki!
Kalktım, o tarafa doğru koştum. Yaklaştıkça gördüm ki bu kuş bir yılanla pençeleşiyor. Korktum. Yılan, kuşu bırakır da bana saldırırsa… Olduğum yere sindim. Onlar birbirleriyle o kadar meşgul ki benim on beş adım ötede yere uzandığıma hiç aldırmadılar, belki görmediler bile…
Akşam güneşi vurdukça, sırtı parlayan bir kara yılan! Hemen yarı gövdesini yerden kaldırıyor, kuşa saldırmak istiyor. Kuş nasıl oluyor da bu yılandan korkmuyor? Hiç düşünmüyordum ki asıl saldıran kuştur. İstese bir kanat vuruşta uçar, gider. Yılan ona ne yapacak! Yılan beni o kadar korkutmuş ki, bakarken kuşun hesabına ondan ben korkuyorum. Kuşa, “Ne yapacaksın şu pisi! Sen uçmaya, keyfine bak!” demek istiyordum. Ama kuş inatçı, gözü kararmış, hiçbir şey görmüyor. Konup kalkıp saldırıyor.
Birbirlerine vuruyorlar mı? Bilmem, ben görmüyorum. Yalnız, öyle sanıyorum ki, kuş, kanadıyla çarpıyordu. Böyle bir kavgada kimin vurduğunu görmek pek güç. Yalnız çok güzel görünen bir şey var ki, o da iki tarafın da meydanı bırakıp kaçmamalarıdır. Eğer yılan kendini korumakta görünüyorsa, bu, atlayıp kuşu tutmaya yaradılışının elverişli olmamasından. Kuşun kanatları var, istediği gibi inip kalkıyor. Yılan öyle mi? Yere yapışık.
İlkin kuş için yılandan korkarken, biraz onların kavgalarını gördükten sonra, yılanın kuşu tutamayacağına inandım. Yılanda kuşu yakalayacak kadar çeviklik yok. O halde!.. Ne olacak? Kuş mu onu kaçıracak? Eh… Aşkolsun kuşa! Eve gidip hepsini anlatacağım. Kuş… Yaman kuş, yılanı kaçıracak.
Ben bunları düşünürken, dediğim olmaya başladı. Yılanın havada duran başı düştü, gene kendini topladı ama fena yerinden gagayı yedi sanırım. Tekrar başı düştü ve sanki kaçmak istedi. Bunu açıkça gördüm. Ama kaçacak yer yok. Oldukları yer otsuz, çalısız, kızıl renkli bir toprak. Kuş tepesinde. Bırakmıyor ki yılan kendine kaçacak bir yer bulsun.
Kavganın sonu belli oldu. Kuş artık havalanmıyor. Yalnız kanatlarını açmış, ileri geri atılıyor, yılanı öldürmeye çalışıyordu.
Çocukluk… Ben bu kuşun bu yılanı öldüreceğini hiç tahmin etmemiştim! Öyle ise bu kavga ne için? Onu da güzelce bilmiyorum.
Bir zaman oldu ki, ben, kuşun pençeleri arasında yerde kalan yılanı görmez oldum. Kuş, sanki öfkesini alamamış gibi, gagasıyla yılanı didikliyor sanılırdı. Biraz iyi bakınca gördüm ki, kuş, yılanı parçalayıp yiyor. Çok güzel hatıramdadır ki, bu yemek beni şaşırttı. Havada güzel güzel dönen bu kuşun, açlıkla, bu yılana saldıracağını hiç düşünmemiştim. Leyleklerin yılan yediklerini söylerlerdi. Yiyor mu acaba? Ben mi yanlış görüyorum! Olduğum yerde doğrulup bakmak istedim, kuş beni duydu, başını çevirdi, göz göze geldik. Korkunç gözleri var. O kadar ki yılanın gözlerinden daha çirkin, daha korkunç diyeceğim.
Kuş, beni görünce korktu, pençesinde yılanla havalandı. Gülünecek şey! Yılandan korkmuyor da benden korkuyor!
Yılan, pençesinde havada sallandı. Epeyce büyük bir yılanmış. Bilmem kuş onu taşıyamadığından mı, yoksa tez yemek istediğinden mi, çok uzak gitmedi, tepenin bir yerine kondu. Ben uzaktan bakıyorum.
Tepenin ötesinde koyunlar varmış, çoban çocukları kuşun ayağında yılanla geldiğini görmüş olacaklar ki, kovaladılar. Köpekleri de saldılar. Kuş, yılanı bıraktığı gibi uçup gitti.
Ben kuşun uçtuğunu, biraz sonra çocuklarla köpeklerin geldiğini görünce yanlarına gittim. Köpekler, yılanın parçalarını kokluyor, yemek istemiyorlardı. Çocuklar, yılanın karnındaki, yarısı erimiş ufak bir kuş bulup bana gösterdiler. Ben buna hiç şaşmadım. Bir yılan elbette zavallı kuşları bulunca, yutar. Ben, asıl bu kuşun yılanı avlayıp yediğine şaştım.
Kuş, gene havada süzülüp daireler çiziyor. Ama şimdi bu haydudu biliyorum. Yılan arıyor! Onun güzel güzel süzüldüğüne bakmayın? Ne hayduttur o! Onu bir yılana saldırırken görünüz…
Eve dönerken kardeşime anlattım.
“İyi ya!” dedi. “Bizim tavukları kapacağına kırdan yılan toplasın.”
Onun bu sözü beni büsbütün kuştan soğuttu. Gözleri gözümün önüne geldi. Yılandan hiç kalır yeri yok! Sonra tavukların bunun pençesine düştüklerini düşündüm. Tavuklara acıdım.
Akşama babama anlattım.
“Aç kurt, yılana da salar, taşa da!” dedi.
Tavuklara acıma bahsine de gelince:
“Sen tavuklara acıma, bize acı.” dedi. “Biz de onları yemek için besliyoruz. O kaparsa bize kalmaz!..”
Doğru. Öldürüp yemek, hak gözüyle bakmak lazım. Bu mesele beni çocuklukta düşündüren şeylerden biri olmuştur. Yaşamak için ya otları, ya hayvanları öldürüp yemek çok adi, çok görülen bir işken, nedense, o güne kadar benim gözümden kaçmış.

    Tahran, Teşrinievvel (Ekim)1928

ŞU SOYADI KONUSU
Eczacı Etem Bey anlatıyor:
Soyadı için söylüyordum. Şu Ali Şevki, karısıyla Gölcük’e gitmişler, dönüyorlarmış. Trende geldiler, yanıma oturdular. Selam sabah derken, “Kendine bir soyadı buldun mu?” diye sordum.
“Çoktan.” dedi. “Siz bulamadınız mı?”
“Bulamadım.” dedim.
“Bu ne tembellik!” demez mi? Karısının yanında herkesin içinde! Tepem attı, tüylerim dikildi.
“Hiç tembellik değil sayın yurttaşım.” dedim. “Hele tembellik hiç değil. Ben sizler gibi geniş olamam” dedim. “Hiç de olmadım, bundan sonra da olacak değilim. Ben.” dedim. “Kendime, çocuklarıma, onların çocuklarıyla torunlarına, yüzyıllar boyunca yetişip yaşayacak insanlara, onların çocuklarıyla gelinlerine bir ad şey ederken geniş olamam, acele de edemem.” dedim.
Yüzüme baktı.
“Güzel.” dedi. “Ama dar olup ne yapacaksın?”
“Düşüneceğim sayın bayım.” dedim. “Oturup düşüneceğim. Hem de danışacağım, hem de arayacağım, sayın yurttaşım. Soracağım, çocukların, kardeşimin, onun çocuklarının ne diyeceklerini anlayacağım. İnsan kendine bir ad takmak fırsatını bin yılda bir ele geçiremez.”
“Neden?” dedi. “Kanun var, istersen mahkemeye gider, değiştirirsin!”
“Değiştiririm, sayın yurttaşım.” dedim. “Değiştiririm ama herkes benim yeni adımı belleyip alışıncaya kadar eski adı yaşar, sürer, sürünür gider. Bir benim adım değişse neyse! İşleri güçleri olan on beş kişinin adı değişecek! Ben ondan hoşlanmam.” dedim.
“Ben sordum, eski Türkler adlarını sık sık değiştirirlermiş.” diyor.
“Ben.” dedim. “Eski Türkleri bilmem. Yeni Türkler de bir ad kor, o adın kıyamete kadar sürmesini isterler. Bunun için de bu ad yıllarca dayanacak, rengi solmayacak, boyası has, dokuması sağlam bir ad olmalı.” dedim. “Anlaşıldı mı?”
“Böyle sağlam adı nereden bulacaksın?” diyor.
“Nereden mi?” dedim. “Kendi dilimden, kendi sözlerimden, kendi yaşayışımızdan, şiirimizden, tarihimizden, edebiyatımızdan, kırlarımızdan, dağlarımızdan, otlarımızdan, sularımızdan, geleneklerimizden… Anlatabildim mi?” dedim. “Ben.” dedim. “İvecen değilim, düşünmekten de korkmam.”
Karısı benden yana döndü:
“E, bizim düşünmediğimizi nereden biliyorsunuz?” dedi.
“Bilmiyorum, çok saygıdeğer bayan.” dedim. “Bilmiyorum. Bilemem de! Ancak sayın eşinizin tembel demesine karşılık ayıttım, genel olarak! Bununla beraber ivedi olur da kişi, adını da yahşırak yapar. Buna sözüm yoktur. Yalnız ben başaramam.”
Geçen günü oğlum gelmiş. Diyor ki:
“Baba herkes soyadını almış. Biz daha bir soyadı bulamadık.”
Kızdım.
“Ben.” dedim. “Kolay soyadı bulamam.” dedim. “Arayacağım. Şapkamı da önüme koyup düşüneceğim. Anladın mı?”
“Ben.” diyor. “Bir soyadı işittim, pek beğendim, eğer siz de beğenirseniz onu alalım.”
“Neymiş o soyadı?” dedim.
“Özkan.” diyor.
“Güzel soyadı ama…” dedim. “Ben adımı Oskan koyamam, anladın mı? Ne zoruma!”
“Baba.” diyor. “Bu Oskan değil, Özkan.” diyor.
“Anladım.” dedim. “Özenmiş, benzetmiş derler ya! O kadar da aklım yok mu? Hem…” dedim. “Asılırsan da Frenk sicimiyle… Öyle Oskan, Arkan, Artun, Toros bize yaramaz.” dedim.
“Ama herkes koyuyor.” dedi.
“Ben.” dedim. “Herkesin kâhyası değilim. Kimbilir ne zoru vardır da kor.” dedim. “Sever kor, benzetir kor, düşünmez kor, farkında olmaz kor, karısı, kızı beğenir kor, ben ne bileyim. Ben…” dedim. “Sevmem, beğenmem, benzetmek istemem; düşünürüm, bunun için de komam. Anlaşıldı mı?” dedim. “Hadi şimdi çek arabanı!”
Gitti. Gitmiş kardeşime, kardeşimin çocuklarına demiş ki:
“Oo, babama kalırsa daha yıllarca soyadı alamayız!”
Onlar da çocuk değiller mi? Özeniyorlar. Üzülmüşler.
Ertesi günü kardeşimin büyük oğlu geldi.
“Amca!” dedi. “Bizim arkadaşlardan ikisi bir soyadı bulmuşlar, babam beğendi. Eğer siz de beğenirseniz, biz de alalım, herkesten ayrılmamış oluruz!”
Güldüm.
“Ay oğlum.” dedim. “Soyadı herkesten ayrılmak içindir. Sen…” dedim. “Fakülte de bitirdin. Soyadının ne demek olduğunu bilmiyor musun?”
“Amca!” diyor. “Fransa’da da Düpon’la Düran çoktur.”
“Çoktur da iyi midir?” dedim.
“E, on beş milyon adı, nereden bulacağız?” diyor.
“Bu da yanlış.” dedim. “On beş milyon değil, üç milyon. Sonra…” dedim. “Bunun tasası sana mı düştü? Bunu düşüneceğine, bir güzel soyadı düşünsene!”
“Ben düşünmeyelim diye söylüyorum.” dedi.
“Ben.” dedim. “Senin gibi kafası tembel adam değilim. Anladın mı? Düşünüyorum. Bir gün de bulurum!”
O da gitti. Bir hafta daha geçti. Bir gün kardeşim gelmiş. Daha eczaneden girerken niçin geldiğini anladım.
“Ne o, soyadı mı?” diye sordum. Güldü.
“O da var.” dedi.
“Anlat bakalım.” dedim.
“Anlatacağım bu.” diyor. “Sen boş yere düşünüyorsun. Bizim memleketimizde soyadımız var, onu alalım, bitsin gitsin!”
“Sayın büyüğüm!” dedim. “Saygılarımı sunar, her sözünü de dinlerim. Yalnız bu hususta beni bağışlamanızı dilerim. Bize babamızdan ‘Oynaklar’, anamızdan da ‘Fıstıklar’ derler. Elimize yeni bir soyadı almak fırsatı geçmeseydi, ne yapardık bilmem! Oynak olmaktansa, belki Fıstık olmaya katlanırdık. Bilir misiniz sayın büyüğüm, aklıma ne geldi. Anamızın büyükbabalarından biri tombul, kısa boylu, şişman, eli ayağı ufak bir adam olmalıdır ki ona fıstık demişler. Böyle fındık fıstık gibi adları böyle adamlara gençliklerinde korlar. Diyelim, ‘Fıstık Hafız’ demiş olsunlar. Bu ad da kalmıştır. Bizler hadi neyse, böyle biraz gülünç bir adamın hafif adına katlanalım ama yarın, bizim soyumuzdan kimlerin yetişeceğini kimbilir! Yargıçlar, savcılar, profesörler, generaller, amiraller kimbilir, belki de bir devlet başkanı, yahut hükümet ya da meclis başkanı … Ben…” dedim. “Ne olursa olsun, bir devlet büyüğünün Oynak, Fıstık, Şeftali olduğunu, ya da Öpücük, Göbek olduğunu ne kadar istemezsem, bunları da o kadar istemem. Soyadıdır, ola da bilir, derler. Derler ama kulak asma. Bize yaramaz. Bunların yerlerine bir uydurma ad daha iyidir. Bunun için sayın büyüğüm, bu sizin dediğinizi onaylayamam.”
Ali Şevki’nin eşi bayan, sözümü kesti:
“Bizim.” dedi. “Soyadımız Özten. Bu adı beğeniyor musunuz?”
“Çok sayın bayan.” dedim. “Ben…” dedim. “Başkalarının soyadlarına nasıl karışabilirim. Beğenmiş, kendinize yakıştırmış, takınmışsınız. Buna söz olur mu? Bir arkadaşım da adını İbsen koydu. İsveçli bir edibin adıdır. Onu severmiş, kendini ona benzetirmiş. Bu fırsat çıkınca hemen adını almış. Bir başka arkadaşım da zavallı, çok iyi bir adamdır, bir ömür verem hastalığını taşıdı. Bir deri bir kemik denecek kadar kurudu. Kendini korkunç bir pehlivan sanırmış ki adını Çelikkol koymuş. Koyabilir. Buna karışmak olmaz!”
Ali Şevki’nin eşi;
“Yok.” dedi. “Karışmak değil; bizim adımızı nasıl bulduğunuzu anlamak istiyordum.”
“Ha!” dedim. “Evet anladım. Osten’e benziyor. Biraz kuzey kokusu olan bir ad. Hiçbir anlamı olmaması da güzelliği!”
“Niçin?” dedi. “Bu adın hiçbir anlamı yok mu?”
“Belki var ama sayın bayan.” dedim. “Ben bilmiyorum. Ayrı ayrı alırsak ‘öz’ü anladım, iç demek, aslı, kendi demek yahut buna benzer bir şey. Ama ‘ten’ dedim, ten ne demek?”
Bayan Özten kocasına baktı, kocası da bana baktı. ‘Ten’in içinden çıkamadılar.
“Bana kalırsa…” dedim. “Bu söz can demek ise ‘tin’ olmalıydı. Eğer değil de Fars dilindeki ‘ten’ ise, Ali Orhan, Ahmet Turgut gibi adınızın yarısı Türkçe, yarısı da başka dildendir. Yüzyıllarca yaptığımız gibi gene yaparız.”
“Biz.” dediler. “Ne demek olduğunu düşünerek almadık.
Komşumuzun çocuğu okulda duymuş, onlar beğendiler, aldılar.
Biz de beğendik, biz de aldık.”
“Çok güzel etmişsiniz, sayın bayan.” dedim. “Yalnız mahallenizde bu soyadını alanlar çoksa, sizi başkalarına anlatmak yahut başkalarını sizden ayırmak için bir ad daha ister. Bunu da tanıdıklarınız size takarlar. Özten’ler. Hangi Özten’ler? Boyacıların, Malmüdürlerinin Özten’ler gibi!”
Bay Şevki;
“Bize ad takmazlar, bizi eski adımızla anarlar.” dedi.
“Sayın bayım!” dedim. “Eski soyadınızı sorabilir miyim?”
“Bize.” dedi. “Eskiden ‘Yanıklar’ derlerdi.”
“Aman.” dedim. “Saygıdeğer bayım, bu ne güzel soyadı. Böyle güzel bir soyadınız var da niçin kullanmadınız, değiştirdiniz?”
Bayan Özten;
“Güzel ama…” dedi. “Öztürkçe değil!”
“Öztürkçe değil mi?” dedim. “Sayın bayan ben mi yanılıyorum?” dedim. “Yanıklar’ın daha Türkçesi olur mu?”
“Canım.” dedi. Sayın bayan, “Alkaner gibi mi, Bayarkun gibi mi, Özersoy gibi mi, Pakelli gibi mi, Özatakan gibi mi, Durukal gibi mi, Demirsel gibi mi…”
Sözünü kestim:
“Değil, sayın bayan.” dedim. “Bunların hiçbiri gibi değil. Eğer öztürkçe dedikleriniz bunlar oluyorsa Yanıklar soyadı, bunlardan değil.”
“Ya! Gördünüz mü?” dedi. “İşte Özten’i biz bunun için aldık.
Hem.” dedi. “Siz niçin öztürkçe ad takınmak istemiyorsunuz?
Şimdi moda herkes öztürkçe ad alıyor.”
“Yok.” dedim. “Sayın bayan, yanlış anlaşılmasın. Benim öztürkçe, özgetürkçe ayırdığım yok. Ben…” dedim. “Özüme ad yakıştıramıyorum. Birini yakıştırsam, özüne özgesine bakacak değilim. Siz…” dedim. “Kaynımı, sıska Behçet’i tanırsınız. Adını Demirkıran koydu. Her gönülde bir aslan yatar derler, doğrudur. O da kendini demir kıran görmek istermiş. Şimdi yeni adının altında rahat rahat oturuyor. Hüseyin Remzi’yi de tanırsınız, size de komşudur. Aldığı soyadı nedir biliyor musunuz? Ayıtan. Bu adı işittim, ne demek olduğunu anlamadığım için kendisinden sordum. Bu ayı ile tanın ne demek olduklarını bana anlatır mısın? Ayrı ayrı anlıyorum da aralarında ne yakınlık var, çıkaramadım, dedim.
‘Bu.’ dedi. ‘Ayıtmak mastarından bir tek söz, hatip demektir.’ ‘Güzel ama senin soyunda hiç imam, hatip yoktur. Bu nereden çıktı böyle?’ diye sordum. ‘Siz.’ dedi. ‘Toprak Bayramı’nda nutuk söylerken beni hiç dinlemediniz mi?’
Doğru, dinlememiştim. Ama bizim Remzi’nin de kendisini hatip sanacağını hiç ummazdım. Bu soyadı çıkmasaydı, bu hatiplik onun gönlünde kalacakmış.
Ben, gene ‘Güzel ama.’ dedim. ‘Bu Ayıtan’ın hatip olduğunu kimse anlamaz. Anlaşılır bir söz bulsaydın!’
‘Az mı aradım?’ dedi. ‘İşte bunu bulabildim.’
Ne olurdu sayın bayan, ben de kendimi bir şey sanaydım da iş yalnız öztürkçesini aramaya kalsaydı! Görüyorsunuz ki bu soyadı konusunda benim ağırdan alışım, bir tembellik değil, güç beğenirliktir.”
Bayan Özten;
“Ben…” dedi. “Sizin hesabınıza üzüldüm. Kendinize bir ad bulamazsanız ne yapacaksınız. Ben sizin yerinizde olsam, soyadı, içimi kurt gibi yer.” dedi. “Ya aradığınız gibi bir soyadı bulamazsanız ne olacak!”
“Sayın bayan!” dedim. “Ne yapacağımı ben de bilmiyorum. Aklıma geliyor ki, eski Türklerin yaptıkları gibi ben de büyüklerden birinden bir ad isteyeyim. Bir bitik yazıp, ona adsız olduğumu bildireyim. Bir yararlıkta bulunun, bana bir ad bağışlayın diyeyim.” dedim. “Son yapacağım da bu olsa gerektir.”
Sayın bayan sordu:
“Ya size, hoşunuza gitmeyen bir ad takarsa?” dedi.
“Saygıdeğer bayan” dedim, “büyükler soyadının ne olduğunu bizden daha iyi bilirler, bana iyi gelmezse de, koyacakları ad hoştur. Buna inanmış kimseyim.”
Bayan Ali Şevki bu düşüncemi beğendi.
“Soyadı almasaydık da biz de böyle yapsaydık, ne kadar iyi olurdu.” dedi.
Konuşmamız da böylece bitti.

KÜP KIRIĞI PABUÇ ESKİSİ
Hastane kapısı vuruluyor. Gece bekçisi Selim üst katta uyanıp alt kata sesleniyor. Ebe hanım da uyanmış, o da bağırıyor. Nöbetçi hekim uyandı: “Gene bir şey oluyor.” diye düşündüyse de kendini açamadı. Biraz sonra hasta bakıcı Selime’nin sesi:
“Canı çıkası herif, yatağa girdi mi öldü sanırsın. Herkes uyur ama böylesini hiç görmedim! Başında tencere dövsen, yüzünü oynatmaz! Mustafaaa!”
Hastane yapılmış bu dört katlı apartmanda uyanmadık tek kimse kalmaz.
Biraz sonra aşağıda bir kapı açıldığı, sonra da ağırca bir şeyin devrildiği duyuldu. Devrilen, büyükçe bir şey olmalı ki gürültüsü odalarda bütün apartmanda perde perde uğuldadı!
Selime’nin sesi:
“Hay kör olası, dağların şenliği, bak şimdi başhemşire hanımın saksısını devirdi. Yarın sen görürsün…”
Bu arada aşağıdan kapıcının sesi, gece nöbetçisine çıkışıyor:
“Ulan, kulağına zift mi döktüler… Kapıyı duymuyor musun?”
Homurtular! Kapı açıldı. Anlaşılmaz sesler. Merdiven başından ebe, aşağıya seslendi:
“Ne olmuş?”
Aşağıdan bir şeyler dedilerse de, uykusu açılmış olan nöbetçi hekim anlayamadı. Ebe hanım da anlayamamış olmalıdır ki, terliklerini şakırdatarak indi.
Hekim, ebenin kendi odasına geleceğini sandıysa da doğru çıkmadı. Ebe kapıya iniyor. Arkasından hademelerden biri de indi. Biraz sessizlik. Sonra konuşmalar. Daha sonra gürültü. Gecenin sessizliğini bozan bu gürültülü konuşmaların uğultusu yukarı katlara genişleyerek, sağırlaşarak çıkmaya başladı.
“Sağdan oğlum, tut, bırakma!”
“Dönme, dur. Düşüreceksin!”
“İtme ayol! Sıkıştım, görmüyor musun? Barsaklarım dökülecek.”
“Sen çekil, ilişme!”
“Hadi, kaldır.”
Doktor dayanamadı. Yataktan fırlayıp koridora çıktı.
Hasta gelmiş. Sedyeyle apartmanın dar, dolambaçlı merdivenlerinden çıkarmaya çalışıyorlar. Üç hademe, ebe, hasta bakıcı merdivenin orta sahanlığında sıkışmışlar, sedyeyi çevirmeye çalışıyorlar.
Köşeye sıkışmış olan ebe hanım, hekimi görünce;
“Böylesine hiçbir yerde rastlamadım doğrusu.” dedi. “Burası hastane değil, minare merdiveni! Her işin üstüne hademelik de bize kaldı! Kaçacağım, tövbeler olsun, bir fırsatını bulayım!” diye ağız yaptı.
Hekimden de bir karşılık bekledi.
Doktor, gürültüyü artırmamak için sesini çıkarmadı. Biraz sonra sedye yukarı çıkarılıp koridora konuldu.
Hademeler, saçları dağınık, göğüsleri açık, uzun uçkurlu donlarıyla sersemce durmuş bakışıyorlardı.
Ebe hanım, iğrenmiş gibi yüzünü buruşturdu. Selim, yılışık yılışık sırıttı. Yüzünde, zor bir işi başarmış adamın sevinci vardı. Merdiven başındaki koğuşun açık duran kapısından hastalar başlarını uzatıp koridordakilere, yerde duran sedyeye bakıyorlar. Hekim, hademeleri aşağıya yolladı, sonra ebeden sordu:
“Neymiş?”
“Bilmiyorum, daha sormadım.”
Koridorun kapısında duran yabancı bir adam, elinde tuttuğu şapkayı birkaç kere çevirdikten sonra;
“Sancılandı, doktor bey.” dedi. “Sonra da kan boşandı.”
Hekim, hastanın üstündeki örtüyü açtı. Genç denecek yaşlarda bir kadın. Solmuş. Çukura batmış, yarı açık duran gözleriyle doktorun yüzüne baktı. Çamaşırı ile yarı açık duran bacakları kan içindeydi.
Doktor;
“Ne zaman oldu?” diye sordu.
“Dünden beri kanıyormuş. Geçer diye beklemişler; hasta kendinden geçmiş.”
Burada her gün bir örneğine rasgelinen bir düşük olayı! Mahallenin, çocuk düşüre düşüre bilirkişilik kazanmış kadınları bu gençlere akıl verir, ilaç yapar, tedaviye kalkarlar. Bu toy genç kızlar da böyle kanlar içinde kalır, bazıları da ölürler. Ölmeyenleri de sakat kalır. Sorulunca da su taşıdı, rüyasında korktu, sandık kaldırdı gibi bir sürü yalan hazırdır.
Doktor;
“Gürültü etmeden hastayı masaya kaldırın, aletler hazır olunca bana haber verin.” dedi. Odasına girdi.
Hava sıkıntılı. Pencereyi açtı, bir cıgara yaktı.
Ne kadar alışılsa da düzensizlik insana üzüntü, yüreğe darlık verir. Bu apartman, bu dar merdivenler, dar kapılar, bu hademeler, bu hasta bakıcılarla; bu hastane burada kaldıkça her şey düzgün olsun, gürültü olmasın, kimse uyanmasın diye çalışmak boşunadır. Burada çalışmayı göze alanlar, bu düzensizliğe alışacaklardır. Hekim, “Ben de artık alıştım.” diye düşündü.
Biraz sonra kapı vuruldu. Hastayı hazırlamışlar. Doktor öteki odaya geçti, hastayla meşgul oldu.
Kadın o kadar kan kaybetmiş ki az daha ölecekmiş. Ameliyatın acısını bile duymuyor. Doktor, “Olsa da bu zavallıya hiç olmazsa bir şişe kan verilse.” diye düşündü. Ne gezer!
Ebe hanım, doktorun yanında hem ışık tutuyor, hem de söyleniyor.
“Başhemşire hanımın büyük saksısını kırdılar. Serin olur diye, merdiven başına koydurmuştu. Mustafa çarpmış. Yarın kıyametler kopar. Ben aşağı inmeseydim, Allah bilir, hastanın da bir yerini kırarlardı.”
Hekim kısaca;
“Haklısınız.” dedi. Söz kesildi.
İş bitti. Hastayı yatağa aldılar. Hekim, odasına girdi. Ebe hanımla hasta bakıcılar da odalarına gittiler. Sessizlik odayı kapladı.
Ertesi gün, doktor, başhekime gece geçen gürültüyü anlattı.
Başhekim, okuduğu gazetenin arkasından;
“Öyledir efendim.” dedi. “Bunlar olağandır, alışmalı!..”
Hekimden önce de başhemşire işi başhekime anlatmış; büyük saksısını kırdıklarını da idare müdürüne anlatmaya koyuldu.
İdare müdürü dedi ki:
“Hastaneye hasta gelmiş de, merdiven darmış da saksı kırılmış… Küp kırığı, pabuç eskisi! Ben başhekim olsaydım seni odadan kovardım. Dua et ki sesini çıkarmamış!”

    Eylül 1945

GEÇMİŞ GÜNLER
Bir aralık, birçoklarını ilgilendirmeye, boş yere umutlara düşürmeye başlayan bir iç politika dedikodusunu önleyip arkadaşları yatıştırmak için Sadrazam Paşa’nın konaklarında yapılan bir toplantıdan sonra, o toplantıda bulunanlar akşam yemeğine de alıkonulmuşlardı.
Nazırlardan hemen hepsi, merkez azaları, âyandan birkaç kişi, mebusların hatırlıları ile ateşlilerden kalburüstüne gelenleri oradaydılar.
Yemeği, selamlık dairesinin üst katındaki yemek salonunda yediler.
Nazırların hususi kalem kâtiplerinden o gece orada bulunanlar ile Sadrazam Paşa’nın dairesi efendilerinden bir ikisi, yaverler, mühürdar beyin yemek yediği odada toplanıp karınlarını doyurdular.
Yemekten sonra, nâzırlardan birinin yeğeni, Sadrazam Paşa’nın da pek inandığı, pek beğendiği efendilerden biri olan, uzun boylu, yakışıklı, terbiyeli, bilgili bir delikanlı, eski paşalardan birinin de oğlu olup iyi terbiye görmüş bir yavere;
“Hadi, biraz gidip görünelim, sonra savuşuruz!” dedi.
İkisi yukarı kata çıktılar.
Nazırlar yemeklerini yemiş, büyük salona geçmişler, ayakta kahvelerini içiyor, konuşuyorlar. Sadrazam Paşa ile âyandan bir-ikisi, daha içeri, sarı salona geçip oturmuş olsalar gerek.
Bu büyük salonda toplananların çoğu redingotlu, kolalı yüksek yakalıklı, fesli beylerdi. Aralarında iki asker, birkaç da sarıklı efendi var. Redingot giymemiş olanlar da kara ceket, yelek, çizgili pantolon giymişler.
İki genç, kapının boyunca uzanan perdenin yanında görününce, Sadrazam Paşa’nın adamı olmak dolayısıyla, birtakımları, onlara bakıp sırıttılar, bir-ikisi de yanlarına gelip teklifsizce konuşmaya başladı.
Nazırlardan biri;
“Ne o?” dedi. “Nerden böyle?”
Delikanlılar terbiyelerini hiç bozmayarak;
“Aşağıdaydık!” dediler.
“Ne vardı aşağıda?”
“Hiç. Yemek yedik. Behzat gelmişti, onu dinliyorduk.”
“Neler anlatıyor?”
“Anlatıyor… Paşa Hazretlerine Tunus muzu getiriyormuş. Gümrükte bırakmış.”
“Niçin?”
“Zekâtını aldılar, hediyelik yeri kalmadı, diyor. Efendim, muzlara beyanname istemişler. Bu da verecek olmuş. Sonra menşe şahadetnamesi sözleri olmuş. Daha iyice anlaşamadan gümrükçünün biri, muzlardan birkaçını, teklifsizlikle koparmış. Bunu görünce Behzat da iki salkım muzu oradakilere dağıtmış. Pek hoşlarına gitti, benim çantalarımı aramadılar, diyor.”
Yakında bir başkasıyla konuşan bir bey, kulak misafiri oluyormuş; döndü, delikanlıdan;
“Kim bunu anlatan?” diye sordu.
“Behzat.”
“Uydurur geveze!” dedi.
İlk gelen nazır, yan gözle arkadaşına baktı:
“Ne demek?” dedi. “Sanki sizin gümrükçüler böyle şeyler yapmazlar mı?”
“Yoook, onun için söylemedim. Bizim gümrükçüler daha neler yaparlar! Yalnız Behzat da olmamış şeyleri olmuş gibi anlatır, herkese de dinletir de…”
Yeni sokulan bir başkası, belki bir mebustur;
“Beceriksizlik etmiş.” dedi. “Birine birkaç kuruş verseydi, muzları geçirirlerdi!”
Delikanlı, soğukluğu iliklere işleyen donuk bir sesle;
“Evet efendim!” dedi.
Bu “evet efendim”den ne anladıysa o adamcağız;
“Bununla beraber, bizim gümrük işleri, esaslı bir surette ele alınacak bir meseledir.” diye ilk sözüne bir eklenti yaptı.
Oraya ilk gelen nazır;
“Yalnız bir gümrükler mi?” diye sordu. “Bir ele alınmayacağını da göstersenize?”
Söz kızıştı. Hepsi bildiklerinden birkaç yolsuzluğu anlatmaya koyuldular. Neler de biliyorlarmış… Ne acı, ne akla gelme hikâyeler! Yahudinin biri İstanbul’dan nalın almış, Tekirdağı’na götürmüş. İskelede nalınları almışlar, “Ormaniyye[12 - Orman ürünlerinden alınan bir vergi.] isteriz!” demişler. Ormaniyye olur, olmaz, iş uzamış, mahkemeye düşmüş. Git, gel, aradan iki yıl geçmiş, herif nalınlardan vazgeçmiş. “Ormaniyye”’almışlar, ceza da almışlar.
Biri sordu:
“Bunu yapan orman mı, gümrük mü?”
“Bunun gümrüğe dokunur yeri yok ama belki de gümrük yapmıştır. Belli olur mu?”
Biri daha bir hikâye anlatacak oldu:
“Bak nazır bey, dinle…” diye başlayacaktı, nazır.
“Nesini dinleyeyim be birader.” dedi. “Bende bu hikâyelerin dağlar gibi dosyaları var. Ne yapacaksın? Teftiş edin, dersin. Müsteşarın adamıdır, ayak sürürler. Sen teftiş oluyor sanırsın, öğrenirsin ki hiçbir şey yapılmamış. Efendim nenize lazım, sonra size baş ağrısı olur, diye müfettiş gelip bana akıl öğretir. Atın şu kokmuş herifleri, getirin gençlerden kimse yok mu, desen, ilkin Mecliste sizler başlarsınız, ‘İyi adamdı, işten çıkarmış. O dairenin direğiydi, şimdi orası da yıkılacak…’ dersiniz. Bizde on beş yıldır teftiş görmemiş daireler var. Yeni…”
Nazır ağız kızgınlığıyla az daha, “Yeni nazır olmuşsun, yerini ısıtmaya bakacaksın, yüzyıllardır düzelmemiş işleri düzeltecek değilsin ya!” diyecekti, kendini tuttu. Bu kadar söylediğine de pişman oldu. Bugünkü toplantıda kendisine dokunur birkaç dikenli söz olmasaydı, belki söylediklerinin hiçbirini söylemezdi. Bu delikanlı kâtibin, bu sözleri Sadrazam Paşa’ya kadar götüreceğini düşünerek canı sıkıldı.
Bundan önce söze başlamış olup da bir hikâye anlatmak istemiş olan bey;
“Canım nazır bey.” dedi. “Bu kadar da üzülmeye değmez. Bir şey olmadığını biz de biliyoruz. Bizimkisi laf. Sen bak hikâyeyi dinle: Geçende bir motor Heybeli’ye gider, benzini biter. Benzin alacak olurlar, memur olmaz der. Nasıl yapalım, derler. Buradan kalkar Büyükada’ya gidersiniz, bir istida verirsiniz. Onu, buraya havale ederler. Getirirsiniz bize. Biz benzincinin istihkakını düşeriz, siz de benzini alırsınız, diye yol gösterirler. Biz Büyükada’ya kadar gittikten sonra benzini de oradan alırız, demişler. Memur, eh öyle de olur, demiş. Yalnız sen bize oraya gidecek kadar benzin ver, demişler. Memur, korkarım, veremem, biz de çoluk çocuk besliyoruz, demiş.
Sandalla gitseler, gece karanlık, hava sert. Ne yapsak, diye düşünür dururken akılları başlarına gelmiş. Benzinciye, git şu memur ile anlaş, demişler. Benzinci de gitmiş, iki liraya anlaşmış. Onlar da benzini almışlar. Güzel mi?”
Nazır ne diyecekti bilmem. Bir mebus söze karıştı:
“Hikâye güzel ama burada memurun ne yolsuzluğu var? Ya, benzini vermem, diye tuttursaydı, daha mı iyi olacaktı? Ben, biraz para alıp da halka kolaylık gösterenlere, yolsuzluk yapıyor, diyemem doğrusu! Talimat yanlıştır. Ona tutunur, para da almaz. İş de yapılmaz. Buna kızarım.”
Şişmanca bir adam, sözün başında bulunmamıştı. Ne konuşulduğunu da belki iyice anlamadı, ancak kendi düşündüğünü söyledi:
“Bunlar için esaslı bir prensip kararı alınmalıdır.” dedi. “Yolsuzluk, evet olabilir; ancak çaresi de bulunabilir, efendim?”
Orada bulunanlardan birkaçı, bu sözleri anlamış göründüler.
Sahiden anladılar mı, ne anladılar? Bilmem. Söyleyen de bu lakırdıları ettikten sonra oradan ayrıldı.
Oraya ilk gelmiş olan nazır;
“Benim bildiğim bu gümrüklere bir şeyler düşünmeli. Bütün yabancılar memleketimize girince onlarla karşılaşıyor.” dedi.
Bir başkası;
“Ya bizim karşılaştıklarımız?” diye sordu.
“Canım, biz kendi içimizde nasıl olsa oluruz. Bak, geçende Samsun’dan birkaç kişi bana gelmişler. Gemilere mal yükleten tüccardan bir beyanname istiyorlarmış. Eh, vapur sabaha kadar mal yüklüyor. O saate kadar gümrükçüyü orada tutabilir misiniz? Herifler beşer lira verip imzalı birer beyanname alıyorlar, kendileri dolduruyorlarmış. Bunun hiçbir faydası yok, bizi şu beş liradan kurtarın, diyorlar. Ben dinledim,olur yahut olmaz hiçbir şey söylemedim. Çünkü, niçin, eh! Kendi içimizde bir iş. Olsa da olur, olmasa da!”
Yeşil sarıklı, kısa boylu bir mebus;
“Dilenci bir olsa yağla, balla besle.” dedi. “Yabancılar gümrükle karşılaşıyor da polisle karşılaşmıyor mu? İşi olan adam hepimizle karşılaşıyor.”
Bunları konuşanlar nazırların, merkez azalarının, mebusların ufak tefekleriydi. Devlet adamlarının ileri gelenleri böyle sözlere karışmaz, ağır dururlar. Onlar da konuşsalar, başka türlü konuşmazlar ama hiç olmazsa susmanın ne kadar değerli olduğunu anlamışlardır.
Bunların birkaçı Sadrazam Paşa’nın yanına geçmişler, birkaçı da kendi aralarında ağır işler konuşuyor gibi görünüyorlardı.
Bir aralık içeriden biri geldi. Nazırlardan birine;
“Sadrazam Paşa, ‘Oynamayacak mısınız?’ buyuruyorlar.” dedi.
“Hayhay, emrederler.”
Hepsi briç masalarının olduğu odaya doğru yürüdüler. Birkaçı da sessizce savuştu. Bu arada genç kâtip ile yaver de savuştu. Bir yerde eğlenti varmış, Denizkızı Eftalya da getirtilecekmiş, onu dinlemeye gittiler.

    Ulus, 13 Şubat 1949

YOL ARKADAŞLARI
Genç bir öğretmeni, bir kitap işi için, Malatya’dan mı, Diyarbakır’dan mı, her neredense İstanbul’a yollamışlar. O da gitmiş, işini bitirmiş dönüyor. Haydarpaşa’ya erkence indi. Tren hazırlanmış, boş duruyor. Vagonun birine binip bölmelerden birine yerleşti.
Biraz sonra bu vagon dolacak, yola çıkacaklar. Konuşacaklar, sonra uyku bir kurşun parçası olup göz kapaklarına asılınca biraz uyumak, biraz rahat edebilmek için yol arkadaşları yaslanacak, kıvrılacak, uzanacak, bin biçime girecekler. Sıkılıp dışarı çıkmak istedikçe, bunların bacaklarını atlayıp rahatsız etmemek için, kapı yanındaki köşelerden birini seçmişti. Yanında getirdiği dergileri çıkardı; karıştırmaya, okumaya başladı.
Gözleri dergide, aklı evde… Kızına iki bebek, karısına da elbiselik bir kumaşla bir çift ayakkabı götürüyor. Evde bavul açılıp bunlar ortaya çıkınca, karısı hemen oracıkta ayakkabıları ayağına geçirip bakacak. Sonra masanın üstünden aynayı indirip duvar dibine koyacak, önden, yandan nasıl durduğunu, yakışıp yakışmadığını gözden geçirecek. Biraz küçük yahut azıcık dar olmasının değeri yoktur; güzel olsun, ayağını büyük göstermesin!.. Bu yoklamalardan sonra beğenirse, hemen ertesi günü bunları giyip komşusuna gidecek.
“Bir kadın, kendisine yakışan bir giyim giyindiği vakit onu en sevdiği erkekle, en sevmediği kadına göstermedikçe rahat etmezmiş!” derler.
Öğretmen, baktığı resimleri görmüyor, okuduğu yazıları da anlamıyor. Karısının nasıl sevineceğini, neler söyleyip neler yapacağını gözü önünden geçirip dururken kapı açıldı, içeriye bir genç adam daha girdi, gidip pencere yanındaki köşelerden birine yerleşti.
Günler ilkyaz günleri, ortalık da her gün biraz daha ısınıyor ama geceleri yaylalar ayaz olur; pencere aralıkları işler, adamı üşütür. Bu delikanlı denememiş olsa gerek! Yahut aldırmıyor. O da gazetelerini, dergilerini çıkardı, okumaya başladı.
Bu genç adam, bankalardan birinde kâtiptir. Çalıştığı bankanın müdürlerinden birinin kızıyla nişanlanmak için, izin alıp Edirne’ye gitmişti. Nişan yapıldı. İşine dönüyor. Bu yılın güz aylarında da düğün olacak. Bu yeryüzünde Edirne’den güzel yer var mı?..
Kaynatasının evi çok kalabalıktı. Her anahtar deliğinde bir göz, her kapı arkasında bir kulak var. Nişanlısı da sıkılgan, çekiniyor. Hem kaçıyor, hem de davul çalıyor! Onu, yalnız olarak iki kerecik öpebilmişti. Biri yanağından, biri de saçlarından. Kaçıyor da delikanlının elini bırakıyor mu!..
“Olmaz, görürler…”
“Ama istasyonda ağlarsın!.. Ah, ey güzel Edirne…”
Bu durumda gazete ya da dergi okunur mu? Bu da öğretmen gibi, gözü işte, aklı oynaşta! Karşı karşıya iki delikanlı dalga geçip otururlarken kapı yeniden sürüldü; bu sefer de içeriye, elli yaşlarında, orta boylu, geniş omuzlu, iri gövdeli bir adam girdi. Tatlı, kumlu bir sesle;
“Beyler.” dedi. “Burada bana bir yer var mı? Sizin uykunuzun geleceği istasyonlarda ben inmiş olacağım!”
Öğretmen gülümsedi.
“Sizinle, bizimle olsa kolay, uyumasak da olur. Ama şimdi dolarlar. Siz buyrun rahatınıza bakın!” dedi.
Bu adam, kabzımal Mustafa Efendi adında bir zerzavat komisyoncusudur. Gençliğinde hatırı sayılır hovardalardandı. Şimdi de pazar, piyasa yerlerinde, mahalle dolaylarında tanır, sayarlar. Oldukça da zengindir. Hiç evlenmemiştir. Kız kardeşinin yanında kendi babasından, dedesinden kalma bir evde oturur. Kazandığını da ona yedirir.
Kız kardeşi, Denizyolları levazımında çalışan sessiz bir adamla evlidir. Yetişmiş bir de kızı vardır. Bu kabzımallara eskiden “Çiçekçi Esnafı” derlermiş. Bu Mustafa Efendi’ye de, mahallesinde “Çiçekçioğlu” dediklerine bakılırsa, bunun babaları da kabzımallık ederlermiş.
Vezirhan’a gidiyormuş. Bir ufak çantasıyla bir ufak torbası var. Mustafa Efendi bunları rafa koyduktan sonra;
“Biraz yol azığı bulayım.” dedi. Çıktı, gitti.
Kadıköy’e kadar gitmiş. Elinde koca bir paketle döndü. Neler almamış. Biz değil, bir vagon yese bitiremez.
Mustafa Efendi yolluk almaya gittikten biraz sonra, köprüden bir vapur gelmiş olacak, ayak sesleri, kapı açılıp kapanmaları duyuldu. Bu sırada zengin giyimli, iriyarı bir bayan da bunların oturdukları bölmenin kapısını bir tutuşta açtı, sonra gidip, kapalı duran pencere camını da sonuna kadar indirdi, dışarda birine el edip seslenmeye başladı:
“Tülin… Buraya, buraya; ben yer buldum. Nerede baban? Sen hamalları yolla da git babanı ara. Bir yerde lakırdıya tutulur. Muin nerede?”
Bu bayan kırk yaşlarında kadar görünüyor. Başına, arkası basık da önü yüksek, altın kaplama tokalı, yana sarkan çuha püsküllü bir şapka giymiş. Bu püsküllü şapka, boyunu biraz daha uzatmış. Kaşları tıraş edilmiş, yahut yolunmuş, yerine hilal kaşlar kalemle çekilmiş. Saçları sarıya boyanmış. Sırtında kunduz bir kürk. Kimbilir kaç bin liradır. Dudaklar narçiçeği. Etleri, butları pek kaba değil de göğsü korkunç!
Hamalın birini içeri aldı, diğeri dışarda kaldı. Dışardaki pencereden veriyor, bu da raflara yerleştiriyor. Bayan da buyuruyor:
“Çıkar ayağındakini, bas şuraya. Ayağın daha kirliymiş! Dur bir gazete yayalım. Hah, bas şimdi. Çek o çantayı, çek çek! Yatır bu bavulu. Bunu da üstüne koy. Tık şu torbayı arasına! Yavaş tut, içinde kırılacak eşya var…”
Nasıl olduysa, bayanın tırnağı bir yere takılıp kırıldı.
“Lanet olsun, işte tırnağım kırıldı!.. Ters adamın işi de ters gider. Tülin çantada makas var mı?”
Yokmuş. Bayan parmağını mendili ile bağladı. Çantalar yerleştirilirken, bölme kapısı önüne, şimdilerde kimsenin giymediği, melon bir şapka, sırtında ağır bir palto, boynunda yün atkısı olan şişman bir adamla erkeği yirmi, kızı da on sekizinde iki sıska genç gelip durdular.
Bu sırada elinde paketiyle gelen Mustafa Efendi, içeriye giremeyerek, melon şapkalı adamın omzundan yaklaştı:
“Hepiniz gidiyor musunuz?” diye sordu.
“Yok, yalnız ben gidiyorum.”
“Eh, iyi öyleyse, yerimiz var.”
Bayan, içerden seslendi:
“Orada duracağına, gel de eşyayı say. Alır çantaları giderler, sen de bakakalırsın!”
Kadın, hamalı dışarı çıkardı, sonra çantasını açıp bir kaç lira çıkardı.
“Al bakayım şunları…” Hamallar gittiler.
Bu defa bayan, kocasını vagonun köşesine kıstırdı, kendince yavaş bir sesle;
“Ben eve para bırakmıştım. Bunları da sana veriyorum. İyi bir yerine koy. Hani bakayım cüzdanın. Oraya çıkınca hamallara onar kuruştan hesap göreceksin. Otomobil de bir lira. Koysana cebine… Ne bakıp duruyorsun yüzüme!” dedi.
Erkek, biraz sızlanacak oldu:
“Beş lira ile yola çıkılır mı? İnsan hali! Ya bir şey olursa!” diyecek oldu. Kadın;
“Allaha emanet, hiçbir şey olmaz. Hiçbir eksiğin yok. Ben sana iki tane sandoviç koydum. Biliyorsun ya doktorlar sana, recim yap, diyorlar. Ver boyun atkını. Bak buraya koydum. İnerken aceleyle sakın unutma!”
“Hiç olmazsa birkaç kuruş bozuk ver!..”
Kadın, çantasında birkaç kuruş daha ararken, söylendi:
“Sen çok fena alıştın, kabahat bende! Al bakalım şunları da! Parayı emin yerine koydun mu? Ben çocuğun okul işini bitirince geleceğim. Biz bu ay su parası, havagazı parası da vermedik. Siz gene vermeyin. Herifler sizi aldatırlar. Ben gelince öderim. Bakkala borç etmeyin. Dilber’de para vardır. Yoksa da o bulur… Burası çok sıcak, çıkar paltonu, getir as şuraya! Boyun atkın şuradadır, sakın unutma. Hadi biz gidiyoruz. Öp beni!”
Bayan “Öp beni.” dedi ama kocasına elini uzattı, o da öptü.
“Öp çocukları da… Ha, bak unutuyordum. Aylığını sakın alma, ben gelince alırsın, anladın mı? Unutma dediğimi… Hadi güle güle… Ben çocuğun işini bitirince oradayım.”
Bayan yürüdü çıktı, biraz sonra da tren kalktı. Bankacı pencereden baktı, kadın hamallarla çeneleşiyordu. Mustafa Efendi yemek paketini, raflarda yer bulamadığı için masa üstüne koydu. Şişman adamın karşısına oturdu. Bölmede olanlara;
“Eh, hadi uğurlar olsun.” dedi.
Onlar da uğurlar dilediler, aralarında konuşmaya başladılar. Bayanın kocası olan şişman adamcağız, sözü sohbeti yerinde, efendiden bir adam. Devlet hizmetinde de epeyce ileride sayılanlardan olsa gerek. Nasılsa sakalını kaptırmış.
Sözü kendisi hanımın üstüne getirdi:
“İyi kadındır, hoş kadındır, yabancıların yanında biraz şımarır. Gördünüz ya… Evde hiç böyle değildir, gıkı çıkmaz. İki yabancı görünce, ne oluyor bilmem, kabarır. Atar, tutar. Ben de huyunu bildiğim için ses çıkarmam. Sonra eve döndük mü, sanki o kadın değildir. Süt dökmüş kedi…”
Mustafa Efendi, “Ben evde de böyle sanmıştım da…” dedi. “Yok ama beğendim! Zabit kadın doğrusu. Evinin hanımı!..”
“Yok, orası doğru; eşi emsali bulunmaz. Ev kadınlığına diyecek yoktur. Ben de eksik taraflarını görmem. Ne yapacaksın. Bunca yıl karı koca olmuşuz, çoluk çocuk yetiştirmişiz. Eh, bir gün sinirli olur da ters bir lakırdı ederse, ben susarım. Ben bağırır çağırırsam, o susar. Ne yapacaksın, idare ediyoruz. Doğru değil mi?”
Mustafa Efendi;
“Doğru, çok doğru.” dedi. “Kız kardeşim de böyledir; ama sizin hanım gibi değil. Kızdı mı, kocasının işi bozuktur…”
Adamcağız;
“Sanki ne gibi?” diye sordu.
“Ne gibi olacak, maşayı ensesine yer!”
“Yok canım… Bizimkinin öyle şeyi yoktur!”
“Olmaz elbette. Ben sizin bayanı gördüm, aklı başında kadın. Bizimkine bakma. Ne de olsa esnaf kızıdır. Daha bir kaç yıllık evliydiler; bir gün baktım kocasına adamakıllı yapıştırıyor. Eh! Ne bileyim, belki karı koca arasında böyle şeyler olur dedim. Ben evlenmediğim için bunları bildiğim yok. Belki…”
Bayanın kocası Mustafa Efendi’nin sözünü kesti:
“Yok, evet.” dedi. “Karılık kocalık büsbütün başka şeydir. Öyle şeyler olur ki… Hani bilir misin, biz erkekler de öyle haltlar ederiz ki, kadınlar ne yapsalar haklıdırlar. Evde karın var, ne münasebet gider de komşunun hizmetçi kızına sataşırsın. Değil mi? Kadın da yakalar. Beni terlikle kovaladığını bilirim. Kaçmasam yapıştıracaktı.”
Mustafa Efendi;
“Yapıştırmadı ya!” diye telaşla sordu.
“Durur muyum!..”
“E, sonra eve gelince ne yaptı?”
“Söylemediğini bırakmadı. Ben sustum. Bir hafta dargın kaldık. Baktım olacak gibi değil. Yalvardım. Neyse vazgeçti.”
“Seninki gene iyi, sen bir suç işlemişsin, o da karşılığını vermiş. Ya bizim enişteye ne diyelim! Allahın danasıdır. Sabah işine, akşam eve. Kaç kere söyledim. Oğlum, dedim, nasıl olsa dayağı yiyorsun, sen de biraz kanatlansana! Bir uç bakalım, bir kanat vur. Bir akşam gel benimle, gidelim bir sarhoşluk edelim, ablaları şöyle bir dolaşalım. Dayağı da yersen, hiç olmazsa ondan sonra ye! Herifte istidat yok… Allah vermemiş.”
“Yok, bizim hanım öyle değildir. Eğer bir falso yapmazsam dayak mayak faslı olmaz. Efendim, bizimkinin derdi hizmetçilerdir. Bu pis karılar, der durur. Eh, hizmetçinin de her gün temizi olmaz ya! İnsanlık işte… Ben kendi suçumu bilirim. Yakalandım mı susarım.”
“Bizimki yakalanmasa da susar.”
“Yok, öylesi fena. Benim suçum olmadı mı aslan kesilirim. Bağırır, çağırırım. İstediğimi de yaptırırım.”
Mustafa Efendi’yle bayanın kocası konuştular, öğretmenle bankacı delikanlı da dinlediler, güldüler. Hava kararıncaya kadar da bu konuşma sürdü. Sonra yemeklerini çıkardılar. Bayan, kocasının bu kadar yemek yediğini görse, düşer bayılırdı.
Kabzımal Mustafa da boğazlı adam. “Can boğazdan gelir.” diyor. Bir buçuk yıl var ki içkiyi bırakmış.
“Halt ettik de bıraktık.” diyor. “Ama tövbe sözü bir kere ağzımdan çıkmış bulundu.”
İçki arada bile olsa, konuşmak belki biraz daha hoş olur, bayanın kocası, başından geçenleri biraz daha etraflıca anlatırdı.
Yemekten sonra lokantalı vagondan birer de kahve getirttiler. Az sonra da bayanın kocası arkasına yaslandı, horlamaya başladı. Korkusuz, düşüncesiz rahat bir uyku!

    Ulus, 24 Mart 1949

DOKTOR SAVDUR
Memleket Hastanesi’ne yeni gelen Başhekim Nizamettin Sav-dur, sinir hastalıkları uzmanıymış. Orta boylu, cılız, patlakça gök gözlü bir adam. Yükseğe konulmuş kaşları, yolunmuş sanılacak kadar ince. Kemerli burnunun üstünde, derisi sanki gerilmiş. Konuşurken dudağı, burnunun ucunu aşağı çekiyor, susunca burnu üst dudağını açık bırakıyor. Dişleri inci gibi ak, yuvarlak, yalnız dizisi bozuk olduğu için, söz söylerken dökülüp dağılacakmış sanılıyor.
Karısı Bayan Nezahet, otuz yaşlarında kadar, akça pakça bir ev kadını. Güler yüzlü, dili de hafifçe peltek.
Karı koca giyinmiş, kuşanmış, Vali’nin bayanının her salı günü saat on yedide yaptığı çay toplantısında bulunmaya gelmişler.
Salon şimdilik boş gibi. Vali ile eşi, başhekimle eşini salon kapısında karşıladılar. Ayakta biraz hoşbeşten sonra Nezahet Hanım, mektupçunun, Vali’nin bayanlarıyla sağ köşede bir kanepeye oturmuş bulundular; Nizamettin Savdur’la bay vali de iki koltuğa karşı karşıya yerleştiler.
Vali, elli beş yaşlarında kadar, kuru avurtları çökmüş, saçları kırlaşmış, yalnız gözleri uyanık, genç kalmış, ufak tefek bir adam… Gözlerini doktorun yüzüne dikti, onu dinlemeye başladı.
Bay Savdur yeni gelmiş; kendisini sevdirecek, beğendirecek, valiye kendini tutturacak, onun adamı olacak. Yoksa hastane başhekimliğinden bir şey çıkmaz! Geldiği gün de gidip valiyi görmüştü; şimdi de ne adam olduğunu anlatacak. Hazır salonda kimse yokken…
Söze kendi hekimliğinden, başarılarından, burayı kendisi istemediğinden, zorla yolladıklarından, “Orayı senden başkası yapamaz, bir vatan hizmeti olarak gideceksin!” dediklerinden, o da eh ne yaparsın, büyüklerin yüzlerine duramadığından… başlaması beklenirdi; öyle olmadı. İşi büyük tuttu; yurdumuzun geriliğinden başladı, işi acıklandırmak için de örneklerini Bulgaristan’dan, Sırbistan’dan almaya başladı. Sonra yükselip Avrupalıların bizim için neler yazıp neler söylediklerini anlatmaya koyuldu. Birçok kitap adları, gazete adları sayıyor. Şahitleri de bunlar! Doktor Savdur’u dinleyenler, bu adamın, bu saydığı gazeteleri, kitapları her gün okuduğuna, bunları yazan hocalar, devlet adamlarıyla tanıştığına, diz dize oturup konuştuğuna inanacaklar! Vali’nin gözü de bir başhekim görsün…
Sonra söz, Batı medeniyetine ulaşmak için neler yapılması gerektiğine çevrildi. Bay Savdur milletimizi, yurdumuzu düzeltmeye başladı. Söylüyor, söylüyor da sonunda işi kısa bir reçeteye bağlıyor. Reçetesi de şudur: “Fazilet, hamiyyet, ziraat, tababet.” Bitti. Yalnız, bunun bir de açıklaması var:
“Eğer hastalık varsa, ilacı da vardır.”
Hastalık gelince, ilacını bulur verirsin, hastalık geçer. İşte kurtuldun. Artık oturup bunu uzun uzadıya düşünmek istemez. Doktor söyleyip söyleyip arada bir de, “Değil mi efendim?” diye soruyor. Vali, “Ya ilacı verirsin de hastalık geçmezse?” diye sorabilirdi. Sormadı. Bay Savdur’u dinledi. Yalnız doktor bu dersi verir, “yurdumuzu kurtarır” dururken, söz arasında bir de, “Cemal Paşa amcamız!” demişti. Vali, buradan yakaladı:
“Hangi Cemal Paşa, efendim?” diye sordu.
“Tanırsınız. İzmir’de. Emekli general…”
Vali, kaşlarını kaldırdı:
“Yaaa, demek siz Cemal Paşa’nın yeğeni oluyorsunuz!.. Sad-rettin Bey’in oğlu…”
Yemek odasından gelip kadın misafirlerinin yanlarına giden karısına seslenerek;
“Baksanıza! Başhekim beyle bildik çıkıyoruz.” dedi. “Doktor, Sadrettin Beyin oğluymuş.”
Vali’nin bayanı, “Hangi Sadrettin Bey, hangi oğlu?” diye düşünürken Bay Savdur, işin sarpa saracağından korkarak;
“Yok.” dedi. “Bendeniz değil, bizim bayan dolayısıyla…”
“Sizin bayan, Sadrettin Bey’in kızı mı? Biz, onlarla tanışırız.
Benim bildiğim, Sadrettin Bey’in iki kızı vardır. Biri şimdi Reşit
Bey’in hanımıdır. Küçüğü de bir doçente varmıştı.”
“Yok, arz edemedim. Bizim bayanın babası, Paşa Hazretleri’nin süt biraderleri olur da… Biz aile arasında ‘Paşa amcamız’ deriz.”
“Hımmm!”
“Süt kardeş ama ne kardeş! Asıl kardeş kaç para eder! Paşa Hazretleri kaynatamın pek hatırını sayar. Biz evlendiğimiz gün Paşa, Nezahet’e kuşak kuşatmışlardı. Bana, bak oğlum, buyurdular, kayınpederiniz benim kardeşimdir. Sen kendilerini öyle tanımalısın! Bu söz benim kulağıma küpe olmuştur. Paşa’nın zatıâlinize karşı da pek büyük teveccühleri vardır. Biz buraya gelirken haber almışlar. Biz ellerini öpmeye gittiğimiz gün, pek sevindim, buyurdular, gideceğiniz yerde bir zat-ı muhterem vardır, size baba olacaktır. Benim selamımı da kendilerine ulaştır, buyurdular.”
Savdur dönüp karşı köşede valinin, mektupçunun bayanlarıyla görüşen karısına;
“Nezahet, öyle değil mi?” dedi. “Söylesene! Paşa, beyefendi sizin pederiniz olacaktır, buyurmadılar mı?”
Karısı, kocasının ne demek istediğini anlamamıştı; yapmacıktan sırıttı.
“Evet.” dedi.
Vali de başını çevirip Bayan Nezahet’e baktı. Kadının hiçbir şey anlamayarak, “Evet.” dediğini gördü.
Savdur, “Cemal Paşa” sözünü burada kesebilirdi. Kesmedi, yeniden başladı:
“Cemal Paşa Hazretleri zatıâlilerini her sırası düştükçe bize söylerler. Örnek gösterirler. Buraya gelmeden de biz zatıâlinizi tanıyorduk. Size, gıyabi olarak pek büyük hürmetleri vardır.” dedi.
Bu sözleri ikinci kez dinleyen vali sırıttı:
“Yanılıyorsunuz doktor.” dedi. “Cemal Paşa’nın benim için iyi sözler söylemeyeceğini çok iyi bilirim. Benim de, onun iyiliğini söylemeye dilim varmaz. Eğer bir yanlışlık yoksa, bu sözleri siz, beni taltif için söylüyorsunuz.”
Doktor Savdur bozuldu:
“Aman efendim.” dedi. “Nasıl olur. Bir kere değil, iki kere değil…” Karısına döndü:
“Nezahet söylesene! Canım, Paşa, beyefendi için neler söylüyordu!”
Karısı uzaktan;
“Cemal Paşa değil mi?” diye sordu. “Ben de hanımefendilere onu anlatıyordum.”
Doktor Savdur Vali’ye dönerek;
“Vallahi beyefendimiz.” dedi. “Bendeniz işittiklerimi söylüyorum. İşte Nezahet burada ondan sorunuz. Zatıâlileri için yalnız Cemal Paşa değil, kim olsa söylüyor. Hep şey ediyorlar. Buraya geleceğimizi haber alanlar, yaşadın, dediler. Ben de biliyordum. Birçokları burasını parası için istediler. Ben insanlığa hizmet için istedim. Ben para kazanmak için hekimlik etmeyi bir alçaklık bilirim. İzmir’de, adı lazım değil, büyüklerden biri bir rapor istedi. Ne kadar para istersen vereyim, dedi. Affedersiniz, biz yolsuzluk yapamayız, para için de çalışmıyoruz, dedim. Meslek parayla olmaz. Dün, burada da bir hastaya götürdüler. Baktım, yoksul insanlar. Araba parası, diyecek oldular. Yok, dedim, kalsın. Biz para için çalışmayız. Sizi fena alıştırmışlar. Hemen keseye davranmayın. Ama doktor ne yiyecek dersiniz? Doktora hükümet para verir. Siz rahatınıza bakın, dedim. Vallahi beyefendimiz, ben, bir takımlarını anlayamıyorum. Bize hocalarımız böyle okutmadılar. Benim, doğrusu gücüme gidiyor… Her şeyden önce bir insanlık, bir namus, bir şeref vardır. Değil mi efendim?”
Vali, gözlerini başhekimin yüzünden ayırmıyor, ne söylerse dinliyor. Doktorun bu sözlerini beğenip beğenmediği de anlaşılmıyor…
Savdur, Vali’nin bu bakışından sıkıldı. Ne düşündüğü anlaşılamayan bir adamın karşısına geçip lakırdı uydurmak kolay değildir. Beğeniyor mu, beğenmiyor mu bilmeli de, ona göre ayak uydurmaya çalışmalı. Doktor bir yandan söylüyor, bir yandan da daha neler söyleyeceğini arıyordu.
“Efendim, aslını ararsanız bu, bir terbiye alıştan başka bir şey değildir. Bendenizin dayılarım İttihatçı idiler. Bize, şerefi her şeyin üstünde tutmayı öğrettiler. Biliyorsunuz o adamlar, başka adamlardı. Ben gençtim. Yanlarına girer otururdum. Onların sözlerini dinlerdim. Bugün namus dediniz mi, adamın yüzüne sırıtıyorlar. İttihatçılar bu kayıtsızlığı asla çekemezlerdi.”
Doktorun lakırdısı buraya gelince vali yeniden sırıttı. Doktor, hemen sözü kesip valinin yüzüne baktı. “Eyvah, gene bir pot mu kırdık? Herif İtilafçı galiba!” diye düşündü.
“Bununla beraber, İtilafçı olsun, İttihatçı olsun, hepsi bu toprağın çocukları. O fırkadanmış, yahut başka fırkadanmış, hepsi bir teknenin hamuru. Bir bakıma İtilafçılar daha sağlam bile sayılırlardı…”
Bu gibi sözleri söyler dururken, birdenbire aklına geldi: “Ulan!” dedi. “Biz namus diye, şeref diye, dört köşe kestik; ama ya herif o kadar sıkı namuslu değilse, ya beni kendi adamı gibi kullanmak istiyorsa… Vali’nin de bu bakışı beni anlamaya çalıştığını gösterir. Ne yapmalı?” diye düşündü, söze başladı:
“Ben.” dedi. “En büyük namus olarak bir başa itaat etmeyi bilirim. Kayıtsız, şartsız. Öl dese, ölmeli. Söylediği doğruymuş, yanlışmış, beni ilgilendirmez. Başkanın dediği, dediktir. Ama sen onu doğru görmüyorsun! Görme… Bir de sır saklamak… Ben en ufak işlerimi bile saklarım, kimseye söylemem. Bakınız, Nezahet’e sorunuz, size anlatsın. Kocasının hiçbir işini bilmez. Biz doktorlar, sır saklamayı bilmezsek, hiçbir iş yapamayız. Filan filan olmuş. Haberim yok!.. Bitti. Doktorun yapacağı budur. Haa, mahkeme!.. O başka… Orada da her şeyin bir yolu var. Bir aile dağılacak, doktor düşünür… Bendeniz esrar küpü gibiyimdir…”
Bu sözler uzayıp gidecekti. Belki vali de usanıp başhekimi bırakacaktı; ama buna yer kalmadı. Maden müdürü ile birkaç mühendis, bayanlarıyla salon kapısında göründüler. Vali onları görünce yerinden kalkıp karşılamaya gitti. Başhekim de yerinden kalkıp gelenler arasına karıştı.
Vali’nin misafirleri dağılmaya başlayınca, başhekim de karısı ile valinin yanına sokulup izin istedi. Savdur, birkaç kadeh de içmişti; valinin elini öpmeye kalkıştıysa da adam bırakmadı.
Karı koca Vali’nin konağından çıktılar, evlerine doğru yollandılar. Bu sırada başhekimin karısı, kocasının hoşuna gideceğini sanarak;
“Hepsini Vali’nin hanımına anlattım.” dedi.
“Neyin hepsini?”
“İşte Cemal Paşa’nın bize yaptıklarını…”
“Neee… Ne halt ettin!..”
Kadın şaşırarak;
“Niçin?” dedi. “Sen söylemedin mi?”
“Ben ne söyledim, sersem!”
“Nezahet, Paşa’nın söylediklerini söylesene, demedin mi?”
“Hay Allah kahretsin… Hizmetçi işini de anlattın mı?”
“Anlattım ya, onu da anlattım. Sana iftira ettiklerini de anlattım. Muayenehane için bizi mahkemeye verdiklerini de söyledim. Onlara yakışır mıydı!..”
“Ahmak kadın, beni rezil ettin.”
“Seni niye rezil edeyim, onları rezil ettim. Seher Hanım’ın hizmetçisi dayaktan öldü, rapor verdi de Seher Hanımı kurtardı, demediler mi? Para ile çocuk düşürtüyor, demediler mi? Kendi kızlarıyla sana iftira etmediler mi?”
“Canım desinler, adı Paşa’dır. Burada kim bilecek, ben onu satardım. Sen berbat ettin.”
“Öyleyse niçin bana, Paşa’yı anlatsana Nezahet, deyip durdun? Benim aklımda bile yoktu…”
“Hay Allah kahretsin, rezil oldum…”
“Dur, sokakta bağırma, herkes bize bakıyor.”
Aradan çok geçmedi, Savdur’un ipliği burada da pazara çıktı.

    Ulus, 10 Nisan 1949

GEZİDE
…Bu, yalnız bizde değil, başka yerlerde de vardır. Bugün bile, büyüklerden biri, bir yere gidecek olsa, arkasından üç-beş adamını da götürür. Büyüklüğün yakışığı da budur. Frenklerde de vardır. Adına “suite” derler. Eskiden bizde, yalnız vezirler, ağalar, beyler değil, hatırlıca hocalar, şeyhler bile, bir yere gidişlerinde, mollalarını, müritlerini birlikte alıp götürürlerdi. Bunda beğenilmeyecek ne var? Her yerde alışılmış, eski bir âdettir… Ama ben, bunu söylemek istemiyorum… Neydi, bir başka söze başlamıştım? Ha, şu gecenin hikâyesini anlatıyordum…

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/memduh-shevket-esendal/bir-kucak-cicek-69429448/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Cavelleria Rusticana, tek perdelik bir opera.

2
Zevk alma, hoşlanma.

3
Seçme.

4
Emekli.

5
Ölü için Kur’an-ı baştan sona okuma.

6
İnleme.

7
Gerileme, çöküş.

8
Aklama.

9
Kötülük yapan.

10
Şaşmak, şaşırmak.

11
Ferahlık

12
Orman ürünlerinden alınan bir vergi.
Bir Kucak Çiçek Мемдух Шевкет Эсендал
Bir Kucak Çiçek

Мемдух Шевкет Эсендал

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Çehov tarzı hikâye yazımının ülkemizdeki öncüsü ve üstadı olan Memduh Şevket Esendal’ın Bir Kucak Çiçek isimli eserinde 25 hikâye yer alıyor. Her türden devlet görevlisini, işçiyi, köylüyü, kısacası memleket ahalisini çok iyi tanıyan ve kahramanlarını onlardan seçen Esendal, altını çizmeden, süslemeden, diliyle, üslubuyla zamana yenik düşmeyen hikâyelerin nasıl yazılabileceğini gösteriyor. "Ortaokulun bütün öğretmenleri, başlarında Müdür Hanım, bahçelerinde ne kadar çiçek varsa toplayıp getirdiler, Bedriye’nin eline döktüler, onu kucaklayıp bağırlarına bastılar, yanaklarından öpüp saçlarını okşadılar…" "Bedriye şaşırdı, ağlamaya başladı; ne diyeceğini, nasıl teşekkür edeceğini bilemedi…" "Kuruldu kurulalı, bu şehirde hiç kimseye böyle bir düğün hediyesi verilmemiştir."

  • Добавить отзыв