Gödeli Mehmet
Memduh Şevket Esendal
Cumhuriyet döneminin en üretken yazarlarından biri şüphesiz Memduh Şevket Esendal’dır. Yazdığı sayısız hikâyeleriyle Esendal, Türk edebiyatının zenginleşmesinde önemli rol oynamıştır. On sekiz hikâyenin yer aldığı "Gödeli Mehmet", bizi iyi kötü, acı tatlı pek çok yaşantıyı bir de Esendal’ın gözünden görmeye davet ediyor. Bu hikâyelerde kâh yaşlı bir adamın hüznüyle hemhâl olacak kâh bir bayram gününde özlenilen o çocukluğu yâd edeceksiniz. Kim bilir, sayfaları çevirdikçe belki de kendi hikâyenizi bulacaksınız… Ne zaman sana elimi uzattımsa ruhun dalgalandı, kollarımın arasında yalnız tatlı bir ceset buldum.
Memduh Şevket Esendal
Gödeli Mehmet
Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayatın içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmelerinden sonra Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.
HİKÂYELER
GÖDELİ MEHMET
İhtiyar bir mavnacıdan bir hikâye dinlemiştim; gayet sade, küçük bir hikâye. Fakat şimdiye kadar bakımsızlıktan onulmaz bir hâle gelmiş bunca dertlerinden şu mavnacıların hissesine düşen parçasının pek açık, pek acıklı bir tasviri olduğundan onu unutmam, saklarım.
Bu küçük hikâyeyi size de nakledeyim ama bilmem ki ondan benim duyduğum acıyı duyacak mısınız? Çünkü bunu siz benim ağzımdan dinliyorsunuz. Ben ise onu bir akşamüstü sular kararmış, ortalığa akşamın garipliği çökmüş bulunduğu bir zamanda ihtiyar bir dertli babanın dilinden dinlemiştim.
Serin bir sonbahar akşamı idi. Yüksek, sert bir gün doğusu yeli limanın sularını karıştırıyordu. Eski köprüden yavaş yavaş geçerken parmaklığın kenarına yığılmış bir kalabalık gördüm. Köprünün gözünde tıkılmış, birbirine yaslanmış kurtulamayan mavnaları seyrediyorlardı. Tezce bir işi olmayanlar gibi ben de sokuldum. Dört-beş yüklü mavna kendilerini, vapurlardan, sulardan kurtaramıyorlardı. Mavnacılar ellerindeki kancalarıyla öteye beriye dayanarak ve birbirine bağrışarak çıkmaya çalışıyorlar fakat bir yandan rüzgârla sertleşen akıntı, karışan akıntı, bir yandan iskeleye yanaşmaya ve kalkmaya çalışan iki şirket[1 - Şirket-i Hayriye: Osmanlı Devleti’nde 1850 yılında kurulmuş olan ilk anonim şirkettir. Yük ve yolcu taşımacılığı izni verilen bu şirket, 1945’te hükûmet tarafından satın alınarak İstanbul Şehir Hatlarına devredilmiştir.] vapurunun suları zavallıları bırakmıyordu ki bir yol açılsın. Getirip birbirinin üstüne düşürüyordu.
Onların bu hâllerini, çektikleri meşakkatin bin türlüsünü her gün görürsünüz. Bu adamcağızlar denizlerle, rüzgârlarla, insanlarla boğuşurlar. Bereket versin Tanrı, ekmeğini alnının teriyle kazananlara kuvvet, sabrı tahammül veriyor. Yoksa bu vapurların önünden kaçmak, her dakika şuradan buradan çıkıp eğleniyor gibi düdük çekerek bağıran, söven Yunan römorkörlerinden sakınmak ve böylece bir yandan sular, rüzgârlarla uğraşıp bir yandan insanların insafsızlıklarından kurtulmak, korunmak çekilir dertlerden değildir.
Orada; gözümün önünde, kurtulmak istedikçe birbirine karışan bu mavnalarda çalışan adamların ekmeklerini ne kadar güçlükle kazanabildiklerini görüyordum. Ve dalgın dalgın düşünürken arkadan bir römorkör yetişti. Sanki bu zavallılar isterlerse kaçabileceklermiş gibi, onlara muttasıl[2 - Muttasıl: Sürekli olarak, kesintisiz.] düdük çekerek az yolla yanaştı. O zamana kadar şirket kaptanlarına bağıran, yalvaran mavnacılar bu sefer bana döndüler. Hem çalışıyorlar hem “Sokulma!” diye bağırıyorlardı fakat o hiç aldırmayarak mavnalardan birine dayanmaya başladı. Sular da yardım ediyordu. Mavnacı direğini indirmeye vakit bulamadı; çatırdayarak kopup düşen seren az kaldı mavnanın içinde çalışan birinin başına iniyordu.
“Hüseyin, kafanı kolla…”
Başımı çevirdim, baktım: Yanımda esnaftan ihtiyarca bir adam mavnacıya bağırıyor ve hayretle gördüm ki bu zavallı ihtiyar ağlıyordu.
Şaştım, hiç böyle bir adamın ağladığını görmemiştim fakat kendisinden bir şey sormayarak dalgın dalgın denizin kara sularına baktım.
“Ne olabilir, bu ihtiyar neden ağlar ki?” diye düşünüyordum. Bağrışa çağrışa bin meşakkatle kurtulabilen mavnacılar çekildikten sonra halk da dağılıyordu. Kimse o zavallının ağladığının farkına varmamıştı. Gözyaşlarını yeniyle silerek o da çekilip gidecekti ancak ben daha ziyade dayanamadım.
“İhtiyar, niçin ağladın?” diye sormuşum. Bana baktı, sonra tekrar gözlerini silerek cevap verdi:
“Bir oğlum vardı, aklıma geldiydi. Burada yiğit bir uşak kurban verdim.”
“Oğlun boğuldu mu?”
“Hayır.” dedi. “Kurtuldu ama elinden bir kaza çıktı. Gençlikle bir hata etti. Bizi batıran römorkörün kaptanını öldürdü. Mahpusa attılar, üç sene yattı, sonra öldü. O mahpusta inledikçe evde taze karısı içlendi, kocasının arkasından çok kalmadı. Şimdi bizde bir yetimleri var.”
“Şimdi senin mavnan yok mu?”
“Yok… Çocuk mahpusa girdikten sonra gediği[3 - Gedik: Eski zamanlarda esnaflara kendi sanat ya da ticaretlerini yapabilmeleri adına verilen hak.] sattık, şuraya buraya davaya verdik. Şimdi ihtiyar yaşımda başkasının mavnasında çalışırım.”
Beraber köprüyü geçip Karaköy’e gidinceye kadar bana hepsini anlattı.
Kendisine Gödeli Hüseyin, oğluna Gödelinin Mehmet derlermiş. Baba oğul bir mavnada çalışırlarmış, babadan kalma Yağ Kapanı’nda[4 - Yağ Kapanı: Söz konusu yıllarda yağ ticaretinin gerçekleştirildiği çarşıya verilen isimdir. Satışa çıkarılacak yağlar burada bulunan resmî kantarda tartılır. (y.n.)] bir gedikleri varmış. Bir gün nasılsa rıhtım önünde bir yük meselesinden dolayı Yunan bir kaptanla aralarında bir kavga olmuş. Mehmet uslu, sessiz bir çocukmuş. Babasını dinlemiş, kaptana bir şey dememiş. Fakat bu kaptan bundan sonra denizde, karada ne vakit Mehmet’i görse asılır, çatar, bindirir, sulara kaptırır, kâh bir vapura sıkıştırır kâh ağzı ile söylemedik söz komazmış.
Bir gün yine Galata’da bir tüccarın odasında rast gelmiş, Mehmet’e ağzına gelen hezeyanı etmiş. “Gediğiniz kalkacak, ekmeğinizi elinizden alacağız, siz batacaksınız.” demiş. “Sizi bu hâlde komayacağız, biz de yük alacağız.” diye bağırmış. Mehmet, bütün bunları babasına anlatmış:
“Tövbe, elimden bir kaza çıkacak, git uslulara, esnafa anlat, bir çaresine baksınlar.” demiş. Ve o gece ekmek yememiş, birkaç gün hep düşünmüş.
Hele bir gün onu kulübede kâhya ile konuşur görünce bütün bütün düşünceye varmış. Esnafa, öte beriye sormuş:
“Bu herif kâhya ile ne görüşüyor ki?”
Hiç kimse bir şey bilmiyormuş… Akşamüstü babasını bulmuş.
“Bu herif bugün kâhya ile görüşüyordu, bunda bir iş var. Esnafın ekmeğini satacaklar, bir yığın fukara burada aç kalacak. Ben karışmam.” demiş.
Babası da gitmiş esnafa söylemiş fakat değil şüphe etmek, bir hakikat bile olsa kâhyadan hesap sormak kimin haddine düşmüş…
O zamandan sonra bu çocuk bunu dert etmiş.
Bir gün yine böyle hava sert esiyormuş; vapur karnında geç kalmışlar. İskeleye yüklü dönerken o Yunan kaptan tam köprünün gözünde gelmiş bindirmiş, duba bir yandan dayanmış, mavna da biraz viranmış, su etmiş kaynamış. İhtiyar anlatıyordu:
“Ben römorköre sarıldım, çocuk da çıktı. Daha bir yana bakmadan şahin gibi atladı, kaptanı boğazından kaptığı gibi yere çaldı. Yunan’ın kafası bir demire mi geldi ne oldu, canı çıkıverdi. Çocuğu içeri attılar, o yana bu yana savaştık, kurtaramadık. Mahkeme mahkeme derken on beş sene yedi gitti.”
İşte ihtiyarın hikâyesi bu kadarcık. Onun ihtiyar, acıklı hâline yüreğim sızladı.
“Baba size esnaf bakmaz mı?” dedim.
“Hayır, o bir zamanmış. Ağalar toplanırlar, kayığı batana yardım ederlermiş. Hastasına, sağına bakarlar, yetişirlermiş. Şimdi nerede? Ağalar kendi işlerinin döndüğüne bakar, bildiklerini işlerler. Bir zaman orta sandığı[5 - Orta sandığı: Karşılıklı dayanışma ve anlaşmayı amaçlayıp gözeten, tüm esnafın para biriktirdiği sandığa verilen isimdir.] yaptılar, herkes para verdi. Sonra bir gün açtılar, boş çıktı. Evvelleri ağalar lonca ederlerdi. Kahvelere haber gider, esnaf yığılır, uslular konuşur, gençler dinlerdi ama o zamanın usluları hak yemezlerdi. Şimdi ağaların işi: Zora kaldıkça gene lonca ederler ama kendileri söyler, kendileri dinler, ne baş var ne ayak…”
“Esnaf bu hâlleri bilmiyor mu?”
“Esnaf bilse de ne yapacak ki? Zaten esnaf korkar. Tahsildarlık onların elinde. Devlet, tahsildarlığını onların eline bırakmış; bir şey desen tezelden bir kulp takar, kayığını bağlar, yolsuz ederler, nöbet vermezler.”
İhtiyar, kendi hâliyle, kendi diliyle şu esnafın haraplığını, perişanlığını, bozgunluğunu bana ne güzel anlattı.
Eski kaide, esnafın kadim kanunu yıkılmış ve yerine yeni hiçbir şey yapılmamış. Bütün bu zavallı esnaf beş-on kişinin eline düşmüş ve ne yazıktır ki hükûmet de tahsildarlık demiş, kendi kuvvetini bunların eline bırakmış!..
Zavallıların ne fukaralarına verecek beş paraları var ne kendilerini düşünecek hâlleri…
Şimdi bir hayır sahibi çıkıp yol gösterse, öteden ağalar karşı çıkacak, esnafı korkutacak. Şikâyet edecek, “Yanlıştır.” diyecek. Çünkü onlar esnafın böyle kör, böyle sessiz kalmasını isterler. Hâlbuki dünya durmuyor, her gün yenileşiyor. Bu hâl ile zavallı Gödelinin Mehmet’in düşündüğü doğru çıkacak; bu sanat elden gidecek, yabancıların, düşmanların eline geçecek. Demek Mehmet bütün bu dertleri görmüş, bunlardan korkmuş fakat anlatamamıştı. Karaköy’de ihtiyardan ayrıldım.
Belki bugün bütün mavnacılar Gödelinin oğlunun nasıl olup bir adam öldürdüğünü, sonra bir dul kadınla bir yetim bırakarak hapishanede öldüğünü unutmuşlardır. Bu, o kadar eski bir şey olmadığı hâlde daha o zaman bile ehemmiyetsiz görülmüş ve hatırlardan çıkmıştı.
Lakin ben günden güne çoğalan o römorkörleri gördükçe, o yabancı, düşman gemilerinin çalıştıklarını ve biçare esnafın birkaç akılsız insan elinde günden güne perişanlığını, dağıldığını duydukça Mehmet’i unutamıyorum. Onun için ne zaman akşam sularında denizlere baksam onun ihtiyar babasının akan gözyaşlarını, sonra bilmezlik ile yavaş yavaş batıp giden bir sanatın arkasından yetim kalan çocukları, dul kalan kadınları görür, dertlenirim.
1913
BAYRAM GÜNLERİ
“Allah emsal-i kesiresiyle[6 - Emsal-i kesire: “Daha birçokları” anlamına gelen bu tabir bayram zamanları çokça kullanılırdı.] müşerref etsin!”
Böyle yılın emsal-i kesiresi hiç de hoş olmasa gerek. Fakat böyle cevap vermek de hoş bir şey olmayacağından bayramı şöyle, odamda kapalı geçirmek istedim. Ne kadar isabet olmuş. Üç günümü herkesten uzak, tatlı bir bayram içinde geçirdim.
Evimizin önü büyük bir çayırdır. Bayram gecesi idi, köylüden arabacılık eden iki kişi sabaha kadar çalışarak iki büyük ağacın arasına bir kalın tel gerdiler. Bir de salıncak kurdular.
Sabaha kadar uyuyup uyandıkça onların tak tuk çayıra kazık çaktıklarını, konuşup söyleştiklerini duydum. Sabah erken, bizim mahallenin bekçisi davulu ile ortaya çıkmamış iken çayırda çocuk sesleri duydum. Hele aradan birkaç saat geçtikten sonra, çayıra baktığım vakit fevkalade memnun oldum. Orası çocuk dolmuş, bunu görmek benim için ne bahtiyarlık! Şu son senelerde en ziyade mahzun olduğum, dertlendiğim şeylerden biri de artık yavaş yavaş mahallelerimizden çocuklarımızın azalmakta olduğunu görmek idi. Ellerde çocuklar çoğalıyor, bizde azalıyor, bizim çocuklarımız korkaklaşıyor, beceriksiz oluyor. Düşse kalkamıyor, sokaklarımız tenhalaşıyor, bunlara herkes gibi ben de dikkat ediyor ve yeriniyordum. Geçen son otuz-kırk yılın bize gizli gizli ne fenalıkları olmuş. Yalnız küçüklerimiz değil, büyüklerimiz de böyle. Bir zamanlar İstanbul'da kibarların ata binmesi, kibar delikanlıların servetlerine göre birden bir tavlaya kadar at beslemesi vardı. Şimdi ise kibarlardan birinin ata bindiğini, binebildiğini gördüğüm yoktur. Çok genç beylerin doğdukları günden beri ata binmediklerine yemin edilebilir.
Şu geçen otuz-kırk yıl içinde kolu ve gönlü güçlü adamlardan pek çok ziyanımız olduğu muhakkaktır. Buna karşılık, belki şık beyler yetiştirerek Avrupa’nın salon adamlarının taklidi… Kazandık mı, kaybettik mi?
Bu bayram beni kaplayan kara keder bulutlarından bir büyük parçasını savurdum attım. Çayır çocuk doldu, bizim taraflarda bu kadar çocuk bulunabildiği beni bahtiyar etmiştir. Hem nasıl çocuk, içlerinde vücudu sakat, eğri büğrü biçimsiz bir çocuk yok. Hâllerine göre hepsi güzel giyinmişti. Miniminilerinden ki bunların bir kısmı daha yeni yürümeye çalışan halisi yeni zamanın yeni fikirlerin çocukları idi. Onlardan bayağı büyümüş kızlara, hanım kızlara ve yarın delikanlı olacak, askere gidecek beylere kadar hepsini üç gün böyle uzaktan doya doya sevdim.
Bunların hepsi benim çocuklarım gibi gönlümde yer tutmuştu. Asıl sevinilecek tarafı şu ki: Bunların hepsi temiz, çevik, yaramaz çocuklardı. İnsan bunlarla ne kadar memnun oluyor. Bir bayram ki o zaman Fatih’te oturuyorduk. Cami avlusunda bir baba oğul görmüştüm, böyle günlerde daima aklıma gelen odur. Babası kara çember sakallı, otuz beş-kırk yaşlarında idi, bir memura benziyordu; mesela bir kalem mümeyyizi[7 - Büro çalışanı.] idi. Redingotunun kolları, pardösüsünün kollarından uzun düşmüştü. Koltuğuna şemsiyesini sıkıştırmış, şu şemsiyeden başka ayağındaki galoş potin kundura, taze kalıplanmış fesine kadar üstünde her şey pek yeni idi. Burnu akmış, fesi kulaklarına kadar geçmiş, elinde kırmızı horoz şekeri bulunan beş-altı yaşında bir çocuğun elinden tutuyordu .
Uzun uzun baba oğlu seyrettim, sonra birçok bayramlarda böyle daha birçok çocuklara tesadüf ederek mükedder[8 - Üzgün, kederlenmiş.] olurdum. Bir kere de Kadıköy’de tesadüf ettiğim bir çocuğa bayramda beygire binip binmeyeceğini sormuştum. Bana, tiyatroya gideceğini söyledi idi! Hasan’ın Tiyatrosu’na kanto dinlemeye gidecekti. Sonra da, biraz sonra anladım ki anası, ablası, hepsi bütün yaz, bütün kış Hasan’ın Tiyatrosu’na gitmişlerdi, Hasan’ın bütün kantolarını söylüyor ve oynuyorlardı. Hatta çocuk bile… Bir mucize çıkmazsa bu çocuktan kolu kuvvetli, gönlü kuvvetli bir babayiğit çıkacağına kim inanır?.. Yeni senelerin çocukları hakkında gönlüm böyle elemlerle, fena fikirlerle dolu olduğu için çayırı dolduran yavrulara dikkat ettim. Benim gibi haşarı, yaramaz, kuvvetli çocukları sevenlere tebşir[9 - Müjdeleme.] ederim. Çocuklar, istediğimiz kadar yaramazdı. Ucunda bir makara bulunan bir halkayı, on ayak bir merdiveni çıkarak akşamdan gerilen tele geçirip iki elleriyle halkaya asılıp kendilerini bırakıyorlardı. Tel, biraz eğri gerilmişti. Çocuk, çayırın bir başından öte tarafa uçuyor, öte tarafta iki kişi tutup indiriyorlardı. İhtimal, bu oyunu tehlikeli bulanlar da vardır. Fakat ilkin söyleyebilirim ki üç gün içinde yüzlerce kere uçan yüzlerce çocuk içinde beceriksizlik eden, düşen, ellerini bırakanlar olmadı. Kısa etekleri, parlak botları, ince bacaklarını örten siyah çorapları ile kızların; feslerinin yanından püskülleri dalgalanarak kayan erkeklerin bir tel üstünde çayırı bir baştan öteye uçtuklarını görmek bana bir cambazhanede oynayan güzel çocukları seyrederken duyduğum garip heyecanı veriyordu. Kızlar hızla tel üstünde giderken saçlarını yandan bağlayan kurdele rüzgâra kapılmış bir yaprak gibi çırpınıyordu. Çayırda atlar, eşekler de vardı. Çocuklardan biri inince beş-onu birden hücum ediyordu. Eşekler, bu kadar çocuk arasında kaldıklarına şaşırmış gibi idiler. Salıncak üç gün doldu boşaldı.
Bu salıncakların bende ne kadar garip bir hatırası vardır. Babam bana bu salıncaklar hakkında mümkün olduğu kadar fena şeyler söyler, beni bunlardan soğutmak isterdi. Bizim her bayram, Fatih Camii avlusuna onları seyretmeye çıkışımız vardı. Çok sene vardır ki onları görmedim. Şimdi hatırlarım, kenarı püsküllü perdeleri vardı. İçinde çığırtkan kızlar darbuka, zilli maşa çalarlardı. Bu kızlar pek ahlaklı, hayırlı şeyler olmasa gerek. Birtakım softa kırıntılarının, salıncakların etrafında bu kızlar için toplandıkları, bu kızlar için sarıklarını bir yana eğerek göz süzdükleri, hafifçe dil döktükleri şüphesizdir. Fatih avlusunu dolduran eşekler de vardı. Ben onlara binerdim. Fatih’ten Beyazıt’a kırk para ile çocukları taşıyan talikaları[10 - Talika: Dört tekerleğe sahip, üst bölümü kapalı, bir çeşit at arabası.] da bilirim. Bayram deyince çok defa bunlar birer birer hayalimden geçer. Eyüp’te bir büyük teyzemiz vardı, kocaman bir konakta oturur eski kibarlardan bir hanımdı. Her bayram ona gider, mendil alırdık. Şimdi şu önümde gülen oynayan çocuklarla o zamanki beni yan yana getiriyorum. Elbette bu yavrular benden çok daha iyi oynuyorlardı. Çocukluğum İstanbul’un ufak evlerinden birinin küçük bahçesinde geçmişti; pek ziyade sıkıldığım, lanet ettiğim mektep ile bu bahçe arasında geçen ömrümün ne kadar sıkıntılı, azaplı olduğunu tarif edemem. Sokak çocuğu olmasından korkularak çocuklara tatbik olunan bu işkence, insanın tahammülünün fevkindedir.
Parlak bir sema altında bu kocaman çayırda başıboş koşup eğlenen yavruların hâllerini gördükçe İstanbul’un rutubetli bahçelerinde hapsedilen arkadaşlarına derin derin acıdım.
Öğleden sonra çayıra, çocukların bu hâlini görmeye kadınlar da geliyordu. Rengârenk yeldirmeler, bir sürü kelebek gibi koşup kaçan çocuk fırtınasının arasında ne kadar hoş bir şey oluyor.
Merak ettim, acaba köyümüzün çocukları yalnız bu kadar mıdır? Bayramın ikinci günü evimize gelen misafirlerden sordum. Onlar haber verdiler ki büyük tepe buradan daha çok kalabalık imiş… Oh, çok şükür! Demek ki bizim köy çocuk doludur. Bizim köy, İstanbul’un pek zengin bir köyü değildir. Kadınları Zühre[11 - Zühre: Çoban Yıldızı.] ile çok az tanışırlar. Görülüyor ki daima meşru sebeplerle kanaat ederek bol çocuk yetiştiriyorlar! Zengin yerlerde ise bu hâl galiba aksi olup gitmektedir. Hanımlar, taravetlerinin bozulmasından, gençliklerinin zevalinden korkuyorlar. Memnu meyveye dudaklarını pek az sürüyorlar…
Bu bayram bununla teselli buldum, kendi kendime çocuklara dualar ettim.
Çocuklar neşedir, sevinçtir. Hayatın manasıdır. Bahtiyarlığın ölçüsüdür. Yaşayacak memleketlerin sokakları çocuk doludur. Mahallelerimizin, sokaklarımızın onlarla dolduğunu görmek beni ne kadar sevindirecek…
1913
ÇAMLICA’DAKİ KONAK
Hıfza çalışmak ve cami derslerine devam etmek için babasından pek çok dayak yedi ve işkence gördüyse de ne hafız oldu ne de derse gitti.
On üç-on dört yaşına gelmişti; bir gün babasının evinden kaçtı, mahallede şunun bunun yanında birkaç gece kaldı. Bir-iki geceyi de teyzesinin evinde geçirdi. Herkes babasından korkardı; onu hep iade etmek istediler, nasihat verdiler, oralardan da kaçtı. Nihayet kahve peykelerinde yattı, daha sonra sabahçı kahvelerine, kumar yataklarına, esrarhanelere düştü. Babasının evine dönmedi. Çünkü babası zalim, amansız, şerir bir adamdı. İmamlık ettiği mahallede ve hocalık ettiği mahalle mektebinde herkes ondan titrerdi. Âdeta mahallenin teneşire uzanmış ölülerini, onun ellerinin teması ürpertecek gibi gelirdi. Ona Arap Hoca derlerdi. Hakikat Arap mıdır, kimse bilmez ve dili çalmazdı; çehresi ise Arap’tan ziyade Acem’e benziyordu. Uzun bir sakalı vardı. Kaşları bitişik ve çoklukla çatık dururdu.
İsmail, babasından ayrıldıktan sonra bir gün, bir tesadüfle paşalardan birinin konağına bahçıvan olarak girdi. Bütün gün bahçede meşgul olur, acemiliğine rağmen çabucak öğrendiği çiçek yetiştirme merakıyla güzel, renkli renkli çiçekler yetiştirirdi. Paşa, onu mektebe de göndermiş, okuyup yazmayı böylece öğrenmişti. Konağın arkasındaki tahta kulübelerden birinde yatıp kalkardı; orada bahçıvanlık aletleri de dururdu. Bir gün, bahçede çalışırken genç bir kız gördü. Bu, konağa yeni alınan beslemeydi. İsmail, ondan sonraki günlerde hep onu görmek istedi, her yerde onu arıyordu. Günler böylece geçti. Besleme kız da ona yakınlık duyuyor, zaman zaman bahçede çalışırken gelip onunla konuşuyordu. Bu yakınlık, herkesin dikkatini çekmişti. Sonra paşa da buna muttali oldu.
Paşa, bir gün İsmail’i çağırttı ve kendisinin besleme Şemsifer ile izdivaç edip etmeyeceğini sordu. İsmail, önce utandı, yüzünü yere eğdi, ellerini göbeğinin üstünde bağladı. Duyulur duyulmaz bir sesle “Uygun bulursanız.” dedi. Büyük hanımefendi de Şemsifer ile konuştu. O da kabul edince ikisini evlendirmeye karar verdiler.
İsmail akıllı bir delikanlı idi. Paşa, onu, Posta Nezareti’ndeki kalemlerden birine yerleştirdi. Oraya çabuk alıştı. Bir süre sonra da düğünlerini yaptılar. Şemsifer ile İsmail, Zeyrek taraflarında bir eve taşındılar. Seneler böylece geçip giderken İsmail de Şemsifer de yaşlanıyorlardı. Derken günlerden bir gün Şemsifer hastalandı, yataklara düştü. Bir zaman sonra da öldü.
İsmail, artık İsmail Efendi olmuştu. Amma bu ölüm onu harap etti. Neredeyse eriyip gidiyordu o da. Bereket, çocukları olmamıştı.
Paşa, konağından yetişmiş İsmail Efendi’nin bu durumuna gerçi çok üzülüyordu. Zaman içinde paşanın nüfuzu da kalmamış gibi idi. Varidatı da gittikçe azalıyordu. Bu sırada İsmail Efendi’yi, konakta çalışanlardan bir kızla, bir Çerkez halayıkla evlendirmek istedi. İsmail Efendi, paşanın konağından çıkmış bir kadınla ikinci defa evleniyordu. İzdivaçtan sonra Zeyrek’teki evde yaşadılar. İsmail Efendi, bu zevcine de çok iyi muamele ediyordu. Fakat karısı hamile kaldıktan sonra hastalanıverdi. Hamilelikle bu hastalık kadını fena yapıyordu. İsmail Efendi, komşulardan yaşlıca bir kadından yardım istedi. Bu yaşlı kadın, zevcine bir ana gibi bakıyordu.
Doğum sancıları başladığında zevci iyice kötü olmuştu. Bütün gayretler semere vermiyordu. Nihayet bir sabah, doğum oldu. Ama karısı, doğan kızını göremeden gözlerini yumdu. İsmail Efendi’nin çırpınmaları semereli olmadı. Bütün bu gayretleri, o ihtiyar kadın bilir. İsmail Efendi’nin hayatını, izdivaçlarını, evdeki çabalarını, çocuğuna bakmak için çırpınışlarını, üzüntülerini, ağlayışlarını da bilir. Delikanlılık günlerindeki İsmail ile şimdiki İsmail Efendi’yi de iyi bilir. Fakat ondan ziyade bunu bilen bir ihtiyar Çerkez dadı idi, bu kadın da aynı konaktan çırak edilmiş eski bir kalfa idi. Onu vaktiyle bir adama vermişler, üç-dört sene onunla birlikte yaşamış, sonra o adam ölmüş, bu kalfa da üvey kızıyla eski efendilerinin evine dönmüştü. Bu kalfaya Emsal Kadın ve daha sonraları Emsal derlerdi. Üvey kızı Talât da on iki-on üç yaşına girdikten sonra babasının uşaklık ettiği efendilerinin yanına dönmüş ve üvey anasını terk etmiş idi; ancak ara sıra gelir, yoklar ve bütün bütün onu da bırakmazdı.
Kadının vefatına İsmail Efendi ağlamadı, zaten hiçbir şeye ağlamazdı; onun için bundan mükedder veya memnun olduğunu kimse anlayamadı, kızını baktırmak için bu ihtiyar kadını yanında alıkoydu.
Bu esnada Acıbadem yolunda ve Çamlıca’nın eteklerinde hali[12 - Boş veya tenha.] arsalar arasında bir de köşk yaptırmış idi. Güya neticeyi biliyormuş gibi bu tenha yerde tabına pek muvafık olan bu evi de yaptırdıktan biraz sonra Nezaret’te[13 - Bakanlık.] onca pek mühim bir değişiklik vuku buldu ve hiç de anlaşamadığı bir amir ile çalışmak mecburiyetinde kaldı. Bir müddet idare edecek gibi iken ve yavaş yavaş ümitleri de var iken günün birinde ona gizlice bir haber gönderildi ve istifa teklif olundu. Çehresinde hiçbir değişme yoktu, derin derin düşündü, kösece olmasına rağmen babasının sakalına benzeyen sakalını karıştırdı. Çünkü izdivaç ettikten sonra sakal salıvermişti ve çabucak silahını teslim etmedi. Ara yerde birçok haberler gitti, geldi; anlaşılan onun da tehdit edecek, korkutacak otları, tüfekleri varmış lakin pek az bir şey koparabildi ve tekaüde sevk olundu. Takriben elli beş yaşlarında bulunuyordu. Esmer, kuru bir adamdı ve saçlarında karadan ziyade ak vardı.
Bu köşk tozlu bir yolun kenarında ve birtakım boş arsaların ortasında yapılmıştı. Nadiren, tek bir uzun arabanın, perdeleri sallanarak yolun bozuk taşları üstünden geçip aşağı Kadıköy tarafına yahut Çamlıca’ya bir müşteri götürdüğü ve arkasında büyük bir toz bulutu bıraktığı görülüyordu. Yoldan insanların ayakları, arabaların tekerlekleri ile yahut rüzgârın savurması suretiyle kalkan bu toz bulutu, yazın sıcak günlerinde bir müddet havada kalır, sonra yavaş yavaş ağaçların yapraklarına, yolun kenarında çıkan otların, civardaki ekili bahçelerin sebzelerinin üstüne yahut odalarına, dolaplarına, çekmecelerine hatta kutularına kadar nüfuz eder ve onları hastalandırırdı.
Bu yapışkan ve nüfuz edici bir şeydi; bir-iki yağmurla bu otların, yaprakların üstünden çıkmaz ve onları cılızlaştırırdı.
Bu köşke taşındıktan sonra artık bütün günleri birbirine benzedi. Kız, ihtiyar dadının odasında büyüyordu, babası onu okşamaz, yüzüne gülmezdi ve evin içinde çocuk gürültüsü yoktu. Besime ya bahçede köşk kapısının önünde yahut dadının yaz kış içinden mangal çıkmayan sıcak odasının köşesinde kendi kendine oynar, söylenir bir çocuktu.
Evde daima bir hizmetçileriyle bir de aşçıları bulunurdu. Besime’nin çocukluğunda hesapsız aşçılar, uşaklar ve hizmetçiler bu evden gelip geçtiler; içinde az duranlar, çok duranlar oldu ancak hiçbiri buranın mutat olan sükûnunu bozamadı.
İsmail Efendi ayrı yemek yerdi. Sabahleyin kalkınca kahvesini kendi pişirir sonra bahçeye çıkardı. Bu bahçe şimdi artık onun yegâne eğlencesi, işi. Patlıcan karıklarının arasında gezer, kabaklarını, fasulyelerini dolaşır, saatlerce onlarla oynar ve dünyada en ziyade köstebeklerle uğraşırdı. Onu, civardan geçenler, ekseriya başı açık, arkasında uzun bir entari, belinden kuşağı bağlanmış, gözlerini açarak köstebeğin yeni oynadığı topraklara dikmiş, fevkalade mühim bir heyecan içinde, âdeta çenesi titrerken görürlerdi. Köstebeklere, onun bakla tarlalarının arasında eşinen kedilere cezası pek şiddetli idi. Bazısını ökçesinin altında çiğner, doyamaz; birtakımını diri diri ateşte yakardı.
Onu Tophanelioğlu’nda, yolun kenarındaki arabacıların kahvesinde, arkasında Şam hırkası ve hâlâ asker püskülüyle sallanan rengi uçuk fesiyle, elindeki ekşi elmadan dikenli bastonuna dayanmış su terazisinin önünde otururken görenler, kendisinin hayvanata karşı gösterdiği nefreti, hele böyle onun tarlalarının içinde oynayan köstebeklere gösterdiği cezayı hiç tahmin edemezlerdi.
Öğle zamanları, ekseriya, bu kahveye çıkıp akşamüstüne kadar oturuyor, kışın ise ya bahçesinde geziniyor yahut odasından dışarı bile çıkmıyordu.
Odasında ne yapardı? Bunu kimse bilmez. Parası nerededir? Ne kadar maaş alır? Nerelere saklar, kimseye göstermez. Odasında yerli kilitlere inanmayarak bir de asma kilit kullanırdı.
Dadıya gelince; o da acayip bir Çerkez’di. Burnunda gözlüğü, ekseriya bir şey dikmeye uğraşır ve pek muntazam bir hayat sürerdi. O da bir büyük hanımefendi olduğuna memnun görünüyor ve fazla bir şey istemiyordu. En ziyade dikkat ettiği şey vaktinde yatmak ve kalkmak, vaktinde yemek yemektir.
Kış, etraftaki harap bağ yerlerini karla örtüyor, uzaklar, Gazhane’nin üstünden görünen Maltepe’ye, Kayışdağı’na kadar bütün manzara zaman zaman dumanlanıyor; yazın, bütün uzaktan kırmızı kiremitleri görünen evlerin damlarından dalgalanan sıcak bir havanın olduğu belli oluyordu.
Besime yedi-sekiz yaşında Altunizade’de mektebe gidip gelmeye başladı. Her sabah, yaz kış köşkün arka taraf kapısından çıkar, koşa koşa duvarın yanında uşakların ve bahçıvanın oturduğu kulübeye gider, elindeki çantayı, sefer tasını verir, sonra kestirme olsun diye arka taraftaki tel kapıdan çıkıp boş arsalardan arka yola çıkar, gider, akşam da hemen aynı yoldan döner gelirdi.
Onun için mektep, sıkıntılı bir yer değildi. Otuz-kırk kadar kız erkek çocuk karışık oturuyor ve okuyorlardı. Dersler güç değil ve hoca pek müsait bir adamdı. Mektepten dönüp geldikten sonra bir parça daha serbest, biraz daha şen görünüyor, dadısına hevesle bazı şeyler anlatıyor ve bazen babasına bahçede tesadüf ettikçe bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açıyor lakin hiçbir şey diyemiyordu. Bu gevezelikler bir-iki saat bu evin mutat olan sükûnunda boğulur kalırdı. Yalnız, mektepten dönerken ve ekseriya mektepten aldığı neşeyle uşakları lakırtıya tutar, onlarla konuşur hatta şakalaşır ve gülerdi. Yaşı büyüdükçe, uşaklara karşı olan bu meyil ve heves, bu konuşma ve şakalaşmalar da arttı ve hepsinden ziyade Nail isminde genç bir çocuktan memnun olmaya başladı. Hatta ilk defa onun elinden tuttu, belki o zamana kadar diğer birinin de elinden tutmuş idi; ancak herhâlde bu defa onda başka bir hâl vardı. On bir yaşında bir çocuk olduğu hâlde kendisinde garip bir hâl husule geliyordu, bu heyecan bir iptila, bir meyil ve arzu-i deruni[14 - İçsel arzu, kalpten isteme.] idi ki onun sahih sebebi, hakiki amili asla keşif olunamaz.
Besime, Nail denilen bu uzunca boylu, kuru yüzlü, irice sivri burunlu, adaleli delikanlıya alaka etmiştir denilebilirdi. Hele onun üstünde damarlar teressüm[15 - Bir resim gibi canlanıp şekillenme.] eden elleri, âdeta mukavemetsiz bir heyecan veriyor, bazen mektepte dalıp bazen gece dadının odasında kitaplarını karıştırır yahut karalamalarını yazarken onu düşünüyordu.
O yaz mektep tatil olduğu zaman gidip gelme ve yol arkadaşlığına imkân kalmadıysa aralarındaki sevgi de ortadan kalkmadı.
Besime, on bir yaşında, gürbüz bir çocuktu; pembe derisinin altında kuvvetli, feyizli bir hayatın kımıldadığı görülüyordu. Bahçede hava tulumbasının altında yahut Nail’in odasında birbirlerine tesadüf ediyor, konuşuyorlardı. Şakalaşıyorlar ve bu sessiz kızın onu gördükçe yüzünde bir tebessüm dalgalanıyor ve damarlarında sıcak bir kan dolaşıyordu. Hatta o kadar ki biraz zaman sonra el şakası etmeye, vurup kaçmaya, kovalayıp tutmaya ve birbirini sıkıştırmaya bile başlamışlardı. Nail, on dokuz yaşında bir çocuktu ve her şeyi bilirdi. Besime’ye gelince, onunla olan muamelesini, evden, babasından, bahçıvandan, aşçı kadından âdeta bir günah gibi saklıyordu.
O esnada münasip bir fırsat zuhur etti ve bahçıvan bir gün hastalanıp gitti. Besime, babasının Tophanelioğlu’ndaki kahveye gittiğini ve dadısının uykuya yattığını kollar ve Nail’in odasına giderdi. Bu odanın tavanı alçaktı ve Nail’in yatağıyla bahçıvanın yatağı karşı karşıya dururdu. Bu odada ona her şeyden evvel tesir eden şiddetli bir bekâr kokusu, keskin ter kokusuna benzer bir koku vardı ve onu tahrik ediyordu; bu erkek kokusu idi. Nail, şüphesiz çirkin idi lakin erkekti, kuvvetli ve şiddetli bir erkek. Orada kâh birbirine hücum edemeyerek yalnız oturup konuşuyorlar kâh âdeta birbirini inciterek oynaşıyorlardı. Yalnız günün birinde, bu latifeler, pek ciddi bir şekil almış bulundu. Besime, âdeta hayran ve bir şey bekliyormuş gibi görünüyordu. Taze, henüz gürbüz bir çocuk vücudu olan vücudunu onun kollarının arasında hissediyor, onun demir gibi kollarını, yanağına dokunan boynunu, kızgın derisinin altında kımıldayan adalelerini duyuyor ve bu genç çocuğu kızgın, katı, sanki onu uyuşturan bir zehir gibi bekliyordu.
Besime, onun kolları arasında sıkıldığını hissetti ancak bu odanın kokusu, bu mekruh koku onu âdeta uyutmak istiyor gibiydi ve hiç hareket edemiyor, kendini bu ızdıraptan kurtaramıyordu. Birkaç lahza sonra, Nail birdenbire gevşedi, sanki latifenin hududunu tecavüz etmiş olduklarını anlar gibi. Birbirlerine hiçbir şey söylemeyerek, hatta yüzlerine bakmayarak ayrıldılar. Nail odanın arkasında fasulye sırıklarının arasına, Besime eve kaçtı. Besime, bu pisliği tamamen anladı mı? Mektep ona neler öğretti, herkes mektepte neler öğrendiğini elbette hatırlar. Ancak ertesi gün Nail’in hiçbir şey yokken, işlemiş gündeliklerini de almayarak savuştuğuna hiçbir mana veremediğine bakılırsa, herhâlde hiçbir şey anlamamıştır ve onu yalnız Nail’in orta yerden kaybolması müteessir etmiştir. Ondan sonra günler şiddetli iştiyak ile geçmeye ve arkasındaki zaif gömlek, vücudunu ateş gibi yakmaya başladı.
Onun yerine gelen, uzun boylu, iri kulakları yelken gibi iki tarafa açılmış, yassı kafalı bir Arnavut delikanlısıydı ve Türkçesi hemen hemen hiç yok gibiydi. Mektebe beraber giderken başını kaldırıp gözlerini açarak, o iri kulaklarıyla, yanında yürüyen Besime’ye bir tuhaf bakışı vardı ki onu âdeta korkutuyordu.
Ertesi sene, mektep terk olunmak mecburiyetini dadı ihtar etti, ondan sonra evde kaldı. Besime, kanlı, gürbüz ve güzel bir kız olmuştu. Daima vücudunda kuvvet hisseder ve bu hâl onu acayip bir surette rahatsız eylerdi. Yaz, uzun ve gayet sıcak gidiyordu ve bu evde günler hep birbirine benziyor ve derin bir sessizlik her tarafı ihata etmiş bulunuyordu.
Burası, sanki şehirle, civarıyla alakasını katetmiş bir yerdi. Sebzenin ve ağaçların yaprakları hararetten gevşiyor, kendini bırakıyordu. Eski bağ yerlerinin kenarlarındaki taş döküntüleri arasından kuvvetli aylandız sürgünleri çıkmıştı. Bir tarafta böğürtlen çalıları kim bilir ne zaman dikilmiş, duvar gibi sık yeşil duruyorlardı. Yolun kenarında sakız ağaçları arasında yine bu çalılardan vardı. Geçerken bu ağaçların köklerinde, kayaların, otların arasında birtakım haşerat sürünerek kaçışırlar, otları çıtırdatırlardı. Böcekler gece gündüz, fasılasız cızırdıyor ve sesleri bütün oraları dolduruyordu. Etrafta, uzaktaki köşkler, sanki boş gibi dururlardı. Yolun karşısındaki arsanın içinde eski bir konak harabesinin yegâne şahidi kalan iri bir ocağın ve büyük bir bacanın altında kendine bir odacık ve ineklerine bir ahır yapan bir sütçü oturuyordu. Fakat onun inekleri de sanki bu yaz böceklerinin sesini dinlemek istiyorlarmış gibi bütün az bir defa olsun böğürmediler. Bu sütçünün karısı, bu evin bir tanecik misafiri ve komşusu idi; çarşafı başında hemen her gün dadının odasına gelir, yaz kış odadan kalkmayan, yalnız kış oldukça bir köşeye çekilen, yaz oldukça erkân minderinin önüne kadar sokulan mangalın başına çömelir, hatta bazen dadıya ve kendisine birer kahve pişirir, bütün civar köşklerin, bütün etrafın dedikodusunu, havadisini sayıp döker ve giderdi.
Besime, onu yalnız dinler ve o Kadıköy’e gidecek oldukça ufak tefek şeyler sipariş ederdi. Besime’nin evde kimse ile konuştuğu yoktu. Nail’den sonra gelen Arnavut çocuğu az zaman durdu kaçtı, ondan sonra da ihtiyar iki adam tuttular. Babasıyla dargın gibi duruyorlardı. Bu baba kız, belki hayatlarının bütün imtidadınca[16 - İmtidat: Uzayıp gitme, sürme.] beş-on kelime teati etmemişlerdir. Münasebetleri, hemen kandil geceleri, ramazanın ilk gecesi, bayram günleri elini öpmekten ibaret kalıyordu. Elini öptürüyor ve ağız ile burnu arasından birkaç kelime mırıldanıyordu. Yahut bazen bir şey soracak olursa ve tesadüf ederse lakırtı ederlerdi. Zaten hayat o kadar basit, o kadar sade ve külfetsiz idi ki çok defa aralarında konuşacak lakırtı bulamazlardı.
Besime, akşama kadar yukarı odadan aşağıya iner çıkar, mutfak kapısına kadar gider, sabahleyin erken bahçede bulunur ve geceleri oturmayarak erkenden yatardı. Odasında kapalı, aç vakitler gezindiği, öksürdüğü duyulurdu; ne yapardı kimse bilmez. Bütün yaz böyle geçiyordu. Zaten bu sene daha kıştan uzun yağmurlar devam etmiş ve tabiat her nedense baharı hazfedip[17 - Hazfetmek: Çıkarmak, kaldırmak.] bütün çiçeklere ve kuşlara verdiği vaadi inkâr ederek birdenbire yaza intikal eylemişti. Şimdi her tarafta toz, her tarafta ter. Bir damla rahmet düşmüyor, bütün otlar, çiçekler kuruyor, yanıyor, bütün insanlar gevşek, kızgın, hasta geziyorlardı.
Besime, hiç kimseye bir şey dememesine rağmen, onun bir minderin üstünde uzanıp kaldığını, sonra vücudunun kuvvet ve diriliğine rağmen gevşek adımlarla, ancak sessiz, aşağı yukarı inip çıktığını görenler, bir parça muzdarip zannederlerdi. O, hiçbir şey yapmıyor, ufak tefek dikişten başka hiçbir şeye elini sürmüyor ve hiçbir şey bilmiyordu. Sabahleyin erken kalkıyor, kâh bahçeye inip geziyor kâh pencerenin önünde yazmacıların rutubetini kokluyor, sonra dadının odasına iniyor, aşçı kadınla birkaç lakırtı ediyor ve dadısıyla yemeğini yiyip tekrar öğle uykusuna uzanıyordu; bu uyku geç vakitlere kadar sürebilirdi.
Yalnız, bu âdet yaz ortasından sonra ufak bir vesileyle bozuldu. O vesile, onun ikinci alakası idi. Şu uzaktaki panjurlu köşke yeni bir uşak aldılar; bu çocuk, ihtimal kurağın devamından, kuyuları kuruyan köşke, inekçinin kulübesi yanındaki büyük bostan kuyusundan üstüne fıçı konmuş bir araba ile su taşırdı. Daha ilk gördüğü gün onun dikkatini celbetmiş idi; gürbüz, genç irisi bir oğlandı. Bacakları baldırlarına kadar sıvalı, ayağında bir ince pantolon, sırtında yalnız bir basma gömlek, başı açık, ayakları çıplak. Kovaları çekiyor, sonra arabanın tekerleğine basıp fıçının üstündeki büyük tahtadan yapılmış acayip bir dört köşe huninin içine döküyordu. Sonra tekrar tekne kovasını büyük kuyunun içine atıyor, ipi silkiyor, birkaç el çekip sonra tekrar atıyor, sonra tekrar fakat bu defa kuvvetle çekiyor ve kova ağza yaklaştığı vakit kulpundan yakalayıp arabanın tekerleğine basıp kendini yukarı kaldırdıktan sonra kovayı yavaş yavaş boşaltıyor, etrafa dökülen serin su damlaları tozları lekeliyor, otları canlandırıyor ve nihayet oralarını çamur yapıyordu. Besime, kafesin kenarına başını dayayarak uzaktan bu genç adamı seyretti. İnce mintanın göğsü açık, beyaz bir ten, sonra sıvalı kollarında, bacaklarında katı adalelerin şişip derisini kabarttığı belli oluyordu.
Fıçı doldu, ağzından sular taşıp yuvarlak karnını dolaşarak arabanın altına döküldü ve delikanlı kovayı arabanın yanına bağladı. Sütçünün karısı dışarıdan geliyordu, onunla konuştular. Sonra çocuk, arabanın kolları arasına girdi ve vücudunu öne vererek çeke çeke sürükleyip götürdü. Besime onu, gözleriyle eve girinceye kadar takip etmişti.
Ertesi gün öğle uykusunu terk ederek onu bekledi fakat göremedi. Sonra tekrar, sonra her gün… Uşak ekseriya geliyordu ve bir defa Şefika sütçünün kulübesine gitmişti. Orada iken öteki de kuyuya geldi ve bu defa yakından gördü, çocuk da onu gördü fakat yanında hiçbir şey anlayamadı. Öteki, daima hanımlardan hoş muamele görmüş, şen ve lakayıt, latifeci ancak bakir ve ismetli bir çocuktu, bu görüşmeler pek uzamamalı ve ayrılmalı idi ki o, yanında yanan ateşi görüp anlayabilsin…
Besime, yavaş yavaş onun Karahisarlı olduğunu, adının Abdurrahman olup kısaca Rahman diye çağırdıklarını ve evin efendisinin kendi hemşehrisi bulunduğunu, evvelce başka bir yerde çalışırken sonra bu kapıyı bulduğunu öğrendi. Her gün hatta geceleri mütemadiyen onu düşünüyordu, ona sokulmak istiyordu; yanına sokulmak, onunla konuşmak, kollarını tutmak heveslerini hissederdi. Kim bilir onun kolları ne kadar kuvvetlidir. Lakin kabil olmuyordu; her gün yeldirmesini giyip inekçinin kulübesine gidecek bir sebep icat etmeyi tabiat ona telkin ediyordu. Bu, evdekiler için değil, inekçinin karısı içindi. Bir gizli ses onu şüphelendirir, yaptığın bir günahtır, der dururdu.
Bu esnada ona bir ikinci iptila daha geldi. Âdeta bir günah gibi gizli, kısa ve sık sık icra olunan bir iptila…
Besime, vakit buldukça yukarı misafir odasına çıkıyor, büyük aynanın karşısında bir defa süratle soyunup çırçıplak oluyor ve böyle bir lahza aynada kendini seyrettikten sonra tekrar süratle giyinip odasına kaçıyordu. Hatta evvelce odasında hazırlanıp bir hamleyle, bir hareketle çırçıplak bir hâle gelebilecek kadar hazırlanır, sonra ayna karşısına geçip şu âdetini icradan sonra tekrar elbisesini giyerdi. Bazen giyinmek için odasına dönmüş iken bir ikinci defa aynı arzunun yanması ile büyük odaya döndüğü ve tekrar üstündekini atıp güzel vücuduna baktığı ve bu müthiş arzusunu teskin ettiği vaki idi. Bu, günde iki-üç defa, dört defa tekrar olunabilirdi ve ekseriya öğle vakitlerinin boğucu sıcakları bastığı ve bir fırın gibi yanan odasında dadının sersem olup kedisi bir tarafta, kendisi bir tarafta uyuduğu zamanlarda yapılıyordu.
İlkin, o derece şiddetli değil iken gitgide bu arzu bastırmaya başladı. Güzel vücudunu herhâlde hatta gece, idare kandilinin aydınlığında, dışarıda parlak mehtap varken her türlü tecrübe etti. Bu şiddetli bir lezzet olmaktan ziyade, acayip bir arzunun teskini idi; âdeta bir günah işlemek, ayıplanan bir harekette bulunmuş olmak zevk ve lezzeti idi. Bazı defa, dadısının ve inekçinin karısının yanında oturur ve onların sözlerini dinlerken birdenbire aklına geliyor ve yukarı gidip soyunmak zevk ve lezzeti ve biraz sonra vuku bulacak fiili düşünerek oturup kalıyor ve böyle hâllerde birdenbire hatırladıkça ziyade sevinçli oluyordu. Başkaları için pek haz verici olan bu taze vücut manzarası, kendisine mahsus değildi. O bunu bir gurur, iftihar ile değil, âdeta şehevi[18 - Cinsel arzu uyandırıcı.] bir gaşiyle,[19 - Gaşiy: Kendinden geçme hâli.] sanki başka bir vücuda bakarmış gibi bakmak için yapıyordu ve günler geçtikçe daha çok türlülerini yapmak hevesleri geliyordu. Kâh yavaş yavaş yarı beline kadar, sonra tamamen soyunuyor kâh tek tek bacaklarını açıp bakıyor fakat ne olursa olsun bütün bu manzaralar gayet çabuk bitiyor ve bu beyaz vücudun aksi aynadan döner dönmez heves de kesiliyordu.
Dadı ona dikiş nakış, yemek öğretmek isterdi ancak öğretecek kimse bulamıyordu. Hatta o zamana kadar komşulara bile gitmek istemezken artık buna bile katlanacak oluyordu. Besime’ye gelince, sonbaharda fevkalade ızdırap içinde kaldı. Kışın dönüşü onun için tükenmez bir azap olacaktı. Vâkıâ şikâyet etmiyor, kimseye bundan bir şey açmıyor lakin bu kış tehlikesi, bu endişe, göğsünde demir gölge gibi asılmış duruyordu. Hâlbuki tesadüf, ikisini birden sevindirecek bir şey icat edivermek lütfunda bulundu.
Bir sabah erken, daha Besime yatağında uyanık yatarken evin büyük kapısı çalındı. Bu nadir bir şeydi. Postacı bir mektup getirirse, eve yabancı bir adam uğrarsa yahut nadiren İstanbul’dan dadıya bir misafir gelirse bu kapı çalınırdı, yoksa onlar her zaman mutfak kapısından eve girerlerdi. Demek oluyor ki sabahleyin erken, yabancı bir adam gelmiş idi. Sonra ayak sesleri oldu, kapı kapandı ve yüksek sesler duyuldu. Sonra sükût geri döndü. Besime dinledi, başka ses yok, yalnız babası da uyanmış olacak, odasında kısa kısa öksürdüğü işitiliyordu. Acaba ne oldu? Pek ziyade merak etmekle beraber bekliyor, dinliyordu.
Sonra yavaş yavaş kalktı, giyindi ve dadının odasına indi. Bir kedi kadar sessiz ve tetik yürüyordu. Evvela kapıdan dinledi, içeride bir kadın ağlıyordu, dadı da onu teselliye uğraşıyordu. Sonra yavaş yavaş anladı; bu, dadının üvey kızı olacak.
Odaya girdiği zaman dadı ile mangalın başında karşı karşıya oturmuşlar, Talât’ın yüzü ağlamaktan kızarmış, hem yüzünü gözlerini siliyor hem anlatıyor; ayakta odanın ortasında duran aşçı kadın da ağlıyordu.
Eve yeni bir adam gelmesi, yeni bir vaka olması onları birbirine yaklaştırır, sevindirirdi. Besime odaya girince misafir ayaklandı.
Dadı da Besime’ye bakıp:
“Baksana bunu kocası bırakmış… Zavallı kız.” dedi.
Besime, müteessir, şaşkın Talât’ın yüzüne baktı. Besime, bir-iki defa daha gördüğü bu genç kadını daha iyi, daha güzel fakat daha esmer buldu.
Talât, orta boylu, esmer fakat yine yanaklı, parlak gözlü, parlak saçlı, şen ve ateşli bir kızdı. Vücudu, kuvvetli olmakla beraber, etli bir vücut gibi görünmüyordu. Onun çehresine bakanlar derhâl laubali ve neşeli bir kadın olduğunu anlayabiliyorlardı.
Bu kız, sonradan dadının vardığı bir eski uşağın kızı idi. Anası, bunu doğururken ölmüş, babası tekrar evleninceye kadar efendilerinin konağında büyümüştü. Sonra, bir müddet dadı ile beraber kaldı. Besime’den beş yaş kadar büyük tahmin olunuyordu. Tekrar eski efendilerinin yanına gittiği zaman hüsnükabul gördü ve küçük hanıma âdeta bir arkadaş, bir nedime gibi yapmak istediler; orada büyüdü, kız oldu, orada sevişti, oradan kocaya kaçtı. Konağın, Ayşe Hanım isminde ihtiyar, eski bir emektarı vardı; o geldi gitti bir-iki defa, kıza müşteri çıktı, nihayet bir vesile buldu evine götürdü ve Telgraf Nezareti’nde Hakkı Efendi isminde bir oğlu vardı, onun yanına çıkardı, kızın aklını çeldiler ve buna verdiler. Hanımlar razı olmamışlardı. Talât da reddolunduktan sonra artık vazgeçmiş görünürken günün birinde, bohçasını koltuğuna sıkıştırınca hem akşamüstü geç vakit Koska’dan aşağı Aksaray’a doğru Ayşe Hanım’ın evine kaçtı.
Vâkıâ, sonra hanımları onun kusurunu affetmişler ve tekrar görüşmüşler ise de bu defa kocasının evinden kovulunca onların yanına dönmeye cesaret edememiş ve birkaç gece Makineci Yahya Efendi namında birinin evinde misafir kaldıktan sonra bir kere de üvey anasının evinde oturup oturamayacağını tecrübeye karar vermiş idi.
Hikâye yeni baştan başladı ve nasıl olduğu, kaynanası olacak cadının, onu evvelce kandırmış iken sonra nasıl oğlunu kandırdığı, Hakkı Efendi’nin bunu nasıl dövdüğü, birkaç defa hem de çürük bere içinde bırakmak şartıyla dövdüğü, nasıl boşadığı anlatılıyordu. Bu esnada, dışarı sofadan İsmail Efendi’nin öksürüğü ve ayak sesleri duyulunca Talât fırladı: “Efendinin eteğini öpeyim.” dedi.
Dışarı çıktı. Besime, hayret içinde idi. Vâkıâ hayret edecek bir şey yoktu lakin bunlar alışmadığı hikâyeler, hareketlerdi. Sanki yorulmuş gibi dinliyor ve yeni bir adam gördüğüne gizli gizli seviniyordu. Talât, sakin bir çehre ile döndü. Besime, “Acaba babam bu kadına ne dedi?” diye düşündü, babası acaba bu kadına ne kadar soğuk bir çehre göstermiştir. Çünkü Besime, onun misafirden hoşlanmadığını bilirdi. Lakin iki gün sonra bu hususta aldandığını anladı.
Bir sabah erken kalktığı vakit bahçede onları lahana fidanlarının arasında gezerken ve yavaş yavaş görüşür gördü. Tuhaftır, demek babası bu genç kadından hoşlanıyor. Ne kadar âlâ, demek o, evde artık uzun müddet kalabilecek lakin gizli bir de eza duyması ihtimali vardır çünkü babası onunla hiç konuşmazdı, âdeta onun bu evde bulunduğunu unutmuş gibi görünüyordu. Besime, başını pencerenin kenarına dayayıp yarı mahmur düşündü. Onlar yavaş yavaş uzaklaşıyorlar, efendi fidanlarını, sebzelerini bu taze, bu genç, bu her tarafı hayat ile dolu dul kadına gösteriyor ve onu yavaş yavaş uşak odasının arkasına yaptırdığı yeni limonluğa doğru götürüyordu.
Sonbahar sabahı gayet latif ve hafifçe serin idi. İhtiyar, bu serinlik içinde, bu taze kadının mevcudiyetinden âdeta neşeleniyor ve bütün hayatında pek az gülen dudakları geç kalmış kır çiçekleri gibi ömür bir tebessümle açılıyordu.
Talât Hanım’a gelince, şen ve gürültücü idi; bağıra bağıra konuşuyor ve hoşuna giden ufak bir şeyden sonra güzel bir kahkaha atıyordu. Onun efendiye karşı tavrı senli benli fakat saygılı idi.
Besime’ye karşı olan tavrına gelince, onu âdeta akran kıyas ediyor ve onunla dertleşiyordu. Bunda o dert ne kadar şiddetli, ne temiz, çare bulunmaz bir dert idi. Bir parça fırsat olursa aralıksız ondan bahsederdi. Geldiğinin ilk günlerinde yalnız iftirak[20 - Ayrılma, dağılma.] tafsilatı ve kaynanasının bitmek bilmeyen hikâyesi ve menakıbı anlatılıyordu ve o söze başladığı vakit, Besime, elini çenesine dayayıp candan dinliyordu. Sonraları bu hikâyeler, daha ziyade hayat ve hararet peyda etmeye başladı. O zaman artık kış gelmişti. Besime’nin odasında sobayı güzelce yakarlar, ikisi de ellerine bir iş alırlar çünkü Talât aynı zamanda Besime’ye iş de gösteriyor idi ve hikâyeyi bir taraftan açarlardı. Ekseriya ikisi de odadan çıktıkları vakit gözleri bulanmış, kulakları kızarmış, dalgın bir hâlde kalırlardı zira Talât Hanım, hikâyenin bütün ölçüsünü, haddini, kıratını kaçırıyordu. Evvelce işin yalnız herkese hikâye olunabilecek kısımlarını söylerken sonra sonra hikâye olunamayacak kısımlarına geçmiş bulunuyordu. Bütün bu tafsilat içinde, kocasıyla alakalı bütün hususlar genç, dul bir kadın ağzında hırs ile dolu, ateşin ve tehlikeli bir hâl alıyordu. Besime, bekâretini sevk-i tesadüfle[21 - Sevk-i tesadüf: Rastlaşma sonucu.] kaybetmiş olduğunu dahi onun bu hikâyelerinden öğrendi. Nail, ondan bekâretini yok etmiş ise bu kadın da bu kış devam eden musahabelerinde,[22 - Musahabe: Görüşme, söyleşi.] onun ismetini kâmilen, en bucak yerlerine, en mahrem taraflarına kadar tamamen silmiş, götürmüş idi.
Besime, şimdi onların oturduğu mahalleyi, evi, sokağı, onun kaynanasını, öksürüklerini, kapının önünde dolaşan ayak seslerini, onun baş ağrılarını, mahalledeki komşuları, tahtaları sokağa doğru çarpılmış basık tavanlı odada, mangalın başında kaynanasının kendini ve oğlunu komşulara çekiştirdiğini, neler söylediğini… Sonra Talât’ın kocasını, boyunun, kolunun, budunun ölçüsüne kadar -çünkü Talât coştukça ayağa kalkıp veya yere uzanıp taklitlerine kadar yaparak anlatırdı- her şeyi biliyordu. Sonra, nasıl bu kadın onu konakta görmüş, ne kadar sevmiş, gizli aşikâr ona ne diller dökmüş, ne hediyeler getirmiş, sonra oğlundan nasıl bahsetmiş, sonra izin alıp evine nasıl götürmüş, oğluna nasıl göstermiş, göstermiş değil âdeta bir odada beraberce oturup yemek yemişler, lakırtı etmişlerdi. Onları evde yalnız bırakıp bakkala limon almaya bile gittiği olurdu. Daha sonra düğün ve bütün tafsilatı… Talât’ın kocasının sarhoş, sefih bir adam olduğu anlaşılıyordu lakin ne olursa olsun, genç ve sevimli bir adamdı. Bu genç kadın onu unutamıyordu.
Bütün bir kış, hararetli ve geveze bir genç neler anlatabilirse hepsini tekrar tekrar söylemişti. Besime, bazen tebessüm ederek ve ekseriya dalgın dinleyerek bunları ezberliyordu, bazı taraflarında hikâye onu ya pek müstefit ettiği veya ona pek leziz bir heyecan verdiği için, “Evet, nasıl olmuş? Bir daha söyle.” diyecek olur lakin derhâl susar ve hiçbir şey söylemezdi. Ve bütün bu hikâyelere mukabil, o, Talât’a hemen hiçbir şey söylemedi. Besime alışık değildi, hissiyatını söylemek onun için kabil olamıyordu, adi muhaveratında bile güya birçok adamların içinde gizli bir şey söylemek, karşısındakine, diğerlerine sır vermeyerek maksadını susturmak isteyen bir adam hâli vardı.
Bütün bir kış içinde yalnız Talât bir-iki defa eski efendilerinin evine gitti ise de orada bir geceden fazla kalmayıp geldi. Vâkıâ, onlar eskiyi unutmuşlar, onun felaketine teessüf etmekte idiyseler de Talât, Acıbadem’i tercih ediyor ve öteden, daha doğrusu hizmetten kaçıyordu. Tekrar gidip hizmetçi olmak ona ağır gelirdi, beri tarafta bir nedime hâlinde bulunmak vardı.
Hava müsait oldukça inekçinin evine gidiyorlardı, komşulardan da bir-iki defa gidip gelenler olmuş idi; böyle misafir geldikçe onları Talât karşılar, alır, oturur, konuşur ve Besime bir köşede sade dinlerdi. Bu hâl Talât’a, âdeta bir ev hanımı hâlini veriyor, dadıya da büyükhanım mevkisi bahşediliyordu.
İsmail Efendi’nin şimdi her sabah kahvesini o pişiriyor ve saatlerce odasında kalıyordu. Besime birçok defa parlak gözlerini süratle etrafında gezdirerek gölge gibi babasının kapısına yaklaşır, içerisini dinlerdi. Fakat her defasında kendisince ehemmiyeti olmayan şeyler işitirdi. Mesela, ilk defasında Talât’ın bir yemek tarif ettiğini, bir ikinci defasında ise Tevfik Efendi’den bahsettiğini duymuştu. Tevfik Efendi, onun kapısında büyüdüğü efendinin ismiydi ve kendisi uzun müddet mutasarrıflıklarda gezmiş bir adamdı. Şimdi o da mütekait oturuyordu ve Talât’ın ifadesine göre pek zengin bir adamdı lakin parasını yemezdi, evine barkına her ne kadar güzel bakar ise de fazla masraftan da hoşlanmazdı. Besime, bir-iki defa da hep bu Tevfik Efendi hikâyelerini anlayamamıştı. Acaba muttasıl Tevfik Efendi’den bahsetmeye neden lüzum görüyordu?
Bu kış, Talât’ı gelip arayan hatta gece misafir kalan bazı kadınlar da olmuştu. Bunlar bazen Besime’nin yanında bazen yalnız başına oturur konuşurlardı. Talât, kocasının tekrar evlenmek teşebbüsünde olduğunu duyunca fevkalade müteessir oldu; bu havadis genç kadını sarstı, ağlattı, coşturdu, evet, âdeta şimdi onu boşuyormuş, güya şimdiye kadar dargın değillermiş gibi kızdı, beddua etti. Bu hiddetlerin, bu bedduaların ve inkisarların kahrını Besime çekiyordu. Onun odasına kapanıyorlar, ta evlendiklerinden tekrar başlıyor, söylüyor ağlıyor, söylüyor ağlıyor ve sözlerini nöbet nöbet gözyaşları kesiyordu. Kâh hiddet hâkim oluyor ve kızgın bir ateş gözlerini parlatıyor, gözyaşlarını da kurutuyordu. Eğer birkaç gün sonra gelen bir kadın, izdivacın bozulduğu haberini getirmemiş olsaydı belki Talât hastalanacaktı çünkü birkaç gün içinde fark olunacak kadar zayıflamış ve gözlerinin etrafını hafif siyah bir daire çevirmişti. Bu kadın, şüphesiz, kocasını seviyordu, bundan başka bir erkeğe refakat edecek bir sinde bulunuyor ve bu mahrumiyet onun ruhunda bir muvazenetsizlik husule getiriyordu.
Besime, Talât’ın zayıf zamanlarından istifade eder, bir kelime sormayarak, hiçbir şey sormayarak onu dinler, yatağında yalnız kaldığı vakit pek az zamanda öğrendiği bu şeyleri hazmedemediği için uzun müddet uykusuz kalırdı. Besime için artık, Talât’tan ziyade ona gelip giden kadınlar makbul oluyordu. Talât’ın bütün hikâyelerini, bütün esrarını dinlemiş ve öğrenmiş bulunuyordu; hâlbuki şu kadınlar ona yeni bir âlemin esrarını faş ediyorlar, kendi mahallelerini, muhitlerini nakli tersim ediyorlardı.[23 - Nakli tersim etmek: Somutlaştırıp resmederek anlatmak.] Şu üç-dört sokaktan ibaret mahalleyi evlerine, kadınlı erkekli komşularına, sokağından geçen satıcılarına, anlarına, saatlerine, adlarına, bütün mahalle halkının hemen bütün gizli aşikâr dertlerine, elemlerine, sevinçlerine, dedikodularına kadar öğreniyordu. Hele, bazı tafsilat nakil olunuyordu ki bunların ne suretle öğrenildiğini, nasıl olup da bu kadar mahrem, bu kadar derin münasebetlere vukuf hasıl olduğunu anlamak mümkün olmazdı. Bir de bu komşu hanımlar, kadınlar, bu yolda şayanı dikkat eserler vücuda getiren bazı ihtisas sahibi müelliflerimizi hayran edecek kadar sanatkârdılar. Onlar, hikâye ederken bir tertibi mahsus takip ediyorlar ve ihtimal olayları da kendi keyiflerine göre tahrif ediyorlar, değiştiriyorlar ise de sanatta gerçekçilik mesleğine sadakatlerinden şüphe caiz değildir.
Besime’nin, bunlardan fevkalade istifade ettiği ve bu hayatta kendine lazım olacak birçok şeyler öğrendiği muhakkaktır. Hatta başına nasılsa bir kazadır geldikten sonra kocaya varması iktiza ettiği vakit ilaçlanan bir kızcağızın hikâyesini bile onlardan dinlemişti. Onun için, Talât’ın bu misafirlerini daima memnuniyetle karşılar ve lezzetle dinler, işittiklerini asla unutmazdı.
İlkbahar üstü Talât bir-iki defa gidip bir-iki hafta kadar dışarıda kaldığında, sorulunca, “Filan hanımda idim, salıvermediler.” diyordu. Bir aralık, eski kocasının tekrar kendini almak istediğinden ve Üsküdar’da Şeyh Camii’nde bir ev tutup kaynanasından ayrı çıktıklarından bahsetti ise de bir müddet sonra bir daha bunu da kale almadı ve günler geçtikçe hâlinde bir sabırsızlık, bir sıkıntı hasıl olmaya başladı. Hiçbir şeyle kendini teskin edemiyordu, yavaş yavaş bu evin mutat olan derin sükûtu onu da yutacak gibi görünüyordu. Havalar henüz sık sık dışarı çıkacak kadar müsait devam etmiyordu, ekseriya yağmur yağıyor ve bazen müessir bir soğuk onları odalara kapıyor ve soba yaktırıyordu. Konuşulacak bütün şeyler kışın söylenilmiş bitmiş idi. Besime, yeni bir kadının geldiğini kollayıp duruyor ve ara sıra güneş görünüp havanın mavi yüzü güldükçe yine ayna karşısında soyunmak âdetlerine dönmeye başlıyordu. Bu, işsiz geçen günlerin, sessiz saatlerin hemen yegâne tesellisi idi ve bu garip zevk onu terk etmemekte ısrar ediyordu.
Talât’ın en ziyade saatleri efendi ile geçmeye başlamıştı. Ekseriya öğle yemeğinden sonra onun kahvesini götürür ve karşısında yere oturarak saatlerce onunla konuşurdu, dereden tepeden, gelmiş geçmişten her şeyden bahsederlerdi. Sonra, efendi bahçeye çıkarsa yahut kahveye giderse o da ya dadının odasına yahut aşçı kadının yanına geçer ve yavaş yavaş onunla çene çalardı. Çünkü Besime, onu yalnız dinleyecek bir alet gibi idi ve cevap vermez, sual sormaz ve iktiza ederse bile en kısa cümlelerle fikrini ifadeye uğraşırdı; Talât’ın ise dinletecek şeyleri artık bitmiş bulunuyordu.
Bu hayat uzamaya ve ağır ağır sıkmaya başlamıştı, bu esnada yeni bir vaka, yeni bir cereyan ihdas etti. Bir gün öğle yemeğinden biraz sonra Besime odasında oturmuş yorgan çarşafını söküyordu, Talât’ın koşarak merdivenleri çıktığını duydu, sonra kapı açıldı, yüzü gülüyordu.
“Küçük hanım, bizim kalfa ile Dilber geldiler, aşağı gelsenize.”
Besime başını çevirmiş bakıyordu, kendilerini hiç görmediği, fakat isimlerini pek çok işittiği bu ihtiyar azatlı kalfa ile bu cariyeyi tanıdı. Bunlar, Hasip Efendi konağı takımından idiler, Talât da ilave etti ki Zehra Hanım için söz kesilmiş, düğün olacakmış, onun için Talât’ı almaya gelmişler, düğün tedarikinde ufak tefek yardımı olsun diye istiyorlarmış. Mamafih, güya memnun değilmiş gibi görünmek istiyordu.
Misafirler Haydarpaşa’ya çıkmışlar, araba bulamamışlar, epeyce dolaşmışlar, nihayet bir ihtiyarı tutabilmişler ise de evi bilmiyorlar, onun için Tophanelioğlu’na kadar gitmişler, oradan sormuşlar, tesadüfen İsmail Efendi oradaymış, o tarif etmiş, gelebilmişler. Talât Hanım:
“Efendinin şal hırkasından utandım, inşallah İstanbul’a gidersem bir hırkalık getireyim.” diye âdeta ihtiyara vesayet eden bir ev hanımı gibi söylüyordu.
Besime yavaş yavaş aşağı indi. Kalfa, saçları kınalı, başı hotozlu, yaşı elli beş-altmış arasındaydı; güler yüzlü bir kadındı ve köşeye oturmuş, onu görünce pek ziyade memnun olup çeneleri açılan dadı ile fesahat[24 - İyi ve etkili söz söyleme.] yarışına çıkmış görünüyordu. Bu iki kadın da Çerkez oldukları hâlde kendi lisanlarını kaybetmişler ancak telaffuzlarını ıslah edememişlerdi ve nedense mustalah[25 - Ağdalı bir dil kullanarak konuşma.] konuşmak zevkinde olduklarından, birbirine pek nazik ve başkalarına pek gülünç oluyorlardı.
Besime, bu kalfanın eteğine uzanır gibi yaptı. Bir zamandan beri Talât’tan öğrendiği bu etek öpmeyi ne zaman, ne suretle, kime karşı yapacağını layıkıyla bilemiyordu ancak ihtiyar kalfanın güzel yüzü onda böyle tazim hissi vücuda getirmişti. Bu terbiyeye kalfa hayran olmuş olacak ki ayağa kalktı:
“Estağfurullah, yavrum, evladım. Etek öpenlerin çok olsun, maşallah yavrum.” dedi ve yanaklarından öperek yanına, erkân minderine oturttu.
Bıraksalar belki Besime, Dilber’in de eteğini öperdi ancak tarzı kabul[26 - Kabul şekli, tarzı.] onu şaşırttı, sıkıldı ve kalfanın yanına sokulup oturdu. Dilber hemen yerinden kalkıp küçük hanımın eteğini öptü, bu suretle merasimdeki kusur örtüldü.
“Nasılsın evladım? İnşallah keyfiniz, hatırı şerifler iyidir yavrum.”
Kalfa, şüphesiz bu terbiyeli, bu taze çocuğa hayrandı. Dadı pürgurur, Besime birkaç anlaşılmaz şeyler söyledi ve dadı fırsatı kaçırmadı. Besime’yi ilk defa methediyordu:
“Bizim hiç şüphemiz yok efendim, kızımız maşallah saf altın gibidir.”
Besime için bu kadınlar yeni bir tavır ifşa ediyorlardı, bunlar eskiler değildi. O, Talât Hanım’a gelip giden takımdan kadınlara benzemezdi. Bunlar, şu karşıdaki sütçünün karısı cinsinden de değil, bunlar karşıdaki sarı köşkteki hanımlara da benzemezdi. Mektebe gidip gelirken de bunlara benzerini görmemiş bulunuyordu. Bunlarda, onun anlayamadığı bir tarz vardı. Hotozlu hanım görmüştü ancak bu kalfanın hotozu, oymaları onlara benzemiyordu. Şu karşıda oturan kız bile yeni bir numuneydi, kalfasının yanında ara sıra söze karışmak cesaretini buluyordu. Bir yer minderinin üstünde, dizlerini yana kıvırıp oturmuş, dokuma kuşağının püskülleriyle oynuyor. Vücudu gayet nahif ve çehresi ince, özellikle burnu yüzüne ilk bakıldığı vakit nazara nahoşluk verecek kadar zayıf ve sivriydi. Bu burnun nahoş tesiri olmasa gözlerinde gülen tebessüm insana bir inşirah ve muhabbet verebilecek kadar parlaktı.
Kalfa, hayran, dönüp dönüp yanında oturan Besime’ye bakıyor, sonra bir ihtiyar hanımefendi tavrıyla tekrar söze başlıyordu. Besime, kumral saçları arkasında iki örgü örülmüş, başında bir beyaz yemeni, pembe çehresi, parlak gözleri -ah hele o ateş saçan parlak gözleriyle- nadir güzellerden bir çocuktu. Kalfa baktıkça beğenmeye başladı hatta lakırtı sırası getirip:
“Allah kızıma da hayırlı bir koca, bize de böyle bir gelin nasip etsin.” demeye başladı.
Dadı, misafirlerine yemek çıkardı ve gece salıvermeyeceğini söyledi. Her iki taraf da antlar, yeminler ettiler ise de nihayet büyük hanımefendinin pek meraklı olduğu, behemehâl dönmek lazım geldiği anlaşıldı.
Dadı, vaktiyle yine bu evden azatlı kalfanın kapı yoldaşı ve Talât’ın babası olan adamla izdivaç ettiği vakit, bu kalfa, ona pek büyük şefkat göstermiş ve kısa bir zaman süren bu izdivaç hayatında birçok kereler dadının evine gelip gitmiş fakat Besime’nin validesinin vefatından sonra görüşmeye imkân kalmamış ve nihayet bu Çamlıca’da ikamet onları da birbirinden uzaklaştırmış bulunuyordu.
Bir buçuk, nihayet iki saat süren şu misafirlikten, geç kaldık telaş ve endişeleri içinde Talât’ı da beraber alıp çıkıp gittiler. Onlardan sonra, Besime’nin gönlünde bir boşluk, mahzunluk kaldı.
Herkes onu bu evde, bu sükût içinde, yüzüne bakmayan baba ile şu ihtiyar dadı arasında, çok zaman gelip giden ve değişen aşçı kadınlar ortasında bırakmakta ittifak etmişlerdir, zannolabilirdi. Hiç olmazsa uşaklardan bir görüşecek kimse olsa… Ta kaç sene var ki tutulan bahçıvanlar hep bıyıkları kırlaşmış Arnavutlardan, ihtiyar Anadolu köylülerinden ibaret oluyordu.
Kış geldikten sonra da uzaktaki sarı köşkün uşağını ancak iki defa görebilmiş idi. Evvelce bu yalnızlığın ağırlığını, bu sessiz, hadisesiz, değişmez hayatın tazyikini bu derece şiddetle hissetmezdi. Şimdi, böyle yeni şeyler öğrendikçe, yeni kadınlar görüp sevildikçe, okşandıkça, onlardan ayrılmak ruhuna bir ızdırap veriyordu. Bu ızdırap sürüp gitti.
Kalfa, Dilber, Talât arabaya binince ilk lakırtı Besime’den bah-soldu. Kalfa, derhâl pek güzel bulduğunu, pek temiz bulduğunu, pek hanım kadın gördüğünü söylemeye başladı; Talât, pek sessiz bir taze olduğunu ilave etti; Dilber gözlerini, saçlarının uzunluğunu methetti ve ta vapura kadar, sonra köprüyü geçinceye kadar, sonra tramvayda muttasıl, uzun uzadıya hatta söze karışan bir-iki hanıma da tarif ederek bu lakırtıyı konuştular. Oğluna genç kız arayan orta yaşlı bir hanım, evi salık aldı. Eve gidince Besime’nin vasfı tazelendi, uzun bir destan; ne taze, ne körpe, ne sessiz taze… Hanımlarda bir-iki gün dinledikten sonra Besime’yi görmek hevesleri uyandı, zaten evde evlenecek bir genç çocuk olunca bu tariflere fazla alakadar olmak tabiiydi. Büyük hanım merak etti, Hasip Efendi görmek istedi. Zaten, Talât’ı alıp gelince ne kadar da mahzun olmuştur. Gelin hanım da bir parça şımarmıştı, o da arzu beyan etti ve nihayet Talât’ı gönderip Besime’yi ve dadıyı davete karar verdiler.
Bir sabah, Besime henüz kalkmıştı, Talât’ın sesini duydu, sonra dadı odasına gelip söyledi, Talât kapının önünde ve dadının arkasında duruyordu.
Âlâ, ancak Besime ne giyecek? Talât, ilk geldiği vakit anasının eski bir feracesini bozup bir çarşaf yapmışlardı, bu çarşaf henüz yeni duruyordu ancak içine giyecek bir şey yoktu. Uzun bir müzakere yaptılar, nihayet ufak dallı beyaz entariye karar verildi, o zaman efendiden izin almak hatıra geldi. Dadı gitmeyecek, hem dizleri ağrıyor hem de efendiyi yalnız bırakmak münasip değildir, düğün olursa o zaman gelir; zaten Besime de üç-dört geceden fazla kalmamalıdır. Vâkıâ senelerden beri, efendi ile üç-beş kelime konuşmuş lakin onu da hiç yalnız bırakmamıştı. Bu ne acayip bir sadakat numunesi oluyordu. Âdeta dadı ile efendi arasında Besime’nin anasından dolayı unutulmaz bir hatıra, bir kin yatıyor gibi görünürdü. Lakin ne dadı bundan bir kelime söyler ne de efendi kimseye bahsederdi. Efendiden izin almak meselesini Talât deruhte etti ve hemen bahçeye koştu, tekrar geldi, “İzin verdi.” dedi. Talât istedikten sonra, babasının izin vereceğini Besime bilirdi. Hazırlandılar; Talât, arabayı gidip gelme tutmuş, herif beklemez diye acele ediyordu… Bir lokma bir şey bile yemeyerek yola çıkıyorlardı. Dadı, ihtiyaten vapurda bir şey lazım olursa alırsınız diye fazladan birkaç da bozukluk para verdi.
Besime’nin ilk seyahati… Babasının elini öpmeye gitti ve içinde anlaşılmaz bir sevinç ve heyecan vardı; bunun tesiriyle ilk defa bu gülmez çehreyi sevdi, ilk defa ona sokulmak arzusunu hissetti ve yüreğinden taşan bu heyecan ile o zamana kadar babasının elini öperken bu defa entarisinin eteğini öptü. Öteki, bir taş parçası gibi cansız ve manasızdı. Yalnız o da kızına derhâl izin verdi, entarisinin cebinden kırmızı kesesini çıkardı, içinde üç mecidiyeyi aradı:
“Al.” dedi. Bu birinci defa idi. İlk defa evinden çıkıp üç-dört saatlik bir yere gidecek idi. Dadı yüzünden öptü; yeni gelen ihtiyar aşçı kadın, başına örttüğü yazma yemeninin iki ucunu tepesine kaldırıp kapıya kadar geldi. Köşkün çamursuz örülmüş taş duvarı önünde bir eski tek araba duruyor, arabacısı ve beygiri uyukluyordu. Bu arabanın rengi uçmuştu, üstüne gerilmiş muşamba kopmuş, tekrar dikilmiş yamalı paçavralardandı, tekerlekleri doğru duramıyordu. Besime ve Talât, arabacıyı uyandırıp arabaya bindiler; beygir sallandı, yürümeye ve bu harabeyi bozulmuş, oyulmuş, çamurları katılaşıp kazıklanmış yolda sarsıp titreterek sürüklemeye başladı.
Etrafta sümbüli bir ilkbahar havası kokuyordu, ağaçlar çiçeklenmişlerdi. Erenköy tarafları sisli, Haydarpaşa’ya doğru evler ve büyük Karacaahmet Mezarlığı’nda serviler taze ve parlak renklerle görünüyordu. Haydarpaşa’ya iniyorlardı, ara sıra tren düdükleri duyuluyordu.
Besime dalgın, hiçbir şey düşünmüyor, içinde mutat olmayan bir inşirah hissediyor gibi görünüyor, taze çehresi hafifçe solgun, güzel gözleri sanki bir parça büyümüş gibi duruyor ve muttasıl arabacının omuzunun üstünden yola bakıyordu. Talât şen ve güler yüzlü idi, bir şeyler anlatıyordu.
Besime, onun neler söylediğini duyduğu hâlde bilmiyordu; yalnız, ara sıra bir kelime ve o kelimenin cazibesiyle sürüklenmiş birkaç kelime daha yahut bir cümle… Bir aralık Besime sanki uyandı, lakırtıları işitmeye başladı:
“Allah ömür versin beni sever, öteki efendilerim de severler ama beyefendinin hâli başka gönülsüzdür; öyle ya, konuşmasa konuşmaz, hem çok lütfunu gördüm.”
Besime, bir müddet düşündü, Talât acaba kimden bahsediyordu?.. Sonra yavaş yavaş anladı, babasından bahsediyordu, o zaman iyice dinlemeye başladı. Acaba babası Talât’a ne lütfetmiş? Hem bununla oturur konuşur imiş, vâkıâ burası doğru, babası bahçıvanlarından bazılarıyla konuşur bir de bu Talât Hanım’la. Anlaşılan bu Talât Hanım’dan hoşlanıyor, acaba daha başka ne lütuflarda bulunuyordu? Şüphesiz bugün de yeni bir lütfu tekerrür etmiş idi ki Talât onu vesile ederek bu söze başlamış olacak. Besime’de daima şiddetli bir tecessüs hissi bulunurdu lakin bunu asla izhar etmezdi, bu defa da hiçbir şey sormadı ancak sözün alt tarafından anladı ki babası ona gidip orada kaldın diye şikâyet ve sitem etmiş ve babası buna para da verirmiş, Talât itiraf ediyordu, yalnız bir şey söylemiyordu. O da İsmail Efendi’nin sözüdür ki bir gün ona bir lira verdikten sonra sarf etmiş idi:
“Benim para verdiğimi kimseye söyleme, bin türlü mana verirler.” demiş idi. Ne mana verecekler? Kim verecek? Talât, buralarını sormuştu ancak kafasında bir şimşek çakmış bulunuyordu, demek bu ihtiyarın henüz kanı soğumamış, henüz bir taze dul kadın ile arasında birtakım dedikodular düşünüyordu.
Buralarını Besime’ye söylememişti ancak o zamana kadar para alırken sıkılırdı, sonraları bunu âdeta bir hak gibi telakki etmeye başladı; vâkıâ bu lakırtı bir daha tekerrür etmemiş ve nişaneyi ateş ve muhabbet bundan ibaret kalmış ise de Talât güya, “İşte, benden hoşlanıyorsun ya; sana kendimi vermiyor isem de civarında kadınlığın dolaştığını görüyorsun, hissediyorsun ya; ben bu paraları senin mürüvvetin sayesinde değil şu güzel vücudum sayesinde kazanıyorum.” demek ister gibi görünüyordu.
Bir ufak nişane daha görse belki bunda daha ziyade ileri gidecekti, o zamanda pek çok paraya muhtaç bulunmuyordu.
Besime, babasının bu lütufkârlığını manidar buluyor ve bunun ne demek olduğunu biliyor ise de kati hüküm vermiyordu. Buna zaten lüzum da yoktu. Boyaları solmuş, tahtaları çürümüş birkaç evin arasından geçtiler, Ayrılık Çeşmesi’ne doğru saptılar ve çayırın nihayetindeki geçitten iskeleye geldiler. Uzun, tahta iskelenin bir köşesinde kadınların bekleme yeri bir ufak kulübeydi; sıra ile üç-dört hanım deniz tarafındaki pencerenin önünde oturuyorlar ve hiç konuşmuyorlar, iki genç Yahudi matmazeli ayakta konuşuyorlardı. İskelede vapur yoktu, orada oturmaya mecbur oldular. Besime, peçe altında yürümesini şaşırıyor ve sıkılıyor ancak kendini etrafındaki nazarların isabetinden muhafaza ettiği için pek memnun oluyordu hatta bekleme yerinde erkek yoktu ve bütün kadınlar peçelerini kaldırmış bulunuyorlardı, buna rağmen o peçesini açmak istemiyordu.
Talât’a gelince, o tamamen bunun aksiydi; yüzüne dik dik baktıklarını isterdi. Kendini göstermek için çarşafını gayet aşağıdan iliştiriyor, her vakit göğsü açık bir ceket giyiyordu, onun için peçesini indirdiği vakit bile bu peçe çarşafın birleştiği yer arasında beyaz bir leke gibi memelerinin arası yahut biraz daha yukarısı görünürdü. Peçesini kaldırmaya imkân buldukça alnından bir tura görünür, bir demet güzel siyah saç, peçesini indirdikçe kenarından çıkmış avare iki-üç teli bile kâr sayar, bu hâl ona biraz da müptezel bir kadın hâli verirdi.
“Peçeni kaldırsana…”
Besime yavaşça:
“Yok, rahatım.” dedi.
“Kaldır kaldır canım, burada kim var? Erkek yok ya.”
Bu bir erkek kadın meselesi değildi. Besime, odasında yalnız kaldıkça erkekleri düşünürdü ve erkeklerden hiç korkmazdı ve onda anlaşılmaz bir hırsı tehalük,[27 - Bir şeye ulaşmak için güçlü bir istekle can atma hırsı.] genç bir erkeğe sokuldukça vahşi bir zevk ve lezzet canlanırdı; ancak bu bir erkek meselesi değil. Erkek kadın kim olursa olsun, âdeta onun yüzüne bakarlarsa sanki onun düşündüklerini anlayacaklarmış gibi gelirdi, bundan pek ziyade korkar gibi görünüyordu. Karşılarında oturan hanımların dördü de birbirini tanıyorlar ve ara sıra birkaç kelime konuşuyorlardı. Bunların hepsi, artık kadınlıklarının son müellim[28 - Elem, acı veren.] günlerini yaşayan kibar hanımlardı ve fevkalade süslenmişlerdi, hepsi pudralı idiler. Hele bir tanesi uncu çırağı gibi, bembeyaz düğün sürenlerde olduğu gibi dişleri siyah ve gözleri kanlı görünüyordu. Bu hanımların elbet birer kocaları vardır… Kim bilir bu hanımlar bu yaşa gelip böyle çirkin olmadan evvel belki güzelmişler. Acaba hâlâ kocaları onlara öyle bakarlar mı diye düşündü, ya bu Yahudi kızları, bunlar şüphesiz henüz bekârdırlar. Bir genç taze ile bir ihtiyar hanım daha geldiler, galiba ana kız olacaklar, Talât’ın yanına oturdular ve hemen konuşmaya başladılar. Bu esnada dışarıda bir koşuşma, bir kalabalık oldu, bir adam bağırmaya başladı. Besime yavaşça kalktı; hemen kapının önünde uzun bıyıklı, arkasına kürklü bir ceket giymiş bir adam, üstü pejmürde küfeciye benzer bir ihtiyarı dövüyordu, suratına bir yumruk vurdu, ihtiyar ellerini uzatıp müdafaa etmek ister gibi görünüyordu; bir tokat daha, bir yumruk daha, bir tokat daha, herifin başındaki yağlı fesi üzerine sarılmış kirli yemenisi düştü. Herif geri geri gidip kendini kurtarmaya çalışırken şaşkınlıktan yalnız:
“Günahtır, Allah’tan kork.” diye bağırıyordu. O iri bıyıklı, iri adam muttasıl vuruyor, hem bu sefer tekme ile karnına, göğsüne, neresine gelirse vuruyordu.
Nihayet birkaç kişi ricakâr bir vaziyette araya girdiler, ihtiyarı kaldırdılar, ötekinin çehresi sapsarı, burun delikleri kabarmış, gözleri dönmüş:
“Keratayı karakola götürsünler… Deyyus…” diye bağırıyor ve bir polis de kolundan şimdi ağlayan ve başına yemenisini sarmaya uğraşan ihtiyarı çekiyordu.
Bütün kadınlar, fena hâlde korkmuşlardı, Besime hayretle, ayrı ayrı hepsinin yüzüne baktı ve bir müddet ayakta kaldı. Sonra yavaşça oturdu ve ekseriya sakin çehresini takındı. Ancak nedense, kalbinde derin bir helecan hissediyor ve pek ziyade korkuyordu. Sanki şu oturdukları yer memnuymuş ve şimdi adam gelip bunları da dövecekmiş gibi… Talât’a:
“Sahi, bilmiyorsun, bizim burada oturduğumuza darılmasınlar.” diye soracak gibi oluyordu.
Bu adam, Kadıköy iskelesinde memur komiserlerden birisiydi ve şimdi Kadıköy’deki gazinoda tavlada yenilmiş ve dört mecidiye kaybetmiş bulunuyordu. Bu ihtiyar da onun evine su götüren sucuymuş, üç-dört gündür eve uğramamış, bugün de burada tesadüf edince para istemişti; oradaki polisler ihtiyarı çekip götürdüler.
Kadınlar, hep birden korkmuşlardı ve hepsi yanındaki veya karşısındaki ile konuşuyordu. Zaman geçiyor ve vapurun gelmesi uzuyordu. Üç-dört hanım, daha sonra tek tek birkaç kadın geldiler, barakanın içi doldu.
Talât, iki defa bilet yerinin açılıp açılmadığına baktı, tekrar geldi, oturdu. İkinci defa henüz oturmuştu ki vapurun düdüğünün sesi duyuldu; ilkin boğuk, kısık, ıslıklı, sonra gümrah, vakur, ihtiyar bir ses, bir tarafa yatmış, boynunu kaldırmış yorgun bir kaz gibi kanatlarını suya vura vura geldi, iskeleye çarptı. Hâlâ bilet vermiyorlardı. Halk toplanmıştı. Vapur pek kalabalık değilmiş, halk çıktı, bir taraftan da bilet verilmeye başlandı. Bilet verilen deliğin önünde herkes birbirini sıkıştırıyor, bir yere toplanıyor ve kadınlar bu izdihamın içinde muzdarip, rahatsız, seslerini çıkarmayarak kalıyorlardı.
Besime, teessürsüz görünüyordu; hâlbuki dayaktan sonra kalbinde acı ukde çözülmemiş duruyordu, hatta vapurda bile bunu muhafaza etti.
Kadınlar tarafını yelken bezinden bir perde ile ayırmışlardı, vapurun arka tarafında büyük bir dümen dolabı duruyordu.Talât’la ikisi perdeden içeri girdikleri vakit kadınlar oturmuşlardı, ta nihayette birkaç kişilik bir yer buldular. Deniz sakin, her gün uzaktan gördüğü gibi hareketsiz ve berraktı, uzaklara kadar uzanıyordu. Besime, suların üstünde açılıp kapanarak yüzen deniz tabaklarına bakıyordu; bunların kenarlarında gayet hafif bir püskülleri vardı, suyun içinde aheste aheste gidip geliyorlardı, ortalarında dört yuvarlak daire görünüyor ve onlar da sanki yavrularına benziyordu ve muttasıl denize dökülen bir su sesi duyuluyordu. Besime, bunlara dalgın bakıp dururken karşılarına oturan bir genç kadın Talât ile görüşmeye başlamıştı ve ne münasebetle ise bir sergüzeşt hikâye ediyordu. Allah kimsenin başına vermesin kardeş, evlerden uzak, iki kardeşi de ince hastalıktan gitti, ne ise onlar kısmetli imişler, kurtuldular, öteki kurtulamadı, çekti zavallı. Besime, iskele üzerinde gözüne ilişen bir genç hamalla meşgul olmaya başladı.
Bu adam geminin bağlı olduğu babalardan birinin üstünde oturuyor ve başından çıkardığı fesine dikkatli dikkatli bakıyordu. Üstünde temiz bir kemer ve hamal elbisesi vardı, siyah fesi henüz kalıplanmış, üstüne güvez bir yemeni sarılmıştı. Herkes dalgın, birbiriyle konuşuyorlar, sesler tesadüm[29 - Birbiriyle tokuşma, çarpışma.] ediyordu, birdenbire bir islim sesi duyuldu ve vapurun tentesi üstüne birkaç iri su damlaları döküldü. Sonra boğuk bir ses, çocuk gibi zannolunuyordu, ancak ötemedi, bir lahza durdu ve bir daha tekrar etti, bu defa vazıh, kalın, ince bir ses çıktı ve çarklar işledi. Bu hâl ile bir parça daha durdular, sonra iskelenin kapılarını kapadılar, halatları çözdüler. Vapur ilkin geri geri, sonra ileri kımıldadı. Sarayburnu’nu tutabilmek için Kız Kulesi’ne doğru çıkarken karşıdan gelen bir-iki yelkenli kayık, bir de vapur, sularla akıyor ve yan yan Marmara’ya doğru gidiyordu; Harem’in, Salacak’ın önünde büyük yük vapurları yatıyordu ve yanlarından geçerken denizin ortasında bir ada gibi duruyorlardı. Kız Kulesi’nden salıverince Sarayburnu’nu güç tutabildiler ve İdareyi Mahsusa[30 - “Özel İdare” anlamındadır; eskiden vapurları işleten şirkete verilen isimdir.]
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/memduh-shevket-esendal/godeli-mehmet-69429601/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Şirket-i Hayriye: Osmanlı Devleti’nde 1850 yılında kurulmuş olan ilk anonim şirkettir. Yük ve yolcu taşımacılığı izni verilen bu şirket, 1945’te hükûmet tarafından satın alınarak İstanbul Şehir Hatlarına devredilmiştir.
2
Muttasıl: Sürekli olarak, kesintisiz.
3
Gedik: Eski zamanlarda esnaflara kendi sanat ya da ticaretlerini yapabilmeleri adına verilen hak.
4
Yağ Kapanı: Söz konusu yıllarda yağ ticaretinin gerçekleştirildiği çarşıya verilen isimdir. Satışa çıkarılacak yağlar burada bulunan resmî kantarda tartılır. (y.n.)
5
Orta sandığı: Karşılıklı dayanışma ve anlaşmayı amaçlayıp gözeten, tüm esnafın para biriktirdiği sandığa verilen isimdir.
6
Emsal-i kesire: “Daha birçokları” anlamına gelen bu tabir bayram zamanları çokça kullanılırdı.
7
Büro çalışanı.
8
Üzgün, kederlenmiş.
9
Müjdeleme.
10
Talika: Dört tekerleğe sahip, üst bölümü kapalı, bir çeşit at arabası.
11
Zühre: Çoban Yıldızı.
12
Boş veya tenha.
13
Bakanlık.
14
İçsel arzu, kalpten isteme.
15
Bir resim gibi canlanıp şekillenme.
16
İmtidat: Uzayıp gitme, sürme.
17
Hazfetmek: Çıkarmak, kaldırmak.
18
Cinsel arzu uyandırıcı.
19
Gaşiy: Kendinden geçme hâli.
20
Ayrılma, dağılma.
21
Sevk-i tesadüf: Rastlaşma sonucu.
22
Musahabe: Görüşme, söyleşi.
23
Nakli tersim etmek: Somutlaştırıp resmederek anlatmak.
24
İyi ve etkili söz söyleme.
25
Ağdalı bir dil kullanarak konuşma.
26
Kabul şekli, tarzı.
27
Bir şeye ulaşmak için güçlü bir istekle can atma hırsı.
28
Elem, acı veren.
29
Birbiriyle tokuşma, çarpışma.
30
“Özel İdare” anlamındadır; eskiden vapurları işleten şirkete verilen isimdir.