Bizim Nesibe

Bizim Nesibe
Memduh Şevket Esendal
Ardında bıraktığı güzel eserleri ve hikâyeleriyle bugün bile varlığını sürdürmeye devam etmektedir Memduh Şevket Esendal… İçten ve samimi kalemi sayesinde günlük hayatta karşılaştığımız pek çok karaktere onun sayfalarında da rastlarız. Öyle ki köyde dedikodu yapan ve ön yargılarının esiri olan insanlardan, gemide görevli mürettebat ve dalgalarla boğuşan kaptana kadar pek çok kişiyle karşı karşıya geliriz. Onları tanıyormuş hissine kapılırız. Hepimize aşina gelen bu hikâyeler, okuyucular için birer ders niteliğindedir. Kalemini âdeta bir ressam fırçası gibi kullanan Esendal, Bizim Nesibe’de yaşadığı dönemin portresini ustalıkla çizmiştir. Hikâyelerinin, yaptığı eleştiriler ile zenginleştirildiği bu portreye baktığımızda kimi zaman halkın sıkıntılarını kimi zaman toplulukta dilden dile konuşulan lakırtıları kimi zaman da gurbete giden insanların buğulu gözlerinden yüzlerine düşen bir damla gözyaşı manzaralarını görürüz. Siz okuyuculara da bu manzarayı temaşa etmek düşer. "Nedense yüreklerde bir ağırlık var, gönüllerde bir üzüntü duyuluyor. Bir felaket mi var? Bu seyahat istenilmiyor mu? Bu şehirde tatlı hatıralar mı var? Burada sevgililer mi bırakılıyor? Yok, hiçbiri değil… Ancak nedense, gene gönüller mahzundur!"

Memduh Şevket Esendal
Bizim Nesibe

Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayatın içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmelerinden sonra Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.

HİKÂYELER

BİZİM NESİBE
Akşamüstü eve girdim annemi; yengemi, kız kardeşimi, eniştemi biraz durgun, biraz tasalı gördüm. Yengeme sordum:
“Ne var, niye somurtuyorsunuz?” dedim.
Sofrayı kuran besleme kızı gözleri ile gösterip “Sus!” demek istedi. Sustum.
Besleme kız dışarı çıkınca yeniden sordum. Yengem:
“Bunu kocaya istiyorlar!” dedi.
“Bu Nesibe’yi mi? E isterler ya! Bunda surat edecek ne var? Geç bile kaldılar.” dedim.
Üçü de oturmuşlar, iş işliyorlar. Bizim bay enişte de, gazete okuyor. Annem gözlüklerinin üstünden bakıp:
“Nesi geç kaldı?” dedi. “Daha dur bakalım.” Yengem de:
“Bugün bir hizmetçi bulmanın ne demek olduğunu siz bilmiyorsunuz sanırım.” diyerek niçin somurttuklarını anlatmak istedi.
“Bilirim, kolay değildir ama hizmetçi bulunmuyor diye kızı kocaya vermeyecek değilsiniz ya!” dedim.
Annem kızgın:
“Vereceğiz elbette.” dedi. “O da boyunun ölçüsünü alacak. Acelesi ne oluyor? Her şeyin bir sırası var.”
Kız kardeşim de, düşünceli:
“Güç doğrusu.” dedi. “Bugün o kaç paraya gelin olur?”
Yengem:
“Bir yatak takımı yapayım dersen beş yüz liranın kapısıdır…” diye hesabı kuruşlandırdı.
Ben gene söze karıştım:
“Beş yüz yahut altı yüz.” dedim. “Kız büyüdü, kocaya da istiyorlar, kendinize düşeni yapacak kocaya da vereceksiniz. Hiç boşuna çenenizi yormayınız!”
Annem:
“Öyle ya.” dedi. “Al elin çıplağını, temizle kelini, bitini; tam eli iş tutup biraz faydası dokunacağı gün cehennem olsun gitsin… Beni ‘hayrat’ diye sana kim söyledi!”
Yengem de:
“Onda biraz insaf olsa bizi böyle yüzüstü bırakıp gitmez.” diye ekledi.
“Gitmez de ne yapar?” dedim. “Her şey çağında.”
Annem gözlüklerinin üstünden bakıp:
“Çağına ne olmuş?” dedi. “Daha dur bakalım, yirmi beşine bile basmadı…”
“Canım.” dedim. “Meserret’i kocaya verirken ‘Yirmi üç yaşına girdi daha koca bulamadı.’ diye yas tutuyordunuz. Nesibe’ye gelince hesap değişti mi?”
Hepsi bana kızdılar. Kız kardeşim:
“Sen Meserret’i, Nesibe ile bir mi tutuyorsun?” dedi. “Biri hanım, biri besleme ayol.”
Ben de sordum:
“Hanımlar kocaya erken varırlar, beslemeler geç kalırlar diye yeni bir âdet mi çıktı?” dedim.
Yengem:
“Çıkmadı ama onlar bizim gibi mi? Onları alanlar çalıştırmak için alıyorlar. Kart da olsalar her gün koca hazır. Bizim öyle mi?”
Ne ince hesaplar!
“Güzel ama.” dedim. “Kız kocaya varacak olunca sen beslemesin hele biraz bekle mi diyeceğiz?”
Annem söze karıştı:
“Ya karışayım da bir de sonra onun suratını çekeyim.” dedi. “Ne hali varsa varsa görsün. O bu kapıyı çok arar.”
Söz buraya gelince bizim bay enişte gazeteyi yüzünden çekip söze karıştı.
“İlkin bu kızın varacağı adamın kim olduğunu öğrenmeli.” dedi.
Bizim enişte hukukçudur. “Kızı kocaya vermemek için kendince bir yol bulmuş olsa gerek.” diye düşündüm.
“Öğrendik, bir biçimsiz herifin biri olduğunu da anladık, ne olacak?” diye sordum.
“Kendisine söyleriz!” dedi.
“Bizi dinlemezse?” dedim.
“Eh ne yapalım, günah bizden gitmiş olur.” dedi.
Bay eniştenin ne demek istediğini iyice anlayamadım. Biz “Varma!” diyeceğiz, kız dinlemezse biz de kıza bir şey vermeyeceğiz!
“Bizden hak dava eder.” dedim. Bay enişte gülümsedi:
“Onun çok su götürür yeri var.” dedi.
“Sahi, bunu isteyen kimmiş?” diye yengemden sordum.
“Bildiğimiz yok, genç bir oğlanmış.” dedi.
Annem söylendi:
“Kızın aklında fikrinde yoktu ya.” dedi. “O satıcı karı… Geldi gitti kızı ayarttı.”
Kız kardeşim:
“Satıcı karının hiç suçu yok.” dedi. “Kendi tanıştı, kendi buldu.”
Kız kardeşim böyle söylemese annem ona tutunacak. O satıcı karıyı bu eve alıştıran kız kardeşimdir. Bu sefer de annem:
“Elbette.” dedi. “Bakan yok, eden yok. Herifi içeriye de almıştır!”
Kız kardeşim kızdı:
“Canım anne!” dedi. “Niçin içeri alsın? Kendi dışarı çıkmıyor mu?”
Annem:
“O da sizin marifetiniz.” dedi. “Bir düğme alınacak olsa gel Nesibe… Şimdi bulun da yollayın bakalım.”
Yengem söze karıştı:
“Aklına koymaya görsün.” dedi. “Küpe koysan gene yapar.”
Eniştem de:
“Muayene ettirmeli.” diye ortaya bir laf attı.
Kız kardeşim:
“Ne muayenesi, nasıl muayene?” diye sordu.
“Bayağı muayene…”
Anam da körükledi:
“Bundan her şey umulur!” dedi.
Dayanamadım.
“Canım.” dedim. “Bu da lakırtı mı? Kız evlenmek için sizden izin istiyor. Ne diye muayeneye yollayacaksınız? Bize gülerler. Bize düşen izin vermektir. Biraz bir kırıntı verirseniz o da sizin hanımlığınız.”
Annem:
“Bizim hanımlığımızı isteyen kocayı kendi bulmazdı.” dedi.
“Siz buldunuz da varmadı mı?” dedim.
“Arkasından atlı mı kovalıyordu?” dedi. “Elbet birini bulurduk!”
“Daha iyi ya sizi zahmetten kurtardı.” diyecektim, odaya ağabeyim girdi. Yemek getirilmesi için Nesibe’ye seslendiler. Yemekten sonra da misafirimiz oldu.
Ertesi sabah Nesibe odama tıraş suyu getirmişti.
“Ne o? dedim. “Uğurlu kademli olsun, kocaya varıyormuşsun?”
Yere baktı sustu.
“Nasıl, oğlan genç mi?” diye sordum.
“Genç.” dedi.
“Kaç yaşında?” dedim.
“Bilmem.” dedi.
“Ne iş yapıyor?” diye sordum.
“Ayak satıcısı.” dedi.
“Ne alıp satıyor?” dedim.
“Ne olursa…” dedi. “Kitap satıyordu, şimdi esans kokuları satıyor.”
Anladım. Vardır ya eskiden hacı yağı, gül yağı, kalemis[1 - Kalemis: Bir çeşit misk faresinden elde edilen koku.] yağı, tarçın, karanfil yağları satarlardı. Şimdi esans satıyorlar, onlardan biri olacak. Yahut Köroğlu, Battalgazi, Kankalesi, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, enamlar, Mushaflar, dua kitapları satan, köy köy dolaşanlar vardı ya onlardan biri olacak.
“Oğlanın evi var mı?” diye sordum.
“Bir odası var.” dedi.
“E, kimin nesi olduğunu öğrendin mi?” dedim.
“Kim sorup anlayacak Küçük Bey.” diyor. “Bir yeri var işte…”
Acıdım. Eskiden çocuktu, oyunu bıraksın da ev işi görsün diye hırpalarlardı. Gene de bizleri sever görünür. Şimdi evin her işi onun üstündedir. Eskiye bakarak çok hoş kullanıyorlar ama biraz süslenmek istese, başına bir çiçek takacak olsa yahut ne bileyim başka bir süs yapsa hoş görmez, arkasından olsun söylenirler. Bizim evin hizmeti kolay değildir. Bizim hanımlar hem çalışmazlar hem de titizdirler. Bir masanın üstünü biraz tozlu görseler sinirlenir, söylemedik söz bırakmazlar. Acıklı bir şey olmuş gibi cıyak cıyak bağrıştıkları da olur. Bu böyle giderse bir gün gelecek Nesibe de onlara bağıracaktır. Bunu bizimkiler anlamazlar. Ama boğaz tokluğuna çalışan, bir evin temizliğine bakan, yemeğini pişiren, bulaşıklarını, çamaşırını yıkayan; cebi, sandığı sepeti de boş olan bir adam, elbette günün birinde söz sahibi olur; hanımların yüzlerine karşı da bağırır. Ben bunun belirtilerini gördüm.
“Şu kıza biraz para verin.” diye de çok söyledim. Beni anlamadılar.
“Canım bu kız giderse bunun yerine tutacağınız hizmetçiye bir para verecek değil misiniz? O parayı, hiç olmazsa yarısını bu kıza verin, size istekle çalışır.” dedim. Beni dinlemediler. Şimdi kız bizim evden kurtulmak istiyor. Bizimkiler de köpürüyorlar. Köpürsünler bakalım… Bereket versin taşkınlıkları çok sürmedi. Nesibe’nin kendi göbeğini kendi kesmeyi kararlaştırdığını anlayınca yatıştılar, eskisi kadar da sert konuşmaktan vazgeçtiler. Nesibe’yi alacak oğlanı, yengem, sokakta görmüş belki de beğenmiş.
“Üstü başı pek pırtık ama fena değil.” diyor. Yaşı da Nesibe’den ufak değilse büyük değilmiş. Bizimkiler düşünüyorlar. Ele güne karşı kızı çıplak yollamak da olmayacak; kırıp sarıp bir yataktakı mı, biraz bir şeyler vermeli.
Öteberi almaya, diktirmeye de başlayacaklardı, iş yeni baştan durakladı; bizimkiler Nesibe’nin varacağı oğlanın dilenci olduğunu öğrendiler.
Bir akşamüstü eve geldim, yengem karşıma çıktı.
“Ben, ‘Bu işin içinde bir bityeniği var.’ demedim mi?” dedi.
“Ne var, ne olmuş?” diye sordum.
“Ne olacak?” dedi. “Nesibe’nin varacağı oğlan dilenci imiş!”
“Dilenci mi, ne münasebet!” dedim.
“Dilenci.” dedi. “Ben gördüm. Meşrutiyet Caddesinde dileniyordu. Beni tanır gibi oldu.” savuştu.
“Nesibe’ye göstermeli!” dedim.
“Merak etmeyin Nesibe biliyor.” dedi. “Değildir, meğildir diyor; ama ben gözlerinden anladım…”
Nesibe’nin bile bile bir dilenciye varacağını doğrusu aklım almadı.
Ertesi gün, bir iş için odama gelmişti, sordum.
“Kız.” dedim. “Hani seninki satıcı idi? Herif dilenci imiş!”
“İnanmayın Küçük Bey.” dedi. “Dilenci sanmış para vermişler, o da sevabı vardır diye almış.”
“Sevabı vardır diye mi? Hımm!..”
Sadaka vermenin sevap olduğunu işitmiştim ama almanın da sevap olduğunu bilmiyordum. Düşündüm, doğru buldum; vermesi sevap olunca alması da sevap olmalı.
“Ne bileyim kızım.” dedim. “Biz dilenciliği ayıp sayarız da…”
“Siz de sahiden dilenci sanmayın, Küçük Bey.” dedi. “Onu tanıyan baylar, bayanlar var, onların fukarasıdır. Kendi kimseden istemez. Geçen gün polisler çevirmişler de Allah razı olsun, bir delikanlı bey kurtarmış.”
Bu kızın, bilerek isteyerek bir dilenciye varması, bizim evde ilkin hiç hoş görülmedi. Hazırlıklar da durdu. Suratlar da asıldı. Dedikodusu da günlerce sürdü ancak ne yapsalar, kızın bu herife varacağı anlaşıldığından:
“Aman, kime varırsa varsın, başımızdan gitsin; biz de kendimize göre birini bulalım.” demeye başladılar.
Annem:
“Babası da kılıksız herifin biri idi. O da dilenci miydi neydi? Soysuz olmasa çocuğunu el kapısına verir miydi!” diye söylendi, bir yandan da sandığı sepeti karıştırdı, kesenin de ağzı açıldı. Hem söylendiler hem de diktiler, diktirdiler, Nesibe’yi gelin ettiler. Gitti.
Bizim eve de her çeşitten hizmetçi kadınların biri gidip biri gelmeye başladı. Nesibe de insandır, o da kocaya varmak isterdi ama bizimkiler beni dinleyip bu kıza biraz para verse idiler, bu evlenme daha geç kalabilirdi. Neyse, olmadı!
Aradan ne kadar geçti bilmem, bir gün Nesibe’yi sinemanın giriş yerinde gördüm. Başına güzel bir eşarp örtmüş. İki ucunu da çenesi altından bağlamış. Saçının bir demetçiğini, kaşının üstüne yosmaca düşürmüş tırnaklarını, dudaklarını boyamış, kaşlarını yolmamış ama üstlerinden kalem yürütmüş, altın bilezikler, naylon küpeler takınmış. Bizde neye özenmiş de yapamamış ise hepsini yapmış!..
Görünce sevindim. Yanında yaşlıca bir kadın vardı. Belki kılavuzluk eden o satıcı kadındır. Onlar beni görmediler. Dilenci karısı ama akşam olup da herif evine girince artık dilenci değil bir delikanlıdır. Kazanıyor da. Nesibe’nin arkasındaki palto, çok hanımları imrendirecek kadar güzel.
Sinemadan dönüşte evdekilere söyledim. Biliyorlarmış. Nesibe bizim eve de gelmiş, süsünü göstermiş. Yengem beğeniyor.
“Dilenci milenci ama karısına gül gibi bakıyor.” dedi.
Ağabeyim de:
“Gidip evini görmeli. Ben merak ediyorum.” dedi.
Düşündüm. Ben dilenciliği pek kötü bellemiştim. Bizim evdekiler de ilkin, Nesibe’nin kocasını çok hor görmüşlerdi. Şimdi para kazanıyor, karısına iyi bakıyor diye herifi sevmeye başladık. Baksana dilenciliğin sevabı bile varmış!
Ancak iş dilencilikle kalmadı. Bir sabah Nesibe bize gelmiş. Beni görmek istiyormuş.
“Ne var, ne istiyorsun?” dedim.
“Aman Küçük Bey, ne olursa sizden olur. Bizimkini ‘üfürükçü’ diye alıp götürdüler, mahkemeye verip süreceklermiş; sizin tanıdıklarınız çoktur. Bir telefon etseniz bırakırlar diyorlar…”
Yalvarıyor!
Elindeki işi bırakıp annem:
“Senin kocan dilenci değil mi? Git kendin söyle.” dedi.
Nesibe:
“Dilenciyi de sürüyorlar hanımcığım.” dedi. “Hem ben söylersem bırakırlar mı? Küçük Bey söylerse bırakırlar.”
Yengem, biraz acıdığından, biraz da kocası gibi hükûmeti çekiştirmekten hoşlandığından:
“Canım.” dedi. “Ne isterler elin fıkarasından, yapacak başka işleri mi kalmadı?”
Düşündüm. Yalan bir şey söyleyecek değilim ya dilenciye dilenci diyeceğiz.
“Bakayım.” dedi. “Bir tanıdığa rastgelebilirsem…”
Nesibe dua etti, gitti.
Ertesi gün haber almaya gelmişti:
“Kızım.” dedim. “Senin kocan bal gibi üfürükçü imiş. Bana niçin yalan söyledin? Başına da yeşil sarık sarıyor, sırtına da cübbe giyip köşeye oturuyor, gelene gidene okuyor, muska veriyor, büyü yapıyormuş!..”
Nesibe:
“Aaa, vallahi yalan, hiç büyü yapmaz.” dedi. “Bak gördünüz mü nasıl iftira ediyorlar!”
“Ben onu bunu bilmem.” dedim. “Adını Himmet Hoca koymuş. Üfürükçü dediğinin de boynuzu olmaz ya!”
“Adı Himmet ise o da suç mu? Sonradan koymadı ya. Sarığı da evde sarıyor. Onu evde ben oturtuyorum Küçük Bey! Yoruluyor. Kolay mı? Yağmurda, karda… Çocuk muşambasından içine gömlek yaptım; o da tutmadı, hastalandı. Allah bizim rızkımızı verecekse evde de verir. Onu tanıyanlar, nezirleri,[2 - Nezir: Adak.] eksik olmasınlar, eve getirip veriyorlar. Anasından eli vardır: Baş ağrısına, göz ağrısına, sıkıntıya okur. Bu ayıp mı? Çalmıyoruz ya! Kimseden para istemeyiz. Herkes gönlünden ne koparsa verir. Niçin üfürükçü olsun? Asıl üfürükçü, polisin kaynatasını ayağa kaldıracağım diye elli lirasını alanlardır. Sorsunlar polise…”
Nesibe anlattı, söylendi; benden bir yardım olmayacağını anlayınca kalktı, gitti.
Ben Nesibe’yi tanımıyormuşum. Benim bildiğimden daha çok becerikli imiş! Anlaşılıyor ki bu herife üfürükçülüğü o yaptırıyor. Bir dilenciden bir üfürükçü çıkarmak da epeyce bir iştir!
Bir gün evimizin önündeki ağaçlardan birinin dibine sakat bir adam oturmuştu. Odun kesmek için sokakları dolaşan baltacılardan biri geldi, sakat adamın yanına çömeldi; uzun uzun konuştular.
Oduncu’nun:
“Senin yüzünden ben de beş-on para kazanırım.” dediğini işittim. Biraz sonra baltacı sakat adamı arkasına alıp götürdü. Birtakımları da köylerden çocukları toplayıp şehirlerde dilendiriyorlar. Nesibe de bunların bir başka türlüsü.
Nesibe gittikten sonra annem:
“Bu herifi sürerlerse bu kız ne yapar?” dedi.
“Evet, işe yarar bir dilenci bulmak kolay değil…” dedim.
Yengem de:
“İnsafları yok ki…” dedi. Kimler için söyledi bilmem. Dilencileri sürenlere söylemiş olsa gerek.
Ağabeyim dilencilere kızıyormuş.
“Bunları sürmek değil, becerikli bir hükûmet olsa hepsini öldürür, dedi.
Kız kardeşim:
“Bu da yenisi.” dedi. “Zavallıların kime ne zararları var? Öldüreceklerse ortalığı soyanları öldürsünler.”
Ağabeyim hükûmetin beceriksizliğine atıp tuttu.
Annem de ne düşündü ise:
“Şimdi artık dilenci olmayacak mı? Herkes sadakasını kime verecek?” dedi.
Kimse sesini çıkarmadı.
Aradan aylar geçti. Nesibe’den haber alamamıştık. Bayramda anneme gelmiş. Keyfi yerinde imiş. Kocasını sürmüşler. Çalışmış, iki ay sonra getirtmişler. İşin hoşu, bu sürgün onlara yaramış. Himmet Hoca’nın adı duyulmuş! Mamak’ta kendilerine bir ev alıyorlarmış.

ESKİ KINA GECESİ
Bundan tam kırk yıl önce, İstanbul’da, Kovacılar’da, Asmalı Hamam Sokağı’nda rahmetli Hacı İsmail Bey’in evinde düğün var. Oğlu, Maliye ketebesinden[3 - Ketebe: Kâtipler.] İbrahim Sıtkı Bey evleniyor, kına gecesi olacak.
Çağrılanlar: Sıtkı Bey’in kalem arkadaşları, mahalle komşuları, hısım akraba şöyle bir kırk-elli kişi, eh çağrılmadan gelenler de olursa bir altmış-yetmiş kişilik bir toplantı, eş dost arasında bir eğlenti. Saz da kendilerinden. Aksaraylı Hafız İsmail Efendi getirebilirse Hanende Selim ile Kanuni Nazmi’yi getirecek. Getiremezse, eh, mahallede ut çalan iki komşu var. Bir de tambur. Tambur çalan biraz acemi ise de, zararı yok, gene tamburdur. Kanuni Cemal Bey de var, hepsini sürükler! Hafız İsmail de okur. Fasıl yerinde!
Evde hazırlığa, sabah erkenden başladılar. Mahalle kahvecisi Naim Efendi, bu gibi hayırlı işlere yardım etmekten hoşlanır bir adam, düğün aşçısını hazırladı. İki de sofracı karı bulmuş. Erkenden geldiler. Aşçı bahçeye eğreti bir ocak kurdu, üstüne de iki kazan oturttu.
Bir hamal, arkasında küfe ile geldi. Bardak, tabak getirdi. Sayıp aldılar. Evdeki hanımlar ortalığı topladılar. Konsolun önünde kırılacak, dökülecek her ne varsa kaldırdılar. “Meze dökülür, sarhoşlar kirletir.” diye yerdeki halıları kaldırıp yerine alt katın eski kilimlerini serdiler.
Sofracı kadınların biri Rum, biri Yahudi. Gelir gelmez, ilkin ayna karşısına geçip süslendiler. Sonra tabakları silip hazırlamaya başladılar.
Biraz sonra bir hamal, bir damacana rakı getirdi.
İbrahim Sıtkı Bey’in babasının anası, Raziye Hanım sağdır. Başını örttü, birkaç günlüğüne ahret kızına gidiyor. Bastonuna dayanarak sofadan geçerken damacanayı gördü. Kendi kendine söyler gibi:
“Ziftin pekini içsinler.” dedi.
Gelini duydu:
“Tuhafsınız.” dedi. “Evladımın mürüvveti olmasa kapıdan içeri sokar mıyım acaba! Evlat hatırı için nelere katlanmıyoruz!”
Kaynanası durdu.
“Ben bir şey demedim ki ayol!”
“Ziftin pekini içsinler diyorsunuz!”
“Ne diyeyim? Afiyet olsun, içsinler diyecek değilim ya!”
Gelin sustu. Raziye Hanım da çıkıp gitti.
Meyzin’in[4 - Meyzin: Müezzin.] oğlu Sadrettin ile Arap Cevher’in oğlu Arif, biri on sekiz yaşlarında, ayağında çuha şalvar, belinde şal kuşak, gümüş saat, kordon, aktar çıraklığı eder bir çocuk; öteki yirmi yaşlarında, kıvırcık saçlı, açık kahve renkli, babasının yanında çalışır bir dadı çocuğu, sık sık gelip gitmeye, sofracı karılarla âşıktaşlık etmeye yeltenir oldular.
Yahudi kızı biraz daha genç, Rum karısı biraz daha yaşlı gibi ise de Yahudi kızından daha güzel. İkisi de taburla yahut bölükle değil ise de takımla erkeğin bir başından girip bir başından çıkmış kadınlar. Sadri ile Arif’e metelik vermediler.
Sıtkı’nın anası Nazire Hanım, yağlanmış, etlenmiş ama ihtiyarlığa boyun eğmemiş, saçları kınalı, gözleri sürmeli bir hanım; başına bir namaz bezi örtmüş, ortalıkta dolaşıyor, sanki iş yapıyor, bir yandan da yerli yersiz:
“Bugün de beni görmedik erkek kalmadı; bereket versin boynumda nikâhım yok.” diyor. Allah bilir içinden de neler geçiyor.
Bugün erkekler yalnız onu değil, evdeki bütün kadınları, bunlar arasında güveyin kız kardeşi yirmi üç yaşında Fahrünnisa ile besleme, on dokuz yaşlarında İkbal’i de görüyorlardı. Kızlar ne yapsınlar; hangi kapıyı açsalar bir erkeğin gözü, çalı dikeni gibi gözlerine batıyor.
Öğleye doğru güveyi, kan ter içinde geldi. İki küfe dolusu et, erzak getirilip aşçının önüne konuldu.
Güveyi, uzunca boylu, sırtı genç yaşında biraz kamburlaşmış, yaşı otuz dolayında, düşük ince bıyıklı bir adam. Anası, kız kardeşi, yakın komşulardan yaşlı birkaç hanım, güveyin dört yanını alıp ona yalvarmaya başladılar, ki gidip bir tıraş olsun, temiz bir yakalık, bir yeni kravat taksın!..
Yukarıda bunlar güveyi kandırmaya uğraşırlarken aşağıda Tevfik Bey’in sesi işitildi.
“Hani güveyi, nerede?”
Uzun boylu, şişman, çıplak kafalı, gür sesli bir adam. Adliye memurlarındandır. Bütün mahallenin kâhyası gibidir. Sözünü dinletir. Kimsesizlerden, dul kadınlardan birinin bir işi olsa ona gider. Gençlere, ihtiyarlara, herkese karışır.
Güveyi, kadınlardan yakasını kurtarıp aşağı inince Tevfik Bey’le, bahriye kalyon kâtiplerinden Şemi Bey’le karşılaştı.
“Buradayım.” dedi.
“Buradayımla olmaz, daha hiçbir şey hazır değil. Hani sofralar? Hem bu karılar sofrayı beceremezler. Bunları kim buldu sana? Naim mi?..”
Sonra, kapının yanında duran Sadri’ye dönerek:
“Bunların biri dört, hadi hadi beş kişiye yemek verebilir. Kırk kişilik sofra bunlarla döner mi? Hem bunlar artık başlasınlar. Hani bakalım, nerede sofralar? Düş öne! Göster bakalım!..”
Yukarı kata çıktılar. Sofralardan biri merdiven başındaki odaya kurulacakmış. Biri de köşedeki büyük odaya. Yemek için de sofaya bir büyük masa kurulmasını sofracı karılar kararlaştırmışlar.
Odalara kurulacak sofralar, rakı sofraları; asıl sofra yemek sofrası. Tevfik Bey sordu:
“Hani? Nasıl kuracaksınız bakayım?”
Gösterdiler:
“İşte, şuradan şuraya!”
“E, aşağıdan yukarı gelenler nereden çıkacak?”
“Ne yapalım, biraz da katlansınlar…”
“Neye katlanacaklar? Hizmet edecek, tabak getirecek, şişe götürecek. Böyle olmaz. Sofrayı ayakyolu kapısından oda kapısına doğru kurmalı. Bu ayakyollarına da bolca bir su döktürsünler, pek baygın kokuyor.”
Sofranın nasıl kurulacağı kararlaştı ama başka güçlükler çıktı. Hem kadeh eksik geliyormuş, hem de çatal bıçak…
Tevfik Bey:
“Gördünüz mü şimdi yediğiniz naneyi! Bunu şimdi mi söylerler! Takımı tam getireceklerdi. Nerede o herif?”
Herif ortada yok. Tevfik Bey:
“Hıfzı Paşalarda vardır.” dedi. “Gidip onlardan istemez misin?”
Sıtkı kaşlarını kaldırıp:
“Mahallemizin büyüğüdür.” dedi. “Bayramda giderim ama şimdi nasıl gidip isteyeyim! Annem hanımefendi ile tanışır. Bakalım valideye soralım…”
Tevfik Bey, fesini sandalyenin üstünden alarak:
“Dur.” dedi. “O kadının yapacağı iş değil. Ben gider paşadan isterim. Hoşuna da gider.”
Kalktı, gitti. Yarım saat sonra da paşanın aşçısı, birkaç takım çatal, bıçak, tabak getirdi. Kadeh yokmuş.
Kadeh için başka bir kolayını bulamayıp satın almaya adam koşturuldu.
Sular kararmaya[5 - Sular kararmak: Akşam olmaya başlamak.] başlamıştı. Lambalar yakıldı. Sofranın üstüne mezeler, ufak tabaklarla rakı sürahicikleri dizildi.
Mahalleden şöyle ayak hizmeti edebilecek birkaç kişi daha geldiler. Rakının idaresi işini Bahriyeli Şemi Bey üstüne aldı.
Evin içinde rakı kokusu, meze kokusu, daha başka anlaşılmaz baygın kokular birbirine karışıyordu.
Tevfik Bey ayakyollarına üçer beşer kova su döktürdü.
Misafirler baş gösterdiler. İlkin mahalleliden üç-beş kişi kapıdan girdiler. Kapı önünden, merdiven başından, yukarı kattan birkaç “Buyurun!” sesi duyuldu.
Toplu gelen birkaç kişiden biri:
“Cemal Bey geldi mi?” diye sordu.
“Gelmedi!”
“Olmaz şey, şimdi önümüz sıra geliyordu! Nereye kayboldu!..”
Odaya hatırlı misafirler alınacak iken hatıra gönüle bakmayarak ilk gelenler alındı.
Keman çalacak olan Kemal Bey, birkaç arkadaşı daha, biraz sonra da Hafız İsmail Efendi, Nazmi’yi bulup getirdi. Arkadan başka misafirler de gelince, köşedeki büyük odayı açmadıkça, hizmet edeceklere dönecek yer kalmayacak. Yalnız, büyük odanın lambası yokmuş.
Tez, birini koşturup büyük bir lamba buldurdular. Masa, takım bulmak, odayı açıp misafirlere buyurun demek epeyce uzun bir iş oldu ise de sıcaktan, daraçlıktan[6 - Daraçlık: Paraca çekilen sıkıntı.] boğulan misafirlere de bir ferahlık oldu.
Mahalleden yardıma gelmiş olanlar alt katta, çakırkeyif olmuşlardı.
Kanunu, udu akort etmeye başladılar. Misafirlerden her biri istedikleri yerlere oturmuş tabakların, mezelerin de yerlerini değiştirmişlerdi.
Odada, köşede, pencere önünde oturmuş, başını da açmış şişman bir efendi, yanındakilerden bir kadeh rakı istedi. Çatalla meze de uzattılar. İçti, yedi, bir de cıgara yaktı; köşeye yaslandı, bir ayağını altına aldı, öteki dizini de dikti. Sonra eliyle çıplak kafasını okşayıp:
“Oh, efendim, safa!” dedi. Anlaşılan keyfi yerine geldi.
Saz takımı bir kanun, bir keman, bir tambur, iki ut, altı-yedi de okuyan! Akort bitti. Keman taksime başladı. Herkes sustu. Rast taksim.
Mahalleliden babacan bir efendi, kemanın sesinden coşmuş olacak ki:
“Allah, Allah…” dedikten sonra, orada duran gençlerden birine:
“Hakkı oğlum.” dedi. “Şuradan doldur bir tane, ver bakayım!..” Bu adamın içişi, içmeye daha başlamış olanlara bir emir gibi oldu. İçmeye başladılar. Yanındakilere rakı, cıgara verenler, alaya başlayıp gülüşenler, kemanın sesini gölgede bıraktılar..
Alt katta içki daha önceden başlamıştı. Hıfzı Paşanın aşçısı, konağın yemeğini yamağına tapşırıp[7 - Tapşırmak: Emanet etmek.] düğünevine gelmiş, kafayı da tütsülemiş, mutfakta oynuyor, bir sürü çoluk çocuk da kapıya yaslanmış seyrediyorlardı.
Hizmet eden mahalle delikanlıları sofracı karılara bağırıyorlar, meze taşıyan, rakı getirip götüren sofracı karılar da mutfak kapısında duranlara çıkışıyor, bir bağrışma, bir gürültüdür gidiyordu.
Merdiven ayağına yakın bir yerde oturmuş ablak yüzlü bir delikanlı iyice sarhoşlaşmış, önünden gelip geçen kadınların arkasından, ağzı açık, uzun uzun bakıyor.
Sonradan getirilen iki sofracı kadından birini, kalabalıkta çimdiklemişler, darılmış, çalışmıyor ama keyfi yerinde olacak ki mahalle delikanlıları ile şakalaşıyordu.
Yukarıda da rast taksimi, peşrev bitmiş, şarkılar başlamıştı. Okuyan altı kişi, bağırmakta birbiriyle yarışıyorlar. Ses odada, sofada, alt katta, komşularda değil, mahalle aşırı yerlerde de duyuluyordu. Bunun için odada konuşanlar da birbirini duyabilecek kadar bağırıyorlardı. İçeri odalarda bu kadar bağırmadan da anlaşabilirlerdi. Ne var ki odada herkes söylüyor, kimse de dinlemiyor, sözünü dinletebilmek için oldukça yüksek sesle konuşuyorlardı. Sofracı karılar aşağı yukarı koşuşuyorlar. Bir meze tabağı düşüp domatesler merdivenlerin üstüne yayılıyor, kadın ayağı ile bunları bir kenara itiyor.
Ara sıra hizmet gevşer gibi oluyor. Karılar aşağıda çeneye başlıyorlar. Yukarıdan bağırıp çağırıyorlar. Hizmet edenler yeniden yukarı çıkıyorlar.
Ağır aksaktan üç şarkı, arkasından bir gazel.
Oh!.. Ortalıkta bir sessizlik. Sanki şarkılar bitti diye herkeste bir hafiflik vardı.
Aksaraylı Selim okuyor: Nazarımda gene afak-ı siyeh-fam[8 - Afak-ı siyeh-fam: Kapkara ufuklar.] oluyor. Hafız Osman ağzı olacak. Daha doğrusu gramofon gibi okuyor. O kadar benzetiyor ki gramofonun o him himliği bile var. Okuyan sanki ağlıyor. Coşan coşana… “Allah!” diye bağıranlar, derin derin içini çekenler… Bu arada aldırmayıp birbirine sarhoş hulusu çakanlar[9 - Hulus Çakmak: Yaranmaya çalışmak.] da vardı.
Gazel bitince faslı çevirip curcunalara başladılar. Ortalık da coştu. Uslu akıllı bir adama benzeyen efendi, saz çalınan odada, ortaya çıkıp kıvıra kıvıra oynamaya başladı.
Bir arkadaşı eteğinden çekip:
“Otur, Hakkı Bey!” diyor.
Hakkı Bey dinlemiyor. Birkaç kişi de el çırpıp onu coşturuyorlar. Sarhoş olmasa güzel oynayacak. Köçekçelerin tadını bu adam çıkarıyor. Saz çalanlar da Hakkı Bey’in oynayışına bakıp coştular.
Bu coşkunluğun arasında gençten bir adam da bildiği bir eski şarkıyı saza çaldırıp arkadaşlarına dinletmek istiyor. Gidip Cemal Bey’in kulağına şarkıyı çalmaları için ricada bulunuyor. Cemal Bey anlamıyor. Genç adam çalacaklarını sanıyor. Gelip arkadaşlarına da söylüyor, umutla bekliyorsa da çalmıyorlar, bir başka köçek havasına geçiyorlar.
Tevfik Bey, saz çalanları yorgunluktan korumak, biraz ikram edip ağırlamak için odaya giriyor ise de çalanların oynayanların keyiflerinin yerinde olduğunu görüp dışarı çıkıyor yandaki odada, birkaç sarhoşun karşısında dalkavukluk eden güveyi bulup:
“Canım, Cemal Bey’e, çalgıcı imiş gibi şarkı ısmarlıyorlar, bu da olur mu?” diyor.
Güveyi şaşkın, sersem, hiçbir şey anlamıyor. Ne olduğunu, ne yapacağını da bilmiyor.
Tevfik Bey, güveyi şaşkın bırakıp aşağı iniyor. Şemi Bey’i buluyor. Şemi Bey ayakta güç duracak kadar içmiş. Tevfik Bey damacananın bitip bitmediğini soruyor.
“Hangi damacana birader, binlik desene! Ben damacana filan görmedim. Hesabını da… Dur! Aklımı toplarsam sana söylerim. Ne kadar mahalle çocuğu varsa selamladılar. Ben de kaynanadan para aldım! Tevfik Sıtkı’nın anası büyük kadın… Ha, ne dersin? Ben sıkılarak hani yok mu ya rakı makı derken, oğlumun şerefidir, içsinler, afiyet olsun. Ben onun için ne fedakârlığa katlanmam ki. Bak bak lakırtıya! Eridim. Ha? Doğrusu…”
Tevfik Bey sarhoşun sözünü keserek:
“Oh babam.” dedi. “Biz seni sanki rakının başına koyduk, sen onlardan önce olmuşsun! Nerede bakayım rakılar? Nerede büyük şişe?”
“Burada idi!”
“Neredeydi?”
“Bilmem, şimdi burada idi…”
Rakıları mutfağa aşırmışlar.
“Vay hinoğluhinler be, ulan bedava rakı buldular, yıkanacaklar. Sadri, getirin şunları buraya!”
O sırada, orada oturan sofracı karı gözüne ilişti.
“Oh, hanım yaymış kıçını… Ulan, kalkıp hizmet etsene!”
Ayakta duran genç çocuklardan biri:
“Onu çimdiklemişler de darıldı oturuyor.” dedi.
“Çimdiklemişler mi? Bu gürültüde daha ne yapacaklardı. Haydi kalk bakalım işe. Naz istemem. Kenarı kırık metelik bile vermem!”
Karı homurdanarak kalktı, gidip yüzünü yıkadı. Tevfik Bey arkasından söylendi:
“Ulan!” dedi. “Amma da namuslu şeyler be!”
Sonra kapıları açık görüp sokağa baktı. Bir sürü adam, kapıda, ta karşı kaldırıma kadar ayakta yığılmış, içeri bakıyorlar.
“Kim açtı bu kapıları? Sadri, gel kapa şunları. Nerede Kel Hüseyin? Bekçi nerede?”
Bekçi hastalanmış, Kel Hüseyin de bahçede kusup yatıyormuş…
“Patlasın kerata, yarın ben ona sorarım. Bak şuradan birini bul, kimdir orada uyuyan?”
Bir adam alçak bir sandalyeye oturmuş, merdivenin parmaklığına da dayanmış, ağzı açık uyuyor. Yavaşça da horluyordu.
Karıları getiren herifmiş. Tevfik Bey:
“Uyandırın şunu, uyumasın orada.” dedi.
Mahalle delikanlılarından biri herife yaklaşıp:
“Kalk, karıları kaçırdılar.” dedi.
Herif uyku sersemi, gözlerini ovuşturup kalktı, ne dediklerini de anlamadı. Tevfik Bey Sadri’ye:
“Sadri.” dedi. “Sen şu rakıların başında dur!”
“Beni dinlemezler ki Tevfik Bey.”
“Nasıl adamsınız be! Bir rakının sahibi olamıyorsunuz! Kim gelirse bana haber ver.”
Tevfik Bey, yemeğe bakmaya gitti.
Yukarı katta sarhoşluk kargaşalığı artmıştı. Uşşak faslının bitiminde birkaç kişi ayağa kalkıp:
“Güveyi isteriz.” dediler.
Sağlığına içeceklermiş. Güveyi, içeri odada bulup getirdiler. Orada olanlardan biri birkaç söz söylemek istiyormuş. O, söze başlayacağı sırada arkadan biri:
“E, şerefinize!..” dedi.
Hepsi “Şerefinize!” dediler. Rakılar içildi, söz söylemek isteyen adam da dolu kadehini masanın üstüne bırakıp yerine oturdu, yüksek sesle:
“Herzevekiller[10 - Herzevekil: Saçma sapan, gereksiz konuşan kimse.] arasında kaldık.” dedi.
Kimsenin işitmediğini görünce yanında oturan adama:
“Anladın mı Kadri Efendi?” dedi. “Herzevekiller içinde kaldık. İki lakırdı söylemeyi bilmezsin, hiç olmazsa sus!”
Kadri Efendi birkaç kadeh içmiş, uykusu da gelmişti. O adamın söylediklerini de anlamadı.
“Ben susuyorum, bir söz söylediğim de yok…” dedi.
Beriki büsbütün sıkıldı. Fesini bir öne bir arkaya götürüp başına yerleştirdikten sonra döndü, arkasındakilere baktı. Biri ötekine içirmek istemiş, o adam da içmek istememiş, o da rakıyı üstüne dökmüş. Kavga başlangıcı var. Bir başkası arkadaşına laf atmaya çalışıyor, dinleyen hemen sızacak gibi görünüyor.
Nutuk söylemek isteyen efendi bunlara söz anlatamayacağını görüp kalktı, yürüdü. Masanın ayağına dayanmış uda çarparak, ötekinin, berikinin ayağına basarak odadan çıktı. Merdiven başında Tevfik Bey’le karşılaştı.
“Rıza Bey, nereye birader?”
“Evime gidiyorum! Bir sürü herzevekil dolmuşlar, bırakmıyorlar ki insan iki çift lakırtı etsin. Güveye birkaç söz söyleyecek oldum, herzevekilin biri karıştı. Ben de evime gidiyorum.”
Tevfik Bey, bu adamın dargınlıkla gitmesini istemedi.
“Canım, Rıza Bey, sen düğün hâlini bilmez misin? Artık bu akşam ne olsa olur. Ben güveyi çağırırım, burada şerefine içer, söyleriz!”
O sırada yanından geçen sofracı karıya da:
“Siz yavaş yavaş sofrayı hazırlayın.” diye emir verdi.
Gene Rıza Bey’e dönerek:
“Bak, bu kadeh temiz.” dedi.
Ellerine birer kadeh rakı alıp saz olmayan odaya girdiler. Bu odada da hiç kimse kimseyi dinleyecek hâlde değildi. Tevfik Bey gürültüyü bastıracak dik bir sesle:”
“Güveyi nerede güveyi.” dedi. “Onun şerefine içmeye geldik. Rıza Bey de hitabesini yapacak!”
Güveyi şaşırmış, yorgun, ömründe bu kadar uykusuz kalmamış, sararmış suratla bir köşeden çıkarılıp masa başına getirildi. Eline de bir kadeh rakı verildi. Rıza Bey de öksürüp söze başladı.
“Huzzar-ı kiram[11 - Huzzar-ı kiram: hazır bulunan soylular.] ve muhterem Damat Bey. Bu gece, bu muhteşem ve mübeccel[12 - Mübeccel: Yüce, yüceltilmiş.] gece… Bütün hazır olan zevat-ı kiramın[13 - Zevat-ı kiram: Soylu kişiler.] öyle muhterem bir gecesidir ki… Bunun alkışlarla takdis olunmasına şayandır! Çünkü bu gece, bizim mübeccel ve muhterem refikimiz Sıtkı Bey’in izdivaç ettiği bir gecedir.
Sesini perde perde yükselterek:
“Evet biz fahrederiz[14 - Fahretmek: Övünmek.] zira bu gece bizim mübeccel bir gecemizdir başımızı yukarı kaldırırız ve deriz ki bu gece bizim bir ihtifal gecemizdir. Çünkü böyle muhterem ve mübeccel bir simanın karşısında bulunmakla, böyle muazzez ve mübeccel huzurda korkmayarak konuşabiliriz. Otuz üç senelik devr-i menhus-ı istibdadın[15 - Devr-i menhus-ı istibdadın: Baskıcılığın uğursuz dönemi.] korkunç, karanlık ve kanlı bulutları üzerimizden kalkmıştır; onu horlatmayız ve horlatmayacağız. Evet bu irade ve azim ölmez ve ölmeyecektir.
Herkes dinliyordu ama alkış yok. Birisi bir el vursa, nutku işitmeyen odalardan bile Rıza Bey alkışlanacaktı. Söze yeniden başlayarak:
“İhvan-ı kiram,[16 - İhvan-ı kiram: Ulu dostlar.] bu mübeccel arkadaşımızın sayesinde bu gecemizi idrak etmiş bulunuyoruz. Çünkü o Allah yolundadır. Evet Allahımız da bize böyle buyurmuş, Peygamberimiz de ‘ve zevvecnâ’ emretmiştir. Yani, zevce alınız. Zevce alan milletler ölmezler ve ölmeyeceklerdir. İşte bizim mübeccel, muazzez refikimiz Sıtkı Bey izdivaç ediyor. Yani evleniyor ve evlenecektir. Bu sebeple tebrik ederek diyorum ki ‘Yaşasın bizim mübeccel ve muhterem refikimiz!’ ”
“Yaşasın!” diye bir gürültü koptu. Rıza Bey, masayı dolaşarak güveyi öpmek istedi. Sıtkı Bey teşekkür için ne diyeceğini bilemiyordu. Rıza Bey’in elini öpmek istedi. Kadehlerdeki rakılar döküldü, karmakarışık bir şeyler oldu. Kim, kimi öptü belli olmadı!..
Rıza Bey’in keyfi yerine geldi. Biraz din, biraz politika, sonunda işi tebriğe bağladı. Duruşu, herkesin yüzüne bakışı: “Nasıl, iyi söyledim mi?” demek istiyor gibi idi.
Düşmez mi bir fırsat ki bu adamcık bir hitabe daha söylesin!
Dışarıda sarhoşun biri, içeride nutuk söylendiğini duymuş, onun da damarları kabarmış, kadeh elinde gözleri eğrilmiş, fesi çarpılmış, soluğu artmış, sallanarak odadan içeri girdi. Bakındı, hiç kimsenin ona aldırdığı yok. Biraz durduktan sonra:
“Sıtkı.” dedi. “Ama ses çıkmadı. İkincisinde:
“Sıtkı!” diye bağırdı. “Gel buraya!”
Sıtkı’nın yüzüne uzun uzun baktıktan sonra:
“Yoksa beni adam yerine saymıyor musun?”
“Estağfurullah, o nasıl söz İrfan Bey!”
“Yok, koltuğa gelmem,[17 - Koltuğa gelmek: Övülmekten hoşlanmak.] anladın mı? Ben bu zıkkımı bak şu kadar piçken gene içerdim. Şimdi de içerim. İçerim ama ne bok karıştırdığımı da bilirim. Anlatabildik mi?”
Uzun bir süre sustuktan sonra:
“Benim ona da minnetim yok.”
“Yok, sana zahmet oluyorsa otur yerine…”
“Yok İrfan Bey, ne diyorsun? Bu sözleri nereden çıkarıyorsun!”
“Ben akşamdan beri sesimi çıkarıyor muyum?”
“Çıkarmıyorsun!”
“Hah, çıkarmıyorum.”
Parmağını kaldırıp ayrı ayrı herkesi gösterdikten sonra hiçbir şey söylemedi. Sonra da söylemiş gibi Sıtkı’nın yüzüne baktı.
İçeride saz başlamıştı. Sofada sofraları kuruyorlar. Bu yandaki odalarda oturanlardan biri, sazın hep o odada çalmasına içerledi:
“Ne demek yani!.. Saz hep o odada mı çalacak?” dedi.
Bu efendiye Azapkapılı Yahya derler. Kırk yaşlarında kadar bir adamdır. Eskiden yorgancı çırağı imiş, sonradan askere yazılmış, çavuşluk, başçavuşluk derken tabur kâtibi olmuş. Bugün, topçu dairesi evrak memurudur.
Bu gece biraz çokça içmişti. Yavaşça yerinden kalktı; içerideki odaya gitti, kapının önünde durdu, terbiyelice bir de selam verdi.
Odada bulunanlardan birkaç kişi bunu gördüler, çağrılmış da geç kalmış bir adam sandılar.
Yahya dedi ki:
“Bey biraderler, af buyurursunuz, bizim o kadar aklımız ermez. Bir kusurumuz olursa affedersiniz! Yani biz de ekmek yiyoruz, saman yemiyoruz! Saz akşamdan beri size çalıyor!”
Bu sözleri odadakilerden çoğu işitmedi. İşitenler de aldırmadılar. Yalnız kapı karşısında oturan bir genç bey, başını çevirip Yahya’ya:
“Ağzını topla.” dedi. “Burada çalgıcı yok, burada herkes ihvan!”
Yahya da başını çevirdi, bu adama baktı.
“Affedersiniz.” dedi. “Bir de temenna etti.”[18 - Temenna etmek: Öne doğru eğildikten sonra doğrulurken eli başa götürerek selam vermek.]
Biraz durduktan sonra:
“Biz de ihvan da onun için… Gene bir kusur ettik ise affedersiniz.”
İşin uzayacağı anlaşıldı. Ortalığa bir durgunluk gelir gibi oldu. Yahya’nın ne çamur olduğunu bilenlerden biri, Tevfik Bey’e haber vermeye gitti. Tevfik Bey yetişti. Yahya’yı dışarı çekip:
“Ulan.” dedi. “Bunlar bizim misafirimiz, sen ne halt ediyorsun!”
“Misafir değil, ne bok olursa olsun, ben bu gece o pezevenge sözümün hesabını verdirmezsem, bana da Yahya demesinler.”
“Aman Yahya, canım Yahya, anan yahşi, baban yahşi…”
Tevfik Bey:
“Gördün mü işin antikasını?” dedi. “Düğünü bir rezaletle bitireceğiz.”
Ara sıra Yahya kalkıp içerideki odaya gitmek istiyor, bırakmıyorlardı.
Yahya’yı sarhoş etmekten başka yolunu bulamadılar.
“Evet Yahya Bey hakkın var, hadi içelim.” dediler.
Akşamdan çokça içtiği için, yerinden kalkamayacak kadar turşulaşması çok sürmedi. Bir duvar dibine uzattılar.
Yemek başlamazsa cıvıklık artacağı bilindiği için, Tevfik Bey aşağı indi.
“Yemek!” dedi.
“Hazırdır.” dediler.
Yukarı çıktı, ilkin saz çalan, okuyan beyleri yemeğe çağırdı.
Yemek yenileceğini duyanlardan birkaçı, bu kadar erken yemek çıkarılmasına kızdılar.
“Bu bizi kovmaktır.” dediler.
Tevfik Bey bunları önledi:
“Beyler.” dedi. “Arkadaşlardan yemek isteyenler var, yemek veriyoruz. İçmek isteyenlere de afiyet olsun, sabaha kadar içsinler!”
Sofra başında oturanlar, güveyin sağlığına birer kadeh kebaplık içmek istediler, güveyi aradılar. O küçük odada İrfan Bey’in nutkunu dinliyordu.
“Ben… Ben… Dünyaaada… Ben… Sen…”
Anlaşılmaz sözler. Sofra başındakiler bekliyorlar.
“Canım İrfan Bey, bir dakika izin ver, gitsin gene gelsin!”
“Olmaz…”
Neyse bir aralık güveyi aşırdılar. Sofradakiler de kebaplıklarını içtiler.
Yemek yiyenler yediler, yemeyenler içtiler, sızan sızdı. Giden gitti. Gidemeyenleri komşularda hazırlanan yataklara aşırdılar. Sabaha karşı ev boşaldı.
Kadınlar geldiler, kolları sıvadılar. Bu ev bugün temizlenecek de öbür gün koltuk[19 - Koltuk: Eski düğünlerde damatla gelinin eve girerken konuklar arasından kol kola geçmelerini töreni.] olacak.
Tam kırk yıl sonra, Ankara’da Kızılay önünde yaşlıca iki efendi hem yürüyor hem de konuşuyorlardı. Biri ötekine diyor ki:
“Hatırlar mısın Sıtkı’nın düğünü olmuştu?.. Ne kadar eğlenmiştik. Biz o günlerin kadrini bilememişiz. Sabahleyin gözümü açtım, hiç tanımadığım bir ev. Düşün bakalım neredesin! Ev sahibi, Tevfik Bey diyorlar bir efendi. Şimdi o insan adamlar da kalmadı. Mahalleden imiş, bize ekşili bir çorba da pişirtmiş. Benim gibi iki kişi daha varmış. Onlar da içeri odada yatıyorlarmış.”

İSTANBUL’DA BİR BAYRAM GÜNÜNÜN HİKÂYESİ[20 - Bu hikâye Ulus gazetesinin 19 Aralık 1948 tarihli sayısında yayımlanmıştır.]
Bayramın ikinci günü, gelen gidenimiz bastırmadan eniştemi evde bırakıp biz de biraz komşularımıza, İstanbul’da bildiklerimizin eskilerine, hatırlılarına uğrayalım diye, yeğenim Hatice ile çıktık. Birkaç komşuya da uğradık. Bunlar arasında eski tanıdıklarımızdan, köşk komşularımızdan, mahallemizin sevilir ihtiyarlarından Atiye Hanımefendi’ye de gittik. Yaşlı bir hanımdır. Bu son yıllarda da üstünüze sağlık, biraz keyifsizlendi; yerinden güçlükle kalkabiliyor, sağ elini de kullanamıyor.
Köşkün kapısından girince sağdaki büyükçe odaya “Buyurun!” dediler, girdik. Odada tanıdık, tanımadık beş altı kişi daha var. Selamlaştık, bayramlaştık, oturduk.
Oda geniş olduğu için, biz girince bizden önce gelmiş olan misafirlerden kalkan olmadı. Misafirlerin hepsi de erkek. Yaşlı başlı, efendiden adamlar. Biraz hoşbeşten, beylik sözlerden sonra Atiye Hanım, biz odaya girmeden başlamış olduğu söze döndü. Politikadan konuşuyor, bugünlerin modası olan “hürriyet” lakırtısı ediyorlarmış.
Yaşça bizlerden epeyce büyük olmasına bakmayarak Atiye Hanım’la akran gibi konuşur, ara sıra da takılırım. Bu, hürriyet sözünü de işitince:
“Aman hanımefendi.” dedim. “Siz de mi hürriyet istiyorsunuz? Bu o kadar işe yarar bir şey mi?”
Yüzüme baktı:
“A, elbet isterim beyefendi.” dedi. “Ne kiracıyı çıkarabiliyorum ne kirayı arttırabiliyorum. Ben istemeyeyim de hürriyeti kimler istesin!”
“Ha, anladım ama hanımefendi…” dedim. “Bu hürriyetten kiracılar da faydalanırlar.”
Hanımefendi, sözümü pek kavrayamadı.
“Kiracıların faydalanması da ne oluyormuş?” dedi. “Şaka ediyorsunuz…”
“Hiç şaka etmiyorum.” dedim. “Sizin faydalanacağınız hürriyetten onlar faydalanmazlar mı?”
Bayan Atiye, benim söylediklerimle kendi düşündüklerini kaynaştıramadı.
“Canım.” dedi. “Öyle de maskara hürriyet olur mu?”
Orada oturanların yüzlerine baktı. Hemen hepsi de kiracılardan olan bu misafirler, Atiye Hanım’a nasıl yardım edebileceklerini kestiremediler. Biraz susulduktan sonra misafirlerden, uzun boylu, kuru gövdeli, kalın sesli, kara bağa[21 - Bağa: Kaplumbağa kabuğundan yapılmış veya bu kabuğu andırır biçimde olan.] gözlüklü bir adam:
“Yok, esasta beyefendinin, buyurdukları doğrudur.” dedi. “Yalnız bir zümre için hürriyet istemek kimsenin hatırından geçmez.”
Hanımefendi sıkıldı:
“Eee?” dedi. “Ne olacak, biz şimdi hakkımızı istemeyecek miyiz? Demin böyle konuşmuyorduk ama…”
Kendisinin yargıçlarımızdan, adının da Asaf Bey olduğunu sonradan öğrendiğim o adam, hem hanımefendiyi üzüntüden kurtarmak hem de sözü derleyip toplamak için:
“Yok, hanımefendi.” dedi. “Sözümüz gene söz. Yalnız demin bir kiracı lakırtısı etmedik. Onu siz, şimdi beyefendi geldikten sonra söylediniz…”
“E, söyledimse ne olmuş, ben kiracıların eşyalarını kapının önünde görmedikten sonra hürriyetten bana ne! Bak ben küçük evi kırk liraya veriyorum. Bugün boşaltsın, iki yüz lira hazır. Bin lira da hava parası. Bir yıllık da peşin! Bize de yazıktır.”
Ben söze karıştım.
“Valla hanımefendi…” dedim. “Ben o kadar iyisini bilmem ama bu istediğiniz hürriyet bu işlere yaramaz sanırım.”
Asaf Bey hürriyeti, biraz da benim anlayabileceğim gibi açıklamak, belki de hanımefendinin işine nasıl yarayacağını anlatmak için:
“Efendim.” dedi. “Hürriyet; hep bildiğimiz gibi, demokrasinin geniş ölçüde gelişmesi, bugünkü yolsuzlukların da bir kanuna bağlanması demek olduğuna göre, demokrasi olunca herkesin hakkını hukukunu tanıması da tabiidir. Hanımefendi de bunu buyuruyorlar sanırım.”
Ben anladıklarımı, Asaf Bey’den bir kere daha sormak isterdim ama Hanımefendi tezce davrandı:
“Ben sizin söylediklerinizi anlamadım ama…” dedi. “O kiracılar o evde oturdukça hürriyet ağzı ile kuş tutsa bence beş para etmez.”
Bu sözler orada oturanlardan emekli Deniz Subayı Hasan Bey’i sinirlendirmiş olsa gerektir ki sesi, elleri titreyerek:
“Biz hürriyeti istiyorsak milleti kurtarmak için istiyoruz. Kendimiz için değil. Herkes istediğini mebus seçecek. Öyle, filan yerden buyrulmuş, partiden istenilmiş yok. Kimseden sormayacaksın. Gözün kesiyorsa adını yazar sandığa atarsın! İşte bu! Millet hakkını istiyor. O günler geçti. Bizim kimseden korkumuz yoktur. İsterlerse assınlar!” dedi.
Çok ateşli söylenmiş olan bu sözleri Atiye Hanım beğenmedi. Gene “Kiracıları çıkarsınlar.” diyecekti. Hasan Bey onun sözünü karşıladı:
“Yok hanımefendi.” dedi. “Affedersiniz ama ben sizin buyurduklarınızda şahsi menfaat görüyorum. Benim evim, ötekinin dükkânı, şimdiden başlarsak… Evi olmayanlar sokakta mı kalsınlar?”
Hanımefendi:
“Onlar sokakta kalmasınlar, biz mi kalalım?” diye sordu. “Siz, bak kaç yıldır dul kadının evinde oturuyorsunuz. O da Allah’ın kulu. Bir yerden on para bir geliri var mı? Bir damlacık, hasta kızını işe yolluyor da onun aldığı beş-on para ile yarı aç, yarı tok geçiniyorlar. Hiç onları düşünüyor musunuz?”
Hasan Bey biraz bozuldu. Tanıdık, tanımadık adamların yanında bu sözlerin söylendiğini istemezdi.
“Onlarda yok da bizde var mı?” dedi. “Bugün bayramdır, şu benim kılığıma bir baksanıza! Küçük kızın ayağına bir ayakkabı alamadım.”
Atiye Hanım gülümsedi.
“İlahi Hasan Bey!” dedi. “Ablaları alıvereydiler. Naylon çantaları çifter çifter. Artık size de mi acıyalım!..”
Hasan Bey:
“Ama ev sahibinin kızının giydiklerini söylemiyorsunuz.” dedi.
Hanımefendi kaşlarını çatıp:
“A, hangi giydikleri ayol?” dedi. “Anasının eskilerini bozup dikiniyor, o mu? Şurada Zekiye düzeltip dikmeseydi…”
Hasan Bey:
“Benim gözüm yok.” dedi. “Siz söylediniz de ben de söyledim.”
Atiye Hanım:
“Yalan mı söyledim?” dedi. “Ablaları isteseler kıza bir ayakkabı alamazlar mı? Gelsinler ben kendilerine söyleyeyim. Hem siz erkeksiniz, kendinizi o dul kadınla bir mi tutuyorsunuz?”
Hasan Bey:
“Erkek olduk da ne oldu hanımefendi?” dedi. “Ben tekaüt olurken ‘Daha yaşlı değilim, eh, elbette bize de bir iş bulunur.’ diyordum. Bizim gibi emeklileri işe koyuyorlardı. Mebus bile yaptılar. Tanıdıklara başvurdum. Partiye kadar da yazdım. Hiçbir şey çıkmadı. Yapsalardı elbet bu da böyle olmazdı. Kabahat benim mi?”
Asaf Bey söze karıştı:
“Eh bu da böyle gitmez ya.” dedi. “Bir gün olur hak yerini bulur.
Hasan Bey:
“Bizim de beklediğimiz o ya.” dedi. “Çoluk çocuğu avutup duruyoruz. Oradan da boş çıkarsak bilmem artık!”
Asaf Bey:
“Çıkmazsın, çıkmazsın.” diye Hasan Bey’e güvenlik verdi.
Dövüşmeye hazırlanmış aslanlar gibi kükreyerek söze başlayan Hasan Bey’in dervişler gibi boynunu büküp sözünü bitirmesi bana hoş göründü.
Odada oturan beylerin, bu politika alanında söyleyecek çok sözleri, dökecek çok dertleri olduğunu şimdi anlıyorum. Hasan Bey’den sonra, karşı koltukta oturan Musa Bey adında biri söze karıştı:
“Çıkmaz demeyin Asaf Bey.” dedi. “Çıktı bile. Biz bu işe nasıl başladık? ‘Millet hakkını istiyor.’ demedik mi? Alabildik mi? Korktular. Bir postta iki aslan olmaz. Ya onlar ya biz. Bu iş böyle tutulur. Hiçbir şey yapacakları yok. Boş yere kendimizi avutmayalım!”
Asaf Bey sinirlendi.
“Ne yapacaklardı?” dedi. “İhtilal mi çıkaracaklardı?”
“Çıkaracaklardı ya! Yalvarmakla kimse yerinden kalkmaz. Kolundan tutar atarsın, kafasını da ezersin bir daha canlanamaz.”
Asaf Bey:
“Yok.” dedi. “Musa Bey, o devirler geçti. Biz kanunun hâkim olduğu bir devirde yaşıyoruz. Sizin buyurduğunuz totaliter bir zihniyet ifadesidir.”
Musa Bey gücendi:
“Teşekkür ederim.” dedi. “Şimdi de totaliter olduk. Koca mitingin ortasında: ‘Yaşasın demokrasi, kahrolsun kara kuvvet!’ diye bağıran kimdi? İktidarla anlaşınca ağızlar döndü, değil mi? Biz de totaliter olduk. Zarar yok. Günü gelince görüşürüz. Biz millet yolundan dönmedik.”
Asaf Bey onun sözünü kesip:
“Bay Musa.” dedi. “Siz benim sözümü yanlış anladınız, boş yere sinirlendiniz. Ben size totaliter demedim. Sizin sözlerinize karşı söyledim.”
Musa Bey, biraz yumuşar gibi oldu:
“Asaf Bey, biz oyuna geldik.” dedi. “Bak, kime istersen sor; siz burada yoktunuz, bu hat boyundaki ocakların hepsini ben açtım. Millete söz verdik. ‘Yapacağız, edeceğiz.’ dedik. Ne oldu? Bizimkileri mum gibi erittiler. Şimdi bir daha o fırsatı bul da halkı ayaklandır. Ama baştan ben bu işi biliyordum. Hasan Bey’e de söyledim. İşte yüzü. İstasyonda konuşmadık mı? ‘Bunların hepsi ittihatçı düşkünleridir, bizi oyuna getirirler.’ demedim mi? Ben malımı bilirim. Dediğim gibi de oldu. Bu habis ruh bu memleketten kalkmadıkça bu millete rahat yoktur.”
Atiye Hanım bu sözü beğendi.
“Bu doğru.” dedi. “İttihatçılar çıktılar, nur içinde yatsın, paşa babam söyledi. ‘Bunlar…’ dedi. ‘Bu milleti batırırlar görürsünüz.’ Bugün gibi kulağımdadır. Dediği de çıktı. Bu hürriyet sözünü de ilkin onlar çıkardılar. Arkasından başımıza gelmedik kötülük kalmadı. Şimdi de gene hürriyet demeye başladık. Başımız sıkılınca hepimiz söylüyoruz. Hemen Allah saklasın! Biz kiracıları evden çıkaralım derken onlar bizi atmasınlar diye korkuyorum doğrusu.
Musa Bey:
“Atarlar.” dedi. “Hiç bunlara inan olmaz. Bu milletin aklı varsa ilkin bu döküntüleri temizlemeli.”
Bekledim, Asaf Bey: “Kim ittihat düşkünü?” desin yahut başka bir yerden söz açılsın yahut da şimdiye kadar söze karışmayanlardan biri yepyeni bir konu ortaya atsın. Olmadı. Hiç kimse sesini çıkarmadı. Bu adamlardan hoşlandım. Dedikodu da tatlı. Ben ortaya yeni bir laf atıp ortalığı konuşturabilir, faydalı şeyler de öğrenebilirdim ama bizim kız sıkıldı. Gidecek yerlerimiz de var. İzin istedik.
Biz ayağa kalkınca Asaf Bey de ayaklandı. Atiye Hanımefendi’nin elini öpüp çıktık. Asaf Bey de bizimle birlikte istasyon yolunu tuttu.
Birkaç adım yürüdükten sonra ben Asaf Bey’den sordum:
“Kuzum beyefendi.” dedim. “Bu Musa Bey dediğiniz bey kimdir?”
“Efendim.” dedi. “Bu, İbriktar Emin Bey’in kaynıdır. Daha doğrusu kaynı idi. İttihatçılar bunu Sinop’a sürdüler. Bir değeri yoktu ama sürüldü. Oradan geldikten sonra bir aralık Mısır’a gitti. Orada da bir ablası varmış. Sonra döndü, Emin Bey rahmetlinin hanımı ile oturdu. O öldükten sonra, bir aralık dalyan tuttu. Belli başlı bir işi yoktur. Atiye Hanimefendi’den para mı alır nedir, gelir gider.”
“Oldukça ateşli bir politikacı.” dedim.
“Ha evet.” dedi. “Efendim bu, partiye girmişti. Çalıştığı da doğrudur. Geçende ne olmuş, bunu partiden çıkarmışlar. Ateş püskürüyordu. Şimdi başka partiye girecekmiş. Belki de girmiştir.”
“Evet, ağzına bakılırsa öyle.” dedim.
Bu Musa Bey’in ustura ile kazıtılmış, iri yuvarlak bir kafası var. Ufacık kır bıyıklarının uçları kıvrılmış. Boyu pek kısa değil. Yaşı belki yetmiş olmalı ama görseniz elli yaşında sanırsınız.
Biraz daha yürüdükten sonra gene Asaf Bey:
“Bu adamlarda hiç mefkûre yoktur.” dedi. “O Hasan Bey’i de gördünüz ya yarın parti işbaşına gelince bunu mebus yaparsa ne âla, yapmadığı gün partide aramayın. Mebusluğun hastasıdır. Doğrusu parti için de güç!”
Asaf Bey’le konuşarak, anlaşarak istasyona vardık. O trene gitti, biz de tünelden karşıya geçip tanıdıklardan birinin daha kapısını çaldık.
Gene o gün öğleden sonra yeğenim evde kaldı, ben yalnızca bizim Bay Dürrü Eksilmez’e uğradım. Bayram dolayısıyla Dürrü’nün evinde de birkaç arkadaşla karşılaştım. Söz döndü dolaştı, gene politika dedikodularına geldi. Ben de hanımefendinin yanlarında geçen sözleri anlattım. Daha lakırtımı bitirmeden Feyzi Gülcü adında bir arkadaşımız:
“İşte bakınız.” dedi. “Her yerde bu sözler. ‘Demokrasiyi bizim halkımız anlamaz.’ diyenler görsünler. Şimdi asıl kök mesele halka kendi mebusunu seçtirmektir. İşte bu kadar!”
Çok yıllar liselerde fizik okutmuş bir başka arkadaşımız da sordu:
“Bu buyurduklarınız olursa işler düzelecek mi?” dedi.
Gülcü arkadaşımız:
“Yok.” dedi. “işlerin düzelmesi bakımından değil, millî hâkimiyetin tecellisi bakımından… Amerika’da olduğu gibi!”
Biri sorsun “Şu Amerika’da nasıldır, millî hâkimiyet nasıl tecelli eder? Biz de öğrenelim.” diye bekledim; kimse sormadı. Ben bir sırasını getirip sorayım dedim, Fehmi Bey adında biri söz karıştırdı:
“Evet.” dedi. “Milletin istediği de bu değil mi? Birleşmek, anlaşmak, bir el ile çalışmak, bu ayrılığı ortadan kaldırmak! Toprak birliği, hakikat birliği, vatan birliği. Hakikat iki olmaz. İyilik olmalı, rahatlık olmalı, bu yolsuzluklar ortadan kalkmalı. Benim fikrim budur. Doğru değil mi?”
Bu Fehmi Bey lakırdısını bana bakıp söylüyordu. Ben de:
“Evet doğrudur, haklısınız.” dedim.
Feyzi Bey belki bir de açıklama yapardı ama hukuk doçentlerinden olduğunu anladığım kısaca boylu, irice kafalı, koca ağızlı, çok iyi yüzlü bir adam Gülcü’ye bakarak:
“Bu…” dedi. “Şimdi Fransa’da da günün en canlı meselesidir. Asıl ortada İngiltere varsa da biz onu bırakalım. Biz onların yaptıklarını yapamayız. Bilmiyoruz da!”
Fizik hocası, doçentin sözünü kesti:
“Onu Fransızlar da bilmiyorlar.” dedi.
“Evet bilmiyorlar da denilebilir. Gene bizim bildiğimiz Fransa’yı örnek alırsak…”
Fizikçi gene sözü kesti:
“Biz de onlar gibi, sırtüstü yatarız!” dedi.
“Yok, niçin… Evet bugün bir buhran var. Bir…”
Fizikçi:
“Ben onların buhransız günlerini görmedim ki. Beş yıl Fransa’da kaldım, beş yıl buhran geçirdiler.”
“Evet, İngiltere gibi değildirler. Söyledim. Onu kendileri de yazıyorlar. Ben Profesör Alenne’in bir kitabını okudum. Bunu bir anayasa meselesi olarak alıyor.”
Fizikçi:
“Sen Profesör Alenne’in kendisini tanısan kitabını okumazdın.” dedi.
“Niçin? Fena mıdır?”
“Benim sınıf arkadaşımdır. Sadullahın biridir.”
“Ama yazdıklarını ben çok esaslı buldum.”
“Hüsnüniyet sahibisin…”
Gülcü söze karışıp doçente:
“Bir kere ben sizin söylediklerinizi anlamıyorum.” dedi. “Neden İngiltere’de oluyor da burada olmuyor? Demin beyefendinin anlattıklarını dinlediniz. Bu yalnız orada değil her yerde. Bunu bir demokrasi gelişmesi saymıyor musunuz?”
“Yok, esas bakımından bir mesele ise de…”
Anladım söz uzayacak; benim de trenim kaçacak, arkadaşların bu faydalı konuşmalarını çok dinleyemedim. İzin aldım, doğru Haydarpaşa’ya. Biraz daha geç kalsaymışım yataklıyı kaçırıyormuşum. Ancak inanınız ki doyamadım. Adamın günleri boş, durumu da elverişli olmalı da, benim gibi rastgele değil, bir tertip ile bu arkadaşları dinlemeli. Burada konuşmalar o kadar faydalı olmuyor. Orası ne de olsa büyükşehir!

GURBETTEN DÖNERKEN
İlkyaz yağmurları yağıyor, ağaçlar henüz çıplak, tatlı bir toprak kokusu duyuluyor.
Bahçenin yüksek çamları altında, biraz tozlu, biraz yorgun görünen bir otomobil yola hazırlanıyor. Çantaları, yükleri içeriden çıkarıyorlar, otomobilin yanına diziyorlar. Şoför, birtakım ipler çözüyor, çantaları bağlamaya hazırlanıyor.
“Bak buraya! Bu çanta içeriye konulacak.”
“Peki, peki…”
Nedense yüreklerde bir ağırlık var, gönüllerde bir üzüntü duyuluyor. Bir felaket mi var? Bu seyahat istenilmiyor mu? Bu şehirde tatlı hatıralar mı var? Burada sevgililer mi bırakılıyor? Yok, hiçbiri değil… Ancak nedense, gene gönüller mahzundur!
Dostların hepsi oradadırlar veda edecekler, son nezaketlerini gösterecekler, ağlamak sırası gelmesini bekliyorlar. Bu dostlar kimlerdir? Bir kıymetleri var mı? Bunlar, tesadüf olarak burada toplanmış, birbirini tanımış, zemmetmiş,[22 - Zemmetmek: Yermek, kınamak, kötülemek.] zemmolunmuş adamlar. Ama ne kadar sahte olsalar, sanırım ayrılık onların gönüllerine tesir etmiştir. Manalı, manasız sözler söylüyorlar.
Yolcular telaşlı, sabırsız, sinirlidirler. Sanki kalplerinde birer taş, boğazlarında birer düğüm vardır.
Boş kalan odaya bir daha bakılır. Burada ne yaman bir acılık var. Eşyası kaldırılınca sanki haraplaşmış, büyük karyola yerinde yok. Şimdi bu odanın pencereleri, kapıları, duvarları eskimiş kopmuş, yıkılmış. Bu cansız şeyler sanki bir hassasiyet almış, adama ağlamak talim ediyor, ağlamak öğretiyorlar. Boş kalan bu odada bir hayat yaşanmış idi! Burayı bırakmak acı geliyor.
Yola çıkma saati yaklaşıyor, herkes bir ağızdan konuşuyor, çoğu anlamsız laflar ediyorlar; odalar insana daha dar, daha küçük görünüyor. Kapı önünde bir hizmetçi el öpmeye hazırlanmış, dudaklarında hazin bir tebessüm… Her şeyde gizli bir hüzün var sanki…
Hazırdırlar. Paltolar arkada, boyunlar sarılmış, çantalar elde ancak otomobil hazır değil, yükler bağlanmamış. Ayakta bekleniyor. Dostlar içinde, gözyaşlarını tutamayan hanımlar var. Bunlar, muhabbetlerinin bu kıymetli incilerini gösterebildiklerine sevinirler.
Yolcular ayakta geziniyorlar, odalarını bırakmıyorlar.
“Ne duruyoruz? Otomobilin yanına gidelim.”
“Gidelim…”
Artık o yerler bırakıldı, orasını unutmak lazım.
Biraz da otomobilin yüklenmesi ile uğraşılıyor. Nihayet veda!.. Hanımlarda gözyaşı ama “bırakılan o” odalarda duyulan acılık yok. Hep ayrılış sözleri, çoğu manasız!
Otomobile biniliyor, etraftan yardımlar, selamlar, şoför yerine oturuyor, makine işliyor, sonra yavaşlıyor, araba kımıldıyor, bahçenin geniş yolunda yürüyor, kapıdan çıkıyor, düdük sesi, dönüyor. Sonra hiç… Bir sessizlik.
Artık gittiler. Oturdukları yerler boş kalmıştır.
Buralara dönmek istenilmiyor. Buralarda duvarlar, taşlar, tahtalar canlanmış, dillenmiştir; bir acılık söylerler.
Otomobil, şehrin sokaklarını geçiyor, yolcular gözlerine ilişen dükkânlara son bir defa bakmak istiyorlar. Hayatta bir daha bu uzak memleket görülmeyecek. Bu yerler, güzel yerler değil, bu şehir sevilmiş bir şehir değil ama olsun. Değil mi ki bir daha görülmeyecek, o dakika için sevimli olur.
Şehrin kapısında polis onları durduruyor, isimlerini yazıyor, gidebilirler. Kenar mahalleyi geçiyorlar, birkaç dakika sonra da kendilerini kırda buluyorlar.
Ilık, güneşli bir gün. Temiz kır yeli esiyor, saçları uçuruyor. Kır havası taze yüzleri yakıyor mu? Gözler rüzgârdan nemlenmiş. Boğazlarda hep o düğüm, başlarda hep o hafif ağrı. Acaba arkada bırakılan hayat aranacak mı? Acaba bu arkada kalan bir saadet midir?
Otomobilin sarsıntısı rahatsızlık veriyor. Güzelce düşünmeye imkân bırakmıyor. Bu yolculuk bir kurtuluş yolculuğudur. Sevgililere kavuşulacaktır. Yolcular bahtiyardırlar ama yolculuk rahatsızlığı bırakmıyor ki tamamen bahtiyar olsunlar, birbirlerine sokulsunlar, bütün rahatlığı ile gülebilsinler. Bundan başka kadının ebedî şüphesi var ki her zamanda, her düşüncenin altında gizli gizli kendini gösteriyor, ona diyor ki: “Bu erkek seni bir yük gibi taşıyor, hayat onun hayatıdır!”
Otomobilin önünde yollar gittikçe uzuyor, ta ötelerde yol görünüyor, ilkyaz havası esiyor, makine çalışıyor, araba sarsılıyor. Ara sıra birkaç söz konuşuluyor, çok zaman susup boşluklara bakılıyor.
Nihayet, uzun deniz yolculuğu için vapura binilecek liman şehrine varılıyor. Bilinmeyen sokaklardan geçiliyor, vapurların bulunduğu deniz kıyısına geliniyor. Bir kenarda, binilecek, onları sılaya götürecek vapur bekliyor. Deniz açık mavi mi, koyu mavi mi? Göz alabildiğince uzanıyor.
Otomobilden eşyalar indiriliyor, hamallar vapura taşıyorlar onları. Sonra vapura biniliyor. Kamarotlar, kamaralarını gösteriyorlar; yerleşiyorlar kamaralarına. Uzun ve yorucu kara ve tren yolculuğundan sonra, bir süre dinleniyorlar kamaralarında. Tam bir zindelik içinde çıkıyorlar kamaradan. Güvertede dolaşılıyor. Bazı kişilerle tanışılıyor. Sonra da salona giriyorlar. Orada da tanıştıklarından bazıları var. Oturuyorlar.
Başçarkçı ile birlikte çay içiyorlar. Barmen, büfenin yanında, ayakta duruyor. Bir tabak içinde rende talaşı gibi bükülmüş tereyağı parçaları. Kalın çay bardakları, el silmek için ince kâğıtlar, her şeyin üstünde geminin damgası…
Salon pencerelerinde ölçülü bir tıkırtı var. Açık denize doğru gemi yol vermiş. Hava sakin, güneş batıyor. Trende, bitişik bölmede seyahat etmiş bir karı koca ile iki çocuk, gemide de gene beraber. Çaya geç kalmışlar. Çocuklar dehşetli yaramaz, baba ana ne yapacaklarını bilemiyorlar.
Bütün gemi sanki bu birkaç kişi için seyahat ediyor.
Bir genç adam, gözleri ve saçları çok güzel, kaptan köprüsünden iner, cebinden anahtarını çıkarıp kamarasını açar, girer. Gemi memurlarından iki kişi güvertede dolaşıp konuşurlar. Bunlardan birinde, gözleri ile etrafı arayan, kadın görünce bir lahza-cık duran bir hâl var.
İhtiyar, ak saçlı, iri yarı bir kaptan geçer, kadınları kasketi ile selamlar. Bu gemi süvarisi olsa gerek. Güvertede oturup kitap okumak istenir, okunur da ama bir şey anlaşılmaz.
Bu sırada iki genç muavin kaptan, iki genç adam geçerler, çok gizli bir nazarla kadınlara bakarlar. Bunlar belli ki tatlı çapkın adamlar. Birisinin, yeni tıraştan sonra sakal bıyık yerleri belli oluyor, bu güzel mi, çirkin mi? Çabuk hüküm verilebilir bir şey değil.
Tenhada bir kadın, bunların arasına düşse… İnsan onların hâllerini düşündükçe güleceği geliyor.
“Ne gülüyorsun?”
“Ben mi? Şimdi mesela, bizim gittiğimizden annemin haberi olmasa da birden karşısına çıksam…”
“Eee, bunda gülecek ne var? Hem onların haberi de var.”
“Var ya! Sanki olmasa diyorum…”
Gece oluyor, gittikçe deniz kararıyor. Birkaç gemici, merdiven yanında ayakta konuşuyorlar.
Yemek çanı çalınıyor. Yolcular aç değiller ama sofraya gidecekler. Kamaralarına gidip kitaplarını bırakıyorlar. Sofrada kimleri göreceklerini bilmiyorlar.
Yemek salonuna geldikleri vakit sofra henüz boştur, ayakta pencereden bakıyorlar. Bir aralık, gemi başkaptanının, gemi düdüğü kadar kalın sesi duyuluyor, dönüyorlar. Başka yolcular da yetişiyorlar. Herkes yerine oturuyor. O, kadınlara dik dik bakan adam, gemi kâtibiymiş. Yaramaz çocukların anası, babası yemekteler. Çocukları kamaraya kilitlemiş olacaklar.
Yemekte iki genç hanım daha ortaya çıkıyor. Bunların biri o kadar güzel, sevimli bir hanım ki bütün erkeklerin gözü üstünde kalıyor. Açık kumral saçlarından bir demetçik, güzel kaşının üstüne düşmüş. Kendine bakan gözlerden sanki rahatsızdı.
Kaptan iri yarı bir adam, eski bir deniz kurdu. Ensesi kat kat, omurları merdiven basamaklarından daha kalın, iri parmakları arasında çatal bıçak kayboluyor. Uzun yıllar Cava, Hint Çini, Çin seferleri yapmış; çok meraklı hikâyeleri var. Göründüğü gibi kaba bir adam da değil. Yemekte, bir münasebetle Hindistan’da gördüklerini anlattı.
Yaramaz çocukları olan ana baba, herkesten evvel sofradan kalkarlar. Bir kısmı, bir zaman daha kalır, kaptanı dinlerler.
Yemekten sonra gemi büsbütün tenhalaşmış görünüyor. Gemi karanlıkta gidiyor, sular hışırdıyor. Vapurda geziliyor. İkinci mevki salonda birkaç kişi oturmuş konuşuyorlar. İçlerinde genç, güzel bir kadın da var, derin derin esniyor. Çokları kamaralarına çekilmişler, gidip yatmalı…
Bir gece sonra gemi bir limanda duruyor. Yemek yenilmiş, yola çıkmak için zamanı bekliyorlar. Güvertede gezinirler. Karanlık denize bakarlar. Herkes bir tarafta. Geçen günleri düşünüyorlar. Arkada bırakılmış bir şehir var. Orada ne vardı? Hiç! Ne iyi oldu da oradan çıkıldı. Lambalı, abajurlu odalar, çaylar, poker masaları, geçmiş hayattan konuşmalar, dedikodu, yalancılıklar, boş boş şeyler. Bunlarla geçen ömre yazık. Ne olsa gelecek günler bundan fena olmaz. Yoksa acaba az çok farkla, her yerde aynı şeyler mi?
Bu düşünceler bir üzüntü verir. İyi ki insan geleceği bilmiyor.
Şimdi memlekette onları bekliyorlar, sevinç gözyaşları hazır. Öpüşler ne kadar hararetli olacak, birkaç gün onları ne kadar şımartacaklar, ne soracaklar? Neler anlatılacak?
“Orası nasıl bir yer? Hiç, adi bir yer! Orada kimler var? Filan, filan. Nasıl adamlar? Şöyle böyle! Nasıl vakit geçirdiniz? Biz mi? Hiç sorma!”
Vapur hâlâ kalkmıyor, ikinci kamara salonundan piyano sesleri geliyor, bütün erkekler orada toplanmışlar. O ikinci kamaradaki kadın bir artistmiş, Filistin’e gidiyormuş, pek güzel sesi varmış!
Bu erkekler iğrenç şeyler. Bu kadın oynak bir kadın, keskince bir kadın kokusu almışlar, hepsi başına toplanmaya bahane arıyor. Kadının artistliği, sesinin güzelliği hep bundan geliyor.
Deniz sakin, uzakta şehrin ışıkları parlıyor. Ne yapmalı? Yatmak için çok erken değil mi? Yavaş yavaş, arka tarafa gidip bir kanepenin köşesine oturulur, tekrar memleket düşünülmeye başlanır. Acaba filanca beni görünce ne yapar? Şaşıracaktır. Kim bilir! Filan acaba vapura gelir mi? Filan beni görünce bir köşeye çekip havadis soracaktır. Onu memnun etmek için mutlaka bir aşk macerası uydurmalı. Gece ne güzel… Denizde bir buruşuk bile yok.
Artık varılıyor, geminin yanına sandallar sokuluyor. Bir sandal içinde sizi bekleyenleri tanıyorsunuz. İşaret ediyorlar, gülüyorlar, sesleniyorlar, bir şeyler söylüyor, bir çocuğa sizi gösteriyorlar. Sonra sandalın sokulması geç kalınca sizi bırakıyor, gemiyi seyrediyorlar. Birkaç dakika sonra gene işaretler yapılıyor, tekrar selamlar…
Nihayet gemi yanaşıyor, size kavuşuyorlar. Bazıları sizi zayıflamış, bozulmuş; bazıları şişmanlamış, bozulmuş; pek azı da güzelleşmiş buluyor. Siz de bazılarının ihtiyarlamış, bazılarının şişmanlamış, bazılarının da zayıflamış olduklarını söylüyorsunuz ama bunlara inanmalı mı?
Selamlaşmalar, öpüşmeler, latifeler, alaylar… Oradaki hamallar, polis memurları alışık gözlerle sizin bu hâlinize bakıyorlar.
Sevinç gözyaşları tez kurur. Sandala binerken, rıhtıma çıkarken, eve giderken sizi üzen şeyler de oluyor, sevinç arasında onlara da dikkat ediyorsunuz.
Gece, tamamen sevdiğiniz adamlarla birlikte iseniz geç vakte kadar oturuyorsunuz. “O zaman siz yazmıştınız, ben cevap verecektim, hastalandım. Siz böyle yazıyorsunuz, hiç ben yapabilir miydim?”
Seyahat bitiyor. Hazırlanmış yumuşak bir yatak var. Bu oda size yabancıdır. Eşyanızı açıyorsunuz, tekrar toplamak derdi olmadığına memnunsunuz. Pencereyi açıp gecenin karanlığına bakıyorsunuz. Bu kadar istenilen, hasreti çekilen yerler, işte buralardır. Sizi bekleye bekleye bu yerler sanki ihtiyarlamış. Yeni arzular canlanıncaya kadar gönül boş kalıyor.
Aradan aylar hatta yıllar geçer, o bırakılan şehrin hatıraları, bu yolculuk unutulur; yalnız dünyanın büsbütün başka bir köşesinde, başka bir hayatın sürüp gittiği o yerleri rüyada görürsünüz yahut orada dikilmiş bir elbise parçası ele geçer. O zaman birdenbire, geçmiş hayata bir muhabbet duyulur, bir lahza düşünülür, birkaç gün o geçmiş hayatın hatıraları, ne kadar canlılığını kaybetmiş olsalar da sizi oyalar. Bütün geçmiş hayat böyledir.

    1928

TUZCUOĞLU’NUN OTÇULUĞU[23 - Bu hikâye Ulus gazetesinin 26 Aralık 1948 tarihli sayısında yayımlanmıştır.]
Aziz Tuzcuoğlu, askerliğini yaptı geldi, birkaç ay bir işe tutunamadı. Eniştesi Ömer Çavuş bir dükkân tutmak istemiş. Aziz, ablasına:
“Ben dükkânda oturamam.” demiş.
“E ne iş yapacaksın?” diye sordular.
Çerçilik[24 - Çerçilik: Köy, pazar vb. yerlerde dolaşarak ufak tefek tuhafiye eşyası satma işi.] yapacakmış. At alacak, köylere çıkacak, öteberi satacakmış. Eniştesi, ablası beğenmediler amma ses de çıkarmadılar. Eniştesi bir at alıverdi. Basmadan, iğneden, iplikten biraz sermaye düzdüler, köylere çıktı.
Altı-yedi ay bu işin arkasında koştuktan sonra köylerden kasaplık hayvan alıp gelmeye başladı. İlkin biraz para batırdı ise de sonra işini düzeltti. Para kazandığını görünce ablası ona köyden bir kız da alıverdi. Bir ev açtılar. Bir yıl sonra da bir oğlu oldu.
İşler yolunda gidip dururken kim bunun aklına girmişse girmiş, beylikçiliğe[25 - Beylikçi: Divani kalemin başı.] kalkmış. Askere ot verecekmiş. Eniştesini de ortak almak istiyor.
Eniştesi:
“Tuzcuoğlu.” dedi. “Biz otçuluğu nereden biliyoruz? Sen beylikle boğuşmayı kolay mı sandın? Bu, köylerden dana toplayıp Şemsioğlu’nu suluğa vurmaya benzemez. Bir yol içeri gittik mi eldeki avuçtaki de gider.”
Tuzcuoğlu:
“Sen korkma enişte.” diyor. “Sen ortak ol, işin alt yanını bana bırak. Benim anlayan adamım var.”
Ömer Çavuş:
“Benim param yok amma bir yol da ablandan sorayım.” dedi.
Karısı diyor ki:
“Gene sen bilirsin amma iş yapacaksanız bildiğiniz bir iş olsun.”
Kadın doğru söylüyor. Ömer Çavuş’un da aklı yatıyor amma Aziz’i de kırmak istemiyor. Oğlan işi çıkarırsa beş-on para kazanmak da var. Eniştesi paraları verdi.
Aziz Eskişehir’e gidip ot bağlayacakmış.
Eniştesi:
“Aman Tuzcuoğlu! dedi. “Kendini bir diri tut. Herifler bizi oyuna getirirler.”
Paraları koynuna koyunca Tuzcuoğlu yiğitleşmiş, biraz da kendine çekidüzen vermiş, eniştesine:
“Kim?” dedi. “Sen keyfine baksana. Alışveriş olduktan sonra, evelallah kimseye söz ettirmem.”
Eskişehir’e gitti, geldi. Ot bağlamış. Yağlı pehlivan gibi ortada dolaşıyor. Eksiltme günü yaklaştı; bir sabah iki kişi gelip Ömer Çavuş’u buldular.
“İki yüz lira verelim, çekilsin!” diyorlar. Ömer Çavuş soluk soluğa kaynına gitti.
“Tuzcuoğlu.” dedi. “Herifler, ilk ağız iki yüz lira veriyorlar. Belki dört yüz de verecekler. Kısa günün kârı az olur. Alalım paraları çekilelim. Başka işe bakarız.”
Aziz:
“Ne dört yüz lirası?” dedi. “Bin dört yüze bakalım, çekilir miyim? Ben iki yüz vereyim, onlar çekilsinler. Ben bir âlem ota bağlandım. Bana kazık mı atacaklar?”
Eniştesi:
“Heriflerle konuşalım, otları da onlara bırakırız.” dedi.
Aziz:
“Öyle şey olmaz.” dedi. “Enişte sen bırak bana.”
“Korkuyorum Tuzcuoğlu. Sen yenisin, bu herifler eski kurtlar. Adamı tepesi aşağı getirirler.”
Tuzcuoğlu:
“Keyfine bak enişte, başka işin yok mu?” diyor.
Eksiltme günü eniştesine haber vermedi. Yanına birini almış gitmiş. Herifler bunları ortaya almışlar, kırmışlar, kırmışlar, işin hesabı kalmayınca koymuş gitmişler.
Eniştesi haber aldı. Bilenlere danıştı.
“Biraz pahalı aldı.” diyorlar.
Tuzcuoğlu’na gitti:
“Şimdi ne yapacağız?” diye sordu.
“Ne yapacağız? Hiç. Bugün gidip kâğıtlarını yaptıracaklar. Otu da vermeye başlayacağız.”
“Amma senin için, ‘Otu pahalıya aldı, içeri gider.’ diyorlar.”
“Sen de inanıyor musun enişte? Ben iş adamıyım. Ben onların ayaklarını kesmek için yaptım.”
Ömer Çavuş:
“Oğlum.” dedi. “Kırka al otuza sat, para kazanmak bunun neresinde?”
Aziz, eniştesine döndü.
“Enişte.” dedi. “Bu işler senin bildiğin gibi değil. Biz işi içeriden tuttuk. Bu benim yanımdaki Murat yok mu, onların adamıdır. Sen bırak bana, ben işleri biliyorum.”
Ömer Çavuş’a sorarsan işler kötü gidiyor. Aziz, gitmiş yeniden ot almış. Hacı’nın hanında da bir oda tutmuş, bir de kâtip bulmuş. Kendi de masabaşına oturmuş, gelene gidene kahve ısmarlıyormuş.
Ömer Çavuş bunları işitti. Aziz’in yanına bir ay hiç uğramadı.
Bir gün Aziz’in yeni otlarının geldiğini işitti, istasyona gitti. Otlar ot değil saz. Aziz’e gitti.
“Bu sazı senden alıyorlar mı?” diye sordu.
Tuzcuoğlu sıkıntılı. Her rast geldiğine bağırıyor. Eniştesinin sorduğunu sanki işitmedi. Eniştesi de üstelemedi.
Birkaç gün sonra Tuzcuoğlu eniştesine uğradı. Bugün karşılanacak bir senedi varmış, dün para alacaklarmış onu da alamamışlar. Eniştesinden ödünç para istiyor. Yarın verecek.
Eniştesi:
“Tuzcuoğlu.” dedi. “Sen onu yarın ödeyemezsin. Bir hafta sonra öde. Bir daha da benden böyle para isteme!”
“Enişte.” diyor. “Hiç istemesem de olur amma ters geldi. Ot için de Çifteler’e adam çıkaracağım…”
Kelle kulak, kılık kıyafet, Tuzcuoğlu artık tüccar oldu amma aradan aylar geçti, bu para verilemedi. Ömer Çavuş işitiyor ki başkalarına da borç ediyormuş. Üzüldü. Karısına söyledi:
“Bu oğlan hesabı şaşırdı.” dedi. “Bak borç aldığı parayı da vermedi.”
Karısı başka şeyler de biliyormuş.
“Hacı’dan para kaldırmış. Karısının köydeki tarlalarını da satmış.”
Ömer Çavuş bir sabah evine uğradı.
“Tuzcuoğlu, şu bizim parayı versene, bir günlüğüne istiyordun!”
“Enişte.” dedi. “Beni bu hafta sıkıştırma, gelecek hafta paran hazır.”
“Ne gelecek haftası oğlum, senin ipin ucu altına çoktan kaçtı. Borç başından aşmış. Kulağını arkana versene!”
“Enişte inanma bu deyyusların laflarına. Bugün altmış bin lira alacağım. Hükûmette yatıyor. Mahkemeye vereceğim. Ben işleri biliyorum. Allah’ın izni ile de bak nasıl altından kalkarım. Bak o keratalara ne oyun edeceğim. Sen hele korkma, işi bana bırak.
Eniştesi kızdı.
“Bırakmadık da ne ettik?” dedi. “Bildiğin gibi yaptın, daha da yapıyorsun. Boğazına kadar da borca girmişsin. Adam Hacı’dan para kaldırır da onun altından kalkabilir mi?”
“Bir günde onun alacağını temizlerim. Sen bana inan.” diyor.
Bir hafta sonra Aziz gelmiş, ablasından para istemiş. Söz arasında da:
“Rakım yok, şarabım yok, kumarım yok; sabahtan akşama kadar boğuşuyorum. Eniştem de görüyor. Aksi gidince eniştem bana kızıyor.” demiş.
Ablası eniştesine söyledi.
Ömer Çavuş:
“Doğru.” dedi. “Rakısı yok, içkisi yok amma aklı da yok. Elli bin lira borcu var diyorlar. Doğru mu, yalan mı? Bilmem.”
Kadın da tasalandı. O gece uyuyamadı.
Aradan iki ay daha geçti, bir sabah Aziz’in karısı ağlayarak Ömer Çavuş’un evine geldi. Tuzcuoğlu’nu polisler karakola götürmüşler. Bu gece eve gelmemiş. Ömer Çavuş’un elleri titredi. Karısı da ağlamaya başladı.
“Durun bakalım, ağlamayın.Bben bir yol gidip işi anlayayım,” dedi.
Kalktı karakola gitti. Aziz’i bir odaya koymuşlar, oturuyor. Eniştesi:
“Ne oldu?” dedi.
“Mahmut’un yüzünden oldu.” diyor. “Bilmediği herife rüşvet vermeye kalktı, o da ötekilerin adamları imiş, bizi tuzağa düşürdüler. Bak onların başlarına ne işler açacağım. Kâğıtları benim elimde!”
“Oğlum.” dedi. “Allah senin aklını almış. Sen kuruş kuruş para kazanmış adamsın. Sana ne oldu?”
Aziz gene bildiğini okuyor.
“Enişte.” diyor. “Sen beni buradan kurtar, alt yanına karışma!”
Ömer Çavuş:
“Hay, yere batsın senin hesabın!” dedi. “Buraya girinceye kadar uğraştın daha yetişmedi. Kendine acımıyorsan evdekilere acı!”
“Enişte şimdi bu lafların sırası mı?” diyor.
“Önden söyledik, ‘Sırası mı?’ dedin. Şimdi söylüyoruz ‘Sırası mı?’ diyorsun. Bu lafları söylemeyelim mi?”
Ömer Çavuş kalkıp avukatlara gitti, hatırlı adamlara gitti, birkaç gün çalıştılar, bunu kefaletle kurtardılar.
Bundan sonra Tuzcuoğlu eski borçları kapamak, hükûmet hesaplarını temizlemekle uğraşmaya başladı.
Bu sırada idi, bir sabah eniştesine uğramış, diyor ki:
“Ortak gir desem girmezsin, biraz para ver de şu zararları çıkarayım.”
Ömer Çavuş hiç sesini çıkarmadı, karısına baktı. Sonra da çıktı, gitti.
Arkasından eniştesini ablasına çekiştirdi.
“Eniştem.” dedi. “Dükkân kirası toplamaktan başka bir şey bilmez. İşe de aklı ermez. Başkasının kazandığını da istemez.”
Ablası da:
“Ben eniştene söyledim amma beni dinlemedi.” dedi. “Bu kadar parası batmazdı. Sen iş bildin de ne oldun?”
Aziz aldırmıyor.
“E, alışveriştir bu.” diyor. “Batar da çıkar da… Sen eniştemdeki paraları bana ver, bak görürsün para nasıl kazanılıyor.”
“Aklın varsa eniştene yalvar da sana bir at alsın, gene köylere çıkarsın.”
Bu konuşmayı, karısı, Ömer Çavuşa anlattı. Ömer Çavuş:
“İyi demişsin.” dedi.” Köylere çıksın, ona bir kölük[26 - Kölük: İş ve yük hayvanı.] alırım.”
Tuzcuoğlu, eniştesinin bu sözlerini işitmiş, geldi, eniştesine diyor ki:
“Enişte, senin dediğine razı oldum; köylere çıkacağım amma biraz para ver de şu avukatlara vereyim.”
“Avukatlara benim param yeter mi? Onlara varını versen doyuramazsın!”
Aziz:
“Yok.” diyor. “Sen şimdi iki yüz lira ver, üst yanına karışma!”
“Karışmadık da böyle oldu ya. Karışsaydık şimdi avukatların ellerine düşmezdin.”
Avukatlara para verdiler, gene de Aziz’i kurtaramadılar. Bir yıl hapis hükmü giydi, yedi ay da yattı, çıktı. Çocuklarına da eniştesi baktı.
Hapisten çıktığı gündü. Eniştesi:
“Eee?” dedi. “Tuzcuoğlu, ne oldu? Şimdi ablan sana biraz para versin de çık köylere. Seni temizlerse köyler temizler, celeplik mi edeceksin, çerçilik mi, bak düşün de…”
Tuzcuoğlu:
“İyi amma enişte.” dedi. “Biz hapiste Tahsin Bey’in yeğeni ile tanıştık, ortak otçuluk yapacağız.”
“Sahi mi söylüyorsun?”
Aziz:
“Niye şaştın enişte? dedi. “Alışveriştir; adam batar da çıkar da…
“Eee, parayı nereden bulacaksın?”
“Para, sen vermez misin? Ablan versin diyordun ya!”
“On para vermiyorum. Hangi taş katıysa var kafanı ona çal!”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/memduh-shevket-esendal/bizim-nesibe-69429598/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kalemis: Bir çeşit misk faresinden elde edilen koku.

2
Nezir: Adak.

3
Ketebe: Kâtipler.

4
Meyzin: Müezzin.

5
Sular kararmak: Akşam olmaya başlamak.

6
Daraçlık: Paraca çekilen sıkıntı.

7
Tapşırmak: Emanet etmek.

8
Afak-ı siyeh-fam: Kapkara ufuklar.

9
Hulus Çakmak: Yaranmaya çalışmak.

10
Herzevekil: Saçma sapan, gereksiz konuşan kimse.

11
Huzzar-ı kiram: hazır bulunan soylular.

12
Mübeccel: Yüce, yüceltilmiş.

13
Zevat-ı kiram: Soylu kişiler.

14
Fahretmek: Övünmek.

15
Devr-i menhus-ı istibdadın: Baskıcılığın uğursuz dönemi.

16
İhvan-ı kiram: Ulu dostlar.

17
Koltuğa gelmek: Övülmekten hoşlanmak.

18
Temenna etmek: Öne doğru eğildikten sonra doğrulurken eli başa götürerek selam vermek.

19
Koltuk: Eski düğünlerde damatla gelinin eve girerken konuklar arasından kol kola geçmelerini töreni.

20
Bu hikâye Ulus gazetesinin 19 Aralık 1948 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

21
Bağa: Kaplumbağa kabuğundan yapılmış veya bu kabuğu andırır biçimde olan.

22
Zemmetmek: Yermek, kınamak, kötülemek.

23
Bu hikâye Ulus gazetesinin 26 Aralık 1948 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

24
Çerçilik: Köy, pazar vb. yerlerde dolaşarak ufak tefek tuhafiye eşyası satma işi.

25
Beylikçi: Divani kalemin başı.

26
Kölük: İş ve yük hayvanı.
Bizim Nesibe Мемдух Шевкет Эсендал
Bizim Nesibe

Мемдух Шевкет Эсендал

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ardında bıraktığı güzel eserleri ve hikâyeleriyle bugün bile varlığını sürdürmeye devam etmektedir Memduh Şevket Esendal… İçten ve samimi kalemi sayesinde günlük hayatta karşılaştığımız pek çok karaktere onun sayfalarında da rastlarız. Öyle ki köyde dedikodu yapan ve ön yargılarının esiri olan insanlardan, gemide görevli mürettebat ve dalgalarla boğuşan kaptana kadar pek çok kişiyle karşı karşıya geliriz. Onları tanıyormuş hissine kapılırız. Hepimize aşina gelen bu hikâyeler, okuyucular için birer ders niteliğindedir. Kalemini âdeta bir ressam fırçası gibi kullanan Esendal, Bizim Nesibe’de yaşadığı dönemin portresini ustalıkla çizmiştir. Hikâyelerinin, yaptığı eleştiriler ile zenginleştirildiği bu portreye baktığımızda kimi zaman halkın sıkıntılarını kimi zaman toplulukta dilden dile konuşulan lakırtıları kimi zaman da gurbete giden insanların buğulu gözlerinden yüzlerine düşen bir damla gözyaşı manzaralarını görürüz. Siz okuyuculara da bu manzarayı temaşa etmek düşer. "Nedense yüreklerde bir ağırlık var, gönüllerde bir üzüntü duyuluyor. Bir felaket mi var? Bu seyahat istenilmiyor mu? Bu şehirde tatlı hatıralar mı var? Burada sevgililer mi bırakılıyor? Yok, hiçbiri değil… Ancak nedense, gene gönüller mahzundur!"

  • Добавить отзыв