Mendil Altında

Mendil Altında
Memduh Şevket Esendal
Türk edebiyatının usta öykü yazarı Memduh Şevket Esendal, birbirinden sürükleyici 25 hikâyeden oluşan Mendil Altında adlı eserinde bireyin ferdî ve içtimai yaşayışını mahirane bir üslupla okuyucuya aktarmayı başarıyor. Usul usul, âdeta hasbihâl edercesine akan arı bir dil ile kaleme aldığı öykülerinde modası geçmemiş bir mizah anlayışıyla insanları güldürmeyi beceriyor. Günümüz insanlarının hâlleri, her şeyin farkında olan ama sessiz kalmayı tercih eden kadınların yanı sıra hovardalık yaparak kendini akıllı takımından sayan erkekler, siyasi birtakım düzenbazlıklar, köylülerin kurnazlığı ve hepimizin özlem duyduğu ancak mazide kalmış olan mahalle kültürü gibi çok zengin bir konu çeşitliliğine sahip bu hikâyeler; hayal âleminizde nostalji rüzgârı estirecek!.. "Pencerenin önüne oturdu. Ortalık kararmış, ışıklar yanmış. Her nedense 'Ölüm nasıl olsa gelecek!' diye düşündü. Sonra Yusuf’u ve ailesini göz önüne getirdi. Bunlar da değişen, yenileşen yaşayışa ucundan kıyısından da olsa girmiş, sürüklenip giden bahtiyarlar. Doktor o hayatın dışında kalmış. Bu ne demek? Bu o demek ki hayat yürümüş gitmiş, o birlikte yürüyememiş. Geride kalmış. Bu ihtiyarlamanın, kocalmanın, ölmenin ta kendisi…"

Memduh Şevket Esendal
Mendil Altında

Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayat içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmeleri üzerine Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.

HİKÂYELER

AVNİ HURUFİ EFENDİ
Kına gecesinde hizmet eden ev sahipleri; onlara yardıma gelen hamarat, becerikli komşular, saz takımından sarhoşlaşmış davetlilerden daha çok gürültü ediyorlar, bağırıyorlardı. Meze isteniyor, su getiriliyor; boş yere gidip geliniyor, bardaklar, tabaklar kırılıyor; küfürler ediliyor, bir karışıklık, bir kargaşalıktır gidiyor…
Tahrirat Müdürü Avni Hurufi Efendi, elli yaşlarında, tıknaz, kırca kısa sakallı, kırmızı yüzlü, çıplak kafalı bir efendi; bütün hatırlı misafirlerin alındıkları büyük odaya alınmış, bir köşeye yerleştirilmiş. Yaşlı adam, hatırlı adam, derviş adam. Şimdiye kadar kimseyi kırıp incitmemiş. Bütün memleketli ile hoş geçinmiş, yerli değil ama yerli gibi olmuş. Herkes hatırını sayıyor. Ortaya rakı masasına kalkıp yorulmak olmasın diye yanına bir küçük masa, üstüne rakısını, peynir mezesini, şekerli elmasını koymuşlar; sonra da sanki unutmuşlar. O da kimseyi istemiyor. Kesrette vahdet…[1 - Kasrette vahdet: Çoklukta teklik, yalnızlık.] Gıdasını içecek, sonra usulca evine savuşacak. Hem kendi âdeti bozulmamış hem de düğün sahiplerinin hatırı hoş edilmiş olacak.
Oturmuş içer, etrafını seyreder, ahkâmını çıkarırken yanına uzunca boylu, soluk benizli, gençten bir adam sokuldu. Selam verdi, çok terbiyeli, çok mahcup bir tavırla Avni Hurufi Efendi’nin yanındaki sandalyeye ilişti.
Avni Hurufi Efendi, bu genci tanımıyor ama düğünevinde, biraz da sarhoş olduktan sonra adam tanımak ister mi? İltifat etti, hatırını sordu, rakı ikram edecek oldu. Yeni gelen bu iltifata, bu hatır soruşlara ayağa kalkıp oturmakla, elini kaşına götürüp askerce selamlamakla cevap vermiş oluyordu. Biraz tuhaf ama eh, sarhoşluktur! Bu zavallı çokça içmişe benziyor, gözleri buğulanmış, biraz da kaymış…
Yeni gelen birkaç dakika sustuktan, önüne baktıktan sonra birdenbire söylemeye başladı. Yavaş sesle söylüyor, dili de dolaşıyordu.
“Ayak türabıyım.[2 - Türab: Toprak, toz.] Âciz kulunuz… Allah sizi bana çok görmesin… Her zaman muhtacım. Âciz, Şevki bendeniz, efendimizin… Bandırma’da Salih Çavuş’un evinde efendimin hizmetine yetişmiştim. Sabık[3 - Sabık: Önceki, eski.] Liman Çavuşu Şevki bendenizim. İki bendezadeniz[4 - Bendezade: Alçak gönüllülük göstererek “benim çocuğum” anlamında kullanılan bir söz.] vardı, ömürlerini efendimize bağışladılar… Kölenizim. Gece gündüz…”
Avni Hurufi Efendi, iki ölmüş çocuk babası olan bu adama acıdı. Bu bir ricada bulunacak, bir yardım isteyecek sandı. Ona yardım etmeye, ona bir iyilik etmeye hazırdı. Eğer söz sırası gelirse diyecekti ki “Merak etme erenler, derdi veren devasını verir. Her şeyin bir kolayı bulunur.”
Şevki sözüne aralık verdi ama kaymış gözlerini Avni Hurufi Efendi’nin gözleri içine dikti kaldı. Çok çirkin, ağırkanlı olan bu bakış karşısında, Avni Hurufi Efendi sıkıldı. Bu adamı, çocuklarını döve döve öldürmüş, karısını da öldürecek bir adama benzetti.
Şevki, sandalyesini biraz yaklaştırmak ister gibi yaparak söze yeniden başladı:
“Âciz kulunuz, Şevki köleniz… Ellerinizi, ayaklarınızı öperim. Merhamet ediniz. (Meze tabağından ekmek alıp öperek) Şu nimet hakkı… Eğer bilsem efendimizin kurbanı olurum. Kurban… Sıkıyorsam, köpeğiniz olurum. Efendimize karşı benim kusurum çok. Füüüüüü… Sıkıyorsam, ellerinizden öperim, ayaklarınızdan öperim. Eğer kusurum oluyorsa… (Ekmeği alır öper.) Şu nimet hakkı. Ellerinizi…”
Şevki, Avni Hurufi Efendi’nin elini öpmek istedi. Avni Efendi çekinerek:
“Şevki Efendi oğlum, ne yapıyorsun? Senin bana karşı ne kusurun olur? Erenler hoş görürler! Sen hâlden anlar adamsın…”
Şevki, iri gözlerini dikmiş, Avni Efendi’nin yüzüne bakıyor, sözlerini sanki anlamamış gibi duruyordu. Böyle biraz baktıktan sonra yutkundu, söze başladı:
“Efendim, sen beni ne yaptın? Sen beni erittin.” dedi. “Sen beni erittin… Füüüü.... Ben elinden öpmeliyim. Ben…”
Şevki, tekrar Avni Hurufi Efendi’nin eline sarılmak istedi, o da nedense elini vermekten çekiniyor.
“Canım be evladım, bırak şu el öpmeyi! Güzel güzel konuşalım.”
Şevki, dinlemedi. Avni Hurufi Efendi, çok inat etse güreş etmek lazım gelecek masa, sandalye devrilecek, çaresiz elini öptürdü. Canı da sıkıldı.
Odada hiç kimse bunların köşesi ile meşgul değil. Biri ötekine sarhoş hulusu çakıyor,[5 - Hulus çakmak: Dalkavukluk etmek, yaranmaya çalışmak.] bir başkası yanındakini öpmeye çalışıyor, bir köşede genç bir efendiye gazel okutmak istiyorlar, o da nazlanıyor, biri kendi kendine zeybek oynuyor; ev sahipleri hizmet ediyorlar, hepsi ayrı bir havada…
Şevki, el öptükten sonra biraz sustu, yeniden başladı:
“Şevki kulunuzum, sabık Liman Çavuşu. Benim kusurumu affedin. Affetmezseniz şu nimet hakkı ateşte yanarım. Ölmüş bendezadelerinizin ölülerini öpeyim ki hilafım[6 - Hilaf: Yalan.] varsa…”
Şevki, durdu dinledi, söyledi. Yarım saat böyle geçti. Avni Hurufi Efendi’nin kulakları kızarmıştı; Şevki ekmek öpüp çocukları üzerine yemin ettikçe onun içine baygınlıklar çöküyordu.
Bir aralık savuşmak istedi ama sarhoş bırakıyor mu? Avni Efendi’nin kaçacağını anladıkça daha çok asılıyor.
“Ayağınızın türabıyım, çakeriniz[7 - Çaker: Kul, köle.] efendimizi dünyada bırakmam…”
“Ancak sıkıldım erenler, bayılacağım…”
“Benim efendimize karşı olan kusurlarımı affetmezseniz, ben kimsenin yüzüne bakamam… Çakeriniz Şevki bendeniz. Sabık Liman Çavuşu. Bandırma’da efendimizin hizmetine yetiştim. Âciz…”
Avni Hurufi Efendi kurtulmak istedi, çok çalıştı. “Kabahatin yoktur.” dedi, “Affettim!” dedi, “Kusur bendedir.” dedi, iyi söyledi, kötü söyledi, sözün kısası ne dedi ise olmadı. Kendisini kurtarmaları için ev sahiplerine seslenecek, işaret edecek oldu; onlar kendi havalarında, hizmet ediyorlar, gözleri dünyayı görmüyor.
Şişman adam, yaşlı adam köşeye sıkışmış, bir yanında masalar, bir yanında Şevki, biraz da içmiş, yerinden fırlayıp kalkacak hâlde değil. Bütün kanı başına çıktı, üstüne bir fenalık gelir gibiydi. Son kuvvetiyle.
“Ya Ali!” diye bağırdı. Birdenbire ortalığa bir sessizlik çöktü, ev sahipleri koştular.
“Ne var, ne oldu?” diye sordular.
Avni Hurufi Efendi:
“Aman erenler!” dedi. “ ‘Kusurun yoktur.’ diyorum, ‘Vardır.’ diyor; ‘Pek güzel, vardır.’ diyorum, ‘Yoktur.’ diyor. Kalkacak oluyorum, salıvermiyor. Bayılacağım erenler, imanınız aşkına beni kurtarın!”
Şevki’yi hemen aşırdılar. Avni Hurufi Efendi’yi boş bir odaya götürdüler, pencereleri açtılar; en hamarat, en becerikli komşulardan Saraç İbrahim Efendi’yi yanına bıraktılar.
Avni Hurufi Efendi, açık pencerenin önünde mindere uzanmış, başını dinlemek istiyor, gecenin serinliği ona hoş geliyordu.
Saraç İbrahim minderin yanına oturmuş, konuşuyor:
“Ben.” diyor. “Akşamdan beri onu kolluyordum. Bilirim sarhoşluğu suludur. Ben içmem ama içenleri benden sor. Nasılsa gözümden kaçmış. Hay Mektupçu Bey hay! Demek sizi sıktı ha!”
“Sıktı da lakırtı mı erenler! Boğulacaktım.”
“Ya öyledir! Bilirim, bir defa rakı adamın beynine vurdu mu, çekiver kuyruğunu. Ben içmem ama sarhoşluk nedir bilirim. Nasıl da gözümden kaçmış! Fena oğlan değildir, değildir ya yalnız bu sarhoşluğu var. İçti mi, sulanır. Hay Mektupçu Bey, hay! Desene bayıltacaktı… Bayıltır, bilirim. Ben akşamdan beri onu kolluyordum ya gözümden kaçmış.”
Saraç İbrahim Efendi, oda kapısından bir delikanlıya seslendi:
“Nizamettin!” dedi. “Karşıki odaya baktın mı? Rakı isterlerse anahtar Hacı’dadır. Ben burada Mektupçu Bey’in yanındayım. Haydi oğlum göreyim seni! Komşu hatırıdır.”
Avni Hurufi Efendi, bu sefer de Saraç’tan kurtulmak için olmalı:
“İbrahim Efendi.” dedi. “Senin işin vardır erenler, bak işine. Ben burada biraz hava alıp sonra eve giderim.”
İbrahim Efendi razı olmadı.
“Yok, yok.” dedi. “Akşamdan beri ben koştum, biraz da onlar yorulsunlar. O değil, ben şu Şevki’yi düşünüyorum, nasıl da gözümden kaçtı! Sarhoşları sen benden sor. Yalnız Şevki’yi değil, kimi istersen. Ben Şevki’nin bu gece bir halt edeceğini biliyordum ya! Nasılsa gözümden kaçtı. Herif, seni bayıltacaktı desene.”
“Bayıltacaktı, erenler.”
“Bayıltır, bilirim. O, öyledir. Onun için ben de onu kolluyordum ya! Nasılsa gene bir aralık bulmuş.”
Avni Efendi kendini yorgun duyuyor, dinlenmek istiyordu. Eve gitmeyi düşündü “Olmaz.” dediler. Gene mindere uzandı. İbrahim Efendi anlatıyor:
“Sen sarhoş dedin mi, bana sor. Kim sulanır, kim kusar, kim uyur, hepsini bilirim. Bu Şevki’yi de hep bu gece kolluyordum ya. Neden mi dersen, tabiatını bilirim. Sulanır. En nihayet dediğim de çıktı.”
İbrahim Efendi’yi dışarıdan çağırdılar, gitti. Gene geldi. Avni Efendi başını köşe yastığına dayamış, gözlerini kapamış, uyuyor gibi duruyordu. İbrahim Efendi gene söze başladı:
“Ya!” dedi. “İnsan ne kadar gözetlese gene oluyor. Sarhoşluk hâli ayık adama hiç benzemez. Ben içmem ama sen sarhoşluktan ne istersen bana sor. Sana cevabını vereyim.”
Bir aralık bağırmak ister gibi Avni Hurufi Efendi ağzını açtı, gene kapadı. Saraç İbrahim farkında değil, söylüyor, onu dinliyor sanıyordu.
Avni Hurufi Efendi’yi kendinden geçmiş buldular. Evine bir yorgan içinde götürdüler. Sağ yanına inme inmiş. Hekimler epeyce çalıştılar, ilaç verdiler, kan aldılar ise de fayda etmedi. Bir hafta sonra kalıbı dinlendirdi.[8 - Kalıbı dinlendirmek: Ölmek.]

    1925

EL MALININ TASASI
Yazın tatlı ılık günlerinden bir cuma günü sabahı, İstanbul’da, Boğaziçi iskelesinden birinde, Hurşit Efendi’nin kahvesi önündeki set üstünde, yıllanmış iki çınarın altında oturulur, kahve içilir, konuşulur; sabah postalarından çıkanlar, İstanbul’a inenler gözden geçirilir; kimlere misafir geldiği bilinir, tanınmadık biri gelse soruşturulur.
Kayıkçı Hasan’ın oğlu Cemal, olta balığı getirmiştir, İbrahim Paşaların damadı Binbaşı Şevki Bey’e ki köyün ileri gelenlerindendir; gösterir.
“Gene mi papel? Eve et yolladık, oğlum, hadi götür bakalım!”
Döner. Hasip Efendilerin Mahir Bey seslenir:
“Cemal! Daha varsa, ben de alırım.” der.
Şevki Bey de Cemal’e:
“Mahir Beylere bırak!” der.
“Yok Şevki Bey, valla olmaz! Ben başka varsa dedim.”
“Canım, teklif mi var?”
Balıklar, Mahir Beylere gider.
Tanınmış tavla oyuncuları vardır, oynarlar, şakalaşırlar, seyredilir, oyuna da karışılır.
Komşu beylerden ikisi, setin bir ucuna çekilmişler, tanıdıklarından bir tekke şeyhinin küçük kızının bir baytara[9 - Baytar: Veteriner hekim.] nişanlı iken bir mektep çocuğu ile sevişip ona varmaya kalkıştığından tutturmuş, dedikodu ediyorlar; kızı, babasını, kardeşlerini çekiştirip duruyorlardı.
Kahve içinde, mahalle delikanlılarından ikisi, Bostancıların Nedim ile Tarakçıların Raşit, otuz yıldır şu karşıki köşede kömürcülük eden ve yazdan kayıklardan kömürü ucuz alıp kışın köyün yoksullarına taşı ile tozu ile pahalı satacağım, para kazanacağım diye uğraşıp topladığı beş-on parayı da veresiye kaptırarak bir boğaz tokluğuna çalışmış olan Arapkirli Hasan’ı, hiç kâğıt oyunu oynamazken birkaç aydır altmışaltıya[10 - Altmışaltı: Altmış altı sayı almakla kazanılan bir tür iskambil oyunu.] alıştırmışlar, sıra ile yenip duruyorlar, üstelik:
“Git, kömürlere iki teneke su daha at! Bu parti de gitti… Sen artık bizim arpalığımız oldun! Tayıncı oldun…” diye kızdırıyorlardı.
Suyolcu’nun Aziz derler birisi, iki evinden birini her yıl olduğu gibi kiraya vermiş; kiracısı da hastalanmış, iki aydır yatıyor, kirayı da veremiyormuş. Aziz’in de geçineceği kıt. Hasta adamı da evden çıkarıp atmak olmaz, ne yapacağını şaşırmış, kalmış. Gelmiş, Şevki Bey’e dert yanıyor. Şevki Bey ne yapsın? Bir yandan Aziz’i dinliyor, arada başkalarına da laf yetiştiriyor. O sırada, Romanya posta gemilerinden biri, karşı kıyıdan sularda süzülüp limana iniyordu. Şevki Bey onu görünce tavla seyredenlerden birine seslendi:
“Arif!” dedi. “Seninki geçiyor.”
Arif, Tophane arpa ambarı kantar kâtibi. Otuz yaşlarında bir adam. Köyde, Saatçı’nın Arif diye tanınır, bu Romanya gemilerinin gönüllüsüdür. Bunları övmeye başladı mı başkalarına söz sırası bırakmaz. Başını kaldırıp gemiye baktı. Başkaları da baktılar. Belki de beğendiler. Gemi güzel.
Orada, Şevki Bey’in yanında oturan Kayserili Hacı Bey, bu bakışları ve beğenişleri çekemedi, kıskandı.
Bu adam, eskiden alay kâtibi imiş. Şimdi hazır yiyicidir. Dükkânlarının, fırınlarının geliri ile geçinir. Biraz da faizcilik eder. Bu son yıllar içinde köyde açılan İtilaf[11 - İtilaf: Hürriyet ve İtilaf Fırkası.] şubesine de reis olmuştu. Romanya gemilerini kıskanır, şunun için ki o Hidiv Şirketi gemilerini seviyor, bunu da orada oturanların hepsi bilirler. Arif gibi bir adamla çene yarışına girmek istememekle beraber, susup oturamazdı. Şevki Bey’e dedi ki:
“İşittiniz mi? Bu gemileri satıyorlarmış!”
“Yaaa! Niçin?”
“Satıyorlarmış işte…”
Gözleri tavlada olan Arif, bu sözleri bekliyormuş gibi hemen karşıladı:
“Yok, sokağa atıyorlarmış.” dedi. “Hacı Bey gene Hidiv gemilerini anlatacak!”
“Anlatsam ne olur? Sen her gün bunları anlatıyorsun ya!”
“Anlatıyorum ama bu benim merakım. Bak, kime istersen sor. Ben küçükten beri gemici sayılırım. Limana gelen bir gemiyi kaçırmam. Hangisini istersen sor. Sana bacasını, biçimini, boyasını söyleyeyim.”
“O, biçimle bacayla değil, oğlum!”
“Ya ne ile?”
“Yapı ile yapı! İngiliz yapısı üzerine yapı var mı?”
“Onlar bir günmüş, Hacı Bey. İngilizlerin pabuçları çoktan dama atıldı. Şimdi Ruslar bile gemi yapıyorlar ki kız gibi.”
“Bunları Ruslar mı yapmış?”
“Ben ne bileyim, kim yapmış!”
“Gördün mü, bilmiyorsun işte…”
“Neyi bilmiyorum?”
“Romenler yapmadı ya sen ona bak!”
“Ya Romenler yaptı ise?..”
Arif, Şevki Bey’e dönerek:
“Şevki Bey.” dedi. “Dinin aşkına! Sen Romenlerin gemi yaptıklarını işittin mi?”
“İşitmedim, Arif.”
“Gördün mü? Kime istersen soralım. Heriflerin mavna[12 - Mevna: Büyük, üç köşe yelkenli yük gemisi.] olsun yaptıklarını gören varsa ne istersen veririm.”
“Ben, bir şey istemem. Bildiğimi de bilirim. İngiliz gemisi üstüne gemi olmaz. Bu limanda Osmaniye gibi bir gemi daha bulamazsın.”
Arif, yerinden kalkıp bakındı. Sanki birini aradı. Setin kıyısında bir kız çocuğa bir çıkın[13 - Çıkın: Bir beze sarılarak düğümlenmiş küçük bohça.] verip “Dökme.” diye tembih eden bir adamı gördü.
“Hakkı!” diye seslendi.
Öteki:
“Ne var?”
“Gel buraya!”
Bu Hakkı, bir aralık Mısırlıların birinin yanında çalışmış, bir kere de Mısır’a kadar gitmişti. Arif, ondan sordu:
“Söylesene.” dedi. “Mısır’dan gelirken nasıldı?”
“Nasıldı?”
“Sen söylemiyor muydun? ‘Romanya bizi geçti.’ demedin mi? Hangi gemi idi, bindiğiniz gemi? Hidiviye’nin hangi gemisi?”
“Ben ne bileyim, bir gemi idi.”
“Ulan, adam mısın sen?”
Şevki Bey söze karıştı:
“Bilse ne olacaktı?” dedi.
“Hiç, Hacı Bey Osmaniye deyip duruyordu da eğer bunların bindiği Osmaniye ise görsün gemisini diyecektim. Romanya, çiğneyip geçiyor.”
Hacı Bey:
“Geçsin.” dedi. “Sen Osmaniye’yi, yarış eder mi sanıyorsun?”
“Etmez mi?”
“Etmez ya! Ne bir saat ileri ne bir saat geri! Hint postasını getiriyor, oğlum. Trene yetişecek. Sen Hint postası nedir, bilir misin? Hint teli nedir, bilir misin? Hüsnü Paşa bir kere, Hint telinden Atebe’ye bir telgraf yazacak oldu da kıyametler koptu.”
“Hint postasını getirmek iş mi? Hangi gemiye versen getirir.”
“Getirirdi, bekle… Onu Osmaniye getirir. On sekiz ocağı var. Sekiz ocakla kalkar, hava oldu mu, bir ocak; hava oldu mu, bir ocak daha. Saatinde geliyor.”
“Kırk ocağı olsa para etmez. Hiçbir gemisi Recel’e, Karol’a çıkışamaz. Gel bir gün bizim ambara, sana göstereyim. Bak kalkışına! İskele tornayt,[14 - Tornayt: Teknenin ileriye doğru hareket etmesi.] sancak tornistan[15 - Tornistan: Teknenin geriye doğru hareket etmesi.] dedi mi, sular karışır. Gemiyi görürsün Üsküdar açığında. İzer, izer kavakları tuttu mu, filispit![16 - Filispit: Tam yol, tam hız kumandası.] Bir daha göremezsin.”
“Sen de görememişsin galiba.”
“Ben görmedim ama bilirim. Bir kere Kobra buradan tam yolla geçti de ne oldu? Bütün bu sandalları karaya döktü.”
“Çok marifet yaptı!”
“Yaptı ya! O, geminin erkekliğini gösterir.”
“Osmaniye geçse Şirket vapurlarını da karaya atar.”
“Attı! O şamandıradan kalkmayı becersin de! Bir çatana[17 - Çatana: Küçük vapur.] baştan, bir çatana kıçtan başını açacaklar da denize çıkacak!”
“Onlar, İngiliz kaptanlarıdır. Nasıl kalkacaklarını senden benden iyi bilirler, korkma!”
“Kim İngiliz? Osmaniye’nin kaptanı İngiliz mi?”
“İngiliz ya değil mi?”
“Değil ya!”
“E, nedir? Arap mı?”
“Nenin Arabı, kuyucu Hırvat be!”
“Yok, devenin başı…”
Arif, kahvecinin çırağına seslendi:
“Hüsnü! Ver şu gazatayı.”
Çırak gazeteyi getirdi. Açtılar. Posta ilanlarına baktılar. Şevki Bey okudu.
Osmaniye, Çarşamba-Pire, İskenderiye. Kaptan; Petriç.
“Gördün mü, Hacı Bey!” dedi.
“Neyi?”
“Neyi var mı? Petriç İngiliz adına benziyor mu?”
Hacı Bey düşündü. Petriç bir kasabadır. Belki İngilizler de böyle ad korlar.
“İngiliz adı olmadığını ne biliyorsun?” dedi.
Arif, Şevki Bey’e dönerek:
“Şevki Bey.” dedi. “Bak kuzum, bu ad İngiliz adına benziyor mu?”
“Benzemiyor.”
“Benzemiyor ya kime istersen soralım. İstersen, bahse girişelim.”
“Ben yeminliyim. Bahis tutuşmam. Bildiğimi de kimseden sormam. Sen gemileri bana mı öğreteceksin?”
“Ben de gözümün gördüğünü kimseden sormam.”
“Gözün ne gördü? Gemiye bindin, bir yere gittin mi?”
“Gitmedim. Sen gittin mi?”
“Ben gitmesem de bilirim, korkma!”
“A, öyle olunca ben daha iyisini bilirim. Ben yalı uşağıyım, Hacı Bey! Burada doğdum, burada da büyüdüm. Sor bana, Lüid’i, Pake’yi, Rus’u, Mesageri’yi… Hepsini sana birer birer sayayım. Bacasını, forsunu her şeyini… Görmeden düdüklerinden tanırım.”
“Tanırsan, öt bakalım Romanya gibi.”
“Ben öterim demedim, tanırım dedim.”
“Öt bakalım, öt!”
“Ben mi öteyim? Ötecek olsam şube reisi olurdum…”
Şevki Bey işin uzayacağını görerek;
“Arif!” dedi. “Uzatma!”
“İttihatçılar gelirse görürüm bakalım. Hidiviye ağabeyleri onları kurtarabilir mi?”
“Kısa kes dedik ya!”
Arif sustu. Hacı Bey de üstelemedi. Söz de burada kapanmış oldu.
Kahvede bu yârenlik olurken orada oturanlardan Liman Kâtibi Behçet Efendi’nin yanmış büyük yalı arsasının bir bucağına geçen yıl yaptırıp da daha boyatamadığı küçük yalısının bahçesinde, iki oğlu, on yaşlarında İrfan, yedi yaşlarında Adnan oynuyorlardı. Açık mutfak kapısından kadınların sesleri duyuluyordu. İki kardeş güzel güzel oynarken ne oldu ise birdenbire bir ağlama bir çığlık başladı. Kadınlar korktular, ayaklarında mutfak takunyaları burkularak bahçeye koştular.
“Ne var, ne oldu?”
Küçük oğlan, ağlayarak:
“Bu, benim vapurumu aldı!”
Kadınlar:
“Nerede, hangi vapurunu aldı?”
“Otuz yedi, benim vapurumdu, bu alıyor…”
Büyük oğlan:
“Yalan anne, kendisi verdi.”
“Benim vapurumdu, onun vapuru kırk bir. Versin benim vapurumu.”
“Allah senin cezanı versin! Ödüm koptu. Yılan mı çıktı dedim.”
Ablası, İrfan’a çıkıştı.
“Ne alıyorsun onun vapurunu?”
“Ben almadım, o kendi verdi.”
Kadınlar, mutfağa döndüler. Küçük oğlan bu yaygara ile vapuru kurtarmış oldu. Büyük kardeşi de:
“Alıcı, verici, kanlı gömlek giyici…” diye onu kızdırdı, öç almış oldu.

    1912

İKİ ZİYARET

1
Mütekait[18 - Mütekait: Emekli.] Asker Hekimi Şakir Mustafa Bey, bayramın üçüncü günü, İstanbul’da Çengelköyü’ndeki küçük yalısının selamlık odasında oturuyor, eline geçen, günü geçmiş bir gazeteyi okuyordu. Anadolu kıyısından Boğaz’a çıkan sabah postalarından biri geçti, dalgası rıhtım taşlarına vurdu, kayıkhane içine yayıldı; biraz sonra bir düdük sesi, dağlardan geri geldi. Aradan on dakika geçmeden sokak kapısı vuruldu. Taşlıkta kadın sesleri duyuldu. İstanbul’dan misafir gelmiş olacak! Aradan beş-on dakika daha geçti, bu sefer Doktor’un oturduğu odanın kapısı vuruldu. Doktor’un sesi boğazında düğümlendi, birdenbire “Giriniz.” diyemedi. Öksürdü, sonra:
“Buyurun!” dedi.
Odaya, piyade zabiti gibi giydirilmiş küçük bir çocuk girdi. Kapıyı kapadı, döndü, sert adımlarla ilerledi, Doktor’un önüne gelince topuklarını birbirine vurup selam verdi, elini uzattı. Doktor’un elini tuttu, salladı. Sonra, yarım sol etti, yan tarafta duran koltuğa tırmandı oturdu, gözlerini duvarın bir noktasına dikti, öylece hareketsiz kaldı.
Doktor, bu ziyaretten biraz şaşırmış gibi elinden gazetesini bıraktı, gözlüğünü düzeltti, biraz başını biraz da kaşlarını kaldırıp ziyaretçisine baktı. Ziyaretçi, dokuz-on yaşlarında, fena beslenmiş, kavruk, cılız bir çocuk. Şüphesiz tanıdıklardan birinin çocuğu olacak. Sırtında bir piyade zabiti ceketi var. Başında kabalak, belinde manevra kayışı. ayaklarında getirler, mahmuzlar, yanında da kasatura.
Doktor düşündü: “Eskiden de böyle özenen ana babalar, çocuklarına kılıçlı, sırma apoletli, yuvarlak püsküllü, kaloşfotin kunduralı bir müşür elbisesi giydirirler, omuzuna mavi boncuklu bir nazarlık takarlar, cebine de çörek otu, üzerlik tohumu korlardı. Yeni moda, müşürleri tasfiyeye tabi tutmuş, mülazimliğe indirmiş!” dedi.
Çocuğun öyle resmî, o kadar cansız bir duruşu var ki onunla konuşmak insana bir kukla ile konuşmak kadar manasız geliyor. Doktor ne söyleyeceğini, bu çocukla nasıl konuşabileceğini birdenbire kestiremedi. “Merhaba!” demek istedi, olmadı… “Hangi mektebe gidiyorsunuz?” diye sorsa pek damdan düşer gibi olacak. Sonunda yavaş sesle:
“Hoş geldiniz!” dedi.
Çocuğun cevabı hazırmış: Hani ya, nasıl asker bölük yoklamasında tek çift sayarsa nasıl kendilerini bölük, takım komutanlarına takdim eder; taburlarını, mangalarını, isim ve hüviyetlerini bildirirlerse o sesle, öyle yüksek, kati ve resmî sesle:
“Hoş bulduk, efendim!” dedi.
Doktor durdu, yan gözle çocuğa baktı. Çocuk susmuş duruyor. Bir söze başlamış olmadı. Bu sefer Doktor, ziyaretçisinin adını sormayı düşündü.
“Sizin adınız nedir?” dedi.
Çocuk gene o ses, gene o tavırla:
“Özdemir Selahattin Akyıldırımoğlu.” diye cevap verdi.
“Hımmmm! E, pederinizin adı nedir?”
“Yusuf Cengiz Akyıldırımoğlu!”
Doktor boynunu büktü.
“Hiç de tanıyamadım.” dedi… “Bu Yusuf Cengiz Bey ne iştetir?”
“Birinci Grup Birinci Mıntaka Eczacıbaşısı.”
“Haaa! Yusuf Bey… Anladım!”
Doktor, çocuğu tanıdı. “Eczacı Yusuf’un oğlu! Öyle ya son zamanlarda büyüdü, mühim adam oldu diyorlardı… Cengiz Akyıldırımoğlu… Akyıldırımı, da nereden bulmuş! İnsan kırk yıl düşünse aklına gelmez.” diye düşündü.
Bu Yusuf, hanımın sütninesinin oğludur. Anası Çerkez azatlılarından idi. Babası da galiba Arapkirlidir. Tefecilik eder, ev alır satar, açıkgöz bir adamdı. Yusuf’u, Doktor; Eczacı Mektebine yazdırmıştı. Mektebi bitirdi, kendi hâlinde, sessiz bir asker eczacısı oldu. Eğer bu dehşetli muharebeler, bu ihtilaller, bu istilalar olmasa kırk yıl Askerî Eczacı Yusuf Efendi olarak kalırdı. Şimdi, eski sıralar bozuldu, yeni sıralar, yeni nizamlar gelinceye kadar böyle olacak!.. Bak Yusuf da “Akyıldırım” olmuş!
Doktor, çocuğun anası ile birlikte bayram tebriğine geldiklerini anladı; sonra bunun anasını da hatırladı. Karaca kuruca, ufak tefek bir kadındı. Adı ne idi? Hatırlayamadı.
Çocuğu böyle tanıdıktan sonra, onunla konuşmak, Doktor için biraz daha kolaylaştı.
“Sen hangi mektebe gidiyorsun?” diye sordu.
“Nümune Mektebine.”
“Nümune Mektebi mi? Hangi Nümune Mektebine?”
Çocuğun kurgusu bozuldu. Cevabını ezberlemediği bir sual karşısında kalmıştı. “Hangi Nümune mektebi acaba?” diye düşünür gibi oldu ve başını çevirdi, Doktor’a baktı. Deminden olduğu gibi yüksek sesle söylemeyi bırakarak asıl kendi sesiyle, kendi uslu çocuk sesiyle yavaşça;
“Bizim Nümune Mektebine.” dedi.
Nasıl aktörler sahnede rollerinden dışarı söz söylemekten korkarlarsa bu çocuk da onlar gibi ezberlemediği suallerin cevaplarını vermekten korkuyordu.
“Sen annenle beraber mi geldin?”
Çocuk başını salladı, “Evet.” demek istedi. Doktor, çocukla konuşabilmek için yeni şeyler sormak mecburiyetinde idi.
“Mektepte size ne okutuyorlar?” diye sordu.
“Mektepte… İşte ders okuturlar.”
“Ne dersi?”
“Hiç, bayağı ders işte!”
Çocuğun bu cevabından sonra, Doktor kendi sualini saçma buldu. “Ders işte! Her yerde, her mektepte ne okutuyorlarsa bilmiyor musun?” demek istiyordu. Bu sefer, çocuk:
“Babam da evde okuturdu.” dedi.
“Ne okuturdu?”
Hakan’ın eşiğinde, demir senin, iman benim, Mehmetçik’in kaygusu…
Doktor anlamadı.
“Bunlar nedir?” diye sordu.
Bu sefer çocuk ne cevap vereceğini bilmeyerek:
“Efendim?” dedi.
“Bunlar diyorum. Bu saydığın şeyler nedir?”
“Nedir, kim bilir?” demek ister gibi çocuk dudaklarını büktü.
“Bunları siz okuyor musunuz?”
Çocuk başı ile “Evet.” der gibi işaret etti.
“Bunlar kıraat mı?”
“Evet… Okumak işte…”
“Nasıl okumak?”
Çocuk durdu. Sonra Doktor’a bakarak:
“Okuyayım mı?” diye sordu.
“Oku ya!”
Çocuk, anlamadığı bir sorgu sualden sonra, işin tabii yoluna girdiğine sevinmiş gibi hemen koltuktan atladı, Doktor’a dönüp ayaklarını açarak, kollarını uzatarak, sesini titreterek, yalnız bu sefer keskin asker sesiyle değil hatip, şair, aktör sesiyle söylemeye başladı.
İman benim, demir senin dedi. Ah… Hudutta gene boru çalıyor, ölüm borusu! Hayır hayır, hücum borusu… Hücum borusu. Sus ey menhus[19 - Menhus: Uğursuz.] düşman, ey menhus baykuş, bende iman var, bende iman var. Ben Türk yavrusuyum ölemem! Benim beynim bir volkandır. Benim başımda ilim irfan nuru, din nuru, iman nuru parlıyor. İlim ve irfan! Ah, ey ilim koş! (pek fazla bağırarak) Kooş! (sesini alçaltarak) Zira önümüz yokuş!..
Alt tarafını hatırlayamamış gibi biraz durduktan sonra yeniden başladı.
Kimdir şu viranede ağlayan? Şu viranede ağlayan kimdir? Hangi öksüz, hangi yetimdir? Hayır, hayır hakan ağlıyor, kaan ağlıyor… Ağlama hakanım, ben geliyorum. Seni ağlar görünce damarlarım koptu, kalbim çatladı hakanım! Bak, senin önünde, senin eşiğinde dize geldim… Ah, ey menhus düşman! Artık karşımdan çekil, durma git, yıkıl! Sen de ey baykuş sus… Sizde demir varsa bende de iman var. Ateş olsan toprak olur seni yutarım. Demir olsan ateş olur seni eritir, yakarım… İşte geliyorum! Nedir o? Top patlıyor (güler). Evet… Hücum hazırlanıyor. Lakin, ah lakin, beni görmüyor musun? Öyle ise al, al hain, o sendeki demirse bu da imandır! (Çocuk odanın köşesinde hücum eder, sanki vurulur, düşer, oyun da biter.)
Çocuk yorgun, eski oturduğu koltuğa tırmandı. Yorulmuştu, soluyordu. Doktor da geniş bir nefes aldı.
“Bunları sana, baban mı okutuyor?” diye sordu.
Çocuk soluyarak:
“Şimdi değil.” dedi. “Eskiden okuturdu.”
“Şimdi okutmuyor mu?”
“Şimdi işi çok, geç geliyor.”
“Haaa, eh… İsabet!..”
“Almanya’ya gitti.”
“Kim? Baban mı? Ya!”
“Bize mürebbiye getirecek.”
“Âlâ!”
“Ama annem Alamanca öğrenemez ki.”
“Neden?”
“Öğrenemez. Zaten annem hanım olmak istemiyor ki! Onun gözü hizmetçilikte…”
“Çok şey!”
“Mürebbiyeden belki biraz fason[20 - Fason: Kesim.] öğrenir.”
“Nasıl fason?”
Çocuk nasıl fason olduğunu bilmiyordu. Sustu, Doktor da sözünü tekrar etmedi. İkisi de düşündüler, kaldılar. Böyle bir zaman geçtikten sonra dışarıdan kadın sesleri duyuldu, biraz sonra da oda kapısı açıldı, Doktor’un hanımı: “Bakın, Nadir Hanım sizinle bayramlaşmaya geliyor.” diyerek girdi arkasından Nadir Hanım, kızı, beslemesi girdiler.
Yerden temennalar,[21 - Yerden temennalar: Yerden selam.] iltifatlar… O aralık besleme kız da Doktor’un eteğini öptü ise de yan tarafa geldiğinden Doktor göremedi. Hepsi oturdular. Hatır soruldu.
Nadir Hanım, başında tülbent, başörtüsü, yüzü biraz çokça pudralı, saçları biraz kabartılmış, tepesine topuz yapılmış, esmer, kara kuru bir hanım. Hemen hiç değişmemiş, Doktor görünce tanıdı.
Kızı, on üç-on dört yaşlarında, anasına benzer, şımarık bir kız, anasının yanına oturmuş, sanki kendini saklamıştı.
Lakırtısı bol bir hanım olduğu, Nadir Hanım’ın yüzünden belli. Yalnız söze başlamak yeter. Son zamanlarda, Yusuf Efendi: “Adi sözler konuşuyorsun!” diye biçareye ağız açtırmıyordu. O da acısını, kocasının bulunmadığı yerlerde çıkarıyor.
Doktor söze başlamış olmak için, yeniden keyif sordu.
“Nasıl efendim, iyisiniz ya?”
Nadir Hanım:
“Rabbime bin şükür, Doktor Bey!” dedi. “Hamdolsun bir kederimiz yok. Bugün on beş gün oluyor, Yusuf Efendi gitti. Bir haber alamadık. Onu biraz merak ediyorum. Giderken de üstünüze afiyet, nezle olmuştu. Gitti, ne bir tel çekti ne de mektup yazdı. Yazı bilenlerin de hepsi böyle oluyorlar. Ne hikmettir bilmem! Ben yazı bilsem, her gün mektup yazardım. Doğrusu Doktor Bey, kimseler kocasının mesnedi[22 - Mesnet: Mevki, makam.] arttığını istemesin. O Yusuf gitti, yerine başka biri geldi! Evde yüzünü görmek nasip olmuyor. Sırfen[23 - Sırfen: Tümüyle, tamamen.] değişti. Diyorum ya keşke memuriyeti daha ufak olaydı da, evine de hayrı olaydı.”
Doktor gülerek:
“Canım efendim, canı sağ olsun da!” dedi.
“Amenna! Her işin başı sağlık ama böyle giderse Allah hemen sonunu hayırlara tebdil etsin… Ben kendim için değil, bana sorsan kendisine güvenen borazancıbaşı olur. Benim derdim, bunlar.”
Nadir Hanım, çocuklarını gösterdi. Doktor gene gülerek: “Nadir Hanım.” dedi. “Maşallah çocukları büyüttün!” Kız, büsbütün anasının arkasına saklandı. Anası kızına:
“Doğru otursana! Ayıp değil mi?” diye bir kumanda verdikten sonra, Doktor’a dönerek:
“Şükür yetiştirene Doktor Bey!” dedi. “Bunun boyu, benim boyumu geçiyor. ‘Bundan sonra soran olursa, hemşiremdir.’ diyeceğim, diyorum da bana kızıyor.”
Kız, anasına kızdığını gösterecek surette homurdandı.
“Baksanıza, işte böyle söylenir. Onlar büyüdüler ama Doktor Bey, biz küçüldük. Diyorum ya Rabb’im bize rahat kısmet etmemiş. Bu yaşta bakın ne hâle girdim…”
Doktor gözlüğünü düzeltti, kaşlarını kaldırdı. Nadir Hanım’ı tetkik edecek, teselli için birkaç söz söyleyecekti, Doktor’un hanımı vakit bırakmadı.
“İlahi Nadir Hanım.” dedi. “Daha dur bakalım. Önde biz varız…”
“Aa, hiç öyle değil, inan olsun, ben sizi değme tazelere değişmem…”
“Siz seversiniz de öyle geliyor. Hiç insan kendini bilmez mi?”
İki kadın uzun uzun birbirini methettiler, teselli ettiler. Doktor da yalan söylemekten kurtulduğuna sevindi.
Hanımların karşılıklı birbirini methetmeleri uzadı, sonunda Nadir Hanım’ın, çocuklarını ne mihnetler ve eziyetlerle büyütebilmiş olduğu hikâyesine karıştı. Ne uykusuz geceler geçmiş, kaynanasından ne sözler ne tekdirler[24 - Tekdir: Azarlama, paylama.] işitmiş… Emzikli iken korkup sütü mü kaçmamış, üstelik bir de boğazı yara mı olmamış; kız bir yandan durmaz ağlar, kocası yatağı kapınca başka odaya kaçar… Uzun hikâyeler…
Nadir Hanım ağzını açtı; çürük kara dişlerini; çektiği üzüntülere, sıkıntılara, uykusuz gecelere şahit olarak gösterdi. Şimdi kocası, “Diş taktır!” deyip duruyormuş ama adamın ağzına ölü dişleri takarlarmış diye Nadir Hanım iğreniyor, dişlerini yaptırmıyormuş.
Doktor, bu yaşa kadar birçok kadından yüzlerce, binlerce defa dinlediği bu sözleri, bu hikâyeleri, şu şikâyetleri bir defa da Nadir Hanım’dan dinliyor. Doktor dinledikçe Nadir Hanım da hikâyesini büsbütün uzatıyor, gözlerini süzüyor, boynunu kırıyor, bütün ince kadın lügatlarını kullanıyor, çektiklerini büsbütün acıklı bir şekle sokmak için elinden ne gelirse yapıyordu.
“Bu kıza verdiğim emek, hanım… Ne olacağı daha o zamandan belli idi. Tıpkı rahmetli kaynanam! İnat, Çerkez damarı. Nuh der peygamber demez. Hanımı büyüttük, şimdi bakalım ne mürüvvetlerini göreceğiz. Tutumunu hiç beğenmiyorum ya… Bu yaşta, kürek kürek pay. Neyse artık, Doktor Bey’in yanında söylemeyeyim. Yalnız, gücüme gitmiyor mu? Allah biliyor ya! Kalbim kırılıyor. Bu oğlan bile, babasından ne görse onu yapmaya kalkar.”
Doktor’un hanımı, dönüp çocuğun çenesini okşadı.
“O büyüsün, bak ne akıllı bey olur.” dedi. “Artık, sekizini bitirdi mi?” diye de Nadir Hanım’dan sordu.
“Bu Receb-i Şerif Kandili’nde dokuzunu bitirdi, onuna bastı.”
Nadir Hanım, bir dakika önce oğlundan şikâyet ederken şimdi döndü, methetmeye başladı.
“Yaşı ufaktır ama Doktor Bey, hocaları pek beğeniyorlar. Bu sene mektepte tiyatro oldu, artık görseniz, herkes nasıl el çırptılar. Benim kör olsun tabiatım, ağlamaktan hiçbir şey göremedim.”
Çocuğa:
“Kalkıp okusana oğlum, Doktor Bey işitsin!”
Doktor karşıladı:
“Siz gelmeden biz, onları okuduk bitirdik.” dedi.
Nadir Hanım bu sefer de kızını anlatmak isteyerek:
“Bu da…” dedi. “Ut dersi alıyor. Sesi de pek güzeldir. Ama okumaz ki! Bir şeyi ‘Yap.’ dedin mi inadına yapmaz.”
Kızına:
“Bak, okusana, Doktor Bey işitir, Allah ömürler versin, o da bugüne bugün bir pederiniz sayılır, iftihar eder. Hani, neydi o geçen gün söylüyordun?”
Kız, kafasını anasının arkasına sokmuş, homurdanıyordu. Nadir Hanım:
“Aman ne kadar ayıp! Unuttun mu, baban sana ne diyordu? Vallahi kimseler görmesin. Ben senin yerine Doktor Bey’den utanıyorum.”
Nadir Hanım sözünün geçmeyeceğini, kızının okumayacağını biliyordu. Ancak bu mevkide, anaların çocuklarına böyle demeleri âdetti, kaide idi, böyle denirdi. Ona da böyle demişlerdi, o da şimdi çocuklarına söylüyor.
Nadir Hanım, kızına söyleyeceklerini söyleyip bitirdikten sonra, Doktor’un hanımına döndü:
“Yalan dünya, hanımefendi.” dedi. “İnsan gözünü açıp kapayıncaya kadar gelip geçiyor.”
İçini çekti. Doktor’un hanımı da onun arkasından derin bir nefes aldı. Onlara bakarak Doktor da içini çekti. Bu iç çekişler, sözün bir dönüm noktasına geldiğini gösteriyordu. Bu arada Doktor, besleme kızın kapı yanında, hâlâ ayakta durduğuna dikkat etti. Saçları kesilmiş de yine uzamış, gürbüz, açıkgöz bir kız. Nadir Hanım’ın çocukları ne kadar uçuk benizli, yeşil renkli iseler, bu kız o kadar al yanaklı, o kadar sağlam bir çocuktu.
Doktor, beslemeye:
“Otursana kızım!” dedi. “Neden ayakta duruyorsun?”
Kız da hemen olduğu yere oturdu. Nadir Hanım, kızın oturmasını terbiyeye muvafık bulmamış olacak ki:
“Baksana, hazırmış.” dedi. “Kız! Ölüyor mu idin? Otur deyince hemen oturulur mu? Ben bu kıza bir türlü nezaket öğretemedim!”
Besleme kız utandı, bütün kanı yüzüne çıktı, hemen de ayağa kalktı. Bu sefer Doktor sıkıldı. Kızı oturtmak için Nadir Hanım’dan müsaade istedi. O da izin verdi ise de kız bir daha oturmadı. “Hiç olmazsa dışarı çıksın da, orada otursun.” dediler, besleme kız dışarı çıktı. Arkasından Nadir Hanım’ın kızı da fırladı, onun arkasından da çocuk gitti. Doktor’a öyle geldi ki dışarıda Nadir Hanım’ın çocukları, beslemeyi azarlayacak, belki de dövecekler. Ancak arası çok geçmeden anlaşıldı ki kızın maksadı sesini işittirmekmiş. Dışarıda okuyor:
Emdim lebini[25 - Leb: Dudak.]bir gece tenhâda felekte,
Yâdında mı cânım, hani bir evde Bebek’te…
Nadir Hanım sırıttı.
“Burada Doktor Bey’den sıkıldı da efendim…” dedi.
Doktor’un hanımı da:
“Sıkılacak ne var, Doktor onun babası yerinde…” diye karşıladı.
Kızın şarkılarına aldırmayarak, konuştular. Hemen hep, Nadir Hanım söylüyordu. Hele söz Yusuf Efendi’ye gelince kimseye sıra vermiyordu. Nadir Hanım, bir bakıma, kocasının büyük adam oluşuna seviniyor. Bu yıllarda, herkes yemeye ekmek bulamazken onlar rahat geçiniyorlardı. Ancak ne faydası var ki kocası onun eski kocası değil! Etyemez’de otururlarken Yusuf Efendi bir eczacı parçası idi ama onun kocası idi. Şimdi ne oldu? Yusuf Efendi ve bu iki çocuk ondan uzaklaşıyorlar, onu beğenmiyorlar. O, evde hizmetçi gibi kalıyor. Yusuf Efendi ne istiyor? Bunu anlamaya çalışıyor, herkesten bunu sormak istiyordu. Nadir Hanım’ın bugünkü bütün bu uzun hikâyeleri, bu dertleşmeleri, bu anlayamadıği karanlık noktayı sanki aydınlatmak içindi.
Doktor sustu, Doktor’un karısı da açık bir fikir veremedi.
“Dünya değişti hanım hele erkekler bir acayip oldular. Hemen Allah sonunu hayır etsin…”
Bu sözler doğru mu? Nadir Hanım dünyanın nasıl değiştiğini bilmek istiyor. Kimse ona kandırıcı bir söz söyleyemiyor. Kocası için konuştukça konuşacağı geliyor, söz uzayıp gidiyordu.
Yemek vakti oldu. Birlikte yemek yediler. Doktor bir aralık savuştu, öğle uykusunu uyudu. Geldi. Hâlâ Yusuf Efendi’nin “sırfen değiştiğini” konuşuyorlardı. En sonra, pek çok sıkılan çocukların zoru ile akşam, altı postasına dar yetiştiler.

2
Bu ziyaret, Büyük Muharebe’nin ikinci, yahut üçüncü yıllarında olmuştu. Aradan sekiz-dokuz sene geçti. Bu arada İstanbul işgal olundu, Milli Mücadele’miz başladı, birçokları gibi Yusuf Efendi’nin de başından epeyce korkular, sıkıntılar geçti. Hapsettiler, kaçtı. Bir zaman kaçak gezdi, sonra bir yolunu bulup kendini Anadolu’ya attı. Bir zaman sonra da İzmir geriye alındı, ordularımız İstanbul’a girdiler; Yusuf Efendi de karısını, kızını Ankara’ya aldırdı. Yalnız oğlu Selahattin -kendini Doktor’a Selahattin Akyıldırımoğlu diye tanıtan çocuk- İstanbul’da mektepte kaldı. O zamandan beri, Yusuf Efendi ailesi Ankaralı oldular. Ara sıra da İstanbul’a geliyorlarmış.
Bir aralık Doktor, Çengelköy’deki yalısını satacak, karısının Çamlıca’daki evinde oturacak oldu. Ne suretle ise bu haber, o günlerde İstanbul’da bulunan Nadir Hanım’ın kulağına gitmiş. O da öteden beri bir yalı almak istiyormuş, Doktor’un yalısını almak fikrine düşmüş, bu münasebetle de hem görüşmek hem de yalıyı bir alıcı gözüyle görmek istemiş.
Bir sabah erken Doktor, bahçesinde güllerini ayıklamakla meşgul iken kapı çalındı. Doktor kendisi açtı. Başına gayet ince bir tül bağlamış, güzel yüzlü, güzel gözlü bir kız kapının önünde duruyordu.
“Burası Şakir Mustafa Bey’in yalısı değil mi, efendim?”
“Onun evi!”
“A, siz Doktor Bey değil misiniz?”
“Ya benim…”
“Ben hanımefendiyi görmek istiyorum.”
Doktor biraz düşünür gibi:
“Eh, görüş!”
“Beni Nadir Hanım gönderdi, mahsus hürmetler etti. Sizi ziyaret etmek istiyorlardı da…”
“Hangi Nadir Hanım? Ha, haaa… Ey?”
“Eğer müsaade ederseniz ziyaret edecekler… Ben Nadir Hanım’ın evlatlığıyım. Eskiden de size geldimdi. Siz tanıyamazsınız ki o zaman küçüktüm!”
Doktor, gözlüğünü düzeltti. Kızın güler yüzüne dikkatle bakarak:
“Ya tanıyamadım. Vah, vah!” dedi.
Kız, Doktor’un bakışından gıcıklanıyormuş gibi güldü.
“Hanımefendi evde yoklar mı?” diye sordu.
Doktor, hep o dalgın bakışla:
“Evde olmasına evdedir, istersen git gör.”
Kız, Doktor’un yanından geçti, eve gitti. Doktor gene gülleri ayıklamaya başlayarak düşündü: “ ‘Gönül kocamaz.’ derler, doğrudur! Ne güzel de kız… Eh, yalan dünya…”
Yemekte bu güzel kızın getirdiği haber konuşuldu. Doktor dedi ki:
“Nadir Hanım bizim evi bilmiyor mu?”
“Bilir ama olsun… Alacak olunca insan elbette bir can gözü ile görmek ister.”
Biraz sustuktan sonra Doktor’un hanımı:
“Nadir Hanım.” dedi. “Haber vermeden gelecekmiş ama Sevim Hanım ‘Olmaz.’ demiş.”
“Sevim Hanım da kim oluyor?”
“Canım, hanımın kızı değil mi? Kaç defa gördünüz!”
“Nadir Hanım’ın bir şımarık kızı olduğunu biliyorum, adının da Sevim olduğunu ilk defa işitiyorum.”
“Asıl adı Behice idi. Şimdi Sevim diye çağırıyorlar!”
“Bu Yusuf’ta da ad değiştirmek merakı var.”
“Aa, bir Yusuf’ta mı? Şimdi herkes adını değiştiriyor. Selim Efendilerin Niyazi’ye şimdi Kara Efe diyorlarmış. Yusuf da buradan kaçtığı vakit adını değiştirmiş, ona Sungur Alp Bey diyorlarmış. Gazeteler bile Sungur Alp Bey, diye yazıyorlar. Siz, hiç görmediniz mi?”
“Hiç görmedim.”
“Dikkat etmemişsinizdir.”
“Dikkat de etsem Sungur Alp Bey’in, Yusuf olduğunu nereden bilirim? Kendisini eskiden tanıyanlar ne diyorlarmış?”
“Bilmem, eskiden tanıyanlar olsa bile… Onu eskiden öyle bir tanıyan var mıydı? Belki tanıyanlar da adını bilmiyorlardı.”
“Yusuf da evi gezmeye gelecek miymiş?”
“Yusuf burada yok ki… O Anadolu’da. Ankara’da bir ev yaptırıyorlarmış. Nadir Hanım, ‘Bir de İstanbul’da olsun.’ diyormuş.”
“Çok isabet!”
Doktor’la hanımı, cuma gününe kadar her gün biraz Nadir Hanım’ı ve ev satılması işini konuştular.
Nadir Hanım, bu sefer öğleden sonra saat üç buçukta geldi. Doktor gene deniz üstündeki küçük odasında oturuyordu. Vapur geldi, biraz sonra da kapı çalındı, gene taşlıkta kadın sesleri oldu, sonra da odanın kapısı vuruldu.
Bu sefer odaya beyaz başörtülü bir Nadir Hanım, bir şımarık kız, bir sıska çocuk yerine; iki süslü Nadir Hanım, lacivert ceket ve kül rengi pantolon giymiş, beyaz gömleğinin geniş yakasını ceketinin üstüne çevirmiş delikanlı bir çocuk, bir de o güzel yüzlü besleme kız girdiler. Hepsi Doktor’a el verdiler, besleme kız da verdi. Kısarak boylu, kara kuru Nadir Hanım’ın yerinde şimdi, şişman denilecek kadar etlenmiş, toplanmış, yağlanmış bir hanım var. Dudaklarını hafifçe boyamış, başına güvez[26 - Güvez: Mora çalan kırmızı renk.] bir tül bağlamış, iki yanından iki zülüf, alnından bir tutam saç çıkarmış. Sanki fena da olmamış! Eğer bu kadar şişman, bacakları da eğri olmasa eski Nadir Hanım’a bakarak çok güzelleşmiş denilebilir.
Doktor, selamlaştıktan sonra yerine oturdu. Gözlüğünü düzeltti, Nadir Hanım’ı, kızını yukarıdan aşağıya süzdü. Ana kız, birbirine benziyorlar. İkisi de koyu renk kostüm giymişler. Kara eldiven, kara pabuç. Şık iki hanım.
Oturur oturmaz, daha ilk lakırtı başlamadan çantalarını açtılar, ufacık beyaz birer mendil çıkardılar, hafifçe burunlarını, ağızlarını siler gibi yaptılar. Birkaç dakika sonra besleme kız da onlar gibi yaptı. Her kabuğun içinde ayrı bir yaşayış var. Bu burun, ağız siliş, onların bugünkü yaşayışlarının bir icabı. Bu şekil içinde böyle yapmak lazım. Herkes böyle yapıyor.
Nadir Hanım’ın kızı belki anasından biraz daha güzelce. Yüzü biraz daha pudralı, dudakları biraz daha boyalı, başına bağladığı tül de biraz daha ince. Bu hanımın, şımarık mahalle kızı olduğu zamanları bilenler, onu rahatça tanıyabilirlerdi. Ancak şakaklarından aşağı uzanan favorileri ile Meksikalılara benzeyen bu renksiz delikanlının o sıska çocuk olduğunu tanımak güçtü. Bu, o hitabe okuyan çocuğa hiç benzemiyor. Saçlarını iki yana ayırmış, kaşlarının ucundan dönüp kulaklarının arkasına takılıyor.
Nadir Hanım, Doktor’un karısı ile kapı önünde başlayan söze devam ederek:
“Bizim, ziyarette kusurumuz çok hanımefendi!” dedi. “Bilmiyorum ki olmuyor işte!..”
Kız sözü anasının ağzından alarak:
“Zaten biz geleli daha kaç gün oldu!” dedi. “Benim tayyörüm[27 - Tayyör: Ceket ve etekten oluşan kadın giysisi.] vardı, annemin mantosunu yetiştiremediler. On beş gün hep provaya gittik. Burada o kadar tanıdıklarımız varken hiçbirine uğrayamadık. Daha Ankara’da adamakıllı bir terzi yok. Tekmil ecnebiler[28 - Ecnebi: Yabancı.] tuvaletlerini İstanbul’da diktiriyorlar. Gülseren Hanım’ın Hilal-i Ahmerlikleri[29 - Hilal-i Ahmer: Kızılay.] Paris’e yazıldı. Oradan, ölçü üstüne gönderdiler. Elbette onların makastarları başka ama ne olsa noksan oluyor. İnsan Paris’e kendi gidip diktirmeli…”
Sevim Hanım’ın fikrince, anası bir ziyarette nasıl konuşulacağını bir türlü öğrenememiştir. Her zaman Sevim Hanım onun sözünü, lakırtısını kesmeye mecbur oluyor! Bugün de kızı ona konuşulacak sözü işaret etmiş oldu. Nadir Hanım, kızının bıraktığı yerden başlayarak:
“Evet.” dedi. “Ankara’daki terzilerin hiçbiri bir şeye benzemiyorlar. Ben maron[30 - Maron Kestane rengi.] tuvaletimi diktireyim dedim, (kızına sorarak) neydi o Yahudi madamının adı?”
“Aa, anne o Yahudi mi? Halis ecnebi madamı. Bir kelime Türkçe bilmiyor.”
“Bilmiyor da bizimle nasıl konuşuyor?”
“Tuhafsın, o da Türkçe konuşmak mı? ‘Biğ tuvağet, vağburğda biğ güğ…’ diye konuşuyor!”
Nadir Hanım kanmadı ama kızı ile çene yarışına girmek istemedi.
“Bilmem.” dedi.
Biraz sustuktan sonra, gene Nadir Hanım:
“Ecnebi madamıdır da neden diktiklerini beceremiyor?” diye sordu.
“Kadın pekâlâ modayı biliyor ama işçisi yok!”
Nadir Hanım gene kanmadı, yeniden:
“Bilmem!” dedi.
Ana kız konuşurlarken Doktor biraz kaşlarını, biraz da başını kaldırmış, onları dinliyor ve Sevim Hanım’la konuşmanın kolay olmayacağını anlıyordu. Nadir Hanım’ın tecrübesi olmak lazım gelir. Öyle iken bak bir satır sözde bir âlem yanlışı çıkıyor! Bunun için söz sırası geldiği hâlde Doktor sustu. Doktor’un hanımı da ancak bir şey sormakla lakırtıya karışabileceğini anladı;
“Bey afiyettedir inşallah?” dedi.
Birkaç yıl var ki Nadir Hanım kocasını “Sungur” diye çağırıyor. Bu yeni sözlere alışmak kolay olmuyor ama başka çaresi var mı? Kızıyla, kocasıyla her gün uzun uzun münakaşalar etmek, biraz da hakaret görmek istemezse bunlara alışmalı, yeni hayatları öğrenmeli.
Doktor’un hanımı kocasını sorunca Nadir Hanım saşırmadı:
“Sungur mu?” dedi. “Bilmem. Biz onu bir buçuk ay var ki görmedik. Kızına her vakit mektup yazar. Konya’dadır.”
Doktor’un hanımı sordu:
“Onlar artık Konya’da mı kalacaklar?”
Sevim Hanım cevap verdi:
“Muvakkaten.”[31 - Muvakkaten: Geçici olarak.] dedi. “Tahkikat Komisyonu ile… Babam hiç istemedi ama ‘İlle Sungur Bey, sen de olacaksın.” demişler.”
Nadir Hanım da ekledi:
“Zaten şimdi onsuz bir iş olmuyor ki…”
Sevim Hanım yeniden sözü alarak:
“Oradan Ereğli’ye geçeceklermiş, gazete yazdı. Oradan da artık buraya gelir, birlikte Ankara’ya gideriz diyorum.”
Doktor söze karışmak istemiyordu ama boş bulundu:
“Tahkikat Konya’da ise…” dedi. “Gidecekleri Ereğli de belki Konya Ereğlisi’dir; bu takdirde de İstanbul’a uzak düşer, doğru Ankara’ya giderler.”
Sevim Hanım, Doktor’un sözlerini bir latife sandı, ne demek istediğini de iyice anlayamadı. Hafifçe gülerek:
“Hiç Konya’da Ereğli olur mu?” dedi. “Konya’da deniz var mı?”
“Deniz yoktur ama Ereğli vardır.”
Sevim Hanım’a kalırsa: “Hiç Konya’da Ereğli olur mu? Ereğli, deniz kenarında olur. Hem olsa bile bunu Sungur Bey’in kızı Sevim bilmez de bu bunak Doktor mu bilir?”
“Ah, gazete yanımda olsaydı da gösterseydim!” dedi.
Doktor, Sevim Hanım’ı sinirlendirmekten korkarak:
“Yok yavrum.” dedi. “Ben bilerek söylemiyorum, belki Karadeniz Ereğlisi’dir. Siz, Konya dediniz de, benim aklıma Konya Ereğli’si daha muvafık geldi. Olabilir, belki de Marmara Ereğlisi’dir.”
Doktor, Marmara Ereğlisi deyince artık büsbütün saçmaladı. Nadir Hanım dayanamayarak:
“İlahi Doktor Bey!” dedi. “Şakacısınız!”
Nadir Hanım’a göre: “Elbette Sevim’in dediği doğrudur; neden mi? Çünkü gazeteyi okuyan o, babasının da mektuplarını o okudu! Bundan başka, kız mektepte harita da okudu. Doktor’un acaba dünyadan ne haberi var?”
Doktor sırıtarak Sevim Hanım’a bakıyordu. Bu bakışta: “Yanlış anlamışsın, Konya Ereğlisi olacak.” diyen bir mana vardı.
Bir dakika hepsi sustular. Sevim Hanım’ın kanı oynamış, yüreğine de şüphe girmişti.
“Konya’da da bir Ereğli var mı acaba? Varsa ne fena, bu bunak Doktor’un karşısında cahil, aptal oluyorum. Ereğli’yi bilmemek bir şey değil ama olsun. Ben neler biliyorum ki Doktor onları rüyasında bile görmemiştir. Ne yapmalı da bunun altında kalmamalı? Hınzır kâfir Ereğli, Allah canını alsın inşallah. Babam da yazmaz olaydı!”
Doktor, Sevim Hanım’ın içinden geçenleri gözlerinden okuyarak söze karıştığına pişman oldu. Yanlışını düzeltmek için bir kolayını aramaya başladı. Biraz düşündükten sonra, başka bir söz bulamayarak:
“Nadir Hanım.” dedi. “Hanımlar, beyler büyüdüler; bunları gördükçe iftihar ediyoruz. Nasıl Yusuf Efendi ihtiyarladı mı?”
“A, görseniz Sungur’u tanımazsınız. Eskisinden daha genç. Geçen sene giydiği pantolonlara bu sene sığmıyor, işi olmasaydı zayıflamak için Avrupa’ya gidecekti. Maşallah onun gönlü de geniştir.”
Söz gene kesildi. Sevim Hanım’ın kanı oynadığı pek belliydi. Ne çare bulmalı? Doktor, Nadir Hanım’a oğlunu göstererek:
“Bu bey.” dedi. “Büyüdükçe size benzeyecek; hanım, pederine çekmiş. Burnu, gözleri babasını hatırlatıyor.”
Nadir Hanım itiraz etti:
“A, Doktor Bey!” dedi. “Sevim’i kim görse bana benzetiyor, asıl Salâ babasına benzer.”
Salâ Bey de anasına benzetilmeye razı olmadı. Söze karıştı.
“Ben, babama benzerim.” dedi.
Doktor’un hanımı da çocuklara baktı, tetkiki sonunda o da Nadir Hanım’a hak verecek gibi oldu. Sevim Hanım dayanamadı, anasına:
“Babamı bilmeyenler beni, sana benzetiyorlar.” dedi. “Asıl benim hatlarım babama benzer!”
Salâ Bey cevap verdi.
“Affedersin.” dedi. “Kime istersen sorarız. İstersen babama soralım!”
Sevim Hanım kızgın:
“Soralım.” dedi. “Sen kendin ‘Ben Valantino’ya[32 - Valantino: Sessiz sinema döneminin ünlü sinema oyuncusu.] benziyorum.” demiyor muydun? Daha dün bana söylüyordun!”
“Ben ‘Benziyorum.’ demedim, ‘Çocuklar beni, Valantino’ya benzetiyorlar.’ dedim.”
“Senin bir sözün bir sözüne uymuyor ki! ‘Valantino’ya benziyorum.’ diyordun, şimdi ‘Babama benziyorum.’ diyorsun.”
“E, ne olur? Belki babam da gençliğinde Valantino’ya benziyordu.”
“Hiç değil. Babamın gözleri mavi olsa tıpkı Paşa’ya benzer. Kime istersen sor!”
“Paşa’nın babam gibi karnı var mı?”
“Sen karna ne bakıyorsun, yarın Paşa da şişmanlasın, onun da karnı çıkar. Senin karnın var mı da babama benzerim diyorsun?”
“E, senin var mı?”
Sevim Hanım gene sinirlendi.
“Aman Salâ!” dedi. “Seninle konuşulmaz ki! Sen hep böylesin! Dün kendin, ‘Ben Valantino’ya benzerim.’ diyordun. Bugün dönmüş ‘Babama benzerim.’ diyorsun. Sen bir daha Valantino’ya benzerim de de, bak ben sana ne derim.”
“Sen ne dersen de çocukların hepsi bana ‘Valantino Salâ’ diyorlar. İstersen Silindir’i sana getireyim, sor! Hem Valantino’ya benziyorum hem babama…”
Sevim Hanım ne yapsın da bunu sustursun? Burada kendine Doktor’dan başka hak verecek yok. Doktor’a sordu:
“Siz, babamın gençliğini tanırsınız.” dedi. “Babam hiç Valantino’ya benzer mi idi?”
“Kızım, ben babanın gençliğini bilirim ama Valantino’yu tanıyamadım!”
“Aa, Valantino’yu bilmiyor musunuz? ‘Elmas Rüyası’nı oynayan!”
Salâ ilave etti:
“ ‘Kumar ve Sevda’yı oynayan!”
Anlaşıldı ki bu Doktor’un da dünyadan haberi yok. Bütün âlem Valantino için öldü bayıldı, arkasından bir sürü kız kendini öldürdü, Avrupa birbirine girdi, Doktor daha adını işitmemiş…
Salâ cebinden bir kart çıkardı, Doktor’a getirdi. Doktor gözlüğünü çıkardı, resme baktı. Sevim Hanım da uzandı, resmi gördü, beğenmedi.
“Bu hiç kendine benzemez.” dedi. “Şapkasız resmi yok mu? Bilsem, ben getirirdim.”
Salâ:
“Nasıl benzemez.” dedi. “Atmasana! Bu tam kendisidir.”
Doktor ilkin resmi, sonra da Sevim Hanım’ı, Salâ Bey’i süzdü, gözden geçirdi, dedi ki:
“Valla, bana kalırsa bu resim, biraz bu beye benziyor. Ama ben bunun hiçbir yerini Yusuf Efendi’nin gençliğine benzetemiyorum.”
Sevim Hanım memnun.
“Gördün mü?” dedi. “Sen boş yere inat edersin. Kim olsa seni Valantino’ya benzetiyor.”
“Ben ‘Valantino’ya benzemiyorum.’ demedim ki…”
Bu vesile ile Sevim Hanım Doktor’la barışmış oldu. Sevim Hanım babasına benzer, Salâ da Valantino’ya. Sevim Hanım’ın babası da Paşa’ya benzer. Sözün sonu budur. Nadir Hanım’a hiç benzeyen yok! Hâlbuki Nadir Hanım’a sorulsa, bu kız pekâlâ kendisine benzer. Oğlan da erkek çocuktur, olabilir ki babasını andırsın. Valantino ne bildikleri ne de tanıdıkları! Bari bu memleketin adamı olsa… Gebe iken yüzüne bakılmış olur da!.. Doktor da kırk yıllık adam, o da oğlanı Valantino’ya benzetti!
Şaşılacak işler… Dünya değişmiş, ne dersin!
Nadir Hanım sustu. Şimdi burada bir söz söylese sonra evde iki hafta, çocuklarının dillerinden kurtulamayacağını biliyordu. Hele Sungur Bey duyarsa tekdir hazır.
O sırada misafirlere kahve getirdiler. Nadir Hanım istemedi.
“Kahve almıyorum, efendim.” dedi. “Doktorlar kalbim için fenadır diyorlar da…”
Kızı da almıyormuş! O da içmedi. Oğlu da almıyormuş, istemedi.
Doktor’un hanımı üzüldü.
“A, vah vah! Vallahi başka ikramımız da yok…”
Sonra aklına geldi:
“Kız şurup ezsin…”
“Hiç zahmet etmeyiniz, ne olacak. Biz yabancı mıyız!..” diye Nadir Hanım nazlandı, sonra da izahat verdi: Yalnız sabahları, sütün içinde biraz kahve alıyormuş. Bir de saat beşte çay…
Doktor’un hanımı anladı:
“A, çay hazırlayalım!” dedi.
Nadir Hanım ona da nazlanır gibi oldu ise de emir verildi. Doktorlar, Nadir Hanım’a hem “Zayıfla.” diyorlarmış, hem de yol yürümesine izin vermiyorlarmış. Sungur Bey onun dans ettiğini istiyormuş! Nadir Hanım, yalnız biraz fokstrot[33 - Fokstrot: Tempolu bir sans türü.] yapıyormuş ama Sevim Hanım ile Salâ Bey çarliston,[34 - Çarliston: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaygıblaşan dans türü.] tango,[35 - Tango: Özel ritimli bir dans.] vanstep,[36 - Vanstep: Tek adın dansı.] blakbuton[37 - (İng.) Black bottom: Tahta ayakkabılarla tempo tutarak ve kalça hareketiyle yapılan bir dans türü.] daha bilmem ne, bunların bütün figürlerini yapıyorlarmış.
Dans lakırtısı olunca Salâ Bey ayağa kalktı.
“Abla.” dedi. “Şimdi bir figür var, sen onu biliyor musun? Bak böyle, lallal lalatirram tirillalala tallalam, tilalallalam…”
“O, yeni mi? Bardaki Arabın figürü.”
“Ben Arabı marabı bilmem, bu daha yeni çıktı. Bizim mektepte bir çocuk var, o yapıyor.”
Nadir Hanım çocukların oynadıklarını da göstermek istiyordu.
“Bir gramofon yok mu?” diye sordu.
Gramofon varmış ama hiç alafranga hava yokmuş. Sevim Hanım dedi ki:
“Belki komşularda vardır.”
“A, iyi aklettiniz, İsmail Beylerde olacak!”
Hemen birini gönderdiler, iki plak geldi. Sevim Hanım çarliston istiyordu, gelen plakların ikisi de fokstrot imiş. Salâ Bey fokstrotla çarliston da yapılacağını söyledi. İki kardeş oynadılar. Bir daha bir daha…
Doktor figürlerin farkında değil, bakıyordu. Oyunun bir aralığında:
“Şimdi de Nadir Hanım’ın figürlerini görelim.” dedi. Salâ Bey de:
“Haydi gel, anne!” diye davet etti.
“Aaa, deli olma, ben şimdi oynayamam.” diye Nadir Hanım biraz nazlandı ise de dinlemediler, oynattılar.
Doktor, besleme kızın da oynamak istediğini gözlerinden okuduğu için, Nadir Hanım ile oğlu oynarken Sevim Hanım’a:
“Bu, oyun bilmiyor mu?” diye sordu.
“Bilmez olur mu?”
Sevim Hanım’la besleme kız da ikinci çift oldular, Doktor’un hüzün dolu odasını şenlendirdiler.
Çaylar geldi, oynayanlar yoruldular, terlediler, oyunu bitirip çaylarını içmeye oturdular. Doktor’un hanımı, çayla yemek için misafirlerine bir bisküvit olsun vermemiş. Sade çay Nadir Hanım’ın göynünü bulandırır ama neyse. Ses çıkarmadı. Ev lakırtısını açtı. Yalının satılık olduğunu duymuş, kendisi de bir yer almak istiyormuş. Burayı da bir bildiğe kısmet olsun diye istemiş. Evi biliyormuş ama bir kere daha görmekte ne zarar var!
Doktor “Acaba bunlar son vapurun kaçta olduğunu biliyorlar mı?” diye düşündü ve çaylar bitince hanımına “Haydi evi gezdirelim.” diye acele etti.
Nadir Hanım’ın da ancak o zaman vapuru kaçırmak ihtimali olduğu aklına geldiği için, kızına:
“Sevim, son vapur kaçta idi, tarifeye baktın mı?” diye sordu.
Neyse, evi gezecek kadar vakit varmış. Dışarı çıktılar.
“Şimdi, bu alt kattan başlayalım, burası…”
Doktor’un sözü ağzında kaldı. Sevim Hanım;
“Hol neresi oluyor?” diye sordu.
Doktor, biraz şaşırarak:
“Hol, bilmem.” dedi.
“Şurası kabul salonu oluyor, değil mi?”
“Ya… Evet, işte salon gibi… Bizim misafir odası.”
Doktor, evi Sevim Hanım’ın tabirleri ile onun istediği gibi gösteremeyeceğini anladı. İçeri odadan Salâ Bey de bağırdı:
“Abla bak, burada ‘patebebi’yi oynatırız.”
Sevim Hanım ayrıldı, o tarafa gitti. Doktor’un Hanımı’da Nadir Hanım’a evin köşesini bucağını göstermeye başladı.
Doktor, besleme kızla yalnız kaldı. Karşı karşıya duruyorlardı. Kıza baktı, sırıttı. O da Doktor’a güldü. Besleme dedi ki:
“Siz beni geçen gün gördünüz de tanıyamadınız! Şimdi artık tanıdınız mı? Çok büyümüş müyüm?”
“Büyümüşsün ya tam gelinlik kız olmuşsun!..”
Besleme kız içinden gelen bir sevinçle:
“Aman!..” dedi. “Kim görse ‘gelinlik’ diyor! Gelin olmayı kim istiyor acaba!”
“Gelin olmak mı? Kim olsa ister…”
“Kim ister?”
“Kim olsa ister! Mesela ben bile…”
Kız, kısık bir kahkaha ile güldü:
“Aa, siz gelin olur musunuz?..”
“Olurum ya!”
“Hem bilsen ne tuhaf olurum!” diyecek, genç kızla yârenlik edecekti. “Gider de arkamdan eğlenir misin, ‘İhtiyar bunak hâline bakmıyor da neler söylüyor!’ der misin?” diye düşündü, sustu. Hayırsız koyunu varsın dağda kurtlar yesin!
Misafirler gidiyorlar. Evi beğenmişler mi, alacaklar mı? Belli değil. Doktor sanki biraz mahzundu. Kâküllerini düzelten, burunlarını pudralayan Nadir Hanım’la kızına veda edip odasına döndü. Pencerenin önüne oturdu. Ortalık kararmış, ışıklar yanmış. Her nedense “Ölüm nasıl olsa gelecek!” diye düşündü. Sonra Yusuf’u ve ailesini göz önüne getirdi. Bunlar da değişen, yenileşen yaşayışa ucundan kıyısından da olsa girmiş, sürüklenip giden bahtiyarlar. Doktor o hayatın dışında kalmış. Bu ne demek? Bu o demek ki hayat yürümüş gitmiş, o birlikte yürüyememiş. Geride kalmış. Bu ihtiyarlamanın, kocalmanın, ölmenin ta kendisi…
Doktor’un karısı, elinde ışıkla odaya girdi. Onu biraz kırgın görüp sordu:
“Rahatsız mısınız?” dedi.
“Yok.”
“Yeni kibarlar evi beğendiler sanırım.”
“Ya!”
“Nadir Hanım Yusuf’a danışıp bize ahretlikle haber yollayacak.”
“Yollasın bakalım!”
“Bizim içerideki odaya bir sofa koyacaklarmış…”
“Ne demek?”
“Bilmem, öyle konuşuyorlardı. Sofayı da hol yapacaklarmış. Hol nedir Doktor?”
“Bilmem. O da sofa gibi bir şey olacak.”
“Çamaşırlığı da üst kata çıkaracaklarmış. Şimdi hep öyle yapıyorlarmış.”
“Canım, onlar evi alsınlar da…”
Doktor’un hanımı biraz sustuktan sonra, gene söze başlayıp:
“Ben bu sefer bunları hiç beğenmedim!” dedi. “Hâllerine baktım da kendi hâlimize bin şükrettim. Hele Nadir Hanım’ın yüzü! Yoluyor mu, ne yapıyor bilmem, pişik suratlı olmuş! Ya oğlan, delikanlı demeye bin şahit ister! Sevim Hanım’ı da alan, teller takınsın… Gene içlerinde en cana yakın o ahretlik kız!”
Doktor sesini çıkarmadı. Elini cama siper edip karşı kıyıların ışıklarına baktı.

RÜYA NASIL ÇIKTI?
Postacı Tevfik Efendi yirmi beş-yirmi sekiz yaşlarında, kendi hâlinde, gençten bir adam. Posta odasının kapısını kapadı, Bakkal Etem Efendi’den boş yağ tenekelerini aldı; eve giderken Kerim’in kahvesinden çağırdılar:
“Tevfik, Tevfik!”
Döndü:
“Ne var?” dedi.
“Seni istiyorlar.”
“Kim istiyor?”
Kahveye girdi, İzzet Bey istiyormuş. Az çok geliri olan bir hanım almış, çoluğu çocuğu olmamış, karısının parasını yer oturur, dünyanın alayında, kurnaz, kendinden başka kimseyi düşünmez bir adam; Tevfik Efendi’nin kapı karşı komşusu. Akşamüstü kahvede yalnız kalmış, kendine konuşacak birini arıyor. Tevfik Efendi’yi görünce:
“Nereye gidiyordun?” diye sordu.
“Hiç, eve gidiyorum…”
“Daha erken, otur. Beraber gideriz.”
Tevfik Efendi oturmak istemedi. Ayakta sallandı. “Gideyim.” diyecekti, İzzet Bey onu alıkoymak için ağır tavırla, yavaş bir sesle:
“Tevfik.” dedi. “Seni bu gece rüyada gördüm… Allah hayırlara tebdil etsin.”
Tevfik sarardı:
“Nasıl?” dedi.
“Seni rüyada gördüm diyorum.”
Tevfik Efendi elinde tenekelerle peykenin kenarına ilişti.
“Nasıl gördün? Pek fena mı?” diye sordu.
“Neden fena olsun, fena da olsa hayra yormalı.”
Kahvecinin çırağına seslenerek:
“Abdullah bir ateş ver!”
Tevfik Efendi tırnağını ne gün kestiğini düşündü. “Yanılıp da ters bir günde kesmiş olmayayım?” Kendince uğursuz saydığı işlerden birini işlemiş olmasından korktu. Fena… İçi sıkıldı. Cebinden posta odasının anahtarını çıkardı, baktı.
“Bir kahve de sana ısmarlayayım!”
“İçmem… Sen beni pek fena mı gördün?”
İzzet Bey, yan gözle Tevfik Efendi’nin yüzüne bakarak:
“İnsanın her gördüğü rüya çıkmaz ya.” dedi. “Kaynanan seni her akşam caminin keneflerine[38 - Kenef: Tuvalet.] düşmüş görüyor da ‘Oğlum zengin olacak!’ diye bana tabir ettiriyor… Ne zengin olduğun var ne bir şey!”
Tevfik hiç cevap vermedi. “Acaba posta odasının kapısını iyice kapadım mı?” diye düşündü, korkmaya başladı. “Neden Abidin anahtarları bana bırakıyor?” diye kızdı. “Kendi işine kendi baksın! Yarın anahtarı geri vereyim, başıma bir felaket gelirse bu postadan gelecek… Gidip posta odasını bir daha yoklamalı.”
“Abdullah, bu tenekeler burada dursun, ben şimdi gelirim.” dedi, kahveden fırladı.
“Nereye gidiyorsun? Gel bak ne diyeceğim…” diye İzzet Bey, arkasından seslendi ise de aldırmadı.
“Şimdi gelirim.” dedi, gitti.
Posta odasının kapısı kapalı, yokladı, sarstı, kapalı. Açıp açmamakta tereddüt etti. Ya birisi cıgara attı ise… Kapıyı açtı. Her şey yerli yerinde, ne duman var ne de kâğıt kokusu. Yerlere, tahta aralıklarına, dolapların altına bakıyordu. Sanki bir taraftan bir ateş çıkacakmış gibi bekliyor, odayı bırakıp gidemiyordu.
Muhabere Memuru Hakkı, kapıdan başını uzattı:
“Sen demin gitmedin miydi?” diye sordu.
“Gittimdi ya gene geldim.”
“Ne o, bir şey mi kaybettin?”
“Yook, bir şey kaybetmedim.”
“E, ne bakınıp duruyorsun?”
“Hiç, bir ateş filan olmasın diye bakıyorum.”
Hakkı ateşi işitince içeri girdi:
“Yoksa bir cıgara filan mı düşürdün? Vallaa hepimiz yanarız… Burası zaten çıra gibi…”
Hakkı da aranmaya başladı.
“Nereye düşürdün?” diye sordu.
“Ben bir şey düşürmedim. Ama olur ya belki biri düşürmüştür diye bakıyorum.”
Hakkı’nın gelişi ona kuvvet oldu. Eğer Hakkı gelmeseydi odayı güç bırakıp çıkardı.
“Haydi gidelim, bir şey yok!”
Çıktılar. Kapıyı kilitlerken Tevfik: “İzzet Bey beni rüyasında görmüş.” diyecekti, alay ederler diye korktu, sesini çıkarmadı. Kahveye döndü. İzzet Bey gitmiş.
“Nerede İzzet Bey?” diye sordu.
Abdullah:
“Bilmem, galiba eve gitti.” dedi.
Tenekeleri alıp o da evin yolunu tuttu. “Sabahtan beri zaten içimde bir sıkıntı var, İzzet Bey’in rüyası da boşuna değildir.” diye düşünüyor, kendisi için sanki bir uğursuzluk hazırlandığını sanıyordu.
Eve girdi. Karısı Tevfik’ten daha kuruntulu, hırçınlıktan kurumuş bir kadın. Bu haberi duyarsa sabaha kadar uyuyamaz. İzzet Bey’in rüyasını karısına, kaynanasına söylemedi.
“Nen var, niçin böyle küskün duruyorsun?” dediler.
“Hiç.” dedi. “Başımda bir sangılık[39 - Sangılık: Sersemlik, şaşkınlık.] var!”
Yaz gecesi sıcak, uyku uyunmuyor. Buna kuruntu da karıştı. Tevfik Efendi yatakta dönemez. Sağ yanına yatıp uyumalıdır. Yoksa ertesi gün başına bir felaket gelir. Kafasında hep İzzet Bey’in rüyası, biraz dalıyor; uyku ile uyanıklık arasında hep onu düşünüyor, İzzet Bey’i görüyor, uyanıyor, yeniden dalıyor. Bu sıkıntı içinde yarı geceyi geçirdi. Yarı geceden sonra da yağmur yağmaya başladı, her yeri tatlı bir serinlik kapladı. O serinlik içinde Tevfik dalmış. Uyandığı vakit güneş çoktan doğmuştu.
Kalktı, don gömlekle bahçeye çıktı. Karısı ile kaynanası çoktan kalkmışlar, bahçede pekmez kaynatıyorlar, Tevfik’i görünce karısı uzaktan gülümsedi. Kaynanası:
“Ay canım oğlum.” dedi. “Gel biraz yardım et de tavayı düzelteyim. Biz bu ocağı denk yapamadık.”
Karısı düz bir taş buldu, getirdi. Tevfik Efendi’nin içi sıkılıyor… Gönülsüz yaklaştı. Tavada kara pekmez kaynıyor, sarı köpükler veriyor, hafif bir duman çıkarıyordu. Biraz kaldırmak için tavanın kulpuna bir odun geçirdiler. Kaynanası bir yandan tuttu, bir yandan da Tevfik, karısı da ocağın taşlarını düzeltiyor.
“Yok onu değil, bunu, bunu. Hah, it bu yana. Sen kaldır, çek çek…”
Kaynanası ile Tevfik Efendi, ikisi de kumanda verirlerken nasıl oldu ise tava eğrildi, kaynar pekmez Tevfik’in ayaklarına döküldü. Hepsi şaşırdılar. Tavayı bir yana bırakıp telaşa başladılar. Tevfik Efendi duvarın dibine çöküverdi.
Pekmezi ayaklarından silecek oldular, derileri beraber kalkacak! Su döktüler, çamur sıvadılar, komşulara seslenip ilaç sordular, herkes ayrı bir şey söyledi. Petrol sürdüler, pamuk sardılar. Tevfik Efendi bir taşın üstüne oturmuş hem can acısı çekiyor hem de içinden gizli gizli seviniyordu. İzzet Bey’in rüyası bununla geçmiş oldu. Demek başına gelecek felaket bu imiş.
Birkaç saat sonra Tevfik’in acıları biraz savuşmuş, sundurmada bacaklarını uzatmış oturuyor, dinleniyordu. Karısı ona kahve getirdi. Kadın acıyarak kocasının yüzüne baktı, o da karısına baktı, güldü.
“Ben sana söylemedim.” dedi. “Dün gece İzzet Bey beni rüyasında görmüş!”
“Nasıl görmüş?”
“Nasıl görmüş bilmem ama fena görmüş olacak. Bak bugün nasıl çıktı!”
“Sen bana niye söylemedin; sadaka verirdik, adak adardık.”
“Merak edersin diye söylemedim.”
Ertesi günü dostlardan, ahbaplardan gelip yoklayanlar oldu. Komşu değil mi, bir aralık İzzet Bey de uğradı. Tevfik ona rüyadan söz açınca:
“Canım Tevfik.” dedi. “İyi çocuksun, hoş çocuksun ama bu rüyalarla bozmuşsun. Ben onu sana mahsus söyledim. Oturasın diye!”
Tevfik Efendi kendi bildiğinden şaşmadı:
“Mahsus söyledin ama bak nasıl çıktı!” dedi…

ANA BABA
Kış gecesi, komşu kadınlar bize oturmaya gelmişlerdi. Onları dinledim. Geç kalmışım. Yatmaya giderken babamın çalıştığı odaya uğradım. Babam, gündüz ders okutur, geceleri saatçilik ederdi. Gene bir saatle uğraşıyordu. Beni görünce:
“Sen daha yatmadın mı?” dedi.
“İçeride masal söylüyorlardı, onu dinledim.” dedim.
Benimle konuşmaya başladı.
Bana güvercinleri sordu. O günlerde babamın okuttuğu çocuklardan birine bir uçurtmayla içine kurşun akıtılmış bir ceviz meşe vermiş, biri dişi biri erkek iki güvercin almıştım. Babam bu güvercinlere, gaz sandıklarından genişçe bir yuva yaptı. Dişi güvercin yumurtlayıncaya kadar güvercinleri yuvalarında kapadık. Dişi, iki yumurta yumurtladı. Kuluçka oldu. Yakında yavruları çıkacak.
Kaç güne kadar yavruları olacağını hesapladık. Sonra babam, çocukluğunda beslediği güvercinleri anlatmaya başladı.
Babamı dinlerken masanın üstünde duran anahtar zincirini elime almış, çevirip, parmağıma sarıp çözmeye başlamışım. Sözleri arasında babam dedi ki:
“Onu çevirme, lambanın şişesine değerse kırar.”
“Peki!” dedim.
Durdum. Zinciri elimden bırakmalı idim, bırakmamışım. Biraz sonra dalmış, gene çevirmeye başlamışım; çok geçmedi, zincirin ucundaki anahtar lambanın şişesine değdi, şişenin karnında bir ufak delik açtı. Ben şaşırdım, ne diyeceğimi bilemedim.
Babam hiç istifini bozmadı, sözünü de kesmedi; sesinde, yüzünde de hiçbir şey değişmedi. Sanki o söylememiş, ben de şişeyi kırmamışım. Yalnız uzandı, is çıkarmaya başlayan fitili kıstı. Şişe kırılmadan iyice aydınlık olmayan oda büsbütün karardı.
Babam, güvercinleri anlatıyordu ama ben artık dinleyemiyordum. Tatlı tatlı konuşurken bu aksilik nereden başıma geldi! Ne dedim de uğursuz zinciri elime aldım. Babam söyledikten sonra hemen atmalı idim. Şeytan beni dürttü…
Bu uğursuzluklar, hiç beklenilmeyen saatte adamın başına gelir!
Babam, sözlerini bitirdi, sonra bana dedi ki:
“Hadi, kalk bir ışık arayalım. Bununla artık çalışılmaz.”
Büyükçe lambamız misafirin yanında. Başka lambamız da yok. Babam, mutfakta kullandığımız idare kandilini yaktı. Odaya döndük. Babam, bu idare kandili ile çalışabilecek mi? Ben suçluyum. Babam da hiç sesini çıkarmıyor. “Ben sana söyledim, benim sözümü dinlemedin.” dese ben de “Evet, suç bendedir!” desem yahut yalnızca “Suç benimdir, senin sözünü dinlemedim.” diyebilsem gidip rahat yatacağım. Babam:
“Sen artık yatarsın, ben görebilirsem, biraz daha çalışırım. Gecen hayırlı olsun!” dedi.
Başka hiçbir söz söylemedi. Ben sesimi çıkaramadım.
Sıkıntılı günlerin gecesinde yatak, bana her yerden daha iyi gelir. Başka yerde düşünmesinden üzüldüğüm sözleri, işleri, yatakta üzüntüsüzce uzun uzun düşünürüm. Bu düşünceler arasında kendimi avuttuğum da olur.
O yıllarda ben, sekiz-dokuz yaşlarında idim. Oturduğumuz yer bir ufak kasabacıktı. Babam hesap okutuyordu. Saatçilik de ederdi. Ekmek paramızı ancak çıkarabiliyorduk. Aç, açık kaldığımız yok ise de babam bir aylığını alamadığı günlerde aç kalmak korkusu da kendini gösteriyordu. Babam, alacaklıları ile bizim aramızda eziliyordu. Evinde oturduğumuz adamın, alışveriş ettiğimiz bakkalın kapıya kadar gelip acı sözler söyledikleri de olurdu. Haklı olmadıklarını da şimdi anlıyorum. Bizde alacakları kalmıyordu. Geç kalıyor ama bütün borçlarımızı veriyorduk.
Bu yoksulluktan anam, her gün hasta. Babamın hocalık etmesine, sessizliğine kızıyor, hamallık etse bizi daha rahat geçindireceğini söylüyor, yok yere ablamı, beni haşlıyor; bunlar bittikten sonra da oturup ağlıyordu.
Yokluk içinde yüzen bu evde bir lamba şişesi kırmanın ne acıklı bir şey olduğunu anlarsınız. Bunun daha acıklısı, babamın hiç sesini çıkarmaması oldu. Benim ne kadar üzüleceğimi bilirdi. Suratını biraz asar, öğüt verir kılıklı birkaç söz söyler, ben de suç işlemiş, karşılığını da görmüş olurdum. Şimdi de rahatça uyurdum. Babama hem acıyor hem de ona kızıyorum. İçimdeki bu üzüntüyü susturmak için yarın güvercinleri satıp bir lamba şişesi almayı düşünebildim. Bu düşünce bana biraz rahatlık vermiş olacak ki uyumuşum.
Ertesi sabah yatakta uyandım. Biraz sonra akşam kırdığım şişe aklıma geldi. Güvercinleri satmak, bana akşam düşündüğüm kadar kolay olmayacak gibi geldi ise de biraz düşündükten sonra gene en yapılabilecek bir şey varsa o da bu olduğuna inanarak hemen bu işi bitirmek için yataktan fırladım, giyinmeye başladım.
Belki babam, güvercinlerin satıldıklarını iyi karşılamayacaktır. Daha iyi. Ben de ondan öç almış olacağım.
Ben bunları düşünürken anam odaya girdi. Öfkesi yüzünden belli oluyordu.
“Lambanın şişesini sen mi kırdın?” diye sordu. “Ben kırdım.” dedim.
“İyi halt ettin!” dedi. “Ben de kızların günahlarına girdim.”
Nasıl olmuşsa gece anam şişenin kırıldığının farkına varmamış, babam da söylememiş olsa gerektir ki anam sabahleyin şişeyi kırılmış görünce ablama ve gündüzleri gelip boğaz tokluğuna hizmet edip geceleri evine giden Naime adındaki kıza tutunmuş. İkisini de ağlatıncaya kadar söylenmiş.
Benim kırdığımı anlayınca bana söylenmeye başladı:
“Babanın hazineleri olsa sizin ziyankârlığınıza yetişmez.” dedi. “Bana acımıyorsanız, bari babanıza acıyınız. Biz de çocuk olduk! Evde bir şey kırılacak diye ödümüz kopardı. Size bakıp şaşıyorum. Bak! Daha evin kirasını veremedik. Herif her gün kapıda.”
“Ben şişeyi isteyerek mi kırdım?” dedim.
“Zahir, bir de isteyerek kıraydın! Baban parayı sokaktan topluyordu! Gidin bir komşu çocuklarına bakın! Bak sizin gibisi hiç var mı?”
Anam doğru söylemiyor; komşularımızın çocukları, hemen hepsi kötü terbiye almış, haylaz, haşarı, yalancı çocuklar. Bunları, bizim bildiğimiz kadar anam da bilir. Göz göre göre yanlış söylüyor.
“Bak, Sait Kalfaların Ahmet, kız çocuğu gibi anasına hizmet ediyor.” diyor. “Bizim sanki kızımız var! Kendiliğinden bir kahve fincanı yıkadığını görmedim. Ama suçun başı babanızda… Baba olup da kendini saydırmaz ki! Evde yenilmiş, içilmiş, kırılmış, dökülmüş, sokağa atılmış… Haberi bile olmaz. Bırak, akşama kadar köpek yavrularıyla güvercinlerle oynasın! Bir gün kafam kızarsa yapacağımı bilirim. Birini çağırıp o güvercinleri vereyim de sen de görürsün!”
Ben yüzümü yıkadım geldim, giyindim, zeytin ekmek yedim, anam hep söylendi ve o söylendikçe ben de kızdım. Hem de hafifledim. Anam, lamba şişesini kırmak üzüntülerini yüreğimden sildi. O kadar ki “Ne iyi etmiş de kırmışım!” diyesim geliyor gibiydi. Nasıl ki güvercinleri vereceğini söyleyince dayanamamışım:
“Ben de evde ne kadar şişe varsa kırarım.” dedim.
Benden böyle sözler işitmeye alışık olmadığı için annem çok gücendi. Ben, çantayı kapınca kaçtım. Kim bilir arkamdan ne kadar söylenmiştir. Bereket versin ki öfkesi tez geçer. Bir suç yaparsam babamın susuşundan korkar, beni kızdırsa da anamın yürekte üzüntü bırakmayan söylenişlerini arar ve sanırım ki anamı daha çok severdim.

ŞAİR TAVÂFİ
İlkyaza yakın bir kış günü, bir yaylı içinde, beş-altı saat, oldukça sıkıntılı bir yolculuktan sonra geceleyeceğimiz kasabacığa varıp arabamızı hanın genişçe avlusuna çekince başka yerlerde olduğu gibi burada da han kahvesinde işsiz oturanlardan birkaç kişi arabacıya sokulup nereden, ne için geldiğimi sormaya başladılar. Ben, hancıyı çağırdım; yer, yatak, yemek ısmarladım. Yukarıda bir oda açıp temizleyecekler. Evden yatak getirecekler. Bir de kavurma pişirip üstüne yoğurt dökecekler. Karnımı doyurunca yatacağım, ertesi sabah erken yola çıkıp akşama Osmancık’ı tutacağız.
Hancının temizlediği odada ceketimi çıkardım, sundurmaya çıktım, çırak su döktü, ben yüzümü gözümü yıkadım. Sonra odaya döndüm, soba başında oturur ısınırken kapı açıldı, içeriye yaşlıca başlıca adamlardan beş-altı kişi girdiler.
“Bunlar buranın ileri gelenleri olsalar gerek.” diye düşündüm. Başıma gelecekleri de kestirir gibi oldum. İstedim ki bu adamlara yalvarayım, diyeyim ki: “Ağalar, efendiler! Yolcuyum, yorgunum, yarın sabah da erken kalkacağım. Belki adımı duymuş beni bir şey sanmışsınızdır. Kimseye hayrı dokunabilecek bir adam değilim. Eski edebiyatla uğraşır, ders verir, arada şiir miir de söylerim. Ama bunların size hiç faydası olmaz. Sevdiklerinizin başı için çok oturmayın!” Utandım, söyleyemedim. Yalnız ağlar gibi yüzlerine baktım, bunun da hiç faydası olmadı.
Geldiler, sıralanıp oturdular, cıgara verdik, kahve ısmarladık. Konuşmaya başladılar. Bu adamların çoğu sakallı, başları tıraşlı. Birbirlerini de “Hacı” diye çağırıyorlar. Hepsi de hacı mı? Yoksa adlarını mı Hacı koymuşlar, bilmem! Bir aralık, aralarından biri bana dedi ki:
“Bizim, teşrif-i alinizden[40 - Teşrif-i aliniz: Yüce kişiliğinizin gelişi.] haberimiz olmadı. Sizi karşılardık. Hiç buraya inip rahatsız olmazdınız.”
“Amanın, bunlar beni eve mi götürecekler?” diye düşün-düm, hemen:
“Eksik olmayın. Buradan pek hoşlandım, birkaç saat kalacağım. Hancı da her şeyimi hazırladı.” dedim. Aklıma gelmedi ki “Yeminliyim.” diyeyim de dayanayım.
Bu sefer bir başkası:
“Burası size layık değildir. Olsa bile biz bırakmayız, buyurunuz gidelim.” dedi.
Anlaşıldı ki bu adamlar beni almaya gelmişler. Sıkıldım. Dedim ki:
“Ben artık buraya yerleştim, hiç zahmet etmeyiniz. Dönüşte artık haberli geliriz de…”
Yüzlerine de bakıp sırıttım ama hiç aldırmadılar.
“Her şeyiniz hazırdır, buyurun gidelim.” dediler.
Bizim çantaları da alıp götürmüşler. Gördüm ki burada kalmanın bir tek yolu var; tabancayı çekip köşeye durmalı, bunlara da “Benim buradan ölüm çıkar.” demeli, sonra da yiğitçe dövüşmeliyim!
“Sizi hiç han bucağında kor muyuz, herkes bize ne der!” diyorlar.
“Siz bilirsiniz.” dedim.
Hep birden ayağa kalktılar, bizi de önlerine kattılar. Çarşı içinden biraz yürüyüp solda bir sokağa saptık. Genişçe bir meydanı geçip mahalle içine girdik. Bozuk kaldırımlı darca, eğri büğrü sokaklar arasında eski biçimde, saçaklı bir çeşmenin yanında, büyükçe bir evin kapısında bizi bekliyorlardı. Girdik.
Hepsi ayaklarını çıkardılar, biz de çıkardık. Bizi genişçe bir odaya aldılar. Tabanı baştan başa Kırşehir seccadesi ile örtülü. Üstüne de şilteler, onların üstüne de gene seccadeler döşenmiş. Pencere önünde uzun, yüksekçe bir sedirle ot yastıkları var. Beni bu sedire oturtmak istediler. Oda soğuk olduğu için sac sobaya yakın bir şilteye yerleştim. Arkama yastıklar getirdiler.
Sac soba çıtırdıyorsa da yeni yakılmış olacak ki oda ısınmamıştı. Ben bu hacılardan hangisinin misafiri olduğumu ancak gece yarısından sonra anlayabildim. Daha önce benim ev sahibi sandığım adam, ev sahibinin kardeşi imiş. Ne ise oturduk. Kahveler de geldi “Ne söz bulmalı da bu adamlarla konuşmalı?” diye düşünceye daldım. Suratım ne kadar ekşi, bilmiyorum. Sırıtmaya çalışıyorum. Bana öyle geliyordu ki bu adamların ayrı ayrı birtakım işleri var; bana anlatmak, benden yardım görmek isteyecekler. Ben ise bu gibi işlerin hiçbirinden bir şey anlamam. “Bir tatsızlık olmadan sabah olsa da buradan kaçsam.” diye düşünüyordum. Çok da sıkılmıştım. Hızır yetişti, beni kurtardı. Eskiden İstanbul camilerinden birinde ders hocası iken şimdi burada oturan bir yaşlıca adam, söze başladı. Sultan Hamit gününde Şeyhislam olan Cemâlettin Efendi için o yıllarda İstanbul’da hocalar arasında çıkmış dedikoduları anlatmaya başladı. Ben, kurtuldum. İş yalnız dinlemeye kalınca kolay! Herkes gibi ben de dinlemeye başladım. Akşam namazı oldu, bu adamlar birer ikişer gidip başka bir odada namazlarını kıldılar, gene geldiler. Beni de yalnız bırakmamış oldular.
Gece oldu, ışıklar yandı, yatsı vakti geldi, hep eskiler konuşuluyor. Ara sıra ben de söze karışıyorum.
Biraz sonra yemek getirildi. Yere iki sofra kuruldu, benim önüme leğen, ibrik getirdiler; ellerimizi yıkayıp sofra başına oturduk.
Ev sahibi buranın varlıklı adamlarından olacak, bize tatlısı, tuzlusu ile güzel bir yemek hazırlatmış. Çorbası var, kızartma eti var, börülce aşı var, yaprak sarması var, böreği var, bir hamur tatlısı var, pilavı var, pestil ezmesi var. Neyse yedik içtik, yeniden yerlerimize oturduk, konuşmaya başladık. Benden kimsenin bir şey istemediğini, sormadığını görünce ben de biraz açıldım. Yemekten sonra da gelenler oldu ama çok oturmadılar, birer birer çekildiler gittiler. Biz, ev sahibi olan Hacı ile yalnız kaldık. İşte ondan sonra işin en ağır yeri başladı. Bizim ev sahibimiz Hacı’nın şairliği varmış, bana açıldı. Hacı Mekke’ye gitmeye niyet edince ne demiş, arabaya binip buradan çıkarken ne demiş, gemi kıyıdan ayrılınca ne demiş…
Yazık ki bu deyişlerin hepsini size yazamıyorum ki benim ne çektiğimi anlayasınız. Yalnız şu birkaç örneğe bakınız:
Geldim işte kapına ey ulu Resul!
Kıl şefaatin bizlere ey ulu Resul!
Âsiler düşer ah-t zârına,
Şefaat kılmaz isen yaman olur,
Ey ulu Resul!
Sensin büyüklerin büyüğü,
Sensin resullerin büyüğü,
Âhirette vardır şefaatin büyüğü,
Şefaat kılmaz isen yaman olur,
Ey ulu Resul!
Çocuklardan ayrılırken de şunları söylemiş:
Ayâlim[41 - Ayâl: Eş.]ben gittim, yüzün gülsün;
Yârime kavuştum yüzün gülsün.
Bunlar böyle bir-iki, beş-on değil, defterler…

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/memduh-shevket-esendal/mendil-altinda-69429571/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kasrette vahdet: Çoklukta teklik, yalnızlık.

2
Türab: Toprak, toz.

3
Sabık: Önceki, eski.

4
Bendezade: Alçak gönüllülük göstererek “benim çocuğum” anlamında kullanılan bir söz.

5
Hulus çakmak: Dalkavukluk etmek, yaranmaya çalışmak.

6
Hilaf: Yalan.

7
Çaker: Kul, köle.

8
Kalıbı dinlendirmek: Ölmek.

9
Baytar: Veteriner hekim.

10
Altmışaltı: Altmış altı sayı almakla kazanılan bir tür iskambil oyunu.

11
İtilaf: Hürriyet ve İtilaf Fırkası.

12
Mevna: Büyük, üç köşe yelkenli yük gemisi.

13
Çıkın: Bir beze sarılarak düğümlenmiş küçük bohça.

14
Tornayt: Teknenin ileriye doğru hareket etmesi.

15
Tornistan: Teknenin geriye doğru hareket etmesi.

16
Filispit: Tam yol, tam hız kumandası.

17
Çatana: Küçük vapur.

18
Mütekait: Emekli.

19
Menhus: Uğursuz.

20
Fason: Kesim.

21
Yerden temennalar: Yerden selam.

22
Mesnet: Mevki, makam.

23
Sırfen: Tümüyle, tamamen.

24
Tekdir: Azarlama, paylama.

25
Leb: Dudak.

26
Güvez: Mora çalan kırmızı renk.

27
Tayyör: Ceket ve etekten oluşan kadın giysisi.

28
Ecnebi: Yabancı.

29
Hilal-i Ahmer: Kızılay.

30
Maron Kestane rengi.

31
Muvakkaten: Geçici olarak.

32
Valantino: Sessiz sinema döneminin ünlü sinema oyuncusu.

33
Fokstrot: Tempolu bir sans türü.

34
Çarliston: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaygıblaşan dans türü.

35
Tango: Özel ritimli bir dans.

36
Vanstep: Tek adın dansı.

37
(İng.) Black bottom: Tahta ayakkabılarla tempo tutarak ve kalça hareketiyle yapılan bir dans türü.

38
Kenef: Tuvalet.

39
Sangılık: Sersemlik, şaşkınlık.

40
Teşrif-i aliniz: Yüce kişiliğinizin gelişi.

41
Ayâl: Eş.
Mendil Altında Мемдух Шевкет Эсендал
Mendil Altında

Мемдух Шевкет Эсендал

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Türk edebiyatının usta öykü yazarı Memduh Şevket Esendal, birbirinden sürükleyici 25 hikâyeden oluşan Mendil Altında adlı eserinde bireyin ferdî ve içtimai yaşayışını mahirane bir üslupla okuyucuya aktarmayı başarıyor. Usul usul, âdeta hasbihâl edercesine akan arı bir dil ile kaleme aldığı öykülerinde modası geçmemiş bir mizah anlayışıyla insanları güldürmeyi beceriyor. Günümüz insanlarının hâlleri, her şeyin farkında olan ama sessiz kalmayı tercih eden kadınların yanı sıra hovardalık yaparak kendini akıllı takımından sayan erkekler, siyasi birtakım düzenbazlıklar, köylülerin kurnazlığı ve hepimizin özlem duyduğu ancak mazide kalmış olan mahalle kültürü gibi çok zengin bir konu çeşitliliğine sahip bu hikâyeler; hayal âleminizde nostalji rüzgârı estirecek!.. "Pencerenin önüne oturdu. Ortalık kararmış, ışıklar yanmış. Her nedense ′Ölüm nasıl olsa gelecek!′ diye düşündü. Sonra Yusuf’u ve ailesini göz önüne getirdi. Bunlar da değişen, yenileşen yaşayışa ucundan kıyısından da olsa girmiş, sürüklenip giden bahtiyarlar. Doktor o hayatın dışında kalmış. Bu ne demek? Bu o demek ki hayat yürümüş gitmiş, o birlikte yürüyememiş. Geride kalmış. Bu ihtiyarlamanın, kocalmanın, ölmenin ta kendisi…"

  • Добавить отзыв