Acı Gülüş

Acı Gülüş
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Yanlış “Batılılaşmanın” bir örneğini veren Hüseyin Rahmi, Acı Gülüş’te bireysel zevklerinin peşinden koşan Kenan’ın bir metrese kapılarak saadetli evliliğini yıkıp kendi elleriyle kendisini, yavaş yavaş yok edişini işliyor. İnsanın kendisinin felaketi olduğunu gösteren yazar, okuyucuna suretlerinde acı bir gülüş vadediyor. “Felakete uğramış biri için ümitsizliğin en acı manzarası gözyaşlarından ziyade kendinin ‘tebessüm-i elemini’ görmektir.” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Hüseyin Rahmi Gürpınar
Acı Gülüş

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

ÖN SÖZ
YANGINDAN KURTULAN HAKİKATLER
Aksaray korkunç yangınının, ev bark yakan o büyük ateşin haftasında idi, Emirgan’da kiracı olarak bulunduğumuz evin denize bakan penceresi önünde arkadaşlardan bir zatla oturuyorduk. Boğaziçi’nin Arnavutköy Burnu’ndan Beykoz koyuna doğru uzanan cennet gibi iki yeşil kıyısını, güneşin hareli mavi sular üzerine saçtığı pırlantaları, işlediği altından nakışları, tabiatın bu güzellik ihtişamı üzerinde koşan vapurları, beyaz kanatlarıyla uçan kotraları neşe ve sefa içinde oynayarak dolaşan bu irili ufaklı tekneleri hararetle seyredip dururken önümüzdeki rıhtıma bir yük kayığı yanaştı. Yanan evimizden kurtulabilen eşyanın geldiğini haber verdiler; belleri bükük hamallar, dar ve dik merdivenli yokuştan yukarı, ağır, ölçülü, sağlam ve ihtiyatlı adımlarla taşımaya başladılar.
Aman ya Rabbi! Gelen bu eşya ne hâlde idi? Bunlara eşya değil döküntü bile denemezdi. Çamurlar içinde, otları, pamukları fırlamış minderler, döşekler, hurdahaş iskemleler, etajerler, eğrilmiş büğrülmüş karyola parçaları, yalnız çerçeve kalmış aynalar, kapakları açılmış, dişleri dökülmüş piyano…
Hep bunları temiz ve sağlam olarak bırakıp çıkmış bir ev sahibi için bu ne acı bir manzara idi. Bu döküntüleri, hamallar evin alt kat sofasına ağır ağır yığıyorlardı. Aşağıya indim. Eşyayı taşıtan zatın iki eline sarılarak: “Kitaplarım…” dedim. “Hani ya kitaplarım?”
Üzüntülü bir özür dileme ile şu cevabı aldım:
“Çok yazık ama kitaplarınızdan mevcuda nispeten hemen hiçbiri çıkarılamadı. Sizi tanıyanlardan bazı kimseler kitap kurtarmak için çuvallar ile gelmişler, fakat evi bekleyen Kürt bunları içeri bırakmamış, sonradan pek ziyade zorlayanlara karşı ‘Kitabı ne yapacaksınız? Kâğıt parçalarından ne olur? Kaç para eder? Kurtaracaksanız eşya kurtarınız.’ diye cahilce cevap vermiş. Yangının sizin eve kadar geleceği umulmadığı için biz geç kaldık. Sahiden de sizin evler yangının son haddini teşkil etti. Orada söndü. Biz yetiştiğimiz zaman yanındaki yer ateş almış, ev âdeta kızmıştı. Polisler, dışarı çıkmamız için kapının önünde durmadan düdük çalıyorlardı. Beş on dakika içinde elimize ne geçirebildikse dışarı attık. Kitap olarak ufak bir yatak bağıyla, bir soba odunluğu içine bazı ciltler doldurabildim. İşte bundan ibaret…”
Hemen soba odunluğunu aradım. İçinde bir yığın siyah ciltler yatıyordu. Voltaire’in bütün eserleri… Numara sırasıyla ciltleri saydım. Her ikisi bir arada ciltli olmak üzere doksan iki ciltten yalnız sonuncusu, fihrist cildi yoktu, ötekiler tamamdı. Bütün hikmetlerine karıştırdığı ince alayları ile hayatımın en hüzünlü zamanlarında beni oyalayan, güldüren, derin derin düşünmeye mecbur eden bu kıymetli arkadaşım, sanki o günü, o siyah ciltler arasında beni şöyle teselli ediyordu:
“Aziz dostum, seninle buluşmak için alevler içinden kaçarak işte geldim. Parlamak üzere olan bir evin, kurtarmak için kızgın köşe bucağında dolaşan aceleci bir himmet eline, hemen ‘manevi’ denecek bir iyi tesadüfle binlerce cildin arasında ben, sokularak kurtuldum. Senin akşama yaklaşan ömrünün kalan kısmını geçirtip de artacak daha bende çok sayfalar bulabilirsin.”
Fakat hikmet devresi eskimiş bu ihtiyar dostumdan başka ne kadar vefalı sevgili başka feylesoflarım, hikâyecilerim, ne sevimli meslek arkadaşlarım, sanatımı ben yalnız başıma erişemeyeceğim incelikleriyle, güzellikleriyle bana öğreten ne büyük üstatlarım vardı. Hep bunların kütüphanemdeki varlıkları birer avuç kül olmuştu.
Üç büyük yerli ve camlı dolap, bir yük, iki büyük etajer, bir kütüphane ağız ağıza bunlarla dolu idi. Kitap kıymetini bilmeye başladığım otuz senelik bir hayat devremde, en vazgeçilmez ihtiyaçlarımdan kısarak gururlu bir sevinçle cilt cilt üzerine yığdığım, bazıları az bulunmalarından dolayı vaktiyle aldığım fiyatlara göre bugün sekiz on kat kıymet peyda etmiş öyleleri vardı ki hazinesini karıştıran bir hasis gibi gözümden sakınarak, hürmetten titreyen ellerimle vakit vakit severek, perestiş ederek[1 - Perestiş etmek: Sevmek. (e.n.)] yine yerlerine koyardım.
Henüz on dokuz yirmi yaşında bulunduğum sırada benim bu kitap sevgimi bilen müşirlerden[2 - Müşir: Mareşal. (e.n.)] Vidinli rahmetli Tevfik Paşa bir gün beni Vefa’daki konağına çağırarak bir kütüphane dolusu Fransızca kitap hediye etmişti. Ben onları uşaklar ile kucak kucak büyük bir yük arabasına taşıyarak evime götürmüş, sevincimden bir hafta uyuyamamıştım.
Bunları tekrar elde etmek imkânı yok. Pek çok emek vererek meydana getirdiğim dört beş hikâyem, piyeslerim, notlarım vardı. Yatak bağına koştum, açıp karıştırdım. Aradıklarımdan hiçbirini bulamadım. Birtakım lüzumsuz kitap ve gazete döküntülerinden başka bir şey yoktu. Bu kitaplardan çoğunun sayfa kenarlarında notlarım, düşüncelerim vardı. Bunlar uzun yılların okuma mahsulleri idi. Mekteplerde okuduğum kitaplar, defterlerim, mükâfatlarım, zikr-i cemillerim,[3 - Zikr-i cemil: Eski mekteplerde derslerinde başarı göstermiş öğrencilere verilen bir çeşit belge. (e.n.)] en ilk zamanlardaki resim ‘kaye’lerine[4 - Kaye: Defter. (e.n.)] varıncaya kadar hepsi vardı. En küçük yaşımdan beri aldırılmış olan birçok fotoğraflarım bulunan albüm de yoktu. Bu can yakıcı ateş beni ta bebeklik zamanıma kadar bağlayan en tatlı, en ruh okşayıcı bütün çocukluk ve gençlik vesikalarından, yadigârlarından bir anda ayırmıştı.
Başımı duvara dayadım. Bir çocuk gibi ağlamaya başladım. Misafirim olan zat teselli verebilecek değerli bir şey keşfedebilmek ümidiyle o da bir yandan döküntüleri karıştırıyordu.
Nihayet bağırdı:
“Çocuk olma birader, sen ki bu hayatın hiçliğini bilmeyenlere göstermeye uğraşırken böyle bir felaket karşısında niçin metanetini kaybediyorsun? Bilenler de bilmeyenler gibi aynı zayıflıkla yenildikten sonra tecrübelerin neye yarayacak? İşte bu saat senin için bir imtihan günüdür. Sen bunu cezaya çarpılmış bir mektep çocuğu gibi gözyaşlarıyla değil hâlden anlar bir feylesof gülüşüyle geçiştirmelisin. Gel bak… Gel işte al sana bir cilt daha… Belki işe yarar bir şeydir.”
Misafirim, hotozu, camlı kanatları kırılmış, bir yaralı gibi arkası üstü yerde yatan küçük bir büfenin önünde duruyordu. Sütlüğünün, şekerliğinin kulpları, ağızları kopmuş bir çay takımının arasına gizlenmiş koyu renkli meşin kaplı bir cildi oradan alarak bana uzattı.
Baktım: 1899 yılının Almanach Hachette’i. “Ne yapayım bunu?” öfkesiyle cildi yere fırlattım. Arkadaş tekrar aldı. Yapraklarını karıştırmaya başladı. Bazı satırlarını okuyarak: “Bunda senin için tükenmez bir düşünce hazinesi, bir tetebbu[5 - Tetebbu: İnceleme, araştırma. (e.n.)] sermayesi görüyorum. Zaten bu cildin böyle çay takımı arasına karışarak buraya kadar gelmesinde bir hikmet var. Bundan mutlaka bir şey çıkacak.” dedi.
“Almanach Hachettelerin hepsi, ta ilk çıktığı yıldan beri vardı. Şimdi böyle bir tek cildi ne yapayım?”
“Hele sen iki kahve ısmarla. Yukarıda pencerenin önüne çıkalım da görürsün.”
Pencerenin önüne çıktık. Sigaraları tellendirdik. Kahvelerimiz de geldi. Misafirim, bir hikmet incisi keşfedebilmek için cildin yapraklarını sinirli parmaklar ile çeviriyor ve arada bir durarak yüksek sesle birkaç satır okuyordu.
Nihayet dedi ki:
“Her sayfanın altında ve üstünde birer darbımesel ve büyüklerin sözleri var. İşte bak!”
Fransızcalarını okuyarak şöyle tercüme etmeye başladı:
“Hakikatin hiç aldanmayan bir anlatış şivesi vardır.”
“Hakikat, zamanın kızıdır.”
“İnsanın; kalbinin, tecrübelerinin, kanaatlerinin meydana getirdiği bir yaşı vardır.”
“Batıl fikirler, insanlar arasına ayrılık düşürmek için cahilliğin uydurduğu zincirlerdir.”
“Hakiki felaketimizi hazırlayan, dış vakalardan ziyade kendi içimizin sürüklemeleridir.”
“Küçük tasaların acısından kendimizi sakınalım. Çünkü bu gibi şeyler mesut kimselere mahsus bir hastalıktır.”
“Namusluca bir fedakârlık, ani gelen bir acıdır.”
“Birçok defalar uğradığımız talih lütuflarını fark etmez geçeriz.”
“Nankörlükten şikâyet etmeyelim. Çünkü o, cihanı kaplamıştır. Başkalarında olduğu kadar kendimizde de vardır.”
“Kötü ahlak ve kötü alışkanlıklarımızın teşkil ettiği fenalıklardan her sene birini kendimizden söküp atabilseydik çabuk olgunlaşırdık.”
“Hayatı dayanılmaz bulmamak için iki şeye alışmak lazımdır: Zamanın gadrine, insanların haksızlığına.”
“İyi adam, var olmayandır.”
Misafirim birdenbire durdu. Gözlerini karşı kıyıdaki Hidiv’in[6 - Hidiv: Hidiv Kasrı. (e.n.)] kulesine çevirerek birkaç defa kırpıştırdı. Sigarasını birbiri üzerine çekti. Aramızda duman helisleri dolaşırken ehemmiyetli ve ani bir kararını bildirmek için bana döndü:
“Sana bir şey teklif edeceğim. Fakat bunu kabul etmekte hiç tereddüt göstermemelisin.”
“Nedir, anlayayım.”
“Şimdi fal bakar gibi bu Almanach’ın bir sayfasını açacağım. Sol sayfanın sol üst tarafında nasıl bir söz çıkarsa sen bunun hükmünü bir hikâye ile anlatacak ve bir mevzuya bağlayacaksın.”
“Bu teklifin tuhaf olduğu kadar da zor. İki satırdan koca bir hikâye nasıl çıkar?”
“Çıkar. Hayal kuvvetine inanırım. İşte sana yanan kitaplarına karşı bir avunma yolu. Hem şu aralık bu işle avunur, acısını unutursun.”
“Biraz düşüneyim.”
“Yok… Yok… Düşünmeye lüzum yok. İşte açıyorum.”
“Peki.”
Dostum, elindeki cildin rastgele bir sayfasını açtı. Kararlaştırdığımız şartlara uygun olarak şu söz çıktı:
Il ya dans la douleur quelque chose de plus affreux à voir que ses larmes: C’est son sourire.
Bu satırları ikimiz birlikte şöyle tercüme ettik:
“Felakete uğramış biri için ümitsizliğin en acı manzarası gözyaşlarından ziyade kendisinin ‘tebessüm-i elem’ini (acı gülüşünü) görmesidir.”
Bu cümleyi birkaç defa tekrar ederek bir zaman düşündükten sonra cevap verdim:
“Öyle bir tez bulup çıkardın ki bütün kuvveti ve genişliğiyle bir hikâyeye tatbik edilmesi gayet zor. Hem bütün o muhterem üstatlarım, muavinlerim, kılavuzlarım da yanımda yok.”
“Adam… Bunlar kuru laftır. Böyle bir işi başaramayacak istidatsız[7 - İstidat: Yetenek. (e.n.)] bir adama seksen feylesofu muavin versen yine bir şey yapmaz.”
“Sen bu cümleden ne anladın? Söyle. Bari ilk kılavuzluğu senden görmüş olayım.”
“Bu işte senin kılavuzun kendi kafandır. Kimsenin himmetine muhtaç değilsin. Bu sanatta benim de biraz alışkanlığım olsaydı bir iki cilt de ben yazardım. Biz, okuruz. Bazı, bir eseri enine boyuna tenkit ederiz. Fakat elimize kalemi verip de bizi sanat yolunun o dolaşması zor tasvirlerinin sırları içine bırakırsanız nereden girip nereden çıkacağımızı bilemeyiz. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki ‘okuyuculuk’ da bir sanattır. Yazmadım fakat çok okudum. Sizin ‘göstermek’te bizim ‘görmek’te alışkanlığımız var. Her ikisi de birer ustalıktır. Ruhumuz hikâyelerinizde tatlı acı teessürler, titremeler arar. İçinde bunaldığımız bazı zorluklar, bazı karışıklıklar vardır. Eserlerinizde onlara dair neticeler bulmak isteriz. Her zaman duyduğumuz birçok şey olur ki bunlara kendiliğimizden belli birer şekil veremeyiz. Sonra bunları pek sade birer tasvir şeklinde gözümüzün önünde görünce pek seviniriz. ‘İşte bunu tıpkı böyle ben de duydumdu.’ deriz. Herkes birçok şey görür fakat resmini çizemez. İnsan tanıdığı bir yerin resmini görünce tanış çıktığı tafsilatı orada birer birer keşfetmekten lezzet duyar. ‘Eser’ ile ‘meydana getiren’ birbirine karışık gibidir. Aralarında bir çeşit birlik vardır. Biz, yani uzaktan bakanlar, sanat manzaralarındaki şekillerin kuvvetli ve zayıf yerlerini tarafsız bir tetkikle seçebiliriz.”
“Bu ‘tebessüm-i elem’den ne anladığımı da söyleyeyim. Tabiatta ‘ağlama’, çocuktan büyüğe kadar ümitsizliğin ve ızdırabın en ilk alametidir. Yaşa, vücut yapısına, sinire ait farklar ile hemen herkes acısını bununla açığa vurur. Sevinç ağlaması olduğu gibi ümitsizlik kahkahası da vardır. Böyle ters bir surette insanın içinin ifadesi ters olmayandan daha şiddetlidir. Bir insan en adi içerlemesinde de ağlayabilir. Fakat bu ‘tebessüm-i elem’ acılığın en yüksek tepesidir. İnsan, çok kere, kendi yaptıklarının ahmaklığı, yanlış hareketinin sonu olarak uğradığı felaketlerde kafasını yumruklaya yumruklaya acı acı güler. Bu gibi ümitsizce şiddetli kızmalarda ağlamak hiçtir. Bu, tebessümdeki ızdırabı anlatamaz. Adi acıların anlatma vasıtası ve yatıştırma yolu olan gözyaşları kurur, gülmeye, kahkahaya döner.”
“İşte azizim, aklımın erdiği kadarını söyledim. Fakat sen bu acı, can dağlayan gülüşü göstermek için ne gibi vakalar ve insanlar icat edeceksin? Bunları hangi elemler içinde dolaştıracaksın? Eserine nasıl bir sanat ruhu üfürebileceksin? İşin bu yanına aklım hiç ermez. Bu zorluklara karşı göstereceğin çabalama azmini, güreşecek olan kaleminle açmaya uğraşacağın taşlı, dikenli yolları düşündükçe seni beğenmekle beraber, hayretlere düşüyorum. İki satırdan üç yüz dört yüz sayfa çıkarmak… İnsanı şaşırtacak bir iş…”
Dostum sustu. Şimdi ben, dalgın… Etrafımda uçuşan ilham perilerinin gaipten konuşmalarına bütün ruhumu vermiş dinliyordum. Her biri bir şey söylüyordu. Bakışım denizden süzülerek karşı yakanın gökle birleşen yeşilliği içinde ilhamının avını arıyordu. Nihayet kederimi unutup şevk ile çırpınarak “Buldum… Buldum!” dedim.
“Nerede?”
“Şu karşıki yamaçta, koyun durgun aynasında, gönül vermişçesine kendi akislerini seyreder gibi birer tatlılıkla eğilmiş, şemsiyevari tepeleri güneşle yaldızlanmış üç büyük fıstık ağacı var. İşte onların ilham gölgeleri altında… Yirmi dakika izin verirsen krokiyi şimdi çizip gösteririm.”
Dostum şaşkınlıkla yüzüme baktı. Masanın kenarına oturdum. Fransızların “alaminüt”[8 - Alaminüt: Dakikasında, hemen; à la minute. (e.n.)] dedikleri hızla otuz satır kadar yazdım. Kâğıdı uzattım. Okudu. Arkadaşım beni şaşkın bir takdir ile yukarıdan aşağıya birkaç kere süzdükten sonra:
“Bir çocuk doğarken görmüştüm, fakat şimdiye kadar, hikâye doğuşunda hiç bulunmamıştım. Kolay doğuruyorsun, tebrik ederim.” dedi, elimi sıktı.

BİRİNCİ BÖLÜM

1
ESKİ VE YENİ KAFALAR
Vakit yatsıya yaklaşıyor. Langa’da kafayı tutan sarhoşların oradan buradan sarhoşça naraları, ahları, şarkıları işitiliyor.
Bazen tek, bazen kol kola çift, bazen de üç dört, İmrahor Hamamı’nın köşesinden yola düzülüyorlar. Çoğu o duvar senin bu duvar benim, zikzak gidiyor. Aksaray Caddesi’ni bulduktan sonra birer tarafa dağılıyorlar. Çoğu, caddeyi enine geçerek Valide Cami Sokağı’na yürüyor. İçlerinde kolanı gevşemiş semer gibi birer tarafa sarkmış, kira beygirlerinde ata binmişleri de var. Hayvanın kâh yelesine kâh kuskununa yatıp yine düzelmeye uğraşarak, ayaklarıyla durmadan üzengileri arayarak sapacağı sokağı bindiği hayvanın seçme işindeki zekâ ve tecrübesine bırakmış olanları yahut sürücüden soranları da eksik değil.
Ağayokuşu’nun alt başındaki çeşmenin önünde, bozuk güfte, falso beste ile “Yandım Allah belalısına…” gibi ateşli nağmeler salıverdikten sonra midesindeki ispirto yangınını söndürmek yanıklığı ile ağzını musluğa verenler, abdest bozmak için pantolonu çözerek yarı kapalı gözleriyle araştırıp da bir yer beğenmeyerek nihayet sokağın ortasını sulayanlar, ezan sesi duyunca ellerini kaldırıp ibadet eder gibi başlarını eğerek kelimeişehadet getirenler, ortalarda olmayan bir düşmana atıp tutanlar, boyuna sövüp sayanlar, vakit vakit durup birbirine sarılarak dostluklarını kuvvetlendirmeye uğraşanlar ve daha birçok sarhoşluk faturasının çeşitleri sokaklarda geçit resmi yapıyor.
Yağlıkçı Hasan Efendi, pek ehemmiyetli saydığı bir işi gözlemek için o akşam mahalle camisinde cemaatle namaz kılmayı bırakarak, Çiçekbostanı semtindeki evinin köşe penceresinde bir gözetleme yeri almış bekliyordu.
Karşıki eve bozuk kadınlar taşınmış, her akşam içeriye adam alıyorlardı. Evde erkek olarak kır sakallı, kırk beşlik ellilik bir adam vardı. Bu herifin elinden tespih düşmüyor, girip çıkarken dua ile her vakit dudakları kımıldıyor, çok defa onu camide ön safta görüyorlardı. Hasan Efendi bir zaman bu gösterişten olan ibadet hâline aldandı. Fakat evdeki genç kadınların çoğalmalarını ve sık sık değişmelerini, hele süs ve tuvaletlerini, açık saçıklıklarını, her gün araba ile yaya sokağa taşınmalarını, hangi semtten geldiği belli olmayan bir bakkal çırağının içi bira ve buna benzer içki şişeleriyle dolu, omuzunda getirdiği bir tahta sandıkla içecek ve yiyecek taşımasını, efendinin o Müslümanca tavrıyla bir türlü uyuşturamadı. Daha tuhafı sık sık gelen misafirler hep erkek, genç ve hovarda takımındandı. Misafirlikleri zamanı da her vakit geceye rastlıyordu. Bazı akşamlar evin arkasında, bahçe üzerindeki geniş odasında ut, keman ve ezgili kadın sesleriyle karışık ince bir ahenk işitiliyordu.
Bu tespihli herif doğru görünmeye uğraşan, Allah saklasın, bir münafık mıydı? Yoksa aile halkına söz geçirebilmekten aciz zavallı bir ibadet düşkünü müydü? Hasan Efendi bu iki nokta arasında uzun tereddütler geçirmekte iken bir akşam kapıyı çalan birkaç hovardayı eve almak istemezler. Herifler: “Silsilesini bellediğimin fahişesi aç kapıyı…” naralarıyla mahalleyi çınlatmaya başlarlar.
Mahalleli üşüşür. Sataşanlar kaçarlar. Tespihli adam uzun sakalından aşağı yanıp yakılma yaşları dökerek sokağa çıkar. Ne belaya uğradığını bilemediğini yana yakıla anlatır. İki elini gökyüzüne kaldırarak saldıranları Allah’a, o gerçek intikam alıcıya havale ettiğini söyler. Aile fertlerinden işi anlamak için içeri girer. Biraz sonra tekrar çıkarak olup biteni yine gözyaşlarıyla şöyle anlatır:
“Bugün bizim evin kapısını çocukların tanımadıkları üç genç kadın çalarak içeri girmişler. Sıkışmaları üzerine geldiklerini, bu taraflarda hiç tanıdıkları bulunmadığı için rastgele bir kapı çaldıklarını, bu ihtiyacın herkesin başına gelebilecek bir hâl olduğunu, onun için reddedilmemelerini insanlık namına rica etmişler. Bizimkiler de tabii nazik davranarak kadınlara aradıkları yeri göstermişler. Hatta su, kahve filan da ikram etmişler. Bir hayli zaman oturup görüşmüşler. Bu kadınların bizim eve girmelerindeki maksatları, söyledikleri yolda bir ihtiyaç üzerine değil, peşlerine takılan bir iki edepsiz herifin arkalarından gelmelerinden kurtulmak için olduğu şimdi anlaşılıyor; çapkınlar bizim evi o kadınların oturdukları yer zannederek bu rezalette bulundular…”
Bu anlatılana mahallelinin aklı pek yatmamakla beraber o gece ses çıkarılmaz. Yalnız imam ve muhtarlardan bu kiracıların hangi mahalleden oraya taşındıkları, kefilleri olup olmadığı ve kim olduklarını anlamaya yarayacak bazı şeyler hakkında tahkikat yapılır. Bir dereceye kadar şüpheleri yatıştıracak cevaplar alınır.
Fakat iki gece sonra evin şangır şungur camları indirilir. Mahallenin huzurunu bozan bu tespihli efendinin evden çıkarılması için ahali gıcırtıya başlar. Lakin imamla muhtarın biri mesuliyeti üzerlerine alarak tespihli hakkında “iyidir” diye şahitlikte bulunurlar, mahalleliyi yatıştırırlar.
Yağlıkçı Hasan Efendi, bir gün çarşıdaki dükkânında oturmakta iken tanıdığı müşterilerinden alafranga mizaçlı ve gayet şık, apiko bir genç gelir. Ufak tefek bir iki alışverişten ve hoşbeşten sonra der ki:
“Sizin ev Çiçekbostanı tarafında, filan sokakta değil mi?”
“Evet.”
“Yakında orayı ziyarete geleceğim.”
“Bize mi? Buyurun. Memnun olurum.”
“Size değil canım. Size gelip ne yapacağım? Karşınızdaki eve… Karşınızdaki…”
“Onlar tanıdık mı? Yoksa akraba mı?”
“Gayriresmî akraba… Canciğer…”
“Akrabanın gayriresmîsi olduğunu bilmiyordum.”
“Sersemliğin lüzumu yok Hasan Efendi. Ben seni gözü açık bir şey zannederdim. Meşhur Uncu Ahmet sizin evin karşısına taşınmış. İşletip duruyor. Her gece ahenk, dernek, kıyamet… Uyuyor musunuz yahu?”
Hasan Efendi fena hâlde bozularak: “Ha şimdi anladım. Şu tespihli pezevengi söylüyorsun.”
“İşte onu ya… Herif tespihiyle galiba bir mahalle halkını efsunlayıp uyutuyor.”
“Uyumuyorum beyefendi, hepsinin farkındayım. Ev taşlanıyor, önünde naralar atılıyor. Genç kadın sergisi varmış gibi içerisi yosmalarla dolu… Sandık sandık içkiler geliyor. Ut, keman, şarkı gırla… Kârına kesat, senin gibi zampara beyler geceleri evi hiç boş bırakmıyorlar. Bu kadar işler olduğu hâlde mahalleli hâlâ şüphede… Mahallenin bir iki sözü geçer kimsesi deyyusu tutuyor. Fakat ilk işim o olsun. Bu akşam semte gidince emniyet edebileceğim kimselere hakikati anlatayım. Gizli tertibatta bulunalım. Evi bir âlâ bastırtayım.”
“Adam nene lazım!”
“Bu gibi rezalete karşı nene lazım olur mu?”
“Eski kafasın Hasan Efendi eski… Her gece ahenk dinle, eğlen. Pek o kadar ihtiyar da değilsin, ustalıkla içli dışlı olabilirsen, mahalleli olduğun için korkularından seni her vakit bedava içeri alırlar, kim bilir ne kadar ağırlanırsın, ikram da görürsün. Hiç böyle bir nimet kaçırılır mı? Canına yandığım, bizim mahalleye böyle avlar düşmüyor ki faydalanalım. Bu dünya aksinedir. Böyle talihler gelir de senin gibi kadirbilmezlerin ayaklarına dolaşır.”
“Haydi beyim haydi işine… Ben eski kafayım. Bu yaştan sonra Allah beğendiğin yeniliklerle şeytana uydurmasın.”
“Medeni bir memleket için bu gibi evlerin de lüzumu vardır.”
“Lüzumu varsa Beyoğlu’nda çok… Belediyelerin kontrolü altında doktorlu, patentli, imtiyazlı böyle ticaret evlerinin kıtlığı mı var? Oraları teşrif ediniz, İstanbul’da bu gibi evlerin çoğalması ile olacak medeniyete Allah beni eriştirmesin. Biz, abani sarıklı Türkler hep ölelim, sonra siz medeniyeti istediğiniz gibi anlayınız. Çoluğumla çocuğumla oturduğum evimin karşısında böyle rezaleti, namussuzluğu caiz görerek seyredemem.”
“Kuzum Hasan Efendi, orada bir eğlenti yapmak üzere önümüzdeki perşembe için sözleştik. O güne kadar dişini sık. Dostluk namına senden böyle bir ricada bulunamaz mıyım? Ya ben orada iken böyle bir skandal olursa bana acımaz mısın?”
“Sandal vapur değil ya, içeride babam olsa yine bastırtacağım.”
“Que faire? Il est la bétise même…” (Ne yapmalı, herif aptalın ta kendisi!..)
“Tanrı’ma bin hamdüsenalar olsun, Fransızca anlamam.”
“Eh öyle ise adiyö…”
“Adiyöden de çakmam. Benim bildiğim ‘Allah’a ısmarladık’tır.”
“İşte manasını söylüyorsun ya.”
“Böyle senin gibi tatlısululardan işite işite öğrendik. ‘Mancarna’ yemek, ‘moncorna’ vakitler hayır olsun, ‘olavalava’ nereye gidiyorsun, ‘piyastril’ para, ‘ipsomi’ ekmek…”
Bu söylediklerin benim hiç anlayamadığım bir lisandan; hele bu sonuncusu Rumca…”
“Canım Rumcası mumcası ne olacak? Hepsi bir herzenin soyu değil mi? Yağlıkçıyım. İşlemeli çevreler, uçkurlar, pullu başörtüler, Rodos bezi kırpıntıları daha bilmem neler almak için Yahudi tercümanlarla birlikte dükkâna bazı Frenkler gelir. Antika diye enayilere ne kadar kırpıntı varsa yuttururuz. Frenk aklı bu… Uçkuru donlarına geçirmeyip duvara asarlarmış.”
“Onların çoğu don giymez.”
“El hayâ minel iman, donu ne yapacaklar? Yoksa onlara uymak için sen de donu çıkardın mı?”
Cevap olarak beyefendi sırıtır. Yağlıkçı “lahavle” çeke çeke başını sallayarak: “Haydi beyefendi seninle biraz daha görüşürsek mutlaka dövüşürüz. Rahmetli baban Müslüman bir adamdı, seni böyle donsuz görmektense öldüğü hayırlı olmuş.”
“Sen benim donuma, pantolonuma ne karışırsın, ticaretine bak.”
“Siz böyle üpüryan kızıl Frenk olalı ticarette bet bereket kaldı mı? Anan, hemşiren ne hâlde? Onlar da mı soyundu? Vah… Eyvah bize…”
“Anladım sahiden dövüşeceğiz. Ticaretin bu bereketsizliği, durgunluğu kimin günahıdır, onu da ben bilirim. Ne alıp sattığınıza dair düzgün bir defter bile tutmayı bilmezsiniz. Babanızdan ne görmüş iseniz o çıkmazdan kurtulamazsınız. Pek cahil bir âdete bağlısınız. Dünya esasından değişir, bütün sanat kaideleri, ticaret değişir. Sizin o eski kafanız yine odur. İrticai selamet sanırsınız, Müslümanlıktan dem vurursunuz, müşteri aldatmaktan da çekinmezsiniz. Frenklere kırpıntılar yutturduğunuzu şimdi kendin söylüyordun. Âlemle beraber bütün beyinler de değişmelidir. Ingorance, paresse, fanatisme, superstition, voilà les causes de nos malheurs. (Cehalet, tembellik, taassup, batıl fikirler; işte felaketlerimizin sebepleri.)
“Oğlum, karşımda Frenkçe sakız çiğneme… Ecdadının dilini neye beğenmiyorsun? Böyle neslini, ırkını, cinsini, millî âdetlerini beğenmemekle iş yürümez. Biz Frenkleri birkaç kırpıntı ile aldatıyorsak onların bize soktukları kazıklardan haberin yok mu? Bu bizimkisi aldatmak değil, bir cins ticaret gazasıdır. Beyoğlu’ndaki ticarethaneleri, o büyük camların arkasında elektrikler içinde parlayan eşyayı görmüyor musun? Hep onların bu fantazyalarını, süslerini, pahalılıklarını bizim kesemiz ödüyor. Bak benim bu fakir dükkânımda ne var? Müşteriyi rahatça oturtabilecek bir yerim bile yok. Onlar mı bizi aldatıyorlar biz mi onları? Bu hakikatlere iyice bak da anla. Frenk, mağazasının ortasına ‘pirepiks’ yani ‘fiyat maktu’[9 - Fiyat maktu: Değişmez fiyat. (e.n.)] diye bir levha asar.”
“Pirepiks değil, dilini düzelt.”
“Her ne karın ağrısı ise… Seninle pazarlığa bile tenezzül etmez. O levhayı görünce istediği parayı verip afiyetle kazığı yiyerek çıkarsın. Burada sekiz kuruşluk bir mal için benimle çekişe çekişe pazarlık edersin. Dikkat et, o mağazaya başka bir Frenk girsin, o levhaya hiç aldırış etmez, sıkı sıkıya pazarlık eder. Çünkü o, malın asıl fiyatını bilir. Dolma yutmaz. Bu, ‘fiyat maktudur’ hilesi senin benim gibi kolayca aldanan ahmaklar içindir. Sen bana yaptığın ‘finfon’ cakasıyla orada işini yürütemezsin. Dünya değişiyor ise, değişmiş ise bu hilelere karşı gelecek bilgileri, ağız hünerini niçin kazanamıyorsun? Karşıda bazı mağazalar var ki burada bizden on kuruşa aldıkları bir malı orada yüze satarlar. Evet, itiraf ederim, onlar satmanın yolunu biliyorlar. Fakat bu üstünlük karşısında ezilen yalnız yerli esnaf değildir. Resmî olan veya olmayan bütün varlığımız çiğneniyor. Balık baştan kokar. Bizim mahalledeki kibarlar, çocuklarını cizvit mekteplerine gönderiyorlar. Niçin böyle yaptıkları sorulunca onlar gibi okutma yerlerimiz olmadığını söylüyorlar. ‘Mektep’ adını verdiğimiz, memleketteki o irili ufaklı binalar nedir? Ne içindir? Neden millî tahsil yolunda değil ve olamıyor aklım ermiyor. Frenklerin, çocuklarımızı Türklük için terbiye etmeyecekleri meydanda bir şeydir. Oralarda bir iki ‘fan fan’ öğrenip çıkıyorsunuz. Milliyetimize karşı en büyük düşman siz oluyorsunuz. Ben vaktiyle ‘cami dersi’ gördüm. Muhiddin Arabi hazretlerinin felsefesini okudun mu? Efrenc,[10 - Efrenc: Avrupalı. (e.n.)] felsefeyi işte oralardan çalıp ilim metası diye bugün size satıyor. Bu buharlar, elektrikler, tayyareler, fonograflar filanlar kitabımızda birer işaretle hep bildirilmiştir. Onları bulup çıkaracak âlim Müselman yok.”
“Şimdi söze benzer birkaç şey söylediniz. İtiraf ederim, içinde doğruları da var. Ama işin sonunda işte sapıtıyorsunuz. O zamanki felsefe esasları ile bugünkünün ne olduğunu siz bilemezsiniz. Bunda ‘kompetan’ değilsiniz. Buharlar, elektrikler kitapta değil tabiat hazinesinin karanlık sayfalarında yazılıdır. Onları oradan bulup çıkarmak sizin gördüğünüz ‘cami dersi’ ile medrese tahsili ile olacak şeyler değildir. Laf istemem. Bu bahsi geçiniz. Şimdi sinirlenirim.”
“Aman sinirlenme beyim… Sen de benim inandığımı kıracak tavırlarda bulunma; Frenklik âşığı bir donsuzla eski kafada şalvarlı bir Türk hiçbir zaman fikirce birleşemez. Fakat sana bir teklifte bulunayım da barışalım.”
“Nedir?”
“Bu cuma gecesi -heyhat!– evet öyle mübarek bir gecede Uncu Ahmet’in evine misafirliğe gideceğini söylüyorsun.”
“Niyetim öyle…”
“Ben orayı bastırtacağım.”
“Barbarlık…”
“Medeni boynuzlar takınmaktansa namuslu barbarlığı daha iyi bulurum.”
“Fakat barbarlıkla namusun uyuşamadığı çok noktalar vardır. Namus deyince siz bundan yalnız ırz manası anlıyorsunuz. Irz nedir? Mahalle defterinde kayıtlı olarak evlenme şeklinde bir kadın bir erkeğe kendini verirse…”
“Sus… Sus… Alimallah elim ayağım işte par par titriyor.”
“Ne diyeceğimi anlamadan…”
“Anlamak istemem. Bütün Avrupa felsefesini karşımda tekrarlasan evimin önünde geçen bir namussuzluk ticaretini bana caiz dedirtemezsin.”
“Susturmakla bu hakikatler değişemez. Anlaşılmak ancak münakaşa ile olur.”
“Ne olursa olsun! Senin bildiğin sende, benimki bende kalsın.”
“Peki… Teklifin nedir? Barbarlıkta seninle beraber mi olayım?”
“Canım, barbarlık lafını kaldır. Medeni bir şekilde yapılan ne barbarlıklar var… Şimdi siz o evde tabii daha birkaç zampara arkadaşla birlikte bulunacaksınız.”
“Olabilir.”
“Söz birliği edelim. Baskın işinde siz içeriden bize yardım ediniz. Mahalleliye hakikati anlatır, sizi alayla karakola gitmek zahmetinden kurtarırım.”
“Jame[11 - Jame: Asla. (e.n.)] hiçbir vakitte böyle bir ahlaksızlığı kabul edemem.”
“Ahlaksızlık mı?”
“Hem de en kötüsü…”
“Aman ya Rabbi, gençleriyle ihtiyarları ahlakı böyle iki uçtan gören bir millette fikir anlaşması nasıl meydana gelir?”
Hasan Efendi içinde bu gence karşı çok şiddetli bir nefret ve kin ile sarsılır. İntikama karar verir. Yapma bir sakin tavır alarak: “İçeriden bir el olmadıktan sonra baskından pek muvaffakiyet umulmaz. Başıma bir bela çıkması da var. Çünkü Macuncu taraflarındaki böyle bir kerhanenin idarecisi Rus tabiiyetine girmişti. Kim bilir, bu Uncu Ahmet de hangi bir yabancı koruması altında iğrenç sanatını yürütüyor? Başımı derde sokmak istemem. Allah kahretsin, elbette bir gün kendi kendine belasını bulur. Şimdi baskın, eskisi gibi kolay değil. İçeriden zampara bulup çıkaramazsak sonra Uncu bizden namus davasına kalkar. O, yine ticaretiyle uğraşır. Hapiste biz yatarız.”
“Bravo… Monşer Hasan! Doğru düşünmek işte böyle olur. O adam ırz satıyorsa sermayeyi senden istemiyor ya! Ticaret, serbesttir. Senin evin ayrı, kapın ayrı. Yakınlarda kanunsuz münasebetlerin olması komşular için çok büyük birer günah ise etraftaki evlerde geceleri neler oluyor, haberiniz var mı? Uncu Ahmet ticaretinin ne olduğunun yaftasını kapısının üzerine yazmış demektir. İsteyen kendisini oradan sakınsın. Irzı, namusu, doğruluğu aldatmaya alet edinen gizli kötülerden korkmalıdır.”
“Keramet buyuruyorsunuz beyim.”
“Demek barıştık.”
“Müslüman’ın Müslüman’a dargınlığı bir tülbent kuruyuncaya kadardır.”
“Öyleyse ver elini… Adiyöye kızıyorsun, Allah’a ısmarladık.”
“Sefayı hatırla…”
“Sakın ha niyeti değiştirme. Çünkü cuma gecesi mutlak oradayım.”
“Keyfine bak.”
Bey, dandini bir yürüyüşle çekilip gider.
Yağlıkçı, o ana kadar dayandığı çehresini hemen değiştirerek kendi kendine hıncını etrafına püskürmeye başlar:
“Seni gidi edepsiz seni… ‘Besmelesiz’ desem rahmetli babasının iki defa haccı var. ‘Yabancı katışması’ ise günahı anasının boynuna… Herhâlde cinsinde bir bozukluk var. Züppenin adı da Mehmet Kenan, Müslüman adı… Yediği herzeleri Mösyö Petraki yemez. ‘Medeniyet’ diye çapkın, bana, her mahalleliye besbedava pezevenklik ettirtecek. Ticaret serbest imiş. Kazanç için edepsizliğin yapılması mübah mıdır? Ticaretin şeriate, namusa, ahlaka uygun olması endişesi ortadan kalktıktan sonra dinlerin, mahkemelerin, camilerin, kiliselerin, hocaların, papazların ne lüzumu var? Köpekler gibi birbirinin ağzından kaparak, hiç çekinmeden ırza, namusa saldırarak yaşayalım. Kitaplardan ‘helal’, ‘haram’ sözlerini silelim. Medeniyetine ağzımızın sularını akıttığımız Avrupa, terakkiye bu yoldan giderek mi ermiş? ‘Medeniyet’ diye utanmak kılıfından sıyrılmış seni gidi hayâsız, donsuz kerata seni… Geçen akşam kahvede söylüyorlardı. Beyoğlu sahnelerinin birinde Frenk orospularından bir ahlaksız, haşa sümme haşa, Hazreti Havva’yı gösteriyorum diye ortaya anadan doğma çıplak çıkmış, el şakırtıları, alkışlar içinde kalmış… İnsanların anası yaprak tutunduydu. Hiç rezalet alkışlanır mı? Avret yerini örtmeyi emretmeyen hangi mezhep vardır? Din tarihinden bile ahlaksızlık dersi çıkarıyorlar. Dünyanın yaradılışına ‘tabiat’ diyorlar. Halik sözü yok. Görmüyor musunuz? Hayvanat tüyler, yünler, kıllar ile örtülü. Ah, ah, şimdiki yeni moda kadınların fistanları, çarşafları örtünme değil, birer dar kılıf, vücutlara geçirilmiş birer çeşit eldiven. Etekleri âdeta birer köstek, sanki ayaklarından bağlanmış eşkıya gibi bu moda esirleri sekerek yürüyorlar. Bunun adı ‘giyinme serbestliği…’ Şu son zamanda her isim gösterdiğinin aksi oldu. Cahillere ‘âlim’; inkâra ‘fen’ deniyor. Gazetelerde manalarını anlayamadığımız ne tabirler görüyoruz. Şimdiye kadar hiçbir kitapta ve örf ile âdetlerimizde yer bulamamış açık saçık atılganlıklara, küstahlıklara ‘şahsi teşebbüs’; mesela komşunun ticaretini öldürmek için kanun; ahlak seni kayıtlamışsa ‘şahsi teşebbüs’ diyerek bunun içinden çıkabilirsin. Kelimenin yeniliği sana, bir mazeret olur. Sen eski kafanla bu yeni kelimenin manasını, hayata tatbikini anlayıncaya kadar okkanın altına gidersin, idare makamlarında üst tanınmamaya ‘ademimerkeziyet’, daha bilmem ‘sosyalizm’, ‘kokorizm’ gibi dilimin dönmediği cenabet sözler. Donsuzluk fikri mi yükseltir? Şehremaneti[12 - Şehremaneti: Belediye. (e.n.)] Avrupa’ya birkaç düzine çıplak heykel ısmarlamış. Bu cascavlakları şehrin en ayakaltı noktalarına dikecekmiş, ahalinin zihni ancak bunları seyrederek açılabilirmiş diyorlar. Mehmet Kenan alacağın olsun, seni büyük bir rezalet ile bastırtayım da gör.”

2
BASKIN HAZIRLIĞI
Yağlıkçı Hasan Efendi Uncu Ahmet’in evini bastırmak için her sorgu suali üzerine alarak, mahallede kendisine kafadar bulduğu kimseleri teşvik için bütün inandırma ve heveslendirme kuvvetini harcamış ve lazım gelen tertipleri hazırlamıştı.
Muhtarın, bekçinin ve öyle bir eve girmeye pek istekli ve bunu büyük bir iş sayarken kendilerinden başka bunu becermiş olanları kötü gözle görerek oradan rezaletle çıkarmakta büyük bir kin ve gayretle hareket eden mahalle tosunlarının kulaklarını iyice bükmüş, ufak bir işaret verilince hepsini kapının önüne toplayabilmek planını iyice kurmuştu.
Yağlıkçının iple çektiği cuma gecesi nihayet geldi.
Hasan Efendi ağının ortasında kımıldamadan avını bekleyen bir örümcek gibi köşe penceresine geçti. Evinin içinde lambaları söndürttü. Çoluğuna çocuğuna derin bir sessizlik tembihinde bulundu. Kimse çıt etmiyordu.
O akşam bakkal çırağı, Ahmet’in evine yine sandık dolusu içkiler ve mezelikler getirmişti. Bu şişelerin içinde Mehmet Kenan Bey’in de payı bulunduğunu yağlıkçı düşündükçe seviniyor, bu zevk ve sarhoşluk gıdasını beyin boğazında bırakmaya yeminler ediyordu.
Meyhane dönüşü naraları arasında yatsı ezanı okundu. Yakındaki evlerden tek tük öksürüklü, eli değnekli, ağır yürüyüşlü kimseler ağır kunduralarını sürüye sürüye kelimeişehadet getirerek camiye gidiyorlardı.
Gündüzleri bile güneşin iyice aydınlatamadığı bu dar, sıkıntılı, yosun kokan rutubetli sokağın bir köşesinde yanan hava gazı feneri, bir sis sıkıntısı içinde vakit vakit boğuluyor gibi sönmeye benzer ürpermeler geçirerek yine açılıyor, uncunun soluk aşı boyalı evini saçaklarına doğru biraz aydınlatıyor, fakat ışık şahnişin[13 - Şahnişin: Eski Türk mimarisinde odanın karşı ön cephesinde yer alan üç yanı pencereli çıkma, şahniş. (e.n.)] altında loşta kalan kapıya kadar varamıyordu.
Bir tıkırtı olur, Hasan Efendi, uncunun kapısının açıldığını anlar. Kafese yapışır. Ahmet, elinde tespihi, samur yakalı paltosuyla birkaç saniye sonra sokağın aydınlığına çıkar. Günahının yükünü çekemeyip önüne eğilmiş kafasıyla yere bakarak mahalle ihtiyarlarının sofuca yürüyüşlerini taklit eden bir sarsaklıkla yürür. Hasan Efendi’nin kapısı önünde durur. Derin derin birkaç defa tekbir alır, sonra cami yolunu tutar. Yağlıkçı içinden şöyle düşünür: Hikmetine kurban olduğum Allah’ım ne kadar sabırlısın! Ulu adını halkı aldatmak için söyleyen bu melun herifin nefesini o anda kesmeyip de müminlerin ibadet neşeleriyle dolu camine girmeye nasıl müsaade ediyorsun? Dışı ikiyüzlü sofuluk ile kaplı, içi kâfirlik! Pislenmiş, aramızda kim bilir daha ne kadar münafıklar var. Onların şerlerinden sen bizi koru.
Hasan Efendi ufak bir ayak sesini, en hafif bir gölgeyi gözünden kaçırmıyordu. Aralıklarla aşağıdan yukarıdan sekiz on yolcu geldi geçti. Arada bir gece satıcıları tablalarının üzerinde yanan sisli fenerleriyle sallana sallana, hususi makamlarıyla uzun uzun bağıra bağıra, bazı durup etrafı dinleyerek geçip sokağın sessizliğini bozuyorlardı.
Nihayet yukarıdan, sokak başından bir insan karaltısı peyda oldu. Etrafı kollayarak, karanlıkların içine girip çıkarak, duvarlara sürtüne sürtüne sessiz, ihtiyatlı, çekingen adımlarla geliyordu. Sokağın en aydınlık kısmına geldiği zaman yağlıkçı bütün dikkatiyle kafese yapıştı. Bunun, fesini burnunun üzerine kadar indirmiş, paltosunun yakasını kaldırarak yüzünü olabildiği kadar kapamaya uğraşan biri olduğunu gördü. Herif, ufak bir duraklamadan sonra uncunun, şahnişin gölgesi altındaki görülmeyen kapısı önünde birdenbire kayboldu. Başka bir şey görülüp işitilmedi, besbelli kapı aralık ve arkasında adam vardı. Zampara içeri alındı. Kapı tıkırtısızca örtüldü.
Hasan Efendi içinden: Hah işte kapana bir fare girdi. İnşallah bu birinci av Mehmet Kenan Bey’dir. Misafirlerin arkası olmalı. Yarın cuma. Kalemler tatil. Beyler boyuna dinlenebilirler. Bu akşam evin kabul gecesi. Tek zamparalı baskının zevki çıkmaz. Ben onları sürü ile polise götürmeliyim ki keyfim gelsin. Geh, geh, haydi kümes, kümes, kümes… Zülüflü horozlarınız, tepeli tavuklarınız ile beraber ben sizi birer birer kafese koyayım da mahalle arasında kurmak istediğiniz medeniyet sehpası nasıl olurmuş görünüz. Tespihli yadigâr camide acaba şimdi “suret-i haktan”[14 - Suret-i hak: Doğrudan yana görünme. (e.n.)] nasıl müzevirlik[15 - Müzevirlik: Arabozanlık. (e.n.)] evradı çekiyor? Kerata seni…
Camiden cemaat çıktı. Bazıları evlerine döndü, birtakımı mahalle kahvelerine dağıldı. Uzaktan bekçi, sopasını kaldırımların üzerinde gümleterek dolaşıyor fakat aldığı tembihe göre, uncunun davetlilerini ürkütmemek için sokağa yanaşmıyordu.
Cemaatin dağılmasından yirmi dakika kadar sonra Ahmet, uzun sakal ve tespihiyle iki delikanlının ortasında, sokakta belirdi. Bu iki genç misafir, sahte sofunun ağır ağır attığı riyakâr adımlarına adım uydurarak ağır yürüyorlardı, ama korkusuzca gülüşüp şakalaşıyorlardı. Hava gazının en kuvvetli ışık çemberine girdikleri zaman sağdaki Mehmet Kenan olduğunu yağlıkçı iyiden iyiye fark etti.
Kenan, başından şlik fesini çıkararak alnının üstünden kulağına doğru ince siyah açık bir kuş kanadı yaygınlığı ile yapışık duran son moda taranmış, lusturalı gibi parıldayan saçlarını daha çok yatıştırmak için birkaç defa daha sıvadı. Fesini giydi.
Hasan Efendi büyük bir sevinçle içinden, Süslen beyim, süslen… Sen karılardan çok kendini onlara beğendirmeye uğraş. Fakat ne yazık ki bu gece bu pomatalı, lavantalı saçlarınla polis dairesinde, hiç de rahat olmayan bir yatakta tek yatacaksın. Bana verdiğin medeniyet “diskur”unu polis komiserlerine de oku. Bakalım para eder mi? düşüncelerini geçiriyordu.
Uncu, namuslu bir ev sahibi gibi bir tavırla ev kapısını çaldı. İçeri girdiler. Bu nikâhsız gerdek evinin damatları tamam mıydı? Yoksa daha gelecekler var mıydı? Hasan Efendi bir zaman daha beklemeyi uygun buldu. Bir saat kadar süren bekleme zamanında, iki insan karaltısının daha kapının koyu loşluğu içine dalarak meclise girdiklerini gördü.
Kendi tabirince kümese giren horozların sayısını hesapladı. Evvela bir, sonra ev sahibinin koltuğu altında gelen iki daha üç… İki de sonra gelen, beş… Bu beş erkeğe katılması lazım olan beş de dişi, hepsi on… İçeride ihtiyat olarak fazla nazenin bulunması da akla gelirdi. Mahallelinin taassup heyecanını tutuşturmak için bu kadar günahkârlardan meydana gelecek bir baskın alayı yetmez miydi?
Yağlıkçı, seyircilerini heyecana kaptırmak için mizansenin en küçük noktasını düşünen bir tiyatro direktörü gibi bu rezalet katarı üzerine çekeceği halk öfkesini daha şiddetlendirmek için daha neler yapmak lazım geleceğini düşünürken, galdır guldur bir kira arabası geldi. Uncunun kapısı önünde durdu.
Hasan Efendi kendini kafese verdi. Arabacı yerinden atladı. Kapıyı çaldı. Kapının açılmasından sonra arabanın kapısını açtı. Tenteneli etekleriyle kaldırımları süpürerek koyu çarşaflı iki nazenin indi.
Bunların mostralık birer bebek gibi boyalı yüzlerini, çarşaflara sığmayacak bir gürlükle çepeçevre dışarı fışkırmış saçlarını pek az fark etti. Son çıkan para uzatırken atmış olduğu birkaç kadehin verdiği cesaret ve yılışıklıkla arabacı, nazeninin omuzuna hovardaca insafsız bir çimdik attı. Kadın, “Of, elin kırılsın terbiyesiz!” diye azarlayarak hemen içeri kaçtı.
Arabacı, güzel kokular içindeki bu körpe, oynak vücuda dokunan parmaklarını gülbeşekere batırmış gibi bir hırs ve iştah ile yalayıp emdikten sonra fesini arkaya devirdi. Sermaye taşıdığı bu kâr evinin pencerelerine içini çeke çeke bakarak: “Biz işte böyle suyuna tirit geçiniriz. İmanım araba dolusu gaco taşı, sonra böyle parmaklarını yala. Paradan başka, benim içerideki bıçkınlardan ne eksikliğim var? Mirasyedi doğmadıktan sonra bu dünyaya neye gelmeli? Ne karıydı o be… Çiçek demeti gibi kokuyordu. Benim Eftalya, mezelik turşuya benzer. Kokusuna dayanmaya mide isterim. Koynunda yatarken ahırı özlediğim çok olur. Geceliği, rençper tütünü gibi otuzluğadır. On beşe kırıştığımız da çoktur. Haftalık kalana yarı yarıya iskonto da yapar. Mecidiyeyi düzdüm mü hiç hesaplamam, düşerim. Evvela aftosa,[16 - Aftos: Sevgili, gönül eğlendiren kimse. (e.n.)] sonra hamama, sonra ahıra… Ne uykucu mahalle bu! Kalkınız be yahu… Uncunun evinde çifte gelinler var.”
Arabacı:
Afisi de var yallah
Cakası da var yallah
İki kaşın arasında elifi de var
şarkısıyla arabasına atladı. Hayvanları kamçıladı.
Arabacının mahalleliye bu miskinlik iftirası sözü yağlıkçıya dokundu. Kendi kendine: “Elin çapkını bile bize yuf çekiyor. Hakkı yok mu? Hele dur bakalım. Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Ismarlama iki yosma daha kapana düştü. Bunlar mutlaka Kenan Bey’le arkadaşı için olmalı. Kapının önündeki rezalet böyle olunca, acaba içerisi ne hâlde olacak? Ne tatlı şeyler ki arabacı bile çimdiklediği parmaklarını yalaya yalaya doyamadı.”
Hasan Efendi bir zaman daha beklemek istiyordu. Saz söz başlasın, içki ile kafalar iyice dumanlansın, cümbüş tam kıvamını bulsun. Yuvalarından, birbirinin sıcak göğüslerinden çıkarılacak bu günahkârlar, neye uğradıklarını bilemeyerek ağız eğri, göz şaşı, felaketlerini bilemez bir sarhoşluk içinde karakola kadar sokak ortalarında şarkı söyleyerek gitsinler.
Çok geçmedi. Evin bahçe üzerindeki meclis odasında ahenk başladı. Pestten fakat pek neşeliydi. Nağmeli, nazik, titrek, ruha işleyen, tatlı, şehvet uyandıran bir kadın sesi gazele girişti. Oldukça ustalıkla bütün makamlara girip çıkıyordu. Saz ara nağmesinden başka uzun, baygın, bağır delen ahlar, oflar, amanlar bu aşk şarkısına dem tutuyordu.
Gazel, kürdilihicazkârda karar kıldı.
Ehl-i aşkın neşvegâhı kûşe-i meyhanedir
Sakıya uşşakı dilşad eyleyen peymanedir
Güft-ü guy-i âleme aldanma hep efsanedir.
şarkısıyla fasıl açıldı.
Hasan Efendi güfteyi dinleyerek: “Ehl-i aşkın neşvegâhı kuşe-i meyhane midir? Kerhane midir? Yoksa mehterhane midir? Biraz sonra anlarsınız. İsimleriniz polis jurnaline yazıldıktan sonra gazetelerle teker teker dünyanın dört bucağına ilan edildiği vakit, olacak güft-ü guya aldırmayınız sakın. Ben sizi kulunç muskası gibi erkekli dişili zaptiyelerin, polislerin arasında şimdi yola düzerim. Hele biraz daha neşeleniniz. Kafalarınız dönsün.”
Birkaç şarkı daha okundu. Ahenge çoğu falso, kalın, biçimsiz erkek sesleri de karıştı. Gide gide meclis, düzensiz bir hafif gürültü şekline girdi. Sarhoşça inlemeler, ahlar vahlar çoğaldı.
Oyun havaları başladı. El şakırtıları arasındaki “Aman kızım titreme, canım da beraber oynuyor… Kâfir nigâhını o kadar süzme, billahi bittim…” şikâyetleriyle “Oh, oh kıvır. Ha bakayım, aman elmasım… Biraz daha göbek fırtınası…” yalvarmalarının bini bin paraya işitiliyordu.
Arada bir de “Yavrum Topsalata, bir daha doldur.” “Afet, billahi döverim seni…” “Vuslat, nazlanma, nazlanmaya pek gelemem…” sözleri geldiğinden bunlardan Hasan Efendi meclisi şenlendiren kadınların içinde Topsalata, Afet, Vuslat bulunduğunu anlıyordu.
Bir zaman sonra bu nağmeler, rezil danslar durdu. Şimdi bir taassup titremesiyle komşudaki göbeklerden ziyade titremeye başlayan Yağlıkçı kendi kendine: “Galiba artık çiftehanelere çekildiler. Habislerin zürriyet yetiştirmeleri zamanına kadar bekleyecek değilim ya! Tam vakittir. Halk kahvelerden dağılmadan baskını yapmalı.” dedi.
Yavaşça aşağıya indi. Sokağa çıktı. İki ev aşırı komşusu Yorgancı Hüsnü Efendi’nin kapısını çaldı. Kapı hemen açıldı. Yağlıkçı, yorgancıyı epeyce zamandan beri tıkıp doldurarak bu baskın işi için hazır bir hâle getirmiş olduğundan Hüsnü Efendi o akşam dükkândan Tosun ile Emin’i, iki kalfasını beraber alıp gelmişti.
Evin avlusunda iki komşu yüz yüze gelince Hüsnü Efendi:
“Bu ne rezalet birader? Çoluğu çocuğu, karşımızdaki bu çiftehane kepazeliğini işitmesinler diye utancımdan arka bir odaya kapadım.”
“Bizimkiler de sizinkiler de bu rezaleti bu akşam duymuyorlar. Her gece biz kahvede iken başlıca eğlenceleri bu cümbüşü dinlemek oluyordu zannederim. Fakat şimdi uzun söze vakit yok. Hemen Allah’a sığınarak işe başlayalım. Hani ya Tosun’la Emin nerede?”
“Şurada, sokak üstündeki odadalar.”
Bu iki delikanlı karşıki eğlence yerinin şehvetli hayhuyunu işitmekten öyle bir his coşkunluğuna gelmişlerdi ki Tosun hemen canan diye eline geçirdiği bir duvar yastığını kucağına çekerek kollarındaki yorgancı kuvvetiyle sımsıkı sarılmış, baygın baygın “Aman, biraz daha kıvır göbek fırtınası…” mırıltısıyla can çekişiyor, Emin ilk titremeleri geçirerek şimdi bitkin bir hâlde arkaüstü mindere uzanmış, süzük gözleri tavana dikili, biraz evvel işittiği şehvet dalgaları kabartan operanın en ruhlu parçalarını kafasının içinde canlandırmaya uğraşıyor gibi dalmıştı.
Sokak kapısının açılıp kapandığını, sonra avluda lakırtı edildiğini işitince yorgancı kalfası kendini toplamaya uğraşarak arkadaşından sordu:
“Sabah hamam parasını kimden alacağız?”
“Köpoğlu ben ne bileyim? Ekmekçinin çetelesine bir çentik daha çek.”
Bu esnada Hüsnü Efendi oda kapısına gelerek “Evlatlar haydi bakalım!” davetiyle kalfalarına işlerini hatırlatınca iki delikanlı açık duran düğmelerini el yordamıyla çarçabuk ilikleyerek hemen davrandılar.
Yağlıkçı, kumandasını üstüne aldığı bu baskının ilk emirlerine girişerek: “Oğullarım yemenileri çekin bakalım.”
Tosun, vücudundaki uyuşukluğun kalanını da bir iki gerinme ile gidermeye uğraşarak: “Peki baba, işimiz ne? Çektik, çekeriz. Sonra ne olacak?”
Yağlıkçı, düşünceye yol açar diye ensesini kaşıyarak: “Yavrum Tosun, sen doğru Aksaray Caddesi’ndeki Kuşçu Arif’in kahvesine koş. Mahalle delikanlıları hep orada bekliyor. Onları arkana tak, köşebaşına kadar gel, orada dur. Emir almayınca ilerleme sakın. Gürültü lazım değil.”
Tosun, kuşağı arasından çıkardığı çekecekle yemenilerini giyerek: “Pistonu bozuk lomorkör (römorkör) gibi enayileri peşime takayım. Köşebaşında mola. Öyle mi?”
Yağlıkçı: “Oğlum Emin, sen de çeşmenin yanında dolaşan bekçiyi bul, ‘Haydi!’ de. O ne yapacağını bilir.”
İki yorgancı kalfası tığ gibi kapıdan dışarı fırlar.
Tosun, Ahmet’in evine doğru yumruğunu göstererek: “Geçmişi kınalı topsalatası seni!.. Bu akşam sana, yağ limon koymadan habe kayarım[17 - Habe kaymak: Atıştırmak, yemek yemek. (e.n.)] alimallah… Beylere, paşalara saz naz… Fıkaraya el peşrevi… Öyle mi?”
Yağlıkçı, şimdi karşısındaki yorgancıya dönerek: “Hüsnü Efendi kardeşim, boş duracak vakit değil, mahalleyi bir dolaş. Hatırlıların kapısını çal, şimdi bir gürültü kopacak. Yangın var zannıyla sakın telaşa düşmesinler. Şu mahallede kaç zamandır geçen bu rezaletten biz erkeklerin, hepimizin bu işte suç payı var. Bu utanılacak şeyi üzerimizden atmak için erkekler yavaş yavaş dışarı çıksın. Herkes payına düşen namus vazifesini kudretince, bu hayâsızlığın temizlenmesine uğraşarak yapsın.”
Hüsnü Efendi kendisine verilen namus vazifesini yerine getirmek için kapı kapı dolaşmaya çıktıktan sonra yağlıkçı sokağa fırladı. Birkaç kol üzerine düzenlediği baskın alayını gelmesini bekleyerek, yaşından umulmaz bir çeviklikle köşebaşından köşebaşına mekik dokuyor, bazı duruyor, bazı koşuyor, fırtına çıkmasını beklemeyen bir kaptan gibi gözleriyle sokakların karanlıklarını yırtmaya uğraşarak sinirli bir telaş içinde çırpınıyordu.
Birdenbire karşısına soluk soluğa Emin çıktı. Yağlıkçı sordu:
“Ne yaptın oğlum?”
“Bekçiyi buldum. ‘Haydi!’ dedim. Odun yarmaya hazırlanır gibi ‘Ya Allah!’ diye bir haykırdı. İki avucuna tükürerek sopasına yapıştı, ödüm koptu. Beni dövecek zannettim. Olabilir ya… Mahallede kerhana var, beni zampara zanneder de… O sopa suratıma bir inerse sonra kim vurduya gideriz. ‘Ne yapıyorsun bekçi baba, aradığın ben değilim.’ dedim. Üç adım geri sektim. ‘Korhma evlat korhma… İdman ediyorum.’ dedi. ‘Zamparaların marizlerine kayacak mıyız? Bunu evveli söylesenize! Copumu beraber almadım. Fakat kasavet çekme, (yumruğunu göstererek) buna yorgancı muştası derler. Bir inersem insanın suratını köşe minderi gibi yamyassı yaparım. Ben bu yumruklarla ne kerevetler kökledim. Nereye yapıştırsam yumuşatırım. Birkaç kerata tırtıklamak bana iş bile gelmez. Vay geçmişine be… Salatalı baskın nasıl oluyormuş? Hele bir görelim.’ ”
“Ulan çenen pırtı. Lafa yekûn çek. Sonra bekçi ne yaptı? Onu anlat.”
“ ‘Karahola, karahola!’ dedi. Anladım ki karakola gidecek. Sopasını savurarak fertiğini verdi. Yolda kolları daha idmanlı bir acarına çatarsa kim kimi karakola götürür, artık orasını bilmem.”
Bu esnada rap… Rap… Rap… Düzgün adım sesleriyle karışık otuz kırk kişinin birden şarkı sesleri işitildi. Uzaktan kopan kasırga gibi giderek ses dalgalanmaları büyüyor, gürültü çoğalıyordu. Şamatalı makam içinde seçilebilen nakarat şu idi:
Aman, yavaş susalım
Arş, uncuyu basalım
Arslan gibi salalım.
Yağlıkçı işi anladı. Öfkeden baştan ayağa bir titreme kesildi. O da şamatayı önlemek için bağırmak istiyor fakat hırsından sesi çıkmıyordu. Boğulacak gibi bir hâle gelmişti.
Tosun, mahalle delikanlılarından bir tabur kurarak bir kumandan cesaretiyle öne düşmüş geliyordu. Hasan Efendi’ye yaklaşınca, Tosun bağırdı: “İstoper!”
Rappp… Adım sesleriyle beraber şarkı da kesildi. Kederinden söz söyleyemeyerek hâlâ titreyen yağlıkçıya karşı yorgancı kalfası neşeli bir seda ile: “Allah devlete millete zeval vermesin, arkadaşlar hep talimli. Vaktiyle hep silah taşıdık. Onbaşımdan yediğim tokat aklıma gelince hâlâ dumanı gözümde tüter. Çorba gibi yola çıkmaktansa böyle taburla gelmeyi münasip gördük. Langa dönüşü bu… İçimizde tütsülü kafalar da var… Şuara da eksik değil… Şarkı ebelerinden biri çarçabuk bir köfte (güfte) doğurdu. Beyit düzdü. Hanende beylerden biri de ezgili bir makam uydurdu. Söyleyerek geldik. Ne var? Kızdın mı baba? Baskına da nikâha gidilir gibi efendice gidilmez a… Bıçkınız işte. Allah böyle yaratmış. Tutuldunsa iskambilini ver çık… Bu böyledir… Biz kasavet tutmayız.”
Hasan Efendi nihayet söz söyleyebilecek hâle gelerek: “Allah belanı versin. Ben sana böyle mi tembih ettim? Bir kere başını çevir de arkana bak. Sokaklar adam almıyor. Yedi mahallenin halkını birden kaldırmışsın. ‘Aman susalım!’ yaygarasıyla bütün dünyayı velveleye veriyorsunuz. Bu ne kepazelik!”
“Kepazelik olmazsa biz ne ile yaşarız baba? Mangiz yok… Aftos yok… Gönül sevdalı, cepler boş… Ona buna sırıtınca bunun adı ‘tecavüz’. Sokaklarda bağırıp da sevdanı dışarı verince bu da ‘kepazelik’, ne yapalım? Baskın bu, boru değil… Bizim gibi tosunların başka ne eğlenceleri var? Yangın bir, baskın iki… Parasız tiyatora.”
“Sus… Biz buraya külhanbeyi loncası açmaya gelmedik. Diskuru kes şimdi… Lafıma kulak ver. Uncunun evinin arkasında bir bostan var… Çiçekçi bostanı…”
“İçinde semizotundan başka çiçek yok a… Adı böyle…”
“Her ne ise… Arkadaşlarınla beraber o bostana atlamalı. Fakat taburla, şarkı söyleyerek değil, gayet sessizce… Âdeta hırsızlama…”
“Hırsızlama mı? Bostandan ne aşıracağız?”
“Ananın örekesini… Ulan ben sizi alayla gece yarısı hırsızlığa mı gönderiyorum sanıyorsun? Yediği herzeye bak!”
“Ne bileyim ben? Hırsızlama dedin de…”
“Bir ot parçası bile koparmayacaksınız, anlıyor musun? Sonra burnunuzdan getiririm.”
“İçimizde bu kadar rakı yangını var. Ağaçlarda yemiş görürsek diş oynatmadan durabilir miyiz?”
“Hay sizin gözünüze dişinize şimdi ha…”
“Eh, eh… Alt tarafını salıverme. İçinde dursun.”
“İnnallaha maassabirin, ne laf anlamazlara çattık! Hüsnü Efendi sizinle nasıl geçiniyor bilmem ki?”
“Ustanın adı şimdi ‘efendi’dir ama o da bizim gibi çekirdekten yetişmedir. Biz birbirimizi anlarız, sen onun efendiliğine bakma. Gazeteyi kör dilenci gibi makamla şavullama okur. Elifi yan yatırsan tanıyamaz. Mutlaka kazık gibi dikine durmalı ki gözüne girsin. Geçenlerde Beyoğlu’nda bir Şişli kibarını ‘şiş kebabı’ okudu da gülmeden bayıldık. Sonra bunun üzerine ne halt etse beğenirsin? ‘Mahalle’yi ‘muhallebeli’ diye heceledi. Ne yaparsın? Ustadır, şiş kebabının üstüne muhallebiyi de piyizlendik oturduk. Yorgancının âlimi, efendisi bu kadar olur.”
“Tosun bu akşam sen nerede içtin bu kadar?”
“İçmedik. Sağanak geçiren mortocu hırkası gibi ta iliklerimize kadar çektik, şişmiş süngere döndük. Akşamüstü gelirken Langa’dan doğru bir lamelif çevirelim dedik, lamelifin fiyongası Uzunodalar’a düştü. Lafın kısası içeri daldık, meyhane değil burası, batakhaneye benzer. İç kapının arkasında bir enez küpü vardır. İçmek lazım değil, kapağını aç bir kokla, oraya uzanırsın; baldıran kökü hülasası… Miçoya, ‘Doldur!’ dedik. Miço dersem ellilik kıranta bir herif… O meyhanede ondan aşağı yaşta çırak kullanmaya gelmez, tehlikelidir. Rakı en ziyade sevda damarına dokunur. Göze bir şey görünmez. ‘Civanım, bir daha doldur fakat dört kadehi bir yap da bardağa akıt. Bu akşam baskına gidiyoruz laf değil.’ dedim. Getirdi, yuvarladım. Bir daha… Bir daha… Vay geçmişine üflediğimin meredi be… Tezgâh başında zelzele olmaya başladı. Fırtınada demir tarayan gemi gibi sallanıyordum. Emin, kolumdan çekti. ‘Yetişir, gidelim!’ dedi. ‘Arkadaş kapıyı bul da çıkalım.’ dedim. Üç adım attım. Bu sefer de gözlemeci merdanesi gibi rakı beni yuvarladı.”
“Lafı kes. Şimdi aklın başında ya?”
“Ne demek? Tosun’un aklı dört beş bardakla oynar mı? İşte ayıklığımın mostrası meydanda… Laflarımda sarhoşluk nişanesi var mı? Bak bu kadar delikanlı kumandamı bekliyor. Bir işaret edersem şimdi mahallenin altını üstüne getiririm.”
“Sakın ha habis… Sonra seni elebaşı diye polise veririm.”
“Elebaşı mı? Hamam kızdı mı oynayacağız?”
“Hamam değil benim başım kızdı. Susar mısın? Yoksa susturayım mı?”
“Kızma babacığım… Daha marta çok var. İşte sustuk. Elhap…[18 - Elhap: Tıp oyunu. (e.n.)] (Başını arkaya çevirerek) Arkadaşlar dikiz gelin. Dilsiz oyunu var.”
Arkadaki kalabalık hep birden: “Elhap…”
“Maşallah arkadakiler de sana uygun… Bu akşam Uzunodalar’daki küplerde zırnık bırakmamışsınız.”
Hasan Efendi birkaç lahavle ile başını sağa sola salladıktan sonra arkadaki delikanlı kalabalığına doğru: “İçinizde sarhoş olmayanlar yahut razıyım, söz anlayacak derecede çakır keyif bulunanlar varsa ileri gelsin.”
Kalabalık arasında şu sözler dolaşır:
“Ne diyor? Ne diyor?”
“ ‘İçinizde çakaralmazlar[19 - Çakaralmaz: Basit, ilkel tabanca. (e.n.)] varsa ileri gelsin.’ diyor.”
“Vay kahpe oğlu be… Bizi Diyarbakır çakmaklısı diye ona kim anlatmış? Çakarız baba fakat almayız. Bize fitil işlemez.”
“Biçimsizlenme ulan… Elhapı neden bozuyorsun?”
“Laf soruyor be… Ona fesimin ibiği cevap verecek değil ya? Elbette ağzım söyleyecek…”
Birkaç delikanlı Hasan Efendi’ye yaklaşarak: “Biz ayığız efendi… Ne emriniz varsa söyleyiniz.”
Arkadan kahkahalar: “Ulan Faik’e bak… Şamandıra gibi sallanıyor da aval ‘Ayığız.’ diyor.”
“Ayıktır… Ayık… Efendi cin içer. Matarası cebindedir. Salak Eyüp vapuru gibi islimi üç saat sonra tutar. Bir kere uskuru dönerse hem tornahit işler, hem tornistan… Halıcıoğlu, Balat… İki tarafa çatarak gider. Fener’e uğramaz, Yemiş’e abanırsa artık kalkamaz. Orada sızar.”
“Moruğu gömdüğümüz zaman bu enayi vapura ben de bindim. Eyüp iskelesinde biletçi kulübesinin önüne geldik. On altı kişi… Otuzar paradan hesapla. Paraları uçlandık. Masrafı cenaze sahibi verirmiş. Herifler otuzar paralık yük taşıdılar mı be? Yekûn hiç aklımdan çıkmaz. On ikiyi bayıldık. Mecidiye farkı da caba… Moruğun acısı o zaman içime çöktü. Hayırsız evlat demesinler diye mezar başında bir fantazya ağlama yapayım dedim. Vay babasının canına be… Vakıf çeşmeleri gibi bütün suyum kurumuş, gözümden yaş gelmedi. Fakat biletçinin önünde ter ile karışık sızmaya başladım. Sonra bizi bir dolaba koydular. Demir kapanın arasına sıkıştık, belimin ortasında bir şey çıt dedi. ‘Ne oluyoruz?’ dedim. Arkadaşım cevap verdi: ‘Zımbaladılar.’ Vay cenaze pulu da mı çıktı? Merak ediyordum. Acaba zımbayı neremden yedim? Namusa dokunur bir şey yok ya? Sonra defterdara, halıcıya uğrayarak yollandık. Meğerse vapurumuz dilenci imiş… Eyüp’ün havasından vapurları bile öyle oluyor. Nereye çıkarsan otuzluk… Müsavat var.”
Mangaların her birinde konuşmalar olurken Hasan Efendi bin zorlukla söz anlatabilecek bir iki kişi bularak talimatına girişti:
“Arka sokaktaki kapısından bostana girmeli. Bahçıvanlar tembihlidir, ses çıkarmayacaklar ama ekili zerzevatı çiğnememeye son derece dikkat etmeli. Her biriniz bir tarafa sinerek Ahmet’in evini o taraftan ablukaya almalısınız. Evin bostana bakar birkaç alçak penceresi vardır. İşte buralarda zampara kaçmasına meydan vermeyip hemen yakalayacaksınız. İşte vazifeniz bu… Öyle cin içmiş peri tutmuş sarhoşları da içinizden çıkarınız. Hizmet büyük, vazife mühimdir. İki dünyada da sevap almış olursunuz. İşin iyi gitmesini bozacak hâllerden sakınınız. Haydi bakalım, İnayet bârî’den…”[20 - İnayet bârî’den: İyilik, yardım Allah’tan. (e.n.)]
Bu kumanda üzerine bir arbededir koptu. Sarhoşu ayıktan ayırmak kabil değildi. Bostan sokağına doğru bir kalabalık akmaya başladı.
Yangına gider gibi naralar da işitiliyordu:
“Şan verdi cihane Kara Mehmet Paşalılar…”
“Sizi su gibi içer Yakupağalılar…”
“Borucu Halil musluğu aç. Her ikinizi de sular Hoşkademliler…”
“Dünyaya duman attırır Horhorlular… Habire imanım yuuuuu…” övünmeleriyle çıngar alametleri mis gibi tütmeye başladı.
Söz anlar takımı pek azdı. Bunlar bostana girdikleri sırada kapının önünde Kara Mehmet Paşalılarla Horhorlular salaya[21 - Sala: Atışma. (e.n.)] tutuşurlar. Küfürlerin en işitilmemişi, en alışılmamışı, en yakası açılmadıkları arasında taşlar savrulur, gırla kafa göz yarılır. Arada bir yakındaki evlerin camları yürek oynatıcı bir şangırtı ile patlar, sokaklara dökülür. Kadınlar feryada başlar.
Hasan Efendi hâlâ çeşme başındaki baskın ve cesaret diskurunda devam eder. Polisler, zaptiyeler yetişir. İmam, bekçi, muhtarlar hep tamam…
Komiser, mahalle ileri gelenleri tarafından mühürlü bir mazbata olmadıkça baskına girişemeyeceğini söyler. Hasan Efendi elleri titreyerek, alt kısmı yirmi otuz kadar mühür ile karalanmış mazbatayı gösterir.
Bu dava burada sürülürken Hüsnü Efendi bereket versin ki hatırı sayılır sayılmaz birçok kişi toplayarak uncunun evini sokak tarafından muhasara etmiş bulur.
Öbür taraftan imamıyla muhtarıyla polisiyle toplanan halk da yürür, muhasaracılara katılır. Polislerin bir kısmı salaya tutuşanları ayırmaya gider.

3
BASKINA DOĞRU
Vaka yerine çıkan bütün sokaklar mahşer gibi insanla dolar, girilip çıkılmaz bir kalabalık peyda olur. Mahalle, binlerce kişinin kin ve küfür avazıyla inim inim inlerken bir mezar karanlığı ve sessizliği içine dalmış uncunun evinden çıt işitilmez. Perdeler inik, hiçbir tarafta ışık ve ses yok. Sokak fenerinden vuran titrek ışık altında, ahalinin bu öfkeli saldırışına karşı ev, korkusundan titriyor sanılır.
Mahallelinin teklifi üzerine imam kapıyı çalar. Cevap verilmez. Artan bir hızla birkaç defa daha vurur. Kapı açılmaz. Halkayı koparacak gibi kudurmuşça bir şiddet ile birbiri ardınca vurur durur. Hiçbir karşılık yok. Bu inatçı sessizlik halkın öfkesini bütün bütün artırır.
Kiminin alnı buruşuk bir mendil ile gözüne doğru eğrice sarılı, kiminin kolu bir bez ile boynuna asılı, saladan dönerek oraya bir sıraya dizilmiş olan bıçkın alayı içinden birkaç ses birden: “Vay geçmişine maval okuduğumun pezevengi, aç kapıyı… Yoksa şimdi omuzlar gireriz.”
Komiser vakarlı ve resmî bir seda ile: “Yok… Yok… Ahaliden kimse işe karışmayacak. Sonra şiddetle mesul olursunuz. Hükûmet vazifesini bilir.”
Bıçkınlar:
“Herif burada altı aydır insan çiftleştiriyor da…”
“Ne dedi? Ne dedi?”
“ ‘Mesul olursunuz.’ diyor be… Sesi kes…”
“Kerhaneyi uncu işletsin, biz mesul olalım, öyle mi? Hükûmet vazifesini güzel biliyor doğrusu…”
“Herif kim bilir kimlere parmak yalatmıştır. Başka türlü mahalle arasında ırz ticareti olur mu?”
Tokmak vuruşlarına imam, pazısının var kuvvetiyle devam eder. Ev değil bir mezar vesselam.
Pıt duyulmaz. Mahalle kodamanları ile polis memurları kapının önünde bir top teşkil ederek bu inatçı sessizliğe karşı alacakları tedbirleri konuşmaya girişirler. Kimi kapıyı kırmak, kimi bostan tarafından eve birkaç zaptiye indirmek, kimi merdiven dayayıp pencerelerin birinden içeri hücum etmek fikrinde bulunmakta iken kalabalık içinden fırlatılan bir taş pencerelerden birine rastlayarak şangır şungur cam kırıklarını ahalinin başına yağmur gibi indirir. Polislerden birkaçı külhanbeyi alayına doğru koşarak: “Kimdir o?”
“Ne bileyim anam babam? Burada binlerce adam var. Her birinin bir çift eli, on da parmağı var… Ara da bul.”
Polis: “Yakalarsam şimdi tevkif ederim.”
Beylerden biri kahkaha ile: “Yakalarsan tevkif kolay… Uncu evinden çıkmasın, hempalarla[22 - Hempa: Aynı amaçla ve birlikte hareket eden kimse, omuzdaş. (e.n.)] aftoslar hâlâ içeride çift yatsınlar. Biz burada ‘tevkif’ olalım. Kıyak iş.”
Bu sırada öteden beriden birkaç taş daha fırlatılır. Kimi evin kaplamalarında gümledikten sonra ahalinin başına düşer. Kimi gümbürtülerle cam kırıkları yağdırır.
Kalabalığın içinden acı bir seda:
“Aman… Aman… Vallahi beynim delindi. Hangi eline yestehlediğimin çapkını attı onu. Baskının ilk kurbanı biz mi olduk?”
Polis kızgınlıkla: “Gördünüz mü yediğiniz haltı?..”
Külhanbeyi boynunu çarpıtarak: “Kim yedi kardeşim? Bir Rabb’imin hakkı için inan, sabahtan beri gırtlağıma elleme lokma düşmedi. Otuzluk tütünle iştah ürkütüyorum. Görmüyor musun? Mum gibi hâlâ karşındayım. Ne elim oynadı, ne dişim. Kabahatliyi bul da laf söyle.”
Polis, taşlayanları bulmak için kalabalık içine saldırınca halk bir siyah deniz gibi dalgalandı. Kopan gürültü bir uğultu hâlinde akisler yaparak ondan ona geçen bir kızgınlık gibi büyüyor, yayılıyordu.
Etraftan sedalar:
“Polis efendi Sadık attı… Mahmut’a bak, viraneden daha taş topluyor.”
Polisler Sadık’ı Mahmut’u bulmaya uğraşırlarken çat çat… Birkaç taş mermisi daha savruldu. Yine şangırtılar. Yine döküntülere uğrayanlarda şikâyet gürültüleri… Fakat artık evin sokak tarafındaki yüzünde sağlam pencere kalmamış gibiydi. Şimdi taşlar bu camsız pencerelerden doğrudan doğruya içeri fırlayarak evin duvarlarında, döşeme tahtalarında gümlüyordu.
Sokak yüzünden püskürtülen taşçıların birtakımı arkaya, bostan tarafına geçti. Bu taraftan da taş yağdırmaya başladılar. Bahçenin semizotu, yeşil salata, taze soğan, sarımsak tarlaları cirit meydanına döndü. Harçsız kırıntı taşlarla örülmüş duvarın bir kısmı bir anda yarım arşın kadar alçaldı. Çünkü atılan taşlar hep oradan alınıyordu. Çok kuvvetle atılan taşlar evin damına düşüyor, kiremitleri paramparça ediyordu. Karanlıkta oynayan bu azgın elleri görmek, durdurmak kabil değildi.
Bu şiddetli hücuma karşı öyle eskimiş tahtadan bir evin değil taştan bir kalenin bile pek karşı koyamayacağı anlaşıldı. Bu korkunç hakikat ev halkınca bilindiğinden Uncu Ahmet ister istemez sokak yüzündeki kırık pencerelerden birinin kafesini sürerek kirli suratını ahaliye göstermek cesaretinde bulundu.
Arkasında kürkü, başında takkesiyle ağlayarak: “Allah’tan korkmaz mısınız? Bu nedir?”
Sokaktan birçok haykırmalar:
“Allah lafını ağzına alma habis…”
İmam efendi: “İçerideki karılar çarşaflansınlar, herifler de hazır olsunlar. Sen de beraber, hep gelin. Karakola gideceğiz.”
Ahmet: “Hangi karılar, herifler? İçeride çoluk çocuğumdan başka kimse yok.”
Ahaliden biri: “Hangi karılar herifler olacak? Zamparalar ile fahişeler…”
Ahmet: “Neuzübillah o nasıl söz? Elli senelik namusumu lekeliyorsunuz. Hepinizi dava edeceğim.”
Külhanbeyleri kahkahalarla: “Yıllanmış Yahudi şarabı gibi herifin ne eski namusu varmış be! Haydi aynasızlanma… Nazlıları hempalarıyla beraber aşağı indir. Geceliği beş liraya aftos nasıl olurmuş bir görelim. Seyrine de para yok ya…”
Ahmet: “İçeride ailem halkından başka kimseyi bulamaz iseniz ne yapacaksınız?”
Bir ses: “Senin ailenin sayısı belli mi? İçeridekilere amcamın oğlu, teyzemin kızı diye birer hısımlık takarak işin içinden çıkmak istiyorsan böyle kerhaneci martavalına kimsenin kanmayacağını bil.”
Hasan Efendi: “Yaya, arabalı akşamdan beri gelenleri hep gördük. Beyhude ısrar etme.”
Ahmet: “Onlar misafirdi, gittiler.”
Hasan Efendi: “Aç kapıyı… Hükm-i nizam icra olunacak… Bu kadar halk burada bekliyor.”
Ahmet: “Halkı ben davet etmedim ya, beklemesinler.”
Hasan Efendi: “Böyle küstahça sözler ile halkı kızdırma. Sonra hâlin pek fena olur. Herkes senin aleyhinde ayaklanmış. Baksana kalabalığı zor tutuyoruz. Çürük kapına güvenme.”
Ahmet: “Ahaliden sorarım… Şu mahalleye geldim geleli hangisinin gönlünü incittim? Kimseyle bir geçmişim var mı? Benden ne istiyorlar?”
Hasan Efendi: “Namuslu bir mahalle içinde senin gibi ırz ticaretini kazanç yolu yapmış bir adam yaşayamaz.”
Ahmet: “Benim böyle bir ticaret yaptığımı nasıl ispat edersin?”
Hasan Efendi: “Sen aç kapıyı, ispat kolay.”
Ahmet: “Ya edemezseniz?”
Hasan Efendi: “Edemez isek senin için âlâ ya! Bu kadar halkın gözünde temize çıkmış olursun. Senin için başka kurtuluş yolu yok. Masum olduğunu ispat etmeli, kurtulmalı.”
Ahmet: “Bir cinayet mi var? Evinde namusu ile oturan bir adam, hiç sebepsiz kapısının önünde toplanmış, öfkesinin sebebini ve böyle bir işe karışmaktaki salahiyetinin derecesini bilmeyerek sövüp sayan, taşlarla camları, kiremitleri indiren cahil bir halka karşı masum olduğunu ispat etmeye ne mecburiyeti vardır? Hükûmet yok mu? Adalet yok mu? Bana bulaştırmak istediğiniz pis işle tutalım suçlu bulunsam bile cezamın tayini ahaliye mi düşer? Herhangi bir davada, ahaliye böyle toplanarak icraatta bulunma iznini veren hangi kanundur? Böyle bir nizam hangi memlekette vardır? Bana yüklemek istediniz iş şu saatte sabit mi? Değil. Öyle ise meydana çıkmadan, sabit olmamış bir şey için evimin camları, çerçeveleri niçin indiriliyor? Çeşit çeşit küfürler ve tehditler ile evime karşı yapılan bu saldırmadan korkarak ailem insanlarından, çocuklarımdan birkaçı, bir derde uğrasa veya ölse maddi ve manevi bunun mesulü kim olacak? Hâkim huzurunda bunun cevabını kim verecek?”
Ahmet’in bu son sözleri üzerine komiser bıyıklarını karıştırmaya, Hasan Efendi de terlemeye başladı.
Etraftan gürültüler:
“Vay köpoğlu herif be… Ne apukatmış (avukatmış)… Namusluyum diye durmuş da bize kantin atıyor. Ben öyle namusun üstüne…”
Polislerden biri:
“Sus edepsiz… (Maiyeti bir polise) Böyle uygunsuz uygunsuz söylenenler olursa yakasından yakala zaptiyelere teslim et.”
Kalabalık içinden biri:
“Uncu Ahmet otuz kırk kişiyi deliğe tıktırmadıkça teslim olmayacağa benziyor. Zamane bu, ne dersin! Namussuzdan namusunu satın almalı derler. Böyle sözlerin her birinde bir hikmet vardır.”
Hasan Efendi, Ahmet’i cevapsız bırakmamak için birkaç defa yutkunduktan sonra: “Burada icra-yı vazife eden ahali değildir. Merkez komiseri, polisler, zaptiyeler, imam ve muhtarlar hep mevcut… Vakaya sebep olan da sensin. Mahallemiz mahalle olalı böyle bir suç ile kimsenin kapısı önünde toplanmamış, bu yolda bir kabahat yüzünden bir insanın burnu kanamamıştır. Senin evinin camları yalnız bu gece değil, birkaç aydan beridir kırılıp duruyor.”
Ahmet: “Bu gecekiler polisin gözü önünde kırıldı. Komiserin buraya gelmesi böyle esef edilecek hâllere göz yummak için değildir. Mercisine çağrıldığı vakit elbette bunun cevabını verecektir. Küçük kızım korkudan bayıldı, yatıyor. Nabızları durmuş gibi ağırlaştı. Giderek hâli fenalaşıyor. Bizi düşürdüğünüz şu tehlikeli durum bir doktor getirmeye bile hiç müsait değildir.”
Hasan Efendi: “Sen kapıyı aç, biz doktor buluruz.”
Ahmet: “İçine girdiği tehlikenin şiddetli mesuliyetini anlayamayan bir halka kapıyı açıp da çoluğumu çocuğumu diri diri öfkeli ayakların altında çiğnetemem.”
Hasan Efendi: “Burada polis var, korkma.”
Ahmet: “Bu kadar zamandır durmadan evimi taş yağmurundan kurtaramayan polise ailemin hayatını emniyet edemem.”
Hasan Efendi: “Taş atanlar birkaç çapkındı. Polislerin peşlerine düşmeleri üzerine hepsi defolup gitti.”
Ahmet: “Onlar defedilmemeli. Cezalarını görmek için hepsi tutulmalı idiler. Onlar kaçtıysa vakanın asıl tertipçisini ve sebep olanlarını isterim. Komiser efendi size söylüyorum. Tahkik ederek bir fezleke yapınız. Mahalleden bu işe ön ayak olanlar kimlerdir? Davacıyım.”
Komiser: “Ben vazifemi senden öğrenecek değilim.”
Ahmet: “Sizin vazifeniz merkezinizin idaresi altındaki mahallelerde bu gibi vakalar olunca meydana gelecek olan müracaatları dinlemektir. Şu anda en büyük memur olmanız dolayısıyla canımızın, ırzımızın, evimizin, malımızın korunması size aittir. Davamı kayıt ve zapt etmeye mecbursunuz.”
Kalabalıktan biri:
“Söyletmeyiniz artık şu kerhaneciyi be… Ne duruyoruz, kapıyı kırıp girelim.”
Bunun üzerine ahali hücum için dalgalanır. Fakat işin almakta olduğu nezaket üzerine sayıları artırılmış olan polisler, zaptiyeler var kuvvetleriyle kalabalığa dayanarak halkın saldırmasını güçlükle önlerler.
Ahmet: “Komiser efendi, yine size hitap ediyorum, bana halkın önünde ‘kerhaneci’ diye ayıp bir sözle laf söyleyen o kimseyi tutunuz. Davacıyım.”
Ne yapacağını şaşırmış bulunan komiser, bir penceredeki Ahmet’in yüzüne, bir Hasan Efendi’ye, bir de halka ne yapılması lazım geldiğini sorar gibi bir kere baktıktan sonra polislere tutma işareti verir. Polisler saldırırlar. Fakat uncuya hakaret etmiş olan ne olur ne olmaz diye oradan sıvışmış bulunur. Onun yerine başka bir kişiyi yakalamak isterler.
“Billahi ben söylemedim. Söyleyen zıvladı.”
“Benim neme lazım birader? Ağzımı bile açmadım. Öyle bir sanat yapıyorsa kendine… Her koyun kendi bacağından asılacak, bana ne?”
“Murdarın günahı üstünde kalsın… Bu zamanda nizam var kanun var. Beyoğlu’nda, Doğruyol’da dolaşanlara bile ‘muhabbet tellalı’ deniyor. Enayi miyim ben? Mahalle aralarındakilere ‘sevda taciri’ mi denecek, ne denecek? Elbette uygun bir lakap bulunacak… Hiç öyle kaba laf çıkar mı ağzımdan?”
Bu yoldaki suçlamaları reddetmek için müdafaa sözleri işitilir. Fakat bu sual-cevap kapıdan uzak bulunan halk arasında, ileri doğru gitgide asıl ve şeklini değiştirerek yayılmaya başlar:
“Ne olmuş? Ne diyor?”
“Uncu Ahmet ahaliden namus davası ediyormuş. Pezevenk diyeni yakalayıp götürüyorlarmış.”
“Namuslular, namussuzlardan nasıl ayrılacak? Bu kelimeyi Türkçemizde niçin icat etmişler? Yiğit lakabıyla anılır. Uncuya söylemezsek lügatimizde kimin için saklayacağım? Bir insan ne kadar aşağılık meslekte olsa ‘Ben bu sözün anlattığı adamım.’ der mi? Hayâsızlık ve namussuzluk kötü sanatları ile apaçıkta olanlar hakkında kullanılacak sıfatlar bu gibileri gücendirmemek için nizama uygun olarak izinleri alındıktan sonra mı ağza alınacak? Hangi tabiri nerede kullanacağımız hakkında kanunlar yapsınlar. Biz de ne diyeceğimizi bilelim.”
Temiz, kaba sözlerle herkes bu iş için fikrini yanındakine anlatmaya girişir. O aralık kalabalık arasından gecelik kürk ve entarili, sakallı, zayıf bir efendi, uncunun bu iffet ve namus davası karşısında son derece asabileşir. Yaydan kurtulmuş ok gibi ahaliyi çiğneyerek kapının önüne, polislerin karşısına atılır. Ve söylenmesi yasak sözü haykıra haykıra sekiz on defa tekrar ile:
“Bu herifin iğrenç sıfatını işte söylüyorum. Beni tutunuz. Burada söylediğimi yalnız mahkemede değil Allah’ın huzuruna çıksam tekrar etmeye hazırım. Namusla namussuzluk karşı karşıya gelince söz hakkı yalnız kötü tarafa verilmez. Bu herif iğrenç sanatıyla ortaya çıkarılacak, isteyen yüzüne tükürecektir. Aylardan beri mahallenin rahatını, temizliğini bozan böyle bir edepsiz hiçbir suretle müdafaa edilemez. Bu iğrenç davayı dinlemekten artık bütün namuslu kimselerin sabrı tükenmiştir. Ne duruyoruz. Kapıyı kıralım.”
Ahmet: “Kıramazsınız. Ahalinin evime girme hakkı yoktur. Kanun bazı hâllerde bir eve girme hakkı verirse bunu yalnız zabıtaya verir, halka değil. Komiser efendi, bu adamın adını sanını ve işini zapt edin ve bana kaç defa ‘pezevenk’ diye kötü kötü söylediğini kaydediniz. Davacıyım.”
O efendi: “Polis buraya senin ahaliye karşı olacak ithamını zabıt tutmak ve kayıt için gelmemiştir. Kapıyı aç, evvela yüzünün aklığı meydana çıksın. Davayı sonra edersin.”
Ahmet: “Açmayacağım.”
Efendi: “Kırarız.”
Ahmet: “Kıramazsınız. Polis mesul olur.”
Efendi: “Senin gibi bir kerataya karşı haşa zabıta mesul olamaz.”
Ahmet: “Bu adam en azılı önayaklardandır, komiser efendi, kaydediniz.”
Efendi: “Daha söyleniyor musun melun! Burada davacı, senin namussuzluğundan yaka silken mahallelidir. Görmüyor musun, binlerce kişi sana karşı ayaklanıp tonlanmış, buradaki zabıta çalışanı on beş yirmi kişiden ibaret. Namusun bu kızgınlığına karşı ne yapılabilir? Kapıya hücum edilmesinin önüne geçebilir mi?”
Ahmet: “Biraz kanun öğren de sonra lafa karış. Zabıtanın kuvveti sayı ile ölçülmez. Şehrinin kanununu iyi bilen terbiyeli halk sayıca on bin de olsa yine tek bir polis neferine itaat eder, buna mecburdur. Her insan için medeniyet vazifesi budur. Bunu bilmeyenlere medeni denemez. Ahalisi en kalabalık memleketlerde zabıta çalışanları en azdır. Terbiyeli memleketlerde zabıta teşkilatındaki maksadın halk ile boğuşmak olmadığını anlamalısın zavallı adam.”
Kalabalıktan başka biri:
“Biz bu heriften terbiye, medeniyet, kanun, namus dersleri mi almaya geldik? Söyletmeyiniz artık uğursuzu. Namus dersini kim kime verecek? Mahalleli haydi bakalım arş…”
Bu teşvik sesi üzerine halk arasında bir öfke dalgalanması olur. Polislerin canla başla önlemeleri tesirsiz kalır. Kapı gıcırdamaya başlar. Fakat hücum sıkıştırması ile birkaç kişi ezilince “Allah aşkına itmeyiniz, pastırmaya döndük!” feryatları işitilir.
İşin sonunun yaklaşması korkunçluğunu gören Ahmet, sakladığı son müdafaa silahını kullanmak için pencereden yarı beline kadar sarkarak: “Komiser efendi mesuliyetiniz pek büyüktür. Ecnebi patentasındayım.[23 - Patenta: Uyruk, uyrukluk belgesi. (e.n.)] Sefaretimden memur gelmedikçe kapıyı açmam. Şimdi kırabilirsiniz.”
Uncu bu son ültimatomdan sonra gümbedek kafesi indirerek içeri çekilir. Sonunun çok fena olacağını düşünmeden bir saflıkla önayak olmuş bulunan Hasan Efendi ne diyeceğini bilemez, süklüm püklüm bir tarafa sokulur.
Komiser, mendiliyle alnının terini silerek adamlarına: “Aman evlatlarım gayret… Kapının önünden halkı dağıtınız. (Ahaliye doğru haykırarak) Çekiliniz, dağılınız. Vaka o bildiğiniz baskın şeklinden başka türlü bir şekil almak üzeredir. Şimdi kızgınlıkla ne yaptığınızı bilmiyorsunuz. Bir fenalık olursa sebep olanların cezaları ağır olacaktır. Hükûmetin işine karışmayınız. Biz vazifemizi biliriz.”
Ahaliden birkaçı: “Biz çekilip gidelim de içerideki sermayelerle müşteriler yine hındımlarına[24 - Hındım: Çalgılı toplantı, eğlenti. (e.n.)] devam mı etsinler?”
“Kerata ecnebi patentasında ise gitsin iğrenç sanatını tabiiyetinde bulunduğu hükûmetin memleketinde işlesin. Cezasını isteriz. Ahali başka türlü buradan çekilmez. Patentalı umumhaneciler hangi taraflarda ticaret ediyorlarsa bu da oralara gitsin. İslam mahallesinde ne işi var? Tespihle camide namaz kılmaya gelip de halkı neden aldatıyor?”
Komiser, karakoldan asker getirmek için polislerden birinin kulağına birkaç kelime fısıldadıktan sonra ahaliye karşı:
“Müsterih olunuz. Evin her tarafına noktalar dikip girip çıkmaya hiç izin vermeyeceğim. Ahmet Efendi iddialarını makamında söylesin. Fezleke, vukuat jurnali, hepsi nizamına uygun olarak yapılacaktır. Fakat siz dağılmalısınız.”
Polislerin son bir gayreti üzerine kapı kalabalığı biraz seyreltilir.
O civarda bulunan vekillerden birinin konağına misafir gelmiş iki Frenk, bu baskın patırtısını işitince yanlarından hiç ayırmadıkları fotoğraf makineleriyle, magnezyumları[25 - Magnezyum: Bir dönem, fotoğraf makinelerinde kullanılan eski tip flaş türü. (e.n.)] ile vaka yerine hemen koşuşmuşlardı.
Âdet ve Şark hayatımıza ait manzaraları tetkik etmekte ve gözlemekte gösterdikleri merak ve aceleciliğe karşı çok defa dilimizi çok az bildikleri için şeşi beş görerek bizi Avrupa’ya çarpık tanıtan ecnebilerden bu iki meraklı, vakayı görebilecek bir evin cumbası altına sığınarak Fransızca şöyle konuşurlar:
“Niçin bu kadar gürültü? İçeridekilerin cinayetleri niçin bu derece korkunç sayılıyor?”
“Namuslu bir mahallede güzelliklerinin ticaretiyle geçinen kadınların bulunması istenilmez de…”
“İstanbul’da bu gibilerin varlığını caiz gören namussuz mahalleler var mı?”
“Hayır zannetmem.”
“O hâlde bu kadınlar sanatlarını nerede icra etsinler?”
“Hiçbir yerde.”
“Demek adamakıllı bir yasak. Bu saçma.”
Frenkler böyle kendi medeniyetlerine göre işi muhakeme etmekte iken ahalinin kini ve öfkesi büyüdü. İkide bir kapıya hücum gösteren o öfkeli insan denizi şimdi hiçbir kuvvetin tutamayacağı bir şiddetle köpürüyordu.
Uncu Ahmet’in “patentalıyım” gözdağıyla polise karşı gelmesi herkese fena dokunmuştu. İçeride bir sürü kadının yabancı bir devlet koruması ile fuhuş ve rezalet yapmasını kimse içine sindiremiyordu. Ağızdan ağıza yayılan kötülemelerle bir anda kızışarak birbiri üzerine kabaran insan dalgaları arka arkaya gelen birer saldırışla kapıya fışkırdı. Setini yıkmış bir su bendi gibi bu kara insan kalabalığı açtığı yoldan içeri akıyordu.
Komiserin karakoldan istediği yirmi kadar asker o sırada yetişmiş olduğundan zavallı adam son bir vazife çaresi olarak halkın önünde içeri girdi. Kalabalıktan ayaklar altında çatırdayarak yıkılma tehlikesi gösteren merdivenden adamlarıyla beraber en önde ileri fırladı. Birinci kat sofasını tuttu. Kapalı bulduğu oda kapıları önüne ikişer üçer süngülü diktikten sonra üst kata çıkacak merdivenin başına da biraz silahlı kuvvet dizdi. Sonunda ahaliye karşı bağırdı:
“Ne söz anlamaz insanlarsınız. Her şeyin usulü vardır. Baskın yapmak istiyorsunuz. Hep birden içeri dalıyorsunuz. Şimdi buradan yakalamak istediğiniz kimseler bu kalabalığa karışırlarsa nasıl ayırt edeceğiz? Bakalım herifler tavan arasına mı saklandılar? Kömürlüğe mi? Mutfağa mı? Bahçeye mi? Kuyuya mı? Vazifemizi zorlaştırmayınız. Allah’ını seven dışarı çıksın. Kırık kapı kanatları da eğreti olarak yerlerine konarak dışarıdan girilmesi önlensin. Din ve imanı olanlar bu emri mutlaka dinlerler. Kurtarmak istediğiniz mahalle namusu başka türlü kurtarılamaz. İçeride kimseyi bulamaz isek sonra hepimiz şiddetle mesul oluruz. Benden günah gitsin. Söz dinlemediğiniz hâlde silahlı kuvvetle sizi zorla evden çıkarmaya mecbur kalacağım. Bu son çareye başvurmak zorunda kaldığım hâlde olacak fenalıkların mesuliyeti tamamıyla sizin üzerinizdedir.”
Ne olur ne olmaz diye yanında bulundurduğu beş altı jandarmaya da: “Haydi bakalım arkadaşlar, ahaliyi dışarıya püskürtünüz.”
Kalabalığın söz anlayan kısmı komiserin bu hakkını doğru bularak, söz anlamayanlara bu doğru hareketi anlatmaya uğraşarak diğerlerini ite kaka, bağrışa çağrışa evden çıkarmaya başladılar. Vakanın tespiti için bulunmaları lazım olan mahalle ileri gelenlerinden sekiz on kişiyle bu heyecanlı baskın işinin en gizli ilk safhalarını yakından görmek merakıyla gizlenmiş iki yorgancı kalfasından başka içeride kimse kalmadı. Kırık kapı kanatları çevrildi. İçeriden, dışarıdan nöbetçiler dikildi.

4
EVDE ZAMPARA YOK
Tosun ile Emin merdiven altının karanlığına sığınmışlar, fısıldaşıyorlardı:
“Kapana kendi ayağımızla girdik. Şimdi zampara diye bizi çalyaka ederlerse?”
“Ulan üzerimize yorduğun devlete bak be… Hiç böyle camadanlı,[26 - Camadan: Çapraz düğmeli, ipek veya sırma işlemeli bir tür kısa yelek. (e.n.)] basık ökçeli, çorapsız zampara olur mu? Burası patentalı kibar kerhanesi…”
“Burada ne arıyorsunuz diye polisler marizimize kayarlarsa?”
“İşte o düşünülecek şey… Adam sen de… Ben döşekten kalkmış, harareti, dumanı üstünde üç dört aftos yüzü göreyim de bir iki yumruk, birkaç elli altı[27 - Elli altı: Şamar, tokat. (e.n.)] yemeye razıyım. Bir avurdumdan girer ötekinden çıkar. Dert tutmam. Hovarda vücuduna mariz, afiyettir, bedeni çelikleştirir. Bu baskının iç perdesini, yatak oyununu seyretmeden bizi kapı dışarı mıcır döküntüsü gibi elerler ise işte o acıklı olur.”
“Ne yapalım ulan?”
“Enayileri kandırmak için atacak bir küllümün yok mu?”
“Mangizsizlikten zati hep küllümle geçiniyoruz. Çalkantıda safra döken salapurya gibi ata ata kafam tamtakır kaldı. Hele dur, akıl işportamı bir karıştırayım. Yorgancı sepetidir, daima bir iki kırpıntı bulunur. Ha bekle, işte yakaladım. Sen baldırının birini mendil ile bağla. Bataklıkta kurbağa bekleyen leylek gibi tek ayak üzerine dur. Yürü derlerse adım atma. Zıpzıp taşı gibi sek. Ben de pencerenin birini kapayıp üzerini bağlayayım. Yarımşar tertip birimiz topal, birimiz kör olalım.”
“Tezkeresiz dilenciliğe mi çıkacağız?”
“Ne sağlam dilenciler böyle küllümle geçiniyorlar. Biz yarım saat içeride kalmak için bu kör topal oyununu oynayamaz mıyız?”
“Sonra ne olacak?”
“Patlama be… ‘Burada ne yapıyorsunuz?’ derlerse, ‘Efendim sakatlandık. Gözümüz görmez, ayak tutmaz. Bizi dışarıya atmayınız, kalabalıkta çiğneniriz.’ deriz.”
Aşağıda Tosun’la Emin bu konuşmada iken yukarıdakiler bu baskın folluğunu soğutup çıt etmeden evdekileri sokuldukları gizli yerlerden birer ikişer çıkarabilmek için olanca tedbir ve sözlerini harcıyorlardı.
Komiser iki oda kapısı karıştırdı. Fakat içeriden sürmeli buldu. Bir üçüncüsünü kurcaladı. Kapı açıldı fakat içerisi karanlıktı. İlkin polislerin ceplerindeki elektrik fenerleriyle odayı kısaca gözden geçirdikten sonra tavanın ortasına asılı büyük bir lamba yakıldı.
Lambanın altına kurulmuş geniş içki sofrasının üzeri havyar, tuzlu balıkların, salataların, çerezlerin, kuru ve yaş meyvelerin çeşitleri ile bol bol donatılmış görüldü. Boş, yarım, dolu karmakarışık şişeler, bazıları devrilerek içindekileri saçılmış, bazıları diplerinde kalmış yudumları ile hele birtakımı rakının üzerine su konarak süt gibi bembeyaz kesilmiş ve içmek kısmet olmayarak dolu kalmış kadehler, hep birer tarafta dağılmış duruyor. Çatallar, bıçaklar, peçeteler oraya buraya fırlatılmış sofranın bu karışıklığı, etrafında içki içenlerin, meclislerinin en zevkli bir hey hey devrinde bırakıp kaçıştıklarını gösteriyor. Nağmeleriyle, iniltileriyle, insanı oynatan ahenkleriyle meclisin sefa içindeki adamlarını söyleten, güldüren, oynatan, çıldırtan ut, keman şimdi susmuş telleriyle utangaç, korkak birer tarafa uzanmış yatıyor, sedefli tel ince parmaklardan yediği fiskelerin ilacı olmayan hicranıyla bir duvara dayanmış dinleniyor, çekici hıyanetleri ile gönüller yakan gözlerin işveli rutubetini silen, şehvet azgınlığıyla nemlenen pembe dudakların, tutkunların kıskandıkları öpücüklerden buruşmuş zarif kadın mendilleri, sıcak kucaklamalardaki sevgi sıkıştırmasından bunalmış, terlemiş vücutlardan fırlatılmış şık kadın ceketleri, terlikler birer tarafa serpilmiş, bütün bu eşyalar hâl dilleriyle biraz evvel görmüş oldukları neşe ve vuslat âleminin, o tecessüslü gözlere karşı apaçık birer hakikat satırı gibi oradaki esrarın ne olduğunu anlatıyordu.
İhtiyar, genç bütün orada olanlar, dağıttıkları bu içki ve sevgi meclisinin, çok insafsızca bozdukları bu çalgı ve sefanın, korkuya çevirdikleri bu sınırsız neşenin vesikaları karşısında bir zaman düşünceli ve hemen hemen müteessir kaldılar. İçlerinde vicdan endişesiyle sarsılanlar oldu. Böyle bir eğlentiye gizlice çağrılaydılar gelmekte gecikmeyeceklerini içlerinden söyleyenler bile bulundu. Kendisinin yapmaya istekli olup da yapamadığı bir işi başkasının talihlilikle yaptığı durumlarda insanlarca o işi yapabilene karşı olan bu kin ve öfke nedir?
Evet, bu böyle idi. İnsanların çoğu yasak işlerden ciddi bir çekinme ile kaçınır değildir. Yapmak ellerinden gelmediği şeyler için günah işlememiş olurlar ve sonra günah işleyenlere karşı atıp tutarlar. Hatta o kadar ki bazı kimseler, gizlice işledikleri günahların bir başkasının yaptığı meydana çıkınca onu kabahatli bulmak için herkesle ağız birliği yapmakta vicdanlarından sıkılmazlar.
Bu soğukkanlı düşünceler çok sürmedi. Aslına bakılırsa sevda günahı işlemekten fizikçe işlemez hâle gelmiş ihtiyarlar kinlerini püskürmeye başladılar. Katılamadıkları bir zevki işleyenlere karşı bunu yapamama yüzünden düşmanlık duyan gençler de bu kötüleme işine karıştılar. Vazifeleri de bunu emrediyordu.
En evvel Hasan Efendi dedi ki:
“Artık ispata, şahide lüzum kaldı mı? Burası evden çok meyhaneye benziyor. Bu ne kadar kadeh, bu ne kadar meze? Karılar, zamparalar bizim tahminimizden daha çok imiş. Bu rezalete bakın; şu hâl, camide ön safta namaz kılan tespihli efendinin gösterdiği Allah’tan korkmak hâline yaraşık alacak rezaletlerden midir?”
Komiser: “Ama dikkat ediyor musunuz? Ortaya saçılanlar hep kadın eşyası… Hiçbir erkek eşyası yok… Ne bir fes ne bir yelek ne bir ceket… Bu tuhaf.”
Hasan Efendi telaşla: “Acaba ustalıkla horozları kapı dışarı uçurdular mı?”
Yorgancı Hüsnü Efendi, dalgınlıkla meze tabağındaki tuzlu bademden iki üç tanesini ağzına atarak: “Hiç bu olur mu? Ev, önden arkadan sarılmıştı. Herifler iskete kuşu olsalar yine uçamazlar.”
Yorgancı, tuzlunun üstüne ağız tatlılamak için elini soyulmuş armuda uzattığı sırada Hasan Efendi komşusunu dürterek: “Ne yapıyorsun?”
“Sarhoşun mezesini yemek helaldir.”
Komiser ne yapacağını düşünmek için elini fesinin içine sokup başını kaşıyarak: “Şimdi odadakileri gürültüsüzce dışarı çıkarabilmenin bir kolayına bakalım.”
Hep birden sofaya çıkarlar. Komiser odalardan birinin kapısına parmakları ile hafifçe vurarak: “Ahmet Efendi, nerede isen meydana çık.”
Ses yok.
“Saklanmayla ses çıkarmamakla yakayı kurtaramazsın. Kapı önünde halk bekliyor.”
Yine ses yok.
Komiser yumruklarının şiddetini büsbütün yükselterek: “Sokak kapısını kıran ahali oda kapısını açmakta zorluk çekmez. Bizim vazifemizi güçleştirmek kendi hâlinin kötülüğünü büyütmek demektir. Her şey yine olur fakat çok fena surette olur. Ecnebi patentasıyla bir memleketin kökleşmiş âdetine karşı gelinmez. Burası İslam mahallesidir. Âdetlerine uymak lazımdır. Ahaliyi kandırmak için nasıl camiye gider görünmüş isen şu saatte de yine o halkın iradesine boyun eğmeye mecbursun. İşi uzatma.”
Cevap yok.
Komiserin bu boş çekişmesini merdiven altından dinleyen sahte kör ile topal, işin ne hâl alacağını görmek merakı içinde yanıp tutuşurlar. Yukarıya çıkmaktan kendilerini alamayarak sendeleye seke sofaya gelirler. Polisler bunları görünce dışarı atmak için hemen yakalarına yapışırlarsa da Hasan ve Hüsnü efendiler, “Onlara dokunmayınız, bizim kalfalarımızdır. Baskın işinde kullanmak için bu gece biz alıkoymuştuk. Baksanıza biçareler candan hizmetleri yolunda sakatlanmışlar. Burada kalsınlar. Bu hâllerinde de sırası gelince yine yararlık gösterebilirler.” diye arka çıkarak ikisini de bıraktırdılar.
Ahmet’e karşı komiser bir çeşit yalvarmadan tehdit etmeye doğru sözlerini yükselterek kapı açtırmak çekişmesinde devam etmekte iken Tosun’la Emin oradan sıvışarak meclis odasındaki boş kalan içki sofrasının başına geçmişlerdi.
İki kalfa, içkinin, mezelerin bu çeşitli bolluğunu görünce evvela yutkuna yutkuna dolap beygiri gibi sofranın etrafında dolaşmaya giriştiler. Nereden başlayacaklarını şaşırmışlardı. Sonunda Tosun, havyarın üzerinde mıknatıslaşmış gibi dikili kalan gözlerini oradan ayırmayarak: “Gördün mü ulan körlüğün topallığın kerametini? Mangizsizlikten rakıya hasret kalıp da rüyamda anzorot sofrası gördüğüm zaman hep Dış Kalpakçı’nın yağsız piyazıyla ciğer tavasını görürdüm. Vay canına be, böylesi düşüme bile girmezdi. Enayiler hep şarkı çağırmışlar, hiç meze yememişler ki!..”
“Atacak mıyız?”
“Avalın sualine bak… Durulur mu ulan?”
“Ya usta görürse?”
“Usta bizden pisboğazdır. O mutlak buradan birkaç kırıntı çimlenmiştir. Görmüş gibi bilirim, duramaz.”
Kadehlerde olan kalmış yudum, rakı, her ne varsa birer birer diktiler. Niyetleri oradaki içkinin damlasını israf etmemekti. Sonra birer yaylım hücumu ile mezeleri avuçladılar. Tosun, avurdundakini yutmaya uğraşarak: “Ulan deve gibi atıştırma. Sonra şişedeki rakıları mezesiz mi çekeceğiz?”
“Kasavet çekme be… Baksana… Sana da yeter bana da… Buradakileri bitirirsek kilere gideriz. Acaba o nerede? Keşfedemez miyiz?”
Emin, içkiyi kadehe bardağa koymak zahmetine katlanmayan acele bir iştah ile dolu şişelerden birini kavrar, lakır lakır yarıya kadar diker.
Tosun: “Küfelik olacaksın be…”
“Bana ne? Küfeyi taşıyacak hımbıl düşünsün.”
“Biraz idareli git.”
“İdareliye vakit var mı? Şimdi bizi buradan elerler. Kendini Sandıkburnu’nda koltukta mı zannediyorsun? Onlar bizi buradan süpürmeden biz sofrada ne varsa sömürelim. Haydi bakalım, cebinde kirli mendil, sicim yumağı, daha mideye yaramaz ne varsa at. Sofradaki kuru yemişleri, soyulmamış yaşları hep tarayalım. Allah bu nimetleri işte bize kısmet etti.”
“Rakı nasıl ulan?”
“Buna rakı deme be, günahtır. Miskiamber suyu… Boğaza hiç dokunmadan içeri hava gibi gidiyor. Daha işkembem bir şey duymadı. Ne olacak? Orospu rakısı… Çeker, çekersin doyurmaz. Hele bir kere sofaya dikiz gel. Bizi böyle sofra başında gırla çekerken yakalamasınlar.”
Tosun, oda kapısına giderek dışarısını çabuk bir bakışla kolaçan ettikten sonra: “Burada bizden başka rakı kıymetini bilen yok. Avallar hep uğraşıyor… Ahmet’e yalvarıyorlar yakarıyorlar çıkmıyor.”
“Vay gözünü sevdiğimin Ahmet’i be… Çıkma sakın koca herif… Camide tespih çekersin, evde rakı… Sonra göbek fırtınasına kaptanlık yaparsın. Bu akşamki bora belalı geldi. Bize küfelik olmadan oda kapısını açarsan sonra geçmişine kantarlıyı ben de çekerim.”
Sofrada yaş, kuru taşınabilir ne varsa ceplerine doldururlar. Tosun yerde bir mendil bulup burnuna götürerek: “Ne kadar baygın baygın aftos kokuyor. İçime ezginlik geldi. Mendili böyle, acaba bunun sahibi cenabet karı nasıl kokar?”
“Yadigâr diye cebine at. Sevdalandıkça ara sıra koklar gamını dağıtırsın. Ama dikkat et tıngır olmasın… Malum ya burası hacı ninemin evi değil…”
Emin daha cebe girecek bir şey araştırırken gözü dolu bir şişeye ilişerek: “Ben bu rakıları bırakamayacağım. Ya midemde götüreceğim ya ceplerimde… Acaba rakıyı pantolonumun ceplerine akıtsam torba yoğurdu gibi tortusu içeride kalır mı?”
“Aynasızlanma ulan… Sonra senden evvel pantolonun sızar.”
“Tosun be kardeşim… Biz bu odaya girdiğimiz zaman bu tavan, bu pencereler böyle çarpık mıydı? Ben yerimde duruyorum, daha matiz olmadım ama ortalık sinema gibi etrafımda dönüyor. Biz içtik, oda sarhoş oldu be…”
O aralık odaya bir polis girer.
Polis: “Bu ne? Mezeleri kim silip süpürdü böyle?”
Emin sallanarak: “Anam babam, efendi kardeşim. (Elinin parmaklarını bir araya toplayıp bileğinden oynatarak) Farelerin her biri nah palamut gibi… Az kalsın bizi de yiyeceklerdi. Bu akşam uykuya dalıp da bu evde burnu tamam bir zampara kaldıysa şaşarım. Uyanık adama bile saldırıyorlar. Bir tanesi adsız parmağımın[28 - Adsız parmak: Yüzük parmağı. (e.n.)] boğum yerinden şah damarını ısırdı. Vay geçmişine be… Sonra rakı banyosu yaptım da kan öyle dindi. Şimdi yeni usul cerrahlık böyle. Bir tarafın yaralanırsa ispirtoya sokmalı. İspirto bulunmazsa rakı da olur. Ev sahibi Uncu Ahmet çok edepsiz herif ama doğru söylemeli neme lazım, rakısı bol…”
Polis: “Şişelerdeki rakıları da fareler mi içti?”
Emin: “Şişeleri de onlar devirmişler. Biz düzelttik.”
Polis: “Hani ya meydanda rakı döküntüsü yok.”
Emin: “Bu evdeki fareler, imarettekiler gibi sofu tabiatlı olmazlar ya!.. Meze yiye yiye rakıya da alışmışlar. Sahipleri nasıl olursa hayvanlar da ona çeker. Enfiye çeken birinin, sözüm ona, eşeğini tanırım. Sahibinden ziyade enfiye tiryakisidir. Şarap, konyak içen Frenk köpeklerini görmedin mi hiç? Bir meyhanecinin horozu vardı, her gün müşterilerden ziyade matiz olurdu. Bu meredi yalnız insanlar değil, ağzının tadını bilen hayvanlar da içer.”
Polis: “Neye sallanıyorsun?”
Emin: “Dedik ya imanım, topalız. Bu baskın muharebesinde yaralı düştük.”
O sırada, komiser zorlamasında muvaffak olarak Ahmet’i dışarı çıkarabilmişti.
Sofada soru sual başlamıştı. Polis daha emniyetli gördüğü bu işi dinlemek için sarhoşları bırakıp dışarı çıktı.
Emin yarım bir şişeyi hemen dikip tamamlayarak: “Vay gözü kör olası Ahmet be… Ne çabuk çıktı. Kerata yüreksizmiş. Boyuna inat edeydi, komiser kapı önünde sabahacak duracaktı. Nafile, uncu kurnaz değilmiş. Ne duruyorsun Tosun, haydi çek… Haydi çek… Kuru sulu ne kaldıysa sömürelim. Polisler kızarlarsa fareleri tutsunlar. Pisboğazlığın onlarda olduğunu anlattık.”
“Bakalım o kantini polis yuttu mu?”
“Yutmazsa gargara etsin. O da bana dert mi? Sarhoş olacaksak olalım. Meyhaneci ile hesap görecek değiliz ya… Ben Langa’da bu kadar çekse idim meyhane şerefine mostralık yerde yatan bir matiz gibi şimdiyecek serilirdim. Parasız rakı tutmuyor vesselam…”
“Bizi de sarhoş diye karakola götürürlerse?”
“Ulan avalim sosti…[29 - Avalim sosti: Kabadayının karşısındaki kişiye seslenme sözü. (e.n.)] İçkinin sonu sızmak değil mi? Ha evde sızmışım ha karakolda… Bir farkı var mı? İstedikleri kadar sorsunlar, eski yemenilerimden cevap alırlar, benden alamazlar. Sabah olunca fare hikâyesi mi yok? Bir Yorgancı Emin dört polise söz anlatamazsa yuf onun ervahına be! Ben polislerin matizler için verdikleri curnalı bilirim. Baş ağrısı reçetesi gibidir: ‘Merkum Emin’in kendini bilemeyecek derecelerde hâl-i sekirde (sarhoşluk hâlinde) bulunması hasebiyle…’ Alt tarafı işte daha böyle martaval… Böyle curnalları çok yedik, ezberimdedir. Hele rakının üzerine ekşi çorba gibi şifalı gelir. Kendini bilen bir adam kendini bilmeyen bir kimse ile uğraşır mı? Polis raconu işte bu kadar olur.”
“Merkum ne demektir?”
“Büyük lağaptır. ‘Hovarda’nın elenikasıdır. Meyhaneci, sarhoş, hırsız, dolandırıcı, hep bunlar polise yakalanınca ‘merkum’ olurlar. Kısacık bir laftır, ama manası kuvvetlidir. Hepsi içindedir. Bir kere Hayri ile beraber matiz olduk. Hıyar zamanı… Bostana gittik, bir karıya sulandık. Bizi polis yakaladı. ‘Bu hanıma harf endazelemişsiniz.’ dedi. ‘Yok babam…’ dedim. ‘Endaze yanımda değil, dükkânda bıraktım. Harfleri sorarsan otuz mudur, kırk mıdır, sayısını Mevla’m bilir. Mektepte hoca beş sene uğraştı, bunlardan bir tanesini, en küçüğünü kafama sokamadı.’ Sonra Hayri köpoğluköpek ‘Aptes bozacağım.’ dedi, cızlamı salıverdi. Yalnız kaldım, beni rampala karakola dayadılar. Onbaşı, ‘Merkumu getirdiniz mi?’ dedi. Suratıma iki pendi frank aşk etti. Bu merkuma, rütbesinin beratını o nazik elleriyle yüzüme yazdı. Ayıldım.”
“Ulan uzun martavalın sırası değil. Dışarı çıkalım.”
“Git işine be… Enayi miyim ben? Burada bir damla rakı kaldıkça bir yere gitmem. Hepsini çekip tamamlamalıyım.”
“Fakat sonra dışarı değil kenefe bile çıkamazsın.”
“Sarhoş öyle yere gider mi? Zom olduktan sonra her yer orası demektir.”
İçerideki konuşma böyle sarhoşça bir hâlde geçmekte iken dışarıda Uncu Ahmet’in sorgusu sürüyordu. Uncu hep öyle dikbaşlı cevaplar veriyor, hiçbir korku eseri göstermeyerek kendisi mahallelinin gözünü korkutmaya uğraşıyor ve diyor ki:
“Sokak kapımı kırdınız. Evimin en gizli yerlerine kadar girdiniz. Namus muhafazası bahanesiyle ırza, namusa saldırıyorsunuz. Bir adamın evi ırz ve namusunun mahfazasıdır. Hiçbir sebeple böyle kapı kırarak oraya girilmez. Size pencereden söyledim, işte yine söylüyorum, aradığınız adamlar bu evde yoktur. Her tarafı açayım, göstereyim. Eğer burada bu gece bir tek erkek bulabilirseniz cezama razıyım. Bu belli olduktan sonra sebep olanlar için en ağır, en şiddetli adalet hükmünü isteyeceğim. Masum olduğum meydana çıktıktan sonra bu kapı önündeki toplanmış halka birtakım garez sahiplerinin onları kandırmış olduklarını, onun için öfkelerini onları aldatanlara çevirmek lazım geleceğini ve bana da tarziye vermeleri[30 - Tarziye vermek: Gönül almaya çalışmak, özür dilemek. (e.n.)] icap ettiğini anlatacaksınız.”
Herif böyle üst perdeden ve pek kuvvetle kabahati üstünden atıp kendisini müdafaa edince komiser ve mahalleli hep şaşırır. Hasan Efendi çok rahatsızlık veren tereddütler altında titremeye başlar, kabahat ispat edilemezse büyük bir belaya gireceğini anlar. İmam ve muhtarlar da korku ve telaşa düşerler.
Ve bu gece orada erkek bulunmadığı hakkındaki Ahmet’in cesurane iddiaları, apaçık bir yalan. Hasan Efendi bunda hiç şüpheye düşmez, çünkü akşamdan sayılarıyla ve hemen hemen şekilleriyle eve girdiklerini pek açık olarak gördüğü erkekler, sonra işittiği o heyheyler, sarhoş, zampara ve çapkın konuşmaları, şakaları, bu hakikatler hep birden rüya olamaz. Hele içeride hâlâ duran rakı sofrası inkârı imkânsız bir maddi vesika değil midir? İşin içinde bir orostopolluk var ama bunu nasıl çıkarmalı? Uncu Ahmet mahalleliye karşı kurduğu bu dalavere dolabının mükemmelliğine güvenerek en belli gerçekler önünde hâlâ riya maskesiyle küstahça böbürlenip etrafını korkutmaya çalışıyor. Allah saklasın, bu hile meydana çıkarılıp ispat edilemezse o namussuz herif davayı kazanacak gibi bir üstünlükle namuslulardan intikam alacak.
Bunları düşünerek Hasan Efendi’nin beyni ateş kesiliyordu. Bu yolda geçinenlerin elbette kendilerince bir tecrübeleri, dolapları vardır. İğrenç sanatlarını görecekleri bir evi mutlaka bazı şartlara uygun olmak üzere kiralarlar. İslam mahallesi arasındaki gizli bir umumi ev, kuşatılma zamanındaki korunması, girme ve çıkma imkânları düşünülen bir kale gibi baskın olduğu zaman zampara gizlemeye veya kaçırmaya uygun surette tertip edilmesi lazımdır. Acaba bu evin yer altında gizli mahzenleri, başka bir yere çıkar tonoz yolları mı vardır?
Hasan Efendi bu evin içini kendi evi kadar iyi tanıyordu. Ne mahzeni vardı ne sarnıcı. Bir yanı sokak, öteki yanı bahçe idi. Başka bir evle bitişikliği de yoktu.
Hasan Efendi’ye ümitsizlikten tutukluk gelmişti. Dili dolaşarak: “Tavan arasından kuyuya kadar evin her tarafını arayacağız.”
Ahmet kendinden emin bir gülümseme ile cevap verdi:
“Arayınız. Arama sonunda masum olduğumdan başka bir şey çıkmayacağı için buna memnunum. Ailem halkını hep bir odaya topladım. Öteki odalarda fareler, kedilerden başka bir canlı bulamayacaksınız.”
Komiser: “Aileniz hangi odadadır? Oradan başlayalım.”
Ahmet: “Ailem insanları hep kadın olmak üzere işte şu odadır.”
Uncu bir oda kapısı açarak içeriye bağırdı:
“Çarşaflanınız, içeri girecekler.”
Üç dört dakika sonra içeriden nazik bir kadın sesiyle cevap geldi:
“Örtündük, buyursunlar…”
Mahalleliyi temsil eden heyet içeri girdi. Her tarafları çarşafla örtülü, bazıları duvar kenarında ayakta, birtakımı minderlere oturmuş irili ufaklı bir sürü kadın gördüler. Komiser göz yordamıyla bunları saydı. Sayıları on iki kadar vardı. Bu kadar kadını çok görüp şaşırarak sordu:
“Bu hanımlar hep aileniz insanlarından mı?”
Ahmet: “Biri zevcem, ikisi kerimem, biri hemşirem, ikisi onun kerimeleri, biri biraderimin karısı yengem, ikisi hizmetçi, biri de misafir.”
Kadınların birkaçı sıkılarak yüzlerini duvarlara döndüler. Mahalleli bu örtülü kadınları birkaç kere gözle süzdükten sonra odadaki yükü açtırdılar; döşekleri, yastıkları, yorganları boşalttılar. Bir şey bulamadılar. Dolapları karıştırdılar, insan göremediler. Odanın bir köşesindeki geniş bir karyolanın etekliklerini kaldırıp altına baktılar, boş. Orta kattaki öteki iyi odayı aynı dikkatle aradılar. Her odada iki kişilik birer karyola vardı. Üst kata çıktılar. Oradaki dört odayı aradılar. Burada da bütün odalar süslü kaba şilteler, saten, yazma, işlemeli güzel yorganlar, salkım salkım dantelli, fistonlu yastık başları, örtüler, çarşaflar, döşek yanlarında çoğu Avrupa taklidi halılar, lavabolar, taraklar, fırçalar, küvetler, tuvalet takımları, suları, pudraları, pomatlar, duvarlarda pek dekolte münasebetsiz resimler…
Döşeklerde yatılmış, hatta yuvarlanılmış, didişilmiş, tepişilmiş; yorganlar, örtüler karmakarışık… Her taraf, tekmil eşya, açık açık bütün cümbüş manzarası ile bütün şehvetli görünüşü ile umumhane kokuyordu. Sevda günahı Âdem zamanından beri erkek kadın çift olarak işlenir, bu hiç değişmez bir tabii kanundur. Şu cümbüş evinde bütün eşya görünüşleriyle şehadetleri ile hakikati gösteriyor. Dişiler orada fakat bunların eşleri erkekler nerede?
Sandık odasına girildi. Burası bedesten gibi asılı kadın elbiseleri, eteklikleri, bluzları, ceketleri ile dolu idi. Birkaç iri sandığın insan bulunma ve saklanmaya kabiliyetini düşünerek Hasan Efendi bunların açılmasını söyledi. Ahmet, yağlıkçının bu tuhaf fikrine güldü. Bir demet anahtar getirerek sandıkları açtı ve alaylı alaylı dedi ki:
“İnsaf ediniz efendim böyle meşin kaplı, bir iğne deliğinden bile hava almayacak kadar muhafazalı bir sandığın içinde insan yaşar mı? Birkaç dakikada bozulur. Ama zararı yok, buyurunuz arayınız.”
Sandıklar ağızlarına kadar eşya doluydu. Eşyalar dışarı atıldı. Altından yine tamtakır sandık çıktı. Yerli yersiz böyle her aramanın sonunda Ahmet üstün çıkıyor, arayanların ümitsizlikleri artıyordu. Hatta kadınların o ilk sıkılganlıkları kalmadı. Şimdi bunlardan bazıları biraz yüzlerini açarak, şen, geniş bir serbestlikle ortada dolaşıyorlar, altüst edilen eşyayı topluyorlar, düzeltiyorlar, ara sıra kapı önlerinde durup edilen lakırtıları, fısıltıları işitmeye uğraşıyorlardı. Fakat bunlar hep genç, hep güzel, hep edalı, oynak, fıkır fıkır, boyalı, sürmeli yüzlerdi. Ev bu kadar vesikalarla dolu bulunsun, bu sermayeler, bu nazeninler kırıtarak, gülüşerek muzaffer bir eda ile ortada gezinsinler de hiçbir delikten bir erkek çıkarılamasın, günahkârların kabahatleri ispat edilemez kalsın; kanunun vereceği ceza namuslulara karşı dönsün…
Dışarıdan halk sabırsız, haykırışıyordu:
“Niçin geç kaldınız? Hani ya zamparalar?”
Sokaklarda “İçeride zengin bir zampara varmış, mahalleliye, evde kimseyi bulamadık dedirtmek için rüşvet vermek istiyormuş…” sözleri dolaşmaya başlar.
Halkın böyle coşkunluk zamanlarında bu gibi yalanları hangi kara vicdanlı fesatçılar uydurur? Bu hep böyle olur. Halk bir kalabalık hâline geldi mi hep birden zayıf akıllı bir çocuk kesilir. İşittiği saçma sapan şeylerin garipliğini, akla uygun olmadığını ölçüp biçmeye, düşünmeye hiç lüzum görmez, hemen inanır.
Bu iftira yüzünden kini artmakta olan halk şimdi dışarıda köpürüyor, kuduruyor, eve hakaretler, ağza alınmaz küfürler yağdırıyordu.
Hasan Efendi şaşkınlığından helaları, musluk taşları altındaki dolapları bile bir şey çıkarabilmek ümidiyle karıştırmaktan kendini alamıyordu.
Arama sırası tavan arasına geldi. Bir yük içinden kapak açıldı. Elektrik feneriyle birkaç polis çıkarıldı. Yağlıkçı, polisin arama ve muayenesindeki dikkat ve gayretine bir türlü kanaat getirmeyerek kendi de genç polislerle birlikte çıktı. Tozlara örümceklere bulandı. Tavan arası en kuytu, en dar, saçak aralarına, diplere doğru bütün girinti ve çıkıntıları ile elektriğin ışığı altında gözden geçirildi. İnsan sanılan bazı direk gölgelerine sevinçle saldırıldı. Fakat hep bu ince arama boşa çıktı. Dam bacası açıldı. Kiremitlere çıkıldı. Polislerin ellerindeki fenerlerin yarı mehtap gibi karanlıklar içinde dolaşan konik ışık sütunları birbirini çelerek karanlıkla aydınlık yer değiştiriyor ve bu görünüş aşağıda damı görebilecek kadar açıkta bulunan birtakım halkı eğlendiriyor, türlü yorumlara sebep oluyordu.
Hasan Efendi artık yorulmuş, ümitsizlik helecanı onu güçsüz bırakmıştı. Fakat yine gayreti elden bırakmıyor, baca deliğinden haykırıyordu:
“Her tarafı arayınız… Yağmur oluklarının içine bile bakınız.”
Ahmet aşağıdan eğleniyordu:
“Kuburları, lağımları sakın unutmayınız.”
Arama heyeti aşağı kata indi. Bütün odaları, mutfağı, baca içini, kömürlüğü, zahire dolaplarına varıncaya kadar her deliği, kovuğu büyük bir dikkatle gözden geçirdi. Sıra bahçeye geldi. Ağaçların üzerlerini, en sıkı dal aralarını, duvar üstünü hep aradılar. Kuyunun önüne geldiler. Bileziğin üstünden kapağını kaldırarak bu boru gibi derin çukurun yosunlu duvarından aşağı ışık salıverdiler. Dipte ayna gibi durgun, tekerlek su yüzü tutulan fenerin bütün ışığı ile vurdu. Birkaç iri taş attılar. Suyun yüzü alaylı bir çehre gibi hemen buruştu; kendi sessiz karanlığı içinde, zampara arayanların saflıklarıyla bu beyhude zahmetleriyle sanki eğlendi.

5
ŞAİR ZENNUBİ
Bu arada bahçe duvarının ötesindeki bostanda bir gürültü oldu:
“İşte buldum. Buldum. Zamparalardan birini yakaladım!” diye bir muvaffakiyet narası işitildi.
Sevicinden dizlerinin bağı çözülen Hasan Efendi hemen “Elhamdülillah… Aman sıkı tutunuz evlatlarım. Kaçmasın. Geliyoruz…” diye çabuk çabuk ve tedbirlice cevap verdi.
Zavallı yağlıkçı kederinin büyüklüğünden birdenbire o kadar hayale kapılmıştı ki evin dışı demek olan bostanda tutulmuş bir adamın zamparalığının ispat edilemeyeceğini düşünemiyordu.
Çok sürmedi. Bu zafer çığlığının arkasından birçok gürültülü uzun kahkahalar koptu. Hasan Efendi duvara yaklaşarak bostandaki halka doğru:
“Patırtı lazım değil… Gülmeyiniz kuzum. Bu belalı işin iyi gitmeye başlamasının daha ucundayız. Ciddi işlere alay yakışmaz. Sıkı tutunuz, sıkı… Belki melun azılıdır.”
Yağlıkçının bu saf sözlerine karşı bir ses bostandan şu cevabı verdi:
“Nasıl gülmeyelim baba? Sarhoşun biri tarladan bostan korkuluğunu yakalamış, zampara diye zaptiyeye teslim ediyordu.”
Bu ilk ve galiba da son olan sevinci boşa çıkan Hasan Efendi kederden boğulur gibi haykırdı:
“Allah belanızı versin, bu gece zaten içinizde ayık adam yok. Uncu bu akşamki zamparalarını bu duvarlardan bostana azatladı. Siz orada bir şey göremediniz. Şimdi de insan diye korkuluklara, fasulye sırıklarına sarılıyorsunuz. Siz buraya iş görmeye değil, eğlenmeye gelmişsiniz, kepazeler…”
Bostandan sedalar: “Baba kızma… Biz buradan kuş uçurtmadık. Eğer evde zampara var idiyse mutlak hâlâ içeridedir. Emin ol. İyi arayınız.”
Hasan Efendi lahavle çekerek: “İğne deliği bırakmadık, her tarafı aradık. Evin döşeme tahtalarını sökecek değiliz ya… Bu habisler tahtakurusu olsalardı yine bulunurlardı.”
“Kerhaneci dalaveresine akıl ermez. Herif elbette siz akılda yağlıkçıları, yorgancıları papağan gibi kafese kor. Bu ince sanattır. Köpoğluları gözbağcılık da bilirler. Gözlerinizin çapaklarını silip evi bir daha dolaşınız.”
Hasan Efendi’nin kalbi, göğsü bir keder darlığı ile çatlayacak gibi şişmişti. Bu alaylı sözler adamcağızı bütün bütün çıldırttı.
Başka yapacak bir şey olmadığı için arama heyeti tekrar eve girdi. Uncu karşılarına çıktı. Pek meydan okur bir tavırla kollarını çapraz, göğsüne götürdü. Komedyasını tam muvaffakiyetle tamamlamış bir sanatkâr aktör vaziyeti alarak: “Efendiler, zannederim artık burada yapacak bir işiniz kalmadı. Çoluğum çocuğum akşamdan beri geçirdikleri can dayanmaz helecanlarla bitkin hâldedirler. Artık merhamet ediniz, biraz uyusunlar. Ben karakola geliyorum. Komiser efendi hazretleri şimdi de benim davamı dinlesin. Masum bir ev halkına bu kadar işkenceli bir gece geçirtmenin cezası büyüktür; ayaklar altına alınan namusumu namuskârlıklarıyla iftihar edenlere ödeteceğim.”
Hasan Efendi hiddetten bir volkan kesildi. Artık gözü dünyayı görmüyordu. Ümitsizlikle bağırdı:
“Vay gidi masum ev halkı… Vay gidi namuslu aile babası vay!.. Yukarıdaki içki sofrası nedir? O, her odadaki karyolalar, lavabolar ne olacak? Akşamdan beri kadın ve erkek sesleri ile mahalleyi dolduran cümbüş ne idi? Evinin Galata’daki umumhanelerden ne farkı var?”
Uncu: “Hezeyan ediyorsun. Bu sözlerin hep zabıt varakasına geçecektir. Bir evin içindeki sofra ile karyolaların sayısına karışmak mahallelinin hiçbir surette yapabileceği bir iş değildir. Bunu yasak eden bir kanun maddesi var mı? Evime istersem üç yüz tane karyola koyarım, sana ne?”
Hasan Efendi: “İçeride kadın panayırı mı var? O on iki karı ne olacak?”
Uncu: “Bir evdeki nüfus sayısını tahdit[31 - Tahdit: Sınırlama. (e.n.)] hakkı kimseye verilmemiştir. Otuz kadın da bulunabilir, sen beslemiyorsun ya!”
Hasan Efendi: “Yukarıdaki o okkalarla rakıları kimler içiyordu?”
Uncu: “O benim keyfime ait bir iş. Evimde yenilen içilen şeyler hakkında kimseye hesap vermek zorunda değilim. Saçmalıyorsun. Haydi efendi çık dışarı, sahibi razı değilken bir evde bu kadar durulmaz. Ahlakça terbiyesizlik, kanunca da ‘tecavüz’ sayılır. Haydi bakalım yallah!..”
Hasan Efendi, öfkesinden zangır zangır titreyerek: “Ulan Uncu, senin yüzündeki bu sahte vakar, namuskârlık maskesini düşürmedikçe bu gece bu evden çıkmam, öldürseler çıkmam.”
“Çıkarmak polisin vazifesidir.”
Hasan Efendi sinirli bir coşkunlukla merdivenden yukarı fırlayarak en içe dokunacak tesirli, inandırıcı ve yalvarır sesi ile orta kattan evin içine doğru şöyle haykırmaya başlar:
“Müşteri beyler, din kardeşleri, her nerede iseniz ses veriniz. Gençlikte bu gibi şeyler olağandır, bağışlanmaz bir günah değildir. Hatalı bile olsanız uncu huyundaki namussuz bir herifin namuslulara üstün gelmesini vicdanlarınızın caiz görmemesi lazım gelir. Hakikatin meydana çıkmasına bu geceki hizmetinizle günahınızın kefaretini vermiş olursunuz. Meydana çıkınız. İşte mahalleli tarafından vekil olarak size söz veriyorum, baskın rezaletinden tamamıyla kurtararak sizi evlerinize göndereceğiz. Eğer ceza lazımsa sizin yerinize ben geleyim, ben mahpus yatayım… Razıyım. Aman beyefendiler hamiyetinize, insaniyetinize müracaat ediyorum.”
Yağlıkçı susar. Yalvarır yoldaki nutkunun, bütün duvarlarda meydana getireceği aksin tesirini helecanlarla bekler.
Cevap yok. Kadınların alaylı kahkahalarından başka bir şey işitilmez. Büyük bir keder içinde kendi kendine: “Bu uncunun kerhanecilikten başka simya bilgisi de mi var? Gözlere görünmemek için zamparalarının başlarına efsunlu, tılsımlı külahlar mı giydirdi? Bunlar aramızda dolaşıyorlar da biz mi göremiyoruz?”
Böyle söylene söylene, eli ayağı titreye titreye aşağıya iner. İddiasını ispat etmedikçe bu gece diri olarak bu evden çıkmayacağını ve dışarıdaki kalabalığı, her bir tahtayı ayrı sökerek aralarını aramak için evi yıkmaya kadar teşvik edeceğini, hiçbir şey çıkmazsa en büyük cezaya razı olduğunu büyük bir inatla bildirir.
Ev altındaki komiser, imam, muhtarlar, birkaç mahalleli ve Uncu Ahmet, birbirlerine girerler. Şiddetli bir çekişme başlar.
Bu sırada dışarıda bir gürültü olur. Sokaklar kahkahalarla dolar. Bostanda korkuluğu yakalamış olan sarhoş, yakaladığını sallasırt eyleyerek arka sokaktan dolaşır, “Zampara yakaladım!” yaygarasıyla onu uzun fes, pis ceket, yırtık pantolonu ile halkın şaşkın bakışları önüne serer. “Zamparanın biri tutulmuş!” sözü bir anda ağızdan ağıza halk arasına yayılır. Akşamdan beri yüzüne hasret oldukları bu adamı görmek için ahali birbirini çiğner. Meşru olmayan bir hevesinden dolayı gürültülü “zampara” adını kazanmış olan kimsenin vücudunda şekilce ansızın tabii olmayan ve acayip bir değişiklik husule gelmeyerek bunun da öteki insanlardan bir farkı olmayacağını unutan halk, görülmemiş bir garip şey yahut korkunç bir canavar seyrine koşar gibi bir saldırma acelesi gösterir.
Korkuluğu gayretle sırtında tutan sarhoş, dili dolaşa dolaşa sevinçle söze başlayarak: “Efendiler, beyler, ağalar… Uncunun evinde, devlethanesinde değil ama… Ha, lafa dikkat; umumhanesinde… Bu ne demek anlıyorsunuz ya! ‘Umumhane’, ‘kerhane’nin resmî adıdır. Belediyelerde böyle kaydolunur, gazetelerde böyle geçer. ‘Kerhane’ demek ayıptır, isim değiştirilince ayıplık kalmaz… Bu da bir inanma… Olur a… Bana kalsa düpedüz ‘bevilhane’[32 - Bevilhane: Ayakyolu, hela. (e.n.)] demek daha uygundur. Fennî olanı böyle. Ama hani ya Tünel’den Beyoğlu’na çıkınca Altıncı Daire’nin[33 - Altıncı Daire: 28 Aralık 1857’de “Altıncı Daire-i Belediye” adıyla kurulmuştur. İstanbul genelinde değil sadece Beyoğlu ve Galata semtlerini kapsayan görev alanıyla Altıncı Daire-i Belediye Müdürlüğü, İstanbul’da ilk modern belediyecilik uygulamasını başlatmıştır. (e.n.)] arkasında kurulmuş, yuvarlak ve madenden bir küçük yapı vardır.[34 - Orada evvelce mevcut olan umumi sidik şadırvanı. (y.n.)] Batıya bakan kapısından girersiniz. Önünüze daire biçiminde ufak bir koridor çıkar. Bunun merkez kısmı ahır gibi bölmelere ayrılmıştır. Dışarıdan içerisi görülmez fakat merak edilince içinde herkes birbirini işediği sırada görebilir. Evet bunlar birbirinden müteferriktir, infereka, yenferiku, infirakan, inkisar da bunun gibidir. Arabi’yi unutmamak için laf arasında fiile rastladıkça böyle çekerim, çekerim… Çekerim de ölmem. Bilgili kimselerdenim. Fakat memlekette böylelerine rağbet yok… Kadro hariciyim, yani kâinatın geçim çerçevesinden dışarı atıldık. Geçim çerçevesi yanlış mı? Kusura bakmayınız mestim, mest… Ama softaların ayaklarına giydikleri siyah mestlerden değil, mest-i lâ-ya’kılım… Mest-i arifim… (Sırtındaki korkuluk kaçmak için debeleniyormuş gibi ona doğru) Dur ulan kıpırdama, salıvermem, dur… Efendilere evvela kendi bilgimi anlatayım da sonra seni takdim edeceğim. Vay canına sözün ucunu kaçırdık. Evet… Emsile okudum. Binaya çıktım, sonra tepetaklak yuvarlandım. ‘Bir şair-i ter-zebanım, felekzede-i zamanım.’ Bizim eski aruzun vezinleri. Şimdiki parmak hesabına gelemiyorum. Ortada ne şiir kaldı ne şuur. Sonra ‘Ger bana uymazsa eyyam, uyarım eyyama ben.’ dedim, çalıştım. Orta ve başparmaklarım vezne girmedi. Nihayet yedi parmak bir tutam usulünde nazımlar yaptım. Gazeteleri, kitapçıları dolaştım. Para veren yok. İstersen mecmualardan birine bedava gönder. Herif sana bir para vermedikten başka şiirin altına bir döşenir, alafranga ‘kritik’ yapar. Cehlini meydana kor, senden ziyade kepaze olur. Bunların nüshaları hamalların ciğer kebabı gibi beş paraya indi, alan yok. Ağırbaşlı mecmualar, ücreti kuruştan aşağı para ile öderler. Matbuat âlemimiz edep ve para kıtlığı ile bitiktir. Meyhanede şişesi altmış paraya rakı iç, sonra mısrası on paraya şiir söyle… Kurtarmaz. Sermayeden ziyan yok… Efendime söyleyeyim, edebiyat cemiyetlerinden birine girmek istedim. ‘İhtiyar alınmıyor.’ dediler. Saçları boyadım, bıyıkları kırptım. Nüfus kâğıdımı kazıtarak yirmi beşe indirdim, ‘Fecr-i şimalî subh-i kazibi’ cemiyetine usulü dairesinde imtihanım yapılarak kabul olunmam için bir istida verdim. İmlama baktılar, bozuk buldular. Her kelimenin söylenildiği gibi ayrık harflerle yazılacağını söylediler. Sembolizmden imtihana çektiler. Şöyle sual cevap başladı:
‘Kayışdağı deyince bundan ne anlarsın?’
‘Kayışdağı denince en evvel akla suyu gelir.’
‘Bahis sulandı. Fazla laftan çekinmek lazım. Bu, yalnız kendisine benzetilen şey söylenip de benzetileni bulmak gibi bir edebiyat muammasıdır. Kayışdağı adamdır, edebiyatçıların en büyüklerindendir.’
Şaşırıp kaldım, acaba Çamlıca kimdir? Aydos, İcadiye, Yuşa tepeleri hangi yüksek şair ve edebiyatçılarımızı temsil ediyor? Elmadağı’na söversem kime sövmüş oluyorum?
Estetiğe geçtik:
‘Mösyö Gogo’nun beden ifrazatı hakkındaki estetik bahsini okudun mu?’ ‘Tıbba çalışmadım.’
‘Gözyaşı vücudun ifraz ettiği bir su değil midir? Ağlama, estetik heyecanın en parlak bir tercümanıdır.’
‘Estetik olmayan beden ifrazatına ne buyurulacak?’
Kızdılar. Sembolizmden, estetikten sıfır aldım. Yeni ölçüde yaptığım yedilik şiirleri gösterdim. Mezürü tamam fakat sözleri bayat buldular.
Yine sual cevap başladı:
‘Yeni fiiller hakkındaki bilgin?’
‘Hiç yok.’
‘Demek sen edebiyat hareketi ile uyanmış değilsin? Bilmiyorsan öğren. Fiillerden lazım’ı kaldırdık, şimdi hepsi müteaddi’dir. Mesela yaşamak, eskiden lazımdı.’
‘Şimdi değil mi efendim?’
‘Değil…’
‘Evet pek zorlaştı… Hele edebiyat muhitinde…’
‘Eskiden, Bir hicran saati yahut bir haz ve sefa günü yaşadım. denemezdi, şimdi denir. Buna lüzum vardır. Lisan zenginlenmeli. Mesela, Ben bir mihnet gecesi uyudum. Ben bir dehşet sevdası öldüm. demek fesahate[35 - Fesahat: Kurallı, etkileyici, heyecan verici, inandırıcı, sanatlı söz söyleme. (e.n.)] aykırı değildir.’
‘Evet… Biri denildikten sonra ötekiler niçin denilmesin? Bildiklerim genişliyor. Mersi…’
‘Arapça, Farisi, Türkçe fiillerin Fransızca conjugasion’larla[36 - Conjugasion: Fiil çekimi. (e.n.)] yeni çekilişini görmedin mi?’
‘Asla… Neler işitiyorum efendim!’
‘Biz darabe’yi birinci conjugasion’a geçirdik.’
‘İsabet buyrulmuş. Lisan alafrangalaşacaksa bütün bütün olsun gitsin vesselam…’
‘Bu usulle şimdiki zamandan darabe’yi çek bakalım.’
‘Jü darabe, tü darabe, il darabe, nu darabon, vü darabe, il darab.’
‘Gözü açık bir adama benziyorsun. Çabuk kavradın. Bu hâlde takdir fiili hangi çekimdendir?’
‘İkinci…’
‘Bravo… Evet, finir gibi çekilir. Çek bakalım. Fakat zamirleri Türkçe kullan. Söylenişteki ağırlığı yok etmek için de radikal’e te’den sonra bir elif kat.’
‘İlal-i zammîyi[37 - İlal-i zammî: Arapçada elif, vav ve ye harf ve seslerinin fiil çekiminde söylenme kuralı. (e.n.)] hiç işitmemiştim. Peki hatırınız için bunu da yapalım.’
“Ben takdi. Sen takdi. O takdi. Biz takdison. Siz takdise. Onlar takdis.’
O akşam benim için meyhanede laf sermayesi çıktı. Ama bu saçmalardan canım da sıkılmaya başladı. O aralık cemiyetin kâtibi geldi. Reisten sordu:
‘Efendim, nazım şubesinde yalak kelimesine kafiye aranıyor.’
Reis: ‘Bulamıyorlar mı?’ dedi ve parlak, kaymak, bardak, mızrak kafiyelerini saymaya başladı. Kâtip cevap verdi: ‘Bunları hep kullandık.’ Reis düşünürken artık dayanamadım. ‘Yalak’a bir kafiye de ben söyledim. Bunu da kullandınız mıydı? dedim.’ Beni kapı dışarı kovdular.
Ben çıkarken arkamdan şöyle söyleniyorlardı, işittim:
‘Bu herif kırklık var. Nasıl olmuş da gebermemiş. Edebiyatımızı böylelerinin vücudundan temizlemeli. Bunlar Muallim Naci’nin Ateş-pare’siyle yanıp tutuşmuşlardır. Eski kelimeler mahzenine benzerler. Fikir sermayeleri olan rakıyı, bizim gibi Beyoğlu tarafında değil, İstanbul meyhanelerinde içerler. Bu herifler tamamıyla öldürülmedikçe dil, bayat edadan kurtulamaz. Ona karşı öldürücü bir makale yazılsın. Medeni bir ölümle öldürülsün.’
Allah’ıma çok şükür, hâlâ ben ölmedim. Medeni ölümle kendileri cavlağı çektiler. Çok sürmedi, cemiyet dağıldı. Çünkü onlar benden daha açtı. İçlerinden kimi reji kolcusu oldu, kimi gümrük gözcüsü, kimi doktor, kimi avukat… Memleket akademisiz kaldı. Şimdi yeni bir akademya açılacakmış. Girmek için onu bekliyorum. Jön Türkler’den biriyle Samatya meyhanelerinde dost olmuştuk. İstibdat zamanında gizli gizli görüşür, dertleşirdik. Zamanın zulümleri bize rakı içmek vesilesi olurdu. Şimdi de içmek için bahane mi, dert mi yok? Fakat arkadaşım ilerledi, ben sarhoşlukta demir attım. Ben kimim anladınız ya? Şimdi sırtımdaki zamparanın başından geçenlere gelelim: Bu da rakıdan kendinden geçmiş bir meslektaşımdır. Akşamdan yutmuş, yutmuş parasız zamparalığa gitmiş. Uncunun evinde bunun ceplerini aramışlar, taramışlar, bakmışlar ki dişe dokunur mangır yok… Eyvallah, tıpkı fakiriniz gibi… Parası olmayanın rağbeti olur mu? Zavallıyı, günah işlemeye meydan vermeden, bir bohça gibi duvardan bostana fırlattılar. Hemen yamyassı yere yapıştı. Canı pek bir mahluk, bir şey olmadı. Kaldırmak için gittim baktım ki üstü başı mis gibi rakı kokuyor. Ha anladım ki canlardan… Gözlerini açtım. ‘Şu yakınlarda meyhane yok mu?’ dedi. ‘Ulan olsa benim burada ne işim var? Hepsi kapandı.’ dedim. ‘Arkadaş, rakı süngeri gibi burnuma kokun geliyor. Gel seni doya doya içer gibi koklayayım. Rakı bulunmadığı yerde teyemmüm caizdir.’ dedi. Uzun uzun koklaştık. Benim iğrenç kokum herifi bütün bütün sarhoş, âdeta deli etti. Birdenbire aklını sapıttı, besbelli kendisini uncunun evinde sanarak beni sermayelerden birine mi benzetti ne yaptı, gerdanımdan öyle bir ısırış ısırdı ki parçası ağzında kaldı sandım. Bu vahşiliğinden sonra bana ayıp bir şey teklif etmez mi? Ne yapsın akşamdan hızını alamamış. O zaman sabrım yandı, ‘Zaptiye!’ diye bağırdım.
Zaptiye yok. Sonra habisi arkama yüklenerek buraya kadar getirdim. İşte size teslim. Cezasını siz veriniz. Raporunu da yazdım.”
Ezberden okuyarak:
Zenpare-i merkum ansızın bir göktaşı gibi Ahmet’in evinden bostana sukut ve gerden-i ahkaranemi kelp akur misali rencide-i dendan-i hırs ü buhur eylemekle müteşeffi olamayarak vadi-i tasallutta puyan ve kesr-i namus-i acizanemi mucip nice hezeyan etmiş ve mangır teklifine kadar cüretini tezyit eylemiş olduğundan ve sabah zamanı ortalık ağarmağa başladığı hâlde evdeki araştırma heyetinin muhterem insanları esef olunacak hâlde henüz evde erkek fare bile elde edememiş bulunduğundan hane-i mezburdan sukutu şahitlerle sabit ve aslında hıyar tarlasında nabit olan merkum acurun zihinleri galeyan hâlinde olan halkı teskine medar ve yakalanması kabil olmayan bütün hempalarının yerine kaim olmak üzere hemen tevkifiyle gizlenenlerin derdestlerine zabite kudreti yetmediği takdirde cümlesinin cezayı sezalarını bu şahs-i leime çektirerek adaletin hükmü icra olunmak ve veridi pelid-i âcizanemin namusumla birlikte serian icra-yı tamiri zımnında icap eden zarar ve ziyan merhameten nakesi merkumdan istifa buyurulmak marazında ve olbapta emir ve ferman.

    İmza
    Şair Zennubi
Ahali bu olgun meyhane edibinin coşkun acayip nutkunu, “zampara-i merkum” aleyhinde ceza isteyen istida raporunu kahkahalar ile dinledi. Fakat kalabalık arasında daha hayli kimse, sırtta taşınan kabahatlinin bostandan sallasırt edilmiş zavallı bir korkuluk olduğunu anlayamamıştı. “Zavallı zamparayı dayakla öldürmüşler!” havadisi yayıldı. Bu kara haber, halkı çabuk acımaya sürükledi. Biraz önce bütün kızgınlıkları ile gıcırdadıkları zamparalardan birinin bu suretle gözlerinden kurtulmuş olmasına esefleniyorlar: “Vah vah, zavallı adamı birkaç saatlik eğlence yoluna kurban gitti.” diyorlardı. Besbelli, bir kedinin tuttuğu fareyi oynayarak pençeleri arasında azar azar, saatlerle dişleyip tırnaklayarak doya doya intikam tadını aldıktan sonra öldürülmesi gibi ahali de tevkif zamanını bekleyerek sokaklarda uzun zaman geçirdikleri kabahatlinin eğlenilmeden böyle kaybına kan ağlıyorlardı.
Seyirciler arasında bulunan iki Frenk… İlkin onlar da şaşırdılar. Fakat bunun bir korkuluk olduğunu çabuk anladılar.
Bu tuhaf manzara karşısında aralarında Fransızca şöyle bir konuşma başladı:
“O nedir? Öldürülmüş bir adam mı?”
“Hayır. Kabahatsiz bir korkuluk.”
“Bu aralık korkuluk ahaliye niçin gösterildi ve bu uzun nutuk ne olacak?”
“Dur, işin içyüzünü anlayayım.”
Biraz Türkçe bilen, kırık dökük cümleler ile etraftan işi anlamak için sormaya girişir. Kendisi, yoluyla sualler soramadığı gibi verilen cevapları da iyice kavrayamaz. Fakat anlayamadıklarını aklınca tamamlayarak araştırdıklarını anlatır:
“Şark âdetlerinden tuhaf bir şey öğrendim.”
“Nedir?”
“Bir baskında zampara yakalanmazsa onun yerine korkuluk konarak ceza verilmesi Türk âdetlerindenmiş. Çünkü zina eden biri mutlaka ceza görecek ve taşlanacaktır.”
“Tuhaf şey…”
“O kadar tuhaf değil. Bu, derin bir din felsefesidir. Bizim, kiliselerdeki azizlerin resimlerine karşı olan ibadetimiz, onların temsil ettikleri mübarek vücutlarının ruhaniyetleri itibariyle değil midir? İşte bu da onun tam olarak aksi… Bazı dinlerde şeytanı, cinleri, perileri, habis ruhları taşlamazlar mı? Şeytan bundan tesir duyar mı? Duymaz mı? O başka mesele… Halk içinin kinini, öfkesini, lanetini gösterecek ortada bir şekil görür. Bu suretle oh der, bu bahis mühimdir. Sonra görüşürüz.”
“Herif nutkunda ne dedi?”
“Yaptıklarını sayıp dökerek halk karşısında korkuluğu temize çıkardı. Bilinemez, bu gece hangi saatte ve belli olmayan bir vakitte, gizlenmiş veya kaçmış olan günahlıların ruhları mutlaka bu korkuluğa gireceğinden ‘Ey ahali ümitsizlenmeyiniz, buna yapılmış ceza aynı ötekilere yapılmış gibi tesir eder.’ dedi. Akıl ve nakil ile bunu anlattı.”
“Şark bir gariplikler hazinesidir. Ne acayip itikatları var!”
Frenkler magnezyum aydınlığında korkuluğun çeşitli hâllerde fotoğrafını çektiler. Bu Şark gariplikleri vesikalarını bastıracakları gazete, mecmua veya kitapta resimlerin altına yazılmak için cep defterlerine şu ibareyi kaydeylediler:
Şarkta basılan bir evde kadın ve erkek zanilerin[38 - Zaniler: Zina edenler. (e.n.)]tutulmaları kabil olmazsa onların yerine ceza görmek üzere yakalanması âdet olan korkuluğun resmidir.

6
SAKALLI KADIN
Halk dışarıda Şair Zennubi’nin sırtındaki korkulukla uğraşır ve bu sarhoşun abuk sabuk sözlerine hayran olur iken komedyaların en ekstrası uncunun evinde geçiyordu.
Evin avlusunda ahali, polisler ve Ahmet birbirine girmekte idi. Uncu, “Arama bitti, çıkınız evimden!” iddiasıyla şirretlik ve edepsizlik perdelerinin en üstlerinde dolaşıyor; Hasan Efendi aramanın boşa çıkması hakikati önünde hiçbir suretle silahını teslim etmek istemeyerek, adam yakalamadan o gece evden çıkmayacağını söz kabul etmez en kestirme inat ve ısrarıyla bildiriyor; zavallı komiser, akıl ve kanun dairesinde her iki tarafa da söz anlatmaya çalışıyordu.
İçeride ve dışarıda bu çekişmeler, beklemeler, meraklar, heyecanlar, seyirler sırasında hâlâ meclis odasında içki ile vakit geçiren Tosun ile Emin’i herkes unutmuştu, bunların keyiflerine karışan, dokunan yoktu.
Emin iyice olgunlaştı. O, şişelere saldırdıkça bir dereceye kadar bulundukları hâlin ehemmiyetini anlayabilen Tosun, arkadaşını içmekten alıkoymaya uğraşıyor.
Aman da of kemiklerim
Sızlıyor iliklerim.
kantosuyla Laz horası tepmeye kalktıkça, susturmak için ağzını tutmaya, horadan vazgeçirmeye atılıyordu. Bunların bu kepazelik ve çekişmelerini işiten beriki odadaki çarşaflı nazeninler de ara sıra kapıya kadar yaklaşarak içeriye meraklı ve ürkek bakışlar attıktan sonra kaçışıyorlardı.
İki sarhoş, kadınlardaki bu fıkırdak merakın farkına vardılar. Fakat cesaretlerini kırmamak için görmemezlikten geliyorlardı. Gerçekten de az vakit sonra dışarıda fıkırtı arttı. Evvelce yarım görülen başlar şimdi omuzlara kadar uzanıyordu.
Sonunda Emin yavaşça dedi ki:
“Tosun…”
“Ne var?”
“Türk’ün karnı doyduktan sonra ne olur bilirsin ya?”
“Malum…”
“Ben dayanamıyorum. Anasını satayım, ne olursa olsun kapının önündekilerden birine yapışacağım.”
“Sus be itoğlu… Başımıza bela mı getireceksin?”
“Talihime Topsalata çıkarsa ne âlâ… Çıkmazsa karı değil mi hepsi makbulüm. Bu matizliğimde isterse en kötüsü olsun.”
“Aynasızlanma diyorum.”
“Sen aynasızlanıyorsun hımbıl oğlu hımbıl; mezeleri piyizlendik, bulutumuzu verdik, nefistir bu kabardı. Zevkin öte tarafı kaldı. Böyle fırsat her zaman ele geçer mi? Bu evde her şey var ulan… Ne duruyoruz?”
“Aşağıdakilerin seslerini duymuyor musun?”
“Bırak avalları be… Ahmet hiç guguğa gelir mi? Ona ‘uncu’ demişler. Çoktan zamparaları un gibi dışarı eledi. Apukatlığa (avukatlığa) gelince kanunnamenin bu işe dikiz eden cihetini o hepsinden mükemmel biliyor. Sonunda kim kimi kafese koyacak görürsün.”
“Ulan, Allah belanı versin… Kokmuş pavurya gibi lafların benim de midemi bozdu. Şimdi kapıdan bir tanesi baktı. Vay anam vay… Ay parçasına benziyordu, uğursuz oğlu…”
“Kalkalım bir sirto oynayalım. O zaman seyretmek için tavukların hepsi kapının önüne birikir. Hint horozu gibi birdenbire saldıralım, elimize hangisi geçerse…”
Kapıdan görünen afet gibi biri Tosun’da da dayanmaya kuvvet bırakmadı.
Ah seni doğuran ana
Olsun bana kaynana.
havasıyla oyuna kalktılar.
Şimdi rakı, beyinlerini iyice sarmaya başladı. Ağızlar yayıldı. Gözler bayıldı. Kol kol üstüne atıldı. Boş kalan ellerin parmakları çal-paralık ediyor, biri yıkıldığı zaman ötekini de beraber deviriyordu. Söyledikleri hava değil bir sarhoşluk fırtınası, raksları oyun değil bir rezalet külçesiydi. Çağırdıkları havanın temposuna hiç uymayan raks adımlarını kah birbirine, kâh duvara çarpıyorlar kâh sıçrıyorlar, kâh suya batan bir ördek gibi havaya dalıp dalıp ayakta durmaya uğraşıyorlar, kâh göbek atışlarını parmak şıkırtısına uydurmaya uğraşarak derin derin kıvırıyorlardı.
Bu oda panayırını seyretmek için kapının önü tepeli tavuklarla doldu. Kadınlar baskın felaketini hiç umursamaz hâlde gülüşüyorlar, fıkırdaşıyorlar, kullanmadan tutmaya alışamamış oldukları elleriyle çimdikleşiyorlardı.
Emin, şimdi rakıdan çok sevda taşkınlığıyla bulanan, kararan gözlerini bu cilvelilerin üzerinde iştahlı iştahlı bir dolaştırdıktan sonra arkadaşının kulağına “Hücuma hazır ol Tosun!” kumandasını verir vermez yorgancıların piri saydıkları ‘Sümbül Sinan’a sığınarak “Ya hazreti pir imdat…” çığlığıyla ikisi birden saldırdı.
Fakat pirin ruhu ikisini birden çarptı. Biri kapının eşiğine yığıldı, öteki sofanın ortasına… Oynak tavuklar çil yavrusu gibi dağıldı. Avsız, elleri boş kalmış olan sarhoşlar hemen davrandılar fakat tavuklar folluklarına kaçıp kapıyı kapamışlardı. Arkadaşları kadar ayağına çabuk olamayan bir tanesi, bir şişmancası koşarken ayağına çarşaf dolaşarak yıkılmış, davranıncaya kadar oda kapısı kapanmış, ortada kalmıştı.
Şimdi iki horoz, yüzünü çarşafıyla sımsıkı örten bu tek tavuğun etrafında böbürlenmeye başladı. Bütün bütün saldırma hırsıyla dönen gözünü bu tek av üzerine diken Emin:
“Tek olsun zararı yok… Kısmet kısmettir.”
“Sana mı bana mı ulan?..”
“Gözünü en evvel açana…” diye alaylı alaylı söylenerek çarçabuk sıçrar, nazenine sarılmak ister. Fakat güzel kadın, cinsinden umulmayacak bir kuvvetle saldırması geri itilerek, ortaoyunu zennelerinin taklit seslerine benzer inceyle kaba karışık, galiz bir eda ile: “Çekil musibet… Ben senin anladığın sarhoş kaşığı karılardan değilim.”
Emin şaşırarak: “Topsalata sen misin?”
Kadın çarşafıyla sımsıkı yüzünü örtmeye uğraşarak: “Şimdi topunuzun da kemiğine ha…”
Emin: “Ne küfürbaz şey be!.. Ulan salata, seni bahçıvan tarlada tohumluk mu bıraktı?”
Kadın: “Şimdi salata gibi seni tuzlarım kerata…”
Tosun: “Vay geçmişine… Bu nasıl karı be? Babahindi gibi gulukluyor.”
Emin: “İster guluklasın ister anırsın. İster tohumluk olsun ister damızlık… Elimden kurtulamaz.”
Kadın: “Hoşt köpek, biberim çoktur, ağzının tavanını yakarım.”
Emin: “Vay ölüsü porsuk… Karıya değil bir omuzdaşa çattık. Sen hiç sandık kaldırdın mı arkadaş?”
Kadın: “Kalksın vücudun dört kollu ile…”
Emin: “Benim vücudum dört kollu ile kalkmaz, o havasını bilir.”
Emin, bu acayip şeyin orasını burasını gıdıklamaya atılır. Karı, kendisine saldıranın eline bir iki yumruk vurarak: “Oynama, safralıyım. İçim kabarır…”
Emin, tosa hazırlanan bir koç gibi başını çarpıtıp bir iki adım açılarak: “Vay baharlı orospu… Ben senin gibi kabadayıların safralarını çabuk kustururum.”
Karı: “Eyvallah… Ben de senin gibi eli yumuşağını arıyordum.”
Emin: “Yumruğumu avurduna bir yersen elimin nasırlı olduğunu anlarsın. Karıların da tulumbacısı varmış be… Aksi işe bak o bana hıyızlanıyor. Karı mısın tosun musun söyle. Gel şurada bir omuz tutuşalım kim kimi yenerse…”
Tosun: “Ah elmasım, ne kadar tosun olsan yine Yorgancı Tosun olamazsın. Karısın. En babayiğit erkekleri cilvelerinle yenersin. Karıların azmanı ol, zararı yok. Alışkınız ne yapalım… Kısmetimize sen çıktın. Aç şu dilber yüzünü de dikiz gelelim. Has boya mı? Bakkam mı? Zaten ne olursa makbulümüz. Dedik ya bir kere, sevdaya karar verdik, elimizden kurtulamazsın.”
Kadın: “Şimdi sizin elinizi de yüzünüzü de salçalarım hanım evlatları. Açınız başı bakalım meyhane pilakileri.”
Emin: “Gedikpaşa külhanından şehadetnamelisine çattık. Ne acur karı be! İmtihan mı olacağız? Ne söyletiyoruz kaltağı… Ne kadar azgın olsa o tek, biz çiftiz. Haydi be karmanyolaya alalım.”
Yorgancı kalfaları sevda öpüşünden ziyade düşman dişiyle ısırmak için bu bıçkın karının üzerine bu defa hazret-i pirden yardım istemeksizin şiddetle atılırlar. Karı, çarşafının yüze yakın yerini sıkı sıkıya tuttuğu elini yine oradan kımıldatmaksızın tek kolu ile sarhoşlardan birinin suratına bir yumruk, ötekinin karnı ortasına kuvvetli bir tekme indirerek ikisini de yere serer, bundan sonra açık odalardan birine kapanmak için koşar. Bu umulmadık vuruşların acısıyla ayılan iki delikanlı, intikam almak deliliği ile teker teker, fakat yay gibi bir hızla yerden fırlayarak, odaya kaçmasına meydan bırakmadan var hınçlarıyla karıyı biri omuzundan, öteki eteklerinden kavrar. Çarşafı, fırtınalı havada yelken toplar gibi yukarıdan aşağı bir sıyırıverince ortaya kırmızı yüzlü, top sakallı, parlak gözlü bir herif çıkar.
Emin yumruğuna tükürerek: “Vay babasının meze çanağına… Vay sakallı orospu seni… Bizi habersiz avladın. Muştayı böyle inerler!” karşılığıyla herifin ağzı ortasına doğru bir yapıştırır. Hemen o kara sakal kan akıntısıyla Acemlerin kınalı sakalları gibi kıpkızıl kesilir.
O anda, Tosun da, düşmanının gövdesinin ortasına bir tekme aşk ile: “Biz borçlu durmak istemeyiz. İşte al sana yumruğa yumruk, tekmeye tekme… Biz helalzadeyiz, aldığımız gibi öderiz.”
“Ne kadar tatlı şeymiş, bak pekmezi suratına aktı.”
İlk intikam ve hiddet taşkınlığıyla ne yaptıklarını bilmeyen iki yorgancı kalfası bu manzaranın garipliği karşısında şimdi akıllarını başlarına almaya, hâl ve hakikati anlamaya uğraşarak üst üste iki vuruşla sersemleyen sakallıyı sofanın ortasına çekerler, kadınlık kılıfından dışarı çıkmış olan bu erkeğin karşısına geçerek büyük bir şaşkınlıkla: “Vay babasının canına, ulan bu ne be? Topsalata’yı ararken deve dikenine rastladık. Bu da top ama çemeni tersine bitmiş… Arkadaş sen bu evde sermaye misin?”
“Karagöz’ün Ters Evlenme’sindeki kıyafetine benziyor. Sen kendini bilmeyen sarhoş müşterileri avutmak için yedek sermayesi misin?”
“Yoksa evinizde bu akşam karnaval mı var? Cevap versene enayi… Dilini mi ısırdın?”
Sakallı karı bu sefer gür bir erkek sesiyle: “Ben laflarınızı koçan gibi ağzınıza tıkardım ama ah ne yapayım? (Eliyle ağzını göstererek) İki ön dişim birden kırıldı. Mevkim gayet tehlikeli, ses çıkarmaya gelmez. Ben de sizin gibi hovardayım. Hovardalıkta amana bıçak olmaz. Aman arkadaşlar ocağınıza düştüm.”
Tosun: “Korkma… Hiç kasavet çekme…”
Sakallı: “Bu akşam bizi kurtarırsanız avcunuz mangizle dolar.”
Emin: “Sizi mi kurtaralım? Dadaş kaç kişisiniz? Vay babasının lülesine üfürdüğümün be… İçeride daha çarşaflı herifler mi var?”
Sakallı: “Arife tarif lazım değil…”
Tosun: “Biz işi çaktık. Mahalleliden kurtulmak için siz zamparalar, karı kıyafetine girmişsiniz. Bu kepazelik babayiğitliğe yaraşır mı? Kamalarınızı, rovelverlerinizi çekip buradan erkekçe çıkmalıydınız.”
Emin: “Affedersin birader, biz seni çarşafın altında tombalakça gördük. Az kalsın silah çatacaktık. Ters bir iş olacaktı. Senden ziyade bizim namusumuza yuf olurdu. Karhanede karı kılığına girmek tehlikelidir. Sarhoşu var, körü var, aptalı var… Ne ise ucuz kurtuldun. Diş tamir olunur ama namus bozulunca meramete gelmez.
Emin: “Susarsak bize ne var?
Sakallı: “İkinize de birer tane beşi bir arada…
Tosun eliyle bir tokat işareti vererek: “Böylesi mi? Biz öyle beşi bir arada çok yedik. Ona karnımız tok, lezzetini biliriz. Bazı mirasyedi hovardalar, sarraf dükkânı bulamayınca beşibiraradayı insanın suratında bozarlar.”
Sakallı: “Öylesi değil, nal gibi lira… Sapsarı… parıl parıl…”
Emin: “Yağma yok… Biz beş liraya boynuz takmayız. Fakiriz ama para için bu sanatı yapamayız.”
Tosun: “Beşibiraradaları ceplerimize, karıları koyunlarımıza koymalı. İşte o zaman susarız.”
Sakallı: “Bu gece sırası mı ya? Mahalleli bizi fare gibi kapana koydu. Aşağıda bekliyor. İşte size parol[39 - Parol: Söz. (e.n.)] dönmez… Sonra bir akşam rakısıyla, mezesiyle, çalgısıyla, aftosuyla size bir ziyafet çekmeye söz veriyorum. Hovarda raconunun ne olduğunu bilirsiniz.”
Tosun: “Olmaz… Yoksa şimdi sizi polise teslim ederiz.”
Sakallı: “Hele şu odaya sofra başına geliniz. Birer tezgâh önü yapalım. Uyuşuruz.”
Emin: “Ne tezgâhı kaldı ne önü ne arkası… Biz rakıların hepsini çektik. Su gibi kuvvetsiz bir anzorot… Tutmuyor. Şişeler de ikişer parmak hanım şişesi… Biz Küplü’de maşrapa ile kayık düzü içmeye alışığız. Eğer bizi matiz edip de keşe boğmak istiyorsan böyle ümide düşme… Boş yere yorulursun. Sen sakalınla sızarsın, biz çivi gibi dikine dururuz. Anladın mı çarşaflı moruk?”
Sakallı: “Bu evde rakı mı yok? Şimdi binlikle getiririm.”
Tosun: “Binlik, beş yüzlük… Rakı olsun da kaçlık olursa olsun, eyvallah çekeriz. Liralarla beraber Topsalata meydan görmeli. Biz öyle susarız. Çaktın mı lafı?”
Sakallı: “Canım, Topsalata’ya gelinceye kadar ne karılar var. Bunu o kadar neden beğendiniz?”
Tosun: “Suratını görmedik, kulaktan âşık olduk. İsmi iştahımızı kabarttı.”
Sakallı, “Geliniz, geliniz dayılar…” davetiyle kollarından çekerek ikisini de meclis odasına götürür.
“Ben şimdi geliyorum.” ihtarıyla kendisi tekrar dışarı çıkar. Erkek, kadın, zampara ve sermaye, bütün ev halkının çarşaflı olarak topluca bulundukları odaya girer. Orada uzun uzun fısıltılar, müzakereler olur. Kadınlardan biri avluya iner. Ahmet’i bir köşeye çekerek tehlikeyi kulağına fısıldar. Herifin benzi atar. Kadın daha der ki:
“Ne yaparsan yap, bu mahalleliyi dışarı savmanın bir kolayına bak… Savamazsan lakırtıyı uzat, yukarıya çıkmalarına meydan verme. Biz o iki sarhoşu şimdi sızdırırız.”
Kadın, Ahmet’i bu suretle uyandırdıktan sonra alt kattaki kilere girer. Çarşafının altına bir binlik rakıyla birçok meze sıkıştırarak yukarı çıkar. Sakallıya teslim eder. Sakallı tekrar çarşafına bürünerek yükü ile meclis odasına döner. Boş şişeler dolar, meze tabakları donanır.
Yorgancı ustaları bu sakallı ikramcılarını tekrar çarşaflı görünce sorar:
“Ne var arkadaş… Yine namahremliğin mi tuttu? Neye örtünüyorsun? Sana kem gözle bakanın gözü çıksın. Hovarda lafı laftır. Dünya ve ahiret istersen babamız ol, istersen anamız ol… Hangisi keyfine gelirse… Ne kadar sarhoş olsak sana karı muamelesi etmeyiz. Kuruntuya düşme…”
Sakallı gülerek: “Yok, sizden kendimi sakındığım için değil… Aşağıdan yukarı bir polis filan çıkıverirse beni kadın zannetsinler diye çarşaflandım.”
“Öyle ise aman sakalını iyi ört… Ele verirsen kepazelik olur. Mahalleliden biri sana sataşırsa öyle bize yaptığın gibi sertlenip bıçkınlaşma. Hele o akordu bozuk dilenci armoniğine benzeyen kartal sesini hiç çıkarma. Biraz kırıl, dökül, fıkırda… Hi hi hi yapıver. Yalnız çarşafa girmek para etmez. Sokakta sarhoş çok. Bir zorlusuna rast gelirsen sakalını da göstersen fayda vermez. Tehlikeden kurtulmak için seni suratına maske koymuş zannederler. Kim vurduya gidersin. Vücudun meşe kütüğüne benziyor ama hoşur meraklısı da vardır. Deminden biz bile aldandık.”
Sakallı kadehi doldurur. Birer tane misafirlere verir. Bir de kendi alır.
Tosun: “Ver elmasım, nazik elinizden içelim. Orta oyununda mıyız? Kerhanede mi? Baskında mı? Biz de şaşırdık.”
Sakallı meze vermede acele eder.
Emin: “Aman nazlım, meze için yorulma. Biz birkaç rakı içer sekiz tabak meze yeriz. Ortada ne varsa ellerimiz hepsini dolaşır. O senin verdiğin dişimizin kovuğuna gitmez. Fakat mezelerden biri eksik. Topsalata!”
Biraz muhabbetten sonra birer daha, birer daha yuvarlarlar. Yorgancıların midelerindeki eski maya tazelenir.
Tosun, sarhoş bir söylenişle: “Baksana bu… Buraya sakallı aftosum. Eğer sana hışırın biri kötü gözle bakarsa be… Be… Beni göster. Umurunda olmasın. Dünyayı ya… Yakarım alimallah! Sa… Sa… Sakalını da alazlarım kurtulursun… Bana Yorgancı Tosun demişler. Do… Doğduğum zaman ba… Ba… Babam ha… Hani o benim babam, asıl babam… Daha kundakta iken benim ne mal olduğumu anlamış adıma To… Tosun demiş… Asgısar?”[40 - Asgısar: Anladın mı? (e.n.)]
Emin el şakasına başlar. Sakallıyı gıdıklayarak: “Ah, aman biraz cilvelen bakalım… To… Topsalata gelinceye kadar boş duramayacağım.”
Sakallı bir iki gerdan kırıp raks eder gibi vücudunu titreterek zenne sedasıyla: “Ay aman hıyanet, etme, sen gıdıkladıkça yok mu vallahi içim…”
Tosun: “Eh… Eh elverir… Cilveyi kes. Arada bir sakalını göster. Mertliğe söz verdik ama… Sarhoşluktur bu… Kalbim aldanıyor. Sen Zuhuride[41 - Zuhuri: Orta oyununda taklitçi. (e.n.)] baskın oynadın mı? Çarşaff… Altında iyi vücut depreştiriyorsun.”
Birer tane daha çekerler. Emin meze tabaklarından birini çekerek içindekileri hep yalar yutar.
Tosun: “Ra… Rakı var. Mezeler de bol. Aftos da gelecek… Fakat, çalgı yok… Böyle eğlentiye bir zırıltı ister.”
Emin avurdunu nefesiyle şişirip dümbelek gibi parmaklarıyla üzerine vurarak:
“Güm… Bla… Bla… Bla… Bla…”
Tosun’a: “Ulan sen de zurna gibi zırla.”
Tosun iki avucunu birleştirip ağzına götürerek gayet genizden: “Gına ya ya ya gıya ya ya…”
Bu çifte nara ile zurnanın birbirine uymaz iki sedasından meydana çıkan sarhoşça edalı bir düzme ahenktir başlar.
“Ah yelelam” ara nağmesiyle beraber “Karga da seni tutarım aman!” raks havasına girişilir.
Sakallı oyuna kalkar. Zavallı herif bu iki büyük belayı sızdırmak için her hakarete, her saldırmaya, yer yer vücudunu çürüten o buram buram çimdik acılarına, gıdıklamalara katlanarak üzerinde henüz iki kırık dişinin kanları duran sakalını sağa sola kıra kıra gözlerini süze süze hiç durmadan göbek hoplatarak sahibinin sopasından titreyen ayı gibi oynar.
Emin coşkunlukla boğuk bir nara attıktan sonra: “Göbek fırtınası olacak… Bilirsin ya akşamki gibi…”
Tosun, ağız zurnasını uzun, gunneli[42 - Gunne: Genizden söylemek, sesi burnundan çıkarır gibi okumak. (e.n.)] bir nağme ile keserek: “Bozukluğum olsa yapıştırırdım.”
Dışarı ses gitmemesi için oda kapısı kapatılmıştı. Fakat bu havranın şamatasının aşağıdan işitilmemesi mümkün değildi. Polisler yukarıda iki olgun yorgancı gencin bulunduğunu biliyorlardı ama Uncu Ahmet’in namusunu müdafaa için verdiği heyecanlı nutuk, mahalleliye karşı söylediği korkunç sözler zihinlere o kadar hararet vermişti ki kimse bir saniye oradan ayrılamıyordu.
Kendi âlemlerine bırakılmış sarhoşlar içtikçe azıyorlardı. Bunların öyle üç dört şişe ile sızan boydan olmadıklarını gören sakallı arada bir göbek atmasına aralık vererek, kadeh sayısının artmasıyla muvaffakiyet ümidinin değil işin kötülüğünün büyüdüğünü görüyor, ne yapacağını bilemiyor, hatta zavallı herif beraber içmek zorunda olduğundan dolayı onlardan evvel kendisinin sarhoş olacağını anlıyordu.
Tosun ayağa kalkmak ister, sendeler. Düşmemek için sofraya tutunarak şangır şungur birkaç bardak, kadeh devirir. Ağırlıkları başka başka iki kefe arasında denkliğini bulamayan bir şaşkın terazi gibi kollarını uzatır. Birkaç yalpa ile ağır ağır gözlerini kapadıktan sonra:
“Zararı yok… Uğurdur. Göz kafa patlamasın da cam şişe kırılsın… Hovardalıktır bu…”
Sakallı: “Umurunda olmasın yiğidim… Sizin gibi tosunlara can feda…”
Emin: “Anasını satayım… Parasını biz vermedik ya…”
Tosun: “Ulan moruk bizi bardak kırıntısıyla piyazlama… Hani ya mangiz?.. Karı lafını kestik? Ceplerimize beşibiraradalar, koynumuza karılar girecekti?”
Sakallı: “Hele biraz daha keyiflenelim. Hepsi olur, hepsi…”
Tosun: “Biz zom olduktan sonra mı? Niyetin bizi sızdırmak mı? Verdiğin lafı tut, sakalını haşlanmış hindi gibi yolarız. O zaman Tüysüz Haçik’e[43 - Tüysüz Haçik: O dönemin meşhur muhabbet tellalı. (e.n.)] benzersin.”
Sakallı: “Böyle işte acele olmaz. Aşağıda mahalleli var. Böyle zamanda ortaya nasıl karı çıkarılır?”
Tosun: “Ha ha… Anladım, bu herif bize kantin atıyor. Aval, aklınca To… Tosun’u tuzlama yapacak?”
Tosun düşe kalka yürür. Minderin üzerindeki udu alır, Emin de tefi yakalar.
Tosun: “Gel şu aa… Andavallının üzerine birkaç mani söyleyelim.”
Tosun, fesini kaşlarının üzerine yıkar, diz diz üstüne atar. Tam Tavukpazarı şairlerinin çalımını aldıktan sonra, udun tellerini tırmalayarak ve bütün sarhoşluk avazıyla gönlüne doğanları söylemeye başlar:
Adam aman varda
Hovardayız hovarda
Sandıkçılardan sonra gelir nazlı Galata
Hani ya hinoğlu
Üçü beşi bir arada?
Gelmiyor nerede kaldı
Sevgilim Topsalata?
Ut, tef beraber ara nağmesi:
Düm terelelli yalelam
Matiz olduk vay babam.
Sonra dört yana tehdit tükürükleri saçarak boğuk bir nara: “Brooooooooo yakarım.”
Ondan sonra Emin:
Adam aman ekşi vişne
Atarım kantarlıyı gelmişine geçmişine
Bir yumruk aşk edersem
Senin çürük dişine
İster it gibi bağır
İster at gibi kişne.
Sazla beraber ara nağmesi ve nara.
Sakallı son derece şaşırarak: “Mahalleliden gelecek bela sizin yanınızda saadet gibi kalır. Bu ağızda birkaç beyit daha okursanız bu evi bir daha basarlar.”
Tosun büyük bir öfkeyle ayağa kalkar. Sapından tuttuğu udun şişkin tarafını herifin beyni ortası budur diye bir indirir. Çalgının bütün bedeninin tahtaları yere ayrı ayrı dökülür. Sakallı neye uğradığını anlamadan hakaret ve vuruşun hedefi olan o kafaya Emin de tefle bir saldırır. Hemen kursak patlar, kasnak da bir lanet halkası gibi zavallının boynuna geçer.
Tosun bağırarak: “Bela mı? Bize mi söylüyorsun? Belanın suratını tanır mısın? O nasıl şeydir gördün mü hiç? Vay geçmişine be… Bize ‘bela’ diyor. İki dişini kırdık, başka ne yaptık? Teşekkür etsene ulan ağzın burnun daha yerinde duruyor!”
Arka arkaya inen bu iki vuruş altında sakallının başı sızlar, döner. Alnı yaralanır. Gözleri kararır. Sağa sola sallanır. Hazmedilemez zehirli bir içki gibi tepesinden aşağı içtiği bu haşlamaların ağır ve acı tesiriyle o anda bir deliliğe tutulur, bulunduğu yeri, baskını, arkadaşlarını, mahalleliyi, o tehlikeli saatin nezaketini, sonunun belasını hep unutur; hemen, yakaladığı bir sürahiyi olanca intikam hırsı ile Tosun’un başına fırlatır.
Fakat Tosun hayli olgun bulunmakla beraber meyhanelerde iskemle iskemleye, yumruk yumruğa, bıçak bıçağa geçirdiği böyle zorlu vakalardaki tecrübeleriyle pek çevikleşmiş, tetikleşmiş olduğundan karşısındakinin niyetini anlar anlamaz iki kolunu yan yana getirerek başına siper eder, bu sürahi şarapnelinden yalnız birazcık bilekleri zedelenip, kanamak zararıyla kurtulur. İkinci bir hücuma meydan vermeden düşmanının üzerine bir yırtıcı hayvan gibi saldırır. Sakallı da pazısı güçlü bir azılı olduğundan alt alta üst üste korkunç bir boğuşmadır başlar.
Vadedilen beşibiraradaların hesap sonunda böyle sürahi kırıklarıyla ödenmeye girişildiğini gören Emin, haber verme vaktinin gelmiş olduğunu anlar. Duvardan duvara volta vurarak alt kat merdiveninin ortasına kadar koşar bağırır:
“Aşağıda ne kadar mahalleli… Muhallebi… Aşure… Sarığıburma… Baba tatlısı varsa yukarı geliniz. Hem erkek hem dişi, hem sakallı hem çarşaflı… Böyle bir mahluk… Seyri on paraya…”
Uncu Ahmet’in safsatadan ibaret nutku karşısında artık âciz, yorgun, ispatsız ve tahammülsüz kalan Hasan Efendi’nin kulağına bu “Zampara yakaladık!” diye birdenbire bağırılan bu müjde gelince adamcağız şaşaladı.
Haberin arasındaki sarhoşça bir eda ile karıştırılan “sarığıburma, baba tatlısı” gibi sözler müjdenin ciddiliğini bozuyordu.
Zavallı yağlıkçı biraz önce bostandaki korkuluk vakasını hatırlayarak şimdi de yakalandığı müjdelenenin de o çeşit bir zampara karikatürü olmasını aklına getirerek:
“Kahrolunuz… Biz sizi buraya bir yararlık umarak getirdik, siz körkütük oldunuz. Ne yaptığınızı biliyorsunuz, ne söylediğinizi…”
Emin: “Vallahi değil, baba! Zamparaların en azılısını, en babacanını yakaladık.”
Hasan Efendi: “Zampara diye tırabzan babalarını mı yakaladınız, ne yaptınız?”
Uncu: “İçmiş içmiş sızmış… Besbelli rüyasında tatlıcı dükkânıyla zampara görmüş… Şimdi de uyanmış saçmalıyor.”
Komiser, sarhoşun haberleri arasındaki “muhallebi, aşure” gibi fazla sözlerden çok “hem sakallı, hem çarşaflı” sözlerine dikkat ile bir anda ayılmıştı. Polislere başıyla hafif bir işaret verdi. Onlarla birlikte merdivenden yukarı fırladı. Ahmet’in sözünün gerisi ağzında kaldı. Mahalleli de polislerin arkasına takıldı.
Uncu, o anda bir felaket kurşunu ile vurulmuşa döndü Artık işin safsataya, şirretliğe, atılganlığa, küstahça sözlere gelecek hiçbir tarafı kalmamıştı. Hakikat, bütün açıklığıyla, gülünçlüğüyle, acılığıyla, rezaletiyle şimdi anlaşılacaktı. “Ailem halkı” dediği on iki çarşaflının sonlarının ne olacağını asla düşünmeyerek yalnız kendi başı için bir kurtuluş çaresi arıyordu. Evde araştırma ile uğraşanların telaşlarından istifade ederek kaçmak istedi. Fakat nasıl ve nereden kaçabilecekti? Sokaktan ve bostandan fırlamak mümkün değildi. Çalyaka edileceğini biliyordu. Herif aşağıda kaçacağı yolu düşünürken komiser onun orada olmadığının farkına vararak nerede ise yakalayıp getirmeleri için iki polis saldırdı. Ahmet’i çekerek orta kat sofasına çıkardılar.
Mahalleli meclis odasına geldiği zaman Tosun ile sakallıyı birbirinin canına kanına susamış bir kudurganlıkla soluk soluğa boğuşurken buldular. Saçlar ürpermiş, benizler atmış, gözler büyümüş, körük gibi kabarıp inen göğüslerin havasını alıp boşaltmaya yetmeyen ağızları açılmıştı. İki düşman birbirini ezmekte, koparmakta, ısırmakta kuvvetçe pata gelmiş, ikisinde de üst baş lime lime olmuş, iler tutar yerleri kalmamış, ortadaki masa devrilmiş, pencerelerden birinin alt camları kırılmıştı.
Dövüşenleri birbirinden zorla ayırabildiler. Birbirine geçmiş iki harf gibi bacaklar, kollar sanki kenetlenmişti, öfke baldan tatlıdır atasözüne bundan daha açık bir örnek olamazdı. Vücutlarındaki yaraların berelerin acısını hiç duymuyorlardı. Her ikisini de birer tarafa çekmeye uğraşılırken hiddetin tadına kanamamış bu iki titrek vücut, aralarına giren insanları iteleyerek pozitif negatif iki mıknatıs noktası gibi birbirini çekiyor, hâlâ birbiri üzerine atılmaya uğraşıyordu.
Sakallının çarşafı parçalanmıştı. Fakat bir fistan gibi belinden bağlı olarak hâlâ arkasında idi. Sorulan suallere akla gelebilecek kabalıkta cevaplar veriyordu. “Siz burada kaç zamparasınız?” denildiği zaman, terbiyenin söylenmesini caiz görmediği uzuvlarını sayarak “İşte bu kadarız.” diyor ve erkeklik duygularının hiçbir mahallelinin keyfine göre ayarlanamayacağını pek kaba bir dille anlatıyordu.
İçkiyle öfkeyle akıl ve terbiye zıvanasından tamamıyla çıkmış bir herifi kendi hezeyan hâlinde bırakan mahalleli, içeride, çarşaflıların toplu bulunduğu odanın kapısını açtırttı.
Kalabalık çekilince, sakallı kendi kendine: “Sizin böyle sokaklara, bu eve dolmaktan maksadınız rezalet seyretmek değil mi? Seyrine bu kadar meraklı olduğunuz bir şeyi bu gece ben size doya doya göstereyim.” dedi.
Deminki kargaşalıktan kurtularak odanın bir köşesinde duran binliği yakalayınca, içinden hemen bir bardaklık kadar bir kısmını dikti. Sonra etrafına bakınarak iri bir nefes aldı. Vücudunu yukarıdan aşağı bir yokladı. Şimdi birkaç Tosun’la yeniden dalaşabilecek bir kuvvet buldu. Fakat bu bir hayal idi. Hakikatte zavallı sakallı, sarhoşluğun şuur dağıtan tesirine, abuk sabukluğuna daha ziyade tutulmuştu.
Bu adam böyle içki ile akıl, kuvvet ve ataklık artırmaya uğraşırken öteki odada çarşaflı erkeklerin asıl kadınlardan ayırt edilmesi gibi hoş ve heyecanlı bir muayene başlamıştı.
Bu ehemmiyetli keşifleriyle bütün mahalleyi Ahmet’e karşı muhakkak bir yenilmenin rezaleti yükünden kurtardıkları için Tosun’la Emir birçok takdire, aferine, iltifata nail oldu. Yüzlerini, sırtlarını okşamadık kimse kalmadı. Her ikisi de kabadayıca gurur ve muvaffakiyetle hindi gibi kabarıyordu. Kırdıkları döktükleri, yedikleri içtikleri, bütün sarhoşlukları affolundu. Bu pek büyük teveccühten istifade fırsatını kaçırmayan yorgancı kalfaları muayene heyeti odasına sokuldular. Cinslerin tayini için çarşaflar açıldıkça o göz çeken çehreler arasında Topsalata’nın çıkmasına sabırsızca bir bekleme ile hazırlanmışlardı. Bu isim, onların sevda iştahlarına o kadar uygun gelmişti ki, bunun sahibini yeşil, kıvırcık ve çiğ çiğ yenir gibi bir şey sayıyorlardı. Niyetleri de, yerin müsaadesi olsa kadının gerdanından doya doya sevda içtikten sonra kendisini de ziftlemekti.
Komiser, sürüden tekeleri ayırmak için çarşaflılara sert bir sesle sordu:
“Hangileriniz erkek? Hangileriniz kadın?”
Bu sorduğuna cevap alamadı. Çarşaflılar, cinsiyetlerini ayrılamaz karışık bir halita hâline getirmek için birbirlerine daha çok sokuldular. Erkek “örtülü”ler kadınlardan fazla korkuyorlardı. Bu rezalet belasından yakayı kurtarmak için, öyle bir evdeki kadınlığın bayağı hizmetine bile, cins değiştirmesi kabil olsa razı idiler.
Kaba, iri endamlı, örtülülüğü erkeklik şüphesi veren bir çarşaflıya komiser işaretle: “Siz şöyle ortaya çıkınız.”
Bu emre karşı çarşaflı küçüldü, büzüldü, kırıttı. Daha ziyade örtündü. Merak ve alayla o kadar çok bakan göz önünde kendisinin kim olduğunu göstermek istemiyordu.
Komiser: “Nazlanmayınız efendim.”
Yine bir davranma cesareti göstermedi. Komiser, karşısındakini kolundan tutarak ortaya getirdi. Hemen başından çarşafı çekiverdi. Meydana alafranga, kırpılmış sarı sakallı, enli gür kaşlı, hemen otuz beşlik, iri, çok heybetli bir yüz çıktı.
Çarşafın örtüsü altında iken kadınca kırıtmalar göstermeye uğraşan bu insan, şimdi kafa tutan bir erkeklikle: “Ben Arnavut beylerindenim. Yirminci medeniyet asrında böyle yarı resmî bir komedya oynamayı size gösteririm.”
Komiser: “Kim olursanız olunuz, elbise değiştirerek komedya oynamaya çıkan sizsiniz. Merkezde hüviyetinizi tahkik etmeye sıra gelince kim olduğunuzu söylersiniz. Şimdi susunuz. Bizi işimizden alıkoymayınız.”
Mahalleliden biri: “Bizim baskın usulü asır hesabına gelmez. Şu herifler bu akşam yalnız erkekliğin değil mübarek sakalın haysiyetini bile bozdular. Sakalımdan utanmaya başladım.”
Komiser, çarşaf altında cinsiyeti şüpheli gözüken kabalarcadan birini daha muayene yerine çekerek: “Çarşafınızı açınız.”
Bu ikinci, daha cesaretli bulunarak başından çarşafını kendi eliyle itti. Koyu kumral saç, kırpık bıyıklı, yüzünün azaları nazik, solgun renkli bir delikanlı başı göründü. Yakası dantelalı kadın elbisesi arasından uzanan bu erkek kafası oyununu bitirerek soyunmaya gelmiş bir “zenne” manzarası gösteriyordu.
Hasan Efendi, soygunu tanıyarak hemen bağırdı:
“Vay oğlum Kenan’ım, kadınlık sana ne kadar yakışmış.”
Kenan: “İnsan kadın kıyafetine değil yılan gömleğine girse yine sizin barbarlığınızdan kurtulamayacak.”
Hasan Efendi: “Ne yapalım? Açıktan açığa fahişelik etmek, domuz sucuğu yemek, daha bilmem ne haltlarda bulunmak isteyenleri keyiflerinde serbest bırakacak kadar çok şükür henüz bu mahallelerde medeniyet terakki etmedi.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-rahmi-gurpinar/aci-gulus-69429064/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Perestiş etmek: Sevmek. (e.n.)

2
Müşir: Mareşal. (e.n.)

3
Zikr-i cemil: Eski mekteplerde derslerinde başarı göstermiş öğrencilere verilen bir çeşit belge. (e.n.)

4
Kaye: Defter. (e.n.)

5
Tetebbu: İnceleme, araştırma. (e.n.)

6
Hidiv: Hidiv Kasrı. (e.n.)

7
İstidat: Yetenek. (e.n.)

8
Alaminüt: Dakikasında, hemen; à la minute. (e.n.)

9
Fiyat maktu: Değişmez fiyat. (e.n.)

10
Efrenc: Avrupalı. (e.n.)

11
Jame: Asla. (e.n.)

12
Şehremaneti: Belediye. (e.n.)

13
Şahnişin: Eski Türk mimarisinde odanın karşı ön cephesinde yer alan üç yanı pencereli çıkma, şahniş. (e.n.)

14
Suret-i hak: Doğrudan yana görünme. (e.n.)

15
Müzevirlik: Arabozanlık. (e.n.)

16
Aftos: Sevgili, gönül eğlendiren kimse. (e.n.)

17
Habe kaymak: Atıştırmak, yemek yemek. (e.n.)

18
Elhap: Tıp oyunu. (e.n.)

19
Çakaralmaz: Basit, ilkel tabanca. (e.n.)

20
İnayet bârî’den: İyilik, yardım Allah’tan. (e.n.)

21
Sala: Atışma. (e.n.)

22
Hempa: Aynı amaçla ve birlikte hareket eden kimse, omuzdaş. (e.n.)

23
Patenta: Uyruk, uyrukluk belgesi. (e.n.)

24
Hındım: Çalgılı toplantı, eğlenti. (e.n.)

25
Magnezyum: Bir dönem, fotoğraf makinelerinde kullanılan eski tip flaş türü. (e.n.)

26
Camadan: Çapraz düğmeli, ipek veya sırma işlemeli bir tür kısa yelek. (e.n.)

27
Elli altı: Şamar, tokat. (e.n.)

28
Adsız parmak: Yüzük parmağı. (e.n.)

29
Avalim sosti: Kabadayının karşısındaki kişiye seslenme sözü. (e.n.)

30
Tarziye vermek: Gönül almaya çalışmak, özür dilemek. (e.n.)

31
Tahdit: Sınırlama. (e.n.)

32
Bevilhane: Ayakyolu, hela. (e.n.)

33
Altıncı Daire: 28 Aralık 1857’de “Altıncı Daire-i Belediye” adıyla kurulmuştur. İstanbul genelinde değil sadece Beyoğlu ve Galata semtlerini kapsayan görev alanıyla Altıncı Daire-i Belediye Müdürlüğü, İstanbul’da ilk modern belediyecilik uygulamasını başlatmıştır. (e.n.)

34
Orada evvelce mevcut olan umumi sidik şadırvanı. (y.n.)

35
Fesahat: Kurallı, etkileyici, heyecan verici, inandırıcı, sanatlı söz söyleme. (e.n.)

36
Conjugasion: Fiil çekimi. (e.n.)

37
İlal-i zammî: Arapçada elif, vav ve ye harf ve seslerinin fiil çekiminde söylenme kuralı. (e.n.)

38
Zaniler: Zina edenler. (e.n.)

39
Parol: Söz. (e.n.)

40
Asgısar: Anladın mı? (e.n.)

41
Zuhuri: Orta oyununda taklitçi. (e.n.)

42
Gunne: Genizden söylemek, sesi burnundan çıkarır gibi okumak. (e.n.)

43
Tüysüz Haçik: O dönemin meşhur muhabbet tellalı. (e.n.)
Acı Gülüş Hüseyin Rahmi Gürpınar
Acı Gülüş

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Yanlış “Batılılaşmanın” bir örneğini veren Hüseyin Rahmi, Acı Gülüş’te bireysel zevklerinin peşinden koşan Kenan’ın bir metrese kapılarak saadetli evliliğini yıkıp kendi elleriyle kendisini, yavaş yavaş yok edişini işliyor. İnsanın kendisinin felaketi olduğunu gösteren yazar, okuyucuna suretlerinde acı bir gülüş vadediyor. “Felakete uğramış biri için ümitsizliğin en acı manzarası gözyaşlarından ziyade kendinin ‘tebessüm-i elemini’ görmektir.” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

  • Добавить отзыв