Efsuncu Baba
Hüseyin Rahmi Gürpınar
“Ahbar, ağır usta işi kıyak bir şarkın yoktur?”“He vardır.”“Senin içinde olan bir şeyden ben ne zevk duyarım ki! Bırak dışarı çıksın… Keyflenelim… Haydi oku!..”Bu öneri karşısında Agop’un göğsü kabardı. Elinde, artık parmaklarını yakacak kadar küçülmüş cıgarasını yutacak gibi son bir iştahla sıkı sıkıya birkaç kez daha çektikten sonra:“Okuyacağım lakin bedava olmaz…”“Bu akşam Sandıkburnu’nda altık bir tek düz ikram ederim…”“Kulakların da ikramın kadar büyük olsun.”“Zo, haydi biçimsizleşme… Zırlayacaksan zırla!”“Sen babanı zırlat ahbar!”“İrahmet olsun canıma… Babam senin kadar muziki bilmez idi ki…”“Hangi baban? Uzun kulaklı… Semerli…”“Be haydi oku! Bütün geçmişine okurum şimdi!..”“Dün akşam bulamaç yedin? Ne yedin? Ağzın çok tatlılaşmış…”“Ağzının tadını veririm şimdi…”“He ağzından bal damlar, şeker akor…” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş, bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallerinde köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardı; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Efsuncu Baba
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
1
Adına “Devr-i dilâra”[1 - Devr-i dilâra: Gönlü süsleyen, hoşlandıran çağ (II. Abdülhamit’in zamanını övmek için kullanılırdı.).] deyip de bugüne değin hiçbir güler yüz görmediğimiz zamandan önce Fazılpaşa’daki Binbirdirek’te kazazlar ipek, iplik eğirirlerdi.
Bin bir direk! Sayan yok ya!.. Bu sayıda pek mübalağa olsa gerek… Gerçeği anlamak için bu sütunları saymak, saydırmak niyetinde değiliz. Merak edenlerin keyiflerine de karışmayız… Bu rutubetli tarihî mahzenin loş serinliği içine iki Ermeni delikanlısı elemgelerini[2 - Elemge: Çile durumundaki ipliği yumak yapmak veya masuraya sarmak için kullanılan ve bir eksen üzerinde dönen araç ki dik bir eksene geçirilmiş olduğundan iplik elendikçe döner.] kurmuşlar, iplik eğiriyorlar. Dünyadan çok ahiret ortamına giren, yarı karanlık bu geniş çukurların içindeki tek düzen işlerinin usancını dağıtmak için boğazlarını yırta yırta şarkı söylüyorlar. Fakat ne bestede usul var ne güftede anlam…
Agop, Kirkor’a karşı üstünlük taslamaktadır. Kirkor durmadan:
Zo bana n’oldu ben bilemem
Eski hâlime hiç göremem
gibi meyhane bayatı bayağı şeyler okur. Agop, Dede Efendi, Nikağos Ağa gibi ustalarının ağır şarkılarını ırlamak merakındadır. Agop’un Artin Ağa adında bir “hanende” komşusu vardır. Bu merak kendisine oradan geliyor. Her akşam, pencereden komşusunu dinler, işsiz gecelerini Artin’in meclisinde geçirir. Usulünden, dümtekinden, ara sıra da mezesinden, birkaç tekinden yararlanırdı. Hanende Artin’in dersinden dönüşünde arkadaşı Kirkor’a taze taze parçalar geçtiği de olurdu.
O sabah iki arkadaş yüzlerce yıllık tonozların altında elemgelerini çevirirlerken her günkü ahenklerine giriştiler. Hayli bağrışıp çağrıştıktan sonra Kirkor:
“Ahbar, ağır usta işi kıyak bir şarkın yoktur?”
“He vardır.”
“Senin içinde olan bir şeyden ben ne zevk duyarım ki! Bırak dışarı çıksın… Keyflenelim… Haydi oku!..”
Bu öneri karşısında Agop’un göğsü kabardı. Elinde, artık parmaklarını yakacak kadar küçülmüş cıgarasını yutacak gibi son bir iştahla sıkı sıkıya birkaç kez daha çektikten sonra:
“Okuyacağım lakin, bedava olmaz…”
“Bu akşam Sandıkburnu’nda altık bir tek düz ikram ederim…”
“Kulakların da ikramın kadar büyük olsun.”
“Zo, haydi biçimsizlenme… Zırlayacaksan zırla!”
“Sen babanı zırlat ahbar!”
“İrahmet olsun canına… Babam senin kadar muziki bilmez idi ki…”
“Hangi baban? Uzun kulaklı… Semerli…”
“Be haydi oku! Bütün geçmişine okurum şimdi!..”
“Dün akşam bulamaç yedin? Ne yedin? Ağzın çok tatlılaşmış…”
“Ağzının tadını veririm şimdi…”
“He ağzından bal, şeker akor…”
“Dün akşam benim nerede olduğumu bile idin neden bu kadar ballandığımı hıp deyi ağnar idin…”
“He… Lafı işte tastamam üstüne vurdun!”
“Bir Ermeni’nin bir Rum karısına bu kadar kıyak alaka koyması iyi mana değildir. Çakarsın Agop?..”
“He bulursam çakarım…”
“Boş laf etme… Bu iş için sana bir öğüt vermiştim. Bu koca kellen keme sıçanının kafasına benzeyor. Oraya hiçbir laf girmeyor…”
“Yine nazik bir söz ettin. Keme sıçanınki dünyadaki kafaların en sertidir sanırsın?”
“Şimdi serti yumuşağı bırak… Okuyacaksın?”
“Altık gönlüm oldu… Okuyacağım…”
“Haydi oku, köpek boku!”
Agop, dilinin ucuyla dişlerinin arasından tükrüğünü fıskiye gibi karşıya fırlatır. Sesini açmak için birkaç kez öksürür. Sonra ağır bir makamla başlar:
“Meyhane mi bu? Bezm-i kerhane-i Acem mi?
Tulum peyniri mi? Yoksa eski kaşer mi?
Satılmış Libada’da bostanı Cemal’in
Eşek çimenistanda hiç hıyar yer mi?”
Kirkor bütün alaycılığıyla:
“Çüş oğlum Agop, karşımda durmuşsun, ne biçim laflar ediorsun? Hiç böyle ağır şarkının içinde eşeğin, hıyarın yeri olur? Bunlar edepten dışarı laflardır. Usta Artin Ağa sana bu şarkıyı böyle merkep ile hıyar ile geçti?”
Agop birden kızarak:
“He ne söylesen hakkın var. Ben de durmuşum da senin gibi yavan, hışır herife ince makamdan beyit okordum!”
“Patlıcan tavası gibi birden parlama öyle! Ayıp değil, ağnamadım… Tulum peyniri, kaşer peyniri, hıyar… Karnın acıktı? Ne oldu? Kerhane, meyhane… İşin içinde yalnız tarator eksik… Onu da ben koyayım tam olsun…”
“Senin taratorun girmedikten sonram zaten lafın tadı gelmez… Bilirim, baban eski piyazcıdır…”
“Beni meraka koydun… Artin Ağa sana bu şarkıyı bu okuduğun biçimde… Tıpkı bu tonada geçti?”
“Yok tıpkı böyle değil…”
“Meyhaneyi, kerhaneyi, hıyarı, eşeği sen uydurdun?”
“He canım dur… Biraz dinle ki ağnadayım…”
“İşte durdum. Lafını bekleyorum…”
“Artin bu şarkıyı bir Türk hanendesinden almış, kendi mecmuasına Ermenice harfle yazmış… O ki mecmuasını açıp da bana bu şarkıyı okudıysa bunun köftesinden[3 - “güftesinden” anlamında. (e.n.)] ne ben bir şey ağnadım ne de Artin kendisi ağnadı… Kendimizi çok zorladık. Mana çıkaramıyor. Düpedüz mefhumsuz bir şeydir… Sonra bu köfteyi ben de defterime geçtim. Eve geldim. Sabahacak uğraştım. Beyitleri ancak ben bu kadar gustosuna koyabildim… İşte nihayet şimdi bir şey anlaşılıyor. Şuaralık[4 - Şairlik.] kazazlığa benzemez. Pek zorluklu ince bir iştir. Şöyle edersin lafın nafiyesi bozulur. Böyle edersin söz teraziden düşer. Sağa kaçarsın olmaz. Sola gidersin uymaz. Elmas işleyen bir kuyumcu dikkatiyle her lafı tartarak, kantarlayarak tastamam yerine çivi gibi mıhlamak. Şimdi bu şarkının aslında meyhane vardır. Kerhane vardır. Eşek, bostan, hıyar, peynir, çimenistan hepsi mevcut… Fakat bu işi ilk eden hımbıl şuara hiçbir lafı yerine koymayı bilememiş. Bütün mefhumsuz sözler, çardağından sarkan tohumluk asma kabağı gibi biçimsiz biçimsiz tepe aşağı sallanor. Yaraşığıyle cümlesinin makamını bularak birer birer yerlerine oturttum. Şarkıda eşek vardır. Ahur yoktur. Gel babana selam söyle! Zo bu hayvanı ben nereye sokayım? Bostana koydum. Beyit gustosundan düştü. Araya bir de koca bir hıyar yerleştirmiş. Bunu kim yiyecek? Nihayet naçar kaldım. Uydu uymadı hıyarı merkebe yedirdim. Laf teraziden düştü düşmedi işte bu işi böyle ettim…”
“Pek güzel etmişsin…”
“Hıyara yer bulduk. Şimdi meydanda koca bir eşek kaldı. Bu meret hayvanı zırlatmadan nereye koysak acep? Meyhaneye götürsem olur?”
“Çüş ol Agop! Eşek meyhanede ne yapacak? Gazel bağıracak? Bırak ki oradan eşekten beter zırlayanlar vardır. Fakat sözüm ona sanki onlar işte insandır. Eşekle bir ağaz olmak istemezler… Kizişadelikleri bozulur… Sen bu hayvana şimdi münasip bir yer bul…”
“Zo buldum. Bu eşek beni zor ile şuara yaptı. Onu çimenistana koydum.”
“Gustosunda bir iş ettim sanorsun? Bu hayvan bülbüldür? Yahut öten ve şarkı bağıran bir kuş cinsindendir ki çimene koydun?”
“Koyunca alacak değilim ya ahbar? Elbette bir tarafa sığdıracağım… Ben onu çayıra saldım. Nazik nazik ötede otlasın… Şimdi bakalım, şarkıda vezneye, tartıya sığmayan başka aygırı laflar var.”
“Tulum peyniri, kaşer peyniri, bunları kilere, yoksa dolaba koyacağız?”
“Onlar kolay, hiç yer bulamazsam karnıma korum. Biraz da ekmek olursa hıyar ile iyi kaçar…”
“Agop, zevzekliği bırak! Bu şarkıda koca eşek mide bozar. Bu hayvanı ondan bütün bütün çıkarsak olmaz?”
“Şarkının kadrosundan dışarı edeceğiz?”
“He…”
“Bu olmaz ahbar. Biz bu işi Artin Ağa ile çok düşündük. Artin’e merkebi laftan dışarı edelim dedi isem bilirsin bana ne cevap etti?”
“Söyle ki bileyim…”
“Eski Osmanlı şuarasının merakıdır. Her şarkıya bir eşek bağlarlar… Bunun da birçok meselasını getirdi. Okuyayım da dinle:
(Eşek) çeşmin hazretinde bıngır bıngır ağlayor,
Langa’nın bostan dolabı matem ile çağlayor.
Sonra efendim:
(Eşek) elemi çekme gönül nafile şeydir.
ve
Hep ah edip zırlarsın gönül eşeğim durmaz.
Ve daha böyle eşekli beyitler bin tane vardır. Hepsini bir araya toplasan koca bir kervan olur. Ahurlar almaz… Zo bu ne meraktır? Ne gustodur? Artin Ağa ile çok düşündük. Şuara lafına hiç akıl erer ahbar? Herif anzorotu yutmuş. Kafayı tutmuş, fikrine ne ki geldiyse laftır deyi meydana koymuş. Sen ben söylesek kimse kulak asmaz. Lafımıza on para veren olmaz. Agop’u Kirkor’u kim alır? Kim satar? Dinle beni ki biraz edep olasın.”
“İşte dinleyorum. Sen de lafa bir başladın mı kafa patlatırsın. Ne ise devam ol… Dinleyorum…”
“Artin Ağa’nın defterini başından dibinicek mütalaa ettik. Eski derin Osmanlı şuarasının gustolarını aradık. Evelki zamanın beyitleri hep ‘divane âşık’, ‘aşüfte karı’, ‘kambur felek’ ve içlerinden arak, bade, şarap; hayvanlardan eşek, bülbül, ahu, ceylan, yılan; çiçeklerden gül, sümbül, yasemin, lâle ile doludur. Öyle şimdikiler gibi şampanya, gazoz, körasu, şartröz, viski, konyak, bira ve kokulardan kamelya, leylak, çayırkokusu, atkeston, lüben falan bilmeyorlar…”
“Her zamanın şair şuarası lafın vaktinin gidişine uydurur. İşte asıl kurnazlık da buradadır.”
“Şimdiki zamanede öyle dipsiz, kıyak, derin şuara var imiş ki seksen kulaç aşağı insen lafın dibi bulunmaz imiş…”
“Bu yenilerden fikrine hiçbir şey sındıramadın?”
“Bunların dediklerini kendilerinden başka kimse ağnamaz imiş…”
“Artin Ağa ile siz bunları deftere çekip gustoya koysanız olmaz?”
“He biraz uğraştık. Lakin bizim hesaba, bizim kantara gelmeyor. Bunların köfteleri bizim havalardan makam tutmayor… Akordaya uymayor. Yalnız alafranka tonaya gelor. Bu yeni şair şuaranın içinde öyle cakalı söz doğuranları var imiş ki Frenklerin meşhur şuarası Köse’dir Müse’dir? Gugo’dur, Hügo’dur? Nedir işte bu kıyak herifler mekabirlerinden[5 - Mezarlarından.] kalkup da bu beyitleri okuyacak olsalar hayran kalup şaşarlar imiş ki acep bu lafları eden biziz yoksa Türklerdir? Ayırt edemezler imiş… O kadar engine, derine varmışlar, dibe oturmuşlar…”
“Boş laf etme Agop! Bilirsin maymundan büyük ayı vardır… Dünyadır bu, her aygırıdan daha aygırı, her dipsizden daha dipsiz bulunur… Engine çıkıp, derine varıp da ne yapacaklar ki? Torik avlayacaklar?”
“Ahbar bu nazik işin içine bir de torik sokar isen eh altık laflar tuzlu lakerdaya döner…”
“Toriği beğenmedin ne nev balık istersin?”
“Biçimsizlenme zo! Böyle yüksek laf ederek toriğin, palamutun ne sırası vardır? Söyle bakayım, Artin Ağa’dan geçtiğin bu meyhane şarkısı hangi makamattandır?”
“Uşak…”
“Uşağa beğenmem. Aşağı havadır…”
“He ben de bilirim. Mekamatın etbaı takımındandır. Bayağı şeydir. Fakat eşekli şarkıya da uşak makamı uyar, öyle değil mi?”
“Ağır aksar daha yaraşıklı düşemez?”
“Sen her şeyi ağır aksar sanırsın? Mısır merkebi vardır ki beygiri ardında bırakır.”
“Zo divane olma. Mısır’ın eşeği Mısır’da gider. Sıcak hava ister. Çünküm sertesi beyazdır. Buraya gelirse kulakları öne düşer… Türkçe bilmez; Arapça, İngilizce ağnar…”
2
“Divane dedin de fikrime geldi. Hani buraya gelen ufacık herif üç gündür gözükmeyor… Ne oldu acep?”
“Meraka kalma… ‘Kuyruğunu fikrine getiren, tilkiyi görür.’ derler. Nerede ise bugün yarın zıp deyi karşımıza çıkar.”
“Be ahbar o herif ne biçim budaladır. Ağnayamadım. Pek akıllı bir adam çalımı atmak ister…”
“Zaten her budala böyledir. En en budalalar akıllı kurumu satarlar… Görünüyor ki bu herifin beyni üç yüz dirhem eksiktir…”
“Herifin kafasını kantara urdun ki dirhemile laf edorsun?”
“Zo o, sözün pelesengidir. Bir adama beş paralık aklı yok derlerse bu fiyatı daryenin estimatoru koydu sanırsın?”
“Eh uzatma be kardeş biz yine divanemize gelelim.”
“He he, laf yine oraya gelecek a… Bu divane şu oturduğumuz mağara merdiveninin üst başından görünür. Ayağını birinci basamağa indirmezden evvel uzun uzun düşünür. Sağını atarsın? Yoksa solunu? Buna bir türlü karar veremez. Düşünür düşünür… Nihayet cebinden bir kitap çıkarır. Sanki o günü merdivenden hangi ayağını evvel atmak daha uğurlu olduğunu o kitapta yazor zannedersin. Efendim en nihayet büyük bir cesaretle adımını atar. Beş altı basamak iner. Yine durur.
Etrafına bakınır. Dinler… Dinler… Sanki sanırsın ki boşluk içinden ona laf söyleyen hayaller vardır. Arpa içine dalmış kumru gibi düşünür… Mır mır eder. Haydi babam, bakarsın ki indiği basamaklardan telaşe ile tekrar yukarı çıkar. Yanlış bir iş etmiş olduğunu o zaman ağnarım. İşte böyle iner çıkar. Sabahleyin gelmiş ise müezzin hoca minarede öğleni bağırır. Seninki nihayet aşağı inebilir. Yine çıkar keyf sarfoş gibi yalpalanarak etrafını tuhaf tuhaf dikiz eder. Yine görünmez adamlarla konuşur. Ne dediğini işitmem. Yalnız dudakları oynadığını görürüm. Sonram bu mahzenin duvarlarında bir şeyler okur… Direkleri birer birer sayar. Ağnamak ister ki cümle-i âlemin dediği gibi bin bir tanedir? Yoksa eksiği vardır. Kıyafetlerine bakılırsa akıllı sanılır bazı efendiler de bu hesabı benden sordular. Dediler ki:
‘Usta kazaz, bu direklerin hiç hesabına oturdun? Bin birdir?’ Doğrusunu söyleyim. Hiç saymadım. Anam bana dedi ki: ‘Agop sen Binbirdirek’te yer altında çalışorsun. Sakın aklına uyup da direkleri saymayasın. Uğur değildir.’ Kırk yılda bir kocakarı sözü dinlemek lazımdır, derlerse işte ben de dinledim. Saymadım. Zo ben bu direklerin çetelecisiyim? Gelen geçen sayısını benden sorar, işte görünüyor ki üç yüz dane bilem yoktur. Yedi yüz biri nerede? Tevarihte öyle yazor imiş. Ağnadım ki tevarih denilen düzme kitapta çok boş laflar vardır. Gözlerimizin önündeki bu direklere ‘bin bir’ deyi bir iddia kor ise gözlerimin önünde olmayanlar için ne kantinler atmaz… Bazen buraya Yahudi tercümanlarla beraber seyyah Frenkler gelirler… Hepsi de önlerine birer kitap açarlar. Bu direklerin diplerini karıştırırlar. Oralarını okşarlar. Tepelerine bakarlar. Sonra kitabı okurlar. Tercümana sorarlar. Yahudi onlara öyle martavallar atar ki hoşlarına gelirse avuçla bahşiş toka ederler. Bu bizim kazazcılık da bir zanaattır sankim? Vaktiyle neye Frenkçe öğrenip de bir tercüman olmadık?”
“O Yahudilerden hiç sordun? Evvelden burası ne imiş acep?”
“He sordum. Burası Ceneviz padişahlarının şarap mahzeni imiş…”
“Vay köpoğlu herifler vaktiyle amma da şarap içmişler ahbar?”
“Bunda içleri şarap dolu birkaç fıçı bırakmış olaydılar…”
“Ahbar kaç bin senelik şarap… Yudumu alan ah aman aman bağırıp devrilir idi.”
“Kirkor, işin şurasını iyice fikrinde sakla ki buraya bir Frenk gelüp de direkleri sayar ise bu hesabı boşuna yapmaz. Mutlaka bundan bir avanta çıkarır.”
“Ahbar lafıma kanarsın? Bizim o divane dediğimiz herif de bu direkleri boşuna saymayor. Günün birinde bundan koskocaman bir iş çıkaracaktır. Divane o değil… Biziz…”
“Öyle ağnayorsun?”
“He…”
Kirkor sesini indirerek dört yana gizli bakışla:
“Antika para? Yani eski “meskûrat”?[6 - Doğrusu “meskûkât”: Sikkeler, maden paralar.] mücevherat, elmas? Ne çıkaracak acep?”
“Zo ben bilirim?”
“Bilmeyor isek bilmeye uğraşalım. Bu herif divane değildir de kendini âleme keenne[7 - Güya, sanki, imiş gibi…] o tarzda yutturmak ister olmasın?”
“Düpedüz divanedir? Yoksam böyle gösteriş edor. Kefşemedim…”
“Bakalım yeri kazacak? Duvarı oyacak. Nereden mal çıkaracak? Biz de kurnaz olalım. İşin dikkatinde olmayor gibi duralım…”
“Şimdilik bir yeri kazdığı yok. Yalnız direklere okuyup okuyup püf edor…”
“Eh bundan ne çıkar?”
“Ne çıkacağını göreceğiz ahbar. Aman Yahudiler duymasın! Onlar kurnaz millettir. Efsunu bu herif okur. Defineyi çıfıtlar çıkarırlar. Sonram bize karşıdan parmak yalamak kalır…”
“He Yahudilerin kurnazlıklarını bilirim. Ben cahil kaldım. Fakat büyükbabam Bedros ülâme bir adam idi. O, pek tevarih okurmuş. Bize ağnadır idi ki Çemberlitaş evvelden birinci boğumundan ta tepesine kıdar yekpare altun imiş…”
“Sahi diyorsun Agop?”
“Zo büyükbabam yalan söyler hiç?”
“Ben şimdiyecek işte bunu hiç duymamıştım.”
“Senin ne duyduğun var ki hımbıl!”
“Benim bildiğim Çemberlitaş dibinden tepesine kıdar mor kırmızı bir kayadır… Bunun altunu nereye gitmiş? Yahudiler aşırmış?”
“Patlama sabır ol, ağnatacağım…”
“Aman çabuk et!”
“Ta yeniçeriler zamanında Yahudiler bir gece herkes uyuduktan sonram Balat’tan kalkmışlar… Çemberlitaş’a gelmişler. Altunları erisin deyi Çemberli’nin altına ateş yakmışlar…”
“Vay babasının canına be! Sonram?”
“Sonram efendim bir tılsım varmış. Onu bozamamışlar. Ateşin hareketinden altun taşa dönmüş… Çemberli’ye dikkat edersen şimdi yukarıdan aşağı kadar kahve tavası gibi is içindedir.”
“Bu işi eski Yahudiler etmişler?”
“He… Şimdikilerin büyükbabalarının dedelerinin dedeleri…”
“Yani Yahudiler Çemberlitaş’ın altına bir ateş daha yaksalar taşı yine altuna döndürebilirler acep?”
“Yeni Yahudiler tılsım işiyle uğraşmorlar. Onlar maliyeye, piyasaya sokuldular. Altunun asıl madenini buldular.”
“Agop, bu direklerin dibinde kaç altun vardır dersin?”
“Kim bilir?”
“Frenklerin kitabında buna dair ne yazılmıştır ki?”
“Ben ne çakarım ki…”
“Buna dair olan asıl bilgiler divanenin kitabında olmalı…”
“Benim fikrime de böyle gelor…”
“Ah ah, dur! Geçen günü burada ben yalnız idim. Bu divane herif yine geldise ta şuraya, dibe karanlığa gitti. Duvara bir şeyler yazdı.”
“Hangi dilden yazdı?”
“Hangi dil niyetine okur isen o çıkor!..”
“Öyle şey olur hiç?”
“He lafıma inan. Biraz Osmanlıcaya benziyor. Bir parça Ermeniceyi andıror. Rumcaya kaçıor? Çünküm ben her dilden birkaç hurufat tanırım.”
“Bu lafların pek acayibime gelor. Şimdik sen bu yazılara okuyabilirsin?”
“Ne kalın kafasın be!.. He dedik a!”
“Ağnat bana… Ne yazor?”
“Kaf asaki pösteki gibi şeyler…”
“Pöstekiden ne çıkacak sankim.”
“Türkler için pösteki büyük bir şeydir. Ne çıkarsa ondan çıkar. Pöstekiye çok ihtibar ederler. Sokaklarda ‘ya Dost’ bağıran saçaklı derviş babalar yoktur? İşte onlar pöstekiyi sırtlarında taşırlar. Padişahlar, şeyhler hep ona otururlar…”
“Ahbar o saçaklı, pösteki babalar ‘ya Dost’ deyi kimi çağırırlar?”
“Ellerine kim bir mangır verir ise onların dostu işte odur.”
Agop telaşla başını kaldırıp bir daha önüne bakarak yavaşça:
“Aman Kirkor?”
“Zo ne var?”
“Gelor…”
“Kim?”
“İşte o divane…”
Kirkor gözünün ucuyla merdivene bakarak:
“He gördüm…”
“Kendisine baktığımızı hiç çaktırmayalım. Bakalım yine ne iş edecek…”
“Gözümün bir ucunu ona diktim, öbür ucunu da yere verdim…”
“Kurnaz ol… Tınmaz gibi dur…”
“Tınmaz kurnaz olayım?”
“Her işten ol, şimdi sus pus ol!”
“Laf eder gibi yapalım ki bizim kendisinin dikkatinde olduğumuzu çakmasın…”
3
Gerçekten de merdivenin üst başında, koca fesi, kubbeli bir sahan kapağı gibi kulaklarına kadar suratının yarısını örtmüş, kır sakalı göğsüne inmiş, cübbeye benzer uzun, geniş paltosu topuklarını döven ve iri, yuvarlak puhu kuşu gözlü bir insan karaltısı peyda olur.
Orta oyununda büyücü güldürüsüne çıkar gibi sır dolu davranışlar, sinsi sinsi bakışlarla Binbirdirek’in koyu loşluklarını süzerek Ermenileri kurnazca incelemeye başlar…
Kirkor pek yavaş:
“Agop…”
“He…”
“Dikkatli dikkatli bize dikiz edor…”
“He görürüm…”
“Ne edelim ki bizim onu gözedir olduğumuzun farkına varmasın…”
“Şarkı bağıralım…”
Bu iki delikanlı yüzlerini aykırı yana çevirir gibi yaparlar. Hızlı hızlı elemgelerini çevirerek ikisi birden baso, primo bir ahenkle türküye girişirler:
“Aman aman bızdık
Aman aman bızdık
Topumuz da sızdık
Topumuz da sızdık
Ceviz içi badem de
Şam fıstık”
Ermenilerin kendi deyimlerince tınmaz görünmelerinden emniyete gelmiş gibi bu esrarlı adam ağır ağır beş altı basamak iner. Durur. Göze görünmezleri görüyor, onlarla selamlaşıyor gibi tavırlar alır. Kâh ince gülümsemelerle gözleri süzülür kâh küçük bir kızgınlıkla kaşları çatılır. Açıklama, açıklanmasını isteme davranışlarında bulunur. Bakanlara merakla düşünmekten başka bir anlam çıkarılmayan bir pandomima oynar…
Agop daha alçak bir sesle:
“Bu herif zır divanedir? Yoksam bize kandırmak içün böyle edor?”
“Ben bilirim ahbar ki ne halt edor?”
“O kurnaz ise biz ondan daha atık olalım. Çaktırmayalım.”
Ermeniler yine ezgili makamdan şarkıya giriştiler:
“Zo ben dolma yemem
Afiye hiç gelemem
Ben o lafı diyemem
Edeptir söyleyemem
Kız kozu kırdık
İncir ile fındık
Ceviz içi badem de
Şam fıstık”
Sakallı yine dört yana efsunlamaya benzer süzgünlükler, püfler-den sonra birdenbire bir şeyden ürkmüş gibi merdivenin indiği basamaklarını ters yüzü çıkmaya başlar.
Kirkor: “Vay geçmişine be herif ürktü! Senden mi? Benden mi?”
Agop: “Zo sus ol!”
Sakallı, ufak bir duraksamadan sonra ağır ağır, oynamakla yürümek arasında kaçıkça bir yürüyüşle yine inmeye başlar…
Kirkor: “Yine inor.”
“Dur bakalım inecek, yoksam yine birdenbire pişman olacak?”
Ermeniler yine başlarını ters yöne döndürdüler. Şarkı tutturdular:
“Ben şakaya gelemem
Edeptir söyleyemem
Lambayı kıstık
Ateş gibi kızdık
Kız kozu kırdık
Boğaz içi gerdan da
Top fıstık”
Ziyaretçi, kazazların kendisiyle uğraşmadıklarına kanmış gibi merdiveni iner. Direklerin arasından bu yer altının doğu yönüne doğru yürür. Yere, havaya, önüne, arkasına sağına, soluna, yavaş yavaş göz gezdirerek dolaşır.
Kirkor: “Zo bu ne arayor böyle?”
“Hava…”
“Bu koskoca dünyanın üstünde hava bulamadı da dibinde arayor?”
“Divane, bal kabağından olur sanırsın?”
Ziyaretçi birdenbire durur. Ermenilere doğru gizli bir bakış fırlattıktan sonra şapşal paltosunun yan cebinden bir kitap çıkarır. Bir müddet sessizce okur. Direklerin aralarını adımlamaya başlar. Sağa sola zikzakladıktan sonra duvarla yerin birleştiği çizgiyi karışlar…
Agop: “Görorsun yere parmak parmak karış edor…”
“Polise haber etsek acep?”
“Ne deyi?”
“Acayip tertip herifin biri Binbirdirek’in dibini parmaklıyor deyi…”
“Avallanma ahbar! Şu divane herif edepten dışarı böyle bir iş edorsa bundan Binbirdirek’in lamusuna bir keder gelir sanırsın.”
“Bırak ki Binbirdirek de ardından kötü laf söylenmemiş hayırlı bir şey değildir…”
“Zo neden?”
“Burası parasız hovardaların sevda yeridir. Ellerine ne geçerse buraya aşırırlar… Üstünden yağmur sızmaz. Altından çamur tutmaz…”
“Hiç yerin dibinde hındım olur?”
“İki gönül birlik olduktan sonra samanlığın seyranlık olduğunu bilmezsin?..”
Bu aralık ziyaretçi, duvara yaklaşır. Kurşun kalemle bir şeyler yazmaya başlar.
Agop: “Ahbar, zevzekliğin lüzumu yok. Herif adım hesabını etti. Kitaba baktı. Yerleri karışına urdu. Şimdi fikrini duvara yazor. Hep bunlar boş iştir sanırsın?”
“Ey bundan ne çıkacak?”
“Cinevizlerin bunda gizledikleri bir define olmalı…”
“Zo böyle bir define var ise havaya bakıp ve yere karış etmekle bulunur?”
“O kitapta ne yazor bilirsin? Herif bu işleri kendi fikrinden etme-yor. Kitabın tarifine, raconuna gidor.”
“Bu herif paraları aşırmadan gidelim hükûmete haber edelim…”
“Sus ol hımbıl! Senin ceza daryesinde müstantik dedikleri o gözlüklü adamın karşısında hiç çıktığın vardır?”
“Çocukluğumda Vılanka bostanından hıyar aşırdığım zaman beni karakola götürdüler. Hıyar yerine onda iki zorlu tokat yedim. Gözlerimden Çingene körüğü gibi alev çıktı. Hırsızlığa tövbe ettim. Bundan gayri hükûmetle bir alışverişim olmadı…”
“Bu iş çocuk iken hıyar yemeğe benzemez. Müstantik insana lafı o kadar ince pamuk ipliğine ayırt ederek sorar ki karşısında cevaba duramazsın. Şeytanı, tarafından abukat tutsan işin içinden çıkamazsın. Bu işi hükûmete ihbarlar isen sonram ne olur bilirsin? ‘Üçünüz ortak oldunuz. Binbirdirek’in dibini açup paraları çıkardınız. Üç paya ayırarak yuttunuz.’ derler. Altık sen işin yoğise, ‘Zo efendim, bu herif yerden para çıkarmadı. Havaya baktı. Ortalık yeri karış karış etti.’ deyi aman Allah çağır dur…”
Kazazlar bu çekişmede iken o acayip ziyaretçi besbelli o günkü incelemelerini bitirerek kitabı cebine kor. Bir gözü yerde, öteki havada, adımını atmak için ayağını her kaldırışında basacağı noktayı güçlükle bulur gibi duraksamalar içinde dandini terelelli tuhaf bir yürüyüşle çıkar gider…
İki kazaz, bu ecinli bozması sakallının, Binbirdirek’i böyle merak verici suretteki ziyaretlerinin nedeni hakkında derin derin soruşturucu gözlerle bakıştıktan sonra Kirkor der ki:
“Ben herife bir lağap koyayım?”
“He de bakalım…”
“Binbirdirek teatrosunun kavuklusu…”
“Biz de orkestrası… Öyle değil mi?..”
“Bu salak ihtiyar kıyak bir oyun edecek ama bakalım ne vakit?”
İki delikanlı merdivene gözlerini diktiler. Herifin çekildiğine kanaat getirdikten sonra onun dolaştığı yerleri adım adım araştırmaya, incelemeye başlarlar. Yeri adımlarlar. Duvar diplerini karıştırırlar. Fakat merak ve şüphelerini çözmeye yetecek bir belirticik bulamazlar. Nihayet duvarları özenle gözden geçire geçire ziyaretçinin yazılarını bulurlar. Fakat bu çizgilerden bir anlam çıkarmak bu bilgisiz kazazların işi değildi. Bundan hiyeroglif, çivi yazısı gibi eski yazıların çözümüyle, okunmasıyla uğraşan uzman bilginlerin bile bir anlam çıkarabilmeleri olağan görünmüyordu.
Bu yazılar vakf[8 - Dua yazılı, çizgi şekilli muska.] veya tılsım, yadırganan zor bir cebrin bilinmez işaretlerine benzer beşpençe, kaz ayağı, anahtar dili, tarak dibi havaya kurulmuş çadır, birçok eğri, kırık, enine boyuna çizgiler arasında boru kef’ler, he’ler, vav’lar,[9 - Eski alfabenin k, h, v harfleri.] kargacıklar, burgacıklar, İbrani harflerine, mühr-i Süleyman’a, akrebe, yengece, ahtapota benzer tuhaf şeylerden meydana gelmişti.
En okunaklı yazıları okumayı başaramayan bu iki kazaz çırağı gözleri önünde bu güç harflerin çözümü kendilerine doğaüstü “manevi” bir kuvvet yardımıyla içlerinde doğacak ve açılıverecek imiş gibi boş bir umut ile uzun süre hecelemeye uğraştıktan sonra Agop:
“Zo bir şey çakabildin?”
“Bu pek derin bir işe benzor ahbar. Bundan ne Cinci Hoca bir şey ağnar ne papas ne de haham…”
“Vay?..”
“Vay ya… Ne sandın?… Sen bir şey çaktınsa söyle…”
“Avalım sustu… Buna işmarname derler.”
“Ne işmar edorsa ağnat bakayım.”
“O kaz ayaklarını görüyorsun?”
“He…”
“İşte onlar yavaş yavaş geloruz demektir…”
“Zo Agop fikrine hayran oldum. Daha ne deor?”
“Şu yengeci gördün? Yılanın kuyruğunu ısırmaya gidiorsa… Yılanla hırslanarak dönmüş ona dikiz edor?”
“He, fakat bundan ne çıkar?”
“Zo bu işaret: ‘Ensemden gelirseniz size sokarım.’ demektir…”
“Bundaki definenin tılsımı kaplumbağadadır. ‘Buraya bu hayvanın kanını akıtır iseniz tılsımın uçkuru çözülür.’ demektir…”
“Bu define bir don içinde duruyor ki uçkuru çözülsün?”
“Eh kıyak defineler don içinde saklıdır…”
“Boş laf etme ahbar, şimdi don modası geçti. Bütün mallar meydandadır.”
İki kazaz bu bilinmez işaretlerin önünde garip iddialarla akşamı ederler…
4
Ebülfazıl Enverî, “kimya-yı batıl”[10 - Alşimi.] düşkünlerinden ölü Nasrullah Efendi’nin oğludur. Hobyar semtinde, geniş bahçe ortasında, mahzenli, bostan kuyulu, dehlizli, musandıralı bir konakta büyüdü. Anlatırlar. Eski zamanın “ulemazadeleri” varmış. Lazımlıkta otururlarken kendi gövdelerinden fışkıran bir gürültüden korkarak: “Anneciğim… Dadıcığım… Oturak bana bum dedi!” çığrışıyla kaçarlarmış. Enverî işte bu kuşağın parlak örneklerindendir. Koskoca oğlan iken uçkuru göğsünün üstünde düğümlenmiş bir don, başında kulaklarının yarısını örten bir pamuklu takke, elinde değnek, gün boyunca harem sofralarında topaç çevirir. Selamlığa bir konuk geldiğini görse mabeyin kapısından dilini çıkarıp: “Ö!” der kaçar. On altı yaşında ancak Vezzariyetüye[11 - Kur’an’ın sondan üçüncü cüzü.] çıkar? Yirmi beş otuzunda hâlâ adına çocuk denir. Dadısız ayakyoluna, lalasız sokağa gidemez. Gitse de iki mahalle aşırı bir yerde kaybolur. Kendinin nerede olduğunu kestiremez. Adını sorarsanız cevap vermeye utanır. Gövdesindeki kimi organların adlarını bilmez. Gerdeğe girdiği gece, yenge kadının verdiği bilgileri ders gibi harfi harfine ezberler. İki kelimesini unutsa nasıl davranacağını şaşırır. Ellerinde kılavuz kitaplarıyla geziye çıkan gerdek âleminin en yürek çarptıran sırlarına, yabancı bir elin yol göstericiliğiyle erer. Kadına ilk sarılınca babasından öğrendiği duayı okur.
Cumartesiler uğursuzdur. Salı günü işe başlamaz. Ayın son çarşambasını sayar. Muharremin onuna dek az su içer. Kurban Bayramlarında kesilen hayvanların kanlarına parmağını batırır. Damga gibi alnının ortasına basar. Cinlerden, perilerden, şeytanlardan ödü kopar. Çarşamba karılarından, karakoncoloslardan titrer.
Babası Nasrullah Efendi’nin konağında kimyahanesi ve gece gündüz işler kimyagerleri vardı. Nasıl hazırlandıkları ve bileşimleri büyük sırlardan sayılan özler eritilir, karışımlar yapılır, potalara dökülürdü.
Nasrullah Efendi, altın bileşimiyle, her derde deva olan ve insan ömrünü sonsuz uzatan “şemşirek” taşını veya ulu iksiri bulmaya uğraşıyordu. Sırların saklanması için yer altı mahzenlerinde çalışan kimyagerlerin sakalları ağarıyor. Yıllardan beri ocaklar yanıyor, potalar kaynıyor. Efendinin bu sırdaşları durmayıp çalışıyorlar. Fakat ne altın yapabiliyor ne de her derdi iyi eden ulu iksir bulunuyordu.
Kimyacılar, pek uzun yıllar süren bu başarısızlıklarından bezmeyerek ve araştırma usullerini değiştirmeyerek aynı yoldaki uğraşmalarını sürdürüyorlar. Hintli bir dervişin kerametli ağzından işitilen tertipler, eski kitaplarda görülmüş bilmecelere benzer bileşim temelleri üzerine gidiliyor.
Doğudan, batıdan, güneyden sırtları pöstekili, elleri teberli, lüle lüle kirli saçlı gezginler gelerek Nasrullah Efendi’nin evinde konaklıyorlar. Dağarcıklarından, keşküllerinden çıkardıkları bitki kurularını, iksirleri, özleri, tozları, hediyeleri altından pahalı değiş tokuşlarla ev sahibine güya armağan ediyorlar. Potalar altından değerli kimyasal şeylerle doluyor. Fakat ne yapılırsa yapılsın altın bileşiminin sırrına erilemiyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-rahmi-gurpinar/efsuncu-baba-69428731/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Devr-i dilâra: Gönlü süsleyen, hoşlandıran çağ (II. Abdülhamit’in zamanını övmek için kullanılırdı.).
2
Elemge: Çile durumundaki ipliği yumak yapmak veya masuraya sarmak için kullanılan ve bir eksen üzerinde dönen araç ki dik bir eksene geçirilmiş olduğundan iplik elendikçe döner.
3
“güftesinden” anlamında. (e.n.)
4
Şairlik.
5
Mezarlarından.
6
Doğrusu “meskûkât”: Sikkeler, maden paralar.
7
Güya, sanki, imiş gibi…
8
Dua yazılı, çizgi şekilli muska.
9
Eski alfabenin k, h, v harfleri.
10
Alşimi.
11
Kur’an’ın sondan üçüncü cüzü.