Billur Kalp
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Hüseyin Rahmi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında toplumda görülen yoksulluk, işsizlik, zihniyet değişimi, alafrangalık, eğitim gibi konulara dikkat çektiği Billur Kalp’te yalnızca Türk kadının çalışma hayatına girmesini anlatmaz; bunu toplumsal konularla harmanlar. Çalışmak zorundan olan genç kızları tuzağa düşürmek isteyen bir iş yerinde gerçekleşen olaylar neticesinde Mürvet adındaki bir kızcağız intihar eder. Bir paşanın kızı olan Sema Hanım’ın da bilmeden bu bataklığa yolu düşer. Bunu gören nişanlısı onun da Mürvet gibi intihar edip, adını temizlemesini ister. Ancak Sema Hanım tüm kadınlara örnek olacak başka bir yolu seçer. “Oh insan, insan, yaratıkların en canavarı, en düzencisi insan, yaradılışın en anlaşılmaz, en iğrenç bilmecesi sensin… Yalnız kendin için, kendi keyfin için yaşarsın. Fırsat bulursan her şeyi bu keyif tapınağının önünde kurban edersin… Sonra halkın içine çıkar, hak ve adalet diye bağırırsın.” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Billur Kalp
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
BİRİNCİ BÖLÜM
1
Madam Zorluyan, önemli bir ticarethanenin ‘direktris’i[1 - Direktris: Kadın yönetici, müdire. (e.n.)] olduğunu gösterir bir çalımla, göğsünde prostela,[2 - Prostela: Önlük. (e.n.)] belinde bir demet anahtar, boşalan çiftehane odalarını dolaşarak yanındaki delikanlı hizmetçiye “Yervant!” dedi. “Bilirsin bu zanaatın da tadı kaçtı… Eski müşteriler geneleve avuçla para bırakıp giderler idi. Şimdikiler bizden bir şey aşırarak sıvışıyorlar. Arkalarında dolaşıp daima mukayyet olmalı ki soyulduğunu anlayasın. Ya ırz hastalıklarının bu kadar türlü be türlüsü şimdiyecek görülmemiştir. Ahlakı ve makinesi sağlam bu dünyada ne karı kaldı ne erkek…”
Yervant sırıtarak: “Sözünde az buçuk haklısın Madam…”
“Ka neden?”
“Ben de erkeğim…”
“He malum… İspata kalkma. Şüphem yok…”
“Yirmi bir yaşındayım. Beş senedir genelev hizmetçiliği ederim.”
“E! Bunun için iftiharlık rozeti istersin?”
“Daha makineme bir keder gelmemiştir.”
“Yervant, hıyar gibi laf etme… Makinenin keyfini kederini şimdicik soran vardır senden? Sanki sana imreneyim deyi sağlam olduğunu bana ballandırorsun?”
Yervant, para ile işini görebileceğini andırırcasına anası yerindeki bu kadının kart yüzüne dik dik cesaretle bakarak: “Ah Madam, bende o talih vardır ki sana dost tutulayım?”
“Haydi kaz yavrusu… Adam oldun da sen de kendini listeye koyuyorsun?”
“Denemesine varabilirsin… Ben daima aldığım parayı son kuruşuna kadar hak ederim…”
“Haydi zevzek, daima para… Ağzında başka şey gezmez…”
Direktris bir kapalı kapı önünde durup yumruğuyla küt küt vurarak: “Annik, bu üçüncü keredir ki kapını gümletiyorum. Ses vermeyorsunuz. Geberdiniz? Ne oldunuz? Geçenlerde Mari’nin genelevinde böyle bir şey oldu, iki sevdalı birbirinin koynunda büyük uykuya varmışlar… Vakıtlar acayip, siz de böyle bir iş etmeyesiniz? Beni meraka koymayınız. Çabuk cevap ediniz.”
Bir süre boşuna bekledikten sonra: “Bir Rabb’im, sana sığınmışım. Başıma bir bela verme. Oh mega hâlâm ses yok…”
Anahtar deliğinden içeriyi dinleyerek: “He solukları geliyor. Pis pis bir şeyler duyuyorum. Gebermemişler… Kız, niçin böyle inadına suspus durorsun? Cevap etsene?”
İçeriden Türk şivesiyle bir erkek sesi: “Madam Zorlu, niçin bu sabah bizi rahat bırakmıyorsunuz?”
“Hangi sabah evladım? Vakit ikindiyi geçti… Bir gecelik ücretiyle bunda iki gün yatılmaz… Aksatamıza ket vurma. Burası ticarethanedir, işimiz öyle ister ki dünküleri savalım ki akşama başkaları gelsin…”
“Haydi defol kapının önünden… Sözün parana geçer…”
“Hangi paraya geçecek. Geçen günü de böyle dedin. Borcunu deftere yazdırdın. Bu iş asla veresi kaldırmaz. Bütün esnaf ile bir olarak ben de kapımın üzerine ‘Bugün Peşin Yarın Veresiye’ ilanını koyacağım… Kız Annik, o kalkmayorsa sen niçin davranmıyorsun?”
Annik: “Ka bırakor ki kalkayım?”
Müşteri: “Ben onu yatağa çiviledim. Kalkamaz…”
Direktris: “Oğlum, kız hastadır. Çok eziyet verme… Ben onu biraz tımara, meramete koyacağım… Arnavutköy’de bir papas eniştesi vardır. Oraya gitsin birkaç gün havasını tebdil etsin.”
Müşteri: “Zevzek karı, hiç Beyoğlu’ndan Arnavutköy’e hava tebdiline gidilir mi? Oranın havası buradan pistir… Hem genelevde yorulup yorulup da papazın evinde dinlenilir mi?”
“Papas çok mübarek bir adamdır. Kıza iyi bakar…”
“Annik’in ablası da burada çalıştıktan sonra mı o mübarek adama vardı?”
“Perüz, ah ne iyi kız idi bilsen! Böyle Annik gibi üç gün zampara koynunda yatarak kendine kimseyi doyurtmaz idi…”
“Merak etme. Bu da doyurtmuyor. Doymuş olsaydım erkenden kalkıp giderdim. Bunu da çırak çıkardığın vakit bir piskoposa ver…”
“Haydi oğulcuğum, şimdi doktor gelecek kızları muayene edecek…”
“Doktor, Annik’i benim kadar uzun saatlerle derinden derine muayene edemez. Ben ona yetmiş kulaca iskandil saldım. Fazla yorgundur. Birkaç gün kızağa çekmeli, karinasını temizlemeli, açılan yerlerini güzelce kıtıklamalı, ziftlemeli… Sonra ben ona kendi imzamla temiz pratikası vereceğim…”
“Bu ne biçim laflardır ki edorsun? Bu koynundaki karı mıdır? Mavuna mıdır? Salapurya mıdır? İnsan kısmının dibi kıtıkla ziftlenir hiç?”
“Senin evindeki karılar, Yemiş İskelesi’ndeki dolmuşlardan berbattır. Fazla ve her cinsten müşteri taşımadan hep omurgaları bozuktur. Ziyade su ederler. Meltem havalarda bile yalpasız gidemezler. Müşterilere bulantı gelir…”
“Zevzek oğlu zevzek, susarsın artık! Evimin adını pise çıkaracaksın. Burası namuslu kerhanadır. Namuslu müşteriler alır… Kızlarımı beğenmiyorsan hesabını gör. İşine git… Onları elimi öpenlere çıkartırım. Hem de dört kat ücretiyle… Lafa karnım toktur. Haydi yavrum ben artık çene yiyemem…”
“Çene yiyemez isen sana iç kapaktan bir döş çıkartayım.”
“Zevzekzadem, elverir altık diyorum… Tramvaya, vapura, çimendüfere, arabaya, kayığa oturanlar paralarına kadar yol gidip nihayet inerler. Kiralık şeyler hep böyledir. Sen bindiğin salıncaktan inmek istemiyorsun. Bayramda çocukları görmedin hiç? Salıncakçı ‘Yandı!’ deyi bağırırsa ya tekrar para verirler ya ondan aşağı inerler…”
“Benim salıncakçım daha ‘Yandııı!’ diye bağırmadı ki…”
“Kız, bağırsana…”
İçeriden boğuk boğuk anlaşılmaz sesler işitildikten sonra müşteri: “Bütün nefes delikleri tıkalıdır; bağıramaz…”
Annik’in yerine Madam Zorluyan yaygaraya başlayarak: “Evime bir müşteri geldi. Lava demir attı. Üç gündür gitmeyor. Benim hesabıma yiyor, içiyor, erkekliğinin sefasını icra ediyor. Yatağından çıkan kızlar merametlik hırtlamba oluyor. Bana bir akıl öğretiniz. Hangi mahkemeden dava edeyim? Adalet kâtibine gideyim? Sulh hükemasına derdimi boşaltayım? Ka divane olacağım. Ben de bilmiyorum ki ne edeyim?”
Müşteri: “Sözümü dinlersen sana bir öğüt vereyim…”
“De bakayım yine ne kızıl yakut yumurtlayacaksın?”
“Sana hak veriyorum. Annik yoruldu…”
“He, babanın canına irahmet… Yoruldu… Evladım yoruldu. O da candır. Şimdi kanun koydular. Sekiz saatten ziyade çalışılmayacak… Bu sizinki on sekizi, yirmi sekizi, kırk sekizi geçti… Kızlar ağızlarında kaç gündür ‘grev’ sakızı çiğneyorlar… İşe paydos ederlerse sonram bütün zampara kardaşlarınla beraber ne yapacaksınız?”
“O zaman sizin gibi emekliler işe girişirler.”
Madam Zorlu’nun koca memeli göğsü oynar gibi fıkır fıkır titreyerek: “Ah aman, zevzekliği bir yana bırak şimdi. Şakalığa vaktim yok… Verecek öğüt ne idi?”
“Annik çok yoruldu…”
“He evet… He evet…”
“Onu yanımdan al, yorulmamış bir kız gönder… Hani ya üç gün önce bir körpe sermaye geldiydi… Araksi…”
“Karnaksı… Ona da çarçabuk göz koydun?”
“Senin çıkarın için söylüyorum. Benim Atpazarı’nda cambazlığım vardır. Çok haşarı kısraklar alıştırdım… Bakalım bunun da bir huysuzluğu var mı? Yolu nasıl? Eşkin mi? Rahvan mı, tırıs mı gidiyor?”
“Hem koynuna körpecik kız koyacağım. Hem de sana üstelik cambazlık ücreti vereceğim?”
“Öyle ya şimdi kimse kimseye babasının hayrına iş görmüyor…”
Yervant birdenbire telaşla: “Madam… Madam…”
“Ne var ki?”
“Vortik gelor…”
Madam Zorlu, koridorun ucundan kopan kara yağız bir başka Ermeni delikanlısına dönerek: “Vortik hele gelebildin…”
“İşte geldim Madam…”
“Ne haber getirdin?”
“Müjdemi isterin!”
“Müjde? Ne oldu ki?”
“Doğurdu…”
“Doğurdu? Patlasın…”
“Bir kızınız oldu…”
“Büyüyüp de belediyeye orospu kayıt olununcaya kadar kırk furun ekmek ister… Ah bir fahişe için tamam zanaatının işlek zamanında doğurmak ne felakettir… Çocuk ana lahmine ne sağlam oturmuş. Ne kadar keskin ilaç var ise yaptık. Kâr etmedi… Miryam’ın kadınlığından başka sermayesi yoktur. Her gün karnı bir parça daha üfürüp şişiyordu… Fakat zavallı kızı yine ben her gece kiralıyordum… Tamam ağrısı tutuncaya kadar dokuz ay on gün çalıştı. Bunca zorluğun altında çocuğa yine bir şey olmadı… Tanrı’nın işine akıl erer hiç? Çocuğun babası da belli… Kim olduğunu biliyoruz.”
Yervant’la Vortik iki elleriyle kalçalarını tutarak sarsıla sarsıla gülmeye başladılar… Gür bir kahkaha da kapalı odadaki Annik’in müşterisinden fışkırdı.
Madam: “Budala aptallar dibinden kavrayamadığınız bir maslahata gülmeyiniz… Ben bir laftır ediyorsam sözün özü nereden aktığını bilirim. Çocuğun babası zengin bir Türk’tür. Kızı altı ay dost tuttu. Bilirsin Türkler gayetle kıskanç olurlar. Miryam’ı kendi dininden lamehlemlik[3 - Lamehlemlik: Namahremlik. (e.n.)] bir karı gibi örtüye koydu. Sonram kapatması vardır deyi beyin karısı duymuş… Patırtılar, gürültüler, bilmem neler olmuş… Onun üzerine bey, Miryam’ı azat puzat etti. Kız, buraya tamam dört aylık gebe döndü… Beş ay sonra doğurdu. Hesap kitap meydanda…”
O aralık Annik’in oda kapısı açıldı. Üzerinde iki yanı yırtmaçlı kısa bir gecelik gömleğinden başka bir şey taşımayan şallak mallak esmer bir delikanlı aralıktan gözükerek: “Madam Zorlu, rica ederim, bu Türk beyinin adını bana söyler misin?”
“Madam: Ne yapacaksın? Şantaj edeceksin?”
“Hiçbir şey yapmayacağım… Sadece merak ettim, işte bu kadar…”
Madam Zorlu üzüntülü bir gülümseyişle: “Adam sen de bu dünyada ilk doğuran orospu Miryam değildir… Bu türlü bir kaza nikâhsız çiftleşen her kadının başına gelebilir. Fakat dert, irazalet dişisinin üzerine patlar. Baba çekilir, gülerek karşıdan keyfine bakar. Ana, dokuz ay karnında taşıdığı bu yükü ‘Ah aman gıt gıdak…’ deyi zorlu ağrılar ile yumurtladıktan sonram bu canlı belayı kubura atsın? Kuyuya bıraksın? Boğsun? Gömsün? Ne yapsın? Şaşırır… Hükûmetin gözü de ananın üstündedir. Vay ‘caniyeyi merkume’ sen evladını boğmuşsun deyi karıyı mahkemeye sürüklerler. Baba, hâlâm hiç tınmaz, karşıdan güler durur. Hâkimler karı değildirler ki orospudan yana olsunlar… Onlar, hep kendi cinsleri zamparadan yana olurlar. Zavallı karı, mahkemenin huzurluğunda bıngır bıngır bağırır ki: ‘Efendim, ben bu piçi babasız doğurmadım. Bu suçu benimle birlikte işleyen bir de erkek vardır. Suçun büyüğü onundur. Çünküm bu iş olsun deyi bana yalvar yakar olmuş, avuç doluları da para vermiştir…’ Hakim babalar cevap olarak ağır fıstık bir makamdan ‘Çocuğun babasını ispat et.” derler. Ka bu iş öbür nev maslahatlar gibi başkalarına gösterilebilir ki ispatı kabil olsun?”
Cascavlak vücudunun orasını burasını kaşıyarak kapı aralığından sırıtan müşteri:
“Madam, her şeriatta, kanunda bunu ispat için usuller vardır…”
Madam Zorlu, öfkelenen bir tavuk gibi kabararak: “Saim İzzet Bey, orospu koynundan çıkmışsın, daha elbiseni üzerine koymadan lafa karışıyorsun? Kanunlar, kemanlar bu işe bir guguk koyabilir hiç! Dünyada kaç piç vardır? Bunun için istatistik tutan oldu? Doğuran kocalı kadınlar hep efendilerinden çocuk yapıyorlar sanıyorsun? Onlara ister istemez inanorsun. Çünküm onlar ırz ehliyetlik sigortası altında doğuruyorlar… Onlar yalan söyleseler de inanırsınız. Fahişeler doğru deseler de inanmazsınız…”
Vortik birdenbire lafa atılarak: “Madam, sana çok iyi haberler getirdim. Pek kazançlı işler var… Ecnebi subayları karı istiyorlar… Boş lafları kes işimize bakalım…”
Madam: “Bu zamanda karıdan bol ne var? Sen paradan haber ver…”
Vortik: “Fakat Madam, nazik bir şart koyuyorlar…”
Madam: “Ne imiş bu nazik şart?”
Vortik: “Urum, Ermeni, Frenk, Levanten karı istemiyorlar…”
Madam: “Bu milletlerin dışında Çingene karısı mı arıyorlar?”
Vortik: “Hayır, Türk karısı…”
Direktris, kaşlarını yukarı kaldırıp ağzını büzerek Vortik’e bir sus işareti verdikten sonra: “Ben onlara Türk’tür deyi Ermeni, Rum kızlarını kaç defa yalancı dolma gibi yutturmuşum… Nereden bilecekler? Karı kısmisi üzerinde milletinin damgasını taşımaz a? Türk’ün erkeği sünnetinden bellidir. Bu İstanbul’da öyle kanlı vakalar olmuştur kim sünnetini gösteren canını kurtarmıştır… Fakat Türk’ün karısı tıpatıp bize benzer. Dil bilmez bir Frenk çıkarttığı karının cinsini nasıl ayırt edebilir?”
“Frenkler Türk karısını vücudunun tuvaletinden ağnarlarmış…”
“Şimdiki alafranga Türk karıları tastamam bize döndüler… Eskisi gibi vücutlarının kurumlarını temizlemiyorlar…”
“Modern kocalar böyle istiyorlar.”
“Zamparalar da öyle…”
“O hâlde Türk karısının ‘partiküliye’[4 - Partiküliye: Particulier; hususi, özel. (e.n.)] ne tadı kaldı?”
“Güya kanları bizden sıcak olurmuş… (Müşteriye dönerek) Sen bu işe ne dersin İzzet Saim Bey?”
“Gönlümün beğendiği karı olsun da ben milliyetine hiç bakmam…”
“Ben de kazancıma bakarım. Sattığım meyve isterse Şam fıstığı olsun, isterse Rus bademi, isterse İstanbul çileği… Ne ararlarsa dükkânımda onu bulundurmaya uğraşırım… Fakat Frenklerin Türk karılarına itibar etmeleri onların saklı gezdiklerinden dolayı idi. Onlar da bizim gibi mezada çıkıp bollandıktan sonram ehmiyetleri kalmaz.”
Madam Zorlu, Vortik’i kolundan öteye çekerek: “Haydi gel, biz işimize bakalım.”
İzzet Saim, kapı aralığından bir iki adım ilerleyerek: “Benden gizli mi Madam?”
“A elbette… Zanaatıma ortak olmak niyetindesin? Türk’ün karısı şöyle böyledir ama erkeği düpedüz barbar olur. Kendisi her çeşit milletlerin karılarıyla yatar kalkar. Fakat bir gâvurun Türk hanımının koynuna girdiğini duyarsa hemen bıçağı dayanır… Haydi sen esvabını koy. Hesabını gör. Zavallı Annik iki gecedir döşekte pastırmaya döndü. Bırak ki o da biraz hava alsın… Ben sermayelerimi bir ana duygusuyla çalıştırtırım. Onların sağlıklarını düşünürüm…”
Madam Zorlu, evinin genç simsarı Vortik’i bir odaya çeker. Kapıyı kapar…
İzzet Saim, fırsatı ganimetten bilerek hemen giyinir. Annik’in eline iki üç kirli kâğıt sıkıştırıp onu bol öpücüklere ve tatlı sözlere boğduktan sonra evden sıvışır…
2
Delikanlı, pelteleşmiş bir vücut, gevşemiş sinirler ile ince damarlarına dek yorgunluk duyarak Parmakkapı’dan kendini tramvaya atar; gözleri yarı kapanık, uyuşuk, kırpışık düşünür. Genelevci ile genç tellal arasında geçen konuşma, bir düş alacalığında zihnine yerleşir: Yabancı subaylar Türk karısı istiyorlarmış… Bu sevinçli haber üzerine Genelevci ile aracısının tuzağa Türk karısı düşürmek üzere kumpas kurmak için kapalı bir odaya çekilmelerini Saim İzzet bir türlü sindiremez…
Zihni bu kuruntu ile güreşe güreşe İstanbul’da Yusufpaşa’daki evine kapağı atar, yatağa yatar. Yorgunluk her kaygısını yener. Ertesi günün sabahına kadar deliksiz bir uyku çeker.
Bir hafta geceli gündüzlü hovardalıktan sonra mangal altına bitkin düşen mart kızgını kediler gibi, oğlunun fahişe koynunda didim didim didinip geldiğinden haberi olmayan ihtiyar anası telaşla İzzet’in başında dört döner, “Nen var yavrum?” sorularına bu kıllı bebek, anlaşılmaz homurtulardan başka karşılık vermez. Nihayet ertesi sabah gözlerini açıp açıp tekrar yumarak koynunda Annik’i arar gibi döşeğin bir yanından öbür yanına gerine gerine yuvarlanarak güç hâlle kalkar… Kocakarıya ilk sözü şu olur:
“Anne, paran var mı?”
“İlahi oğlum, sen vermedikten sonra nereden olacak?”
“Ben sana geçen günü yarım lira vermemiş miydim?”
“İki hafta oluyor…”
“Harcadın mı?”
Kadın, oğluna karşı sır tutamadığını sezdirir anlamlı bir sırıtışla, “Harcadım gitti…”
“Neye gülüyorsun?”
“A gülüyor muyum?”
“Haydi haydi çıkar. İhtimali yok, sen elli kuruşu birden harcayamazsın. Herhâlde yirmi kuruşunu olsun saklamışsındır. Ver bana sabahleyin kahveye çıkacağım, harçlığım yok. Yakında beyden para alacağım… Ben sana faiziyle yine veririm…”
“Ah İzzet, ne kendin para tutarsın ne benim cebimde bir onluk bırakırsın… Beş kuruşum oldu mu saklayamam. Belli ederim. Hemen elimden alırsın.”
Kadın gider. Dolapta bohçaların altındaki büyük bir kutu içinden, bir kitap yaprakları arasından yeni ütülenmiş gibi düzgün bir yirmi beş kuruşluk çıkarır. Saçıp savurmaması öğüdüyle oğluna verir. İzzet, parayı cebine tıkıştırarak soluğu mahalle kahvesinde alır…
İçeri girer girmez köşeden iki ses yükselir:
“O İzzet, neredesin be? Kayıplara, kırklara mı karıştın? Allah versin, yine dünyalık tutuyorsun galiba… Nazik vücudunu Beyoğlu genelevlerinin yaylı karyolalarında mı rahatlandırıyorsun? Böyle bir cümbüş oldu mu bize haber vermeden hemen sıvışırsın…”
Saim İzzet, Ali Fikri ile Ahmet Necmi’nin arasına oturur. Bir çeyrek, yirmi dakika yârenlikten sonra Ali Fikri:
“Gel İzzet, seninle yarım lirasına bir tavla atalım. Kokozluktan[5 - Kokozluk: Parasız, züğürt olma durumu. (e.n.)] Tanrı korusun, öyle hafifledim ki uçuyorum şöyle… Cebimde Talat imzalı bir miso lira var… Merhum olduysa da kutlu adı koynumuzun en sıcak köşesinde geziyor… Ya alırsın ya verirsin…”
Tavlayı ayarlar. Çat çut iki saat oynarlar. İş, kim verdiye kalır. Sonunda oyunu kazanan Ali Fikri gümbedek tavlayı kapayarak: “İşte bunu bu kadar bilirler…”
Yenilen Saim İzzet, yumruklarını kulaklarına dayar, dirseklerini ileri sürer. Yorgun yorgun gerinerek: “Zardır bu oğlum. Karıya benzer. Bugün sana gülerse yarın bana döner.”
Oyunun seyircisi Ahmet Necmi:
“Saim İzzet, son oyunda iki açık kapıya bir gele attı. Partiyi kaybetti.”
Arkasındaki eski hâkî ceketiyle bir asker kaçağına benzeyen, genç, yalabıkça[6 - Yalabıkça: Yakışıklıca. (e.n.)] fakat gayet kirli kahveci yamağı Tosun, tavlayı kavrayarak: “Oyun kimde kaldı?”
Saim İzzet, dövüşe hazırlanan bir horoz gibi başını dikerek: “Ne yapacaksın? Gidip tebeşir çekeceksin değil mi?”
Tosun, çağanozvari yampiri bir bakışla: “Para vermezsen elbette gidip tebeşir çekeceğim.”
“Hani ya lokum?”
“Getireceğim…”
“Ha getireceksin… Kurnazlığının ben çoktan farkındayım. Söylemedikçe lokumu getirmiyorsun… Unutturabilirsen kendin yiyorsun…”
“Bedava tavla oynuyorsun, bir de üstelik lokum mu yiyeceksin?”
Ahmet Necmi lafa atılarak: “Haydi terbiyesizleşme… Getir lokumları…”
Saim İzzet, birkaç lahavle ile baş sallayarak: “Bu hayvan oğlanın bir gün avurdu ortasına bir yumruk indireceğim çenesi dağılacak…”
Lokumları getirmeye giden Tosun, yürürken ağzıyla bir carta çekerek: “Yavaş gel… Benim suratımı pişmiş kelle mi sanıyorsun dağıtacak?”
Yamak açıldıktan sonra Saim İzzet:
“Bilmem ki bizim de ne acayip hâlimiz var. Niçin karşıki Halil’in kahvesine gitmiyoruz da bu mundar oğlanın ağız kokusunu dinlemeye buraya geliyoruz?”
Ahmet Necmi: “Ayak alışmış da onun için…”
Ali Fikri yayık bir gülümseyişle: “Hep bunlara sebep ‘kesedar’ efendidir…”
Ahmet Necmi: “O da kim ulan? Konferansçı mı? Türkçü mü Lüpçü mü?”
Saim İzzet: “Artık ne kese kaldı ne kesedar. O püsküllü ipek keseleri büyükbabalarımız kullanırlarmış; ellerini içine daldırınca para çıkarırlarmış… Sen şimdi cebine sokunca elin neye dokunur biliyorsun ya?”
Ahmet Necmi: “Öyledir! Kimi kez pantolonumun cebini belki bir kırıntı kalmıştır hülyasıyla derinden derine karıştırmak için el salarım. Dediğin olur…”
Ali Fikri: “Biz şu aralığın tahta kaplamalarını tebeşirle donatmadıkça kahve değiştirmeyiz…”
Ahmet Necmi: “Biz kasaba da bunu yaparız, bakkala da, ekmekçiye de…”
Ali Fikri: “Aftosa da, piyosa da…”
Ahmet Necmi: “Hükûmet vermezse elbet geçim piyasası tıkanır. Halk esnafın, esnaf tüccarın, iskambil kâğıdı gibi herkes birbirinin üzerine devrilir. Başka ne yapabilirsin? Çalmak yasak kaime[7 - Kaime: Kâğıt para. (e.n.)] yapmak yasak; eski mundar kâğıt paraları kırpıp bahçeye eksen filizlenmezler…”
Saim İzzet: “Para olsun da eski olsun, mundar olsun razıyım fakat bugünlerde elime beni doyuracak kadar geçmiyor. Ne kadar paramparça olsa arkasına bir tükürük, üzerine bir kâğıt, rast geldiğine dayarsın gider. O da başkasına geçirir… Dünya böyle döner…”
Ali Fikri: “Bu kaimeleri imzalayanların adları en çok bu kâğıtlar üzerinde kirlendi. Berbat oldu. Şöhretlerine bulaşmayan pislik, mikrop kalmadı.”
Yamak Tosun, elinde küçük bir fincan tabağı içinde nişasta ile pudralanmış lokumcukları getirir, masanın kenarına kor.
Saim İzzet: “Ulan, lokum böyle mi getirilir?”
Tosun, çatık, süzgün bir bakışla: “Nasıl getirilir?”
“Hani bunun altında bir tepsi? Hani yanında iki bardak su?”
“Burası gazino değil…”
“Evet burası gazino değil… Burası öyle berbat bir yer ki… Hele şu ellerinin pisliğine bak. Habeş eli mi? Beyaz eli mi? Belli değil… Cadı tırnaklarının arasına oklava gibi kir dolmuş. Bakkal çırağı mısın? İşkembeci yamağı mı? Kahveci mi? Bu iğrenç ellerinin sürüldüğü şeyleri hiçbir mide kabul etmez. Lokumları bu salyangoz parmaklarınla mı tabağa koydun?”
Tosun, bir yadırgayışla ağzını çarpıtarak: “Ayağımla koyacak değilim ya…”
“Ulan hayvanoğluhayvan, lokumu şişe kavanozun içinden bir maşa yahut çatal ile alırlar. Tabağa öyle koyarlar…”
“Maşa ile sabahleyin sıçan tuttuk… Çatal gâvur icadıdır. Müslüman kahvesinde bulunmaz… Ustam sofudur. Çatal meyhanelerde olur. Bak iki adım ötede cami-i şerif var…”
“Ulan senin ne mal olduğunu bilmez miyim? Şimdi bana Müslümanlık mı satacaksın? Pisliğin adını sofuluk mu koyacaksın? Ustanı, hele seni hiç camide gören var mı?”
“Oraya senin gittiğin var mı ki beni göresin? Biz ustamla camiye gidemez isek de günde birkaç defa abdesthanelerine uğrarız.”
“Tuhhh mundar. Ellerin böyle berbat… Bari suratın bir parça temiz olsa… Ağzın burnun kahve telvesi içinde… Fincanları yalayarak mı temizleniyorsun? Ne yapıyorsun?”
Tosun, kısık bir kahkaha ile: “Su bulunmadığı yerde teyemmüm caizdir… Bilmez misin sen? Ben böyle soytarı gibi yüzümü gözümü telvelemesem hâlim yaman olur…”
“Neden ulan?”
“Şehir çocuğusun; şıp diye lafın babafingosuna fırlamalısın. Akşamları burası sarhoş uğrağıdır. Tuvaletli suratla gezinirsem Meryem Ana gibi birbiri arkasına beni öpmeye kalkarlar… Böyle Şafii köpeği süratiyle dolaşıyorum da ellerinden zor kurtuluyorum. Yatsıdan sonra sulanan sulanana… Ak sakallı Hacı Raif’ten ne umarsın? Bir akşam kahveyi tenha bularak beni ihtiyar kollarıyla şu aralıkta karmanyolaya[8 - Karmanyola: Şehir içindeki ıssız yollarda ölümle korkutarak yapılan soygunculuk. (e.n.)] getirmek istedi. Dizimi göbeğine koydum. Sıkıca bir çelikledikten sonra, ‘Baba, ak sakalından utanmıyor musun?’ dedim. Cüzdanını açtı. Benim için öyle yepyeni bir kâğıt lira hazırlamış ki…”
Öbür köşeden: “Tosun, az şekerli bir kahve yap…”
“Yapalım… Zaten şimdi ağdalı içen kalmadı ki…”
Saim İzzet, yamağın arkasından bağırarak: “Ulan yeni lirayı görünce ne yaptın?”
“Geç canım yürü… İhtiyarın fikri başka imiş… Kendi ırzıma leke getirmeden lirayı hak ettim. Şimdi bir tek zanaatla geçinilmiyor. Fakat… Çakarsın a? Laf aramızda… Herkesin esrarı kendine…”
Ali Fikri yavaşça: “Edepsiz hayta, hacıyı lekeliyor…”
Ahmet Necmi: “O herif de ne sinsidir… Gençliğinde Şam’da bulunmuş, buraya aykırı bir ahlakla dönmüş… Bize ne günahkârlık bulaşırsa bu mübarek ülkelerden gelir… Hacıyı torunu yerindeki bir oğlanla şakalaşırken kaç defa gördüm. Böyle pise yüz verilir mi?”
Saim İzzet: Hacıyı görünce söyleyeyim… Arkasından ne kirli taşlar fırlatıldığını bilsin…”
Ahmet Necmi: “Hacıda o yeni liralar, Tosun’da bu ahlak varken ne söylesen para etmez… İş yine tıkırında gider. Ahlakı bozuk ihtiyarlar, böyle düşkünlüklerde gençliği gölgede bırakıyorlar…”
Ali Fikri, göğsünü ileriye kabartıp kollarını geriye vererek tatlı tatlı gerine gerine: “Canım hacıyı Tosun’u bırakınız şimdi. Bilirsin midesine, ötekinin de suratına… Biz kendi dalaveremize bakalım… Bugünlerde çok açlığım var… Canım öyle bir karı istiyor, öyle bir karı istiyor ki…”
Saim İzzet, aynı tatlı gerinme ile gözlerini bayıltarak: “Nasıl karı?”
“On sekiz yaşında, dolgunca vücut bir afet… Hani ya incecik elbisesi art davlumbazının ortasında derin ve uzun bir çizgi çizer… Her adım atışta bu yuvarlak kısım iki kalçaya doğru bıngıl bıngıl gider gelir…”
Saim İzzet, Ali Fikri’nin iki küreği arasına bir yumruk aşk ederek: “İşte ona Havva Ana değirmeni derler. Hazreti Âdem’in unu orada öğütüldü.”
“Ooof be arkamı çökerttin. Havva Ana’mızın o bıngıl değirmeniyle birlikte senin de galiba fena hâlde başın, zihnin, aklın dönmüş.”
“Ne dersin kardeşim… Şimdiki jarseler, krepler, o püften ipincecik kumaşlar körpe kadın vücutlarının kuytu yerlerine öyle sokuluyorlar ki bu fanteziye dokumalarda çok duygulu bir zampara ruhu bulunduğuna insanın hükmedeceği geliyor…”
3
Ahmet Necmi saatine bakarak: “Ona geliyor. İzzet, seni yazıhanede beklemezler mi?”
“Beklerler. Ne çıkar ondan!”
“İşiniz yok mu?”
“Arada sırada olur. Fakat çok zaman sinek avlar dururuz.”
“Sinek avlamakla handaki o dairenin kirası çıkar mı?”
“Kimin umurunda?”
“Ne demek?”
“Ne demek olacak… Apartmanın kirasını bizim bey oradaki kazancından mı veriyor sanıyorsun?”
“Ya nereden veriyor?”
“Harp zamanında bizim beyin mebusluktan başka sekiz önemli görevi vardı. O zaman yükünü tutmuş. Sana bir iktisat kuralı söyleyeyim: Ortalık yoksulluk sıkıntısı içinde kıvranır, herkes açlıktan inlerken öte yanda sekiz on kişi zengin olur. İşte bu, bir kolpası-na getirip kanunun elverişli yanından yararlanarak etrafı soymaktır. Bu mutlu azınlığa girebilirsen çalarsın düdüğü… Bizim bey zengindir. Öyle birkaç apartman kirası ona vız gelir. Şimdiki uçarıca harcamalarını güya bu yazıhaneden çıkarıyormuş gibi gösteriyor. Bu da aleyhindeki kötü sanılara bir perde çekmek için bir dalaveredir… Çakıyor musun? ‘Velinimetim’ aleyhinde bana boşboğazlık ettirmeyiniz be…”
Ali Fikri: “İş olmadığı vakitlerde akşama kadar ne yaparsınız orada?”
Saim İzzet: “Tatlı tatlı gır geçeriz…”
“Ne gırı?”
“Karı lafı be… Her gün idaremiz işsiz güçsüz misafirlerle doludur. Gelsin cigara, kahve, çay, limonata… Gırla lakırtı.”
“Karı ticareti mi yaparsınız?”
“Yok… Bu konuda biz tüketiciyiz… Karı dedin mi bizim beyin göğsünde ciğerleri görünür…”
“Karıcılıkta sanki sen ondan aşağı mısın?”
“Bu noktadaki zevklerimizi tamamıyla birbirine uygun olduğu için Semih Atıf Bey’e kapılandım ya…”
Ali Fikri mayhoş bir şey söyleyeceğini anlatır bir yüz buruşukluğuyla: “Kızmazsan sana bir şey söyleyeceğim.”
“Lafına göre…”
“Lafın benimle ilgisi yok. Duyduğumu söyleyeceğim.”
“Söyle…”
“Sizin idarehaneye arada sırada kadın misafirler de geliyormuş…”
“Olabilir a… Şimdiki zamanda bu şaşılacak bir şey mi?”
“Aralarında çok şıkları, güzelleri, eşsizleri varmış…”
“Bu da şaşmaya değer bir şey değil.”
“Kimi de sizin bey bu güzel ziyaretçilerle odaya kapanıyor, sen kapı önünde bekçilik ediyormuşsun.”
“Al bilmem neresinden vur duvara… Bu da sanki laf mı? Oğlum ben emir kuluyum. Bana ‘Şu kapının önünde biraz bekle!’ emrini verirlerse ‘Hayır beklemem!’ demek olur mu?”
“İçeriye oynak, aynalı bir genç karı ile kadın düşkünü bir delikanlı kapanırsa senin kapı önündeki bekçilik görevinin adı ne olur?”
“Pezevenklik, diyeceksin…”
“Dersem haksız bir şey mi söylemiş olurum?”
“Hâlâ büyükbabanın zihniyetiyle yaşıyorsun. Hâlâ hayvanlara özgü çayırlıkta otluyorsun. Bu bekçiliğe hovardalık dilinde ‘arkadaşlık’ derler. Gün ve sıra gelir ki bey de öyle bir kapı önünde beni bekler. Bu ham düşünceleri kafandan at. Biraz yontul, biraz incel… Bir erkekle kadının bir odaya kapanmaları dünyayı altüst edecek bir mesele, bir cinayet değildir. Eskiden Türk mahallesinde bir eve zampara girdiği duyulursa yedi semtin halkı ayağa kalkar; zaptiyeler, polisler, imamlar, muhtarlar, bekçiler silahlarla, sopalarla toplanır, kıyametler koparmış… Talihsiz zamparanın dayaktan cavlağı çektiği de olurmuş… İstanbul sokaklarında sürü sürü köpekler gezerken bu hayvanların çiftleşmelerine de müsaade edilmezmiş. Böyle bir suç işlerken görülen çiftlerin üzerlerine taş, sopa, gaz tenekeleri yağdırılır, sular dökülürmüş… Zavallılar yaralar, bereler, kanlar içinde kalırlarmış… Her şeye dayanan İstanbul halkının sinirleri nasılsa bu hâle dayanamıyor… Tabiatın bu önüne geçilmez kanununa bu denli şiddetle karşı gelmek gerçek namusluluk değildir. Karını iyi seç, iyi idare et. Kızlarının, oğullarının eğitimlerine özen göster, keyfine bak… Bu dünyada zorla hiçbir şey olmaz. Uygunsuz, yaraşıksız, zorbaca evlenmelerden her türlü kötülükler çıkabilir… Bu cahilce, aşırı geri düşüncelerin sonu nereye çıktı, görüyorsun ya? Bugün bir rıza göster de hâli seyret… Fetva emininin torunuyla kucak kucağa dans edebilirsin. Şimdi haydi gidelim. Divanyolu’ndan iki adım ötede bir kâgir konağın kapısını çalalım. Karşına fıstık gibi dolgun, beyaz, güzel fıkır fıkır bir hanımefendi çıksın… Sermayelerini beğendirmek için karşına dizsin… Ye, iç, yat, kalk, gül, oyna, eğlen… Ne polisten çekin ne imamdan, bekçiden… Ne de konudan komşudan… Cüzdanında paran var mı? Sen onu haber ver… Ve bugün ceplerini doldurmak için kolayına gelen kazanç yollarından her türlüsüne başvurabilirsin. Hiçbir şey ayıp değil… Yalnız aç kalmak felakettir. Herkes gözünü açsın. Aldanmasın, çaldırmasın. Çağımız alıkları, beceriksizleri, tembelleri beslemez… Evet bizim bey, karı dalaveresiyle uğraşmaktadır. Yanı sıra ben de aşk meyvesiyle çöpleniyorum. Hoşuma giden afetler olursa peşlerine düşüyorum. Onda beş, iş oluyor… Neme gerek benim, beyin huyu ne olursa olsun… Vaktiyle parayı nereden kazanmış bulunursa bulunsun. Herhangi bir zenginliğin dibini kazısan altından çapanoğlu çıkar. Beyi ayıplayanlar öyle fırsatları elde edemeyenlerdir.”
İzzet, sen dersini almışsın… Ben de senin gibi beyin çanağını yalasam belki bütün günahlarını sevap gibi görürüm… İdarehanenize karı kapatmanız, bana karşıdan çirkin görünüyor. Bu işe hangi yüzünden baksan rezaletten başka bir şey değildir; işitip dururuz: Abdülhamit zamanında vekiller bunu nezaret odalarında yaparlarmış… Böyle olaylar türlü iğneli sözlerle gazete sütunlarına geçermiş, aylarca halkın diline düşermiş… Oğlum, erkekle kadının bu günahı işlemedikleri hiçbir devir yoktur. Fakat şimdi bu yönden bütün bütün uygarlığa girdik. Sana dedim; askın yok, baskın yok. Karının gönlünü et. İstediğin yere götür, eğlen…”
4
Saim İzzet, Sirkeci’de Kozacı Hanı’nın ikinci katındaki idarehaneye girdiği zaman vakit gecikmişti. İhtiyar Mansur Efendi, sürekli zayıf burnunun ucuna düşen gözlüğünü düzelterek büyücek bir deftere kayıtlar yapıyordu. İzzet’i görünce sesine titreme getiren bir sinirlenme ile haykırmak için kuvvetsiz boğazını zorlayarak: “Ay efendim neredesin? Arapyan Hanı’ndan gelecek faturalar var. Gümrükte hemen yapılması gereken işlerimiz yüzüstü duruyor… Küçük el defteri senin gözünde kilitli kalmış…”
Saim İzzet, yalana idmanla bir okul çocuğu gibi saldır suldur:
“Sorma hâlimi baba, bu akşam bizim kocakarı hastalandı. Koş bir doktora… Koş bir eczaneye…”
Mansur Efendi aldanmadığını anlatır bir bakışla gözlüğünün üzerinden gözlerini süzerek: “Bu sabah seni mahalle kahvesinde tavla oynarken görmüşler…”
“Kim görmüş? Yaradan Tanrı hakkı için…”
“Sus ant içme… İçeriki odadan bey, üç defadır seni soruyor…”
“Ne dedin?”
“Daha gelmediğini söyledim…”
“Ah baba ah, geldi de bir işe gönderdim desen olmaz mı?”
“Beni de mi lehine yalancı şahitlikte kullanacaksın?”
Elektrik çanı çınladı.
Mansur Efendi: “Ha işte çağırıyor.”
Saim İzzet loş ve kısa bir koridordan yürüdü. Kapı aşırı odaya girdi.
Semih Atıf Bey iki misafiriyle oturuyordu. Malik Tayyar, Nesip İhsan… Bu iki kafadar, bir vekil odası gibi geniş maroken koltuklara yayılmış, laf atıyorlar. Odayı duman bürümüş, bütün cigara tablaları dolmuştu.
Semih Atıf Bey, delikanlıyı görünce: “İzzet neredesin?”
“Bizim kocakarı…”
“Senin kocakarı yine mi hastalandı? Bu kadar zamandır dert çekiyor da hâlâ ölmediğine şaşıyorum… Şimdi kocakarıyı bırak; genç kadınlardan söz açalım. Hayli vakit oldu bana bir şey bulmuyorsun…”
“Ah velinimet, bu konuda çok titizsiniz. Kadın çok fakat size yaraşanını elde etmek zor. Piyasa görmüş olmayacak. Hâl ve tavrı fahişe kokmayacak… Eşsiz bir güzel, açılmamış bir gül olacak. Her şeyi ile birlikte ahlakını da kendiniz bozmaktan hoşlanırsınız. Böyle bir kumrucuğu ben hangi yuvadan ürkütüp çıkarabilirim?”
“Ben artık senden umudumu kestim. Başımın çaresine bakacağım… Buraya birçok kadın düşürmek için şimdi Malik Tayyar, Nesip İhsan beyler ile bir tuzak düşündük. Bu işle sen görevleneceksin…”
“Seve seve…”
“Şimdi bir ilan yazacağız. Bunu birkaç gazete idarehanesine götürüp ücretle bastıracaksın…”
“Başüstüne!”
Semih Atıf Bey bloknottan bir kâğıt kopararak önüne koydu. Kalemi hokkaya batırdıktan sonra sordu:
“Söyleyiniz bakayım. Ne yazayım?”
Malik Tayyar hafif bir düşünce süzgünlüğüyle: “Yaşı on sekizden aşağı, yirmi ikiden yukarı olmamak üzere bir kâtip hanım aranıyor. Yükseköğrenim görmemiş olması sakınca sayılmaz. Türkçe yazmayı iyice başarması şarttır. Daktilo ve başka diller bilenler tercih olunacaklardır.”
Nesip İhsan Bey, yaylı gözlüğünü çıkarıp burnunun köküne bir daha yerleştirdikten sonra taşkın bir karşı koyma sesiyle: “Yok… Yok… Yok… Ne yapıyorsun? Olumsuz bir şekilde olsa bile yükseköğrenim falan karıştırma. Türkçeyi iyi bilmesi şartını da atıver. Başka dil ve daktilo kayıtlarının da hiç yeri yok… Hele yaşının on sekiz yirmi iki olmasından söz etmek hiç uygun değil…”
Malik Tayyar, şaşkın bir çehre ile arkadaşına dönerek: “Kardeşim düşündüklerini anlayamadım. Maksat başka fakat biz gösteriş olsun diye bir kâtip hanım arıyoruz. Bu mesleğe yaraşır bazı nitelikleri ileri sürmek zorunda değil miyiz?”
“Şüphesiz… Lakin kardeşim, bir kurnazlık yapılacağı vakit onu tamam kıvamına getirmeyi bilmelidir. Örneğin şimdi bizim istediğimiz bir kâtip bulmak değil. Buraya o ad altında birçok genç kadın çekebilmektir. İlanımızı türlü şartlar ile göz ürkütecek bir hâle korsak işimize yarayacaklardan çoğunun cesaretlerini kırmış oluruz… (Semih Atıf Bey’e dönerek) Yaz: Genç bir kâtip hanım aranıyor. Vazife ağır değil; aylık dolgundur. Cuma ve pazardan başka Sirkeci’de Koza Hanı’nda 14 numaraya müracaat…”
Bu defa Malik Tayyar itiraz çapkınlığıyla: “ ‘Vazife ağır değil; aylık dolgundur.’ sözü şüphe davet etmez mi?”
“Hayır, şüphe davet etmez. Tersine bu iki söz, bir büyü etkisi gösterir… Buraya koşacaklardır. Zaten ırz, namus mutaassıpları böyle ilanlara pek aldırmazlar. Ve onlar uygun bir koca bulamazlarsa açlığa mahkûmdurlar. Fakat bugün İstanbul’da kocasız, ekmeksiz ne kadar zavallı var biliyor musunuz? Âdeta ortada bir ırz spekülasyonu dönüyor. Semih Atıf Bey, âdeta diyebilirim ki buraya gelip de kendisini size beğendirmeyi başarabilecek bir kadın, birkaç zaman için fuhşun en hafif suretiyle geçimi sağlayacağından dolayı öbür zavallılara göre çok mutludur.”
Semih Atıf: “Fuhuş seli pek çok kadın sürükleyip götürüyor. Bu süprüntülerin içinde pırlantalar da bulunabilir.”
Malik Tayyar: Haydi farz edelim ki böyle bir pırlanta avladın… Bunu ne yapacaksın? Kravat iğnesi mi? Yüzük taşı mı? Evli bir adamsın. Bu elması uzun süre açıkça kullanamayacaksın. Evlenemeyeceksin. Çünkü bu zamanın ahlak anlayışına ve düşünüşüne göre çifte karılı bir erkek iki başlı ejderha kadar korkunç görünür.”
Semih Atıf: “Adam sen de Tayyar… Bu lakırtıları nereden çıkartıyorsun? Ben evlenmek değil eğlenmek için bir karı arıyorum. Evlilik, bir erkeği bu çeşit zevklerden alıkoymak için yeter bir düğüm müdür?”
“Değildir. Lakin böyle havadan bir zevk için evdeki masum kadını işkencelere düşürmek de insanlığa pek şaşı bakan bir davranış sayılmaz mı?”
“Tuhaf şey. Bugün de ahlak hocalığın mı tuttu? Böyle bir endişe hangi evli erkeği zevkinden alıkoyabiliyor ki bana bu mavalı okuyorsun? On iki sene süren bir karı kocalığın sinirlerde yapacağı aşıntıyı, gönlüne doldurduğu doygunluğu, bıkkınlığı biliyor musun?”
“Evet bunu inkâr edemem. Lakin bu sonuç göz önüne getirilince kimsenin evlenmemesi gerekir.”
Semih Atıf Bey yerinden kalkıp tuhaf bir yüz buruşturmasıyla cevap vererek: “Evet… Öyle ya… Hayhay!”
“Ya siz niçin evlendiniz?”
“Evlenmenin ne olduğunu bilmediğim için… Bu tuzağa tutulanlar hep bilgisizliklerinin kurbanı oluyorlar. Şu saatte yüzde doksan dokuzunun pişman olduğuna hiç şüphem yoktur.”
“Oh, çok tuhaf nazariye. Zaten şu zamanda düzen ve ahlak bağları bozulmuş olan bu dünyadan evlenme usulünü de kaldırırsak âlem ne hâle gelir?”
“Önce sen bana evlenme ile âlemin iyi bir durumda bulunduğunu ispat et… Ötesini sonra konuşalım…”
“Evlenme geleneğini kaldırdıktan sonra onun yerine neyi getirip koyacaksınız? İnsanlığın tastamam mutluluğunu sağlayacak daha sakıncasız ne usul bulabileceksiniz?”
“Onu düşünmek benim vazifem değil… Bu meseleyi incelemek ve çözmek için uğraşan büyük kafalar da hâlâ bunun bir ucunu, kulpunu bulamadılar. Türlü türlü evlenme ve boşanma biçimleri tasarladılar, uyguladılar; uyduramadılar. Uyduramıyorlar. Uyduramayacaklar… Bu kanunlara, bu şer’lere,[9 - Şer: Dinî yasalara. (e.n.)] bu felsefe ve öğütlere karşı herkes gönlünün töresine gidiyor vesselam. Karını seviyor musun? Ona göre bir evlenme felsefesi yürütürsün. Sevmiyor musun? O zaman meselenin karşıtını savunur ve benimsersin.”
“E, sonra ne olacak?”
“Bilir miyim ben?”
Nesip İhsan cıgarasını çeke çeke söze karışarak: “Her şeyde tabiat üstün geliyor. Galiba bu meselede de en sonunda öyle olacak…”
Malik Tayyar: “Ne demek o?”
Nesip İhsan: “İnsanlığın mayasında usançlık ve hercailik var. Her erkek fırsat düştükçe çeşni değiştirmeye can atar. Sen de öylesin, ben de öyleyim, öteki de öyledir. Buna aykırı sözler ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. İnsanlar her zaman ikiyüzlülüğü gerçekten üstün tutarlar. Eğri davranışlarda bulunarak doğru sonuçlar beklerler… Her fert kendi nefsini aldatmakla bütün insanlar birbirini aldatmakla hiçbir iş yoluna girmez. Doğruyu söyle, dokuz köyden kovul… Böyle koskoca, önemli meselelere var güçleriyle en kestirme doğru kapıdan saldıramazlar. Birtakım sakıncalar önünde titreyerek tehlikesiz sandıkları köşe bucakta dolaşırlar… Çünkü sen benim ne kadar teklifsiz arkadaşım, canım ciğerim olursan ol, ben sana içimdeki kötü eğilimlerimi apaçık, dosdoğru söyleyemem. Çünkü aynı çirkin şeyler senin içinde de bulunduğu hâlde bu itirafımdan dolayı hemen sen beni lanetlersin… Dünya kurulalıdan beri insanlar arasında bu komedya böyle gelmiştir, böyle gider… Ben seni aldatmalıyım. Sen beni aldatmalısın… Beni aldatmaya uğraşırken bana aldandığını sezersen ifrit olursun. İşte karılık kocalık bu yürekler acısı komedinin en iç sızlatıcı bir bölümüdür… Eşlikleri ancak aldanıp aldatmakla sürebilen ne karı kocalar vardır! Hele bazıları gerçeği bilseler çıldırırlar. Pek çok şeylerde gerçeği bilmemeli, gözü bağlı gitmeliyiz. Mutluluk bir kuruntudur. Bunu saptamak için aydınlatmaya uğraştığımız dakikada, bu devlet kuşunu uçurup mutlu olmadığımızı anlarız. Mutluluk bir sanıdır azizim. Bunu hiç kurcalamaya gelmez. Onu görünürde hak etmiş olanlar bu sanı içinde yaşamayı bilenlerdir…”
Malik Tayyar: “Çetin mesele… Bu sözlerinizin ucunun nereye çıkacağını aklım bir türlü kestiremiyor… Karı koca birbirinden şüphelendikleri vakit, mutluluğumuz bozulmasın diye, rastgele önlerine çıkan apaçıklıklara göz mü yumsunlar? Karılarından bıkmış kocaların ve keza kocalarından usanmış karıların bu yolda kendilerine uyar felsefeleri vardır. Kıskanılmak istemezler. Evli oldukları hâlde gönül özgürlüklerini korumaya uğraşırlar…”
Semih Atıf Bey, alaycı bir dikkatle bu felsefeyi dinleyen Saim İzzet’e dönerek: “Haydi oğlum, sen bu ilanı götür, gazetelere ver. Bizim tartışmamıza bakma. Türk işi böyle. En sade şeylerde üçümüzün düşüncesi birbirine uymaz… Bu hâl ya çok bilmeden ya da hiçbir şey bilmemeden ileri gelir…”
Saim İzzet, bir emir çavuşu gibi temenna ile dışarı çıktıktan sonra idarehane sahibi sözüne devam etti:
“Siz, hasta, kıskanç, sinirli bir eşle yaşadınız mı? Bu işkenceyi çekmemiş olanlar bu konuda ağız açmaya yetkili değildirler.”
Nesip İhsan, serçe parmağının ucuyla cigarasının külünü silkerek: “Böyle kadına acımalıdır.”
Semih Atıf: “Ben acıya acıya zakkuma döndüm. Ne yapsan memnun edemezsin. Şimdi kadınların topuna birden lanet ediyorum. Kıskanç kadınlar, haydi böyle diyelim, mağdur hanımlar da kocalarından çok kendi cinslerine gücenmelidirler. Çünkü kocaları baştan çıkaranlar yine kendileri gibi Havva kızıdır. Erkeğin şeytanı kadındır. Buna şüpheniz var mı?”
Bu sırada dışarıdan tık tık kapı vuruldu.
Semih Atıf Bey: “Giriniz…”
Kapı aralandı. İhtiyar Mansur Efendi’nin gözlüklü kuru yüzü görüldü:
“Efendim, hizmetçi kadınla çocuklar geldi…”
Semih Bey bu haberden hoşlanmadı. Vereceği cevabı düşünürken onun müsaadesini beklemeden kapı itildi. Önde iki çocuk, arkada hizmetçi gürültü ile içeri daldılar… Böyle terbiyesizce dalga gibi girişten Semih Bey’in çehresi bulandı. Lakin kalkışacağı azarın boşa gideceğini biliyordu. Bir söylese münasebetsiz sekiz cevap işitecek, misafirlerinin yanında yüzü büsbütün yere düşecekti.”
Mihriban’la Turgut hemen babalarının iki bacağı arasına koştular. Ona daha iyi sarılmak için birbirini itiyorlardı. Semih Atıf Bey, ikisini de alargada tutmaya uğraşarak: “Nedir o? Eliniz bulaşık… Üstüme sürmeyin, ne yediniz?”
Oğlan cevap verdi:
“Çikolata, kuru üzüm, kavrulmuş fındık, pasta, kurabiye, fondan…”
Turgut, bu sabah çerez listesinin geriye kalanını düşünürken Mihriban, kardeşinin unuttuklarını tamamlayarak yardıma yetişti:
“Koz helvası, badem ezmesi…”
Sabırlı görünmeyi istemekle birlikte Semih Atıf Bey’in kaşları çatılarak: “Kâmile Hanım, çocukların midelerini süprüntü küfesine döndürmüşsünüz. Kalkar kalkmaz bunlara bu kadar abur cubur yedirilir mi?”
Kâmile Hanım: “Allah ömürler versin efendim, fukara çocuğu değil ya bunlar… Siz kazanıyorsunuz, elbette evlatlarınız yiyecek… Kimin için çalışıyorsunuz?”
Mahalle karılığından gelme bu hizmetçi Kâmile’nin mantığına itirazdan çıkacak felaketi bilen Semih Bey, dudaklarını ısırarak düşünürken Mihriban babasının öfkesini yenmek için ona bir nane şekeri uzatarak: “Al beybaba ye. Mideye iyiymiş… Kalbe ferahlık verirmiş. Annem söyledi…”
Semih Bey, kendisine sunulan bu nesneyi tiksinti ile geri çevirdi. Fakat Turgut, kız kardeşinin küçük bir küskünlük anından yararlanarak hemen şekeri kaptı, ağzına attı… Kız, sulu sepken ağlamaya başladı.
Semih Bey’in artık dayanma gücü bitmişti:
“Kâmile Hanım, al bunları. Çıkınız dışarıya; beyefendilerle önemli bir iş için konuşacağız.”
Kâmile, kolay kolay aldatılacak dul bir kadın değildi. O, konuşulacak önemli bir işin biraz kokusunu almış gibiydi. Alayını seçtirecek bir gülümseyişle çocukların ellerinden tutup çekerek: “Haydi biz gidelim. Beybabanızın gizli, önemli müzakeresi varmış.”
Hizmetçi kadın kapıya doğru iki adım yürüdükten sonra geri dönerek: “Fakat beyefendimiz, sabahleyin sizi rahatsız edişimizin sebebi var. Az daha bunu söylemeden gidecektik. Bizi hanımefendi gönderdi. Zavallı yine bugün çok rahatsız… Bir başka doktor istiyor… Eskisine artık güveni kalmadı. Eczanenin değiştirilmesini de rica ediyor… Çünkü gelen ilaçların hiç tesiri yok. Bugünlerde zavallıya hiç ilgi göstermediğinizden yakınıyor. Affedersiniz. Size akıl öğretmek haddim değildir ama karınızın sağlık durumunun da önemce burada müzakere edeceğiniz işten aşağı kalmaması gerekir, sanırım…”
Semih Bey, bu karıyı kalkıp hemen orada tepelemek için yüreğinden kaynayan isteğe uyamadığından dolayı morararak: “Haydi… Haydi gidiniz. Ben yapacağımı bilirim…”
Karı, anlamlı bir bakışla beyi ve misafirlerini süze süze çocukları ellerinden çekerek dışarı çıktı.
Semih Atıf Bey, büyük bir soluk boşalttıktan sonra:
“Beyefendiler, bir ayda kaç doktor, kaç eczane değiştirildi biliyor musunuz? Gidip Lokman’ı mezarından kaldırsak boşunadır. Bizim hanım iyi olmaz… Çünkü hastalık onun eğlencesidir. Müstebit, densiz bir kadındır. Hastalık bahanesiyle etrafı kasar kavurur… Bizim dinimizde, şeriatımızda boşamak vardır. Fakat ben bu canlı belayı bırakamam. Ona türlü bağlarla bağlıyım. Kimi kez şeriatın müsaade ettiğine başka engeller izin vermez. İşte ölünceye kadar birbirimizin işkencesi içinde yaşayacağız.”
İki misafir, idarehane sahibinin aile felaketinden üzülmüş görünerek dalgın, düşünceli dinliyorlardı.
Semih Atıf devam etti:
“Hizmetçi diye şimdi buraya gelen mahalle karısını gördünüz. Ben ona karışamam, o bana karışır. İşte ben bu Tanrı belasını evimden kovamam. Çünkü koruyucusu bizim hanımdır. Kendisi böyle hizmetçi ister. O sıfata müstahaklarla geçinemez… Bu karı, eşimin eli, ayağı, casusu, hafiyesi, akıl hocası, her şeyidir. Terbiyeli kadınların, değerli mürebbiyelerin hiçbiri bizim evde üç günden fazla yaşamaz… Kaç tane, kaç tane değiştirdik! Sonunda, böyle mükemmel terbiyelileriyle kaynaşamayacağını anladım, umudu kestim. Her şeyi yüzüstü bırakarak tabiatına terk ettim. İşte çocuklar, şimdi gördüğünüz gibi arsız, terbiyesiz oldular…”
Malik Tayyar Bey, arkadaşını biraz avundurmak için:
“Kardeşim üzülme… Her Türk evi bir parça sizinkine benzer. Hepimiz de aile derdinin bir türlüsünü çekiyoruz…”
Nesip İhsan: Canım siz de her kusuru aileye, kadınlara yükletmeyiniz… Semih Atıf Bey yabancımız değildir. Affına güvenerek biraz serbestçe söyleyeceğim… Onun eşi bu hastalıklara, sinir illetlerine, meraklara, densizliklere beyini kıskanmak yüzünden uğradı… ‘Her Türk evi böyledir!’ yargısını da kabul etmem. Avrupalı olsun, dünyanın hangi kıtasından olursa olsun her aile böyledir, deyiniz. Medeniyet, henüz insanların hayvanlıklarından çok şeyleri değiştirememiş, yalnız üzerlerine sahte bir yıldız tabakası çekmiştir. Bütün ailelerin için için işleyen derin faciaları vardır. Bazı hane halklarının terbiyeleri derecesine göre bunlar örtülü kalır… Medeniyetin yapabileceği işte bundan ibarettir.”
Malik Tayyar: “Bu sözlerini tasdik ederim… Semih Atıf Bey’i bu konuda avundurabilmek için bizim bu dertlerden büsbütün kurtulmuş olmamız gerekir. Oysa biz bir defa başımıza gelenleri anlatmaya başlasak…”
Nesip İhsan: “Aman sus… Biz bugün buraya dert dinlemeye değil, bir eğlence aramaya geldik…”
Semih Atıf: “Evet… Evet bırakınız aile dırıltılarını… Gazetelere gönderdiğimiz ilanların bakalım ne etkisi olacak? Oltalara güzel, çirkin kaç hanım kız tutulacak?”
Malik Tayyar: “Bakınız size önceden söyleyeyim… En güzeli benim…”
Semih Atıf: “Bu ticarethane benim adımı taşıyor. Onun için gelecek canlı malların sahibi benim… Beğenmediklerimi küçük bir ticaretle size bırakabilirim… Beğendiklerim üzerime kalır…”
Hep gülüştüler. Misafirler saatlerine baktıktan sonra: “İlanın sonucunu anlamak için yarın, öbür gün biz yine buradayız. Bakalım ne eğlenceler çıkacak.”
5
Gazetelere verilen ilanların üzerinden henüz yirmi dört saat geçmemişti. Ertesi günü Mansur Efendi yazıhaneyi açmaya geldiği zaman, sabahleyin erkenden kapının önünde kara kuru uzun boylu bir kadın buldu.
Dalgın ihtiyar, beyefendinin çapkınlığını unutmuştu. Kadından sordu:
“Hanım, ne istiyorsunuz?”
“Burası Koza Hanı değil mi?”
“Evet…”
“14 numaralı kapının önünde bulunuyoruz?”
“Evet, lakin ne bekliyorsunuz?”
“Gazetelerde ilanınızı okudum geldim.”
Mansur Efendi, şimdi birden meseleyi kavrayarak kadının yaşlılığından çok, yoksulluk sıkıntısından yıpranmış; hafif düzgünle[10 - Düzgün: Fondöten. (e.n.)] onarılmasına uğraşılmış zayıf yüzüne; bütün bereleri, pürüzleri ütü ile yapıştırılmış soluk pelerinine dikkatle baktıktan sonra içinden kendi kendine: Vah zavallı, boşuna gelmişsin. Bizim beyefendi kadın arıyor ama beklediği sen değilsin, dedi.
Kadın, bu anlamlı bakışın uyandırdığı şüphe altında biraz sıkılarak: “Yanılıyor muyum? İlan veren siz değil misiniz?”
“İlanı biz verdik. Yanılmıyorsunuz. Lakin biraz acele etmişsiniz… Beyefendi gelinceye kadar bekleyeceksiniz.”
“Kaçta gelirler?”
“Belli olmaz…”
“İlanda saat belirtilmemiş de akşamın şerrinden sabahın hayrını üstün saydım, erken geldim.”
“Başka işleriniz varsa görüp de daha sonra gelseniz iyi edersiniz…”
“Başka işim yok. Sizi rahatsız etmem… Bana lütfen bir iskemle veriniz, dışarıda beklerim…”
Mansur Efendi anahtarla kapıyı açtı. İçeri girdi. Odabaşı her yeri süpürmüş fakat henüz sandalyeleri, ufak tefek eşyayı yerli yerine koymamıştı.
İhtiyar memur odasına yürüdü. Oturacağı yeri düzeltti. Dünden yarım kalmış bir işin incelenmesine koyuldu. Dışarıdaki kadını unuttu. Lakin on beş yirmi dakika sonra kadın yavaş yavaş giriş bölümünden geçip Mansur Efendi’nin kapısından başını uzatarak: “Cüretimi affedersiniz efendi. Başıma çok şey geldi de işimi sağlam tutmak isterim. Yine geçenlerde böyle ilanla çağrılan bir yere geç gittim de orasını düğün evi gibi dolmuş bularak fırsatı kaçırdım.”
İhtiyar adam, herhâlde otuzunu geçkin görünen bu yoksulluk sıkıntılarıyla ezilmiş yüze bir daha dikkat ederek: “Hanım, isterse bin kişi gelsin. Kısmet kimin ise o kabul olunur…”
“Öyle demeyiniz efendi. Şimdiki zamanda kimse işini kısmete bırakmıyor. O ilanları, şarlatanlıkları, propagandaları, didişmeleri, itişmeleri görmüyor musunuz? Bakınız erken geldiğim fena mı oldu? Sizi yalnız buldum. Kimliğimi, iktidarımı, çabalarımı, çalışmalarımı size bir parça anlatayım. Gerçeği öğrendikten sonra, buraya yüz kadın müracaat etmiş olsa içlerinden beni tercih edersiniz…”
Mansur Efendi’nin kılları uzamış kırçıl kaşları çatıldı:
“Yok hanım, affedersiniz. Dinlemeye vaktim yoktur. Sabahleyin buraya erken gelişim çok acele bir işim olduğu içindir…”
Kadın hemen koltuğunun altından ruganları dökülmüş, yıpranmış küçük bir serviyet[11 - Serviyet: Evrak çantası; serviette. (e.n.)] çıkararak: “Dinlemeye vaktiniz yoksa bir boş zamanınızda gözden geçirirsiniz. Feci hayatımla ilgili evrak, diplomalarım, tasdiknamelerim, takdirnamelerim, tahsinnamelerim hep buradadır. Yazarlığım var, öğretmenliğim var, muhabirliğim var, muhasipliğim var…”
“Pek güzel fakat benim onlarla uğraşmaya hiç vaktim yok hanım… O evrak sizde dursun. Arandığı zaman verirsiniz…”
“Bana bir iskemle olsun lütfetmez misiniz?”
Mansur Efendi, bir iskemle vererek sözü kısa kesmeyi daha uygun buldu. Kadına istediği şeyi uzattı. Oda kapısını itti. İşinin başına geldi…
Kadın, girişte kendisini yalnız bulunca iskemleye oturdu. Önemli evrakı taşıyan serviyetin bir köşesinden bir küçük ayna ponpon, kızıl boya tüpü çıkardı. Hızlı el vuruşlarıyla tuvaletini tazelemeye koyuldu. O aralık dış kapı itildi. İçeri kılıkça birinciden pek düzgün olmayan iki kadın daha girdi… Bunlardan biri, giriş yerini tavanından parkesine kadar çarpık bir bakışla gözden geçirdikten sonra: “Koza Hanı’nda 14 numara… İşte burası… (İlk gelene bakarak) İşte bizden önce bir kadın gelmiş bekliyor…”
Serviyetli hanım, tuvalet araçlarını hemen yine çıkardığı yere tıktıktan sonra, bu sözleri hiç işitmemiş gibi gayet asık bir suratla gözlerini önüne dikti.
Yeni gelenlerden biri:
“Hanım, kime müracaat edeceğiz?”
İlk gelen:
“Ne bileyim ben?”
“A niye bilmeyeceksin? Bizden önce gelmişsin.”
“Önce geldiğime kabahat mi ettim?”
“A ne nobran kadın! Senden adam gibi lakırtı soruyorlar. Niye ters cevap veriyorsun?”
“Bunun tersi yüzü var mı hanım? Ben de sizin gibi buranın yabancısıyım… Ne bileyim?”
“O altındaki iskemleyi nereden buldun?”
“Böyle bir suale ne senin hakkın vardır, cevap vermeye ne de benim mecburiyetim!”
“Haydi öyle olsun lanet karı…”
“Kararsın ömrün, günün inşallah…”
“Sen buraya Sulukule’den mi geldin?”
“O, sizin ailenizin yurdu…”
“Bak ben pamuklar gibi bembeyaz bir kadınım… Senin Çingene olduğunu her şeyden önce rengin, cildin söylüyor. Biz buraya girdiğimiz vakit, elinde küçük bir ayna ile şebek gibi boyanıyordun. Patlıcanı ne kadar badana etsen esmerliği kapanmaz…”
Üçüncü kadın: “A bizim buraya geldiğimizi kıskandı.”
Birinci kadın: “Ben buraya sizin gibi beyazlığımı, pamukluğumu teşhire gelmedim. Bu 14 numaralı daireden metreslik kadın aramıyorlar. İş gördürecek, kalemi, bilgisi kuvvetli, tecrübeli, terbiyeli bir kâtip hanım istiyorlar.”
Üçüncü kadın: “A zavallı, bu saydıklarının hiçbiri sende yok. Terbiyeni gösterdin. Hiç şüphesiz kalemin, bilgin de bu kıratta olacak…”
Birinci kadın, yırtık serviyetini göstererek: “En tanınmış imzalarla bezenmiş, tasdik edilmiş belgelerim, bilgim ve kültürüm işte buradadır. Ben buraya düzgünüme, allığıma güvenerek fingirdemeye gelmedim. Hepimizi içeride imtihana çektikleri vakit görürsünüz…”
İkinci kadın: “A bizi burada imtihan mı edecekler?”
Birinci: “Ya ne sandınız? Hukuktan diplomanız var mı? Daktilo bilir misiniz? Burada paravanın arkasından öpücük verecek yaratıkları aramıyorlar… İş görecek kadın istiyorlar…”
İkinci: “Ağzını topla… Biz buraya namuslu bir iş bulmaya geldik. Bu sayıp döktüğün üstün niteliklerin sende bulunduğuna inanacak kadar saf değiliz. Kişinin aslı sözünden bellidir…”
Üçüncü: “Vah zavallı! İddian derecesinde ‘liyakatli’ bir kadın olsaydın, buraya davet için gazetelere verilen ilanı dikkatle okurdun. İlanın başında: ‘Genç bir kâtip hanım aranıyor.’ cümlesi göze çarpıyor. Sen otuz beşini geçkin, kart bir karısın… Övündüğün binbir türlü üstün niteliklerinle birlikte böyle sade bir şeye dikkat edecek kadar uyanık olmamışsın… Daha sonra ilanda ‘Vazife ağır değildir, aylık dolgundur.’ deniliyor… Ne daktilodan söz açılmış ne de hukuk diplomasından… Kadınlar için bir hukuk okulu bilmiyoruz. Sen diplomanı nereden aldın?”
Serviyetli esmer kadın, her şeyden çok, kartlık kondurulmasına köpürdü. Şimdi iki tarafın ses perdeleri yükseldi. Hitaplar daha nezaketsizlendi. Kelimeler büsbütün sertleşti, kabalaştı. Birbirinden az ara ile iki genç kadın daha geldi. Bu üç kadın arasında parlayan ağız dalaşının içyüzünü pek kavramadan bir köşeye çekildiler. Öyle şaşakalmış dinliyorlardı.
Ufaktan başlayan dırıltı, bir mahalle kavgası şeklinde kabararak girişi doldurup etrafa taşmaya yüz tutunca Mansur Efendi bir eli gözlüğünde, öteki dudaklarında, oraya birikmiş beş kadına sus işareti vererek: “Susalım hanımlar, burası Şehzadebaşı Tiyatrosu değil, hamam hiç değil… Siz buraya ehliyetinizi ispat için çağrıldınız. Siz maharetinizi ters yolda gösteriyorsunuz. Kavgada sesi en yüksek perdeye çıkanın alınacağını sanıyorsanız yanılıyorsunuz…”
Son gelen iki kadından biri:
“Efendi, affedersiniz. Biz şimdi geldik. Daha ağız açmak kısmet olmadı. Bu hanımların arasında kavgayı alevlenmiş bulduk. Bu hırıltının sebebi nedir? Daha onu bile anlayamadık…”
Mansur Efendi: “Sebebi ne olacak… Daha buranın hizmetine girmeden birbirlerini çekemiyorlar…”
Yeni gelenler: “A a aman ya Rabbi, dünyada ne kadınlar varmış! Ne oluyorsunuz ayol?”
Birinci gelen kadın, bu defa yeni gelenlere dönerek: “Hanımlar, hırıltı sözünü tamamıyla size iade ederim; biz köpek değiliz… İnsanca lakırtı söyleyiniz… Bu yazıhanenin de ne tuhaf tecellisi var? Hiç terbiyeli kadın gelmeyecek mi?”
Üçüncü kadın, yüreğinden kopan bir kahkahayı avucuyla tutmaya uğraşarak: “İçimizde en terbiyesiz sensin kadın! İşte bu efendi görüyor… Şu yeni gelen hanımlar da tanık…”
Yeni gelenler birbirini dürterek gülüştüler…
Mansur Efendi: “Bu gerçek, imtihandan sonra anlaşılacak…”
İkinci kadın: “İmtihana lüzum kaldı mı? Burada Çingene kavgasından mı numara alacağız?”
O sırada girişin aralık duran kapsı itildi. Saim İzzet içeri girdi…
Mansur Efendi: “Hah işte başmümeyyiz geldi.”
Kadınların gözleri delikanlıya dikildi…
İzzet, girişteki beş kadının yüzlerini o çapkın gözüyle çarçabuk bir sıra yoklamasından geçirdikten sonra Mansur Efendi’nin odasına girdi. Kapıyı kapadı.
Mansur Efendi yavaşça: “Nasıl İzzet, dışarıdakilerin içinde gözünün tuttuğu var mı?”
“İkisi beyazca meyazca ama hepsi de kıyafet düşkünü… Açlık solgunu… Hele bir tane sırım gibi kara yağız var. Ahırda eski tramvay beygirlerini andırıyor… Sıtma döşeğinden kalkıp buraya gelmişe benziyor. Önce onu azatlamalı; boşuna beklemesin…”
“Aman o karı hezarfen…[12 - Hezarfen: Çok bilgili kimse. (e.n.)] Kendi anlatışına göre bilmediği yok. Girmediği hizmet kalmamış… Bir dış işleri bakanlığı etmemiş, işte o kadar. Daktilo falan mükemmel. Hukuktan bile mezun. Çantasının içi diploma ile dolu. Çenesine de kavi şey ha! Öyle ulu orta sayayım deme; esmayı üstüne sıçratırsın…”
“Neme gerek benim; kartaloz istediği kadar beklesin… Bunlar ilk döküntüler. Belki sonra aynalıları gelir… Bize hukuk, guguk, daktilo maktilo lazım değil. Beyefendinin ne istediğini biliyorsun…”
Mansur Efendi, derin bir puflamadan sonra: “Evet, beyefendinin ne istediğini bilmek bu kır sakaldan sonra bana pek ağır geliyor ama ne yaparsın? Geçim belası…”
“Ortalık aç yahu… Bir kuru ilana sabah karanlığı beş kadın birden koşuşmuş… Belki içlerinde bu gibi davetlere çapkınlık karışacağını, gençliğin, güzelliğin, fingirtinin para edeceğini sezenler de vardır. Babacığım, bu işten herhâlde sana da bana da kısmet var.”
“Bırak kısmeti canım, bu yaştan sonra beni de çapkınlıkta kendinize mi uyduracaksınız?”
“Ne var canım, benim büyükbabam seksen yaşında iken son turfanda bir daha evlendi ve karısını doğurttu…”
“Karıları doğuran ihtiyarlara ben birkaç yönden acırım. Ben, doğmuş olanları besleyemiyorum. Bırak şimdi zevzekliği… Burada yüz yazısı varmış gibi dışarısı türlü çeşit karılarla doluyor. Bunların terbiyelisi, terbiyesizi var. Namuslusu, namussuzu var. Davet etmesi kolay… Bakalım bu hanımları şimdi birer birer nasıl savacaksınız?”
“Merak ettiğin şeye bak… Ben onların kanı sıcaklarını, yani aşı tutacaklarını bir yana, tutmayacak vahşilerini öbür yana ayırırım. Beyefendimizce ‘icapları icra’ buyurulduktan sonra hepsinin gereğine bakarım. Merak etme. Turşularını kuracak değiliz. Çeşnilerine bakacağız…”
6
Semih Atıf Bey yazıhanesine geldiği zaman, girişte ondan fazla kadın toplanmış bulunuyordu. Hanımların topuna birden nezaketli bir gülümseyişle selam verdikten sonra Mansur Efendi’yle İzzet Saim’in saygılı karşılamaları arasından yürüyerek odasına girdi.
Kadınlar arasında hemen bir fısıltı başladı. Birbirini dürterek: “Gördünüz mü? İşte buranın şefi…”
“Genç, güzel adam…”
“Evli mi? Bekâr mı acaba?”
“Erkek kâtip almayıp da kadın aramaktan maksadı nedir acaba?”
“Kaç kâtip hanım alınacak?”
“Bilmiyorum ama hanım, galiba bir kâtip aranıyor…”
“A burada bu kadar kadın var. Daha da gelecek… Hangimize kısmet olacak? A bilinmez ki…”
“Kadın çoğaldıkça hepimizin şansı azalıyor…”
“Aylık ne kadarmış?”
“Seksen lira diyorlar… Yüz diyorlar…”
Kadınların içinde başlayıveren bu uğultu içinde ortaya atılan yüksek aylık söylentisi, çoğunun başını döndürdü. Hemen “sak”lardan küçük el aynaları çıktı. Avuç içindeki bu tuvalet araçları kâh tepeye kâh yana kâh çeneye tutularak saçlar, kaşlar düzeltiliyor, boya tazelemeye kalkanlar bile görülüyordu. Gözlerin tahrilleri arttı. Yanaklar kızardı. Dudaklar kirazlaştı. Sanki içeride güzellik sergisi açılıyordu. Yarışmaya girecek hanımlar, başlarını her şeyden önce yüzlerinin albenisinden bekliyorlar; her kadının gözünde ötekinin güzelliğine karşı bir kıskançlık tiksintisi yanıyor. Çoğu, önüne geçemediği bir can atışın ince titremeleriyle sarsılıyordu…
Aman ya Rabbi bu bir düzine kadından kim kazanacaktı? Hangisi?
***
Semih Atıf’la İzzet Saim kapandıkları odada görüşüyorlardı. Yazıhane sahibi bir cigara tellendirerek geniş maroken koltuğunun arkalığına başını dayadıktan sonra dalyanına balık düşmüş bir talihli süzgünlüğüyle: “Umduğumuzdan çok av var…”
“Ah bu konuda dâhisiniz beyim…”
“İçlerinde yürek oynatacaklar var mı?”
“Sonradan gelenlerden üçü dördü zararsız. Daha da gelecekler sanırım.”
“Böyle alayla genç kadını ne yapacağız? Bunları sınıflandırmalıyız…”
“Buyurduğunuz gibi olur…”
“Sen eline kâğıt kalem al. Giriş yerine çık… Hiçbirine şüphe getirmeyecek bir ciddilikle hepsine adlarını, adreslerini sor. Yaz… En güzellerine işaret koy, kâğıdı bana getir… Gereğine göre ağız kullan…”
“Merak etme paşam…”
İzzet Saim, halka erzak dağıtan bir “iaşe memuru’’ çalımıyla bir elde kâğıt, ötekinde kalem, kadınların ortasına çıkarak: “Hanımlar, davetimize gelmenizden dolayı beyefendi adına hepinize teşekkür ederim. Fakat affedersiniz, mesele biraz naziktir. Bize bir tek kâtip hanım lazım. Fakat beyefendimiz kimsenin gönlü kırılsın istemez. Haksızlığı sevmez. Hepinizin adınızı, adresinizi yazacağız… Hakka uygun usule göre kâtipliğe içinizden biriniz seçilecek… Bu seçimden sonra şartlarımızı bildirir ve şartlarınızı dinleriz.”
Kadınlar arasında hafif bir uğultu koptu. Kimileri ne olduğunu bilmedikleri bu hakka uygun usulü yerinde buluyorlar, kimileri dudak büküyorlardı.
İzzet Saim, ad yazımına en güzellerinin önünde durarak başlamakta iken serviyetli esmer kadın, uzun boyu ile bir kara servi gibi ortaya dikilerek: “Beyefendi, haklı bir iş görecekseniz benden başlamanız gerekir… Çünkü en önce ben geldim. Bütün bu hanımlara nispetle kıdem sahibiyim.”
Birkaç yadırgama gülüşmesi işitildi. Haksever Semih Atıf Bey’in kâtibi, bu uzun kadının önüne giderek işi bozmamak için: “Dalgınlığımı af buyurunuz. Hatırlatmanıza teşekkür ederim. Söyleyiniz isminiz, şöhretiniz, adresiniz?”
“Adım Hüsniye Abdülkadir. Biz Şeyh Muslihiddin sülale-i tahiresindeniz.[13 - Sülale-i tahire: Temiz sülale olan Hazreti Muhammed’in soyu. (e.n.)] Rahmetli amcam Haremeyn payelülerindendir. Annem, kadın olduğu için, şeyhlik mirasçısı olmak iddiasında bulunanlar çoğaldı. Çarşafı başıma örttüm. Paya pay dört buçuk yıl Bab-ı Fetva ile evkaf arasında mekik dokudum. Şeyhülislam’ın huzuruna mı çıkmadım, rikaba arzuhâl mi vermedim… Medine-i Münevvere’ye vekil mi göndermedim… Avukatlığı işte bu sayede tahsil ettim. Nihayet tekke yandı… Boşu boşuna davaya kalkışanlar dağıldı. Ben yangın yerinin üzerine tahtalarından bir çatı kurdum. Çünkü kudretim bu kadara yetiyordu. Dervişlerimi topladım. Zikrullah’a devam ettirdim.”
İzzet Saim büyük bir sabırla dinlediği bu kurusıkı yersiz sözlerin arasını kesmek için:
“Semtiniz?”
“Şehremini, Bostan Sokağı 29 numara. Ablamın, eniştemin yanlarında oturuyorum. Onların da başlarına gelmedik kalmadı…”
“Yetişir Hanım…”
“Rica ederim. Söyleyeceklerimin en önemlilerini bitiremedim. Üç yıl Accoucheur[14 - Accoucheur: Doğum doktoru. (e.n.)] Şeref Bey’in yanında asistanlık ettim. (Serviyetini karıştırarak) İşte doktorun tasdiknamesi burada. Mükemmel ebeyim… Savaş yıllarında basında yazar, muhabir kalmadı. Bu hizmetleri iki gazetede takdirle ve hayrete değer bir fedakârlıkla ve eksiksizce yaptım… Başınızı ağrıttım affedersiniz. Şimdi mükemmel avukat, ebe, yazar, muhabir ve eşsiz bir ev kadınıyım. Hep bunları, üstün tutulmanın nedenleri olduğu için söylüyorum. Söylediğim gibi lütfen hepsini kaydediniz… İşte belgelerim burada…”
“Yetişir Hanım yetişir; göstermeniz gerekmez… Sözlerinizin doğruluğu belli… Vaktimiz dardır… Öbür hanımların da kimliklerini yazacağım. Sizin kadar heyecanlı açıklamalara girişmemelerini kendilerinden rica ederim.”
İzzet, görünüşte bir falso etmemek için gelen kadınların kimliklerini hep birer birer yazdıktan sonra yine beyefendinin yanına girdi.
Bey: “E?”
İzzet: “Bir yandan hâlâ kadın geliyor…”
“Gelenlerin içinde yürek yakacak tatlısı yok mu?”
İzzet, görünmez bir çiçek kokluyormuş gibi dudaklarını sımsıkı toplayıp göz kayıklığıyla soluğunu derin derin burnundan içeri çekerek: “Üç tane var vay anam babam! Benim iliklerimi kestiler. Bilmem size de aynı etkiyi yapabilirler mi?”
“Adları?”
“İşte burada. (Kâğıdı okuyarak) Mürvet, Nükhet, Vehbiye…”
“Eh ötekileri sav. Bu üçünü kerrat cetveline geçirelim…”
“Beyim, ötekileri savması kolay bir iş değil… Hele bir tane tohuma kaçmış acur var. Silsilesini bellediğim yedi ceddini, binbir hünerini anlatmak için yarım saat beni karşısında ayakta tuttu…”
“Haydi oğlum, haydi sen becerirsin…”
“Becermek için uğraşıyorum velinimet…”
“Haydi göreyim seni…”
“Müsaade buyrulursa bir şey soracağım…”
“Söyle…”
“Biz bu hanımların adreslerini aldık. Şimdi hepsini savsak da sonra istediklerimizi birer birer davet etsek olmaz mı?”
Beyefendi küçük bir düşünceden sonra: “Bu sözün pek azı için uygulanabilir. Şimdi bizim bir kafes pilicimiz var… Hazır kapana girmişleri niçin dağıtalım? Durumları, ahlakları şüpheli, her davete koşan sözüm ona bu genç kızların peşinden dolaştıkları kim bilir daha ne kadar iş vardır. Bugün bu saatte burada iseler yarın nerede bulunacakları, kimlerin kucaklarına düşecekleri belli değildir. Fırsat fırsattır. Kaçırmayalım. Sen şu üç güzeli birer birer içeri al. Gör. Seyret. Ulan çapkın, kullanacağım oyunu pek beğeneceksin…”
İzzet Saim, elindeki kâğıtla, kendi deyimince afi kesmek için giriş bölümüne çıktı. Uzun karı, serviyetini koltuğunun altına yerleştirerek hemen sallantılı bir eda ile davrandı. Fakat İzzet Saim, okşayan bakışlarını hiç o yana çevirmeyerek “Mürvet Abit Hanım, Aksaray…” nidasını salıverdi. Kadınların arasından kına rengi mantolu, siyah kıvırcık saçlı, barut rengine çalar bir bürüncükle kundaklı, benzi solgun fakat gözlerinin içi gülen melek gibi masum bakışlı pek genç bir kızcağız ayağa kalktı. Bütün gözler bu körpe çehreye dikildi.
İzzet: “Buyurun küçük hanım, içeriye…”
Kız yürüdü. Fısıltılar yükseldi. Uzun karı:
“Bu hanım benden çok sonra geldi. Kıdeme riayet olunmuyor… Her yerde keyfî muamele, eski haksızlık. Biz Türkler adam olur muyuz hiç?” homurtularıyla yerine oturdu.
Mürvet Hanım’ı odaya aldılar. Genç kız, sürüden ayrılmış bir kuzu gibi etrafını yadırgayarak şaşkın, sıkılgan, ürkek bakışlarla nerede duracağını, ne yapacağını bilmez duraksamalarla kızardı.
Semih Atıf, pek çabuk bir göz kıpıştırmasıyla avın pek iyi olduğunu İzzet’e anlattı ve sonra kâtip adayına bir koltuk gösterdi. Kızcağız dokunmaktan korkar gibi bu geniş şeyin ucuna seçilir bir titreyişle ilişti.
Yiyecek gibi bir iştahla kıza baktıkça Semih Bey’in neşesi artıyor ve kendi kendine içinden: Olağanüstü, eşi bulunmaz bir güzel değil… Solukça zayıfça bir tip. Lakin çok genç, çok körpe, daha çocukluk çağından tamamıyla kadınlığa geçmemiş. Bu yaradılıştakiler erkeğe tutkulu olurlar. Aman sıkmayalım. Biraz gönlüne emniyet vererek çekingenliğini giderelim.
Yazıhane sahibi, gözlerini küçülte küçülte cigarasını çekerek: “Küçük Hanım ne biliyorsunuz?”
Mürvet’in solgun yüzünde bir pembelik dalgalandı. Flüt gibi ince ve ahenkli bir sesle: “Beyefendi, cüretimi affedersiniz. Çok şey bilmem. Fakat yalandan hoşlanmam. Bir talih denemesi diye geldim… (Biraz kekeleyerek) Çünkü öyle gerekiyordu… İlanda vazifenin ağır olmadığını yazmışsınız. Belki… Kim bilir? İktidarsızlığıma uyar bir iş bulabilirim dedim… Geldim…”
Kızcağız, uygunsuz bir cevap almak korkusuyla hemen ağlayacak gibiydi.
Semih Bey, sesinin perdesine avutucu bir tatlılık vererek: “Sıkılmayınız küçük hanım. Biz de derin bilgili bir kâtip aramıyoruz. İşimiz hafiftir. Biraz imla, okunacak kadar bir yazı… Dört işlem derecesini pek geçmeyen bir hesap…”
“Efendim, bu kadarına söz veririm. İmlam vardır. Düzgünce bir ifadem olduğunu söylemeye de cesaret edebilirim. Çünkü şimdi adını gizlemek zorunda olduğum rahmetli büyük babam, memleketimizin tanınmış ediplerindendi. Küçük yaşımdan beri hep onun özenli öğretmesiyle dilimi yazmayı öğrendim. Ben bir şehit kızıyım efendim… İki küçük kardeşim daha var… Annem cariyeniz…”
Mürvet sözünü bitiremedi. Kesildi. Küçük, sık, sarsıcı hıçkırıklarla nazik başı önüne düştü.
Bu samimi, bu masum üzüntü levhası karsısında Semih’in zihni bulandı. Hafifçe başı döner gibi oldu. İnsan, ağırlığını bile bile bir günah işlemeye hazırlandığı zaman, çirkince isteklerine yenilmesinden bir iğrenti duyar. Fakat vicdanını sarsan büyük isteği de silkinip üzerinden atamaz.
Yazıhane sahibi bu üzüntü sağanağının geçmesi için bekledi. Kızın sarsıntısı kesildi. Yüzünden ufacık buruşuk mendili çekti. Şimdi geçiveren bir fırtınadan sonra bulutların ortasından açılan parlak bir gök parçası durgunluğuyla kıvırcık, siyah kirpikleri arasından yalvaran sabit bakışlarla sanki, “Beni kurtarınız… Kurtarınız… Namus sınırları içinde, size bu çelimsiz gövdemden ummadığınız bir çabayla çalışırım…” demek istiyordu. Semih, kızın bakışlarındaki bu anlamı okuyarak düşündü. Bu dünyada olup gidecek ya da olmaya mahkûm kötülükler engellenebilir mi? Yetim iki küçük kardeşini, hasta anasını beslemek için tehlikeli geçim denizinden kısmetini avlamaya çıkan bu genç kız, herhâlde bir kayaya çarpacaktı. Onu kurtarsa kurtarsa iyiliksever bir koca kurtarabilirdi. Fakat bu koca nerede idi? Şimdiki evlenecekler önce başlarını sokacak bir bucak, sonra bütün bütün yardımlarına muhtaç olmadan kurulmuş bir sofra, yani masrafın yarısından aşağısına katılacak iç güveyilikleri arıyorlar. Büsbütün beleşten geçinecek evlenme arayanların sayısı, sınırı yok ya… Fakat bir ailenin bütün masraflarına birden omuz uzatacak kocayı, böyle babayiğitleri artık hiçbir yerde aramayınız… Takımıyla kocalarının sırtına binecek kızların gelecekleri karanlık… Böylelerine, sevgi ve benzeri nedenlerle, umulmaz istekliler çıksa da sonra geçinmesi güç… Hırgür, boşanma, oh, birtakım facialar…
İşte Mürvet, bu zavallılardandı. O çelimsiz vücuduyla, tecrübesiz genç kafasıyla ailesini besleyecek bir iş aramaya çıkmıştı… Acaba her başvurduğu yerde bu kızın masumluğuna acıyan, şehit babasının yurt topraklarına akıttığı sıcak kana saygı gösteren olacak mıydı? Oh ne boş bir soru… Bu kızcağızın körpelik kaymağına eninde sonunda hoyrat parmaklar banacağa benziyordu. Çünkü İstanbul kaldırımlarında bu duruma düşmüş kızlar hesapsızdı… Onun için böyle bir avı başkalarının kısmetine bırakmak bir ahmaklıktı. Ayağına gelen kısmeti tepmemek için böyle bir muhakeme yürüttü: Karnı aç olan hiçbir canavar, paralayacağı ava acımaz. Kendi nefsine etrafın hakkını ve canını kurban eden bir yaratık, insan suretinde yaratılmış olsa da bir canavardır.
Semih’le İzzet bir kapan kurmak için karşıdan göz göze anlaştılar. Bu sefer İzzet Saim rolünü yapmaya girişti. Bu iki genç erkeğin fıldır fıldır yanan gözlerinde, zavallı varlığı için melul melul şefkat arayan kızcağıza dönerek “Küçük Hanım, hiçbir imtihana lüzum yok. Siz seçildiniz. Buyurunuz içeriki odaya… Yaşlı memurumuzun yanında biraz dinleniniz. Bize iki kâtip daha lazım. Fakat böyle olduğunu dışarıdaki hanımlara söylemiyoruz. Çünkü gürültü kopuyor. Henüz sizi seçmemiş gibi davranarak giriş yerinde bulunan hanımlardan ikisini daha seçeceğiz…” dedi. Mürvet’in önüne düştü. Onu Mansur Efendi’nin odasına oturttuktan sonra beyin yanına dönerek “Oh bir tanesi kapana girdi. Öbür ikisini de böyle ustalıkla avlamalıyız…” dedi. Oda kapısından girişe bağırdı:
“Nükhet Feyyaz Hanım, Üsküdar…”
Sarışın, baygın gözlü, serbest davranışlı, hangi milletten olduğunu ayırt etmeye yarar hemen hemen üzerinde hiçbir şey taşımayan bir genç kız, göze çarpan bir sevinç gülümsemesiyle yürüdü.
Kadınlar arasında yine bir uğultu koptu. Serviyetli kadın, yürüyen bir direk gibi, yine ortaya dikilerek kırgınlığından kabalaşan bir sesle: “Yolsuzluk oluyor. Kıdem aranmıyor. Hak gözetilmeyen işlerden hayır gelmez…”
İzzet Saim, biraz sertçe cevap verdi:
“Haksızlık etmiyoruz. Adlar üzerine piyango çekiyoruz. Kime rastlarsa onu çağırıyoruz…”
Acur karı:
“Kıdem dururken piyangoya ne lüzum var efendim?”
“Biz saat tutmadık ya… Kimin erken geldiğini ne bilelim? Şimdi onun için de çıkacak gürültüyü dinlemeye vaktimiz yok…”
Nükhet Feyyaz Hanım içeri alınırken uzun karı arkasından bağırıyordu:
“Benim ilk geldiğime bir diyecek yok ya? İçerideki yaşlı efendi şahittir… Haksızlık oluyor hanımlar…”
İzzet Saim biraz daha öfkelenerek: “Hanım, sabahleyin buraya adımını atar atmaz, daha hiçbir emeğin geçmeden, ne çabuk hak davasına kalkışıyorsun? Burası bir idarehanedir… İstediğimiz gibi hareket etmekte serbestiz. İşine gelirse bekle, gelmezse buyurun işte kapı açık…”
İzzet, içeri alınan ikinci kâtip hanımın üzerine kapıyı kapadı…
Kadın biraz şaşaladı. Fakat kendini yenilmiş saymadı. Her çatışmada karşısındakinin zayıf tarafını seçmek ustalığına sahipti. Bunun üzerine derin bir içerleme gülümseyişiyle “Ben bu işte bir guguk görüyorum. Dikkat ediyor musunuz? En güzeller, en körpeler çağrılıyor. Bu tuhaflığın sonunu anlamak için gitmeyeceğim. Bekleyeceğim. Bana Şehreminili Hüsniye derler. ‘Polemik’ için yaratılmış bir kadınım… Bütün gazeteler makalelerimi kapışırlar… Ben bu tuhaflığı tadıyla tuzuyla bir yazayım da görsünler…” dedi.
Dedikodu kadınların gıdasıdır. Hepsi birbirine bakışarak kimi güldü, kimi dudak büktü, omuz kaldırdı. Fakat yavaş yavaş hepsinin bu olay üzerine ağızları açıldı. Türlü yorumlar, yargılar başladı.
Yüzü çilli, çipil, hizmetçi kıyafetli, kılıksızca otuzluk bir kadın, dudaklarını büzüp iki kaşını yukarıya kaldıra kaldıra bütün bakışları üzerine çektikten sonra:
“Dikkat ediyor musunuz? Giden gelmiyor. Bir kâtip hanım arıyoruz diye ilan ettiler. İki kızı içeri çektiler. Burası bir acayip yer. Kızları içeri çağırıp da nereye tıkıyorlar? Ne yapıyorlar? Ay ırzımdan, namusumdan korkarım doğrusu… Adımı okurlarsa yalnız gitmem. Kardeşler, birbirimize yardak olalım. Bakınız gidenlerin hiç sesi çıkmıyor…”
Bu tuhaf öğütlemeyi çoğunluk yerinde buldu, azınlık eleştiriyle karşıladı. Fakat gitgide yakası açılmadık sözler, türlü tuhaf, yaman rivayetler bir kaynaktan kaynar gibi etrafa fışkırıyordu.
Nükhet Feyyaz Hanım’ın içeri alınması üzerinden hemen yarım saate yakın bir zaman geçti. İzzet Saim, giriş yerine bir daha başını uzatarak: “Vehbiye Şevket Hanım, Süleymaniye…” adını bağırdı… Kesik kumral saçları, bir demet koyu kasımpatı gibi yüzünün etrafını süsleyen beyaz tenli, dolgun göğüslü, kabarık güvercin gerdanlı, gövdesine gayet iyi biçilmiş tarçın renkli ipek çarşaflı bir kız nazlı bir eda ile yürüdü…
Şehreminili “Polemik” Hüsniye’nin sesi, yeni erlik çağına ermiş bir horoz gibi öttü:
“Ben demedim mi size? Bu kız kâtibe değil çengiye benziyor… A vallahi işlerine yarayacak malı içimizden nasıl seçiyorlar…”
Çilli karı, gözlerini gidene dikerek: “A a a a korkmadan nasıl gidiyor? Hani ya sözleştikti. Oh şimdiki kızlar, bir şeyden pervaları yok…”
Vehbiye hışımla Hüsniye’ye baktı. Ona cevap vermeye tenezzül etmeyerek çilliye döndü:
“Neden korkacakmışım? Burası dağ başı mı? Irzından bu kadar korkuyorsan buraya neye geldin? Erkeklerin karşısına çıkacağını bilmiyor muydun? Onların arasında çalışacağından haberin yok muydu? Sen bana ne karışıyorsun? Kendi hesabına ne istersen yap… Ben seni tanımıyorum. Seninle birlikte gelmedim… Göbeklerimiz birlikte kesilmedi. Seni çağıraydılar beni peşine takıp da öyle mi içeri girecektin? Hem burada senin benim keyfimizle iş olmayacak… Yazıhane sahipleri ne derlerse öyle davranmak zorundayız…”
Çilli Kadın: Haydi… Haydi git… Yazıhane sahipleri ne buyururlarsa peki, de!”
Hüsniye: “A hanımlar, bu kadını tanıdınız mı? Bu, kaç defa Şehzadebaşı’nda sahneye çıktı…”
Vehbiye: “Sahneye de çıkarım bara da giderim. Oralara da siz benden önce koşacaksınız ama bakılacak suratınız yok…”
İzzet Saim, sözün daha çok parlamasına meydan vermemek için Vehbiye’yi incecik pelerin altında bıngıldayan yumuşacık, beyaz omzundan içeri itti…
Kapı kapandı. Yine yarım saate yakın bir zaman geçti. Giren çıkmıyor. İçeride ne esrar dönüyordu? Kadınların merakı kabardıkça kabarıyordu… Yine bir nöbet tuvalet aynaları çıktı. Acaba bu sefer kim çağrılacaktı? Şüphesiz en genç ve güzellerden biri… Şimdi içeriye çağrılmak, övünmeyi gerektiren bir üstünlüktü. Gidecek olanı bütün kadınlar kıskanacaklar, arkasından türlü dedikodu koparacaklardı. Hanımların hepsi, kendilerini orada bulunanların en güzeli sandığından bütün yürekler çağrılmak umuduyla çarpıyorken yine girişin önünde İzzet Saim’in bu kez çatıkça duran yüzü göründü.
Hep gözler oraya dikildi. Bütün kulaklar, delikanlının ağzından çıkacak adı işitmek için yürek çarpıntısında iken tiyatro darbesi çeşidinden bir durum oluverdi. İzzet’in sesi, bir bedesten tellalı gibi şöyle çınladı:
“Hanımlar, seçim oldu bitti. Başka kâtibe lüzum kalmadı… Dağılınız…”
Şimdi umutlar birden öfkeye, tiksintiye döndü. Bütün seslerin üstünde Şehreminili Hüsniye’nin iğrentisi dalgalandı:
“İş olmuş bitmiş… Haydi gidelim hanımlar… Böyle mesleği, niyeti şüpheli bir idarehaneye kapılanmayanlara ne mutlu! Ulu Tanrı bizi korudu…”
Öbür sesler:
“Dört saat bizi bu aralıkta boşuna beklettiler…”
“Vaktin nakit olduğu daha bu memlekette anlaşılamadı… Bir insanın vaktini boşa geçirmek parasını çalmaktır…”
“Öyle ya hırsızlar…”
“Yüzlerini koyuca boyayanlar kazandılar…”
“Yeni Cami metaları…”
“Yıl uğursuzundur.”
Küçük kardeşini elinden tutarak birlikte getirmiş olan bir kadın, çocuğu girişin bir köşesine işetmekle içini serinletti.
Böyle söylene söylene dağıldılar. Lakin Şehreminili Hüsniye, bir hafiye gibi dış koridorun bir köşesine sindi. Bu “oldubitti” komedyasının derinliğine ermeye ant içmişti.
7
İçeride de gerçekten “şaheser” dedikodular, işitilmeye değer şeyler olup bitiyordu.
Her biriyle ayrı görüştükten sonra kızların üçünü de birleştirdiler. Mürvet Abit her zamanki gibi masum ve üzüntülü idi. Nükhet Feyyaz serbest, Vehbiye Şevket serbestin üstünde bir şey… Affedersiniz, oynaktı…
Semih Atıf Bey bir eli sigarada, öteki ceketinin cebinde, kuş kanadı taralı saçları, taze tıraş olmuş pudralı yanaklarıyla odanın ortasında piyasa ederek her biri ayrı tip yüz ve güzellikte, buyruğuna hazır, bu üç genç kızın idarehanede olacak görevleriyle ilgili uzunca bir söylev çekti.
“Hanımlar!” dedi. “Araştırmaksızın, incelemeksizin, görenek ve bilgisizlik üzerine söylenen sözlere, verilen yargılara çok kızarım. Bizim memlekette bin gerçek söyleseniz, anlayarak can kulağıyla bir tek dinleyene rastlamazsınız. Fakat eski kafada ahmağın biri, ‘Bekleyiniz, yakında kurbağa deve doğuracaktır…’ dese hemen birçok ağızlardan ‘Amenna… Amenna!’ sesleri yükselir… Bugüne kadar kadınlar hakkında ne boş hükümler verildi, ne haksız şeyler söylendi: Kadın, yaradılıştan zayıf imiş; fikir ve işe yararlık bakımından ve her bakımdan erkekten aşağı imiş… Bugün bu gülünç düşüncelerin, bu sanıların temelini ortaya çıkarmak için kanıtlar arar isek gözlerimizin önünde meselenin aksi ortaya çıkar. Ve bu gerçek, ‘mütearife’ gibi apaçık bir şekilde gözlerimizin önünde duruyor. Hürriyetin ilanından beri kâh ilerleyerek kâh gerileyerek iyi kötü birçok akımın çarpışan etkileri arasında çırpınıyoruz. Her şeyde ağır, hızlı bir değişme var. Lakin en ileri giden, en çok uyanan, en mutlu umutlar veren sınıf hangisidir? Biliyor musunuz? Kadınlar, kadınlık, Türk kadınlığı! Avrupalıların yüzyıllarca yürüdükleri yükseliş yolu üzerinde beş on yıl içinde uçtu. Uçuyor… Eskiden sizin gibi genç hanımların alışveriş için çarşıya, pazara gitmeleri ayıptı. Şimdi tüccarlık yapıyorlar. Her meslekte erkeklerle omuz öpüşüyorlar. Eskiden bir kadının nazik sesini kafes arkasından bile işittirmesi, o aileyi utandıracak bir hoppalıktı. Böyle bir hafiflik karşısında analar babalar yerlere geçerlerdi. Şimdi hanımlar, musiki fasıllarında ruh okşayan sesleriyle dinleyenleri mest ediyorlar… Evli kadınlar oyunlarda, gezinti yerlerinde bile kafes arkasında otururdu. Şimdi sahneye çıkıyor… Daha yakın zamanlara kadar Türk kadını balonun, suarenin, dansın adını işitirdi. Şimdi karşısına dizilen delikanlıların adlarını omuzdan parmaklarına kadar dekolte kollarıyla oyun sırası için karnesine yazıyor. Erkekler, bu şaşılmaya değer hızlı ilerleyişte kadının arkasında koşamadı. Geri kaldı. Eğer şu saatte uygarlık alanında kadınlarımızın adım atmaya çekindikleri basamaklar varsa yine buna engel olan erkektir. Çünkü erkekler, birçoğumuz, hâlâ yerimizde sayıyoruz. En ileri, en serbest fikirlilerimiz, kadınlarla ilgili sorunlarda kaba düşünceli birer koyu gericiyiz. Hanımlar, artık eşit, özgür bir vicdanla yan yana çalışacağız!”
Bu konferansımsı sözler, eski masallarda kurdun kuzuyu kandırmak için kendisinin ottan başka bir şey yemediği hakkında ağıl dışından verdiği söylev çeşidindendi. Çünkü o, partisi düşmezden önce, orada dinlettiği hazırlıksız söylenmiş parlak sözleriyle ün almıştı. Lakırtı hokkabazlığında ustalığı vardı. Ne yazık ki savurduğu siyasi idari kâhinliklerinin hiçbiri çıkmamış değil; hemen hepsinin tersi görülmüştü. Memleketimizde böyle lakırtı, makale madrabazlarının eski söyleyip yazdıklarıyla yeni iddialarını karşılaştıracak dikkatli kimselerin yokluğu yüzünden böylelerinin at oynatmalarına engel olunamıyor. Bunların kendi çıkar ibreleri üzerine ayar edilen bozguncu sözleri, yeniden yeniye sürüm kazanıyor. Ah ah halk, eskiden çektiği belaların kimlerin yüzünden geldiğini ve nasıl sözlerden, iddialardan doğduğunu aklından çıkarmayacak kadar unutkan olmasa!
Zavallı Mürvet, pek bilgece ve iyiliksever bulduğu bu sözlerde derin anlamlar arayarak olanca dikkatiyle dinliyor; Nükhet Feyyaz, böyle nutuklara karnı tok bir durgunlukla gözleri görünüşte beyde lakin gönlü, kulakları pek uzaklarda olduğunu belli etmemek için arada bir sahte gülümsemeler gösteriyor; Vehbiye Şevket, çekici teninin sıcaklığını seçtiren ince çoraplı ayaklarını hiç sıkılmadığı bir çevrede oturduğunu anlatır bir aldırışsızlıkla birbiri üzerine atmış, Şehzadebaşı seyircileri gibi hemen hemen el çırpmak için parlak bir geçit bekliyor gibiydi…
Bu sırada tık tık oda kapısı vuruldu. İzzet Saim, kimin geldiğini anlamak için kanadı pek az araladı. Malik Tayyar ile Nesip İhsan’ı gördü. Beye haber verdi. Yabancı olmadıkları kâtip hanımlara anlatılarak gelenler odaya alındı… Koridora, ilanın kokusuna gelen yine yeniden yeniye birkaç kadın birikmişti. Aranılan kâtibin bulunduğunu söyleyerek İzzet Saim bunları savdı ve yeniden geleceklerin savulmasını Mansur Efendi’ye bırakarak odaya girdi. Şimdi orada eş dost bu kâtip hanımlarla, gündüzün kına gecesi yapacaklardı… Cümbüş keka… Lakin ilk saldırışta kızlar boyun eğecekler miydi? Böyle bir soru acemiler için sorulabilirdi. Her şeyin yolu, usulü vardı. Tecrübeli Semih Atıf Bey, bu işin ustasıydı.
***
Konuklarla kâtipler birbirlerine takdim edildiler. Öğle yemeği zamanı olmuştu. Semih Atıf Bey, hoş bir şey söyleyeceklere özgü bir tutumla iki avcunu birbirine sürterek: “Bugün kâtip hanımlarımızın işe başlamaları şerefine bir ziyafet vereceğim… Şimdi buradan hepimiz geniş bir otomobile dolarız. Doğru bizim Madam Savaro’ya… Yemekleri nefis, salonları temizdir. Yer, içer, eğleniriz. Bir saatin içinde yine buraya döneriz…”
İleri sürülen bu düşünce, bütün yüzlerde bir sevinç dalgası yarattı. Yalnız masum Mürvet’in biraz benzi attı. Korkuyordu. Fakat niçin? Bilmiyordu. O, bütün ömründe hiçbir yabancı ile öyle yerlere ziyafete gitmemişti. Yemekleri nefis, salonları temiz bu Madam Savaro’nun lokantası nerede idi? Semih Bey’in daha ilk gün, ilk saatten kâtip hanımlar hakkındaki bu denli tatlı davranışını, cömertliğini fazla buluyordu. Lakin büyük bir iyilik belirtisi gördüğü ve geçimine büyük bir yardım beklediği böyle yerin ilk teklifini kabul etmemek pek soğuk düşecekti. Sonra düşündü: Öyle bir idarehaneye sahip, saygıdeğer bir aileden ciddi bir beyin kötü niyetle o teklifte bulunması kabil miydi? Zihnini, böyle bir fena düşünceye sapıtmış olduğu için kendi kendinden utandı… Yanındaki iki kıza dikkat etti. Onların sevinçli yüzlerinde hiçbir şüphe izinin belirdiğini seçemedi. Nükhet’le Vehbiye’nin güvenle ve sevinçle kabul ettikleri bu cömertliği, kendisinin böyle ağır bir şüphe gölgesi altında anlayışı ayıp değil miydi?
On dakika sürmedi. İzzet Saim geldi. Otomobilin han kapısında hazır olduğunu söyledi. Hepsi daireden çıktılar. Kadınlar, erkekler çoktandır birbirlerini tanıyorlarmış gibi konuşa gülüşe koridorlardan geçtiler. Merdivenlerden indiler. İzzet Saim şoförün yanına oturdu. Üç kadın, üç erkek karmakarışık arabaya doldular… Küçük bir geri kıpırdanıştan sonra oto, beyaz dumandan arkasına ince bir kuyruk bırakarak manda sesiyle bağıra bağıra süzüldü. Köşeyi döndü, kayboldu.
Semih Atıf Bey, hanım kâtiplerini Madam Savaro’ya uçururken arkalarından açılmış iki tehlikeli gözün izlediğini seçemedi…
Şehreminili Hüsniye, kapıların süvelerine sinerek, köşelere gizlenerek, helalara kapanarak onların kadın erkek vücut vücuda karamboller yapa yapa arabaya dolduklarını görmüş, şoförün yüzüne, otonun numarasına dikkat etmişti.
Hemen sokağa fırladı. Sağına baktı, soluna döndü. Muhbir karı o fesatçı kafasıyla birden ne yapacağını kararlaştıramadı. Ne yapacağını şaşırmıştı. Her duraksama saniyesinin otomobili kendinden daha çok uzaklaştırdığını düşünerek kuduruyordu.. Bir ikinci otomobile atlayıp arkalarından saldırmak için yanındaki parayı hesapladı. Bunun yetmeyeceğini görerek bütün bütün sinirlendi. Ah, ah bu öyle bir işti ki, eğer açıkgözlülük edebilirse kâtiplikten kaybettiği aylığın birkaç katını o günü ve sonra çıkarabilirdi. Bu serüvene karıştıracağı adıyla ün kazanmaya da bir adım atmış olacaktı. Aman ya Rabbi, nasıl etsin? Ne yapsın?
Hüsniye, yürek çırpıntılarıyla böyle kendi kendini yiyip bitirmekte iken sokağın başından iki çocuğun ellerinden tutmuş bir kadın göründü. Oraya, hana doğru geliyorlardı.
Şehreminili, bu dişi kurt, böyle fitneciliklerde düşen fırsat noktalarından en küçüğünü bile ihmal etmezdi. Fesatçı yüreğinin esinlemesiyle durdu, iki çocuğun ortasında gelen kadını bekledi.
Bu, Semih Atıf Bey’in hizmetçisi Kâmile idi. Yürüdü. Hana girdi. Hüsniye, onları merdivenlerden birkaç basamak ara ile izledi.
Kâmile, çocuklarla birlikte, aralık bulduğu idarehane kapısından içeri yürüdü. Kapıyı yine aralık bıraktı. Ancak iki dakika sonra Hüsniye de içeri daldı. Mansur Efendi’nin odasında iri iri konuşuluyordu. Muhbir kadın, bu seslere kulak verdi.
Kadın sesi: “Beyefendi bu sabah gelmedi mi?”
Erkek sesi: “Geldi.”
“Nerede?”
“Sokağa çıktı…”
“Şimdi… Mutlak kendisini görmek isterim… Nereye gittiğini bilmiyor musun?”
“Yemeğe gitti sanırım…”
“O her zaman yemeğini lokantadan buraya getirtirdi…”
“Kimi de lokantaya gider. Belli olmaz… Misafirleri vardı…”
“Tayyar ile Nesip değil mi?”
“Evet…”
“İkisinin de boynu altında kalsın. Tanrı’nın günü ikisi de burada, misafir mi onlar? Kişi refikinden azar… Beyefendiyi baştan çıkarıyorlar. Hem masrafa sokuyorlar hem ahlaksız ediyorlar. Vallahi Hanım Efendi bir gün gelip onları buradan kovacak… Hakkı yok mu canım? Bu iki herifin çapkınlıkları hakkında işitmediğimiz rezalet kalmıyor. Gittikleri lokantayı biliyor musun? Söyle… Şimdi gider bulurum… Lazım… Pek lazım…”
Turgut mızmızlanarak: “Kâmile Dadı, haydi lokantaya gidelim… Ben krema isterim…”
Mihriban: “Ben de isterim dadı…”
Kâmile: “Arsız mahalle çocukları gibi ellerimi eteklerimi çekmeyiniz öyle… Sanki evde hiç tatlı yemiyorsunuz? Bilmiyor musunuz? Anneniz hasta… Bizi mutlak şimdi babanızı bulmak için gönderdi.”
Bu sırada dışarıdan oda kapısı vurulur. Mansur Efendi başını dışarı çıkarır. Yabancı iki genç kadınla burun buruna gelir…
“Ne istiyorsunuz?”
“İlanı okuduk geldik.”
“Ha anladım. Lüzum kalmadı hanımlar…”
Kâmile söze karışarak: “Ne ilanı?”
Yaşlı memur, yaylı gözlüğünü birkaç defa burnunun üzerine yerleştirip yine kaldırarak: “Bir şey değil canım… Bir şey değil…”
Gelen kadınlar küçük bir yaygara ile: “Nasıl bir şey değil? Herkesi uzun yollardan buraya kadar çağırınız da sonra bir şey değil, diye savınız…”
Mansur Efendi’nin gözü bu aralık girişte Şehreminili Hüsniye’ye ilişti:
“A hanım, sen hâlâ burada mısın?”
Muhbir kadın, iki büklüm yerlerde bir şey arayarak: “Ah Efendi, başıma gelenleri sormayınız. Ben gittim de yine geldim…”
“Niçin?”
“Babadan kalma bir gümüş kurşun kalemim vardı. Düşürmüşüm… Belki buradadır diye geldim. Arıyorum, arıyorum. Başım dönüyor, bulamıyorum…”
Birçok uygunsuz sözlere cevap vermeye katlanan Mansur Efendi, yeni gelen kadınları savar… Fakat Kâmile’ye laf anlatamaz… Kadın ağzını açar:
“Ne ilanı bu? Söylesene Efendi!”
Yaşlı adam lahavleler çekerek: “Canım burası idarehanedir, her türlü iş olur. Gazetelere her türlü ilan verilir…”
Kâmile, lokantaya gidip tatlı yemek için vızıldanan çocukları azarladıktan sonra: “O çapkın İzzet Saim, beyefendinin nesidir? Bilirsin ya Mansur Efendi?”
“Ben böyle münasebetsiz lakırtılar sevmem. Sus Kâmile Hanım…”
“Sevmezsin ama işin tam can alacak noktasında susarsın… O İzzet oğlan, beyefendinin genelev kılavuzudur. Muhabbet tellalıdır. Sen bilmiyorsan ben söyleyeyim işte… Mansur Efendi, siyahından ziyade ak bitmiş sakalınla sen bu çapkınlıkların arasında tuhaf bir durumda kalıyorsun…”
“Vallah hepinizden tiksiniyorum. Bir gün elimden kalemi bırakıp savuşacağım…”
“Savuşma… Savuşma babacığım. Bizden yana ol… Hanımefendi döşeklerde inim inim inliyor. Zavallıyı diri diri mezara sokacaklar… Vallah dünyada eşi bulunmaz tahammüllü kadındır. Bütün rezillikleri biliyor, işitiyor… Her duyduğunu içine koya koya işte böyle oldu.”
İhtiyarın sesi öfkeden ağlayan bir çocuk gibi incelip titreyerek: “Ben bu yaştan sonra böyle işlerde kimseden yana olamam… Benim vicdanım var. Terbiyem var… Ben altmış beş yaşında bir erkeğim. Mahalle karısı değilim… Ben bu idarehanenin ticaret işleriyle uğraşırım. Beyefendinin özel işlerinden, davranışlarından asla sorumlu değilim… Bakınız burada şimdi kimse yok. Burası bana teslimdir. Burası kavga, dedikodu yeri değildir… Hanımlar, haydi bakalım. Arş dışarıya… Kapıları kapayacağım.”
Kâmile, iğrenç bir şey görmüş gibi yüzünü ekşiterek: “Ay aman, senin ne pinpon olduğunu ben bilmez miyim? Hep bu işler senin başının altından çıkıyor. Bütün bu rezilliklerde senin parmağın var… Beyefendinin işine yaramasan o kadar dolgun aylıkla seni burada tutar mı? Siyah, ak sakallılar, sakalsızlar… Yaşlısı genci bütün dünya bir lokma ekmek için her rezilliği kabul eder oldu. Fakat dur sen… Gidip hanımefendiye söyleyeceğim. Hepinizi buradan kovdurtacağım…”
“Haydi git söyle… Hanımefendi, hanımefendi… Hay boynu altında kalsın kaltağın… Onun da ne çekilmez bombok bir mahluk olduğunu ben bilmez miyim?”
“A a a velinimetine karşı bu iyilikbilmezlik… Vallah kör kötürüm olursun Mansur! Yediğin ekmek gözüne dizine durur…”
“Benim kendi kafamdan başka velinimetim yoktur. Ben böyle defterlerin başında iki büklüm sabahtan akşama kadar çalıştıktan sonra buradan aldığımı her yerde kazanırım. Sen kendi derdine bak. Beni buradan kovdurtacakmışsın… Ben giderim ama sen de o evin gediklisi değilsin. Beyefendinin bir sinirli gününe rastlarsa belinin ortasına tekmeyi indirince, seni kapı dışarı eyleyiverir… Çünkü Beyefendi, hanımefendi denilen o yapma hastanın, o deli karının esiri değildir…”
“Ya hanımefendi, beyin esiri midir?”
“Beyin hanımından hiçbir istediği yok… Bilirim onun hiçbir davranışına karışmaz. Karısı dünyada var mı imiş yok mu imiş… Onun varlığına asla önem vermez… O da ona önem vermesin, bitsin gitsin.”
“A hiçbirbirine karışmadan karılık kocalık olur mu?”
“Bu hanımefendi derecesinde karışmaya da hiçbir erkek dayanamaz. Bu arsız çocuklarla kısa günde buraya on defa gelir gidersin… Beyin önemli bir işi mi var? Ciddi bir adamla mı konuşuyor? Kafası yorgun mudur? Hiç buralarını düşünmek yok… Karagöz oyunu gibi vakitli vakitsiz küt damlarsınız buraya…”
“Çocuklar arsızsa bunları ben peydahlamadım ya!”
“Bunları böyle terbiyesiz eden anneleri ve sen, ikinizsiniz… Öyle idaresiz bir kadının yanında siz hizmetçiler de yüze çıkıyor, yarımşar hanımefendi oluyorsunuz.”
Bu fırtınadan sonra Kâmile, oğlanla kızın ellerinden çekerek idarehaneden çıktı… Fakat Şehreminili Hüsniye, bütün fesatçı dikkatiyle bu sahnenin seyircisi olmuştu. İki taraftan dinlediği sözlerden mükemmel bir fitne dalaveresi çevirmeye yetecek kadar aile sırları toplamıştı. Hanımefendi, kocasını çok seven kıskanç, dırdırcı, bunaltıcı, belki de çehre düşkünü zayıf, sarartma, çekilmez bir kadın… Beyefendi genç, güzel, yanaklarından kan damlayan, karısını hiç umursamayan; zevkinden, sefasından başka şeylere metelik vermeyen; bütün tatlı eğlencelerini evinin dışında, ailesinden uzaklarda arayan hayırsız bir koca… Eşine hiç önem vermiyor fakat her nedense boşanarak bu belayı omzundan büsbütün de silkip atmıyor.”
Tastamam kıvamına, kolpasına gelmiş bir iş ki Hüsniye “püf” dese bu serüvenin rüzgârına karışacak ve Kâmile’nin Mansur Efendi’ye teklif ettiği gibi, hanımefendiden yana olunca, istediği kâtipliğin kazancından daha çok kendisine faydalar kapısı açmış bulunacak…
8
Kâmile, çocuklarla birlikte idarehaneden çıkıp dış koridorda on beş yirmi adım ilerleyince Hüsniye arkalarından yetişti. Merdivenlerden yere indiler. Hatta dik taş basamakların kazasından korumak için çocukların küçüğünü, Mihriban’ı dadısının elinden alarak kendisi indirdi. Bu iki kadının yaradılışlarında, öz kardeşlermiş gibi bir benzerlik, bir yakınlık vardı. Göz göze çabuk kaynaştılar…
Muhbir kadın, hizmetçiyi tenhaca bir sokağa çekti. Çarpıntısını yatırmak için birkaç kez eliyle göğsünü sıvadıktan sonra: “Ah hanım… Ah kardeş… Ben yedi kat el iken dayanamıyorum… Allah, hanımefendiye sabırlar versin. Can dayanır dert değil…”
Yabancı kadının hanımefendi adını karıştırarak gösterdiği bu üzüntü karşısında Kâmile şaşaladı. Dikkatle onun göz bebeklerine bakarak: “Ne var Hanım? Ne oldu?”
“Ah öyle bir şey oldu ki… Söyleyeyim mi? Söylemeyeyim mi? Ne yapacağımı ben de şaşırdım…”
“Bizimle ilgili mi?”
“Evet…”
“Söyle… Niye söylemeyecekmişsin?”
“Dedikodu olur. Ben öyle şey sevmem. Belki de karı koca arasında bir felaket oluverir.”
Kâmile, yüzünü merakla burun buruna bu muhbir kadına yaklaştırarak: “Söyle sinirden gözlerim seğiriyor. İçim titriyor.”
“Sizin hanımefendi hiç gazete okumaz mı?”
“Okumaz… O, kocasının derdinden başka bir şey düşünmez…”
“Vah zavallı kadın…”
“Zavallıların zavallısı…”
“Bu ilanı İstanbul’da okumayan kalmadı. Sizi ilgilendirdiği hâlde bundan hiç haberiniz olmamasına pek şaşılır doğrusu…”
“Hanım, ne ilanı? Bu nasıl şey? Söyle diyorum…”
Turgut bir yandan, Mihriban öbür yandan Kâmile’nin eteklerini çekiştirerek: “Dadı haydi… Lokantaya gidelim. Beybabamı bulalım…”
Hizmetçi kadın, çocukların ikisini birden tartaklayarak: “Susunuz. Durunuz bakalım… Beybabanızın yediği … yedi deryanın suları temizlemez… Dinleyiniz, bakınız bu hanım ne söyleyecek? Öyle herife ananız koca, siz baba diyorsunuz… (Hüsniye’ye dönerek) Hanım, siz bu arsızların vızıldamalarına bakmayınız… Söyleyiniz… Analarının bunları düşünmeye hiç vakti yoktur. Babaları dersen kırk yıl görmese aklına gelmez… İşte ben bu doymazları akşama kadar yemişle avuturum. Bunların yediklerini vallah büyük adam yiyemez… (Cebinden iki tablet çikolata çıkarır, ellerine tutuşturarak) Alınız da bakalım susunuz…”
Mihriban, çikolatasını kardeşine göstererek: “Ağabey bak… Benim tabletim daha büyük…”
Oğlan kapmaya atılarak: “Ver onu bana…”
Kız sesinin çıktığı kadar bağırarak: “Vermem… Vallah vermem…”
Turgut, Kâmile’yi yumruklayarak: “Cadı karı… (Tepine tepine) Ona büyüğünü veriyorsun da (ağzını yaya yaya, arsız arsız ağlayarak) bana küçüğünü… Anneme söylerim billah…”
Kâmile: “Söyle… Annen senin çikolatanı düşünüyordu… Bunun büyüğü, küçüğü yok. İki tablet de birbirinin aynı. Vurma bacaklarıma. Soysuzun çocuğu… A küçük ama kurşun gibi ağır yumrukları var… Bu kadar emeklerime karşılık daha bu yaşta beni dövmeye kalkıyorsunuz… Eğer babanızın derdinden ölmez ise büyüdüğünüz vakit ananız kim bilir sizden de neler çekecek? Damarları bozuk piçler… Yumurcaklar lakırtı söyletmiyor ki… Hanım, anlat bu ilanı bana…”
“Hanım, sizin beyefendi gazetelere bir ilan verdi. İstanbul’un ne kadar aşüftesi varsa sabahleyin buraya topladı…”
“A üstüme iyilik sağlık, hanım duymasın. Çıldırır… Deli olur… Ölür…”
“Ah ben de o kadına acıyorum ya. Yüreğim hun[15 - Hun: Kan. (e.n.)] oluyor…”
“Ah kimseler duymasın. Bizi tefe korlar da çalarlar…”
“Ah zavallılar, bu rezaleti sizden başka duymayan kalmadı…”
“Utanmaz herif, ne yapacak o kadar orospuyu? Genelev mi açacak?”
“Kendi için… Eşi dostu için…”
“Hanım, akıllara ziyan… Beynimin içinde karınca yuvası gibi bir şeyler kaynıyor… Sıkılmadan, arlanmadan o ilanı nasıl verdi? Gazeteler nasıl kabul ettiler? İstanbul’un bütün fahişelerini davet ediyorum diye mi yazmış?”
“Yok hanım yok… ‘Yazıhanemize genç bir kâtip hanım arıyoruz, çok iş yok, aylık dolgun.’ diye yazmış… Irzlısı ırzsızı hepsi buraya koştu. Bilemedim. Ben de geldim…”
“A vah zavallı, onların arasında seni de kötü karı sanmışlardır…”
“Sorma hanım, sorma, kızardım. Terledim, yerlere geçtim.”
“E, sonra? Buradan nereye cehennem oldular? İki gözüm anlat… Seni bize Allah gönderdi. Sen söylemesen bizim bir şeycikten haberimiz olmayacak…”
“Benim buraya gelip de bu şeyleri öğrenişimi hanımefendinin güzel kalbinin kerametine veriyorum.”
“Doğru, doğru… O kadın veli gibidir. Ona kötülük eden sonunda ettiğini bulur…”
“Hanım, dinle; şimdi en can alacak noktaya geliyorum…”
“Ah canları çıksın! Söyle…”
“Dedim ya ilana aldandım. Ben de geldim. Bu giriş yeri yavaş yavaş boyalı karılarla doldu. Bir delikanlı var. Beyin kâtibi midir nedir?”
“Ah bildim. Onu kâtipler götürsün, yaşı yerlerde sayılsın…”
“İşte o oğlan buradan en genç, en güzel, en oynak şırfıntıları seçti, seçti içeri götürdü. Bir iki defa sırıtarak çağırmak için bana da çapkın çapkın göz etmesin mi? Elimi yumdum. Kafasına doğru salladım vallahi…”
“Ah kıraydın kafasını puştun…”
“Genç karıları içeri aldılar. Kapıları sımsıkı kapadılar… Saatlerce halvet oldular… Bekleriz, bekleriz çıkmazlar. A, vakitler çok fena oldu hanım. İstanbul’un böyle civcivli göbek yerinde bu rezalet… Eski kafadaki Türkler olaydı, ortalık birbirine girerdi. Allah hepsini kahretsin. Ne hâlleri varsa görsünler… Neme gerek âlemin günahı, rezaleti de, çık git; değil mi ya? Hayır şeytanlar içime vesvese getirdi. ‘Durayım bakayım bu kepazeliğin sonu nereye varacak?’ dedim, bekledim. Bu da hanımefendimizin içine doğuşundan anlaşılıyor; yüreği tertemiz bir kadın. Ben bütün bu kötülükleri göreceğim, size anlatacağım… Beyin hıyaneti örtülü kalmayacak… Bu da Tanrı’nın hikmeti…”
“Hanım söyle… Öfkemden çatlayacağım… Kepazeler hâlâ çıkmadılar mı dışarıya?”
“Çıkmadılar… İki gözümün elifi çıkmadılar…”
“Hayâsız reziller… O Mansur Efendi olacak herif ne yapıyor?”
“Odasında oturuyor…”
“Ak sakallı pezevenk…”
Turgut’la Mihriban Kâmile’nin eteklerini çekerek: “Dadı, çikolata bitti, bir daha ver…”
Kâmile, iki çocuğun didiklemesi arasında sinirli sinirli çırpınarak: “Durunuz. Susunuz bakayım. O beybabanız olacak kerata orospularla odaya kapanmış… Dinleyiniz ibret alınız yumurcaklar… Yarın öbür gün siz de onun gibi hayâsız olacak değil misiniz? Ah hanımefendi, zavallı kadın işitmesin… İşitmesin hop diye yüreğine iner… Ölümüne sebep oluruz.”
Kâmile cebinden iki elma çıkarıp kabuğuyla çocukların ellerine vererek: “Hanım, benim ceplerim manav dükkânı gibidir. Bunların ellerine tutuşturacak bir şey bulamazsam çiğ çiğ beni yerler. Onlar elmaları bitirinceye kadar söyle kardeş, rahatça dinleyeyim…”
“A bekleye bekleye ayaklarımıza kara su indi… Bir türlü dışarı çıkmazlar…”
“Hay büsbütün çıkmaz olsunlar…”
“Giriş yerindeki karılar sızıldamaya başladılar… Söyletme beni… Fahişeler, yakışıklı delikanlıları gördüler. Para ile birlikte erkek kokusu da aldılar… Yerlerinde duramaz oldular… Kaynaşıyorlar… Onlar da içeri girmek için can atıyorlar… Dedim ya, dünya kötü oldu. Benden başka ırzından korkan yok hanım… Karıların bu sabırsızlık fingirtisi arasında kapı açıldı. Kâtibin çapkın yüzü yine göründü. Hepimize karşı ne dese beğenirsin hanımcığım?”
“Ne dedi? Namussuz herif…”
“İş oldu bitti…”
“A a sus yere geçtim…”
“Hanım, iki elim yanıma gelecek, bir kelime yalanım yok… ‘İş oldu bitti. Başka kâtibe lüzum kalmadı. Haydi dağılınız hanımlar.’ dedi…”
“Alçak hayâsız… E, sonra?”
“İçeri girip ‘oldu bitti’ oynamak isteğiyle kıvranan karılar ağızlarını açtılar… Her kafadan bir ses çıktı. Epey gürültü oldu. Fakat çare var mı? Sonra dağıldılar…”
“İçerideki karılar ne oldu? Onları turşuya mı bastırdılar?”
“Dinle hanım, dinle… Maceranın en sunturlu yerine geldim…”
“Hafakana tutulmamak elde mi? Söyle hanımcığım, hem söyle diye yalvarıyorum, hem dinlemeye utanıyorum… El gün kepazeleri…”
“Herkes çekildi. Şeytan bana dedi ki: ‘Sen gitme Hüsniye, burada biraz bekle, bak neler göreceksin?’ Bekledim. Biraz sonra han kapısının önüne homur homur geniş, parıl parıl şık bir otomobil yanaştı. Odadan senin saklambaç oyuncuları çıktılar. Üç kadın, dört erkek kucak kucağa arabaya doldular… Boru öttü. Motor hırladı; haydi babam kuş gibi uçtular…”
“Ah zavallı hanımefendiciğim… Sen koca adını verdiğin o haydut için evde inle dur… Ay dizlerimin bağı çözüldü. Fena oldum. Nereye gittiler. Uğursuzlar nereye?”
“Hanım, ben tahminimde pek az yanılırım… Beyoğlu tarafına sürdüler sanırım. Rabb’im vermesin. Öyle kepazeliği İstanbul’da hangi mahalle kabul eder?”
“Aman Allah’ım talihsiz hanımefendi bu rezilliği duysa onları şimdi bulundukları yerde bastırmak için bütün servetini feda eder…”
“Bütün servetini feda etmeye lüzum yok. Beş on lira otomobil parasıyla ben onları şimdi saklandıkları yerde kapana tutulmuş gibi bastırırım. Bana Şehreminili Avukat Hüsniye derler. Uçanla kaçan elimden kurtulmaz. Ben zaten başka bir otomobil ile arkalarından gidecektim ama bugün yanıma yeteri kadar para almamışım…”
“Hanım, bu işi nasıl yaparsın bakayım söyle?”
“Şoförün biçimi, kılığı bir fotoğraf plağı gibi zihnime çizildi: Esmer, sivri çeneli, kalın kaşlı bir delikanlı. Sonra arabanın numarasını aldım…”
“E, ne çıkar bundan?”
“İlahi Hanım, ne mi çıkar? Bir saate kadar ben o herifi bulamazsam bana da Hüsniye demesinler…”
“Nasıl kuzum hanım?”
“Şimdi şuradan Eminönü’ne gideriz… Orada otomobillerle bekleyen şoförlerden ikinci dairenin 628 numaralı arabasının şoförünü nerede bulabileceğimi sorarım. İçinde bir paket unuttuğumu söylerim…”
“Hay ağzını öpeyim hanım. Hızır mısın mübarek kadın! Dar günde imdadımıza yetiştin. Şoförü bulursan hanımefendiye haber veririz. Hangi folluğa saklandılarsa gider kepazeleri oldukları yerde karı erkek bir arada bastırırız.”
“Ya hanımefendiyi hasta diyordun?”
“A! Kocasıyla ilgili böyle önemli bir işte benim hanımım mezarda olsa dirilir kalkar… O herifin bu azgınlığı bizim beceriksizliğimizden… Köpeksiz köyde çomaksız oynuyor… Kocasını böyle bir durumda yakalamak için ne dedim sana; kadınım varını yoğunu feda eder vallah…”
Hüsniye, kazançlı bir işin yolunda bulunduğunu bir kez daha anladı. Becerikliliğini duyurduktan sonra biraz da kendini naza çekmek için: “Bugün başka önemli işlerim var ama hanımefendinin hatırı için her şeyi feda edeceğim. Haydi… Sağımıza solumuza dikkat ederek Eminönü’ne doğru yürüyelim… Hak, doğrunun yardımcısıdır. Ya şoförün kendisine ya bir arkadaşına rast geliriz. Onlar birbirlerini tanırlar…”
9
Hüsniye, daha serbest yürümek için çocuğun birini, oğlanı dadısının elinden aldı. Şimdi iki kadın ellerinde birer çocuk, caddeye çıktılar. Vakıf Han’ın önünden yürüdüler. İçleri eşya yığını gibi dolu ve sahanlıklarına insan salkımları asılmış tramvaylar aşağı yukarı çanlarını öttürerek akıyor, otomobiller kalabalığın arasından birer canavar homurtusuyla kıvrıla kıvrıla koşuyor… Bu dar caddeden taşan halk, kedi görmüş fareler gibi oraya buraya kaçışıyor; canını Allah’a emanet edip de karşıdan karşıya çırpınarak koşanlar görülüyor.
Fırının köşesini döndüler. Orada ecza deposunun önünde durmuş bir otomobil gördüler. Boynunu kaplumbağa gibi iki omzunun arasına çekmiş sigarasını tüttüren şoförden Hüsniye sordu:
“Kardeşim, ikinci dairenin 628 numaralı arabasını işleten meslektaşını tanıyor musun?”
“Ne yapacaksın?”
“Otomobilinde bir paket unuttum da…”
“Tanımıyorum…”
Bu olumsuz cevabı alarak yürüdüler.
Hüsniye: “Hiçbir işte ilk başarısızlıklardan yılmamalıdır. Çarçabuk elde edilen şeylerin tadı olmaz. Asıl iş, uğraşılarak başarılanlardır…”
Kâmile: “Aman Hanım, ben üzüntü kaldırmam. Hanımefendi hiç kaldıramaz. Ben Tezveren Dede’ye adağımı adadım zati… Tanrı işimizi bir ayak önce kolaylaştırsın… Bence en iyi işler en çabuk olanlardır.”
Deponun önünden Mayer’in köşesine kadar çocukları kucaklarında geçirdiler… Eminönü’nde sıra sıra müşteri bekleyen otomobil birikintileri arasına daldılar.
Hüsniye, şoförlerin beş altısına yine sorusunu tekrar etti. Bazıları lakırtıya bile tenezzül etmeyerek yalnız başlarıyla “Hayır…” işareti veriyorlardı. En sonunda bir tanesi köprüden kıvrılan bir otomobil göstererek “İşte aradığınız Şakir geliyor…” dedi.
Hüsniye, başını çevirdi. İşaret edilen otoyu görür görmez sevincinden sarılır gibi Kâmile’nin omuzlarından tutarak: “Hah işte o… İşte o… Ta kendisi…”
“Şimdi ne yapacağız hanım?”
“İşte asıl diplomatlığı şimdi yapacağız…”
“Ne yaparsan yap… Herifin ağzından bu sırrı haber al…”
“Hanım, bunların ağızları para ile açılır… Bu yolda bana istediğimi yapma iznini veriyor musunuz?”
“Yerden göğe kadar… Tek şu çapkınları bastıralım. Kendisine sormadan işte ben, hanımefendinin ağzından sana söz veriyorum. Korkma, şoföre ‘İstediğini vereceğim!’ de! Yüzün kara çıkmaz…”
628 numaralı araba, Gümrük Caddesi’ne doğru bir kavis çevirerek sıraya girer. Kadınlar o yana doğru koşuşurlarken Turgut iki eliyle Kâmile’ye asılarak: “Dadı…”
“Yürü… Şimdi herifi kaçıracağız… Ne var?”
Çocuk, büyük kalın sesiyle: “Çişim var…”
“Hangisi?”
“Kocaman…”
“Turgut donuna etsen şu anda seninle uğraşacak vaktim yok. Şoförü kaçıracağız. Şimdi herif bir müşteri alırsa kuş gibi gözden kaybolur.”
Oğlan tepinerek: “Ediyorum… Ediyorum…”
“Etme… Koca oğlan ayıp değil mi? Etme. Yerin dibine gir ilahi! Akşamlara kadar yukarıdan doldurup aşağıdan boşaltmaktan başka işiniz yok… Sekiz okka yemiş yedin yumurcak. A elbette… Miden, karnın doldu taştı. Nereye götüreyim? Bu kalabalığın içinde nereye becerteyim ben bunu?”
Kâmile etrafına bakınırken Mihriban aynı tepinme, aynı yaygara ile: “Dadı… Benim de geldi.”
“Senin de mi geldi? Babalarının yumurcakları. Domuz yavruları… Zaten biriniz ne yaparsa arkasından öteki de onu yapar. Yemeniz içmeniz hep böyle… Her şeyde sidik yarışına çıkarsınız. İkinizi de götüreyim şuradan denize atıp kurtulayım…”
Oğlan iki büklüm, sararmış bir beniz ile göbeğini tutarak çabasının son boğumunda olduğunu gösterir bir telaşla: “Dadı… Dadı… Vay… Vay…”
İşte şaka olmadığını anlayan Kâmile, çocuğu iki omzundan kavrayarak: “Dişini sık… Çişini tut… Yoksa şimdi seni yere vurur, kabak gibi patlatırım…”
Oğlanı deniz kıyısındaki helaya doğru koştururken kız aynı acıklı durumda süzülerek: “Dadı… Dadıcığım… Aman… Aman…”
Kâmile, Hüsniye’ye: “Sen de öteki yumurcağı omuzlarından kavra… Abdesthaneye kadar getir bırak. Sonra şoföre koş… Herifi kaçırmayalım. Bu piçler işimiz tam kıvamında iken ortasına ettiler…”
Muhbir Kadın, söylendiği gibi yaparak çocuğu helaya bırakır. Şoförün yanına koşar.
Bir sigara sarmakta olan şoförün önünde durarak: “Kardeşim Şakir Bey…”
Şoför, kendisine kardeşlikle birlikte beylik payesi veren bu kadının yüzüne dikkatle bakarak: “Adımı tanıyorsun fakat ben seni bilemedim.”
“Epeyce vakit önce birkaç defa arabana bindik. Ben seni tanıyorum. Sen günde yüz türlü müşteri taşıyorsun. Elbette çoğu aklında kalmaz.”
“Canım epeyce dediğin şey ne kadar zamandır? Benim şoförlüğüm çok eski değildir…”
“Canım şimdi oraları nemize gerek… Gözünü açıyor musun? Önemli bir iş var…”
“Önemli bir iş mi var? Nedir? Dağa adam mı kaçıracağız?”
“Allah göstermesin kardeş. Öyle canice işleri ne ben kabul ederim ne de sana yap derim… Benim sana söyleyeceğim şey namussuzlara karşı namusu savunmak yolunda bir iştir.”
“Ben mahkeme başkanı değilim. Savcı hiç… Bir şoför şunun bunun namusunu nasıl savunur?”
“Çok uzatma vakit yok… Yarısını bana vermek şartıyla şimdi şıp diye elli lira kazanmak ister misin?”
Elli lira rüşvet teklifiyle başlayan bu namuslu işe şoför biraz şaşarak: “Sen kurnaz bir kadına benziyorsun?”
“Nereden anladın?”
“Yarısını sana vermek şartıyla bana elli lira kazandırıyorsun… Yarısını sana verince bana yirmi beş kalır hanım hemşire… Ben lafın piyazını, asıl sözden ayırmayı bilirim… Bu elli lira kalabalığıyla zihnimi doldurup kandırmaya uğraşıyorsun. İş ne imiş hele bir kere onu anlayalım.”
“Sen deminden Koza Hanı’ndan üç kadınla dört erkek müşteri aldın.”
“Evet…”
“Nereye götürdün onları?”
Şoför, Hüsniye’yi tepeden tırnağa kadar dikkatle bir daha süzerek: “Bu soruyu bana ne yetki ile soruyorsun? Polis hafiyesi misin? Öyle ise kimliğini göster…”
“Canım şimdi aramızda polisin ne işi var? Bu kadar ince eleyip sık dokuma! Soruma cevap ver…”
“Ben böyle soruya çarçabuk cevap veremem… Niçin soruyorsun anlamalıyım.”
“Vakit geçiyor. Saflık etme.”
“Onlar senin akraban mıdır?”
“Öyle ya da değil… Nene gerek senin… Bir şoför taşıdığı müşteriyi nereye bıraktığını her zaman herkese söyleyebilir.”
“Sanırım bir kıskançlık meselesi…”
“Zekisin. Hah işte anladın…”
“Benim belaya girmeye vaktim yok…”
“Niçin canım?”
“Ne felaket çıkarsa kıskançlıktan çıkar. İntiharlar, öldürmeler…”
“Korkma… Korkma öyle şey yok… Meraklı, yarı kaçıkça, hasta bir hanımefendi, iki sümüklü çocuk, bir hizmetçi kadın, bir de ben… Bizim hepimizi arabana alıp onları bıraktığın yere götüreceksin. Bizim hangimizden cinayet umarsın?”
“O! O! İş değişti. Yalnız gittiklerini söylemek değil de sizi alıp oraya götürmek…”
“Sen bir kira otomobilinin şoförüsün. Her müşteriyi alıp istedikleri yere götürebilirsin. Yarım saat fazla geçirmekle bu işin tavını kaçırmış olabilirsin. Bugün ayağına gelen bu kısmeti havaya bırakma…”
Şoför, içtiği sigaranın dumanını kendine kendisine pek yaklaşmış olan Hüsniye’nin yüzüne üfleyerek biraz düşündükten sonra:
“Hanım, pazarlık istemem…”
“Peki…”
“Sana son ve kısa bir sözüm var…”
“Dinliyorum…”
“Sizi oraya götürmek için elli lira alırım… Hem de peşin…”
Bu kez Hüsniye düşünmeye vararak: “Öyle olsun. İnsanlık uğruna yapılan bu iş için ben payımdan vazgeçiyorum…”
İleri doğru bakıp: “İşte kadınla çocuklar geliyorlar… Şimdi hepimizi buradan bindirerek konağa götüreceksin. Oradan hanımefendiyi alıp istenen yere gideceğiz…”
“Otomobil için her saat başına olan ücreti de ayrıca alırım…”
“Uzun ediyorsun. Para için merak etme…”
“Konak nerede?”
Hüsniye, konağın nerede olduğunu bilmiyordu. Bu konuda kesin bilgisizlik göstermek şoförde şüpheler uyandırabileceği için eliyle Yeni Cami tarafına doğru işaret ederek: “Uzak değil… İşte şuracıkta… Otomobil için birkaç dakikalık yol…” sözüyle üzerine şüphe çekmek tehlikesinden kurtuldu. Cevap veremeyeceği bu türlü suallere meydan bırakmamak için Kâmile’ye doğru yürüdü. Burun buruna gelince: “Kardeş müjde… Pazarlık ettim. Herif bizi beyefendinin gittiği yere götürecek. Lakin yüz liraya razı edinceye kadar göbeğim çatladı…”
Kâmile, yüz liralık müjde önünde biraz irkilerek: “A kardeş, pek çok değil mi?”
“Sus hemşire, lakırtı karıştırma… Herif pek dönek tabiatlı bir adam. Şimdi pişman olur, sözünü geri alır…”
İki kadın, iki çocuk otomobile kurulurlar. Şoför gideceği semti sorar.
Kâmile: “Dizdariye, Türbe Sokağı, 18 numara…”
Otomobilin lastik gırtlağı şoförün parmakları altında iki üç kez anırdıktan sonra, araba, yolcularını hafifçe sağa sola eğerek küçük bir rüzgâr içinde yollanır…
10
Tarif edilen sokak ve numaranın önünde durdu. Marmara’ya bakan üç katlı bir kâgir evin bahçe kapısından içeri girdiler. Bahçe gün güneş içinde… Havuz, fıskiye, kameriye, çardak, çakıllık, iki yanı lavantinli yollar. Her şey var. Lakin hepsi bakımsız, harap… Kapının arkasında içleri süprüntü dolu gaz tenekeleri… Sökülüp atılmış bitki döküntüleri orada burada kokmuş yığınlar hâlinde… Adım başında tabak, bardak kırıkları yatıyor… Kediler, köpekler tenekelerden süprüntülerin bir kısmını oraya buraya taşımışlar… Yollara saçılmış türlü renkte kırıntı parçaları… Temizlemek, düzenlemek için hiçbir yanda bir insan eli dolaşmamış. Her yön kendi oluruna bırakılmış…
Bakımsızlıktan, evin içi de bahçeden pek farklı değil… Her yanı yarım parmak toz kaplamış… Odalar alan taran[16 - Alan taran: Darmadağın. (e.n.)] eşya, karmakarışık…
Hüsniye, ortalığın bu düzensizliğini gözden geçirirken Kâmile, onu birinci katta bir odaya sokarak: “Bir evin beyi çapkın, hanımı kıskançlıktan hasta olursa işte orası bu hâle gelir… Sen burada bekle. Ben hanımefendinin yanına çıkayım. Ona üzüntüden ölmeyecek biçimde işi anlatayım. Sonra seni çağırtırım…”
Kâmile Hanım, hanımefendisinin yanına girer. Mevsim pek sıcak değil lakin içine güneş dolmuş, pencereleri, kapısı kapalı odanın ısınmış, değişmeyen havasında bir hastane ağırlığı ve kokusu var…
Hanımefendi, pencere kenarında bir koltuğa oturmuş… Üst baş kirlice, saçlar Rufai dervişleri gibi salkım saçak, dizlerinde kalın bir eteklik, ayaklarında fanila terlikler… Beniz kirli sarı, gözlerinin etrafı umutsuzluk ve bıkkınlık gölgeleriyle haleli; yanı başında bromür, aspirin ve bir sürü ilaç kutuları, koca bir şişe kolonya, nane ruhu… Masanın üzerinde eski yeni birkaç divan… Akşamlara kadar, “Bey bana ne diyor? Ben ona ne diyorum?” fallarıyla bu kitapları karıştırmaktan ve yine aynı niyet üzerine bol bol iskambil falı açmaktan başka işi gücü yok. Kocasının aşkı onu boğacak bir dalga gibi her an üzerine saldırıyor, hep onunla uğraşıyor, hep…
Kâmile odaya girince hanımefendi telaşla: “Bir otomobil homurtusu işittim. Bey mi geldi? Böyle vakitsiz hiç geldiği yoktur. Çık biraz onu oyala. Beni bu hâlde görmesin…”
Yüzüne pembe bir ponpon gezdirmek, biraz da saçlarını derleyip toplamak için aynanın önüne koşar.
Kâmile: “Telaş etme hanımcığım, bey gelmedi. Galiba biz ona gideceğiz…”
“Ay neden? Apansızın olağanüstü bir hâl mi oldu? Bir hastalık, bir kaza, bir felaket?”
“Hep beyinizin üzerine böyle korkunç şeyler yorarsınız. Onun sizden uzakta vur patlasın bir eğlence âleminde bulunduğuna bir türlü ihtimal vermezsiniz…”
“Nerede?”
“Öyle vefasız, hayırsız, azgın erkekler fahişelerin ortasında hangi rezalet yuvalarında eğlenirlerse orada işte…”
Hanımefendi, büsbütün sararır. Süzülür, gözlerinin karaları kayar… Bayılıp düşmemek için koltuğun iki yanına yapışarak: “Kâmile, bana lokman ruhu şişesini bul.”
“Yok hanımcığım bayılmayınız… Dayanıklı olunuz. Olan işlerin ben size daha aslını anlatmadım. Kendinizi tutunuz ki bu sefer o azgının hakkından gelelim.”
“Söylediğin şeylerin doğruluğuna iyice inanıyor musun?”
“Ulu Tanrı’ma inandığım kadar… Ah bilirim en açık oluşlar önünde bile beyinize karşı güven beslemek düşkünlüğünden kendinizi kurtaramazsınız.”
“Sonu ev bark yıkımına çıkacak böyle önemli konularda her söze gelişigüzel inanıvermek olur mu?”
“Şu saatte hiç düşünemediğiniz hâlleri gözlerinizle görmek için gereken büyücek bir masrafa katlanır mısınız?”
“Bu nasıl soru? Nem varsa fedadan çekinmem…”
“Öyle ise haydi kalkınız, hazırlanınız… Otomobil aşağıda bekliyor. Pire tok iken tutulur, derler. Biz de onu sıcak zevk âleminde bastıralım. Ustalıklı inkârlar ile artık sizi kandırmasına imkân kalmasın.”
Hizmetçi kadın, hanımına lokman ruhu koklata koklata zavallının şakaklarını, bileklerini kolonyalarla ovuştura ovuştura olayları en çarpıntı veren, en sinire dokunacak, en göz kızdıracak boyalar altında, dedikoducu dilinin bütün zehirlerini karıştırarak tasvir ede ede anlatır… Sonunda facianın en usta oyuncusu Şehreminili Hüsniye’yi odaya sokarak bunu, hanımına, her şeyi zamanında haber veren “Hızır kadın” adıyla takdim eder.
Hızır kadın da hanımefendinin kıskançlık ateşini körükleyerek bu karı koca faciasından kendi çıkar payına epey bir şey ayırabilmek için bütün ustalığını gösterir. Sinirli kadın, bu iki keskin dilli körükçünün arasında büsbütün kızıl deliye döner… Kocasını suçüstü yakalamak için çarşaflanır. Kendisini romanlarda okuduklarına benzer bir olay içinde bulduğuna biraz şaşar. Yanına bir şey almak gerek… Bir silah! Öyle ya… Kocasının kolları arasında yabancı bir kadın görünce yaralanan izzetinefsinin öcünü almak için söylenecek acı ve öldürücü sözü bir tabanca namlusuyla anlatmak gerek… Dolaptan kocasının küçük, şık tabancasını çıkarır… Elinde evirip çevirerek: “Hayatımda böyle acı günler olacağını, kocamı öldürmek için bir tabanca hazırlayacağımı hiç aklıma getirmezdim. Bu uğursuz alet nasıl, neresinden dolar? Bilmiyorum…”
Kâmile telaşla: “Hanımefendi, bilmediğin şeyi kurcalama, kazalıdır.”
“Boştur biliyorum…”
“Şeytan doldurur…”
Hanımefendi, küçük bir titremeyle silahı masanın üzerine bırakır. Hızır kadın, onu oradan bir erkek cesaretiyle kavrayarak: “Bu alet, insana hem dosttur hem düşmandır… En karışık meselelerde sözü kesen bir hâkimdir. Ömrü boyunca bunun yardımına muhtaç olmamış adam yok gibidir. Doldurmasını da atmasını da bir silahşor kadar bilirim.”
Tabancayı kırıp kovanlarını parmağıyla yoklayarak: “Boş boş… Hani ya fişekler nerede?”
Hanımefendi, ortaya bir teneke kutu çıkararak: “Bunun içinde bir şeyler var. Fişek dediğiniz onlar mı bilmem…”
Hüsniye: “Hanımefendimiz, şimdiye dek hiç silah atmadınız mı?”
“Hiçbir cana kıymak aklımdan geçmezdi ki atayım.”
“Öyle ise biraz el alıştırmalısınız…”
“Burası nişan yeri mi? Şimdi güm diye patlarsa konu komşu ne der?”
“İçine kurşun koymayacağım… Biraz parmaklarınızı alıştırmak için boş boşuna atacaksınız…”
Hızır kadın, tabancayı hanımefendinin eline verir, tetiği göstererek: “İşte bunu parmağınızla çekiniz…”
Hanımefendi çekmeye uğraşarak: “Ay pek sıkı! Bir parmağımın kuvveti yetmiyor…”
“Birinin kuvveti yetmiyorsa iki parmağınızla çekiniz.”
Hanımefendi, alt dudağını dişlerinin arasında çiğneye çiğneye, korkunç bir yüz kasılmasıyla namlunun ucunu havada dolaştırarak tetiği çekmeye uğraşırken Kâmile büyük bir telaşla: “Hanımefendiciğim durunuz. Eliniz her tarafa oynuyor. Ben dışarı çıkayım da tetiği sonra çekiniz.”
“Boş diyorlar ayol…”
“Boş silahların patladığını ben çok bilirim. Kavga yerine gitmeden burada birbirimizi vurmayalım… Bugün sakar bir gün… Şeytanın işi yok. Tanrı’m kazasından saklasın…”
Hanımefendi gözlerini yumar. Dudağını koparırcasına kendini sıka sıka nihayet tetiği çeker. Boş tabanca tamam çıt çıt ettiği sırada birdenbire oda kapısı açılır. Turgut’la Mihriban koşarak içeri girerler… Çıt çıtlarla çocukların girmeleri saniyesinin rastlaştığı anda Kâmile çığlığı basarak: “Atma Hanımefendi, çocuklara rast gelir…”
Bu yaygaranın üzerine gözlerini açıp da karşısında çocuklarını gören hanımefendi, bir kaza oldu sanarak tabancayı elinden birkaç metre öteye fırlatıp durduğu yere serilir.
Kopan çığlığa dışarıdan birkaç kadın daha koşar. Hanımefendi bir yanda baygın, ötede tabanca… Herkeste bet beniz kaçık… Ortada vurulan görülmez. Kazanın çeşidi anlaşılmaz. Fakat kimi limona, kimi sirkeye, lokman ruhuna, kolonyaya koşar. Eczaneye, doktora haber göndermeye kalkanlar bile olur… Hanımefendiyi, “Kendinize geliniz efendim, bir şey yok…” avutmalarıyla ovup ovuştururlar… Sözün kısası ev halkı birbirine girer..
Turgut’la Mihriban bu kargaşalıktan yararlanarak annelerinin kıyıda bucakta ne kadar ilaçları varsa açıp karıştırırlar. Bir kutu içinde buldukları sürgün şekerlerini[17 - Sürgün şekeri: Müshil. (e.n.)] birbirlerinin ellerinden kapışarak hepsini tıkınırlar.
Hanımefendi kendine gelir. Çocuklarının sağ olduklarını görmek için onları karşısına dizer. Sonra bağrına bastırır. Bütün annelik şefkatiyle, atlatılmış kazadan dolayı sıcak gözyaşlarıyla Ulu Tanrı’ya şükürler ederler.
Rüzgârlara karışarak koşmaya alışmış şoför, arabasının içinde sigara üstüne sigara içerek bir saatten çok pinekledikten sonra vaktin gecikmekte olduğunu hatırlatmak için içeriye haber gönderir.
Ne gibi önemli bir iş için hazırlanılmakta bulunulduğu kadınların biraz akıllarına gelir…
Hızır kadın, vakit gecikirse tam kızgın tavında öç almak fırsatının kaçırılacağı ihtimalini uzun kanıtlarla anlatarak hanımefendiyi derler toplar. Bir çantanın içine, bayılanı ayıltmak için ne gerekse konur. Tabancayı, kimi kez dolmadan şeytan eliyle boşanan bu kazalı aleti gerektiği anda hanımefendiye vermek üzere Hüsniye kendi yanına alır.
Hanımefendi, Kâmile, iki çocuk otoya binerler.
Hızır kadın, her ihtimale karşı, şoföre verilecek paraları peşin ister. Herifi bir yana çeker. Onun kesişilen payını avucuna sıkıştırarak kendininkini göz bağcı çabukluğuyla serviyetine yerleştirir… Arabaya girer. Koca canavar, homurtusuyla sokakları doldurarak sırtındakileri istenen yöne doğru uçurur…
***
Araba, uçan camlı bir köşk gibi hafif sarsıntılarla ve köşebaşları dönemeçlerinde içlerindekileri sağa sola biraz yaslandırarak koşa koşa Köprü’yü geçti. Kalabalık yollarda kaynaşan insanları, siyah köpüklü bir deniz üzerinde giden bir vapur gibi, iki yanına fırlatarak engel tanımaz bir inatla yollara saldırıyordu. Banka önünden geçtiler. Şişhane Karakolu dönemecinde otomobil yokuşlara atılırken Mihriban, annesinin iki dizi arasına sokularak şakaklarından sızan hafif bir ter ve her saniye artan baygın bir çehre ile: “Anneciğim…”
“Ne var yavrum?”
“Çişim geldi…”
“A a sırası mı?”
“Ama pek geldi…”
“Tut kendini bir parça… Şimdi arabadan ineceğiz… İşte o zaman…”
“Anneciğim… Tutamayacağım… Tutamıyorum… Ay işte tutamadım!”
Turgut aynı ter, aynı solgunluk ve titrek sesle Kâmile’ye sarılarak: “Dadı… Ediyorum…”
Hanımefendi: “A bu nedir canım? Ayıp değil mi koskoca çocuklarsınız!”
Kâmile: “Hanımefendiciğim, bu iki çocuğun karınlarından birbirine telgraf mı vardır nedir? Bir türlü anlayamadım. Ne vakit birisi böyle bir sıkıntısı olduğunu söylerse arkasından hemen öteki de başlar…”
Şaka değil, evde hanımefendinin baygınlık kargaşalığı sırasında boğazlarına düşkün bu iki yaramaz, altmışar grama yakın müshil şekerlemesi tıkınmışlar, basan hararet üzerine sokağa çıkmazdan önce birer bardak da su çekmişlerdi… Şekerlemelerdeki yumuşatıcı madde, şimdi mide ve bağırsaklarını gevşetmiş… Zavallıları, o yaşta çocukların değil demir gibi pehlivanların karşı koyamayacağı bir duruma getirmişti. Fakat bu oburluktan kimsenin haberi yoktu. Bu vızvızlanmaları, bu iki yaramazın böyle anlarda her zamanki sıkıştırmalarına benzer birer densizlikleri sanıyorlardı.
Bu pis olayın gittikçe tehlikesi artıyordu. Kız, anasının dizlerine serildi. Oğlan, Kâmile’nin kucağına kapandı… Arabanın içini, penceresi kapalı bir hela kokusu sardı. Aynı zamanda anne ile dadı gövdelerinin çocuklara dokunan kesimlerinde sıcak sıcak bir ıslaklık duydular.
Sinirli Hanımefendi, sinirlerinin bütün taşkınlığıyla haykırdı:
“A a kız benim kucağıma küçüğünü büyüğünü salıverdi.”
Kâmile: “Sus hanımefendiciğim sus! Yarı belimden aşağısı o kadar ıslandı ki bu küstahlığı eden ben miyim yoksa çocuk mu, ayırt edemeyecek bir duruma geldim…”
Hanımefendi çocuğunu tartaklayarak: “Kız bu nedir ettiğin? Yeni baştan kundakta bebek mi oldun? Bu kadar kirlettiğin yeter…Tut kendini yoksa şimdi seni arabadan aşağı atarım alimallah!”
Mihriban, bu azara karşılık vermedi. O, sergin, âdeta baygındı. Yalnız tartaklanma sırasında midesinde sulanan şeylerin bir kısmı ağzından taşmaya başladı. Yine o anda oğlan da Kâmile’nin kucağına kusuverdi.
Hanımefendi sinirli bir şaşkınlık içinde: “Bu olağan bir durum değil; bunlara ne oldu kuzum?”
Kâmile titiz bir sesle: “Onlara ne olduğunu bilmiyorum. Fakat biz, herhâlde onlardan daha berbat olduk…”
Arabanın her sarsıntısında çocuklar, ağızları açık kalmış birer tulum gibi yukarıdan aşağıdan boşanıyorlardı.
Kâmile, oğlanı hemen belinden kavradı. Başını otomobilin penceresinden dışarı verdi. Boşanan bu iki delikten birinin akıntısını olsun dışarıya atmak, uğradıkları bu kirli kazaya karşı her hâlde yine az çok koruyucu bir yol sayılırdı.
Sonra Hüsniye’ye haykırdı:
“Sen de hanımefendinin kucağından kızı kap, arabanın öbür penceresinden başını dışarı çıkar da deliğin biri içeri boşanıyorsa hiç olmazsa öteki sokağa aksın…”
Hızır kadın, hemen bu söze uydu. Şimdi arabanın iki yan penceresinden sokağa uzatılmış iki çocuk başı, hızın verdiği itici güçle iki üç metre öteden geçenlerin suratlarına kadar kusuyorlardı.
O aralık Beyoğlu’nun dar sokaklarından geçmek talihsizliğinde bulunan süslü, temiz madamlar, şık mösyöler suratlarından aşağı bu pis kokulu şarapneli yedikçe haykırışıyorlar, otomobil kazasının hiç de bu türlüsüne uğramamış olduklarını birbirlerine yana yakıla anlatıyorlardı.
Otomobilin iki yanından, kaza kurbanlarının iğrenme sesleri çoğaldı. Kimi bu kusmuk saldırısını o yana bir tükürük savurmakla geri çevirmiş oluyor, kimi yumruklarını sıkarak otomobilin arkasından yirmi otuz adım koşmakla kendini öç almış sayıyor…
Gitgide halkın tiksintisi o dereceye geldi ki, iki yanına kusarak koşan bu iğrenç arabayı durdurmak için sokaklarda bağırmayan, sövüp saymayan kalmıyor gibiydi… Fakat kimi durdurur, kimi tutarsın? Şoförler, sinek ezer gibi, bir insanı devirip üzerinden geçiyorlar; bir saniye önce ayakta gezen bir canlı, kıyma makinesinden geçmiş et yığınına dönüyor, kaldırımlar al kana boyanıyor da şoförler yine durmuyorlar…
Bir şoförün iyi kullanamayışı, daha doğrusu fazla koşmak keyfine, hevesine kapılması yüzünden bir suçsuz, ölüm cezasına uğruyor. Öyle ki şu uygar çağın hiçbir kanunu, böyle şiddetli bir cezayı, en kötü suçlu hakkında bile uygulayamaz. Ve tüyleri diken diken eden bu ölüm tehlikesi, zihnini biraz düşünceye kaptırıp sokakta dalgınca giden her zavallı yolcu için düşünülebilir. Sokaklarımızda, tekerleklerinin lastiklerine böyle dikkatsizlik cinayetinin kanı bulaşmamış pek az otomobil vardır. Bu öldürücü arabaların tekerlekleri altında can verenlerin cesetleri ayrıca bir mezarlığa gömüleydi, şunun bunun otomobillerde hızlı koşmak sefasına kurban gidenlerin çokluğu önünde gözlerimize dehşetler dolardı. O zaman bizden yılda otuz kırk nüfus üzerinden vergi alan vebaya, koleraya teşekkürler ederdik.
Öldüren otomobillerin çok kez durdurulamadıkları bir sokakta, kusanın küstahlığına ceza düşünen olur mu? Şoför, kalpağını sağ kulağını suratından büsbütün silecek bir caka ile yana eğmiş, o gün arabasının yol ücretinden başka havadan vurduğu elli liranın neşesiyle arkasından sapan taşı yetişmez bir hızla ve içleri gevşemiş çocukların etrafa saçtıkları pisliklerden habersiz, uçuyordu.
11
Otomobil, Beyoğlu’nun dar, kuyu gibi havasız yan sokaklarının köşelerinden kıvrıla kıvrıla aktıktan sonra, sık bir ormanda birbiriyle yarışan ağaçlar gibi hep boyuna uzanmış yüksek kâgir evlerden birinin önünde durdu. Yolcularını çıkarmak için şoför arabanın kapısını açtığı vakit, suratına çarpan dökülmüş oturak kokusu midesini bulandırdı. Hemen parlayan gözleriyle, ateşlenen ağzıyla müşterilerine çıkışarak: “Bu ne? Arabamın içini Yeni Cami keneflerine çevirmişsiniz! Ne pis müşteri imişsiniz, Allah belanızı versin!”
Kocasının derdinden zaten sinirleri son tetikte gerilmiş olan hanımefendi birden parladı:
“Bela kendi başına gelsin!”
“Geldi işte, sizden iyi bela olur mu? Ömrünüzde hiç arabaya binmediniz mi? Araba ile helanın birbirinden çok ayrı şeyler olduğunu bilmiyor musunuz?”
“Söylenme herif, parana geçer hükmün…”
“Paran bu kadar bolsa arabaya pisleyip cereme vereceğine temiz, hayırlı işlerde kullan…”
“Biz bu işi kendi isteğimizle yapmadık. Bir kazadır oldu. Çocukların mideleri bozulmuş…”
“Bileydim bu yumurcakları arabama almazdan önce kıçlarına birer iri mantar tıkardım…”
“Benim çocuklarımın kıçı senin babanın şarap şişesi değil…”
“Oldukça büyük bir konakta oturuyorsunuz. Adınız da hanımefendi…”
“Evet öyle… Beğenmedin mi?”
“Sulukule’den Falcı Pembe’yi arabama yolcu almış olaydım içeride sizden daha temiz oturmasını bilirdi. Arabama yestehledikten sonra utanıp önüne bakardı. Siz çingeneden de beter imişsiniz ya!”
“Çingene senin soyun sopundur edepsiz… Sana terbiye dâhilinde muamele ettikçe kabarıyorsun.”
“Terbiye dâhilinde muamele mi? Ulan yedi ceddinin terbiyesine mum yaktığımın karısı! Soyunu sopunu bir sıraya varakladığımın postalı be! Terbiye dâhilindeki muamelen bu… Terbiyesizce davransan acaba nasıl olacak?”
Öfkeden sinirli kadının bütün vücudunu çiftetelli ile oynayan bir çengi gibi, bir titreme aldı.
Hızır kadına dönerek bağırmaya başladı:
“Kadın, ver şu tabancayı… Önce bu herifi geberteyim… Sonra ötekini.”
Şoför, tabanca sözü önünde bir adım geri çekilerek: “Ooo! Hanımefendinin tabancası da var… Demek siz içeriye adam öldürmeye gidiyorsunuz… Önce burada bana kıyacaksınız… Sonra ötekine öyle mi? Ben sizi buraya yanlış getirdim. Siz Toptaşı’na[18 - Toptaşı: Toptaşı Bimarhanesi kastediliyor. Toptaşı Bimarhanesi, tüm hastaları ve personeliyle birlikte 1927 yılında Bakırköy‘e devredilene kadar Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in en büyük akıl hastanesi olarak hizmet vermiştir. (e.n.)] götürülecek mahluklarmışsınız…”
Şehreminili Hüsniye, arabadan fırlamış, şoförün kulağına şöyle yalvarıyordu:
“Aman kardeş, sen ona bakma… Zavallı kadın meraklıdır. Ne dediğini bilmez.”
“Meraklı mıdır? Ben onun ne istediğini gözlerinden anladım. Ben bu illetin ilacını bilirim. Kocasında kabahat… Bunu böyle çıldırtıncaya kadar boşlamış… El erkeklerine muhtaç bırakmış… Bir tane de böyle bizim komşuda var… Kocası yetmişlik, karı otuzunda… Ocak süpürücüyü, sakayı, bekçiyi içeri alır…”
Hanımefendi çırpına çırpına haykırarak: “Alçak hayâsız, namusuma, iffetime söz atıyor. İşte hem arabana sıçtık hem de on para vermeyeceğim… Git dava et de al.”
Arabanın sokağa dağılan pis kokusundan hiç farklı olmayan bu kavga böyle kızışmakta iken Hüsniye, önünde durdukları evin çıngırağını öttürdü. Çok geçmeden kapı açıldı. Önü mavi prostelalı yaşlıca bir erkek hizmetçi göründü. Bu gibi işlerde gerçekten görmüş geçirmiş becerikli olan Hüsniye sordu:
“Burası neresi?”
“Madam Savaro…”
“Lokanta… Otel… Biraz da özel eğlence yeri…”
“Evet…”
“Hah biz de işte burasını arıyorduk. Bugün Boğaziçi’nden Beyoğlu’na taşındık… Hiç yerleşmedik… Çocuklarımız da biraz rahatsız; böyle bir yerde yemek yemek, biraz dinlenmek istiyoruz. Bizim için elbette bir odanız bulunur…”
Züğürtlük darlığının ortalığa salgınından Madam Savaro’nun Otel Garni’si de etkilenmişti. Anahtar-kilit gibi hep erkekli dişili gelen müşterilerin arasında böyle iyi niyetle oda isteyenlerin kabullerinde bir sakınca görmeyen yaşlı herif:
“Buyurunuz… Buyurunuz… Oda, yemek, burada her istediğinizi bulabilirsiniz… Fiyatlarımız dışarıdan biraz farklıdır… İşte o kadar…”
Uzun giriş yerinin ta bir ucundan konuşan yaşlı, sokaktaki patırtıyı, hele pis kokuyu hiç sezemedi. Kurnaz Hüsniye, kalın demir kapı kanadını hemen kapatırcasına aralık etmişti.
Hemen hanımefendinin yanına koşarak yalvarmaya başladı:
“Aman Kadınım… Kocanız burada… İçeride… Şimdi bir şeyden kuşkulanırsa bizi otele kabul ettirtmez. Bu terbiyesize uymayınız… Sesinizi kesiniz. Ben otelci ile konuştum… İçeride yiyip içerek dinlenmek istediğimizi söyledim. Kabul etti. Bize bir oda verecekler… Müşteri olarak bir kere otele girelim. Bir odaya kapanalım. Ötekilerin hangi delikte olduklarını ben çabuk bulurum. Bütün başarımız sizin susmanıza bağlı…”
Hüsniye, yarı baygın bir durumda bulunan kızı kucağına aldı. Oğlanı da Kâmile kavradı. Ağzına kadar bir sıvı ile dolu birer kap gibi, taşırmamak için çocukları sarsmadan götürüyorlardı.
Hanımefendi, hızır kadının öğütlerindeki önemi kabul etti. Hain kocasını suçüstü durumunda yakalamak için, fırtınaya karşı yelken açmış sinirlerini indirmeye çabaladı. Titreye titreye, dişlerini gıcırdatarak susmaya uğraştı. Hep otele girdiler. Demir kapıyı itiverdiler.
Sokakta kalan şoför durmadan bağırıyordu. Arabasının içine eğildi. Bütün döşemelerini, insan gövdesinin dışarı attığı ham ve olmuş pisliklerle kirlenmiş buldu. Çıldırmış gibi haykırıyordu:
“Bu mundarlar, otomobile binecek müşteri değil, kenefte oturacak insanlarmış… Puyyy anasını avradını… Geçmişini… Geleceğini… Bu ne be? Bu ne be? İki çocuğun arabayı bu kadar pisleteceğine inanamam. Ant içerim ki o üç karı da boş durmamışlar… Bana elli lira verip de anası, kızı, oğlu, dadısı, teyzesi hep birden böyle arabama sıçmaktan maksatları ne idi acaba? Ne memlekette yaşıyoruz yahu, ne memlekette? Tramvaylarda, vapurlarda ‘Yere tükürmek yasaktır.’ levhaları var. Bunu anlarım. Lakin arabaların içine, üzerlerine ‘Buraya küçük büyük abdest bozması yasaktır.’ yazılı birer levha asılması gerekli midir?”
Arabacı böyle taşıp taşıp da hıncını boşaltamaz bir hâlde kendinden geçmiş gibi iken kulağına sert bir ses geldi:
“Bana bak şoför…”
Şoför döndü. Karşısında iki belediye memuru ile bir polis gördü.
Memur: “Şimdi sen arabanın iki penceresinden dışarı kusan müşterileri taşıyarak buraya gelmişsin…”
Şoför, karşısına derdini dinleyecek resmî bir adam çıkmış olmasına biraz sevinerek: “Evet efendi… Evet… Allah belalarını versin… Yalnız kusmak değil… Hem yukarıdan hem aşağıdan… Hem çocuklar… Hem karılar… Beşi birden… Arabamın hâline bakınız… Böyle şey akla gelir mi ki müşteriyi almazdan önce ‘Mideniz bozuk mudur? Ameliniz var mı?’ diye sorayım!”
Memur: “Bu müşterileri nereden aldın?”
Şoför: “Dizdariye’den…”
Memur: “Nereye getirdin?”
Şoför kapıyı göstererek: “İşte bu otele…”
“Şimdi içerideler mi?”
“Evet…”
“Buraya gelinceye kadar hiçbir yere uğrayıp kimse ile görüştünüz mü?”
Şoför, arabasının pisletilmesinden daha çok büyük bir felaketin eşiğinde bulunduğunu sezer gibi olarak sarardı. Titrek bir sesle “Hayır!” dedi…
Belediye memuru, onun gittikçe uçan rengine dikkat ederek: “Şoför, tutuklusun. Bugün Dizdariye’nin altında Kadırga’da iki kolera olayı var. Sen buraya koleralı hastalar getirmişsin… Şimdi araban dezenfekte edilecek, sen karantinaya alınacaksın. Bu otel kordon altına alınacak… Eğer otomobiline atlayıp kaçmak çocukluğuna kalkışır isen polis tabancasıyla seni vurmak zorunda kalır; kanun bunu ister…”
Cebinden çıkardığı bir kâğıda otomobilin dairesini ve kendi numarasını yazdıktan sonra: “Kaçıp da nereye saklanabileceksin? Sonra tutulduğun zaman göreceğin ceza pek büyük olacaktır…”
“Ben ne kadar zaman tutuklu kalacağım? Kaç gün işleyemeyeceğim?”
“Bilemem. Şimdi muayene için doktorlar gelecek, dışkılar tahlil edilecek, fennî süre içinde salgın ve ölüm olup olmayacağı beklenilecek, görülecek sonuca göre işlem yapılacak…”
Sonra yanındaki astı polise dönerek: “Bu otelin başka kapıları, arkadan girilip çıkılacak yerleri var mı? Öğrenelim… Mesele önemli, sorum büyüktür. Bakınız hastalık İstanbul Kadırga’sından ta Beyoğlu’nun göbeğine atılıyor… Buraya otomobil ile uçarak geliyor. (Polise) Kardeşim, sen burada kapıyı ve bu şoförü bekle… (Memura) Sen de evin başka çıkılacak yerleri olup olmadığını anla… İçeriden dışarıya, dışarıdan içeriye kuş uçurtmayacaksınız… Ben ilk karakola koşup telefonla gereken yerlere haber vereyim…”
Sonra yine şoföre dönerek: “Sen de arkadaş… Olay nasıl oldu? Zihninden bir özet hazırla… Şimdi sana her şeyi soracaklar… Bu hastalar, koleraya tutulduktan sonra asıl hastalık yuvasından kaçmaya kalkışmışa benziyorlar. Oradan buraya kaçmak için herhâlde sana yüklüce bir para vermişlerdir…”
Şoför, gırtlağından dilinin ucuna doğru kaynayan birkaç koyu sövgüyü dişlerinin arasında ezmeye uğraşarak: “Behey imanını! Efendi, şu uğradığım zarar yetmiyor mu ki bir de durup da başıma başka türlü laflar çıkarıyorsunuz? Beni bir evden çağırttılar. Gittim. Ne bilirim onların koleralı olduğunu? Alacağım yolculardan, posta vapurları gibi temiz kâğıdı soramam ya… Belediyeden bize böyle bir emir verilmedi.”
“Her şeyi doğru söyle. Bizi, hükûmeti yorma. Yanıltma… Böyle bir olay sırasında yalan bir sözün çok kötü sonuçlar verir…”
“Yalan kabul etmem… Zaten ben en kötü sonuçlara uğradım. Kim bilir kaç gün arabam işlemeyecek? Kazancımdan olacağım…”
“Hep kazancını düşünüyorsun…”
“Ne yapayım efendim? Benim gelirim yok. Geçinmem bu yüzden… Ben de ev bark geçindiriyorum…”
“Her şeyden önce sağlık, hayat lazım. Daha gençsin, bu mundar hastalığa yakalanıp yakalanmadığını düşünmüyorsun…”
Şoför, gözlerinde beliren birkaç damlayı elinin tersiyle silerek üzgün bir sesle: “Hastalığa bulaştımsa çoluğuma çocuğuma hasret öleceğim…”
“Söyleyeceğin doğru sözlerle hem kendini kurtarırsın hem de birçok insan kardeşini… Şimdi ben olayı idareye bildirir yeter sayıda polis ve sağlık memurları göndertirim. Aman polis efendi oğlum dikkat! Arkadaşların gelince hemen sokağın iki başını da tutunuz.”
Memur, bu tehlikeli görevi hemen yapmaya koştu. Şoför, kendisinden biraz uzakta duran polis neferiyle yalnız kalınca sordu:
“Kardeş, şimdi koleralı olduğumuz anlaşılırsa bu otomobili ne yaparlar?”
“Yakarlar…”
“Sonra parasını verirler mi?”
“Bilmiyorum…”
Şoför, çok karamsar bir gözle arabasının içine baktı. Yine pek koyu birkaç sövgü savurmaktan dilini kurtaramadı. Arabasının başına gelecek felaketi anladı. Şimdi kendini düşünerek sordu:
“Şimdi ben koşmaya başlarsam bana ne yaparlar?”
“Siyah muşambalı sedyeye korlar, karantinaya götürürler…”
O anda, içine doğru eğildiği otomobilden gelen ağır kokudan şoför derin bir bulantı duydu. Fakat öğürmemek için hemen geri çekildi. Yüreğinden büyük bir korku kabardı. Şakaklarını soğuk bir ter üşüttü. Acaba koleraya mı tutuluyordu?
O sırada önünde bekledikleri otelin kapısı açıldı. Hiçbir şeyden habersiz, masum bir çehre ile sokağa çıkmak isteyen genç bir kadının yüzüne karşı polis tabancasını uzatarak “İçeri!” emrini verdi. Kadın birbiri ardınca birkaç çığlık kopararak kapıyı gümbedek örttü, kaçtı…
Bir kutu müshil şekerlemesi, İstanbul’da birçok kişiyi yoracak, ölüm korkularına, çarpıntılarına uğratacak korkunç bir olay yarattı.
Şekerlemelerin, onları yapan eczacının ustalığına bir reklam olacak kadar etkili ve kuvvetli olması da bir kötü rastlantıydı. Bu ilaçlar, yarışma için bir sergiye gönderilmiş olaydı belki altın madalya kazanırdı. Fakat bu olay da bir otomobili helaya çevirmekle işi pisletti… Yerinde kullanılmayan her ilaç, her kuvvet böyledir.
12
Madam Savaro, Doğu’da Rumlaşmış bir İtalyan karısıdır.
Kimi işler vardır ki, bilmem neden, bunlara ince sanat denir. İnceliklerini kavrayabilmek için yaradılıştan yetenek ister. Kaba Türkler, bu ince sanatlarda, iktisatça her türlü geriliklerine karşın, her zaman müşteri durumundadırlar… Diğer alışverişlerde olduğu gibi, bunda da iyice kavrayamadıkları için soyulurlar.
Başka ülkelerde her şey hoş görülür; yalnız aç kalmak ayıptır. Çalışmalı! Avrupa ahlakçıları, boş durmaktansa kötülük yapmayı üstün sayarlar. Kötülük yapmak iki türlüdür: Biri kendi kendine yapmak; öbürü başkalarına. Biz Türkler, kötülüğü kendimize yaparız. Çünkü kazanç biçiminde onu başkalarına yapmak bir hünerdir. Bunda da çok beceriksiziz. Avrupa moralistleri, kendi ulusları çıkarına, başkalarına yapılacak kötülükleri büyük ahlaklılık sayarlar. Böylelerini teşvik, ödüllerle, nişanlarla taltif ederler.
Kötülükle iyiliğin sınırları o denli birbirine karışmıştır ki çok kez insan nereden gideceğini şaşırır. Bir kedinin bacağını kırmak büyük barbarlıktır. Fakat nüfusu milyonları aşan masum bir kavmi bütün varına yoğuna konmak için barutla, ateşle öldürerek, açlıkla kırarak yeryüzünden yok etmeyi düşünmek yüksek siyasettir! Evet savaş sırasında bu, zorunlu gibi görünür. Fakat efendim, Avrupa diplomatlarının barış zamanlarında da bundan başka düşünceleri yoktur… Aralarında en zayıf hangi ülkedir? İleride bir tasımına getirip onu paylaşıvermek için aralarında gizli bağlaşmalar, anlaşmalar yaparlar.
Hayat kanunu ne korkunç bir şey! Birbirini yemek için didişen en küçük iki böcek arasındaki bu boğazlaşma, en büyük ülkelerin ufuklarını toplarla sarsan, topraklarını kızıl kanlara bulayan bir savaş felaketine kadar yükseliyor! Ya paralayıp yiyeceksin ya paralanıp yeneceksin. İşte hayatın birtakım ahlak çiçekleriyle örtülen gizli anlamı!
Hristiyanlığı dünyanın en ücra, en ilkel, en vahşi alanlarına dek yaymak için misyonerler gönderen Avrupa hükûmetlerinin kendileri, dinlerinin hükümlerini yerine getirmiyorlar.
“Büyük Kurtarıcı”nın, “Kendine yapılmasını istemediğin bir kötülüğü başkasına yakıştırma!” yolundaki ahlaki, insani emirleri İncillerde kapalı duruyor. Bu “varak-ı mihr ü vefa”nın[19 - Varak-ı mihr ü vefa: Sevgi ve sadakatin belgesi. (e.n.)] hükmüne boyun eğen bir vicdan, papazlar arasında bile görülemiyor. Bugünkü misyonerlerin kılığından başka edimli olarak papazlığa, din adamına yakışır bir nitelikleri yoktur. Bunlar sanki din kılığı altında, her biri bağlı bulundukları hükûmetlerin adına ve hesabına insan kandırmaya çıkmış simsarlardır.
Kimi törenler bir yana bırakılırsa bütün kiliselere, burnu dua kitabının üzerine düşüp uyuklayan kocakarılardan başka gidenler yoktur. Kimi erkek kadın çift gençler de bu tapınaklara gidiyorlar fakat oralara ne yapmak için girdiklerini Maupassant, hikâyelerinde hiç sıkılmadan söylüyor…
Sözde “laik”, din işlerini dünya işlerinden ayrı tutan, niçin daha açık söylemeyeyim, dinsiz hükûmetlerin bütçelerinde kilise masrafları ağır bir toplam tutar.
Bu, eskiden beri dönen ve durmadan dönmesi dinlinin, dinsizin çıkarları gereği olan bir dolaptır.
Kimi Avrupa hükûmetleri, Hazreti Mesih’in yüksek moraline aykırı yaşayan Hristiyan devletlerdir. Kendi ülkelerinde kanunlarının uygun bulmadığı şeyleri bizim yurdumuzda yaptırmak için uyruklarından en açıkgözlülerini gönderirler. Hep bunların adı gizli “misyon”dur. Bunların, hükûmetler tarafından gizlice görevlendirilip gönderilenleri veya buradaki casusluk incelemelerini sonra ilgili hükûmetlere satmak için kendi hesaplarına işe başlayanları vardır.
Birbirinin bu çeşit gizli misyonlarına karşı Avrupa devletleri gayetle uyanık bulunurlar. Her şeyde olduğu gibi, bu konuda da en saf olanı biziz.
Madam Savaro, Abdülhamit zamanında koca başlı, lenger karınlı, aklı ve hamiyeti göğsündeki nişanlarının sayısıyla ölçülen şişko bir paşanın metresiydi. Hazineleri midelerine dolduran bu obur “devletlûlar”, “atufetlular”, kanlarında biriken kuvvetin sıcaklığıyla bir karı, iki karı, üç karı ile yetinmezlerdi. Çifte çifte nikâhlılarından, odalıklarından, sofalıklarından başka ayrı dinden metresleri de olurdu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-rahmi-gurpinar/billur-kalp-69429091/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Direktris: Kadın yönetici, müdire. (e.n.)
2
Prostela: Önlük. (e.n.)
3
Lamehlemlik: Namahremlik. (e.n.)
4
Partiküliye: Particulier; hususi, özel. (e.n.)
5
Kokozluk: Parasız, züğürt olma durumu. (e.n.)
6
Yalabıkça: Yakışıklıca. (e.n.)
7
Kaime: Kâğıt para. (e.n.)
8
Karmanyola: Şehir içindeki ıssız yollarda ölümle korkutarak yapılan soygunculuk. (e.n.)
9
Şer: Dinî yasalara. (e.n.)
10
Düzgün: Fondöten. (e.n.)
11
Serviyet: Evrak çantası; serviette. (e.n.)
12
Hezarfen: Çok bilgili kimse. (e.n.)
13
Sülale-i tahire: Temiz sülale olan Hazreti Muhammed’in soyu. (e.n.)
14
Accoucheur: Doğum doktoru. (e.n.)
15
Hun: Kan. (e.n.)
16
Alan taran: Darmadağın. (e.n.)
17
Sürgün şekeri: Müshil. (e.n.)
18
Toptaşı: Toptaşı Bimarhanesi kastediliyor. Toptaşı Bimarhanesi, tüm hastaları ve personeliyle birlikte 1927 yılında Bakırköy‘e devredilene kadar Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in en büyük akıl hastanesi olarak hizmet vermiştir. (e.n.)
19
Varak-ı mihr ü vefa: Sevgi ve sadakatin belgesi. (e.n.)