Dirilen İskelet

Dirilen İskelet
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Birinci Dünya Savaşı yıllarında, bir paşanın bir oğlu Tayfur, garip bir meraka düşer: Oradan buradan, izbelerden mezarlıklardan topladığı kemiklerle bir iskelet çatmak ve bunu konağında sergilemek. Sonunda dediğini yapar da. İskeleti eksiksiz biçimde çatar ve bir namus bekçisi olarak evinin baş salonuna yerleştirir. Artık konağın namusu iskelet hazretlerinden sorulmaktadır. Peki kanunların, şeriatların, âdetlerin, geleneklerin, polisin, jandarmanın türlü korkutmalara, yıldırmalara, hapislere, cezalara rağmen önünü alamadığı bir şeyi önlemeyi, kalemden parmaklarıyla, kemikleri sayılan gövdesiyle, boş kafasıyla bir iskelet başarabilecek midir? Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Hüseyin Rahmi Gürpınar
Dirilen İskelet

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

1
Birinci Dünya Savaşı yıllarında mehtaplı bir sonbahar gecesi… Saat on bir. Dükkânları kapanmış Direklerarası Caddesi’nde yalnız birkaç çayhanenin iktisaden kısılmış lambaları fersiz gözler gibi yorgun, neşesiz yanıyor. Gölge içine kümelenmiş beş on müşteri cigaralarını pırıldatarak sıkıntılı ve ağır konuşuyorlar.
Ufak sarsıntılarla titreyerek sokaktan bir bisiklet geçiyor. Üzerindeki genç bütün gücünü pedallara vermiş, son hızla gitmeye uğraşıyor.
Çayhanelerin birinde iki delikanlı arasında:
“Bisikletle geçeni gördün mü?”
“Evet.”
“Kim olduğunu tanıdın mı?”
“Hayır.”
“Doktor Ferhat Bey…”
“Bu kadar acele nereye gidiyor? Bir hastası mı var?”
“Onun nereye gittiği pek önemli bir sır. Kaç haftadır uğraşıyorum. Ne olduğunu anlayamıyorum.”
“Anlayamadığın bir sırrın önemli olduğunu nasıl keşfediyorsun?”
“Keşfe lüzum yok. İş meydanda…”
“Meydanda olan bir şey nasıl sır sayılabilir?”
“Öyleyse dinle.”
“Dinleyeceğim. Fakat martaval istemem.”
“Şimdi bu Doktor Ferhat doğru şurada Kırk Seymenler yakınındaki Tayfur Bey’in konağına gider.”
“Bu pek sade bir şey.”
“Sade mi peynirli mi, sonra anlarsın.”
“Kıymalı ise yüz dirhem kes.”
“Alay etme.”
“Alay etmiyorum, tabur geçiyorum.”
“Dinleyecek misin? Yoksa susayım mı?”
“Ben uzun bir lafı dinlemekten sıkılırım. İzin ver de arada bir benim de çenem oynasın. Evet, devam buyurun. Doktor Ferhat, Tayfur’un konağında ne yapıyor? Anlayalım.”
“Şimdi Tayfur Bey sokak kapısının önünde elinde bisiklet, alesta[1 - Alesta: Harekete hazır. (e.n.)] Ferhat’ı bekler.”
“Ey sonra?”
“O da makinesine atlar. İki bisikletli sıkı sıkıya yolu tuttururlar.”
“Nereye?”
“Topkapı, Silivri Kapısı, Mevlâna Kapısı… İşte böyle kale kapılarından birine…”
“Tuhaf şey… Gece yarısı.”
“Evet, gece yarısı.”
“Kale kapılarında ne yapıyorlar?”
“Sur dışına çıkıyorlar.”
“Sur dışında ne var?”
“Ne var bilmiyor musun?”
“Ne bileyim… Türlü türlü şeyler var.”
“Sur dışında bir türlü şey var.”
“Nedir?”
“Mezarlık…”
“Beyefendilerin gece yarısı mezarlıklarla alışverişleri?”
“İşte benim de merak ettiğim bu ya…”
“Aldanmış olmayasın? Onların böyle vakitsiz mezarlığa gittiklerinden kesinlikle emin misin?”
“Gözümle gördüm.”
“Gördün de bir şey anlayamadın mı?”
“Hayır.”
“Ne gördün?”
“Tayfur’un komşusu Nihat Bey…”
“Biliyorum.”
“Beni bu meraklı gece macerasına karıştıran işte o oldu.”
“Nasıl?”
“Haftada birkaç gece Tayfur’la Ferhat, bisikletlerle uzun bir gezinti yaparlarmış. Daima da el ayak çekildikten sonra… Daima arkalarında koltuktan geçme iri çantalarla. Sırlı bir sessizlik ve çekingenlikle… Fenerlerini yakmadan yola çıkarlarmış.”
“Hırsızlığa çıkıyorlar desek ikisinin de sosyal durumu, davranışları kendilerine karşı böyle bir şey düşündürmeye engeldir. Mezarları keşfe gidiyorlar desek o Doktor Ferhat, insanın kanla işler, etten kemikten meydana gelmiş bir makine olduğundan başka bir şeye inanmaz. Yani dirinin de ölünün de mana tarafına inanmayan bir zamane gencidir.”
“Dinle.”
“Dinliyorum. Hem de büyük bir merakla…”
“Nihat Bey bunların nereye gittiklerini merak etmiş. Bir gece o da kendi bisikletine atlamış, hiç sezdirmeden arkalarından gitmiş. Mevlâna Kapısı’ndan dışarı çıkmışlar. O da gizlenmesini sürdürmüş. Ulu mezarlığın yıkık duvarı önüne gelmişler. İki gece yolcusu bisikletlerini sallasırt edince bu ahiret karanlığının yoğunluğuna karışıp kaybolmuşlar.”
“Acayip şey… Tuhaf şey.”
“Yüzyıllık serviler rüzgârdan hüzünlü sesler çıkarıyor. Surun yıkık burçlarından baykuşlar gülüyor. Nereden geldikleri belirsiz daha başka ıslık, inleme, hişt pişt gibi sırlarla dolu sesler duyuluyormuş. Nihat Bey kara mürekkep koyuluğu ile taşları örten zifirî karanlığa bakmış, mezarlığın değişik perdelerdeki sözcülüğünü dinlemiş, garip bir korku ve ürperme ile titremiş. Fakat büyük bir metanet göstermeye uğraşarak gecenin bu korkunç sırlarını delmek için bisikletinin karpitli fenerlerini yakmış. Projektör gibi önüne tutmuş. Servilerin kımıldayan gölgelerine karışarak bazı hayaletlerin cilvelendiğini ve insanla canavar arasında zebaniye benzer şekillerin dans ettiklerini görmüş. Pek fena korkmuş.”
“Haydi sen de… İşin içinde bir büyültme, bir şişirme var. Nihat Bey zebaniyi nereden tanıyormuş da orada görünce bilmiş?”
“Zebanilerin bazı eski kitaplarda resimleri yok mu?”
“Çocuk olma. Hangi ressam yahut fotoğrafçı cehenneme girip çıkarak zebanilerin resimlerini yapmış?”
“İnsanlar görmedikleri şeylere hayal güçleriyle birer şekil veremezler mi? Ahiret ile ilgili olarak dünyada ne kadar resimler yapıldığını bilmiyor musun? Cennetteki Tuba ağacının resmini Mızraklı İlmihâl’de görmedin mi? Cehennemin, büyük meleklerin, Hristiyan inancına göre cennetin kapıcısı olan St. Piyer’in, şeytanların, ifritlerin müzelere giren ünlü tablolarını hiç seyretmedin mi?”
“Şeytanın yalnız resmini değil canlısını da gördüm.”
“Nerede?”
“Pandomimalarda… Şehzadebaşı tiyatrolarında… Kuyruklu, hayvanlar gibi tepeden iki uzun kulaklı, dışarı sarkık kırmızı dilli, simsiyah zenci bir şeytan… Zebani de ona benzer. Onun boynuzları da vardır. Ağzı bir kulaktan bir kulağa geniş, dişleri kazma gibi, yüzü gayet korkunçtur. Bu kaba resimleri eskiden çarşıda, kapalı dükkânların önünde kurulan resim sergilerinde, sahaflarda satılan kitaplarda görürdük. Bunların tabiattan örnek alınarak yapıldıklarına inanacak kadar budala değiliz. Fakat bizde de görmedikleri şeyleri yaratmada, Avrupalılardan aşağı kalmayan halk sanatçıları vardır. Bizde halk, Herkül’ün, Aşil’in, Perse’nin kim olduğunu bilmez fakat Köroğlu’nun, Şah İsmail’in, Arap Üzengi’nin resimlerini görünce tanıyanlar çoktur. Eski Arap ve Acem şairlerinin, sanatçılarının muhayyileleri bu acayip hikâyeler ve masallar alanında çok eserler doğurmuştur. Neyse, öldükten sonra elinde ateşten topuzlarla karşımıza çıkınca zebani hazretlerinin dünyada iken gördüğümüz resimlerine benzeyip benzemediğini anlarım. Sen şimdi zebaniyi, şeytanı geç. Sözüne gel. Nihat Bey mezarlıkta böyle gayet acayip yaratıkların gezindiğini görünce ne yapmış?”
“Fena hâlde korkmuş. Bisikletine atlayınca haydi babam, fertik…”[2 - Fertik: “Kaç, uzaklaş, tamam, bitti.” anlamlarında kullanılan bir seslenme sözü. (e.n.)]
“Ne tabansız insanmış. Neye kaçıyor? Mezarlığın içinde Tayfur’la Ferhat var. Bağırsa işitirler. Zebaniler, ifritler onlara dokunmayıp da Nihat’ı mı boğacaklar? Ey sonra?”
“Sonrası Nihat olayı bana hikâye etti. Beni bütün bütün meraka düşürmek için daha da zihin karıştıracak şeyler söyledi.”
“Seni meraka düşürüp de ne yapacak?”
“Tayfur’la Ferhat’ı bir gece ikimiz birlikte izleyelim diye bir teklifte bulundu. ‘İki kişi olursak birbirimize cesaret veririz.’ dedi. Ben de teklifini kabul ettim. Onların yolculuğa çıkacaklarını sezdiğimiz bir gecede Nihat’ın evinde iki bisiklet hazırlayarak bekledik. Ferhat yine böyle acele ile geldi. Tayfur onu kapının önünde karşıladı, o da bisikletine atladı, hemen yola saldırdılar. Kendimizi göstermemek için arada yeteri kadar bir açıklık bıraktıktan sonra biz de makinelerimize sıçradık. İzlemeye koyulduk. Mezarlık yolcuları bu defa Mevlevihane değil Silivri kapısı yolunu tutturdular. Mezarlık sınırına gelince yine bisikletlerini omuzlayarak içeri daldılar, biz de arkalarından hırsızlama adımlarla yürüdük.
Gökte ikinci dördüne girmiş küçük bir ay vardı. Onları izlediğimizi sezdirmemek için yine aramızdaki açıklığı korumaya dikkat ettik. Bu ahiret bahçesine daldık. Lakin ayaklarımıza dolaşan otlar, çalılar, birkaç parçaya bölünmüş mezar taşları, çukurlar, tümsekler, iki üç adımda bir birer siyah engel gibi önümüzü kesen serviler ilerlememizi çok zorlaştırıyordu. Gece vakti ölüleri çiğneyerek yürümesi insana türlü kuruntu ve huzursuzluk veriyor. Sanıyorduk ki, onları izlediğimiz gibi bizim de arkamızdan gelenler var. Bazen fena adım atarak uğradığımız sarsıntılarla yere kapanacak gibi oluyor, bazen bir mezar taşı ile kucaklaşıyorduk.
Bisikletlerin demirleri omuzlarımızı eziyordu. Aramızdaki açıklığın uzunluğuna rağmen önümüzde gidenleri seçebiliyorduk. Ferhat’la Tayfur sırtlarında taşıdıkları bisikletlerin furşları, gidonları arada bir ay ışığının yansıması ile parıldayarak servi gölgelerine bata çıka gidiyorlar ve ikide birde bir şeyi konuşur, tartışır gibi duruyorlardı. Birkaç defa mezar kovuklarına doğru eğilerek dikkatli dikkatli baktıklarını fark ettik. Gecenin bütün görüntüleri, bütün açıklığı yutarak siyah sırlara çevirdiği, korkular doğuran heybetli garipliği içinde yine hişt pişte benzer fısıltılar başladı. Bazen de kalplerimizin atışlarını duyacak kadar her şey susuyordu. Fakat bu derin sessizliğin de o kadar anlaşılır, o kadar belli bir dili vardı ki, bu sessizlikten de ürküyor, organlarımızda bir kesiklik duyuyorduk.
Nihayet Nihat çevremizi saran manevi kişilere işittirmekten çekinerek titrer gibi yarı anlaşılır bir sesle, ‘Feyzi, her adımımda bir ölünün kafasına basıyormuşum da hemen ayağımın altından bir şikâyet ve bir lanetleme sesi çıkacak sanıyorum.’ dedi.
Servilerin artmış, çoğalmış kokuları ile dolu ve bilmem içine ölü kemiklerinden, çürüyüp dökülmelerinden ciğerlerimizi sıkan, kalplerimizi ezen nasıl bir ağırlık karışmış nemli bir hava ara sıra görünmez bir el gibi yüzümüze, vücudumuza dokunuyor, burnumuza doluyor, tüylerimizi ürpertiyordu.
Birdenbire hafif bir kapı gıcırtısına benzer şikâyetli bir hüzünle bir servi inledi. Uzaktan bir gece kuşu buna çınlayan bir sesle karşılık verdi. Bu uğursuz iniltiyi andıran ses yankılar yaparak çevremizde dalgalana dalgalana söndü, içimizi üşüttü, damarlarımızı dondurdu.
Nihat yine ürkek ve titrek sesiyle:
‘Feyzi, şu uğursuz kuşun feryadı bana ne gibi geldi biliyor musun?’
‘Ne gibi geldi?’
‘Ey şu mezarlıkta yatanlar, uyanınız. Sırlarınızı çalmak için sizi çiğneyerek üzerinizde dolaşan bu küstahları çarpınız. Kendi yaşadığınız yerden, yurdunuzdan kovunuz.’
Nihat daha sözünü bitirmeden iri bir tekenin sakallı gölgesini görmemizle hemen arkasından gırtlaktan gelen, boğum boğum, kalın, hırıltılı melemesini işitmemiz bir oldu. Bu gizliliklerle dolu mezarlık hayvanı o kadar yakınımızdan geçti ki, hafif ay ışığının aydınlattığı yer üstünde beliren sivri çatal sakallı, şeytanı andıran başın ayaklarımızın arasından dolaşarak kaybolduğunu gördük.
Bu makinesiz film ürkütücü bir hızla işledi. Geçen şeyin bir hayal olmadığını, görüşlerimizin birbirinin aynı oluşundan anladık. İkimiz de aynı şekli görmüş, aynı korkunç sesi işitmiştik. Nihat benden daha fazla korkmuş olmalı ki, gölgenin bacakları arasından hızla geçişi sırasında sendeledi, hemen yüzüstü yere kapandı.”
“Canım ne var bir gölgeden bu kadar ürkecek? Besbelli çevredeki kasaplardan birinin tekesi otlamak için mezarlığa girmiş olacak. Hem seni şuna inandırmak isterim, ilk gidişinde Nihat’ın gördüğü zebani de yine bu hayvandan başka bir şey değildi.”
“Sen gel gecenin bir vakti o sakallıyı mezarlıkta gör de bak ne olursun. Hadi diyelim ki, bu bir keçidir. Fakat o ölüm dekoru içinde en masum hayvan ecinnileşiyor, rast geldiğini çarparak masallarda dinlediğimiz korkunç bir canavar kesiliyor.”
“Henüz sizi çarpmadı ya?”
“Nihat’ın düşmeden dirseği zedelendi.”
“Bunu çarpılma mı sanıyorsunuz?”
“ ‘Of, galiba kolum kırıldı.’ dedi. Sonra karşıdan, epey uzaklardan karaltılar peyda oldu. Dikkat ettik. Öyle bir sürü sakallının bize doğru geldiklerini gördük.”
“Koyun, keçi sürüleri olmalı.”
“Olmalı deyiminde kesin bir mana yok. Bunun için ürkmüş yüreklerimiz, korkmuş gözlerimizle durarak böyle aslı belli olmayan sürülerin yanımıza kadar gelmesini bekleyemezdik. Hemen kararı kaçmaya verdik. Nihat’ın incinmiş koluna girdim. Kendiminkinden başka onun bisikletini de bir parça yüklendim. Mezarlıktan çıktık. Ve işte böyle bu izlememizle hiçbir gerçeğe ermedik. Merakımız birkaç derece daha arttı. Yılmaz kutup gezginleri gibi ikinci, üçüncü, dördüncü seferlere hazırlandık. Fakat beyler her nedense böyle gariplikler ve gizliliklerle dolu gece yolculuklarının arasını bir süre kestiler. Son defa sıra ile üç dört gece bekledik. Konaktan bisikletler çıkmadı. Önce bu gecikmenin sebebini anlayamadık. Sonra Tayfur’un rahatsızlığını işittik. Acaba delikanlı mezarlığın uğursuzluğuna mı uğradı? Ölüler sırlarını anlamaya gelen dirilerden hoşlanmazlar. ‘Belki Tayfur, bir hayaletin kötülüğüne uğramıştır.’ dedik. O zamandan beri gece yolculuğuna çıktıkları yoktu. Bu acele gidişten yine ölüleri ziyarete başladıkları anlaşılıyor.”
“Bu tuhaf hikâyende hiçbir alay, şişirme falan yok ya?”
“Emin ol, sözlerimin eksiği var fazlası yok. Macera pek tuhaf. Her türlü hayalin çok üstünde bir tuhaflık görüyorum ben.”
“Kardeşim Feyzi, sen beni de meraka düşürdün.”
“Bu bilmeceyi çözmek için sen de bize katılır mısın?”
“Katıldım gitti.”
“Üçleşirsek gerçeğe ermek ümidi artar.”
“Şüphesiz. Hem de sizin gibi keçileri zebani sanarak kaçan tabansızlardan değilim. İşin sonuna kadar direnmekten vazgeçmem. Haydi bu geceden tezi yok.”
Feyzi saatine bakarak:
“Bu gece vakit geçti.”
“Böyle gizlilikleri çözmek için vaktin geçliği erkenliği hesaba katılır mı? Anlaşılan onlar gece yarısından sonra mezarlıkta bulunmak hesabıyla hareket ediyorlar.”
“Çok çalçenelik ettik. Ferhat’ı görür görmez hemen arkasından koşaydık belki yetişebilirdik. Şimdi onlar çoktan kale kapısından dışarı çıktılar.”
“Hangi kale kapısından?”
“Söyledimdi ya… Hangisi olduğu belli değildir. Her defa başka bir kapıdan çıkıyorlar.”
“Her hâlde biz yine de gidelim. Konağın önünü bir kolaçan edelim. Belki bir engel çıkmıştır da bu akşam henüz yola koyulamamışlardır.”
“Sana bizden ziyade merak sardı galiba?”
“Ne diyorsun kardeşim? Tayfur Beyefendi kıratında bir kibar oğlu ile Doktor Ferhat gibi bir fen adamının arkalarında iri çantalarla gece yarıları mezarlıklarda ne işleri var? Kaçakçılık mı ediyorlar? Hırsızlık mı, büyücülük mü?”
“Hazırda bir bisikletin var mı?”
“Kardeşimin rüzgâr gibi bir Pejo’su[3 - Pejo: Peugeot. (e.n.)] var. Silinmiş, yağlanmış, hazır duruyor. Yalnız lastiklere hava vermekten başka bir işi yok.”
“Zaten Nihat da beni bekler. Ferhat’ın arkasından hemen yola çıkamadığıma belki de kızmıştır.”
“Haydi öyleyse önce Nihat’a uğrayalım. Orada duruma göre bir karara varırız. Haydi, haydi durmayalım.”
İki delikanlı çayhaneden dışarı fırladılar.

2
Hızlı adımlarla caddeyi boyuna yürüyorlar, vakit kaybetmemek için hiç konuşmuyorlardı. Tepelerinden ışıklar saçan ay, sokağı hafifçe gümüşle bezemişti. Önlerinden koşan gölgelerine yetişmeye uğraşırmış gibi bir acele ile koşuyorlar, lakin öncülük eden o iki akıcı insan şekli her adımda daha ileri atılarak aralarındaki açıklık hiç değişmiyor, daima aynı ölçüde kalıyordu.
Şehzadebaşı’nın tuhafiyeci ve çeşitli eşya satan dükkânları kapalı idi. Enli saçağın gölgesine gömülmüş bir sıraya oluklu çinko kepenklerden bazıları kulak tırmalayan bir hırıltı ile iniyordu. Cami mezarlığının pencerelerinden iri kavuklu, yıkık, metruk mezar taşları, tarihimizin vakarlı bir dönemini sabitleştiren taş kesilmiş bir müze gibi ay ışığının yarı güne benzeyen sırlı beyazlığı altında heybetli heybetli bakıyorlardı.
Nihayet Feyzi sessizliği bozarak:
“Sadi, şu demir parmaklıkların arkasındaki ölülere bak. Ay ışığı ile mezar taşı gölgelerinin birbirine girift şekillerinde yüreğimi titreten bir şeyler okuyorum. Ve sanıyorum ki, o şeytanı andıran keçilerin çatal sakallarını hemen hemen göreceğim.”
“Yüreğini sıkı tut. O kadar kuruntulu olma. Şehir içindeki mezarlardan böyle korkarsan sonra sur dışındakilerle ne yapacaksın?”
Bukağılı Dede’nin önünden saptılar. Nihat, Tayfur’la kapı karşı komşu idi. Evin ziline dokununca hemen birkaç saniye içinde kapı açıldı. Nihat Bey gece yolculuğu için giyinmiş, hazırlanmış, sinirli, öfkeli bir hâlde karşılarına çıktı. Eliyle avlunun bir köşesinde dayalı duran bisikleti göstererek:
“Bravo Feyzi… Bir saatten beridir boğucu yürek çarpıntıları içinde seni bekliyorum. Neredesin Allah aşkına? Tayfur’la Ferhat o korkunç gizli gece yolculuğuna çıktılar. Bu gece gökte tam bir ay ışığı var. Ayın on dördü… Işık o kadar kuvvetli ki, izlemeye çıksaydım mutlak bu gizliliğin en önemli bir kısmını öğrenir, durumu az çok anlardık. Karanlıklarda gittik gittik bir şey anlayamadık. Böyle uygun bir geceyi kaçırdığımız için üzülüyor ve ümitsizliğe kapılıyorum.”
Feyzi özür dileyerek arkadaşının sırtını sıvazladı, yanaklarını okşadı:
“Ümitsizlenme dostum. Bak sana bir arkadaş daha getirdim. Ona bu sırlı geceleri, yaptığımız mezarlık yolculuklarını anlattım. Sadi bizden fazla meraka düştü. Hemen şimdi arkalarından gidelim diyerek iki ayağımı bir pabuca koydu.”
Nihat sinirli sinirli çırpınarak:
“Artık geçti. Onlar gideli bir saat oluyor. Yine arkalarında koca çantalarla bisikletlerine atladılar. Rüzgâr gibi uçtular. Bu gece hangi kale kapısından çıktılar? Ne tarafın mezarlığında bir sır arıyorlar? Bunu bilmiyoruz ki o semte saldırarak onları izleyelim.”
“Aldırma. Onlar ay ışığı demiyorlar, karanlık demiyorlar, bu pek acayip gece yolculuklarına devam ediyorlar. Bu gecekinin son ahiret yolculuğu olmadığına yemin edebilirim. Onlar yine çıkacaklar. Yarın gece, olmazsa öbür gece… Üç gece sonra… Beş gece sonra. Mutlaka çıkacaklar.”
“Çıkacaklar ama ben çok sabırsız bir adamım. İçimde bu merakla yaşamak bana âdeta işkence geliyor.”
“Bir insan gizli bir şeyi ne kadar merak ederse onun çözümü zamanında da o kadar büyük bir zevk duyar.”
“Fakat bundan sonra gelecek fırsatı kaçırmamalıyız.”
“Kaçırmayız. Şimdi Sadi ile üçümüz bu kovuşturma işini önemle konuşur, tartışırız. Rastlayacağımız güçlükleri ve onlara karşı alınması gerekli tedbirleri düşünürüz.”
Nihat Bey, “Buyurunuz, buyurunuz. Birer kahve, çay içelim. Uzun boylu konuşalım. Çünkü meselenin çekilecek her türlü derde, sıkıntıya değeri var.” diyerek misafirlerini orta katta bir odaya aldı.
Sadi Bey içeriye mehtap giren açık bir pencereden dışarı bakarak:
“Bu İstanbul ne kadar yansa, ne kadar yıkılsa, değişse hiçbir felaket onun yüzünden yüzyılların vermiş olduğu soyluluğu büsbütün silemiyor. İşte bakınız şu Tayfur Bey’in konağına… Konağın ay ışığı altında aldığı Orta Çağ’ı andıran manzarasına bakınız. Bunun zamane yapılarına benzer bir tarafı yok. Tamamıyla Frenklerin, ma-noir[4 - Manoir (Fr.): Küçük şato, konak. (e.n.)] dedikleri eski yapılara benziyor. Mezarlık servilerinin, çitlembiklerinin, sarmaşıklarının ahirete ait sıkıntılı, siyah gölgeleri altında boğulmuş. Bu ölü bahçesine bakan pencereleri sık ve yukarıdan aşağıya bütün kafeslerle örtülü. Çevresini saran duvar değil âdeta kale hisarı. İçeride kalan serviler sanki bu kapalı kalıştan sıkılarak başlarını hapishaneden dışarı aşırmaya uğraşıyorlar. Sanki içeride dirilerin, ölülerin saklamaya çalıştıkları bir sır var. Zannedersiniz ki, burası insanlara mahsus bir ev değil, bıraktıkları kafes kemikleri şu mezarlıkta çürüyen ruhların armağanıdır.”
Feyzi de pencereye yaklaşarak:
“Sahi kardeş, baktıkça insanın kalbine ürküntü geliyor. Tayfur zengin çocuktur. Şişlileri, Nişantaşıları bırakıp da acaba neden konaktan ziyade cinli perili, uğursuz bir tekkeye benzeyen bu korkunç damın altında oturuyor?”
Nihat, Sadi’ye dönerek:
“Hiç konağın içine girdiniz mi?”
Sadi hâlâ gözlerini, zihinleri kuruntu ile dolduran manzaradan ayırmayarak karşılık verdi:
“Hayır…”
Nihat devam etti:
“Konağın içi, dışı gibi değildir. Öbür taraftan Marmara’ya karşı olan nezareti fevkaladedir. Ve her tarafı bir saray gibi mükemmel döşelidir. Bazı odaları birer küçük bedesten zannolunacak kadar antikalarla doludur. Hele büyük salon kıymetli kıymetsiz acayip eşya ile süslenmiş, görülmeye değer bir tuhaflık koleksiyonudur. Tayfur Avrupa’nın meşhur şehirlerini gezmiş, akla hayale gelmez tuhaf şeylerden ne gördü ise onların birer örneğini salonunda taklide uğraşmıştır.”
Sadi: “Ben Tayfur’la selamlaşırım ama böyle içten içe özel hayatını bilmem.”
Nihat: “Pek ziyade tuhaflıklar meraklısı bir çocuktur. Espirtizm,[5 - Spiritizm: İspritizma; ruhun ölmediğine inanan, gereğinde ölülerin ruhlarıyla ilişki kurulabileceğini ileri süren inanış. (e.n.)] ölülerle ilişki kurmak, telsiz telgraf, telefon merakı, yıldızlarla haberleşme iddiası, fenne ait olsun olmasın her türlü delilik bu çocukta vardır. Komşumdur. Birçok hâllerini bilirim. Fakat öyle sıkı fıkı görüşülecek bir adam değildir.”
Sadi: “Bu delikanlı hakkındaki merakımı gittikçe artırıyorsunuz. Onun bu gece mezarlık ziyaretleri de bu bin türlü deliliklerinden biri olacak. Fakat nasıl etmiş de bu Doktor Ferhat’ı da kendisine uydurmuş? Ben onu pek ciddi bir genç olarak tanırım.”
Nihat: “Komşuma karşı dedikodu yapmayı sevmem. Lakin doktorun bu aile ile ilişkisi hakkında hiç de hoşa gitmeyen birtakım söylentiler duyuyorum. Ağızdan kulağa öyle kötü kötü sözler fısıldanıyor ki, aslı var mı yok mu? Bilmem. Günahı söyleyenlerin üstlerinde kalsın.”
Sadi: “Böyle Avrupalılaşmak sevdasındaki serbest fikirli adamlar bu mahallelerde öyle rahat rahat barınamazlar. En fena dedikodulara uğramaktan yakalarını kurtaramazlar.”
Feyzi: “Tayfur’un kişiliği üzerinde sonra konuşursunuz. Şimdi bu acayip çocuğun hareketlerindeki bilmeceyi çözmeye bakalım.”
Nihat: “Merakınız ciddi ise üçümüz el ele vererek bu çözülmesi zor işi pek çabuk halledebiliriz.”
Feyzi: “Nasıl?”
Nihat: “Önce her rahatsızlığı göze aldırmak ve hiçbir yorgunluktan yılmamak gerek.”
Sadi: “Zaten işin tadı orada. Bu rahatsızlıkların, yorgunlukların ne olduğunu söyleyiniz. Tekliflerinizin hiçbirine karşı bir şey söyleyecek değilim, işte size önceden söz veriyorum.”
Nihat: “Bu Tayfur’la Ferhat’ın gece hareketlerinde hiçbir düzen yok. Belki yarın gece yine giderler. Belki üç gece, dört gece sonra…”
Feyzi: “Hakkın var.”
Nihat: “Bunun için siz yarından başlayarak her akşam bana misafir olursunuz. Allah ne verdiyse yeriz. Avluda alesta üç bisiklet bulundururuz. Pencere arkasından onları gözetleriz. İkisi konağın kapısından çıkar çıkmaz biz de makinelerimize atlar, biraz ara vererek onları izlemeye koyuluruz. Olmaz mı?”
Feyzi sözü biraz şakaya bozarak:
“Niçin olmasın? Zaten ben karın doyurmak için akşamları düşecek yer arıyorum. Sen kabul ettikten sonra bu ne olduğu bilinmeyen işin aydınlığa kavuşacağı zamana kadar buraya kapılanmak benim canıma minnet.”
Bu sırada oda kapısından ihtiyar bir uşak görünerek:
“Beyefendi, misafir geldi. Müsaade ederseniz yanınıza çıkmak istiyor.”
Nihat çatık bir suratla:
“Kim?”
“Mahalle camisinin meyzini…”[6 - Meyzin: Müezzin. (e.n.)]
Ev sahibi iki misafirine dönerek:
“Ne dersiniz, gelsin mi?”
Feyzi: “Niçin gelmeyecek? Tabii gelsin… Biz konuşacağımızı konuştuk. Kararımızı verdik.”
Bir dakika sonra eski bir abaya sarınmış, kır sakallı, derbeder, sarıklı, ihtiyar bir softa içeriye girdi. Eli göğsünde, boyun keserek dervişçe bir selamla alçak bir sedirin ucuna ilişti.
Nihat Bey: “Merhaba meyzin baba.”
Meyzin: “Merhaba evlat.”
Nihat Bey: “Hayrola?”
Meyzin: “Yok, hiçbir şeyde hayır kalmadı. Üzerimizden bir Tanrı gazabı esiyor. Bu gidişin ilerisini iyi görmüyorum. Biliyorsunuz, cami-i şerifin meyzini de benim, imamı da, kayyumu da… Siliyorum, süpürüyorum. Beş vakit ezanı okuyorum. Bazı geceler kendi kesemden iki kandil yakıyorum. Cemaat gelmiyor. Biz böyle günlerde Tanrı’ya yalvarmazsak, onun evine uğramazsak ne zaman ibadet edeceğiz; Tanrı’dan günahlarımızı bağışlamasını dileyeceğiz? Topal Hafız’ı bilirsiniz. Mevlit okur, mukabele okur, aşır okur geçinirdi. Önceleri camiye o gelirdi. Yatsı namazlarında ikimiz cemaat olur, namazımızı kılar, ikişer sure okurduk. Hafız sizlere ömür, Hakk’a yürüdü. Artık cemaat gelmiyordu. Fakat halkın bu imansızlığına, bu ihmaline, tembelliğine alıştık. Kimse gelmese de cami-i şerif kutsallığını muhafaza ediyordu.”
Nihat Bey: “Ne oldu? Cami-i şerifin kutsallığını bozacak bir hâl mi ortaya çıktı?”
Meyzin gözlerini sulandıran bir hüzünle:
“Camiyi depo yapacaklarmış. Geldiler, çizmelerle gezdiler. Gittiler. O gece sabaha kadar okudum. Namaz kıldım. Dua ettim. Tanrı’ya ve bütün erenlere, evliyalara yalvardım. Bu yakarışlarım Tanrı katında kabul olundu. Çok şükür bir daha gözükmediler. Şimdi şikâyetim başka taraftan… Komşumuz olacak o Tayfur Bey midir Menfur Bey midir? Bu çocuk Firavun gibi Tanrı’ya ortaklığa kalkışıyor. Konağın damı üzerinde türlü türlü araçlar… Güya onlarla dünya yüzüne ne kadar yağmur düştüğünü ölçermiş. Hava yarın iyi mi olacak, fena mı anlarmış. Tanrı korusun, haşa hiç Tanrı işine karışılır mı? Beyin lalası Halil Ağa Müslüman bir adamdır. Gelir bazen benimle dertleşir. Beyin bu kâfirce davranışlarından yana yakıla şikâyet eder. O söylüyor. Tayfur damın üzerine araç koymuş, gökyüzü ile konuşuyormuş. Konakta bir odası varmış. İçeriye kimseyi koymazmış. Duvarlarda düğme gibi bir şeyler, teller, yuvarlaklar… Sonra bir masanın üzerinde yine teller, borular, semaver gibi araçlar, gramofon borusu, iri şekerci külahı gibi ağızları geniş birtakım nesneler… Bunların ortasına otururmuş. Kulaklarına ufak birer tekerlek yapıştırmış. Etrafı dinlermiş. Bu âlemin dört köşesinde ne oluyor ne bitiyor, hepsini işitirmiş. Bu hâl keramet sahibi kimselere mahsustur. Evliya işidir. Ne haddine birtakım abdestsiz, namazsız, temizlikten yoksun herifler, birtakım kâfirler ve kâfir mizaçlı insanlar, boruların önlerine oturup da kulaklarına araba beygirlerinin göz kapakları gibi tekerlekler koyarak gökleri dinlesinler. Tanrı’nın sırlarına ersinler. Bu küstahlar karınlarının gurultularını duyarlar da gökten ses geliyor sanırlar.”
Sadi Bey daha fazla susmaya dayanamayarak:
“Meyzin Efendi, bunlara telsiz telgraf, telsiz telefon diyorlar. Her millet bu yeni fenler için çalışıyor. Türk gençlerinin böyle şeylerle uğraşmaları neden kabahat olsun?”
Meyzin baba bir iki tövbe getirdikten sonra:
“Kabahattir. Günahtır. Tanrı’ya ortak koşmadır.”
“Neden?”
“Dinimiz telli telgrafı kabul etti mi ki telsizini makbul sayalım?”
“Medeni milletler neler yaratıyor, buluyorlarsa onları bilmek ve biz de onlara uymak zorundayız.”
Meyzin yine birkaç defa Tanrı’dan günahlarını bağışlamasını dileyerek:
“Hiçbir vakit kâfirlere uymak zorunda değiliz.”
“Görüyorsunuz ya onlar gökte uçuyorlar. Biz yerde kalırsak hâlimiz yaman olur.”
“Uçsunlar. Onlar kâfirdir. Çünkü uçmak küfürdür. Çünkü uçmak kuşlara, meleklere mahsustur. Bizim uçmamız istenmiş olsaydı Yaradan Hazretleri insanları kanatlı yaratırdı. Mademki Tanrı bizi uçmak için yaratmamış, ona inat uçmak, Tanrı’ya ortak çıkmaktır. Evet uçuyorlar. Görüyoruz, uçuyorlar ama şimdiye kadar kaç bin kâfirin korkunç düşüşlerle toprak üzerinde kafaları dağıldı. Beyinleri patladı. Gâvur inadı bu… İşte yine de uçuyorlar. Uçuyorlar ama bu ısrarın sonunda nasıl gazaba uğrayacakları, ne korkunç uğursuzluklarla karşılaşacakları belli değildir.”
Nihat göz ucu ile Sadi’ye işaret ederek:
“Meyzin baba, sen Tayfur Bey’den şikâyet ediyordun. Sonra söz başka yönlere atladı. Yine esasa gelelim.”
Meyzin zihnini toparlamaya uğraşır gibi biraz düşünerek:
“Ha evet, bu netameli çocuktan söz ediyordum. Bu acayip yaratık ruhlarla da haberleşiyormuş. Bu ne küstahlık, bu ne delilik? Daha doğrusu ne yalan, ne martaval… Onun konuştuğu rahmani ruhlar değil kötü ruhlardır. O bey şeytanlarla görüşüyor. Görürsünüz, bu çocuk en sonunda çıldırır. Ahirete ait sırları açığa vurmak kutsal ruhlara yasaklanmıştır. Onlar dünya işlerine de hiç karışmazlar. Bu mübarekleri masa başına çağırıp da onlarla bu alçak dünyanın fesatlıklarına, dedikodularına dair konuşmalar yapmak iddiası iğrenç bir saçmalıktır. Masa başına gelenler, dirilerle birlikte şarap, konyak içenler şeytanlardır. Yüksek ruhlarla buluşma ermişlere, evliyalara mahsustur. Damlara teller germek, teneke borular, birtakım araçlar koymakla onlarla görüşülemez. Bu rahmanilere ancak tespih çekerek, ibadet ederek, zikirle, la ilahe illallah diye diye erişilebilir. Göklerin sırlarını bulmaya uğraşmak Tanrı’nın isteğine aykırı şeytanca bir harekettir. O sırlar bu dünya gözü ile görülmez. Eğer yüce Tanrı onları bize bildirmek isteseydi bize başka türlü göz, başka türlü duygu, başka türlü güçler verirdi. Behey budala, birkaç camdan meydana gelen dürbününü göklere çevir, arkasına geç, uğraş bakalım ne göreceksin? Aylar, güneşler, yıldızlar, birbirini izleyen yollar, yollar, konak yerleri… Git, git… Büyükayı yıldız kümesi, Küçükayı yıldız kümesi, gezegeni, duranı, bütün yıldızları, bütün uzayı gez dolaş, bakalım ucunu bucağını görebilir misin? Meyzinliğime bakıp da beni küçük görmeyiniz. Ben Cafer Halebi’nin yüksek kürsüsünde okumuş bir adamım. Tanrı’nın sırları bu dünyanın oyuncak dürbünleriyle görünür mü? Haşa, haşa, o nasıl Tanrı’dır ki yaratış sırları dürbünlerin parlak camları önünde bu ahmak insana boyun eğsin… Frenkler dürbünlerle göklere baktılar, baktılar da bize ne söylediler? Daima birbirini yalanlayan, çürüten martavallar okudular. Bunlar daima nifak içinde kalacaklar, hiçbir zaman ve hiçbir gerçek üzerine aralarında birleşme olmayacaktır.
Efendim, ziyaretimden maksat size ilahiyattan söz etmek değildir. Bu benim gücümün, yetkimin kat kat üstündedir. Biz daima okullarımızdaki yüksek bilimler derslerini Bedros’a verdik. Yanko’ya verdik. Mösyö Hofman’a, Mösyö Koklan’a verdik. Sonunda böyle olduk. Dinimizin kuralları gereğince bir Müslüman bildiklerini bilmeyen Müslümanlara öğretmekle görevlidir. Geçen ramazan Beyazıt Cami-i Şerifi’nde vaaz etmek istedim. Ağız açar açmaz beni derhâl çalyaka ettiler. ‘Dünya meselelerinden söz edecek değilsin. Cemaate yalnız İslam’ın kuruluşunu, dinin kurallarını öğretecek, anlatacaksın!’ dediler. Sonra gazetelerde okudum, gördüm ki, halk terbiyeyi gidip tiyatrolardan öğrenecekmiş. Tanrı korusun, Tanrı bağışlasın, tiyatrodan, Zuhuri’den, Karagöz’den edep öğrenmek…”
Sadi: “Hakkın var Hoca Efendi. Halk camilerden dine ait, dünyaya ait, eğitimle ilgili pek çok şey öğrenebilir. Nasıl ki bugün Avrupa’da Hristiyan ahaliye kiliselerde çok yararlı yenilikler aşılanıyor! Lakin bir şartla: Eski dedikodu vaaz sistemini bırakmalı. Vaizlerin kafaları yeni bilgiler, yüksek fikirlerle mücehhez olmalı. Kürsüye çıkar çıkmaz müspet bilimlere karşı atıp tutmakla, telsiz telgrafın, telefonun, uçağın, teleskopun, mikroskopun, tiyatronun, sinemanın kaçınılması gerekli şeytan buluşu şeyler olduklarını söylemekle halka ve özellikle İslam dinine hizmet edilmiş olmaz.”
Meyzin derin derin göğüs geçirerek:
“Evlat sus, sizin gibi gençlerle bu konular üzerine sohbet etmek sevdasında değilim. Çünkü faydasız olduğunu bilirim. Ne kadar tartışırsak tartışalım ne ben sizi inandırabilirim ne de siz beni imanımdan döndürebilirsiniz. İnsan beşerdir. Bazen şaşırır. Bilmem nasıl oldu da söz istemeden bu yola döküldü. Demin de söylediğim gibi ziyaretimin sebebi başka idi. Tayfur Bey gökten düşen yağmurları ölçsün, karları tartsın, yarın hava güzel mi olacak, fena mı şeytanla görüşerek bilinmeyen âlemlerden haber versin, göklerle haberleşsin, belki Tanrı bu günahlarını bağışlar. Fakat mezarlığa saldırıda bulunmasın. İşlemekte olduğu bu günahı görüp de susmak elimden gelmiyor.”
Sadi: “Vay Tayfur Bey mezarlığa saldırıda mı bulunuyor?”
Hoca içini çekerek:
“Hayhay…”
“Nasıl? Ne suretle. Rica ederim Hoca Efendi, anlat…”
Meyzin zikreder gibi gözlerini yumdu. Başını sağa sola çırpındırarak:
“Gece mezarları karıştırıyorlar.”
“Meyzin baba, yanlış görmeyesin?”
“Yanlış değil evlat, yanlış değil. Vakit gece idi. Fakat kaç defa açık seçik gördüm. Tayfur o Ferhat adlı doktorla beraber konağın mezarlığa açılan küçük kapısından hırsız gibi çıkıyor. Mezar kovuklarını karıştırıyorlar. Dertleri, maksatları nedir? Anlayamadım. Müslümanlara bu dünyanın ne üstünde rahat kaldı ne altında…”
Üç delikanlı, artan meraklarının kıvılcımları gözlerinden saçılarak birbirleriyle bakıştılar. Bu gizli işin tuhaflığı gittikçe büyüyordu.
Meyzin göğsünden kopan ahlarla üzüntülü üzüntülü sözlerine devam etti:
“Birkaç defa niyetlendim. Karşılarına çıkıvererek bu yaptığınız şey dine, imana aykırıdır demek istedim. Lakin bilirim Tayfur Bey kibirli, kendini yükseklerde gören bir çocuktur. Zengindir. Sözü geçer, hükmü yürür. Onun yanında benim gibi bir meyzin parçasının ne önemi olur? Belki karşılık olarak sert bir davranışta bulunur. Kötü bir lakırtı söyler. Kalbimi kırar. Güttüğüm dava büyüktür. Ben de dayanamam. Karşılık veririm. Kendim hakarete uğramakla beraber ölüleri de saldırıdan kurtaramamış olurum korkusu ile sustum. Lakin bu suskunluk bana çok ağır geliyor. Düşündüm, taşındım, size başvurmayı daha uygun buldum.
Nihat Beyefendi, siz Tayfur’un hem komşusu hem de dostusunuz. İkiniz de bir yaşta gibisiniz. Deyimi hoş görünüz, zamane gençleri birbirlerini iyi anlarlar. Ben kulunuzu hiç söze katmadan ona öğüt veriniz. Fen adına, ilerleme, medenilik adına, her ne uğurda olursa olsun mezarlarla oynamak iyi değildir. Toprağın altına çekilmişleri bu dünya işlerine karıştırmaya, onlardan sır anlamaya uğraşmanın sonu, Tanrı korusun, pek fenaya varacağını bir güzel anlatınız.”
Meyzin sustu. Dalıp kendinden geçmiş gibi yine gözlerini yumdu. Üç genç inançlarına bağlı, saf adamın içten gelen üzüntüsü karşısında duygulandılar. Evet, Tayfur’un mezarlarla önemli bir işi olduğu esaslı bir şekilde anlaşılmış oluyordu.
Meyzin Efendi dalıp gittiği âlemden bir iki tekbir getirerek ayrıldı. Gözlerini açarak:
“Çocuklarım, mutekit olduğunuzu ve benimle eğlenmeyeceğinizi bilsem size önemli bir açıklamada bulunurdum.”
Sadi: “Baba efendi, çok şükür üçümüz de Müslüman’ız. Müslüman evladıyız. İmanımız kuvvetlidir. Mana âlemi ile eğlenen hafif mizaçlı kimseler değiliz. Zamanımız bilimine, fen ve tekniğe aykırı olmamak şartıyla ve bunlara saygı göstererek istediğinizi söyleyiniz. Bizi aydınlatmış ve memnun etmiş olursunuz. Bu madde dünyasının ötesinde bir de sırları çözülmemiş bir mana âlemi bulunduğunu inkâr edemeyiz. Size tuhaf bir şey söyleyeceğim. Bu bir tesadüf müdür yahut manevi bir şey midir, hangisinde karar kılınacağını bilmiyorum. Siz buraya gelmezden önce biz üçümüz de Tayfur Bey’in mezarlıklarda ne aradığını düşünüyor, bu gizli uğraşıyı çözmeye çalışıyorduk. Bunun üzerinde konuşup tartışıyorduk. Sizin aynı meseleye dair görüşmek üzere buraya gelmeniz tuhaf bir tesadüf değil midir?”
Meyzin Efendi derin bir hayretle:
“Tesadüf değil oğlum, tesadüf değil. Bu hâl bizi uyarmak için mana âleminin bu surette görünüşüdür. Çünkü buraya ben kendiliğimden gelmedim. Beni veliyullahtan bir zat gönderdi!”
Üç delikanlı, saflığını taşıran ihtiyar meyzinin bu son sözünü gözleriyle birbirine yorumlamak için yine bakıştılar. Nihayet Nihat sordu:
“Meyzin baba, sorumu affedersiniz, siz veliyullahla bir ilişkide mi bulunuyorsunuz?”
Bir onaylama süzgünlüğü ile başı göğsünün üstüne düşen ihtiyar:
“Eyvallah…”
“Onlar size fikir ve emirlerini ne gibi bir aracı ile bildirirler?”
“Mana âleminde…”
“Demek buraya böyle bir emirle geldiniz?”
“Evet… Bu mesele ile uğraştığınız sırada gelmem, işin mana ile olan ilgisini açıklamaya yetmez mi?”
“Gerçekten…”
Gençler hâlin tuhaflığı önünde bir süre düşündüler. Sadi sessizliği bozarak:
“Hangi veliyullah tarafından geliyorsunuz?”
“Komşumuz Bukağılı Dede Hazretleri tarafından.”
“Getirdiğiniz manevi emir nedir?”
“Dede Hazretleri dün gece mana âleminde ziyaretleriyle bu aciz kulu şereflendirdiler ve gönlünü şad ettiler.”
“Manaya ait emirleri nedir?”
“Pek öfkeli idiler. ‘Frenklere göre deneyler yapmak sevdası ile İslam mezarlarını abdestsiz, kirli elleriyle karıştıran o Tayfur’a ya kendin söyle yahut bir aracı ile söylet. Küstahlığında bundan ileri varmasın. Söz kâr etmezse gel bukağılarımı çöz.’ buyurdular.”
Meyzin bu sözleri o kadar büyük bir iman içtenliğiyle söylüyordu ki, rüyasında ihtiyarın böyle bir tebellüğe muhatap olduğuna gençlerin şüpheleri kalmadı. Adamcağızın saflığına saygı duyarak bu psikolojik meseleyi kurcalamaya kalkışmadılar.
Sadi: “Peki, başüstüne Meyzin Efendi, merak etmeyiniz. Elimizden geldiği kadar öğüt vererek Tayfur Bey’i uyarmaya çalışırız.”
Meyzin Efendi kendi kendini dinlemeye gelen Bukağılı’nın ruhunu arar gibi açık pencereden ay ışığının gümüş örtüsü altında sırlarla dolu uyuyan mezarlığa bakarak:
“Oğullarım, dikkat ediniz. Tayfur Bey bu kâfirce işinde ısrar edecek olursa sonunun dehşetini göreceksiniz.”
Üç genç, Bukağılı Dede’nin böyle bir tebliğ ile meyzine görünmesini bir keramet saymaktan, yani rüyayı gösterenden ziyade görenin pek samimi inancından meydana gelme ruhsal subjektif bir şey olduğuna inanıyorlardı. Lakin kendilerini büyük bir çekicilikle uğraştıran bu mesele üzerine meyzinin de bu suretle başvurması meraklarını bütün bütün tutuşturuyordu.

3
Kararları gereğince ertesi akşam Sadi ile Feyzi, Nihat’ın evinde toplandılar. Üç bisiklet avluda alesta duruyordu.
Üç genç, her biri bir pencere önünde, gözler Tayfur’un sokak kapısına dikili, büyük bir müjdeci habere bağlanır gibi uzun, sıkıntılı, sabır ve tahammülü yakan bekleyiş saatleri geçirdiler.
Konağın kapısı açılmıyor değildi. Lakin beklediklerinden başkaları girip çıkıyorlardı.
Bir gece, iki gece, üç gece, dört gece hep böyle… Gece ilerledikçe karşıki kapıyı gözetlemek için üçünden biri pencere önünde gözcü kalarak nöbetleşe uyuyorlardı.
Nihayet beşinci gece Feyzi pencere önünde nöbet beklerken sevinçle arkadaşlarını uyandırarak:
“Kalkınız, kalkınız. Müjde… Doktor Ferhat bisikletle geldi. İşte konağa giriyor.”
Bu uyandırma üzerine üçü de yangın haberi alan itfaiye erleri gibi hızla yerlerinden fırladılar. Acele hazırlanarak bisikletlerinin başına indiler.
Hepsinin cebinde dolu tabancaları ve makinelerindekilerden başka birer elektrik fenerleri vardı. Şimdi üçü de araladıkları kapıdan birer küçük çarpıntı ile karşıki konağı gözetliyorlardı. Nihat’ın hesabına göre Doktor Ferhat bu gece alışılmışın dışına çıkmış, bir saat geç gelmişti.
İçeride de epey durdular. Acaba niçin çıkmıyorlardı? Yoksa bir engel çıkmış, bu gece gizliliklerle dolu yolculuktan vaz mı geçmişlerdi?
Üç arkadaş bu endişede iken konak kapısının iri kanatlarından biri menteşeleri üzerinde gıcırdayarak açıldı. Tayfur önde, Doktor Ferhat arkada, bisikletlerini ellerinde yürüterek sokağa çıktılar. Kısa külotları, diz çorapları, sırtlarında koca çantaları yine sırlı geziye doğru yollanacaklarını gösteriyordu.
Saat biri geçiyordu. Bisikletlerinin fenerlerini yakmadılar. Ufukları kapalı dar sokakların havasında henüz görünmeyen küçük ayın hafif aydınlığı gecenin koyu karanlığını kırarak ortalığa şafağımsı bir aydınlık serpiyordu.
Meraklı yolun yolcuları bisikletlerine atlamadılar. Caddeye çıkmadılar. Arka yollardan konuşa konuşa telaşsızca gidiyorlardı.
Kırk beş elli adım ara verdikten sonra izleyiciler de yola düzüldüler.
İki arkadaşının ortasında yürüyen Sadi:
“Arkadaşlar, bu kovalamamızda gayet önemli davranmak gerekmektedir. Yani dikkatli demek istiyorum.”
Feyzi: “Şüphesiz.”
Sadi: “Sallapati bir iş yapmayalım.”
Nihat: “Bir plan içinde hareket edelim. Meselenin en önemli tarafı, onlara kendimizi göstermemek, izlendiklerini sezdirmemektir.”
Feyzi: “Bunun için ne yapmalıyız?”
Sadi: “Onur meselesini bir yana bırakalım. İçimizde en iyi bisiklete binen kimdir?”
Feyzi: “Üçümüz de fena binmeyiz. Lakin senin her ikimize üstünlüğünü inkâr edecek kadar da vicdansız değiliz.”
Sadi: “O hâlde bisikletlere binince ben otuz metre kadar ileriden gitmeliyim. Siz birbirinizden ayrılmayarak bu mesafe içinde arkamdan gelmelisiniz.”
Nihat: “Neye iyi o?”
Sadi: “Önce üçümüz birlikte kovalayacak olursak çabuk görülürüz. Arkalarından bisikletliler geldiğini hissederlerse belki kuşkulanırlar. Sırlarına eremeyiz. Bir bisikletli öndekileri daima görüş mesafesi içinde bulundurmakla beraber kendini onların gözlerinden koruyabilir. İkincisi şimdi önümüzdekiler hangi yollardan hangi sur kapısına gidecekler, bunu bilmiyoruz. İstanbul’un kenar mahallelerindeki o dar, dolambaçlı sıçan yollarını düşününüz. Birbirine yakın üç eğri büğrü köşe dönerek önümüzden kaybolurlarsa belki artık onları bulamayız. Bizim o semtlerde dolaştığımız yok. Oralarda ömrümüzde hiç geçmediğimiz sokaklar var. Bunun için ben size öncülük edeceğim. Benim işaretlerime göre hareket edersiniz. Gerekirse üçümüz birleşir ve yine ararız.”
Öndekiler hâlâ yayan gidiyorlardı. Kendi planına göre Sadi ilerledi. Ötekiler uygun bir ara bırakmak için gerilediler. Tayfur’la doktor arka sokaklardan yürüye yürüye caminin köşesinden eski Saraçhane Caddesi’ne çıktılar. Parka doğru ilerliyorlardı.
Birdenbire cadde genişleyip mesafe açılınca hâlâ hüzünlü fakat yirmi dakika öncesine oranla artan ay ışığında öndekilerin gözlerinden gizlenmenin güçleştiğini gören Sadi, sokak başında bekledi. Araya epey bir mesafe bıraktıktan sonra arkalarına düştü.
Onlar tramvay yolunu izleyerek Deve Hanı’na doğru gidiyorlardı. Fatih Camisi hizasını geçtiler. Yan sokaktan Edirnekapı Caddesi’ne çıktılar. Hemen makinelerine atladılar. Sadi adım adım öndekileri izleyerek dönüp dönüp elleriyle arkadakilere de işaret ediyordu. Arkadaşlarına acele etmeleri için bir emir verdi. Onlar da caddeye ve sonra bisikletlere fırladılar. Üç bölüme ayrılan bu beş genç hemen in cin olmayan bu tenha cadde üzerinden, kaldırım taşlarının vücutlarına verdiği devamlı titremelerle sarsıla sarsıla uçuyorlardı.
Beyoğlu Caddesi’nden geçerseniz yüksek, sağlam yapıların yüzlerinde memleketin uğradığı sürekli felaketlerden bir iz, bir yıkıklık eseri göremezsiniz. Bu uğursuzlukların, sıkıntıların ağırlığı altında inleyen, çöken, biten İstanbul’dur.[7 - Bugünkü Fatih kastediliyor. (e.n.)]
Yüzlerinden rüzgârdan başka bir yardım elinin silindiği yoksulluk pudrası altında kağşamış bu barakacıklar, aralarına karışan mezarlık parmaklıklarıyla sıralanarak sarkan saçakları, dökülmüş kafesleri ve sakat, kambur, bel vermiş durumları ile caddenin iki tarafını dolduruyordu. Memleketteki beslenme zorluğu ve ticaretin iflasını, kaşeksiye[8 - Kaşeksi: Kötü beslenme, süreğen veya kötücül bir hastalığın seyri sırasında oluşan ileri derecede zayıflık, bitkinlik ve çöküntü durumu. (e.n.)] uğrayarak küçülen dükkâncıklardan anlamak pek kolaydı.
Zincirlikuyu’yu geçtiler. Öndekiler kovalandıklarını anlamadan, arkalarına dönüp bakmadan bacaklarının bütün kuvvetlerini pedallara vererek koşuyorlardı. Fakat Çukurbostan duvarının ortasına doğru gelince birdenbire durdular. Sadi, sol taraftaki çeşmeye yirmi otuz adım kala sokağın hafif kıvrıntısından yararlanarak sağ tarafa sindi. İşaret vererek arkadakileri de durdurdu.
Makinelerinden birine bir sakatlık arız olmuş olmalı ki, birkaç dakika onu tamire uğraştıktan sonra yine bindiler. Yola düzüldüler.
Çukurbostan’ı geride bıraktılar. Yine sol taraftaki çeşmenin önünden yukarı kale kapısına doğru hızlandılar.
Cadde enli, az meyilli ve iki tarafı dolambaçsızdı. Öndekilerin nazarlarından gizlenmenin güçleştiğini gören Sadi çeşmenin karşı köşesine saklandı ve arkadaşlarına yaklaşma işareti verdi. Nihat’la Feyzi hemen yetiştiler.
Sadi: “Şimdi işin en zor kısmına geldik. Onlar kale kapısını bulmayınca biz bu köşeyi terk edemeyiz. Çünkü görülürüz.”
Nihat: “Onlar kapıdan çıkınca hemen arkalarından yetişemezsek önümüze açılan dört yol ağzından hangisine gittiklerini nasıl anlayacağız?”
Sadi: “Eğer Sur Caddesi’nden Topkapı’ya doğru giderlerse pek uzun bir mesafeye kadar kendilerini uzaktan görmek kabildir. Eyüp tarafına saldırırlarsa yine gözlerimizin önünden pek çabuk kaybolamazlar. Hamidiye köyüne uzanan mezarlık caddesine dalarlarsa yine gözlerimizin önünden çarçabuk kaçamazlar. Fakat orta kahvenin yanından inen dördüncü mezarlık yoluna kaçarlarsa kendilerini pek kolay göremeyiz. Ama öteki üç yolda vücutlarından eser sezemezsek o çarpık yöne gittiklerini anlarız.”
Sadi hem acele acele konuşarak fikirlerini bildiriyor hem de gözlerini ileriye uçan bisikletlerden hiç ayırmıyordu.
Öndekiler kapının tonozuna yaklaşmak üzereyken Sadi:
“Haydi şimdi uçmalıyız. Birbirimizden ayrı gitmeye de lüzum yok.”
Gerçekten üçü uzun bir çizgi üzerinde bir sıraya uçtular. Öndekiler kapının siyah çerçevesi içinde kaybolduktan az sonra onlar da yetiştiler. Kale kapısını dış sura bağlayan, kaldırımı iri minder büyüklüğünde taşlardan döşenmiş kuru köprüden dört yol ağzına aktılar.
Hemen birer birer yolları bütün dikkatleriyle gözden geçirmeye başladılar. Feyzi elini Hamidiye köyüne giden sağdan ikinci yola uzatarak:
“İşte, işte… Omuz omuza kaldırımların çukurlarına gire çıka dalgalanarak gidiyorlar.”

4
Yolun iki tarafında ormanlık gibi dikilen sık mezar taşlarında, gençlere ayakta bakan hassas, sinirli birer ölü görünüşü vardı. Dirilerin bile ölü hâlini aldıkları gecenin bu sakin sessizliğinde huzurlarını bozmaya gelenlerin kim olduklarını anlamaya uğraşıyorlar sanılıyordu.
Feyzi: “Ne korkunç oluyor. Gece yarısı böyle uçsuz bucaksız büyük mezarlıklardan hiç geçmemiştim. Yüz binlerce ölünün içinde birkaç diri ne kadar yabancı, ne kadar zayıf, ne kadar ürkek kalıyor.”
Nihat: “Şu mezarların içinde yığın yığın çürüyen kemiklerden başka bir şey olmadığını bilmiyor musun? Öndekilere baksana, hiç ürküyorlar mı?”
Feyzi: “Onların biri filozof, öbürü doktor. Bu imansızlara kemik nedir diye sorarsanız size bunun fosfat ve klorür döşo, karbonat döşo ve benzeri şeylerden meydana geldiğini söyleyeceklerdir.”
Nihat: “Yalan mı? Mesele başka türlü ise bizi inandır.”
Feyzi: “Ben ne cami vaiziyim ne filozofum ne de doktor. Kimyager de değilim. Kimsenin inançlarını değiştirmekle, düzeltmekle de görevli sayılmam. Herkes zihninin varabileceği kadar düşünür. Aklının erdiğine inanır. Fakat şu tepelerden denizlere kadar inen bu sonsuz mezarlıklarda ölümün yüzyıllardan beri toplanmış bir manası, bir heybeti var. Sessiz dişleriyle cesetleri yutan bu çukurların üzerine insanların kuruntusu öyle korkunç tuhaflıklar yığmıştır ki, mezarlık deyince yüreğinde soğuk bir ürperme, bir korku duymayan insan bulunmaz. Halkın cadıları, hortlakları hep buralardan çıkar. Cinleri, perileri, inançsızları, saygısızları çarpmak için hep buralarda dolaşır.”
Nihat: “İşte açıkça söylüyorsun. Halkın bu mezarlıklara yığdığı kuruntu diyorsun. Sonra kendin bu kuruntudan ürküyorsun.”
Feyzi: “Bu çukurların içinde, eriyen ve eriyecek bütün varlıkların sırları gömülü… Mezar deyince en kâfir, en inançsız, inkârcı kimselerin bile yürekleri titrer diyorum sana…”
Nihat: “Ben mezarlardan halk gibi korkuya kapılarak titremem. Ha insan kemiği, ha hayvan kemiği… Kurban Bayramı’nda etini yedikten sonra kemiklerini bahçeye gömdüğünüz koçun mezarından niye korkmuyorsun?”
“Ben kuru lafa önem vermem.”
“Kuru laf değil. Duygumu söylüyorum.”
“Gerçekten bu ölüm tarlasından korkmuyorsan sana şimdi şuradan geniş bir mezar kovuğu göstereyim. Gir içine yat. Yoksa bana karşı başka türlü iddianı ispat edemezsin.”
“Her nerede olursa olsun yere kazılmış bir çukurun içine girip de topraklara bulanmak hoşuma gitmez.”
Biraz önden giden Sadi:
“Lafa bir son veriniz. Biz buraya böyle iddialar için değil başka maksatla geldik. Öndekileri gözden kaybedeceğiz. Buraların öyle bir akustik hâli var ki… Küçük bir lakırtı büyüyor, dalgalanıp gidiyor. Seslerimizi öndekilere işittirirsek iş falso olur.”
Soldaki çeşmeyi, sağdaki mezarcı kulübesini geçmişler, su terazisinin önüne gelmişlerdi. Birer büyük sandığa benzeyen pehleleri[9 - Pehle: Mezar sandukalarının yan taşlarına verilen isim. (e.n.)] çarpılmış eski biçim mezarlar istifsiz, düzensiz bir yığıntı ile iki tarafı dolduruyordu, eski düz duruşlarını kaybetmiş bazı taşlar fısıldaşan iki insan gibi baş başa vermişlerdi.
Henüz yükselmemiş olan ay, eşyayı asıllarının birkaç katı büyütüyor, servileri yerlere uzanmış korkunç birer gulyabani yapıyor, fesli, kavuklu taşların yere düşürdüğü acayip gölgeleriyle mezarlığın dehşet veren bir karikatürünü çiziyordu.
Üç delikanlı gölgeleri birer deve kadar tümseklenen bisikletlerinin üzerinde yolun elverişli taraflarını arayarak, taştan taşa hoplayarak nefes nefese gidiyorlar. Gittikçe diriler şehrinden uzaklaşıp ölüler yurduna dalıyorlar. Mezarların derinliklerindeki gizlilik, sessizliklerindeki heybet artıyor. Sanki adım adım başka bir âleme yaklaşıyorlar. Başka bir yaradılışa katılıyorlar. Gezegenlerden birine yükseliyorlar.
Feyzi birdenbire:
“Nereye giriyoruz Allah aşkına?”
Sadi: “Öndekilerin gittikleri yere…”
Feyzi: “Onlar hangi sırra ermeye koşuyorlar?”
Sadi: “Bilmem. Şimdi öğreneceğiz.”
Feyzi: “Biz bu işe tuhaf bir merakla eğlence şeklinde başladık. Fakat böyle vakitsiz bu ölüm tarlalarının içinde dolaşıp ahiretin kokusunu aldıkça çocukluk ettiğimizi anlıyorum.”
Nihat: “Neden?”
Feyzi: “Kardeşim bu mezarlar dirilere birer kucak kemikten başka hiçbir sır vermezler. Şimdiye kadar bu gizliliğin arkasından koşanlar boşuna yorulmuşlardır. Belki kimyagerler bir gün altının nelerden meydana geldiğini ispat ederler. Fakat hiçbir fen adamı, hiçbir kimse ölüye ahiretin sırlarını söyletemez. Tayfur’la Ferhat budalalık ediyorlar, olmayacak bir şeyin ardından koşuyorlar.”
Sadi: “İşte iyi ya… Biz de bu budalalığın türünü anlayacağız. Yoksa şu mezarlardan karşımıza bir zevzek ölü çıkıp da onun bize ‘Buyurunuz şuraya. Birer kahve, sigara içelim de size güzel bir konferans vereyim.’ demeyeceğini gayet iyi biliyoruz.”
Şimdi Hamidiye köyüne doğru genişleyen ufuk gittikçe daha sırlarla dolu, hafif, rüyalı bir aydınlıkla açılıyor, yolculara ötede toplanıp bekleşen ruhlarla görüşmeye gidiyorlarmış gibi bir kuruntu geliyordu.
Sadi ani bir hareketle makinesinden yere atlayarak yavaşça, “Dikkat… Öndekiler bisikletlerden indiler. Galiba menzil burası. Bakalım ne yapacaklar?” dedi.
Arada aşağı yukarı iki yüz metreden fazla bir mesafe vardı. Fakat yol genişleyerek servilerin karaltısından kurtulmuş olduğu için Tayfur’la doktorun hareketleri seçiliyor, hafif ay ışığı arkadan vurduğundan öndekileri gösterdiği kadar geridekileri de onlardan saklıyordu.
Üç arkadaş aradaki mesafeyi koruyarak beklediler. İleridekiler karşı karşıya durmuş, bir şeyler konuşuyorlardı. Lakin mesafenin uzunluğundan hiçbir lakırtı işitilmiyordu.
Beş altı dakika konuştuktan sonra besbelli kararlarını verdiler. Makinelerini sırtlayınca sağ tarafa, yani Eyüp Mezarlığı’na daldılar.
Sadi: “Haydi kaçırmayalım. Öncülüğü yine bana veriniz. Daima servileri, mezar taşlarını siper alarak ilerleyelim.”
Nihat: “Yoldan mı ilerleyelim? Mezarlığın içinden mi?”
Sadi de bunu düşünüyordu. Hareket işareti vererek:
“Durmayalım. Onların mezarlığa girdikleri noktaya kadar yoldan gidelim. Başka türlü yapacak olursak o mezar taşı ormanlığı içinde beyleri gözden kaçırırız.”
Bisikletleri ellerinde yürüterek hızlıca ilerlemeye başladılar.
Sadi kaldırımların bozukluğu içinde sarsılan sesiyle diyordu ki:
“Onlar bizi uzaktan bu yol üzerinde görseler yolcu sanırlar. Fakat mezarlığın içinde kendimizi seçtirirsek tabii kuşkulanırlar.”
Nihat: “Nereden saptıklarına iyi dikkat ettiniz mi?”
Sadi: “Evet, evet… Çitlembik midir, meşe midir? Mezarlık sınırında bir top ağaç var. İşte tamam o hizadan girdiler.”
Üç dakika sürmedi. Top ağaca vardılar. Mezarlıkta yer az bir meyilden sonra birdenbire aşağı doğru dikleniyordu. Taşların gerilerinde siperlenerek ileriye baktılar. Ne bir mırıltı işittiler ne de önlerinde hareket eden bir karaltı gördüler.
Nihat ümitsizce, “Kaybettik mi?” dedi.
Küçük ayın ışığı bayırın çukuruna düştükçe sönüyor, hiçbir şey seçtirmez bir şekilde kararıyordu.
Sadi engin karanlığın bu yorgunluğunu gözleriyle delmeye uğraşarak karşılık verdi:
“Henüz işimizin ümit kesecek bir anında değiliz. Lakin zorluk başladı. Şimdi üçümüz enine bir çizgi üzerine açılarak kendimizi göstermemeye dikkat ede ede aşağı inelim. Onların karaltılarını gördüğümüz veya seslerini işittiğimiz zaman sinelim. O vakit yalnız birimiz yaklaşsın. İkimiz alargada dursun. Fakat dikkat ediyor musunuz? Önceleri batıya doğru giderken şimdi kuzeye döndük. Ay aydınlığı arkamızdan vururken şimdi yanımızdan geliyor. Onlardan korunmak daha da zorlaştı. Ona göre dikkat lazım…”
Üç delikanlı bisikletlerini omuzlayarak hırsız adımları ile yokuşu inmeye başladılar. Yazın kavurmuş olduğu kuru otların, dikenlerin, çalıların arasından sonbahar yeşilliği sürüyordu. Bağrında, çürüttüğü insan etiyle yağlanan toprağın ağır havasını servilerin, kekiklerin antiseptik kokuları hafifletiyor, fakat her soluk alışta ahirete ait bir koku ciğerleri sıkıyor ve daima kalpleri iki dünya sınırında gezinildiğini hatırlatan bir hüzünle eziyordu.
Bir ara seyrelen serviler, yine sıklaştı. Bazı nakışlı, yazılı taşlar upuzun toprağa gömülerek kaldırım meydana getirmiş, bazı büyük pehleli mezarları zemin, tamamıyla ve sanki bütün kimlikleriyle yutmak için hasretli bir sarılma ile kavrayıp kendine çekmişti.
Sıklaşan gölgeler küçük ayın ışığını şimdi büsbütün boğuyor gibiydi. Karaltılar daha da koyulaşarak, derinleşerek, acayip şekiller alarak büsbütün korkunçlaştı. Şimdi gözler, kulaklar, burunlar, zihinler hayat dışında birtakım duygularla doluyorlar, başka şeyler görüyorlar, işitiyorlar, kokluyorlar, düşünüyorlar… Böylece kendilerini sırlarla dolu bir âlemin eşiğinde buluyorlar gibiydi.
Üç genç sekiz on metrelik enine bir çizgi üzerine adımlarını terazileyerek, etrafı süzerek inmektelerken sağ uçta bulunan Feyzi’nin yürek çırpıntısından kasılmış bir sesle “Hişt… Hişt…” dediği işitildi.
Ortada giden Nihat sordu:
“Ne var?”
Feyzi: “Dinle, işitirsin.”
Nihat dinledi. Hart, hart, hart… Sanki yılan kadar iri bir kurdun büyük bir kütüğü kemirmesi gibi biteviye bir ses duydu.

5
Üçü de duydular. Bütün dikkatleriyle kulak verdiler, şimdi o hart hartlara arada bir homurtu gibi hiç de hoş olmayan bir ses daha karışıyordu. Hiçbir notaya gelmeyen, ne olduğu anlaşılmayan bu sesler gündüz ortasında işitilse belki kulaklara bu kadar kötü gelmez, insanı evhamlandırmazdı. Fakat gittikçe sönen bir ay, gittikçe çukurlaşan bir mezarlık, gizliliklerle korkunçlaşan karaltılar, bütün bu dekor içinde sinirler geriliyor, insanın üzerinde korkutucu, ürpertiler veren kötü bir etki yapıyordu.
Sadi öbür uçta, yani seslerin geldiği tarafa en uzak noktada bulunduğu için sordu:
“Ne oluyoruz?”
Nihat: “Acayip, korkunç sesler geliyor.”
Sadi: “Nereden?”
Nihat: “Geldiği yer belli değil Belki etrafımızdaki mezarlardan.”
Sadi: “Ölü ses vermez. Hele şu mezardaki kemiklerin dile geldiği görülmüş bir hadise değildir. Yürüyelim.”
Feyzi, çizgi yönündeki hareket noktasını bırakarak Nihat’ın yanına geldi:
“Ya cadılar, hortlaklar, bunlar sessiz yaratıklar mıdır?”
Sadi: “Böyle şeylere inanıyor musunuz?”
Feyzi: “İnanmıyorum ama şimdi içime bir şüphe girdi. Bu söylentileri hep toplasak ansiklopedilerden büyük ciltler meydana gelir. Bunların hepsi asılsız mıdır?”
Sadi: “Kuşkusuz.”
Feyzi: “Avrupalı bilim adamları içinde bile bunlara inananlar var. Bu ünlü adları benim kadar sen de bilirsin. Psikolojiye, manevi şeylere ve müspet ilimler dışında kalan tabiattaki bilinmeyen kuvvetlere dair yazılmış ciddi eserleri okumamışsan da işitmişsindir.”
Sadi: “Azizim, bu meselenin burada tartışmasını yapacak değiliz. Bunu uygunsuz buluyorum. Ne vakit tabii tarih bilginleri hortlak efendiyi veya cadı hanımı yakalarlar, boyunlarına zinciri takarlar, hayvanat bahçesine getirirler, neden dolayı ve ne suretle hortladıklarının tarihçesini esaslı bir şekilde açıkça anlatarak kafeslerinin üzerine asarlarsa bunun bir gerçek olduğuna herkesle beraber ben de inanırım. Şimdi bu konunun sırası değil. Yürüyelim… Öndekileri kaybettik.”
Nihat: “Sahi… Nereye sıvıştı onlar? Hiç sesleri çıkmıyor.”
Feyzi: “Ya çarpıldılarsa?”
Sadi: “Böyle ahmakça söz istemem. O kadar zamandan beri buralara geliyorlar çarpılmadılar da bu gece mi ecinniye, hortlağa uğrayacaklar?”
Hart hartlar yine duyuldu.
Feyzi, Sadi’ye:
“İşitiyor musun?”
“İşitiyorum.”
“Bu acayip ses nedir? Nereden geliyor?”
“Aşağıdakilerin göremeyeceklerini bilsem şimdi elektrik feneriyle etrafı arardım.”
Nihat: “Olmaz. Hem aşağıdakileri kuşkulandırmış oluruz… Hem de…”
Delikanlı sözünü bitirmeden sustu. Sadi sordu:
“Ey hem de?”
Bu defa lakırtıyı Feyzi tamamlayarak:
“Hem de hortlağı kızdırmış oluruz. Çünkü onlar aydınlık sevmezler. Yarasa tabiatlıdırlar. Bir söylentiye göre de cadı, kocaman bir yarasa imiş.”
“Haminnenden iyi tabiat dersleri almışsın.”
Feyzi’nin kararsızlığı üzerinde durdular. Bir süre hart hartları dinlediler. Ses bazen duruyor, bazen yavaşlıyor, bazen artıyordu.
Sadi nihayet sordu:
“Feyzi gelmeyecek misin?”
“Bu sesler içime acayip bir korku getirdi. Bile bile çarpılmak istemem doğrusu…”
Sadi: “Nihat sen?”
Nihat: “Ben de biraz korkmuyor değilim. Fakat sen yürürsen eşlik ederim.”
Sadi: “Feyzi, biz Nihat’la gidiyoruz. Sen burada tek başına kal. Bakalım korkan mı çarpılacak? Korkmayan mı?”
Feyzi telaşla:
“Ben gitmeyince tabii sizi de bırakmam.”
Sadi: “Biz seni gitmeye zorlamadıktan sonra sen bizi kalmak için nasıl zorlayabilirsin?”
Feyzi: “Arkadaşlık böyle olur. Anca beraber kanca beraber…”
Yine sustular. Hafif bir rüzgâr servileri fısıldattı. Uzaktan kahkaha kuşu acı alaylarını gecenin sırları içine saçarak güldü. Güldü, güldü, sanki “Delikanlılar, korkmayınız. Burada ben varım. Çarpılırsanız yine böyle gülerim.” demek istiyordu.
Meşkuk hortlak yine homurdandı. Sadi birdenbire sinirlendi. Hemen yerden bir taş kavrayarak kanının bütün coşkunluğu ile sesin geldiği tarafa fırlattı.
Nihat ile Feyzi mezarlığın bütün kötü ruhlarına karşı savaş açmak demek olan bu son derece küstah hareketten fena hâlde şaşırarak, gözler taşın düştüğü noktaya takılı, çarpılmış gibi bir süre öylece durdular.
Sadi, kendisi de bu cüretinin sonucundan kopacak kıyameti anlamak ister bir merakla gözlerini karanlığa dikti. Eli tabancasında bekliyordu. Üçünün de meraktan, endişeden kırpılmayan gözlerinin önünde, biraz ileride bir karaltı kabardı. Hortlak zırtlak ne ise bu canlı bir şeydi. İşitilen sesin şimdi kesilmiş olmasına göre hart hartları yapan yaratığın bu olduğu anlaşılıyordu.
Üç insan ve bu ne olduğu bilinmeyen hareketli karaltı karşı karşıya durdular. Sadi, aşağıdaki Ferhat’la Tayfur’u ürkütmemek için bu mezarlık canavarı tarafından hücuma uğramadıkça ateş etmemeye karar vermişti.
Üç arkadaş bu canlı karaltının ne olduğunu merak ettikleri gibi galiba o da gece yarısından sonra mezarlıkta bu ölü sessizliği içindeki yalnızlığını, bu bir köşeye çekilmede bulduğu rahatını bozanların kimler olduğunu anlamak için bakıyordu.
Hemen bir dakika süren ve iki tarafın birbirini seçemediği bu acıklı, meraklı yüzleşmeden sonra hortlak sanki “Ne benden size zarar gelsin ne de sizden bana!” filozofluğu ile ağır ağır yokuştan aşağı yürüdü. Kendisinin kötü bir yaratık olmadığını böylece anlattı.
Nihat: “Galiba mezarlığın serinliğini, otlarını, kekiklerini ahırın bozulmuş havasına, mahpusluğuna tercih eden bir öküz.”
Sadi avuçlarının içinde boğduğu bir kahkaha ile:
“Öküz değil koca kulaklı bir eşekti. Fark etmediniz mi?”
Feyzi, göğsünde birikmiş korkuyu birkaç puflama ile boşalttıktan sonra:
“Bunun bir öküz veya eşek olduğunu haydi kabul edelim. Ya o hart hartlar neydi?”
Sadi: “Hayvan hart hart yerden ot koparıyor. Burnuna toz, diken doldukça hızla nefes verip dışarı çıkarmak istiyordu. Seni bu kutsal yerde donunu ıslatacak kadar korkutan zavallı bir eşeğin işte bu kadar tabii hareketleriydi. Oh inekten korkan adama yalnız kahkaha kuşları değil mezarlıktaki ölüler bile güler.”
Mezarlık bayırı altında kaybolan karartının arkasından hâlâ gözlerini ayırmayan Feyzi:
“Uydurup benzetip söylüyorsunuz. O hayvan mıydı, ne idi? Yüzünü, kulağını nasıl fark ettiniz? Ben kör değilim ya… Hiçbir şey seçemedim.”
Sadi: “Ne olursa olsun o bizden korkup çekildi ya… Şimdi biz kendi işimize bakalım.”
Üçü de mezarlık bayırının bir dere gibi çukurlandığı vadiyi seçebildikleri kadar gözleye gözleye bir sıraya inmeye başladılar.
Feyzi: “Ah ah… Bu nihayetsiz karanlık Kâğıthane yoluna, Bahariye Dergâhı’na kadar uzanır. Göz önünden kaybettiğimiz Tayfur’la Ferhat’ı bu ölü mahşerinin içinde artık nerede bulacağız?..”
Sadi birdenbire:
“Sus, sus, bir ses işitiyorum.”
Şimdi üçü birden etrafa kulak kabarttılar. Evet, hafif bir inilti, mırıltı gibi bir şey duyuluyordu. Rüzgâr mıydı? Kuş mu? Yoksa başka bir hayvan mı?
Nihat: “Mezarlığı sessizlik, sakinlik yeri sanmak pek yanlış bir şeymiş. Kuruntu verici ne kadar acayip sesler duyuluyor.”
Sadi: “Çürüyen cesetlere üşüşen hayvanlar vardır. Sırtlanlar, porsuklar, dağ fareleri ve daha neler… Bu geniş imarette yiyecek aramaya gelirler. Tabiat hiçbir yeri boş ve hareketsiz bırakmaz.”
Feyzi: “Şimdi burada bir sırtlanla karşı karşıya gelmek hoş bir şey olmaz. Belki deminden rastladığımız şey bu türdendi. Belki bir mezarda ölü kemiriyordu.”
Sadi: “Hepimizin ceplerimizde dolu tabancalar var. Üç babayiğit bir porsukla baş edemezsek yuf bize…”
Nihat birdenbire haykırmak istedi:
“Gördünüz mü?”
Sadi: “Neyi?”
Nihat: “Şurada… Şurada… En karanlık noktada bir şey parladı, söndü.”
Feyzi: “Mezarlığa nur iniyor.”
Sadi: “Bu Frenklerin feu follet[10 - Feu follet (Fr.): Hafif alev, saman alevi. (e.n.)] dedikleri şeydir. Yalnız mezarlıklarda olmaz. Süprüntülüklerde de olur. Bataklıklarda da… Hayvanlara ve bitkilere ait maddelerin çürüdükleri yerlerde fosfor hidrojenden yükselen ani bir ışıktır.”
Nihat parmağı ile işaret ederek:
“İşte, işte bir daha oldu. Ve sönmedi. Hâlâ devam ediyor.”
Bu defa parlayan şeyi Sadi ile Feyzi de gördüler. Elektrik ışığına benzeyen temiz bir aydınlık sütunu çukurda, mezarların arasında dolaşıyordu.
Sadi bunu görünce:
“Ha… Bu Frenklerin feu follet dedikleri şey değil. Bu âdeta bizim Tayfur’la Ferhat’ın elektrik fenerleri… Mezarlıktaki araştırmaları her ne türdense işte bu çukurda ona başladılar. Müjde, beyleri yakaladık! Aman ses etmeyiniz. Merak ettiğimiz sırra bu gece ereceğiz. Yavaş yavaş siz arkamdan geliniz. Dur dediğim noktada durunuz. Hortlaktan, çarpılmaktan korkmayınız. Bakın, onlara hiçbir şey olmamış. Biz niçin orta oyununun ‘ahta petası’ gibi çarpılalım? Hem biz onlar gibi uhrevi mahfazalarını karıştırarak ölüleri gücendirecek, cadıları kızdıracak bir maksatla gelmedik. Aman aman… Yokuştan aşağı adımlarınızı hesaplı atınız. Omuzlarımızdaki bisikletlerin ağırlığı altında kayarak, düşerek varlığımızı onlara hissettirmeyelim.”
Şimdi dengeli adımlarla ve nefeslerini bile ağır ağır alarak büyük bir dikkatle iniyorlar, indikçe aşağıda iki kişinin konuşması yukarıya vuruyordu.
Seslerin yarı açıklık peyda ettiği bir noktaya kadar yaklaştılar. Ve âdeta bir tiyatronun paradisinden sahneyi seyrediyorlarmış gibi uygun, balkonumsu bir yere geldiler. Mezar taşlarının arkasına saklandılar. Önlerindeki pek meraklı tiyatro sahnesinin bu gizli seyircileri göz ve kulaklarını bütün dikkat ve hayretleriyle mezarlık sırlarının ilk bölümüne verdiler.

6
Gözleri önüne açılan manzara gerçekten insanın sinirlerine fenalık, vücuduna ürpermeler getirecek müthiş bir muamma niteliğindeydi. Tayfur ile Ferhat, pehlesi kırık bir sandık gibi devrilmiş, yanı açık bir mezarın önüne karşı karşıya çömelmişler… Elektrik fenerlerinden birinin ışığını mezarın kovuğuna vermişler, ötekini dışarıya… Önlerinde bir yığın ölü kemiğini karıştırıp karıştırıp bir şeyler konuşuyorlar. Aralarındaki açıklık kelimelerin onda ikisini, üçünü eritiyor. Bununla beraber manalarındaki gizlilik ve kapalılıktan vazgeçilirse cümlelerin çoğu işitiliyor, yalnız kesin bir şey anlamak mümkün değil…
Mezar taşlarının arasında elektrik ışığı ile birbirine karışan alaca gölgeler içinde şeytanca bir görünüşü olan Tayfur, önündeki kemik yığınının bir kısmını avuçlayarak:
“İnsan yarasa iken vücut ve dimağın yavaş yavaş gelişmesi, olgunlaşması uçuculuğunu sürdürseydi şimdi hep cennet kuşları gibi uçacaktık. Yarasa, kuyruğunu iki yandan kaplayan ince deriyi hem dümen hem de paraşüt olarak kullanır. Pilotların henüz niçin bundan örnek almadıklarına şaşıyorum. Yarasa, memeli ve kanatlıdır. Tayyarecilik gelişe gelişe insanın vücuduna takılır iki kanat ile bir kuyruktan ibaret bir şekilde basitleşecektir. Ve çocuklarımız yürümeye başladıkları zaman uçmayı da öğrenecekler, kuş yavruları gibi neşeli neşeli cıvıldayarak damdan dama havalanacaklardır. (elindeki kemikleri oynatarak) Asıl maksadım el parmakları ile ayak parmakları arasındaki farkı göstermektir. Bilirsin ya, yarasanın kanadı fevkalade büyümüş bir eldir. Parmaklarının arasındaki perde, kanadı meydana getiriyor.”
Doktor Ferhat: “Şimdi bu teoriyi bırak. İşimizi görelim. Yine mezarlardan aradıklarımızı bulamadan sabahı edeceğiz. Ölülerin ruhları artık beni rahatsız etmeye başladı.”
Tayfur: “Rica ederim dinle. Birkaç kelime, birkaç cümle ile sözümü bitireceğim. Sonra da asıl önemli işimizi göreceğiz. Bu dünya dediğimiz yuvarlak, bir cennet değil, belki ona çıkış yeridir. Çünkü cennet olan yıldızlarda insanların uçması gerekir. Yani güneşin etrafında dolaşan gezegenlerde… Biz bu mezarların içinde cennet, cehennem arıyoruz. Hâlbuki tabiat yaradılıştan beri yürürlükte olan değişmez büyük kanunlarını her birey hakkında ayrıntısız uygular. Günah içinde sönen dünyalar en çok dövülmüş kızıl nar hâlinde maddi, manevi bozulmuşluktan, çürümüşlükten kurtulup temizlendikten sonra tekrar hayata doğar. İhtiyarlığın sonu ölüm ve cifedir.[11 - Cife: Leş. (e.n.)] Hayatın öncesi de ateştir…”
Sadi usulcacık arkadaşlarına:
“Ne saçma sapan şeyler.”
Nihat: “Peki ama bu garip felsefeyi tevsik eder gibi elinde tuttuğu ölü kemikleri ne oluyor?”
Feyzi: “Bu tuhaf felsefeden dem vurmak için konağı bırakıp da gece yarısı mezar başına gelmekte ne mana var?”
Nihat: “Biraz sabredersek belki her şeyi anlarız. İfadelerine göre insan kemikleri karıştırmaktaki maksatlarına henüz girişmediler.”
Sadi: “Öyle fen adamlarımız, ediplerimiz, filozoflarımız vardır ki, benzerleri ne Hint’te çıkar ne Çin’de… Aman aman dinleyelim.”
Tayfur avucundaki kemiklerden iki küçüğünü ayırarak:
“İşte selamlar arasındaki orantı. Bunları düzgün bir hâle sokmak ne zor bir şey…”
Ferhat kemiklere bakarak:
“Bu orantı topuk kemiği ile bilek kemiğinin ucundan başlar, son selama kadar devam eder. Bunun için bize aynı ölünün parmakları lazım.”
“Ohhh bu mümkün mü monşer? Çürüyen cesetlerin kemikleri birbirine karışır.”
“Fakat son kemiği toprak oluncaya kadar şeklini, kimliğini korur.”
“Biliyor musun, yarın kıyamette bir mezardan yalnız bin Mehmet adlı çıkacağını söylerler. Böyle binlerce Ahmet’in, Mehmet’in içinden yalnız birisinin kemikleriyle uğraşmak…”
“Kaç zamandır ellerimizle mezar kaza kaza tırnaklarımızın arasını ölü toprağı ile doldurduk. Sana bir şey teklif edeceğim ama…”
“Nedir?”
“Taze bir ölü üzerinde bir deney yapsak…”
“Hiçbir dehşetten çekinmem. Fakat bunun çok sakıncaları var. Önce senin taze ölü dediğin kaç günlük bir şeydir biliyor musun? Haftalık, on beş günlük, belki de bir aylık… Şu toprak yığınlarının altında bunun en tazesini nasıl ayırt edebileceğiz? İkincisi burada musluklar, mermer teşrih masaları, antiseptik eczalar, gerekli araçlar yok. Üçüncüsü, yakalanırsak kanun gereğince cezaya çarpılırız. Biz işimizi kuru kemik üzerinde bitirmeye bakalım.”
Kemikleri karıştırarak bir süre düşündüler. Doktor Ferhat gözlüğünü düzelterek bir kemik muayene ettikten sonra:
“Faturamızın kaydına, ufakların mevcuduna bak. Bu kemikler işimizi görecek mi anlayalım.”
İkisi baş başa eğilerek “selam-ı evvel, selam-ı sani, selam-ı intihai” gibi anlaşılmaz birtakım deyimlerle ince bir hesaba giriştiler. Her ne ise sayı bir türlü düzgün gelmiyor, daima yerden kemik alıyorlar, avuçlarındaki kemiklere uydurmaya çalışıyorlardı. Onlar böyle ölü kemikleriyle satranç oynar gibi uğraşırken Sadi:
“Hep bu gördüklerimden, işittiklerimden bir şey anladımsa Arap olayım.”
Nihat: “Bunlar ispritizma falan derken büyücülüğe mi başladılar acaba?”
Feyzi: “Ben başka türlü hissediyorum. Zaten böyle bir şeyler de duymuştum.”
Nihat: “Ne duymuştun?”
Feyzi: “Bu kale burçlarından birinin altında Konstantin zamanında gömülmüş tılsımlı bir define varmış.”
Sadi: “Bu masalı Rumlara duyur da başımıza bir iş çıkarsınlar.”
Feyzi: “Ne işi çıkacak? Rumlar Yanya’da Tepedelenli Ali Paşa’nın elli milyonluk definesini arayıp durmuyorlar mı?”
Nihat: “O tılsımlı define ile bu ölü kemiklerin ilişkisi?”
Feyzi: “Tılsımlı define için bir ölü eli lazımmış.”
Sadi: “Eğer Tayfur’la Ferhat böyle aptalca avami hayallerin arkasından geziyorlarsa yuf onların gençliğine, modernliğine…”
Aşağıdaki manzara yine yukarıdakilerin sözlerini boğazlarında bıraktı. Tayfur elini mezar kovuğuna sokarak iki tarafı yumru, koskoca bir uyluk kemiği çıkardı. Ferhat’a uzatarak:
“İşte sana bir azm-ı fahz.”[12 - Azm-ı fahz: Uyluk kemiği. (e.n.)]
Doktor yerden aynı cinsten bir uzun kemik daha kaldırdı. İkisini birbiriyle ölçtüler. Ve sonra sordu:
“Acaba bu iki azm-ı fahz aynı insanın mı?”
“Bu benimki daha kalın, daha uzun, daha iri. Bu oldukça taze… Seninki ağarmış, büzülmeye yüz tutmuş.”
“Haydi deneyelim. Hangisi daha sağlam, anlaşılır.”
Maç talimi yapar gibi iki kemiği birbirine çarptılar. Üçüncü çarpışmada doktorun azm-ı fahzı kırıldı. Sağlam çıkanı boylu boyunca çantaya koydular.
Yine önlerindeki uhrevi mahfazanın kovuğuna el daldırdılar. Çıkardıkları kemikleri ortaya döktüler.
Doktor: “Küçük parmak kemiklerinden sonra topuk kemiğine kadar olan kısmın üzüntüsünü ne yapacaksın?”
Tayfur: “Yanlar, kaburgalar için bir kederimiz yok ya?”
Doktor elini mezara sokup çıkararak “İşte bir köprücük kemiği.” dedi.
Bu sırada siyah, yoğun bir bulut küçük ayı tamamıyla yuttu. Mezarlık, yüreğe bilinmez nasıl bir uğursuzluk dolduran karanlığa boğuldu. Doktorla Tayfur’un bulunduğu yere bakınca otuz beş kırk metre kadar aşağıdan ufak bir şimşek çaktı. Bir iki saniye mezar taşları gündüz gibi aydınlandı. İki arkadaşın yüzlerinde ve kemik yığınının üzerinde ani bir ışık oynadı, söndü. Yine her şey karardı. Aynı zamanda bir hışıltı da oldu. Gecenin sonsuz karanlığı içinde dalgalanıp uzanan baykuşun kahkahası da bu uğursuzluğa dem tuttu.
Doktor elindeki köprücük kemiğini yere fırlatarak hafif bir yürek çırpıntısı ile:
“Bu nedir?”
Tayfur hayretle etrafı gözden geçirip dinleyerek:
“Korkuyor musun?”
“Korkmuyorum. Fakat görüp işittiğimiz şeyin bir hayalet olmadığına eminim.”
“Azizim, hayalet gerçeğe çok benzediği zamanlarda insanı aldatır. Belki de korkutur.”
“Bunun bir hayalet olmadığını tekrar ediyorum. Çünkü benim görüp işittiğimi sen de işittin.”
“Evet…”
“Kulağa ve göze ait bir birsamın[13 - Birsam: Sanrı, halüsinasyon. (e.n.)] aynı anda ikimizde de birden meydana gelmesi pek az, binde bir rastlanır bir hadise sayılır.”
“Hayalet değilse belki bir feu follet’tir.”
“Feu follet bir noktada parlar, söner ve ses vermez.”
“Aman doktor, sen de kocakarılaşma. Mezarların korkunçluğu halk içindir. Bu kuruntulu korkudan şairler, ressamlar, müzisyenler sanat için pay çıkarırlar. Hep bu güzel sanatlar kupkuru maddeler üzerine işlemez. Onlar mezarlara gizlilikle dolu, sırlı bir nitelik verirler. Ölüleri söyletirler. Bu dünyanın insanlarına öbür dünyadan da panoramalar gösterirler. Şu etrafımızdaki çukurlar da hep şu önümüzdekine benzemiyorlar mı? İçlerinde kuru kemik yığınından başka ne var? Bunlardan ruhlar, cadılar, hortlaklar çıkaran hep halkın şairleşmesidir. İnsanlığın büyük çocukları da gerçek miniminiler gibi masalı severler. Dinle karışmış garip hikâyeler, laklaka onların en tatlı zihin besinleridir.”
Birdenbire yine o küçük şimşek çaktı. Ve bu defaki aydınlığı epey sürekli oldu.
Tayfur: “Hava bulutlandı. Galiba yağacak. Bu sahici şimşek olmalı…”
Doktor: “Gerçek şimşek değil bu… Başka bir şey… Hiç gök gürlemesi işitilmiyor. Hem dikkat etmiyor musun? Mezarlığın her tarafı aydınlanmıyor. Parıltı yalnız bizim tarafa doğru vuruyor. Ve kuzeyden geliyor.”
“Bu ne olabilir?”
“Bilmem.”
“Herhâlde tabiatın üstünde bir hadise değil, insanlara ait bir şey.”
“Yabancı donanmalarının havada gezinen projektör sütunları olmasın?”
“Işık Kâğıthane Deresi yönünden geliyor. Orada yabancı donanmasını düşünmek tuhaf olmaz mı?”
“Şimşek uçaklardan gelmesin?”
“Onların motor gürültüleri iki saatlik yoldan duyulur. Öyle bir şey işitmiyoruz.”
Bu sırada yine alev birbiri ardınca iki defa tutuştu. Mezarlığın bir bölümünü gündüz etti, söndü.
Bu tabii bir hadise değil, tabiat dışı bir şeydi. Beylere şaşkınlıkla karışık hafif bir korku geldi. Gözlerinin önünde bir şeyler oluyor, fakat bunun ne olduğunu anlayamıyorlardı.

7
Doktor, kimler tarafından işitilmekten korktuğu bilinmez tuhaf bir davranışla yavaşça:
“Elektrik fenerlerini söndürelim. Parıltının kaynağını o zaman daha kolay anlayabiliriz.”
Fenerleri söndürdüler. Beklediler. Hiçbir şey parlamadı.
Doktor: “Acayip şey… Bu şimşek sanki bizimle eğleniyor.”
Tayfur: “Ne o doktor, sesin titriyor. Oh, mesela korkuyor musun?”
“Korkmuyorum. Kızıyorum.”
“Niçin?”
“Etraftan bizimle eğlenenler olmasın diye.”
“Kim eğlenecek? Bu vakit buralarda kim bulunur?”
“Kim bilir? Elin işsiz güçsüz haytaları çok…”
Hemen o anda gevrek, ahenkli, billur bir çağlayan şıkırtısıyla uzun, sürekli bir kahkaha duyuldu.
İki arkadaş karanlıkta bir süre birbirinin göz bebeklerini arayarak bakıştılar. Sonra:
Doktor: “O ne?”
Tayfur: “Kahkaha kuşu…”
“Kahkaha kuşu gülmek için bu kadar uygun bir zamanı seçmeyi bilmez.”
“Bazen insanı hayretlere düşüren böyle tuhaf rastlantılar olur.”
“Rastlantı… Haydi peki… Fakat baykuşun kahkahasında kulaklara uğursuzluk dolduran bir acılık vardır. Bundaki tatlı ahenk yüreğimi gıcıkladı. Bu, genç, güzel bir kadın gülüşüne benziyor.”
“Hadi doktor sen de… Sesinden bir kadının gençliği anlaşılsın, anladık. Lakin bir sesten sahibinin güzel olduğu manasını çıkarmak pek de gerçeğe uygun bir şey olmasa gerek. Ben yüzü güzel sesi çirkin, sesi güzel yüzü çirkin ne kadınlar bilirim. Her şeyden geçtik, bu zaman, böyle gecenin bir vaktinde mezarlıkta güzel bir kadının varlığını kabul etmek akla sığacak bir şey değildir. Şimdi bize gülse gülse ancak baykuşlar, cadılar güler.”
Yine o anda Jüpiter’in alev alev ışığı yandı. Bu defa iki arkadaş alevin çıktığı kaynağı iyice gördüler. Bu şimşek otuz beş kırk metre kadar ileride, camilerde büyükler için ayrılmış yüksekçe yer gibi sekiz on mezarı içine alan yüksek bir setin arkasından fışkırıyordu.
Doktor şimdi bu defa yürek çarpıntısı saklanmaz ve daha çekingen bir sesle:
“Artık bunun lamı cimi kalmadı.”
“Neyin?”
“Alev bir mezardan çıkıyor.”
“Evet, bunu inkâr edemem.”
“Yalnız kabul etmek para etmez, bu acayipliği açıklamak, yorumlamak lazım gelir.”
Her ikisi de şaşırmış, kararsız, birbirinden akla uygun bir açıklama beklerken yine aynı yönden hüzünlü iniltilerle titreyerek uzanan hüngürtüler gelmeye başladı. Ümitsizlik ve ızdırabın son perdelerinde çırpınan bir kalbin matemlerini dile getiren bir ağlama… Öyle içe dokunan bir ağlama ki, işitip de ağlamamak kabil değil…
Tayfur vücudunun en ince sinirlerine kadar ruhunu titreten bir üzüntü duydu. Semalara ait fakat cehennemde inleyenlerin ahlarından yankılar yapan bu müziğin büyüsü ile sarsıldı:
“Yooook, bu her türlü tahmin ve düşüncenin üstüne çıkıyor. Bu iniltilerle beraber kalbimde birbirine sarılmış yılanların burgulandıklarını hissediyorum. Bu ağlama bana tabiatüstü bir şey gibi geliyor. Lakin gece vakti şu ölüm diyarı dekorunun korkunçluğundan yararlanarak bize oyun yapanlar var. Bizimle eğleniyorlar.”
Doktor, göz ve kulakları sesin geldiği yöne dikili ve âdeta ürkmüş bir hâlde:
“Tabiatın üstünde bir hadiseye hiçbir ihtimal vermez misin? Mesela yüzde bir, iki…”
“Hayır…”
“En müspet ilim ve fen alanlarında henüz aydınlatılmayan karanlık noktalar var.”
“Ne demek istiyorsun? Sen, bu taşıdığımız ruh kafesinin bütün sırlarını görmüş, en ince damarlarını cımbızla karıştırmış bir fen adamı, aceleye getirerek açıklanması kabil olmayan bir olay karşısında hemen beni cadıların, hortlakların vücutlarına inanmaya mı çağırıyorsun?”
Ağlama hüzünlü dalgalarla gecenin karanlığı içinden süzülüp hâlâ geliyordu. Bir süre daha dinlediler.
Nihayet Tayfur dayanamayarak:
“Bu iniltiler hafakanla göğsümü tıkıyor. Ben gidip bu kahkahaların, bu ağlamaların çıktığı mezarı arayacağım.”
“Çocuk olma… Bekle…”
“Niçin bekleyeceğim? Neyi bekleyeceğim?”
“Diyelim ki, bu tabiatüstü değil de tabii bir iştir. Bizimle eğlenenler var. Fakat düşünelim ki, bizimle niçin eğlensinler?”
“Sonradan saflığımıza gülmek için…”
Doktor sesini fısıltı derecesine indirerek:
“Ben bu olayda güldürücü hiçbir hâl göremiyorum. Gülmek, güldürmek için böyle vakitsiz peşimize takılıp da kim buralara gelir? Kimler bunu yapar? Böyle bizi korkutmaktan maksatları düşmanlıktan başka ne olabilir? Ve hangi silahlarla silahlanmış bulunuyorlar?”
Doktorun bu sözleri yabana atılacak gibi değildi. Tayfur düştüğü sinir krizleri içinde ne düşüneceğini bilemiyordu. Bununla beraber cebinden tabancayı çıkarıp tetiğe alarak:
“Dostum, bu gizli sesleri çıkaranlar hortlak veya insan olsunlar, mademki onları düşman sayıyorsun bu hakkını ben de teslim ederim. Sen de silahını tetiğe al. Her türlü ihtimale karşı hazırlıklı olalım.”
Ferhat da bu kumandaya derhâl itaat etti. Lakin mezardaki alaycı onların bu hazırlıklarına hemen kandilli kahkahasını salıverdi.
Tayfur titreyerek:
“Of… Karanlıkta açılan bu uğursuz ağzın gülmesine de ağlamasına da artık sinirlerim tahammül etmiyor. Haydi, yavaş yavaş, geri geri tepeye doğru çekilelim.”
Doktor gözleriyle karanlığı delmeye uğraşarak:
“Ağır ağır geri çekilmeye bizi bırakırlarsa…”
“Kimler?”
“Bu gülüp ağlayanlar…”
“Niçin bırakmasınlar?”
“İster cin ister insan olsun elbette bu garip tezahürde bir sebep var. Şakalarını kısa keserlerse teşekkür ederiz. Hoşa gitmeyen cilvelere kalkarlarsa hâlimiz bitiktir.”
“Birbirimizi yüreklendirecek yerde cesaret kıracak sözler söylüyorsun.”
“Hiçbir tehlike küçük görülüp gösterilmekle savulmaz. Biz şimdi onların yurtlarındayız. Etrafımızda insanca, şeytanca ne türlü pusular var, bilmiyoruz.”
Mezarlık, karanlık, ürkütücü, nereden ve kimden geldiği belli olmayan sesler… Mezarlardan çakan şimşekler… Alay edişler, matemler, hep bu korkutucu tezahürlerden zihinleri donan iki arkadaş kaçmak mı, kalmak mı, yoksa silahları ile bu düşmanlara karşı bir savaş açmak mı gerektiğini çabucak tayin edemediler.
Gerçeği anlayarak tehlikeden kurtulmak nasıl kabil olacaktı?
İki delikanlının korkuları şimdi gittikçe derinleşiyordu. İçlerinde karanlıktan ürken çocuklar gibi ince bir titreme vardı. Fakat bu korkularını açıktan açığa dile getirmeye sıkılıyorlardı. Bu mezarların arasında gerçekten dolaşan rahmani yahut şeytani ruhlar var mıydı? Ölü kemiklerini karıştırmakla bunları kızdırmış mı oldular? Belki bu öfkeli ruhlar, o çukurların içindeki dağılmış vücut kafeslerinin sahipleri idiler. Bu ruhlar kızınca iddia olunduğu gibi mezarlarına saygısızlık edenleri çarpıyorlar mıydı?
İki arkadaş böyle söylentileri, inançları hep masal diye dinlerlerken şahidi oldukları şu garip hâl karşısında şimdi halkın vücut verdiği bu hadiseleri, doğruya, yalana ihtimali olan bir teori suretinde muhakemeye uğraşıyorlardı.
Onların içinde kıvrandıkları bu zor hâle acır gibi en hassas, en titrek yürekten taşan bir ağlama, karanlığı delen ve ruha işleyen matemiyle ortalığı inletmeye başladı.
Tayfur’un sinirlerine saralanır gibi bir tırmalanış geldi. Kendini tutamadı:
“Oh Ferhat, onlar ruh ise biz insanız. Onlar ölü ise biz diriyiz. Bu görünmezlere oranla iki kat bir varlığa sahip bulunuyoruz. Yani hem ceset hem de ruh sahibiyiz. Şu karşımızda cilvelenen şeyler kuruntu olsun, gerçek olsun, uydurma olsun, niçin bu kadar korkuyoruz? Bir ölü dirilmez. Bu ilimce, fence, akılca ispat edilmiş bir hadise değildir. Fakat bir diri ölebilir. Bunun için bu ölüler biz dirileri öldürürlerse kendilerine benzetmiş olurlar. Ruh ruha yine onlarla kozumuzu pay edebiliriz.”
Yine aynı noktada üç şimşek çaktı. Arkasından o zeklenen kahkahanın hevenkleri karanlığı titretti.
Tayfur artık kendini hiç tutamadı. Sanki uğradığı ani bir deliliğin saçmalıkları ile karanlığa haykırarak; “Kahkaha dirilerin hakkıdır. Ve belki de sen bir dirisin. Ölü, hayata karşı olan son sırıtışını donmuş dudaklarında sonsuz bir gerilişle mezara götürür. Ölü, hayatın bütün yalanlarına derin fakat sessiz güler. Ve dünyanın bütün felsefelerinden kuvvetli bu gülümsemesiyle gömülür. Toprağın üzerinde kalan bütün hısım akrabası ona ağlarken ölü yerin altında gülerek çürür. Her şey ölümlü, geçici, iskeletin dişlerinde taşlaşan bu gülümseme ölümsüzdür. Üç dört bin yıl sonra mezarlarından çıkarılan firavunların kemik kafaları bugün tahtlarından kovulan hükümdarların sonlarına hâlâ gülüyorlar. Senin ara sıra çaktırdığın şimşekten ben korkmam. Çünkü yıldırımdan eski zaman cahilleri korkarlar. Yeni zaman adamları yıldırımı yakalayıp hapsediyorlar. Hatta ondan küçük bir kutu içinde bir parça benim cebimde var. Nasıl şeysin? Ben de seni görmek isterim.” dedi.
Tayfur küçük projektörünü bütün o sırların, gizliliklerin cilvelendiği noktaya çevirdi. Elektrik ışığının aydınlattığı manzaranın dehşeti karşısında ikisinin de gözleri büyüdü. Ağızları açıldı. Boğazları kurudu. Sinirleri boşandı. Alevler, sesler çıkan uhrevi aile mezarlığının arkasından bembeyaz kefenlere bürünmüş, yalnız yüzleri meydanda, bir sıraya üç iskelet, öbür dünyadan bakan çukur gözleri, düşmüş burunları, etsiz, dudakları sade kuru dişlerle çevrilmiş ağızlarıyla gülüyorlardı.
Tayfur arkadaşının bileğinden tutup tıkana tıkana sıkarak:
“Hayalet mi bu? Ne görüyorum? Kefenler içinde dimdik üç ölü… Kafataslarının kara deliklerinden alaylı ve korkutucu bir şekilde bize bakıyorlar.”
Ferhat aynı şiddetle arkadaşının elini sıkarak onun korkusuna katıldığını anlattıktan sonra:
“Senin gördüklerini aynen ben de görüyorum. Hayal değil, gerçek değil. Ne olduğunu anlayamadığım ve hiçbir zaman da anlayamayacağımız dünya ile ahiret arasında bir acayiplik… Bu olsa olsa yalnız bir surette açıklanabilir.”
Tayfur artan titremelerle hâlâ doktorun bileğini sıkarak:
“Nasıl?”
“İkimiz de deliliğin eşiğinde dimağca bir karışıklığa uğramış olabiliriz. Şu gördüğümüz canlı ölüler… Akılları tam kimselere gözükmezler sanırım.”
Tayfur titremelerin diline de geçmesiyle kekeleyerek “Eğer delirmenin eşiğinde isem ben bu kapıdan içeri girip tam çıldırmak isterim.” dedi.
Tabancasını üç kefenli iskelete çevirerek, dan, dan, dan ateş etti.
Cadılar, hayaletler silah kurşunları karşısında erirler, dağılırlar, esîre karışırlarmış. Lakin bunlar ne kaçtı ne dağıldı ne de yerlerinden kıpırdadı. Sırıtkan, inatçı, çukur gözlerinin o değişmez korkutuculuğu ile hâlâ dimdik bakıyorlardı. Kurşunlar, etsiz, kalpsiz, damarsız kuru kemik vücutlarının bir tarafından girip öbür yanından çıktı mı? Yoksa kurşun geçirmeyen zırhlara çarpar gibi üzerlerinden akıp yerlere mi düştü? Bu belli değildi. Yalnız bu ölümlü olmayanlara kurşun tesir etmediği ve etmeyeceği anlaşıldı. Nefsinin korunması yolunda son şiddet, son çare, son silahını kullanıp da tehlike karşısında aczini anlayan bir zavallının ümitsizliği ve artık gel öldür, ne yapacaksan yap anlamında bir teslim oluşla Tayfur titrerken, üç komik vücudun öteki âleme ait bir ahenkle birleşen ve baykuşları ürpertecek en acı kahkahaları koptu.
Bedbaht delikanlı, Ferhat’ın kolları arasına düştü. Kendini kaybetti…

8
Ertesi günü Kırksekbanlar Mahallesi’nde tuhaf, heyecan verici, halkın dedikodusuna elverişli bir ortamda bir haber yayıldı. Türlü yorumlarla ağızdan ağıza dolaşıyor, her işiten bir “Hiiiyyy aman ya Rabbi!” ile küçük dilini yutarcasına nefesini içeri çekiyor, söz her budak arasında ballanarak dal budak salıvere salıvere mahalleden mahalleye, semtten semte yayılıyordu.
Tayfur Bey’le Doktor Ferhat büyü yapmak için gece mezarlıklardan ölü kemiği toplarlarken çarpılmışlar…
En büyük merak Sadi, Nihat, Feyzi’yi, bu üç delikanlıyı sarmıştı. Çünkü akıllar almayan, her türlü muhakemeleri şaşırtan ve gerçeğe benzemeyen, bununla birlikte gözlerinin önünde geçen o korkunç sinemaya hayretten, korkudan titreyerek seyirci olmuşlardı.
Tayfur kefenli iskeletlerin üzerlerine tabancasını boşaltıp da tıpkı “tir”de, yani nişan atma salonunda taneyi geyiğin alnı ortasına isabet ettirince hayvanın acı bir feryat koparması gibi o sırlarla dolu ölüler de kahkaha salıvermişlerdi. Bu nasıl olmuştu?
Tuhaflık, daha doğrusu uğursuzluk Tayfur’un bayılması ile sonuçlanınca Feyzi iki çenesi birbirine çarparak:
“Arkadaşlar, ukalalık istemem. Siz alabildiğine inançsızlık gösterebilirsiniz. Lakin ben gözlerimin önünde geçen bu mezarlık mucizesine inanmak zorundayım. Bu üç iskeletin ağlamalı, kahkahalı çağrıları, kışkırtıcılıkları üzerine bu mezarlığı dolduran bütün ölülerin üzerimize yürümeyeceklerini ne biliyorsunuz? İlk önce Tayfur bayılır. Sonra Ferhat çarpılır. Daha sonra bu tiyatronun son saf seyircileri, yani biz yengece döneriz. Bir merak yüzünden buraya kadar geldik. Göreceğimizi gördük. Daha ötesini merak etmek deliliktir. Ölüler sırlarını öğrenmeye gelenlerden hoşlanmazlar. Haydi bakalım, şuradan hemen sıvışalım. İmansız geldik, Allah’a şükür imanlı gidiyoruz.”
Sadi: “Bu zavallı gençleri bu acıklı hâl içinde bırakıp gitmek insanlık mıdır?”
Feyzi: “Mezarlığın uğursuzluğuna, öfkesine uğramış kimselerin içine karışıp da aynı uğursuzluğa tutulmak istemem. Onların buraya ne fikirle mezar karıştırmaya, kemik toplamaya geldiklerini biliyor musunuz?”
Sadi karşılık vermedi. Nihat da gözü aşağıda sessizce dinliyordu.
Feyzi devam etti:
“Bu kefenli üç ahiret insanının kemikten yüzlerini gördük. Gülüp ağlamalarını işittik. Bu tezahürlerini fark etmemiz, gizli âlemlerine girişimiz bakalım onların hoşlarına gitti mi? Şimdi şuradan yavaşça sıvışmak isterken bu cüretimizden dolayı bizi çalyaka ederek ‘Efendiler nereye? Burada seyrettiklerinizi başkalarına anlatmaya mı gidiyorsunuz? Hayır, bu olamaz. Sırlarımıza erenler burada kalırlar.’ demeyecekleri ne belli? İşte görüyoruz ki, dünyanın altında da üstünde de ihtilal var. Bu kadar yüzyıllardan beridir sessiz, şikâyetsiz gömüldükleri yerlerde çürüyen ölüler galiba dünya kuruldu kurulalı yürürlükte olan kanunlara karşı çıkmak için başkaldırıyorlar. Ahiretin bu beyaz orduları dünyanın yeşillerinden, kızıllarından çok daha dehşetli…”
İki arkadaşı, Feyzi’nin bu saçma sapan görünen fakat gerçekte birçok noktaları günün olaylarına uyan diskurunu[14 - Diskur: Söylev, nutuk. (e.n.)] dinledikleri sırada o yüksekçe mezarlığın arkasından dikilen iskeletler kaybolmuştu. Doktor Ferhat mezarlığın gece uğursuzluğundan bir an önce kurtulmak için bazı organlarını ovarak, bazılarını silkerek, arkadaşını ayıltmaya uğraşırken ve Tayfur da azıcık kendine gelip de söylenen sözlere karşılık vermeye başlarken tıpkı eski cadılı haile sahnelerinde görüldüğü gibi yine aynı noktadan üç nöbet alev taşmış ve üç kemik kafa Tayfur’un ayrılıp gittiğine razı olmayacaklarını anlatır bir ısrarla yine o mezarlığın yüksekçe bölümünün arkasından boylu boylarınca gözükerek kahkahaya ve sonra ağlamaya başlayınca Feyzi “Tayfur’la Ferhat, bu iki maceracı cüretlerinin cezasını çekiyorlar. Üzerlerine ölülerin öfkelerini çektiler. Bu açıklığa karşı ahmakça ısrar edip de aynı hâle uğramak istemem. Onlara yardımda bulunmak insanlığı ile burada kalıp da mezarlık insanlarıyla kontra gidecekseniz size Allah’a ısmarladık. Ben kurtuluşu, iyiliği hemen buradan ayrılmakta buluyorum.” demişti.
Bu akılalmaz, fennî kafaların ciddiliklerine sığmaz, anlatılması, açıklanması kabil olmayan olay karşısında ne diyeceklerini şaşıran Sadi ile Nihat da Feyzi’nin mantığını kabul etmek zorunda kalmışlar, bunun üzerine hemen mezarlığı terk etmişlerdi.
Büyük yola çıkıp da bacaklarının bütün kuvvetlerini pedallarına vererek kaçarlarken Feyzi:
“Oh çok şükür hele, çarpılmadan mezarlığın uğursuzluğundan kaçıyoruz. Lakin henüz kendi kendimize geçmiş olsun demeye korkuyorum. Çünkü henüz geçirmedik. Arkamızdan kefenli bir sürü iskelet koşuyor sanıyorum. Olay yerinden uzaklaşıyoruz ama iki tarafımız mezarlık… Hâlâ onların malikânesindeyiz. O mübarekler için bulundukları yerden uzaklaşmak hiçbir şey değildir. İsterlerse şimdi bizi derhâl enselerler.”
Sadi: “Büyük bir kalpsizlikte bulunduk. İnsanlık değil bu. Ben hâlâ bu fikirdeyim. İki insanı, kendi soyumuzdan iki zavallıyı o kadar acıklı, tehlikeli bir durumda bırakıp kaçmak mertliğe yakışmaz.”
Feyzi: “Kalaydın ne yapabilecektin? İşte gördün ya bunlara kurşun kâr etmiyor. Hiç zarar vermeden yağmur tanesi gibi üzerlerinden akıp gidiyor. İnanılmaz bir hadiseye şahit olduk. Fakat biliyorum sen hâlâ inançlı değilsin. Dua bilmezsin. Aşır okuyamazsın. Öfkeye kapılmış bu ölüleri hangi kuvvetle kaçıracaksın? Bana sorarsan bu kefenlileri haklı buluyorum. Çünkü beylerin ne maksatla kemik karıştırdıklarını biliyor musun?”
Nihat: “Biz onların bu tuhaf, anlaşılması zor maksatlarını öğrenmek için buraya geldik. Fakat hiçbir şey anlayamadan gidiyoruz.”
Üç delikanlı böyle enine boyuna konuşa konuşa fakat hiçbir yönden meselenin ucunu kulpunu bulamayıp sabaha karşı yorgun, bitkin bir hâlde eve düştüler. Yatak yorgan aramadan her biri bir tarafa serildi. Olayın heyecanı ile dimağları uyuşmuş gibiydi. Yorgunluk her şeye üstün geldi. Gençlik uyku besinini almak için direndi. Daldılar…
Gözlerini açtıkları vakit odayı güneşin ışığı ve sıcaklığı ile dolmuş buldular. Şimdi kıpışık bakışlarla birbirlerinden soruyorlardı:
O geceki macera ne idi? Rüya mı? Hayal mi? Efsane mi? Birisi bunlara büyü mü yaptı? Esrar mı içirdi? Haşhaş mı yedirdi?
Hiçbir deyime, yoruma gelmez bir rüya, hiçbir gerçeğe bağlanmaz bir macera… Fakat yalan değil… Hâlâ, hâlâ derin bir uykudan sonra bu gece olayı bütün izlenimleriyle, bütün dehşetiyle zihinlerinde yaşıyordu. Şöyle gözlerini yumunca kefenli iskeletleri görüyorlar, kahkahalarını, ağlamalarını işitiyorlardı.
Sadi: “Biz olayın seyircisi idik. Üzerimize bir uğursuzluk sıçratmadan hele kurtulduk. Fakat asıl macera sahipleri ne hâlde? Öldüler mi? Döndüler mi? Tayfur’un konağına birini yollayıp da gerçeği anlasak…”
Nihat, ihtiyar uşak İshak Ağa’yı bilgi almaya gönderdi.
Feyzi: “Sadi, sen aklını beğenmiş bir adamsın. Çok şeye inanmazsın. Söyle bakalım, şu gördüğün hâle ne dersin?”
Sadi: “Gayritabii bir olay derim.”
Feyzi: “Gayritabii diyorsun ama gözlerimizin önünde geçti.”
Sadi: “İspritizmacıların da gösterdikleri akla, fenne uymaz birçok gariplikler var.”
Feyzi: “Sen bana şunu söyle ki, açıkça gözlerimizin önünde geçen bir olayı sırf akla, fenne uymadığı için inkâr mı edeceğiz?”
Sadi: “Kardeşim, ölü mezardan kalkıp gülmez. Ağlamaz da… O gördüklerimiz takır takır iskeletti. Bilirsin ki, gülmek için kalp lazım, ciğer lazım, gırtlak lazım. Hasılı bütün takımıyla bir ağız, bir ses cihazı lazım. Daha doğrusu hayat lazım…”
Feyzi: “Sade kemikten çatılmış bu üç yaratık karşımızda gülüp ağlamadılar mı?”
Sadi: “Evet.”
Feyzi: “Ya bu üç kurukafanın gösterdikleri mucizeyi kesinlikle inkâr edeceksin ya da tasdik. ‘Evet, işittim. İskelettiler, güldüler, ama ölü gülmez.’ gibi saçma bir lakırtıyı kabul etmem.”
Sadi: “Dahası var.”
Feyzi: “Nedir?”
Sadi: “Gördün ya, iskeletlerin bürünmüş oldukları kefenler yepyeni ve sakız gibi beyazdı.”
Feyzi: “Evet.”
Sadi: “Peki, bir ölü etleri tamamıyla çürüyüp dökülünceye kadar mezarda yatar da kefeni o çürümeden hiç etkilenmeden böyle deliksiz, lekesiz, bembeyaz nasıl kalır?”
Feyzi: “Sen yargılamalarını hep akla, mantığa, fenne, tabiata uydurarak yürütmek istiyorsun. Hiç tabiatüstü olaylara yanaşmıyorsun. Azizim, olağanüstü bir hâl karşısındayız.”
Sadi: “Benim fikrimce tabiatüstü diye bir şey olamaz. İnsanlar akıl erdiremedikleri şeylere böyle derler. Onlar tabiat kanunu dışında meydana geliyor sandıkları garipliklere bu adı verirler. Hâlbuki tabiat kanunu dışında hiçbir şey olmaz, meydana gelmez.”
Feyzi: “Tabiat kanunu dışında hiçbir şey olamayacağına bu kadar kesinlikle emin olduktan sonra o üç kurukafanın önünden titreyerek bizimle beraber, nah kuyruk, niye kaçtın? Mademki tabiatça ölünün diriye saldırması imkânsızmış, niçin yanlarına giderek bunun yanlış bir görüşten başka bir şey olmadığını ispata yanaşmadın?”
Sadi: “Ölünün mezardan çıkması, dile gelmesi tamamıyla tabiat kanunlarına aykırıdır. Fakat mademki bu imkânsız şey karşımızda olağan şekle girdi, mutlak bunda bir şeytanlık var. Onlar bize korkutucu gözüktüler. Böyle şeytanca bir bilinmezliğin üzerine gitmekte büyük bir tehlike olabilir. Bununla beraber fikrime uyarak bana cesaret veren birkaç kişi daha olsaydı belki üzerlerine yürümekten de çekinmezdim.”
İshak Ağa, Tayfur’un konağından şu haberi getirdi:
“Beyler gece yarısı bisikletlerle gitmişler. Ortalık ağarırken bir kira arabası ile eve dönmüşler. Fakat aman ya Rabbi, ne hâlde bir dönüş!.. Birinin bacağı kırılmış, ötekinin kolu… Konağa doktorlar, çıkıkçılar girip çıkıyorlar. Birçok hatırlı kişiler geçmiş olsuna geliyorlar. Beyler büyük bir uğursuzluğa uğramışlar. Fakat işin içyüzü her ne kadar gizli tutuluyorsa da ihtiyar meyzin gerçeği ezan gibi mahallenin kulağına okumuş. Abdestsiz ellerle mezarda kemikleri karıştırılan bütün ölüler bu tecavüzden korunmalarını rica etmek üzere Bukağılı Dede Hazretleri’ne başvurmuşlar. Hazret de mana âleminde meyzine görünerek sandukaya bağlı bukağıyı çözmesini emretmiş. Meyzin aldığı emri derhâl yerine getirdikten sonra mescitte açıkça ‘Dedenin zincirlerini çözdüm. Bu gece çıkacak olayı bekleyiniz. Tayfur’la Doktor Ferhat konağa sağ dönmeyeceklerdir.’ demiş. Bu haber verişten sonra iki gencin konağa kırık dökük lakin hayatta olarak geri dönüşlerini öğrenince meyzin Bukağılı’nın evliyaca sabrına şaşmış. Bu geceki felaketin ilk manevi bir haber veriş olduğunu ve bu kâfirce atılganlığın tekrarlanması hâlinde cezanın son şiddete varacağını anlatmış…
Hep bu lakırtılara seksen şişirme, türlü tuhaflıklar karışarak olay ortada çalkalanıyormuş…”
Sadi: “Bakınız, üç iskeletten sonra meseleye bir de evliya girdi. Rüyada meyzine görünmüş. Bukağımı çöz demiş. Meyzin baba her şekilde rüya görebilir. Fakat dikkat etmişsinizdir ya, dede hazretlerinin bukağısı sandukanın parmaklığına bağlanmıştır. Hazretin mezardaki kutsal ayağı serbesttir. Manevi uçuşlarına bu zincir parçası engel olamaz. Demir halkalarla bir evliyanın değil, herhangi bir ölünün ruhu dahi hapsedilemez. Bu apaçık bir gerçekken kürek mahkûmu gibi dedenin sandukasını zincire vurmaktan batıni yahut zahirî ne mana çıkarılır? O evliya ki, gerektikçe ahirete ait mahfazasını terk etmek istediği vakit meyzin gibi bir dirinin yardımına muhtaç kalıyor. Bu aciz, onun evliyalık şanına nasıl yaraştırılır? Meyzin efendiden sormalı. Dedeyi tekrar zincire vurdu mu? Yoksa salma mı bıraktı? Bu önemli hususu anlamak, çarpılmaya hak kazanmış mahalle günahkârlarının selametleri bakımından mutlaka lazımdır.”
Tartışma böyle uzamakta iken Nihat Bey kart dö vizitinin üzerine “Dün geceki sırlarla dolu maceranızın tuhaf bir surette seyircisi olduk. Meraktan ölüyoruz. Ziyaretimizin kabulüne imkân varsa rahatsız etmeye hazırız.” cümlelerini yazdıktan sonra ev sahibi olarak bu yazdıklarını iki arkadaşına gösterdi:
“Ne dersiniz? Bu kartı Tayfur’a göndereceğim. Kabul edilirsek belki merakımızın halline yarayacak bazı şeyler öğrenmiş oluruz.”
Nihat’ın bu fikri uygun görüldü. Kart gönderildi.

9
Biraz sonra, “Buyursunlar.” karşılığı geldi. Üç arkadaş eski usul mimarlığımızın son örneklerinden bu tekke tarzındaki evin yağhane direkleri üzerine tutturulmuş geniş avlusuna girdiler. Genç bir uşağın kılavuzluğu ile uzun merdivenlerden çıktılar. Geniş sofalardan geçtiler. Konağın birçok bölümü tekrar şık camlıklarla bölünmüş, fazla pencereler kapatılmış, tavanlar değiştirilmiş, boyalar, ıstampalar, kâğıtlarla duvarlar tazelendirilmiş. Her taraf genç esvabı giymiş kocakarılar gibi yeni usulde döşenmiş.
Misafirler hastaların yattığı mabeyin odasına alındı. Tayfur’la Ferhat karşı karşıya iki ceviz karyolaya uzanmışlardı. Vücutlarında çarpılma, yüzlerinde büyük bir ızdırap eseri yoktu. Fakat henüz betleri benizleri yerine gelmemiş ve gözlerinden derin bir şaşkınlıkla karışık korku durgunluğu hâlâ silinmemişti. Hâlâ dimağları geniş odanın loş havasında sırıtan üç iskeletle uğraşır gibiydi.
Ferhat’ın sargılı kolu görünüyor, Tayfur’un kazaya uğramış bacağı yorganın altında duruyor, fazla olarak alnı da gazlı bezlerle sarılı bulunuyordu.
Misafirler hastaların yüzlerini görmeye elverişli üç koltukluya yerleştikten sonra Nihat geniş bir memnunluk gülümsemesiyle:
“Sizi çok iyi gördüm. Felaket mi diyeyim? Uğursuzluk mu? Uğraştığınız garip macera hakkında o kadar konuştular, o kadar büyütülmüş, şişirilmiş söylentiler dolaştı ki, sizi lakırtı edemeyecek bir hâlde bulacağımızı sandık.”
Tayfur yorgun, ezik bir gülümseme ile karşılık vererek:
“Bilirsiniz, mahallenin eskiden beri bize karşı bir kötü niyeti vardır. Tamamen çarpılmadığımız için birçokları üzgün… Eyüp ölüleri bizi işte bu kadar çarpabildiler. Bilmem öfkelerini yenemeyerek bu gece oradan buraya kadar gelmeye üşenmeyip de kırgınlıklarını tamamlarlarsa o da kısmetimize…”
Sadi: “Beyefendi, mahallenin tutucularını, fenne, tekniğe inanmayan bazı kişilerini o kadar kızdırıyorsunuz ki, delisinden evliyasına kadar hepsi fena hâlde size karşı… Ve en son size karşı çıkan büyük varlıktan haberiniz var mı?”
Tayfur: “Duyduk. Duyduk… Bize karşı çıkması için dedenin bukağısını çözmüşler.”
Doktor Ferhat yüzünü buruştura buruştura bağlı kolunu aşağı yukarı oynatarak:
“Emekleri pek de boşa gitmedi. Mezarlıklara çok seferlerimiz var. Dün geceye gelinceye kadar iskeletlerin tehditlerine, uğursuzluklarına hiç uğramamıştık.”
Feyzi: “Bu mucize karşısında henüz hiçbiriniz nefsinizi düzeltememişsiniz. Fence ve manaca ne olduğunu, niteliğini ve özelliğini açıklayamadığınız bir hadiseden hiçbir korku eseri göstermeden, hafif bir eda ile söz ediyorsunuz.”
Ve sonra delikanlı kaç zamandır düştükleri merakı, başladıkları izlemeyi ve nihayet dün gece şahidi oldukları tabiatüstü tezahürleri, korkularını, kaçışlarını bütün ayrıntıları ile anlattı. Ve sonra sordu:
“Bütün mezarlık varlıklarını size karşı ihtilale çağıran iskeletlerin yaman tehditlerinden nasıl kurtuldunuz?”
Doktor Ferhat geçirdikleri vartanın dehşetini anlatırcasına dudaklarını ısırıp başını sallayarak:
“Karşımızda cümbüşlenen manzara bir sinema şeridinden yansımıyordu. Çünkü böyle sesli bir makine henüz yapılmamıştır. Hayal de değildi. Gerçek hiç değildi. Çünkü her ikisini de olabilmek için lazım gelen zıt şartlardan birer bölüm vardı. Fakat insan kendini bir tehlike önünde görünce onun kuruntudan gelme bir şey olduğunu biraz anlasa bile yine de korkuya üstün gelemiyor. İşte Tayfur’un bayılması bundandı. Ben de ne düşüneceğimi şaşırmıştım. Yürek çarpıntısından gittikçe duygularım bulanıyor, dimağıma bir duman çöküyordu. Ben de kendimden geçersem bizi kim ayıltacaktı? Karşımızda oynayan gerçek hayal, niteliği bakımından olumsuzdu. Lakin tehlike olumlu idi. Biz onlara kurşun attık, tesir ettiremedik. Fakat bu üç kefenli kahkahaları ile bizi öldürebilirlerdi.”
Feyzi: “Evet, evet… Sizin elinizde bir savunma çareniz vardı. Tabancalarınız… Silah ateşinin para etmediğini görünce hayal, gerçek her ne ise düşmanlarınıza karşı hayatınızı koruyamayacak bir âciz durumda kaldınız. Korkunuz arttı.”
Doktor Ferhat Bey yatağının yanındaki tütün iskemlesinden bir tutam sigara aldı. Misafirlerine birer tane fırlattıktan sonra bir de kendisi yakarak:
“Onların kurşundan etkilenmediklerini görünce tersine benim korkum hafifledi.”
Bu sözden hiçbir şey anlamayan misafirler birbirine bakışınca Ferhat:
“Yüzlerinizde şaşırmışlık ifadeleri görüyorum. Çünkü sözümü tuhaf buldunuz. Kurşundan yaralanıp ölmek için canlı olmak şarttır. Bu iskeletler ruhla hareket hâlinde değiller. Kurşun beden kafeslerinin bir tarafından girer öbür yanından çıkar. Bazı kemikleri zedelese bile bunlarda esas organlardan birinin zarara uğraması veya büyük bir damarın açılması ile bizim bildiğimiz suretteki fizyolojik ölümün meydana gelmesi mümkün değildir.”
Nihat son derece şaşırmış bir hâlde, meraklı bakışlarla Ferhat’ı süzerek:
“Demek bu iskeletlerin canlı olduklarını kabul etmiyorsunuz?”
Ferhat: “İskelet nasıl canlı olur a beyim? Şu sandalyenin, masanın, etajerin dirilmeleri ihtimali varsa iskelet de canlanabilir. İskeletler yalnız insan bedeninin kupkuru bir kafesidir. Geçmiş bir hizmetinden başka hayatla ilişiği yoktur.”
Nihat: “O hâlde bu gördükleriniz nasıl hareket ediyorlar, nasıl gülüp ağlayabiliyorlardı?”
Ferhat: “Meselenin karışıklığı, düğüm noktası işte burada.”
Feyzi: “Yine ulu orta inançsızlık gösteriyorsunuz. Siz hep maddecilik üzerine konuşuyorsunuz. Manevi bir kuvvetin, görünmez bir ruhun, bir iskelete girerek cilveleneceğine niçin ihtimal vermiyorsunuz?”
Ferhat: “Görünmez bir ruhun bir cismi harekete getirmesi yalnız masa başına toplanmış ispritizmcilerin inandıkları bir iştir. Yoksa bir ruh veya herhangi bir kuvvet gelsin, mezardan kemikleri toplasın, birbirine eklesin, bağlasın. Sonra bu kefenli çatıyı insanları korkutmak için ağlatsın. Güldürsün… Bunu ne maddecilik kabul eder ne manacılık. Ne akıl ne de fen…”
Feyzi: “Böyle akla, fenne uymayan kuvvetlerin bilinmezliği önünde hüküm vermek tehlikelidir. Her şey akılla muhakeme ve muvazene edilemez. Birçok hususlarda yanılan, kısır kalan idrakimizin ortaya attığı şeyleri gerçek sanmamalıyız.”
Doktor Ferhat: “Aklımızla muhakeme etmezsek ne ile düşüneceğiz beyefendi? Ben hüküm vermiyorum. Böyle bir şeyi aklımın kabul etmediğini söylüyorum.”
Feyzi: “O hâlde tersini ispat etmelisiniz.”
Doktor Ferhat derin bir can sıkıntısı belirtileriyle ve kuvvetli bir sesle:
“Edeceğim!”
“Oh dinliyoruz. Hepimizi minnet altında bırakırsınız.”
“Fakat bugün değil… Şu saatte olamaz. Şu kolumuzun, bacağımızın incikliği geçsin. Olay yerine bir daha gideceğiz. O iskeletleri göreyim, karşımızda bir daha dirilsinler…”
“Çarpılmaktan korkmuyor musunuz? Bu defa hafif inciklerle kazayı atlattınız. Belki ikinci seferde büyük bir felakete uğrarsınız.”
“Bizi onlar çarpmadı. Kemik parçaları insan çarpamaz. Biz kendi ahmakça telaşımızdan ayıldık, bayıldık. Yerlere kapandık. Mezar taşlarına çarptık. Kaçarken bisikletten kaldırımlara yuvarlandık. Öyle tabiatüstü bir manzara ile karşılaşınca aklımızı, soğukkanlılığımızı kaybettik.”
“Siz kaçarken onlar arkanızdan koştular mı?”
“Hayır… Nereden göründülerse hep o noktada kaldılar. Onların ancak mezar seddinin arkasından sırıtabilen birer kukla olduklarını işte bundan anlıyorum. Fakat hareket ipleri kimin, kimlerin elindedir? İşte bu gerçeğe ermek için her şeyi göze aldıracağım.”
Tayfur: “Ölü, diri her kim iseler bizi korkutanlardan mutlaka intikam alacağız. Böyle aslı esası olmayan garipliklerden ürkerek kaçtığımıza hem şaşıyorum hem de pişmanlık duyuyorum. Biz boş inançların, sakat fikirlerin düşmanıyız. Çocukların, budalaların titreştikleri şeylerden biz de yürek çarpıntılarına uğrayalım; vallahi düşündükçe kendi kendimden utanıyorum! Cadı, hortlak, karakoncolos, çarşamba karısı ve daha böyle miniminilerden ak saçlılarına kadar bilgisiz kimseleri titreten türlü türlü adlar var. Bu hayalleri bugünkü fennin kuvvetli ışıkları tanıtmadı. Hele vilayetlerde, kasabalarda, köylerde mezarlık üzerine uydurulmuş ispatlı şahitli ne hikâyeler söyleniyor. Rumeli’den Romanya’ya, Macaristan’a, Lehistan’a, Rusya’ya, Almanya’nın doğusuna doğru uzanmış ve yüzyıllardan beri zihinleri altüst eden, bilginleri, bilgisizleri uğraştıran, ne varlığına ne de yokluğuna karar verilebilen bir vampir meselesi vardır. Vampiri görenler, ona ısırılanlar dopdolu… Hiçbir kasabalı göremezsin ki, atalarından biri böyle bir kazaya uğramamış olsun. Vampirler gece mezarlarından çıkarlar, yakalayabildikleri dirilerin boyunlarından ve karınlarından kanlarını emerlermiş. Birkaç yüzyıl önce Fransız papazları vampir olayları üzerine Sorbon’un onayladığı eserler yayımlamışlardır. Bu sayfalarda en inançsızların bile tüylerini ürpertecek neler vardır neler… Hayat faturasından bilimsel hayatta bir yeri olmayan bu yaratıklar kan emdikten sonra mezarlarına döner yatarlarmış. Asıl tuhafı bu emme, emilme işinin fizyolojik etkisindedir. Kan emen bu ölüler semirirler, yağlanırlar, kuvvetlenirlermiş. Emilen diriler ise günden güne sararıp solarak nihayet mezarlığa giderlermiş.
Dirilerin kanına susamış bu korkunç düşmana karşı kasaba halkı savaş ilan ederek geceleri mezarlıkları bekler, vampiri yakalayınca göğsünü açıp yüreğini kopardıktan sonra cesedi özenle yakarlarmış. Çünkü iyi yanmazsa ceset yine dirilirmiş… Yaygaraları ile yüzyılları dolduran bu söylentiler hep yalan mı? Mezarlıklardan tutulup yürekleri sökülerek yakılanlar acaba hangi yaratıklardır? Herkesin adını işitip kendini görmediği bu acayip şeylerden niçin müzelerde birer örnek yok? Hortlak, vampir ne şekildedir? Üç ağızlı, iki burunlu, yüz dişli, kanatlı mıdır? Kaç ayak üzerine yürür? Canlı yaratıklar türünden hangisine mensuptur? Bir ölü hortladıktan sonra kozaya giren tırtıllar gibi mezarında nasıl şeklini değiştirir? Erkeği, dişisi olur mu? Çiftleşirler mi? Tutulup yakılmazsa sonsuzluğa kadar yaşar mı? Karıncaya, örümceğe, en ufak böceklere dair ciltler dolduran natüralistler, vakit vakit mezarlıkları, kasabaları altüst eden bu müthiş canavardan niçin birkaç satırcıkla bile söz etmiyorlar? Müspet ilim ve fenlerin bu susuşuna karşı gelme her gün yeni yeni yorumlarla yürüyor. Taze taze olaylarla yüreklerimiz titretiliyor. Bu garip inanç yalnız Doğu’da değil, dünyanın her tarafına yayılmıştır. Avrupa dillerinde revenant ve fantome, esprit, spectre ve daha böyle bir sürü kelime vardır ki, göze görülen fakat elle tutulamayan acayiplikleri ifade ederler. Fennin tetkik cımbızı ile tutulamayan, bu aslı vücudu olmadan zihinde yaratılan şeyler üzerine ciltler ciltler doldurulmuş ve belki bugün konu, aydın kimseler arasında eskisinden pek fazla hararetli bir tartışma dönemine girmiştir. Bugünkü ispritizmacılar bu hayallerin, hayaletlerin fotoğraflarını almak derecesinde iddialarında ilerleme göstermişlerdir. Karanlıkları delmeye uğraşan fennin yeni meşalelerine karşı bu karanlık şeyler bütün inatları ile belki daha yüzyıllar boyunca ve belki de sonsuzluğa kadar sebat göstereceklerdir. Çünkü medeni, vahşi memleketlerin viraneleri, yıkıntıları, kaleleri, surları, hanları, hamamları, şatoları, ormanları, dereleri, dağları, vadileri, mezarlıkları, hayat kanunları dışında yaşayan bu yaratıklarla doludur. Ve bunları bu kökleştikleri yerlerden silip süpürmek hiçbir fennin, hiçbir dehanın haddi değildir.
Küçüklüğünüzden beri dedenizden, büyükananızdan, teyzenizden, halanızdan, amcanızdan az mı cadı, peri hikâyesi dinlediniz? En güvenilir, en ciddi, ağırbaşlı, en saygıya değer kimseler bunlarla kaç defa karşı karşıya geldiklerini veyahut gizliliklerle dolu cilvelerine uğradıklarını size anlatmadılar mı? Bunların iyiliklerini görenler az, kötülüklerine uğrayanlar çoktur. Bu yaratıklarla geçinmesi zordur. Çünkü çabuk incinirler. Fakat neden bilmem yine de insanların bulundukları yere sokulurlar. Bazı medeni milletler gibi beğendikleri evleri parasız işgal ederler. Artık o evin cephesine ‘Tekin değildir!’ levhası asılır. Gidip de onlarla bir arada oturmak artık kimin haddine?.. Geceleri evde gürültüler patırtılar olur. Boş odalarda koşuşurlar. Taşlıkta, mutfakta, kuyu başında tıkır tıkır nalınlarla gezinirler. Pat, küt, gacır gucur kapıları açarlar, kaparlar. Bazı eşyayı karmakarışık dağıtırlar. Kendilerine mahsus işaretlerle ev sahiplerinden kurban, şerbet isterler.
Bazı aşağılıkları çöplükten, pislikten hoşlanırlar. Geceleri oralara süprüntü dökmek maazallah çok tehlikelidir. Bazıları temiz ve titiz mizaçlıdır. Bulundukları yerler silinip süpürülmezse bunu kendilerine karşı saygısızlık sayar, tembelleri cezalandırmak için çarparlar. Çengele çevirirler. Daha zararlıları, daha sokulganları vardır. Bunlar evin bir köşesinde oturmakla yetinmezler. Ağrı, sızı, türlü dert hâlinde ihtiyarların vücutlarına yerleşirler. Aşk, sevda ateşi saldırışı ile gençlerin damarlarına, delilerin dimağlarına dolarlar. Bunlar için barınma kanunu, adliye, icra daireleri para etmez.
Cin biliminde uzman hüddam ehline başvurulur. Bu musallatların Müslümanları, gâvuru, Yahudi’si, Çingene’si vardır. Dinlerine ve cinslerine göre hoca, papaz, haham, falcı, sihirbaz Çingeneler çağrılır. Müslüman olanlar hep Arapça biliyor olmalılar ki, işgal ettikleri vücutlardan daima o dille çıkarılmalarına uğraşılır. Pabucu, sarığı büyük, cübbeli, sürmeli püfçüler gelir. Her cümlesi ‘uhruc’ ile başlayan uzun bir dua okur. Hoca bu cin mikroplarının hastadan intikal suretiyle kendi vücuduna üşüşmelerinden korktuğu için titrer, öfkelenir, haykırır, türlü hâller gösterir. Bu tehlikeli nefes için ücreti fazla ister. Ve görüşmek üzere onları ayrıca kendi evine çağırır. Fikirlerini anlar. Kaç yüz kuruşa yerleştikleri yeri bırakacaklarını sorar.
Bu hastalıklardaki en fena karışıklık gâvur perisinin Müslüman vücuduna girmesidir. Maazallah böyle bir afet olunca hocanın öd ağacı ile papazın günlük tütsüsü birbirine karışır. Bu iki duman arasında hasta sararır, solar. Sıfırı tüketir. Bilginlerin, okumuşların korkutucu söylentilerine bakılırsa cami, türbe, kilise, havra, tavan arasından bodruma kadar evlerimiz, vücutlarımız bunların gelip çatmalarından korunmuş değildir. Gece üzerlerine uğramamak için destursuz adım atmamalı. Daima dört yana okuyup üfleyip gezmeli, pencereden dışarıya bakmamalı, bir şey fırlatmamalı ve her kımıldanışta bu gözlere görünmezlerin kötülüklerinden titremeli, sakınmalı… Mademki mesele bu kadar nazik ve tehlikelidir, acaba niçin hüddam aracılığı ile bir yolu bulunup da hırçın yaratıklarla bir antlaşma imzalanamıyor? Dünya yüzündeki sınırlarımız ayrılmıyor? Nereleri onların, nereleri bizim, anlaşılsın… Bu çarpanlar bizim konakta da kaynayıp taşıyorlarmış. Görenler çok. Burada doğdum, büyüdüm. Fakat henüz güzel yüzlerini görme mutluluğuna eremedim. Evin içinde kimin kalçasına sızı girse, kimin bir tarafı seyirse, kim bir uğursuzluğa uğrasa onlardan, hep onlardan bilinir. Geçenlerde ansızın bir kedimiz öldü. Hayvanın ölümü onların üzerlerine siymiş olmasına bağlandı. Ben ya bir iyilik veya bir kötülüklerine uğramak için dolaşırım. Ve ne kadar cin, peri tüzüğüne aykırı hareketler varsa on kat sunturlusuna giderim. Bilmem neden bana aldırmıyorlar? Kocakarılar önünde sonunda, onların mutlaka bir fenalığını çekeceğimi söylüyorlar.”

10
Doktor Ferhat, Tayfur’un bu uzun diskurunu cigara dumanlarına boğarak dinledikten sonra:
“Her şey inanca bağlıdır. Kendini hasta sanan hastalanır. Kuruntu fena şeyler doğurur. Halkın gerçekle arası iyi değildir. Daima beslenmesini manasız inançlarda, masalımsı şeylerde arar. Fen, bilim esaslarından kuvvet almamış, kültürle ilgili bir eğitim görmemiş, deneylere dayanan muhakemelere alışmamış dimağlar için cinleri, perileri, ruhları, cadıları kaldırırsak pek yavanlaşan hayatın şiirselliği kalmaz. Mesela dünyadan sonra bir öteki dünya yani ahiretin olması, cehennem korkusu ile beraber yine inanç sahipleri için ne büyük bir tesellidir. Halk yalın kat hayattan hoşlanmaz. Daima ölümün, karanlığın ötesinde bir şeyler olmalı. Üzerinde yaşadığımız bu hayat sahnesinin etrafı da sırlarla sarılmış bulunmalı. Her şeyi bize gösteren gündüz açıklığı makbul değildir. Gördüğümüz bu âlemin içinde göremediğimiz bir başka âlemin bulunduğu kuruntusu ile oyalanmalıyız. Ruhla vücut gibi her şey iki kat olmalı. Madde hâlinde olmayan hiçbir vücut düşünülemediği için eskiden ruhları da elle tutulur, gözle görülür bir cisim hâlinde tasavvur ederlermiş. Voltaire nükteli bir tenkitle der ki: ‘Hiç belli olmayan bu ikiye bölünmüş, ayrılmış vücuda bir derece tayini kabil olamadığından ruhlar gitgide her türlü maddilikten büsbütün tecrit edildi. Fakat geride sağlam olarak ne kaldığı da belli değildir.’
Voltaire’in dediği cisim olmayan ruh bugün ispritizmacıların ellerinde yine cisimleniyor. Magnezyum ışığı yardımı ile objektife giriyor, plağa alınıyor. Sonra camın üzerinde biraz ölüye, biraz diriye benzer, şiş suratlı, pat burunlu, iri baygın gözlü, yüzünün çizgileri ve organları belirsiz, yamru yumru bir şey, lakin her hâlde bir cisim görüyoruz. Bu hangi mezardan kalkıp lütfen adesenin[15 - Adese: Mercek. (e.n.)] önüne kadar geliyor? Ruhun çürüyen kalıbı, çağrıyı kabul etmek için derhâl nasıl cesetleniyor? Hep bunlar bu işi sanat edinenlerin hokkabazlığı ile oluyor. Ölmek her gün yüzlercesini gördüğümüz bir tabiat emri. Fakat dirilip mezardan çıkmak, yine insanlar arasına karışarak türlü aracılarla onlarla görüşmek çok merak edilecek bir hadise… İşte psikolog adını alanlardan birtakım şarlatanlar insanların bu meraklarından hayrete değer bir iş çıkarmanın yolunu buluyorlar.
Eğer ispritizmacıların ölüleri diriliyorlarsa cadıların gömüldükleri yerlerden kalkmalarına niçin o kadar şiddetle karşı koyuyoruz? İkisi de aynı hadise değil mi? Biz inanırsak onlar cüretlerinde o kadar ilerleyeceklerdir ki, bir gece gazinoda otururken bir medyum gelip de ‘Köşe başındaki mezarlıkta rahmetli babanızın ruhu görüşmek için sizi bekliyor.’ dediği vakit bu çağrıya hiç şaşmayacağız.
Eğer dünya ile ahiretin arası bir mezar çukurundan ibaretse bu hiçbir şey değil… Biz bilgisiz, saf insanlar daima olmayacak şeylerin olmasını isteriz. Tabiatın başlangıçtan beri yürürlükte olan ve sonsuzluğa kadar sürecek olan kanunları içindeki akıl ve muhakemeyi durduran hadiselere şaşmayı bilmeyiz. Uzayın genişliği, sayılmayacak kadar çok sayıda yıldızların hareketleri, güneşlerden gelen ışınların hayat verici etkileri, her çevreye göre organlaşan hayatın sayıya gelmez şekillerde çeşitliliği… Bunlardaki büyüklüğü, gücü, düzeni, geometriyi görmezler. Şaşmak için isterler ki, hep bu kanunlar tabii akışlarının dışında, tabii akışlarına aykırı hareket etsinler. İsterler ki, ölü kellesini koltuğunun altına alarak gezinsin. İsterler ki, ay bir balon gibi dünyanın yüzüne inerek tekrar yükselsin. İsterler ki, bir deve insan doğursun. İsterler ki, bir kadın bir kaplumbağa dünyaya getirsin. Su boğmasın. Ateş yakmasın. Denizin üstünde karada yürüyor gibi ayaklarımızla tıpış tıpış gezilsin. Çaresiz bir hasta bir nefeste ayağa kalksın…”
Bütün bu sözleri o ana kadar derin bir sessizlikle dinleyen Sadi, gözlerinin zeki bakışı ile doktora dönerek:
“Beyefendi, bütün bu açıklamalarınızdan memnun oldum, yararlandım. Fakat bizim asıl merak ettiğimiz noktanın da lütfen bir açıklamasını yapar mısınız? Bunu sizden özellikle rica ederiz.”
Tayfur sorar gibi bir davranışla söze karışarak:
“Merak buyurduğunuz nokta nedir?”
“Eğer bu hususun sizce bir gizliliği varsa cesaretimi affedersiniz.”
“Lütfen açık söyleyiniz de anlayayım.”
“Gece yarıları bu kadar külfet ve zahmetlere girerek sur dışı mezarlıklarında kemik karıştırmaktan maksadınız nedir?”
Tayfur, doktorun yüzüne baktı. Bu sorunun karşılığını dosdoğru vermekte bir sakınca olup olmadığını birer ince gülümseme ile birbirinden sordular. Nihayet ev sahibi:
“Efendim, bu meseleye dışarıdan bakılırsa pek merak verici bir şekilde görülüyor. Oysa bu aslında ne büyük bir sırdır ne de o kadar meraka değer bir şey…”
“Eğer açığa vurulmasında bir sakınca yoksa gerçekten açıklamanızla bizi… Nasıl söyleyeyim, bir büyük meraktan değil âdeta çok büyük bir sıkıntıdan kurtarmış olacaksınız.”
Tayfur küçük bir gülümseme ile:
“Efendim, ben evimde ve dışarıda her ne yapsam bu, mahalleliye merak olur ve her hareketim ayıplanır, kabahat sayılır. Bazı kimselerin âleme uymayan birtakım merakları hatta delilikleri olabilir. Bunları ayıplamak pek ayıp bir şeydir.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-rahmi-gurpinar/dirilen-iskelet-69429124/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Alesta: Harekete hazır. (e.n.)

2
Fertik: “Kaç, uzaklaş, tamam, bitti.” anlamlarında kullanılan bir seslenme sözü. (e.n.)

3
Pejo: Peugeot. (e.n.)

4
Manoir (Fr.): Küçük şato, konak. (e.n.)

5
Spiritizm: İspritizma; ruhun ölmediğine inanan, gereğinde ölülerin ruhlarıyla ilişki kurulabileceğini ileri süren inanış. (e.n.)

6
Meyzin: Müezzin. (e.n.)

7
Bugünkü Fatih kastediliyor. (e.n.)

8
Kaşeksi: Kötü beslenme, süreğen veya kötücül bir hastalığın seyri sırasında oluşan ileri derecede zayıflık, bitkinlik ve çöküntü durumu. (e.n.)

9
Pehle: Mezar sandukalarının yan taşlarına verilen isim. (e.n.)

10
Feu follet (Fr.): Hafif alev, saman alevi. (e.n.)

11
Cife: Leş. (e.n.)

12
Azm-ı fahz: Uyluk kemiği. (e.n.)

13
Birsam: Sanrı, halüsinasyon. (e.n.)

14
Diskur: Söylev, nutuk. (e.n.)

15
Adese: Mercek. (e.n.)
Dirilen İskelet Hüseyin Rahmi Gürpınar
Dirilen İskelet

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Birinci Dünya Savaşı yıllarında, bir paşanın bir oğlu Tayfur, garip bir meraka düşer: Oradan buradan, izbelerden mezarlıklardan topladığı kemiklerle bir iskelet çatmak ve bunu konağında sergilemek. Sonunda dediğini yapar da. İskeleti eksiksiz biçimde çatar ve bir namus bekçisi olarak evinin baş salonuna yerleştirir. Artık konağın namusu iskelet hazretlerinden sorulmaktadır. Peki kanunların, şeriatların, âdetlerin, geleneklerin, polisin, jandarmanın türlü korkutmalara, yıldırmalara, hapislere, cezalara rağmen önünü alamadığı bir şeyi önlemeyi, kalemden parmaklarıyla, kemikleri sayılan gövdesiyle, boş kafasıyla bir iskelet başarabilecek midir? Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

  • Добавить отзыв