Şıpsevdi

Şıpsevdi
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Okumak için Paris’e giden Meftun Bey, öğrenimini tamamlayamadan yurda dönmüştür. Bu Paris günlerinden kendisine ne sağlam bir eğitim ne zengin bir kültür ne de dört başı mamur bir dünya görüşü kalmıştır. Sadece gittiği ülkenin kültürüne hayran kalmış, kendi benliğini unutacak kadar bu kültüre bağlanmıştır. Bu yüzden de İstanbul’daki yaşantısını alafranga kültüre göre tanzim etme sevdasına düşmüştür. Ancak bunu da elini yüzüne bulaştırmış, tam manasıyla bir Batı özentisi olup çıkmıştır… Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bu eseri 1901’de yazılmasına rağmen sansüre uğramış ve ancak 1911’de basılabilmiştir. Gürpınar, Meftun Bey’in kişiliğinde, Osmanlı’nın son zamanlarında görülen Batı özentiliğini ironik ve mizahi bir dille eleştirmiş Recaizade Mahmut Ekrem’in Bihruz Bey’ine benzer bir tip çıkarmıştır ortaya. "Hele bu kazancı noktası noktasına eşeleyelim. Karşımıza büyük bir hırsızlık yığını çıkar. Sonra bu büyük hırsızlar, varlıklarının yüzde biri, ikisi kadar para gözden çıkararak mektepler, kütüphaneler yaptırıp kendi cinslerinden olan insanların saygılarına hak iddia etmeye uğraşıyorlar. Ne gülünç komedi! Vicdan sahibi bir adam, hiçbir meslekte milyoner olamaz. Çünkü azıcık bir paranın yokluğu yüzünden köşede bucakta can veren zavallıların korkunç sefaletleri o vicdan sahibini lüzumundan ziyade para biriktirmekten alıkoyar, âdeta iğrendirir."

Hüseyin Rahmi Gürpınar
Şıpsevdi

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

HİKÂYEMİN HİKÂYESİ
Bu zavallı eserimin istibdat devrine ait talihsiz bir küçük tarihi vardır. O devrin yağmacılarından biri, başkalarının kalem eserlerine fazladan sahip çıkmak gibi garip bir iddiayla ortaya atılmış, bütün Osmanlı yazarlarından kendisine haraç sağlamıştı.
Zorbalığını her gün yeni bir kahramanlık masalıyla halka tanıtanlar, hele rütbeleri bala (yüksek) ve günde birkaç kere Yıldız bayırını tırmanmak için araba beygirleri dinç olanlar, Başkâtip Tahsin Paşa’nın huzuruna girme meselesinde desturu bol olanlar yaptıklarından sorumlu olmayan, zamanın en güçlü kimseleri sırasında sayılırlardı.
Bu basın haydutlarına karşı Osmanlı yazarları taşmak,[1 - İsyan etmek. (e.n.)] hakkı göstermek istediler. Söz alev alırken sansür, elinde kalem şeklinde çekilmiş o öldürücü kılıcını göstererek susmalarını emretti. Bütün yazar arkadaşlarımla elde kalem, gönülde yara öyle şaşkın kalakaldık.
Alafranga, sabahleyin bizim gazetenin, öğleye doğru zorba basımevinin tezgâhından çıkıyor, bir iki saat sonra zamanın zenginlik ve bilgi sahibi “atufetlu” Beyefendi Hazretleri adına formalar dağıtılıyordu.
Bu haydutluk, bu acı kargaşalık içinde eser birkaç tefrika yayımlandı. Nihayet bir gün yazara gelen sansür provası romanın ölüm fermanı olan kızıl bir çizgi ile baştan ayağa yaralanmış göründü. Yayımlamaya devam imkânı olmadığını anladık. Pek üzüldük. Ama kadere boyun eğmekten gayri çare yoktu. Hatta üzüntü çokluğundan, yayıncıyla bu birkaç günlük para hakkı hesabını da ahirete bırakarak Alafranga’yı gömdük.
Bugün, sekiz senelik mezar tozlarını silkerek Şıpsevdi şeklinde beliren şu eser, hürriyet nefesiyle yeniden can kazanmış olan eski Alafranga, işte o istibdat idaresinin şehididir.

CEMİYET HAYATIMIZ VE ALAFRANGA
Bazılarına göre bu romanı, alafrangalığı küçümsemek, küçümseyerek alaya almak maksadıyla yazdığım sanılıyormuş. Bu çok yanlış bir zan ve yanlış bir inançtır. Alafrangalığa uymaktaki züppelikle gerçeğe ve ilericiliğe inanmayı birbirinden ayırmak gerekir. Türklüğümüze ve Osmanlılığımıza şeref ve yükseliş sebebi olacak şeyleri hangi kalem küçümser ve alaya alır ki buna ben cesaret edeyim?
Batı medeniyeti bizi uyarıcı bir meşale oldu. Bundan sonra da ilerleme işinde önümüzde gidecektir. İstibdat kaç senedir bize kitaplıkları kapadı. Çocukların yüreklerine yurt sevgisi aşılayan, onları fikirce yükselten dersleri kaldırdı. Öğretim düzenini büsbütün bozdu. Bütün okulları çocukların eğlence yeri hâline koydu. Bir milletin manevi gıdası ve varlığının, ilerlemesinin kefili olan her çeşit yayını menetti. Memleket gazetelerini istibdadı öven, jurnalci birer yalan kâğıdı hâline soktu. Hep bozdu, tahrip etti, acayipleştirdi. Bu ezici, yıpratıcı, yok edici ele karşı yalnız bir şey tamamıyla yenilmiyor. Bilgi, gümrük memurlarının en şiddetli teftişlerine rağmen birçok özel kitaplıkta saygı gördüğü, gizlenecek bir yer buluyor, gide gide içlerine işleyerek gençlerin zihinlerini kuvvetlendiriyordu ki bu da yabancı dilde yazılmış eserlerdi. Bir şeye dikkat ediyordum: “İkbal” (Yücelme), “Tefeyyüz” (Feyzalma), “Şafak” (Gündoğusu) gibi parlak isimler, koca koca boyalı levhalarla ön taraflarını süsleyen millî kitapçılarımız, resmî izinle yayımlanan saçma kitaplar karşısında sinek avlarlar, zavallı Arakel Efendi gibi en itibarlı, en namusluları iflas defteri koltuklarında kapı kapı dolaşırlarken yabancı dilde kitap satan dükkânlar karınca yuvası gibi işliyordu. Hem yalnız Babıali yakınlarında bunların sayısı birken iki, üçken dört oluverdi. Memlekette bilgi iflas edince yabancı bilgi imdada yetişti. Çocuk velilerinin rağbet gözü yabancı okullarına döndüğü gibi, gençlerimizin okuma iştihası da o yana eğildi. Avrupa’nın filozofları, faziletli kişileri, tarihçileri, edebiyatçıları, şairleri bizim millî kalem sahiplerimizden çok tanınıyor, okunuyor, Batı’daki basın bereketi buradaki kitapçı vitrinlerini de dolduruyordu. Türkçe şiir ve edebiyat dilinin basın sayfalarında kullanılması yasak olduğu için ana dilini ihmal etmiş ama yazdığını okutacak kadar Fransızca yazı yazmakta kudret göstermiş gençlere rastladım.
Bu sefer Avrupa’nın ölmez eserleri gençlerimiz üzerinde, evet, maatteessüf itirafa mecburum, çok az, ancak seçkin bir kısım gençlerimiz üzerinde önemli tesirler yaptı. Spencer’lerin, Ribot’ların, Poincare’lerin, Lebon’ların eserlerini bunların kitaplıklarında, hatta birer ayrılmak bilmez dost gibi daima ceplerinde görürdüm. Hep bu eserler, bu ilim heveslilerinin âdeta ruh arkadaşı olmuştu. Çetin, karışık meselelerden açıklıkla bahsettiklerini görünce son derece içim ferahlardı. İlerleme ve yurdun saadeti adına kutsayarak geleceğin kendilerine ait olduğunu bu gençlere müjdelerim.
Bu hikâyedeki alafrangadan maksat, bu zeki ve gayretli gençlerin ilericiliğe karşı duydukları bağlılığı tenkit etmek değildir. İstibdat zamanında düşünme ve anlama ışığımız bütün bütüne sönmek üzere iken bunu Batı’nın olgunluğundan buraya sıçrayan kıvılcımlar devam ettirdi. Bugün iyi düşünen, yazan, hürriyeti koruyan kalemler işte Batı’nın bu kıvılcımlarıyla aydınlanmış beyinlerdir.
O karanlık çöküntü ve bahtsızlık günlerinde bize şefkatli dost, yardımcı hep o fikir hazneleri, o kitaplar oldu. Düşünmeyi, böyle roman konularında gezinmeyi, hürriyet sevgisini onlardan öğrendik. Düşünüş tarzımızda, nesir yazılarımızda, şiirimizde görülen son edebî değişiklikler Batı’dan esen sihir ve bilgi rüzgârıyla meydana geldi. Bugün memleketimizde yazı, ilim ve teknik alanlarında ciddi hizmet etmek isteyen hiç kimse Avrupa dillerinden birini veya birkaçını iyice bilmek ihtiyacından uzak kalamaz.
Bu romandaki kahramanımız işte bu zorunluğu zevzeklikle, hoppalıkla, bilgisizlikle karıştırıp Batı’nın olgunluklarından gerçekte hiçbir nasibi yokken Frenklerin kendilerinin de pek hoş karşılamadıkları birtakım garip ve şatafatlı âdetleri burada yaymak isteyenlerden, bilgisizliği, aşırıcılığı, dolayısıyla alafranganın faydalarını da zararlı tanıtmaya sebep olanlardan, hatta alafrangada bulunmayan tuhaflıkları burada icada yeltenenlerden biridir. Bu eser, alafrangayı küçümseyip alaya almak şöyle dursun, onu yanlış anlaşılmaktan kurtarmaya hizmet edecektir. Daha doğrusu bu roman, her maksada hizmet etmekten ziyade, halkı güldürmek için yazılmıştır.
***
Alafrangalık nedir? Bizim için bunun iyi ve kabul edilecek kısımları var mıdır? Bunun millî âdetlerimiz üzerindeki tesiri ne olmuş? Ne oluyor? Ne olacak? Ne olması isteniyor?
İşte bundan sonra cemiyet hayatımızla sıkı bağları olacak birkaç sual… İlerideki gelişmemiz bu suallere verilecek cevaplarda yatıyor.
Bu kısa hikâyede bu kadar mühim suallere cevap vermek fodulluğu[2 - Bizim “fuzul” yahut “fodul” tabirini Frenklerin “pédant” kelimesine mukabil buluyorum. (y.n.)] iddiasında değilim. Böyle büyük ve ciddi meseleleri çözmek gücü ve yetkisi herkesten önce zamana ve geleceğe aittir. Yaşamayı hak etmiş milletler her ileri adımlarını ebedî hayatlarına bereket ve kuvvet verecek ihtiyaç ve tempoya uyarak atarlar. Gerekli yenilikler tam zamanında kendini duyurur ve kabul ettirir. Bir milletin yenileştirici büyük işleriyle ilgili her konuda daima akıllıların övgüsüyle ahmakların kötülemesi çarpışma durumundadır.
Bu yüzyılda milletlerin yaşama yetkileri öyle önemli, öyle nazik, hatta öyle açık çalışmalara bağlı bulunuyor ki kuvvetliler arasında bir zayıfın yaşayamaması gibi bir tabiat kuralına karşı müstesna bir yaşama imkânı tasarlamanın artık zamanı geçmiştir.
Bu yıl İngiltere’nin, gelecek yıl Rusya’nın, daha öbür yıl Almanya’nın zayıfları koruma duygusuna sığınarak milletimizin yaşamasını birinin dostluğuyla ötekinin düşmanlığını kazandığımız iyi niyetleri şüpheli bu büyük dostlarımızdan daima dilenerek beklemek bir millet için siyaset hayatı değil, utançtır.
Memleket genişliği bakımından yirmide, otuzda bir parçamıza eşit olmayan Bulgaristan “Ben böyle isterim!” diyor. Bir millî varlık gösteriyor. Avusturya “Ben bunu böyle yaptım!” diye yayıyor. Ya Rabbi, acaba biz ne vakit “Hayır, sen onu öyle yapamazsın!” cevabıyla meydan okuyarak açık haklarımızı koruyabilecek bir kuvvete, bir güçlülüğe sahip olacağız?
Gözü doymazların küçük emellerine, hakaretlerine hedef oluyoruz. Buna mahkûmuz. Çünkü kuvvete kuvvetle, ticarete ticaretle, ekonomiye ekonomiyle, maarife maarifle karşı konur. Bu yolda aralarında dostluk kurmuş devletlerle mesafemiz o kadar açıktır ki bu dengeyi meydana getirmek için harcanması gerekli zamanı, çabayı düşündükçe üzüntüden baş dönmesine tutulmamak kabil olmuyor. Bu büyük milletlere kalsa bizi birkaç türlü yutarlar.
Yazık ki çoğumuz bu gerçekleri anlamış bile değiliz. Bazı sivri akıllılarımız da Fransız, İngiliz, Alman kadınlarıyla evlenerek tehlikeye karşı besbelli bir bakıma olsun böyle çare bulma yoluna gitmek istiyorlar. “Bu milletler yavaş yavaş bizim elimizde bulunan her şeyi zorla alıyorlar. Bari fırsat düştükçe biz de onların kadınlarını alalım.” diyorlar. Himmetleri var olsun! Ama medeniyet çatısına bu yoldan sığınmanın faydası kadar sakıncası da var. Aşağıda bundan biraz bahsedeceğiz.
Kuru bir küçümseyip alaya alma yolunda hikâye sermayesi diye ele alınmış sanılan “alafranga” kelimesinden bakınız ne önemli gerçekler çıkıyor.
***
Alafrangalık yolunun bizde birkaç çeşidi var. Talihin tesadüfüyle varlıklı, mevki sahibi bir aileden gelerek daha çocukluklarında Fransızca öğrenmiş, rahat yaşamış, sonra Avrupa’da memur olarak veya başka şekilde bulunarak bilgisini genişletmiş olanlar ki bunlar memleketimizdeki alafrangalık yolcularının en soylu ve başta giden kısmı sayılabilir. Bunların Avrupa’da tanınmış olmalarının sebebi, şahsi meziyetlerinden ziyade, ailelerinin şöhretidir. İçlerinde gayet güzel Fransızca konuşanlar, ata binenler, kumarda ustalık gösterenler, yani orta derecede bir salon adamı olmak vasıflarını gösterenler var; ama bir antlaşma sırasında, bir kongrede menfaatlerimizi hakkıyla anlayacak ve koruma değerini gösterebilecek olanları yoktur. Devletimiz daima bu yüzden pek büyük ve önemli zararlara uğramıştır. Alelade Fransızca konuşmak başka, ilim ve fazilet sahibi olmak gene başka. Bu, besbelli artık.
Diplomasi bilgisini ağızdan, tatbikatla öğrenip politikacı kesilmenin artık zamanı geçti. Şimdi bunların felsefe, askerlik vesaire gibi mektebi ve öğrenim süresi var. Avrupa’da olduğu gibi bizde her sınıf bilginin özel bir okulu yoktur. Otuz yıl önce bir “Mahrec-i Aklam”ımız[3 - Mahrec-i Aklam: Memur yetiştirme amaçlı bir meslek okulu. (e.n.)] vardı. Sonra bir de Mülkiye Mektebimiz açıldı. Valimiz de oradan çıkardı, mutasarrıfımız da, kaymakamımız da, edebiyatçımız, şairimiz, astronomumuz, kimyagerimiz de… Evet, bu zavallı memlekette her ilim ve sanat bize Tanrı vergisidir. Birbirimize “şair-i maderzad”,[4 - Anadan doğma şair. (e.n.)] “edib-i maderzad”[5 - Anadan doğma edebiyatçı. (e.n.)] deriz. Her şey bize Allah vergisidir. Sonradan kazanıp elde ettiklerimiz pek sınırlıdır. Yoklamaya, teftişe, incelemeye gelmez. Haydi edebiyatçılıkta, şairlikte, yazarlıkta üstat kesilip birbirimizi aldatalım. Ama ciddi fen bilgilerinde, ekonomi bilgisinde, maliye usulünde, politikada ne yapacağız? Avrupa’da bir yıl içinde bu çeşitli fenlere ait yayımlanan eserleri görse insanın o bilgi hareketine karşı parmağı ağzında kalır. İşlerimizin başında bulunan efendilerimiz acaba bunun bir listesini görebiliyorlar mı? Görseler de içlerinde acaba anlayabilecek kaç kişi var? Elbette yaralarımızı bundan ziyade eşmeyelim. Bizde siyaset mektebi, divan efendiliği ve mektupçuluktur.[6 - Vali muavinliği. (e.n.)] Daha kestirme yollardan gelenler de var ya, sözü uzatmamak için onları bahse katmıyoruz.
Özel menfaat bağları, dalkavukluk, yüze gülmek en büyük marifetimiz, diplomatlığımızdır. Çünkü dün istibdada alet olan beyinler bugün meşrutiyete hizmetçi kesildi. Bu iki zıt niteliğin birinden öbürüne atlamada eski kötü alışkanlıklardan çarçabuk kurtulmak kabil midir? Mademki o uzun istibdat sona erdi, bu kısa komediler de geçer. Zaman her şeyin foyasını meydana çıkaracak kuvvettedir.
Evet, şairliğimiz, edebiyatçılığımız, diplomatlığımız Tanrı vergisidir dedik. Ama ne kadar yazıktır ki bugün Avrupa siyasetine Tanrı vergisiyle cevap verilemiyor, vatan bunlarla korunamıyor. Bir millet Tanrı vergisiyle zenginlik ve kuvvet sahibi olamıyor.
Bu kişizadeler sınıfından alafrangalarımız, memlekete Avrupa’dan şıklık, kumar, dans, güzel konuşmak gibi salon hünerlerinden başka bir şey getirmediler. Başka yoldan seçkin bir özellik gösteremediler. Millî bilgi alanlarımızın işte hepsi tamtakır duruyor. Âlimler bilgi alanından incelemelerine bir örnek, kendi emekleri ve zekâlarının eseri olarak ciddi ve gerçek bir hüner örneği getirdilerse gösterilsin… Alafrangadan bizim ihtiyacımız olan şeyler yalnız o pozlar, jestler, kostümler değildir. Sığ bir tavır ve hareket taklidine maymunlarda bile istidat görülüyor. Bu o kadar ciddi bir ilerleme vasıtası sayılamaz.
Şu sözünü ettiğimiz kimselerin bu taklitleri öğrenmek için Avrupa’da har vurup harman savurarak ziyan ettikleri Osmanlı milyonları kurumlar açılmasına, Batı’da ciddi öğrenci yetiştirmeye harcansaydı, bugün belki böyle dövünme durumuna girmezdik.
Alafrangalığın işte bu bahsinde vatan için uyanıklık sebebi olacak derin bir ders, tenkidi gerekli birçok hâl, bir romancı için birkaç cilt dolduracak önemli, besleyici bir sermaye vardır. Ama bu hikâyede alafrangalığın bu çeşidinden bahsetmedik.
İkinci çeşit alafranga aileler bir Avrupalı kadınla evlenerek Beyoğlu’nda oturan yarı “levanten”lerdir.
Bu aileler bir tarihçi, bir fizyolojist, bir psikolog, bir hikâye yazarı için gerçekten incelemeye değer, bir yanı Avrupalı, bir yanı Osmanlı iki yüzlü bir kumaştır. Gene tekrar edelim ki şu satırlarda kimseyi küçümseme kastı yoktur. İnsan soyu bilgisine bir filiz de buradan katılıyor.
Unsurları iki yüzlü olan bu ailelerden erkek tarafı Türk olanı inceleyelim:
Böyle “sélection”la[7 - Seçme, seçilim. (e.n.)] soyumuzu karıştırıp cinsimizi düzeltmeye uğraşmaktaki gayretin ehemmiyet derecesini bırakalım, anlayanlar incelesin. Meselenin yalnız cemiyet hayatımız bakımından göstereceği tesirlerden bahsetmek isterim.
Madam ya bir Fransız ya İngiliz ya da Alman olacağından Türk kocasına karşı daima bir soy üstünlüğü, milliyet gururu göstermekten geri durmaz.
Madam, medeniyet bakımından kendince farz ettiği bu soyluluk önceliğinden dolayı kusursuz bir kimsedir. Kocası ise onun yanında daima insanlığından önemli şeyleri eksik bir hor, noksan yaratıktır. Koca için her emre, her hakarete karşı daima boynu eğik, daima itaatli, daima tahammüllü bulunmaktan başka çare yoktur. Yoksa en alelade vesilelerle “Espèce de Turc!”,[8 - “Değersiz Türk!” (e.n.)] “Tête de Turc!”[9 - “Boş kafalı Türk!” (e.n.)] hakaretleri hazırdır. Çocuklar, annelerinden daima övünçlü, yüksekten atan bir üstünlük hâli gördüklerinden yaradılışça da, duyguca da o tarafa yatkındırlar. Bir Türk’le bir Avrupalı kadından doğma çocuklar arasında melek gibi güzelleri, sevimlileri bulunduğu inkâr edilmemekle beraber soy süzülmesi sözündeki bilgi değerine rağmen çirkin, sıska, tıknefes, irin renkli, solucan gibileri de görülmektedir.
Bu çocukların yüzlerinde çoğu zaman iki başka soyun birbirine zıt alametleri vardır. Tekir anadan, boz babadan doğan alacalı kedi yavruları gibi burnu Alman’a, kulağı Türk’e benzer; anaları Frenkçe, babaları Türkçe, dadıları Rumca konuştuklarından dillerin bu bülbülleşmesi içinde büyüyen yavrucuklar üç yaşındayken üç dört dille konuşur görünürler. Ama on yaşına gelirler de hâlâ başlıca bir dilden samimi bir konuşma gücü gösteremezler. Bu masumların değişmez, belirli bir isimleri bile yoktur. Babaları Cenan derse anaları Jean diye çağırır. İki milletliliğin cemiyet âdet ve şartları arasında kalan bu zavallılar büyüdükçe örtünme, evlenme devirlerinde bunların yaşama şekilleriyle ilgili önemli meselelerin güçlüğü de beraber büyür.
Memleketimizdeki alafrangalığın işte bu çeşidinden de tatlı konular, gönül okşayan fikirlerle Pierre Loti’lere hikâye sermayesi olacak ibret dolu mevzular çıkar. Tabiattan alınma sahneler görülür.
Allah esirgesin, memleketimizin ileri gelen erkekleri hep böyle soy süzmesi gibi medeniyeti ilerletici gayretlere kapılıp Frenk kadınlarıyla evlenmeye rağbet ederlerse Doğu’nun mahrem namusu ve güzelliği içinde büyümüş, her biri birer saflık ve namus incisi olan, evlerimizdeki o nur gibi Ayşelerimizi, Eminelerimizi, Zehralarımızı kimlere vereceğiz?
Pierre Loti’yi öbür cihet düşündürürse bizi de işin bu tarafı yakıcı düşüncelere salar.
Madamın Avrupa’da yakınları, soydaşları varsa her yıl sılaya gitmesi dolayısıyla, kocasının varlıklılığına göre, bu vesileyle yabancı diyarlara kucak kucak paralar akar. Ekonomik dengemiz de bundan yaralar alır. Avrupa’dan buraya para çekmenin yolunu bulanlar beğenilecek birer yurtsever sayılır. Burada birbirimizin dişimizi, tırnağımızı sökerek kazandığımızı oraya gönderenler değil.

ÜÇÜNCÜ NEVİ ALAFRANGALIK
Hikâyemizin kahramanı Meftun Bey, işte bu çerçeveye girer. Bu üçüncü nevi tip şehrimizde bol değilse de pek seyrek de değildir. Elverişli havalarda sokaklara dökülen ve Beyoğlu’nda gezinenler arasında görülür. Ayırıcı özelliği, yakalığının hayale sığmaz yüksekliğidir diyebilirim.
Hafifliğe kapılıp da bazen fırr diye döndüğü zaman fistan gibi açılan arabacıvari uzun ve “en cloche”[10 - Alt tarafı çan biçiminde genişleyen etek; kloş. (e.n.)] etekli redingotu, dar pantolonu, sivri potinleri, baston inceliğinde zarif şemsiyesi kendinin orijinal, modada tek kalmaya hevesli bir zamane delisi olduğunu gösterir.
Üzerinde darlığa, bolluğa, kısalığa, uzunluğa, inceliğe, kalınlığa dair ölçüce ilgisi modaya bağlı neler varsa zevk bakımından da, âdet bakımından da her türlü akıl ölçüsünü aşar.
O yüksek yakalığın altında, çoğu zaman plastron boyun bağının üzerindeki yerini tayin etmek saatler almış iri kravat iğnesi, elinde oku, çıplak bir aşk sembolü kabilinden mitolojik bir nesnedir. Yanılıp da bu iğnenin zarifliğinden bahsetseniz, “Mon cher, voulez-vous écouter l’histoire de mon épingle?” (“Dostum, iğnemin hikâyesini dinlemek ister misiniz?”) cevabı hazırdır. Bu iğne, sivri ucuyla Paris’teki aşk başarılarının birer önemli hatırasını eşeler, çıkarır. Söz, dinleyenin dayanıklılığına göre, uzar gider.
Çevresi şeritli, önü açıkça, rengi elbiseninkiyle zıt bir yelek… Üst cebinde ayarının derecesi şüpheli bir sarkma kordon, ucunda tarihî macerası gayet meraklı, önemli, çok az rastlanır bir para…
Şıkın üzerinde ağızlık, tabaka, gözlük, yüzük nevinden, hatta gömlek ve yelek düğmelerine kadar nesi varsa, bunlar da kendi gibi acayip ve sürekli birer macera sahibidir. Tarihçe veya sanatça özel bir önemi, hatırası olmayan hiçbir şeyi üzerinde taşımaz.
Sağ elinin şehadet parmağı kökünden tırnağına kadar taşlı, taşsız, oymalı, harfli halkalarla süslüdür. Bunun sebebi sorulsa hep Paris’teki sevgililerinin yalnız o parmağa takılması şartıyla bunları birer muhabbet hediyesi olarak vermiş olduklarını söyler.
Kılık kıyafetçe belki Meftun’un birkaç benzeri bulunur. Ama ahlakındaki gariplik, âdet ve hareketlerindeki acayiplik bakımından bir benzerini bulmak imkânsızdır. Şövalyelikte Cervantes’in Don Kişot’u neyse Doğu alafrangalık âleminde de Meftun Bey işte odur. Gariplikte kahramanımız bir yaratılış harikası, bu hikâyesi ise sanki Fransızların fantezi dedikleri hayal eserleri gibidir. Bundan kimseye bir küçümseme ve alay payı fırlamaz.
Sözü burada ne uzatalım? İleriki sayfalar bu antika adamın kendisini anlatmak için yazılmıştır.
Meftun, Frenklere tapma hastalığına yakalanmış bir deli midir? Hayır. Göreceğiz ki o da değil. Bazı sınırlı zamanlarda akıllılık anları görülmesine bakılırsa seyrek nöbetli sıtma gibi, aklı gelir gider takımından olması daha kuvvetli bir ihtimaldir.

    6 Ocak 1908, Aksaray
    HÜSEYİN RAHMİ

I[11 - “Alafranga” romanının ilk yayımlanmasında, sansür, buradaki “haşerat” ve “mikrop” sözlerinden hafiyeler hakkında bir ima kokusu alarak bu ilk kısmı tamamıyla çıkarmıştı.]
Aksaray Caddesi’ndeki sel ızgaraları hakkında eski bir rivayet, âdeta birkaç yılda bir büyük fırtına ve yağmurlarla beraber yenilenen bir efsane vardır. Vaktiyle yağmurun, selin pek taşkın olduğu bir günde, bu sel bacalarının biri, binicisiyle birlikte bir eşek yutmuş. Bu havadisin gürültüsü gazetelere kadar yayıldı. Sansür, halkın anlayışını aşağılaştıran, ahmakların hoşlanacağı böyle haberlerin yayılmasına aldırmazdı. Rivayeti çıkaranların bu konuda dayandıkları belgeler nedir? Koca eşek, üstündekiyle birlikte ızgara aralıklarından nasıl süzülüp geçmiş? Bu konuda inandırıcı bir açıklık yok. Yalnız Aksaray tramvay durağında Nalıncı ve Şekerci sokaklarının başlarındaki ızgaralar, yağmur sularını toplamak ve uzaklaştırmaktan daha başka hizmetler görerek de dikkati çekiyorlar. Bu baca ağızları, fakir halkın âdeta bülbüllü, sümbüllü, hoş kokulu bir havuzbaşı eğlence yeridir. Yaz günü uçan haşeratın her çeşidi buralarda vızıldar. Rutubetten etraflarında yosunlar, çimenler yetişir. Bu has bahçelerin güzelliğinden en çok faydalananlar tramvay işçileridir. Yazın insanı kesen sıcak günlerinde, Eminönü’nden Aksaray seferini tamamlayınca, o beş altı dakikalık hizmet arası sırasında tramvay ispirleri[12 - İspir: At veya araba uşağı. (e.n.)] bu ızgaralı sokakların başlarındaki sıra ağaçların gölgesine yahut çeşmenin gölgeciğine sığınırlar. Bu ferahlatıcı havuzların hemen yanına iskemleyi atıp acele bir dinlenme kahvesi içerler.
Akşama doğru bu sokakların ağızları balıkçı tablaları, yemişçi, sebzeci küfeleriyle birer pazar, birer yiyecek sergisi hâlini alır.
Bu ızgaraların en büyük faydası, oradaki bütün esnafa âdeta çok büyük bir takatuka hizmeti görmeleridir. Bunların birer sel süzgeci olduğu unutularak temizlik arabalarının biraz uzunca süren gelişlerini bekleyemeyecek kadar aceleci olanlar, elleri değdikçe süprüntülerini getirirler, bu ızgaranın üzerine boşaltırlar. Aralıklardan sığan parçalar aşağı gider, sığmayanlar demir çubukların arasına sıkışır, durur. Bunlar, güneşin sıcaklığını içer. Arada bir dükkânlardan dökülen çirkefler, nargile ve kahve çömleği suları, berber leğenlerinin içindekilerle ıslanıp tazelendikçe ortalığı dayanılmaz bir koku sarar. Orayı, kara bulut gibi, irili ufaklı bir sinek alayı istila eder. Izgaranın yanından bir insan veya hayvan geçince bal ve eşek arıları da dâhil olmak üzere tatarcık, sakırga, kenesine kadar içinde kanatlı haşerattan her çeşidi bulunan bu alay, ürkerek, inceli kalınlı, türlü vızıltılarla bir kere havalanır. Birkaç kısma ayrılır. Birtakımı az ötedeki manav dükkânına, öteki kısmı da aşçıya, çapulculuk için dağılırlar. Bir haylisi de o has bahçelerde kahve içen müşterilerin başına bela olur. Manava gidenler, meyvelerin çürüklerini seçerek üstlerine üşüşürler. Aşçı dükkânına hücum edenler arasında pisboğazlık gibi onları aceleye sürükleyen bir kötü huy yüzünden hoşaf kâsesi, terbiyeli çorba tenceresi, bazı yemek salçaları içine düşüp kazaya uğrayanlar bulunur. Mayhoş ve serin hoşafa düşenler, havada kalan ayaklarıyla tek kanatlarını titreterek dokunaklı, keskin feryatlarla yardım istemeye başlarlar. Vızıltı hayli uzar. Fakat hain aşçı, boğulanların yardımına koşmaz. Zavallılar o şekerli, kızıl deniz içinde debelene debelene kalıbı dinlendirirler. Asıl acınacak hâlde olanlar çorba tenceresine düşenlerdir. Onların vızıltıları çok sürmez, çabuk haşlanırlar. Aşçı, müşteriye çorba vermek için kepçeyi daldırınca o kaynar yüzeyden derinliklere karışırlar. Görünmez olurlar. Zavallıları artık aşçı değil ya, çorbayı içen müşteriler bile aramış olsa bulamazlar. Tencerenin üstü sinekten kara bulut hâlini alınca aşçı çırağı her bir teli gene sinek tersinden görünmeyen sinekliği eline alır. Kapakları açık yemekler üzerine şiddetle bir sallar. Sinekliğin perişan zülfü, yemek salçalarına girer, çıkar. O kara bulut, bir uğultuyla havalanır. Bir kısmı dükkânın tavanına, başka yerlerine dağılır. Birtakımı da kapıdan, pencereden sokağa uğrar. Kapının dışında, aşçının ara sıra fırlatacağı kemiklere özlemiş bakışlarını bağlayıp bekleyen, en azılısından en acizine kadar, rütbelerine göre dizilmiş köpekler vardır. Bu sinek alayı önlerinden geçerken köpekler, boyunlarını uzatırlar. Ağızlarını kapan gibi açıp kapayarak pek yakınlarından geçenleri avlarlar, “hapıcık” yaparlar. Köpeğe sinek lokması ne kâr eder? Bu avcılık onlara, insanların karides, ayçiçeği, kabak çekirdeği yemeleri gibi, küçük bir eğlencedir. Köpek, avını ağzına attıktan sonra kısmetin küçüklüğünü, dişlerine hiçbir şey dokunmadığını anlatmak için küçümser bir yüz buruşturması içinde gözlerini kısarak çiğner. Av ne kadar küçük olursa olsun “Küll-i dâhilün yenfa.”[13 - İçeriye giren her şey faydalıdır. (e.n.)] hükmünü yayan, bulduğuyla geçinmeye alışık bir filozof olduğunu göstermek için yanından geçen ufak tefek sineklere karşı hiç de tenezzülsüzlük tavrı takınmaz. Hep ağız açarak tutmaya saldırır. Fakat kısmet bu… Her zaman kolaylıkla ele geçmez. Boşuna çene salladığı da çok olur.
Köpeklerin iştahlı dişlerinden kurtulan sinekler gene ızgaralar tarafına ve bu gönül açıcı bahçelerde kahve içen müşterilere dağılırlar. Tabiat sineklere, mikroplara kolay beslenme bakımından bağışladığı saadeti öteki yaratıklardan pek azına nasip etmiştir. İnsanlığın hırsızlık hakkında koyduğu şiddetli kanunlardan bu haşerat muaftır.
Çünkü aklı erenlerden hiçbiri yürürlükte olan kanunları bunlara kadar yaymak ve tatbik etmek imkânını keşfedememiştir. Bu seçkin mahluklar için bütün aşçı, sütçü, tatlıcı, manav dükkânlarından erzak toplamak mübah gibidir. Müşterilerin gönüllerini bulandırmamak için bu esnaftan bazıları şişe kapanlar, eczalı kâğıtlar, tozlar gibi yok edici vasıtalarla bunları öldürme yolunu düşünürlerse de çoğu bu konuda kayıtsız bulunur. Çünkü bu haşerat tatlıdan, ekşiden, nefis yiyeceklerden ne kadar ziftlenseler yedikleri şeyler tartıda, ölçüde hiç belli olmaz. Mesela bir üzüm küfesini beş yüz arı, sinek istila ederek birkaç saat tıkınsalar, üzümcü tartıda gene bir şey kaybetmez. Gayet ustalıklı yalar yutarlar. İşte bunun için esnafın çoğu bunların üşüntülerine pek aldırmazlar. Hücumlarından pek bezgin hâle gelirlerse bir iki defa sineklik sallamakla da yetinirler. O anda tartıda, ölçüde bir eksilme görülmüyor ama bu kanatlı haşerat her çeşit çöpten, pislikten kalkıp yenecek şeylere konarak bazı hastalıklara sirayet vasıtası oluyorlar. Bundan sağlık için birçok tehlike peyda oluyor. Bu fenalıktan esnafın haberi yok. Bu çeşit mahlukların kayıt ve inzibat altına alınması kabil olamadığı için bunlar dünyada her şeyin tadına bakmak gibi tabii bir imtiyazla her tarafta dolaşır dururlar. Bazen kaynar çorba tenceresinde can verenler, köpeklerin ağzına düşenler, başka kazalara uğrayanlar da olur ama bu hadiseler devede kulak. Benzerlerine tesir edecek bir ibret derecesinde sık görülmüyor.
Sözün ipini başka vadilere kaçırmadan şunu faydalı bir tembih olarak arz edelim ki bilginlerin sözüne göre mikroplar, geçim kolaylığı bakımından, sineklerden daha talihliymişler. Çünkü sinek, arı, karınca nevinden haşerat paylarına düşen erzakı ele geçirmek için etrafı dolaşarak bunları toplamaya uğraştıkları, yani bir dereceye kadar geçim derdine bağlı kaldıkları hâlde mikroplar, bulundukları yeri yiyerek araştırma zahmetine katlanmadan yaşarlarmış. Allah korusun, böyle üşüşüp yedikleri yerden hayır kalmazmış. Tanrı kullarını bunların şerrinden korusun, âmin.
Sinekler, bu ızgara civarındaki kahvelerin önlerinde keyif çatan zevk sahiplerinin üzerlerine saldırırlar ama bunların kimlerden meydana geldiğini söyledik ya… O güzel yerdeki serinlikten, güzel kokulardan istifade edenler tramvay arabacıları, kondüktörleri, kılavuzlarından ibarettir. Bunlar, o koca çizmeli ayaklarını yarım arşın ileriye uzatarak ufak bir yoğurt kâsesi iriliğindeki okkalı kahve fincanlarını höpürdeterek keyif yetiştirirler. Zavallı kahveci on, hatta beş paraya böyle kâse kâse kahve satar ama bunun neresinden ve ne miktar kâr eder, bilinmez.
Sinekler bu ağaların orasına burasına konar. Lakin bunların elleri o kadar nasırlanmış, yüzleri o geçim zahmetlerinin soğuk ve sıcak havasıyla öylesine sertleşmiştir ki sinek gezintisi bunlara vız gelir. Bir şey hissetmezler. Sinekler o köseleleşmiş enselerde, o pösteki-leşmiş yanaklarda, o abanozlaşmış parmaklarda rızıklarını sağlayan taneler toplamak üzere bir iki kolaçan ederler. Fakat hiçbir tarafa diş geçiremezler. Çünkü tramvay idaresi bunlardaki öz suyu o gündelik meşakkatlerle kurutmuş gibidir. Sinekler hiçbir cihete hortum işletemeyince kahve fincanına arsızlanmaya başlarlar. Kenarında bir iki piyasa filan derken ayakları mı kayar, nasıl olur, cup içine düşerler. Bunun kaza olduğuna kimsenin şüphesi yok. Çünkü yaşamaktan bezerek intihara kalkışacak kadar yüksek fikirlerin henüz sineklerde bulunmadığını herkes bilir. İntihar ekseriya geçim darlığı yahut sevginin verdiği üzüntü yüzünden ileri gelir. Avrupa’da, hususiyle İngiltere’de bazı lordlar, kontlar gelirlerinin çokluğuna karşı harcayacak yer bulamamak sıkıntısıyla intihar ederlermiş… Bu rivayetler bize yalan, hatta rüya gibi gelir. Çünkü Doğu cihetlerinde mesele bütün bütün tersinedir.
Zavallı sinek, içinde kahveden ziyade kaynatılmış arpa suyu bulunan o koyu renkli sıcak havuza düşünce kendini kurtarma ümidiyle vızır vızır en keskin yardım naraları atmaya başlar. Maalesef boru sesiyle işitme inceliğinden kendinde eser kalmamış olan tramvay ispiri bu vızıltıyı duymaz. Kazazede, son ümitsiz gayretiyle debelene debelene canını kurtarmaya çalışırken birinciden büyük bir kazaya uğrar. İspir, fincanı höpürdetir. Çok defa sinekçeğiz ilk nefeste gırtlağa iner. Oradan, uğurlar olsun, ikinci istasyonda mideyi bulur. Arabacı, kahve yudumu içinde yabancı bir madde olduğunu pek nadir hisseder. Dilinin ucuyla boğulanı dışarıya çıkarır. Parmağına alır. Kazazede siyah yahut yaldızlı, parlak neviden midir? Sakırga mıdır, nedir? Hüviyetini incelemeyi hiç merak etmeksizin bir fiskeyle biçareyi karşıya fırlatır. Fakat o sinekte de artık hayır kalmaz.
Bu boğulma olayı bir fincanda bazen iki üç defa tekrarlanır. Ama müşteri aynı kayıtsızlıkla sinekleri ya yutar ya çıkarır. O kadar küçük bir şeyden tiksinmeye düşmek münasebetsizliğinde bulunmaz. Bu hâli pek tabii görür. İğrenmeye kalksa kimi mesul tutmalı? Havadaki sinek, fincana düşmüş… O kahveyi mundar saymak lazım gelse kahve içmekten vazgeçmekten başka çare kalmaz. Çiftini on paraya ufak kâse büyüklüğündeki fincanlarla kahve içip de her sinek düştükçe fincanların içindekini yenilemeye kalkışmak pek insafsızlık olur, değil mi? Ama herif içine arpa katıyormuş. Arpa bedava mı? Onu yemeye hak kazanabilmek için tramvay beygirleri ne azap, ne yorgunluk çekiyorlar! Kira hayvanları hep bu lezzetli nimeti yemek hayaliyle nal parçalıyorlar da biçarelerin içinde sahiplerinin avuçlarından bunu koklayabilenler akranları arasında talihli sayılıyorlar.
Arabacı üç beş dostuyla bir iki söz edip birkaç sinek yutuncaya kadar hareket etme nöbeti gelir. O kirli kahvenin içilme müddeti, bu adam için, tramvay ispirliği gibi kuvvet tüketen bir işin bitmez tükenmez seferleri arasında nasıl gönül okşayıcı bir fasıla teşkil eder, bilseniz! Zavallı, ayağa kalkar, dirseklerini kıvırıp kollarını uzatarak bir iki gerinir. O kısa dinlenme ve o acı kahveyle yeni bir seferin meşakkatlerine göğüs gerebilmek için gerekli kuvveti kazanır. Ağır, bir bakıma gururlu adımlarla yürür. Kendine ait yere çıkar. Boynundaki borusunu düzeltir. Kırbacını yoklar. Terbiyeleri eline alır. Kulağı kondüktörün çalacağı düdüktedir. O koca oda kadar araba, öndeki dört hayvanın gayreti, bu adamın himmetli kırbaçlarıyla o yokuşları çıkıp inecektir. Bu beş mahluk birbirleriyle o derece kaynaşmıştır ki aralarında hususi sesler ve işaretlerden yapılma bir çeşit lisan peyda olmuştur. İcabında kamçının o şakırtılı ucu belagatli ve tesirli cümleler söyler. Dikkat edilse hayvanların da aynen arabacı gibi, hareket için öttürülecek düdük sesini bekleyerek kulak kabarttıkları görülür.
Düdük ötünce beşi birden gayretle vazife görmeye girişirler. Geçim derdi o adamı bu hayvanların gördüğü işin başına geçirmiş. Biri sürecek, ötekiler çekecekler. Kaderin hikmeti bunları işte ortak etmiş. İspir yaşamak, belki birkaç çocuğunu da yaşatmak için kırbacı eline almış, o esirliğe mahkûm hayvanları yürütüyor. Ekmek parası sağlamaya uğraşıyor. Düdük ötünce bunun yürümeyi emrettiğini beşi de biliyor. Ama beygirler, gezgin bir eve benzeyen o koca arabayı akşama kadar belli bir yere niçin getirip götürdüklerini biliyorlar mı? Bu hayvanları bırakalım da kendimizi düşünelim. Başlangıcından sonuna kadar bu yaşama güçlüğünü niçin çektiğimizi biz biliyor muyuz? Varlığımızı, yokluğumuzu baştan ayağa kuşatan yaratılışın halli güç sırlarından hangi birini halledebiliyoruz? Tahammül derecemizi sormaksızın bizi beladan belaya götüren kaderi ispire, zayıf sırtımızdaki hayat yükünü tramvaya benzetirsek bizim de o hayvanlardan hiç farkımız kalmaz.
İnsanlar bir düşkünlüğe, bir üzüntüye uğradıkları vakit olanca öfkelerini kendilerinden aşağı durumda bulunan zayıf kimselerden çıkarmak, güçleri erdiği mahlukları o kızgınlık ve düşmanlıkla insafsızcasına ezmek yaratılışındadırlar.
İspirin dişi, başı ağrıdığı, bir şeye canı sıkıldığı, manen ve maddeten ızdırap duyduğu günler kaderine karşı kızgınlığını beygirlerden çıkarmak ister, o gün kamçıyı fazla vurur. Zavallı hayvanlar, çekme vazifelerini her günkü gayretle yapmaya çalıştıkları hâlde, o gün dayağı niçin fazla yediklerinin sebebini anlayamazlar. Akıl ve anlayışça kendi aşağısında gördüğü bazı kimselerin nasıl olup da talihin müsaadesiyle refaha eriştiklerinin sebebini de ispir anlayamaz.
İspir, bu beş on dakikalık istirahat fasılasına kavuşmaktan gene de bahtiyardır. Zavallı biletçi için hiç nefes alacak vakit yoktur. O biçare, tramvay durunca doğru idare şubesine, hesap memurunun karşısına gider. Bu hesap, ahiret hesabından daha güçtür. Çünkü ahiret hesabı ne kadar ince olursa olsun, bir tek defa sorulacaktır. Bu, her gün, hem de tekrar tekrar sorulur. Çantada bulunan para satılan biletlerin sayısıyla karşılaştırılacak. Bu ince hesap kontrol memurlarının cetvele al, mor, hasılı renk renk kalemlerle teftişi gösteren işaretlerine uygun düşecek… Çıkacak noksanı keseden ödemekten başka çare yok.
İspir, yalnız idare ettiği hayvanlara meram anlatacak. Zavallı biletçi, her seferde sayısını kestirmek kabil olmayan garip tabiatlı, meram anlamaz birçok adama söz dinletecek, nefes tüketecek.
İspir kahvesini içmekle, biletçi hesabını vermekle uğraşırken hayvanların idrarından meydana gelen gölcüklerden uçan ağır kokuların, sineklerin içinde, güneşin altında dinleniyor gibi duran tramvaya tek tük müşteri binmeye başladı: Evvela iki kadın bindi. Bunlardan biri erkeklerle kadınlar tarafını ayıran tahta bölmenin kirli keten perdesini indirerek “Her zaman da bu perdeyi açık bırakırlar. Ne zaman tramvaya binsem mutlaka elimle ben kaparım. Bu tramvaycılar ne tembel adamlardır. Yalnız tırınk tırınk para almasını bilirler. İş görmesini değil… Bunlar maliye kâtipleri gibi veresiye çalışmazlarmış, aylıklarını peşin alırlarmış. Bizim mahallede bir biletçi var, karısına bir kâtipten daha iyi bakıyor. Evceğizini bilsin, getirsin, götürsün de varsın biletçi olsun. Ne var? Sanki ben kızı mümeyyize verdim de ne oldu? Senede dört defa aldığı aylığı tıraş parasıyla fotininin lostrasına yetişmiyor. Bizim paşalar bu tramvay direktörleri kadar olamıyorlar. Bak o nasıl ediyorsa ediyor, hep bu çalışanların aylıklarını zamanında veriyor… Hanım, duydun mu? Bizi idare etmek için buraya Frenk getireceklermiş.”
“Aman sus kardeş… Kıyamete alamet… Deccal çıkacak diyorlardı. Sakın bu, işte o gelecek Frenk olmasın?”
“Yok canım, Deccal meccal değil… Bihikmetillahi Teala, bizimkilerin aklı işe bir türlü Frenkler kadar eremiyormuş…”
Birinin kucağında kundak, iki kadın daha bindi. Bu Deccal bahsine iştirak ettiler. Beş dakikada söz sekiz on kalıba girdi. Hiçbiri dinlemiyor, hepsi söylüyordu.
Orta yaşlı, fakat yaş nispetine göre yaraşığı aşar derecede süslü bir hanım, pek ziyade modaya uyma merakıyla süslenmesini garip görünecek dereceyi de aşırarak gülünç bir hâle getirmiş bir taze… Bir Rum hizmetçi matmazel, bezenmeye özenmiş lakin şık olmaktan ziyade tuhaf olmuş guguruklu bir zenci kadın… Lekelenmiş, tarazlanmış, vücuduna küçülmüş pembe atlas elbiseli dört beş yaşında bir kız çocuğu, ellerinde bohçalar, kutular, paketlerle tramvaydan çıktılar. Bunlar binip ellerindekileri oraya buraya yerleştirdikten sonra dışarıdan, beyin redingotu vücuduna uzunca gelmiş, başındaki illeti örtmek için kulaklarına kadar koca bir fes giymiş sünepe bir uşak, hanımlara birtakım eşya daha verdi. Tramvaydaki kadınlardan biri: “A, a, kuzum bu ne kadar eşya? Bunlar nereye sığacak?”
Arap, hiddetle:
“Elbette bir tarafa sığacak! Bu koca trompoyu sani keyfi için mi yaptiler ayo?”
Kadın: “E, sözümü geri aldım. Ne öfkeli Arap bu? Uysan kavga olacak…”
Arap: “Arap mi? Ağzına topla… Bani adıni sen mi koydu öyle? Ben Pehlelizade hanımefendini kalfasiyim, beğenemedi mi?”
Diğer bir kadın: “Kehlelizade[14 - Kehlelizade: Bitlioğlu. (e.n.)] mi diyor? O nasıl ad öyle?.. O dediğinden, Arap’ın üstünde de varsa vay hâlimize… Bir topalı yedi mahalleyi dolaşırmış…”
Bir diğeri: “Sus kardeş sus… Arap öfkeci… Babalı mıdır nedir?”
“Babalı mı? O babalı ise biz de babalıyız. Dünyada hiç babasız insan olur mu imiş?”
Kucağında, kundaktaki çocuğunu emziren kadın kedi gibi etrafı koklayarak:
“Ay, kardeş, burnuma mis gibi bir şey koktu… Nedir o?”
Kadınlar pencereden dışarıya bakıp:
“A… Şey bak, bak… Şurada kambur kahveci mangalı dükkânın önüne koymuş, ızgarada cızbız köftesi pişiriyor.”
Kadının biri birkaç defa yutkunduktan sonra:
“Hay yetişmesin pişirmeye… Sokak ortasında böyle şey mi olur?.. Koskoca cadde bu… Fukarası var… Gebesi var… Aşereni var… Emziklisi var… Kokuta kokuta âlemi böyle imrendireceğine ta dükkânın içinde pişirse de gizlice ziftlense olmaz mı?”
Kadının biri emzikliye hitap ederek:
“İçin çekti mi kardeş?”
Emzikli, sıkılarak önüne bakar. Diğer bir kadın onun tarafından cevap verip:
“A, ne demek, hiç emzikli olur da imrenmez mi? Söyle kızım, söyle için çekti mi?”
Emzikli, biraz kızararak:
“Ne yalan söyleyeyim, çekti… Söylemesi kabalık, böyle göbeğime kadar bir ezinti duydum…”
“Vah vah! İşte gördün mü? Zavallı tazenin şimdi sütü çekilirse?”
Diğer bir kadın: “Çekilir kardeş, çekilir. Süleyman’ımı emzirirken tıpkı böyle benim de başıma geldi… Bana kokan da balıktı, istemeye utandım. Ertesi günü memem üfürdü, Hüt Dağı gibi şişiverdi. (eliyle göğsünü göstererek) Taş ölçerim[15 - Taş ölçerim: “Benden uzak olsun!”, “Allah başa vermesin!” anlamında kullanılan deyim. (e.n.)] hanım, koca koca fitiller işledi. Üç ay paya pay hekim hoca gezdim. En sonra mahalsiz bir şeyden geçti ya, şimdi onu da anlatması uzun. Sütüm de kaçtı… Allah rahmet eylesin, nurlar içinde yatsın, o zamanlar benim oğlanı… Süleyman’ımı komşumuz Hacı Fevzi Efendi’nin gelini Safinaz Hanım emzirdi. Neler çektim, neler…”
Öteki kadın: “Ay, öyleyse heriften bir parça köftecik isterim. Hatuna günah değil mi?”
Kadın, tramvayın penceresinden kambur kahveciye seslenerek:
“Hu, kahvecibaşı… Kahvecibaşı… Baksana aslanım… Burada emzikli var. Köften mis gibi koktu. Şöyle bir çimdik… Bir tadımlık verir misin?”
Kambur kahveci, arkasında omuzdan iliklenir, yârdan ayrıldım biçimde cakalı bir mintan… Kollar dirseklere kadar dekolte… Baş açık, saçlar gayrimuntazam, çenesi göğüs tarafındaki çıkıntıya temas eder surette vücudunu yampiri çağanozvari ızgaraya vermiş… Elinde maşa… Ateş üzerinde etrafına kokulu bir duman yayan köfteleri, gözlerini yarı süzerek, dudaklarının nihayetlerinde biriken salyayı yuta yuta fevkalade bir özenle, özel bir tavırla ara sıra altüst ediyor. Karşısında yarım düzine kadar irili ufaklı köpek, köftelere karşı susta durur gibi saygılı birer vaziyet almışlar. Maşanın ızgaraya uzanışında kamburun beklenmedik bir ikramını ümitsizcesine bekleyen köpeklerde gözlerini baygın baygın yumup açarak birer yutkunuş var…
Köftelerin iştah açıcı kokusu sayesinde kadınlar tarafından “kahvecibaşı”, “aslanım” gibi iki övücü ve takdir dolu hitaba layık görülen kahveci, ikram seven bir insanın gururuyla hemen köftenin birini maşayla kavrayıp cazırdaya cazırdaya tramvaya doğru uzatarak:
“Çeşnisi bedava… İmrenip de istemeyenin günahı boynuna… Şan olsun da kâr olmasın… Köftem Aksaray’a nam verdi… Gebelere, emziklilere helal ve afiyet olsun… Al hanım, ye!.. Sütün kaçmasın…”
Kadın elini köfteye doğru evvela saldırıp sonra geri çekerek:
“A güzelim… Senin maşayla tuttuğun o sıcak köfteyi ben elimle nasıl alayım? Bir lokma ekmekçiğin yok mu? Üstüne koy da ver. Bir sevaptır ediyorsun, bari tamam et…”
Kahveci: “Gücenme hanım… Ekmeğim de var, suyum da… İstersen kahve, çay, limonata da ikram edeyim.”
Tramvaydan kadının biri: “Bakınız, herif bizimle eğleniyor.”
Diğeri: “Ne yaman kambur felektir o… Siz onun öyle yamrılığına, yumruluğuna bakmayınız. İki karı boşadı. Kız kardeşini tanırım…”
Kahveci, yarım dilim ekmeğin üzerinde köfteyi tramvaya uzatarak:
“İçinizde kaç emzikli, kaç hamile var? Allah’a şükür köfte çok… Kaç tane isterseniz haddim olmayarak takdim edeyim…”
Kadının biri: “A, delinin zoruna bak! Karın doyuracak değiliz ayol…”
Kadın köfteyi alıp dörtte bir kısım kadarını bölerek bir parça ekmeğin üzerinde emzikliye uzatır… Bir lokma da arkadaşı olan hanıma vererek:
“Al Zehra, koktu. (öteki kadınlara) İmrenen varsa sıkılmasın, söylesin… Buna yalnız emzikliler imrenmez ya… Emziksizlerin canı yok mu?”
Etraftan imrenmeyi gösterir mahcup tebessüm gösterenlere de birer parçacık ikramda bulunduktan sonra kadın, kalanını da kendi ağzına atar. Hanımın biri siyah kadını göstererek:
“A, kalfaya vermeyi unuttuk…”
Guguruklu Arap iğrenme tavrıyla yüzünü buruşturup:
“Yok… Yok… Ban imrenmadi… Marya[16 - Marya: Dişi koyun. (e.n.)] mıdır, kaçi midir, nedir? Kamburun kirli aliyle yaptiği bir koftayi seksen farşa edip de ban yer miyim hiç?”
Kadının biri yanındakine yavaşça:
“Aa, a, baksana kuzum bu Arap’ın guguruğundan büyük de kibri var… Köfteleri beğenmedikten başka yiyenlere de hakaret ediyor. Yok marya imiş… Yok bilmem ne imiş… Elinin körü!..”
“Sus… Sus… Arap etrafa bulaşmak için çanak tutuyor. Bahane arıyor… Aşçı kadın mıdır nedir? Çalıp çalıp yiye yiye ete doymuş galiba da onun için nazlanıyor…”
Yaşıyla uygun olmayacak kadar süslenmiş olan hanımın yanındaki soluk pembe elbiseli kız çocuğu densizce somurtup dudaklarını kıvıra kıvıra annesinin eteğinden çekerek:
“Anne, ben köfte isterim… Koktu…”
Annesi yavaşça çocuğun kulağına:
“Ben sana şimdi çukulata alacağım… Ne yapacaksın o pis köfteyi?”
“Anne koktu, isterim…”
Kızın böyle arsızlandığını karşıdan gören Arap, avcu üstünden akçıl olan elini çocuğa doğru uzatarak:
“Bak tokata… Arsiz kız, ne kımkımlaniyorsun?.. San de mi emziklisin ayo? Kamburun koftasine imranılı mı hiç?”
Kadının biri telaşla:
“A, bak kardeş… Hepimiz tattık da çocuğu unuttuk…”
“A, sahi… Ne olur? Bir daha isterim. Kambur cömerde benziyor… (kahveciye) Baksana civanım…”
Kambur: “Buyurun elmasım…”
Kadının biri, öbürüne:
“Baksana şu musibete! Bir lokma ekmekle bir köftecik verdi. Şimdi terbiyesiz terbiyesiz arsızlanıyor…”
Köfte isteyen kadın: “Kahveci birader. Köfteni hepimiz yedik de çocuğa vermeyi unuttuk. Şimdi mızmızlanıyor… Şöyle yarım tanecik olsun daha verirsen büyük sevaba girersin.”
Kambur kahveci bu defa biraz kaşlarını çatarak dükkândaki çırağına:
“Ulan Sadık, bir dilim ekmek al gel! Parasız müşterilerin iştahları arttı. Kendileri yemişler, çocuğa tattırmayı unutmuşlar. Yavrucak şimdi mızmızlanıyormuş. Bak, hanımlara sor. Köftenin üstüne kahve, nargile de istiyorlar mı? Laleli’den tramvay bir ayak evveli imdada yetişip de buradaki kalkmazsa kasaba bir okka köftelik kıyma daha ısmarlamalı. Bu yetişmeyecek.”
Kadının biri: “Baksanıza, zevzek kambur neler söylüyor?”
Köfte isteyen hanım: “Bakma kardeş, öyle söyler o… Zevzektir ama kalbi pek iyi bir adamdır.”
Bir dilim ekmeğin üstünde köfte gelir. Çırak Sadık, dilimi uzatarak:
“Ustam selam etti, yeni gelmiş imrenenler varsa köfteyi ekmeğe sürtsünler, sürtsünler de et niyetine yesinler… Köfte bitti, tadamayanlar avuçlarını yalasınlar, dedi…”
Kadın: “Hoşt köpek! Ustan öyle şey söylemedi, sen uyduruyorsun!”
Çırak ustasına bağırarak:
“Usta! Selamını söyledim… Avuçlarını yalasınları anlattım. Hanım inanmıyor. Çakar almazlıktan geliyor…[17 - Çakar almazlıktan gelmek: Anlamıyormuş, duymuyormuş gibi davranmak, oralı olmamak. (e.n.)] Köfteyi kendi kapıyor da bana ‘hoşt’ diyor!..”
Kambur: “Öyleyse kasaba söyle, bir iki okka veresiye kıymalık göndersin. İşte herkes görüyor ki para ile satmıyoruz. Fisebilillah dağıtıyoruz… Mevlitlerde şeker, kandil gecelerinde su dağıtıldığını âlem bilir ama böyle kahveden köfte sebil edildiğini şimdiye kadar kim görmüş?”
Çırak Sadık, tramvayın içinde bir köftenin altı yedi kadına dağıtılış şeklini merak ederek oradan ayrılmaz. Pencereden içerisini dikiz eder. Kadın, köftenin yarısını çocuğa verdikten sonra isteği olup olmayanları anlamak için etrafa şöylece hafif, kısa bir sorgu bakışı attıktan sonra kalan yarısını da kendi ağzına atıverir. Kadının bu oburluğu öteki hanımların gülümsemelerine, kahkahalarına, homurtularına sebep olur. Çocuk, köfteyi çiğnemeden yutup hemen annesinin eteğine sarılarak: “Anne, ben köfte isterim… Hiç doymadım ki…”
Karşıdan zenci kadın, çocuğa gene tokat işareti ederek kendine mahsus o dolambaçlı söyleyişiyle:
“Sani Allah doyorsun! Ben bu Hasene kızın doyduğu hiç gormadi. Koftacini arkasındaki o kamburunu yese bu kız gene doymaz, gene doymaz… Vesile Hanım şamarı ur ağzına da sussun bu yumurcak…
Çırak, ustasına bağırarak:
“Usta!.. Çabuk, çabuk… Dükkâna kaç… Hanımlar doymamış, senin kamburunu yiyeceklermiş…”
Kahvecinin yanındaki peynirci, dükkândan başını uzatarak ropdöşambır gibi arkasına giydiği, aslında beyazken şimdi insanın bir türlü rengini tayin edemediği o kirli urbası içinde güle güle:
“Yok… Yok… Arif’imin kamburuna dokunmasınlar. O, onun semeridir. Yaraşığıdır. Sonra bütün tuhaflığı, kamburuyla beraber gider. Bizim Arif, kamburu olmayıncak kaç para eder ki?”
Kambur Arif, Zeybek oynar gibi mangal başından bir fırlar. Maşalı elini havaya kaldırıp belini kıvırarak:
“İşte bak buna kızarım. Köftem afiyet olsun. Lakin pisboğazlığın lüzumu yok! Kamburuma sulanmasınlar. O benim babamdan kalma altın çekmecemdir. Hırsızlardan kurtarmak için üç bin liraya sigortaya koydum. Fakat sihirlidir, afsunludur. Bizim moruk bana bu mirası bırakırken içinden bir altınını bozdurup harcayamasın diye bedduada bulunmuş… Sırtımda bir sandık lira taşıyorum da gene züğürtlükten ölüyorum. Bugün nasılsa elime bir avuç kıyma geçti. Ona da seksen ortak çıktı!
Kamburum sigortalı
Sevgilim Tatavlalı
Bu beyti işte ben düzdüm. Şaire okudum. Bunun veznesi kafulesine uymamış dedi. Ben aftosla[18 - Aftos: Oynaş. (e.n.)] uyuştuktan sonra lafın veznesine, kafulesine kim bakar imanım? Biz birbirimize uyduk a, yetişir. Ben kambursam sevgilim de tek gözlü… Pencerenin biri fırtınadan patlamış. Aftosumun benden evvelki sevgilisi muhabbetinin şiddetinden suratına bir tokat aşk etmiş. Gözünün birini akıtmış… Sevda olursa da böyle olsun… Allah için herif karıyı seviyormuş. Sonra mahkemeye müracaat olunmuş… ‘Uzuv tatiline sebep olduğu cihetle’ lafıyla herifi içeriye palanlamışlar. Galiba birkaç kuruş da ceza almışlar. Karının talihi de kendi gibi biçimsiz. Eski hampası[19 - Hampa: Dost. (e.n.)] da benim gibi mangiz tutmaz imiş. Aşağı yukarı Bonmarşe’den iki çeyreğe sarı ela bir cam göz almışlar, nazlıma takmışlar. Bu mesele aftosumun tek gözüyle beraber kapanmış, bitmiş… Şimdi karıyla aramızda bazı şöyle bir konuşma geçer:
Karı: ‘Ben seni niçin sevdim, bilir misin?’
Ben: ‘Niçin?’
Karı: ‘Kambursun diye… Beğendim…’
Ben: ‘Ulan kamburluk beğenilir mi?’
Karı: ‘Sebebi var…’
Ben: ‘Nedir?’
Karı: ‘Öfkelendiğin zaman suratıma kadar uzanabilip de öbür gözümü de sen patlatmayasın diye…’
O bir gözlü, ben tümsekli, kimin kimi beğenmemeye hakkı var? O, tek aynalı olduğu için kamburumu daima yarım porsiyon görüyor. Ben de onun suratına dikiz ederken hörgücümü sakat tarafına doğru siperleyip sağlam cihetini seyrederim. Aftosuma adla sanla Tekgöz Marika derler. Aval, ara sıra şaşırır da beni ‘iki gözüm’ diye sever.”
Tramvaydaki kız çocuğu köfte istemekteki ısrarını derece derece artırarak ne Arap’ın gösterdiği kara şamardan yılgınlık getirir ne de annesinin çikolata, fıstık alacağı yolunda ettiği vaatlerden teselli bulur. Âdeta ulur gibi bir ağlama tutturur.
Kahveci çırağı Sadık, kambur ustasına:
“ ‘Momo’yu duyuyor musun? Ağlıyor… Köfte için matem ediyor…”
“Ulan o nasıl çocuk o?.. Köpek yavrusu gibi uluyor. Haydi bir dilim ekmek daha al gel. İşte öteki tramvay da yokuştan gözüktü. Bir köfte daha verelim de kız doymazsa şimdi araba kalkacak, ağlaya ağlaya gitsin. Bizim Hacı Efendi’ye söyleyelim… Kandil gecelerinde Karakulak’tır diye fıçı fıçı yağmur suyu sebil ettireceğine köfte dağıtsın, köfte… Bunun iştahlısı daha çok. Sevabı da elbette sudan büyük olur…”
Çırak ekmeği getirir. Kambur üstüne bir köfte daha koyup dilimi eline alır, başının üzerinden birkaç defa çevirdikten sonra:
“Bu da tekmil yeminlerimin kefareti… Marika’nın tek gözünün selameti… Uğruna gitsin…”
Çırak köfteyi tramvaya uzatır… Mahalle karılarında bir sevinç gürültüsüdür başlar.
Kadının biri: “A, ne şen kambur bu! Artık hovardalığı ele aldı. Galiba tekmil köfteleri bugün bize yedirecek…”
Asıl, ağlayan çocuk için istedikleri hâlde türlü şakalarla köfteyi gene dağıtırlar. Payına düşen onda bir köfte Hasene’nin dişinin kovuğuna bile gitmez. Bereket versin, kızın ikinci bir uluma tutturmasına vakit kalmadan yukarıdan tramvay gelir, bu bekleyen hareket eder. Kadınlar hep birden kambur Arif’e:
“Kambur köfteci, hakkını helal et kardeş. Köftenden hepimiz tattık.”
Kambur: “Kambur köfteci mi? Hani ya deminden kahvecibaşı, aslanım, civanım idim? Şimdi kambur mu olduk? Zararı yok… Helal olsun helal… Anamın ak sütü gibi helal olsun. Dükkânı unutmayınız. Gene buyurunuz inşallah… Pazartesi, perşembe günleri emziklilere köfte dağıtacağım. Haftaya uskumru ızgarası, tel kadayıfı da var. Konu komşuya haber veriniz…”
Tramvay biraz uzaklaştıktan sonra çırak Sadık:
“Usta, usta!.. Tramvaydan bir ses geliyor, duyuyor musun?”
“Ne sesi o?”
“Galiba açgözlü kız köfte diye gene tutturdu.”
“Kadınlar, çocuk ağladıkça köftenin geleceğine kanaat getirdiler de zannederim, ulutmak için kıza çimdik basıyorlar. Şu ızgarayı mangalın üstünden köftelerle beraber al da ‘kefareti budur’ diye tramvayın arkasından fırlatıver…”
***
Biletçi, birkaç kişi dolaşır. Yolcunun biri sigarasını sıkça sıkça birkaç defa çekip dumanını üfürerek elindeki bozuk paralarla bileti dikkatlice gözden geçirdikten, hesap ettikten sonra öfkeli bir yüz buruşturmasıyla sorarcasına paraları biletçiye uzatıp:
“Baksana buraya, hani bizim çeyreğin on parası?”
Biletçi bu soruya karşı verilecek cevabı akşama kadar birçok kişiye tekrarlamaktan usanmıştır. Lakin çare var mı? Müşteriyi iyi inandırmak için gereken sözlere başlar:
“Bir ‘bileto’ altmış para… On para çeyrek üzerinden kaybedersiniz olur yetmiş para… Ben size vermişim üç kuruş on para, eder beş kuruş… Doğru değil şimdi?”
Müşteri kızgınlığı artırarak:
“Doğru değil ya!..”
“Ne için doğru değil?”
“Çünkü ben verdim bir çeyrek.”
“Pek ayla efendum.”
“Sen bana altmış paralık bir biletle üç kuruş on para geri verdin…”
“Kala…”
“Nereye kala? Benim onluk sana mı kala?”
“Yok efendum, cenabınıza anlattıramadim. Çünkü böyle Türkçe pek güzel bilmem…”
“Özrü kabahatinden büyük! Kumpanya Türkçe bilen hademe istihdamına mecburdur.”
“Yok efendum, anlattıramiyorum. Turkse bilirim… Fakat hademe estahleme boyle ince kâtip lakırdi bilmiyorum. Vardır bu tramvay idare içinde mencilis yapan o adamlar hiç Türkçe bilmiyorlar ama kimse ses çıkarmamis, ben tanayorum uç tane Anastas, Yorgas, Nikolas, bunlar bilmiyorlardı nasin desinler lakırdi Türkçes… Ama sonra müşterilerle kavga yapa yapa öğrenmişler… Benim gibi…”
“Senin gibi öğrenmişlerse diyecek yok!”
Öteden başka bir efendi: “Bu ne âlâ şey böyle! Demek siz Türkçeyi tramvay idaresinde öğreniyorsunuz?..”
Biletçi “Eh, ne yapadzak efendi? Benim çocuklari var. Ekmek parası kazandzak. Öğrenmeden olmaz…”
Para bozduran efendi: “Haydi, şu benim onluğu ver…”
Biletçi: “Ama size hesap söylemedim effendi? Altmiş para bileto, uç kuruş on para geri vermişim…”
“Evet. Eder dört otuz para, hani onluk? İnsanı göre göre aldatacak be! Herkes hımbıl mı burada?”
“Ma demamisim effendi çeyrek üzerinden kaybedersiniz on para?.. Çeyrek eksiktir on para…”
“Niçin eksik oluyor? Çeyreğim silik mi?”
“Yok değildir silik. Fakat bizim kumpanya böyle nizam koydu.”
“Ben kumpanya mumpanya tanımam!”
“Siz tanimazsiniz ama ben ne yapadzak? Her gün bu böyle… Sizin gibi birçok efendiler bana kavga yapıyorlar. Kumpanya demiş böyle oladzak. Bana bir kabahat vardir bunda?”
Zavallı biletçi, o kıt Türkçesiyle müşteriyi inandırıncaya kadar akla karayı seçer. Birkaç kişiyle de silik para kavgası olur. Laleli’den de hanımlar binerler.
Kadınlar tarafı ayak ayak üstüne bir hâle gelir.
Biletçi: “Hanumefendiler bileto!” diye kadınlar tarafına geçer. Sıcaktan terlemiş, saçları tel tel şakaklarına yapışmış şişmanca bir hanım, yüzünün terini silmeye uğraşarak öfkeyle:
“Herif patlamadın ya? İnsan bu tramvaya adımını atar atmaz hemen bilet diye tepesine binersin! Dur, ne oluyorsun bakalım? Sultanahmet’e gideceğim. O zamana kadar bin defa bilet alınır!”
Biletçi ciddi bir tavırla:
“Sultanahmet’e gidiniz, başka tarafta gidiniz, nerede olursa olsun mutlaka bilet almalisiniz. Bizim kumpanya kaide böyle…”
“Aa, a, a… Al bundan da on paralık. Bu herif lakırtı da anlamıyor. Ben sana bilet almayacağım demiyorum. Terledim, biraz dur. Evvela biraz nefes alayım da sonra bilet alırım diyorum. Hu, sen bana dikkatli bak. Beni öteberi kadınlara mı benzettin? Benim soyum yedi göbeğe kadar helalzadedir. Hiç Frenk’in arabasına bedava biner miyim ben? Elbette bilet alacağım. Hem biletimi alırım hem de hayvanların hakkı üstümde kalmasın diye doksan dokuz ‘ya gayret’ çekerim. Ben hakkı hukuku tanırım ayol! Sen şöyle bir dolaş da sonra gel bakayım…”
Siyah çarşaflı, zayıfça, yaşlı bir kadın biletçiye bir ikilik uzatarak:
“Görüyor musun biletçi? İkiliğim ne kadar çil? Ben bunu sana vermezdim ama insanlık hâli bu… Bugün başka bozukluğum bulunmadı. Sana her müşteri böyle çil para verir mi? Bari uzun gitsem yüreğim yanmaz. Türbede ineceğim… Bu ikiliği oğlanın, torunum Behçet’in kumbarasından çıkardım. İğnenin ucuyla tamam bir saat uğraştım. Sen hazırcacık parayı al, çantana at. Oh, ne âlâ… Oğlan duysa kıyamet kopar. Evvelki gibi yaya yürüyemiyorum. Gitmesen olmaz. Hürmüz hastalanmış. İki eli kızıl kanda olsa teyzem, -sanki benim için- bıraksın da yarın sabah gelsin diye bahçıvanın karısıyla erkenden haber göndermiş. Gene geç kaldım. Kız öldüyse öldü, kaldıysa kaldı… Ev işi bitmez ki… Evde kızlarım, gelinlerim var, kalabalık. Şimdiki tazeler… Söyletme beni artık… Yerlerinden kımıldamasını canları istemez. Sade seyir seyran oldu mu oralara buralara koşarlar. İş görmezler, hep beni yapsın diye bakarlar. Biraz yaşlıyım ama gene onlara taş çıkartırım.”
Biletçi bu sözlerin dört kelimesini dinlemeksizin öte tarafa gider. Lakin kadında bir defa çene açılır. Karşısındaki yabancı kadınlara doğru ellerini sallaya sallaya sözünde devam eder:
“Hürmüz’ün eski mızmızlığı… Kız kardeşimin kızıdır. Anası öldü. Ona dünyada benden yakın kimse kalmadı. İyidir, hoştur. Kocasını çok sever. Herifin üstüne hayal-i fenerdir. Üzerine toz kondurmaz. Belki bilirsiniz, Salih Efendi, Amberîzadelerdendir. Nur gibi bir babası vardır. Sizler baki vefat etti. Eh hep o yolun yolcusuyuz. Az yaşa, çok yaşa, akıbet gelir başa… Bu dünya kime kalmış? Sözüm neredeydi? Ha, Hürmüz’ü anlatıyordum. Kocan kişizadeyse elhamdülillah bizim de soyumuz sopumuz belli. Hobyar taraflarında ben Ruhiyeci kızı Şeref Hanım diye bir anılırım. Ruhiyeci olup da Allah rahmet eylesin anam babam ruha okumazlarmış. Ruhları gayet hafifmiş de onun için bize bu lakabı vermişler. Ağababam Çörekçiler Kapısı’nda otururdu. O zamanın esnafıydı. Ama neylersin o zaman esnaflığını, beni evvela bir soysuz herife verdiler. Ahmet’imi ondan doğurdum. Size anlatsam kırk yıl bitmez.”
Şeref Hanım birdenbire cebini yoklar. Önüne bakarak parmaklarıyla bir şeyler hesapladıktan sonra erkekler tarafını ayıran perdenin ucunu kaldırarak:
“Hu biletçi… Biletçi, buraya gel.”
Biletçi gelerek:
“Ne var, hanumefendi?”
“Sen beni tanıdın mı ayol?”
(şaşarak) “Yok, tanimamisim…”
“Alık, sen de! Niçin tanımıyorsun? Ben deminden sana çil ikilik veren hanım değil miyim?”
“Ha, evet…”
“Ben o ikiliği torunumun kumbarasından çıkardım da aldım.”
(hayretle) “Kumbaroz çikardin?”
“Kumbara… Kumbara, canım. Rozunu da nereden uydurdun? O ikiliği bizim çocuğun kumbarasından aldım diyorum. Ne meram anlamaz adamsın sen!”
“Pek ayla, ben sizin sozuk kumbaroz tanimiyorum.”
“Aman canım, ister tanı ister tanıma. Aktarın sattığı on paralık toprak kumbaralardan. Şimdi bana o lazım değil… Çocuk işi anlayıp da ille ikiliğim de ikiliğim feryadıyla başıma gürültü koparırsa diye korkuyorum. Ben anası Safiye’ye, oğlana hiçbir şey anlatma diye sıkı sıkı tembih ettim. Hani şayet diyorum, çocuk duyacak olursa üzülür. Biz de tez elden böyle bir ikilik tedarik edemeyiz…”
Biletçi, öbür kadınlara doğru soran bakışlarını dolaştıra dolaştıra boynunu omzuna yaklaştırıp dudaklarını kıvırarak:
“Bu hanum ne diyor, ben anlamadi. Kumbaroz, mumbaroz… Çil iki kuruş…”
Başka bir kadın gülerek biletçiye:
“A, sen de ne kalın kafalı herifsin. Bunda anlamayacak ne var?
Hanım sana deminden bir çil ikilik vermiş. O para çocuğunmuş.
Şimdi geri istiyor. Besbelli sana başka para verip onu alacak…”
Biletçi şaşmış bir tavırla ellerini havaya kaldırarak:
“Ama böyle karisik is olmaz? Bana vermiş bir para… Bu para sozuk paradir? Kumbarozdur? Ben ne biledzek? Ben de o ikilik al-misim, müşteri vermişim…”
Şeref Hanım: “Ayol ne çabuk verdin? Sana ikiliği verirken de çocuğun olduğunu anlattımdı. Ne kafa!.. Lakırtıya dikkat ettiğin yok ki!”
Biletçi: “Ama bu kadar sok lakırdi ben hangisine tikat oladzayim?”
Şeref Hanım: (telaşla) “Perdeyi biraz aralık et de çocuğumuzun ikiliğini verdiğin adamı bana uzaktan göster bakayım?”
Biletçi gösterir. Şeref Hanım dikkatle bakarak:
“Ha, kelli felli Müslüman bir adam. Bakınız çocuğun parası kimlere kısmet olacakmış. Kısmete karşı durulur mu hanım? Behçet’in kumbarasındaki para bu sabah oradan çıkacak da bu efendinin cebine girecek… Suphanallah! Hay hikmetine kurban olduğum Tanrı’sı… Ya… Hürmüz de hastalanacak günü buldu patlayası!”
Başka bir kadın: “Hanım, başka bozukluğun varsa ver, o efendiye gönderelim. Çocuğun çil parasını istetelim. Belki verir. İyi bir adama benziyor.”
Şeref Hanım çırpınarak:
“Hanımcığım, yanımda başka bozukluğum yok… Şu musibet biletçi parayı böyle çarçabuk götürüp de başkasına verecek ne vardı? Yanında saklayaydı, yarın gene tramvayla eve döneceğim. Niyetim buradan geçerken biletçiye başka para verip o ikiliği almaktı.”
Biletçi üzüntülü bir gülümseyişle:
“Vay efendim bu ne tuhaflık? Çok aylar var ki ben biletocu oldum bu tramvayda. Fakat böyle tuhaflik daha görmedim. Ben müşteriden para alirim, çantada koyarim. O para bana değildir ki saklayadzayım? İdarede veredzeyim…”
Şeref Hanım: “Aman sus, lanet olsun! Üsküdar vapurlarında akrabadan bir biletçi var… Hani ya şirret[20 - Şirket demek istiyor. Tam adı Şirket-i Hayriye. (e.n.)] mi diyorlar ne diyorlar? İşte o vapurlarda. Ona söylerim de bir çil ikilik daha buldururum. Amma da uzattın işi ha! Kabahat kimsede değil, böyle vakitsiz hasta olduğu için o yelloz Hürmüz’de!”
Altı yedi kadın derhâl tramvayda birbirleriyle ahbap oluverirler. Artık Şeref Hanım’ın çil ikiliği bahsi kapanır. Başka eğlenceli sözler açılır. Hanımlar kendilerinin tramvayda olduklarını, hele o incecik tahta bölmenin öte tarafında her sınıftan erkek bulunduğunu tamamıyla unutarak ancak kendi evlerinde, hususi âlemlerinde konuşulabilecek şeyler hakkında bağıra bağıra, gülüşe gülüşe fikirlerini birbirlerine söylemeye girişirler… Hemen hepsi söylüyor gibiydi. Çeşitli sesler arasında geçen ve erkekler tarafından da işitilen konuşmalar şunlardı:
“A, kardeş siz ne tarafa böyle?”
“Erenköyü’ne gidiyoruz elmasım.”
“Bizim de orada bildikler var ama elim değip de gidemiyorum ki… Hepsi de Binnaz Hanımcığım gel, diye ayılırlar, bayılırlar… Gümrük kâtibininkiler orada, Yarbay Rasim Bey’inkiler orada… Nebile Hanım var, mektep arkadaşımdı. Beyinin ismi bir acayiptir. Dur, aklıma gelmiyor. Gemilerin üzerine kâtiptir. Şimdi o ileri geldi. Çok büyüdü. Yaptırdığı köşkü söyleye söyleye bitiremiyorlar. Dil ile anlatılamazmış ki… Kameriyeler, fıskiyeler, havuzlar… Helaların suları üst kata kadar kendi kendine çıkıyormuş. Ah, bizim evde de böyle olsa ne âlâ… Kız rahata düştü. Allah versin… Nebile kimin kızıydı zaten? Şekerci Osman Efendi’nin kızıydı. Mektepteyken kitap koyduğu cüz kesesinin içinde badem ezmeleri getirirdi de kapışırdık. Eh, işte, çocukluk… Şimdi olsa insan sıkılır, değil mi ya kardeş? Talih bu! Kızcağız rahat etsin, rahat etsin… Gözüm olduğu için söylemiyorum alimallah… Beyi, bahçenin içine uzun uzun yollar yaptırmış, çakıllar yaydırmış, iki tarafına ağaçlar diktirmiş, o çiçekler, o çimenler artık yalancı cennet gibiymiş. Bir şey daha söylüyorlar, ona çok güldüm. Şeytan arabası mıdır nedir? Hani böyle şimendifer gibi fıldır fıldır gidiyor. Vavlı sepet[21 - O dönemde bisiklete “velosipet” denirdi. (e.n.)] arabası mı ne diyorlar? İşte öyle bir karın ağrısı ismi var. Nebile’nin beyi işte bir tane ondan almış. Hanımını bindirip de bahçede dolaştırıyormuş. Ne tuhaf olur onun üstünde gitmesi? Tövbeler olsun, binmesi de günahmış diyorlar ama insan imreniyor. Nebile beni pek sever. Benim için ‘Kardeşçiğim gelsin, onu işte o arabaya bindireyim de dolaştırayım.’ demişler… Bindirsin bindirmesin, öyle haber gönderip de bir kere gönlümü aldı ya, yetişir işte… Kız kibar karısı oldu ama Allah için söylemeli, hiç kibirlenmedi. Gene benimlen eskisi gibi senli benli konuşur. Allah eksik etmesin, bizimki huysuzdur. İzin vermez ki gideyim? Hele o arabaya bindireceğini duysa hiç göndermez. Her şeysi yolunda, yalnız bir dertleri var. Çocukları olmuyor. Beyi çocuk isterim, ille isterim de isterim diye tutturmuş. Allah vermeyince zavallı Nebile ne yapsın? İlaçlar, banyolar, adaklar, türbeler, hekimler, hocalar, başvurmadığı yer kalmadı. Allah istemeyene verir, isteyene vermez. İki gözüm, sebebi sorulmaz ki? Evlenmek niyetinde olan kocalar da işte böyle çocuk derler, mocuk derler, tutturacak bir bahane bulurlar. Erkek kısmının sevgisine inan olmaz… Yok hanım yok… Koca muhabbetine bel bağlamamalı… Şimdi sana hanımcığım, karıcığım, senin için ölüyorum, bayılıyorum, der… Sokağa çıkar çıkmaz hepsini unutur. Bir güzel kadın görünce gözleri velfecri okur. En uslusunun gene gözü dışarıdadır. Nebile’nin geçenlerde bir iki hafta kadar günü geçmişti. Gebe kaldım diye kadıncağız sevincinden çıldırdı şöyle… Acele çocuk takımları filanları hazırlamaya kalktı… Hep sevinçleri beyhude oldu. Arkasından bir şey çıkmadı. Bu gebelik böyle kof çıkınca Nebile hep kederinden hastalar oldu… Döşeklere düştü… Hakkı yok mu? Kederlenmez mi ya? Vardığı vakit kocası üç yüz kuruşluk zibidi bir kâtipti… Çarşamba taraflarında o çarpık, viran, kulübe gibi evlerde az mı sıkıntı çekti? Az yoksulluk mu gördü?”
Yaşlıca bir hanım: “Nebile Hanım’ın kocasını mutlak oynak karının biri ayartmıştır. Bir erkeğin kanında hoppalık, cebinde de dünyalık oldu mu ben denedim hanım, mümkün değil, doğru durmuyor… Erenköyü taraflarında nedir kadınların o kıyafetleri?.. O ne biçim yeldirmeler?.. Harmaniyelisi var… Aynalı biçimi var… O uzun etekler… O canım kumaşlar süpür süpür yerlerde… O pudralar, boyalar, o kabarık saçlar… O telli pullu başörtüleri! Senin kocan beni görüyor, benim kocam seni görüyor… Apaşikâre ben senin karına bakayım, sen benimkine bak… A… Bu ne mezhep genişliği? Kabahat erkeklerde değil, bizde, kadınlarda… Benim tazeliğimde bir kürsü şeyhi Mehmet Efendi vardı. İyciler Camisi’ne çıkardı. ‘Süsleneceksen ehline ayaline süslen. Giyineceksen, kuşanacaksan evinde giyin kuşan. Sokağa süslenme. Harama süslenme. Günahtır, vebaldir!’ diye bar bar bağırırdı.”
Diğer bir kadın: “Şimdi öyle şeyhler kalmadı ya… Kalsa da dinleyen yok… Ah… Ah… Dünya pek kötü oldu. Çok şükür, gene yiyecek birer lokma ekmek buluyoruz.”
Yaşlı hanımlar böyle gençleri, süsleri, tuvaletleri tenkit için dillerine dolamaktalarken beri yanda iki taze, guguruklu siyah kadının şıklığına hafiften dokunmaya başladılar.
Arap’ın burun kanı al hırkası, tenteneli kolları, yakası, kumru göğsü yanardöner çarşafından dışarıya taşıp dökülüyordu.
Haspanın o kadar gür, uzun saçı olmayacak, hemen bir onluk karpuz büyüklüğünde, başının tepesine kondurduğu guguruk eğreti saçlardan, belki siyah yünden, kırpıntılardan yapma olmak şüphesiyle dikkati çekiyordu. Hele bu süsün, tuvaletin en tuhaf, gülünç kısmı ellerde acayip acayip göze çarpıyordu. Arap yıpranmış, avuç içleri artık akçıllaşmış, parmak araları sökük siyah güderi eldivenler giymiş, sağ elinin serçe parmağına da kocaman bir akik yüzük takmıştı… Bu eldivenlere, yüzüğe ara sıra alaylı bakışlarla içlerinden kopan kahkahaların yarısını yuta yuta fıkırdayan tazelerin şu hâli Arap’ı yavaş yavaş huylandırmaya başladı. Abla nihayet dayanamayarak:
“Kımkir kımkir ne guliyo Allah aşkina… Ne var? Açikta bir şey mi gördü? Yoksa banim suratina maymun mi oynayo?”
Bu sual bir ufak kıvılcım ilave edilince kaynadığı kaptan taşacak hâle gelen bir su gibi o iki tazede kahkahalarını tutmaya takat bırakmadı. Birisi başını tramvayın penceresinden dışarıya çevirmek, öteki elini ağzına götürmek suretiyle boşandılar.
Beri tarafta kadının biri Nebile Hanım’a tarif edilmek üzere uzun uzadıya bir gebe kalma reçetesi tertip ederken bir başkası da Samatya’daki “Sürpük” Ebe’yi salık veriyor, “Bu Sürpük kadın birebirdir. Kendisine bir ay devam edenin, Tanrı izniyle, muhakkak bir çocuğu olur.” diyordu.
Bu boşanan kahkahalar üzerine hep kadınlar sustu. Dikkat nazarları o tarafa çevrildi. Kadının biri, ötekinden sordu:
“Neye gülüyorlar?”
“Şu siyah kadının süsünü, kıyafetini alaya alıyorlar…”
Abla köpürdü. Başını bir tarafa çarpıtıp dudaklarını uzatarak:
“Aa, a, a, a… Aşiftelerin zoruna bak!. Artık gule gule bayılacalar… Ne var ayo? Caniniza gülme isteyosa ban size bir şey tarif edece, ona gulüce…”
Yaşıyla nispet edilemeyecek derecede kendisine çekidüzen vermeye uğraşmış olan hanım:
“Zarafet, sen onlara uyma… Kişinin hâli tavrı kendi aynasıdır. Karlar yağsa kış değil mi? Kişi hâlini bilse hoş değil mi? Gülen kendine güler. Onlara kim gülsün?”
Gülenler: “Kadın sana ne oluyor? Gülme söyleme… Artık haraççıbaşı kesildiler başımıza… Gülmek yasak mı? Gülüyorsak size mi gülüyoruz? Keyfimizin kâhyası mısınız?”
Başka bir kadın: “Gülseler de yeri… Arap’ın kıyafeti gülünmeyecek gibi değil ki… Baksana nazlıma, eline de siyah güderi eldivenler giymiş… Kendi elinde onun, kudretten siyah eldiven var. Onun üzerine yine o renkte başkasını giymeye neden lüzum görmüş acaba?”
Kadınların bu alaylı tenkitlerine karşı artık Zarafet’in babası, anası hep tuttu. Celallendi. “Gulunaca tuhaflik bani kıyafeti değil… Filan şeydir!” diye öyle bir kaba tarifle kendini tenkit edenlere susturucu cevap verdi ki erkekler tarafından efendinin biri güm güm tahta bölmeyi vurarak “Kadınlar, bu tarafta erkekler oturduğunu unutuyor musunuz? Ayıptır. Ağzınızdan çıkanı kulağınız işitsin!” ihtarında bulundu.

II
Tramvayda kadınlarla kavga ettiğinden bir ay kadar sonra idi. Bir gece Erenköyü’ndeki köşkte Zarafet Abla gözlerini açtı. Sivrisineklerin, tahtakurularının hücumuyla vücudu baştan aşağıya yanıyordu. Kalktı, döşeğin içinde oturdu. Üzerinde cibinlik de varken bu can yakıcı, kan emici hayvanların nereden, nasıl böyle döşeğine dolmuş olduklarına şaştı. Odanın bir köşesinde yanan idare gazının isli, kör ışığı yardımıyla etrafına bakındı. Kaşınmaya başladı. Fakat ensesinden göğsüne, göğsünden bacaklarına koşturduğu iki elini, vücudundaki ızdırabı yatıştırmaya yetiştiremiyordu. Şimdiki moda saçları kıskandıracak irilikte didilmiş siyah yün gibi, tandır kadar kabarmış olan başını sağa sola sallaya sallaya biraz ötede yatan Rum hizmetçiye seslenerek:
“Elenigo, Elenigo… Ayo sen nasi uyuyo? Bu gece sivrisinekler bani jibinliği deldiler. İçine doldular. Sokuyo sokuyo yaniyo… Kaşiyo kaşiyo kabariyo…”
Eleni kaşınarak başını yastıktan biraz kaldırıp:
“Ah manamo… Rahat bırakmazsin abla bir parça Eleni uyuyacak?”
“A, çildirdi mi ayo? Sana kim ne diyo? Dalinin zoruna bak!”
“Ah, ama sen böyle dir dir soyliyor, ben nasil uyuyacak?”
“Sani ben mi uyutmayo? Sivrisinekler sana sokmuyolar mi?”
“Ah nasin sokmaz? Hem sokar hem kulak içeride vizir vizir turku söyler…”
Zarafet, sivrisinekleri öldürmek için iki elini cibinliğin orasına burasına götürüp birbirine çarparak:
“ ‘Şark’ diyo… Avuçlarini aciyo ama oldu mi olmedi mi gormiyo ki?”
“O ki vurdun, ne vakit ölüyor, avucunun içerde kan bırakayor!”
Zarafet Abla yastığının üzerinde fıstık gibi şişmiş dört beş tahtakurusu bulup ezerek:
“Elenigo…”
“Oriste…”
“Bu tahtakurularini gözleri var mı?”
“Ne bileceyim ben abla?”
“Gözlerini ban gormiyo ama onlar bani nasi goriyo, buliyo? Yatağını ne tarafa yapsa o tarafa geliyo… Elenigo ayo, o işi duydu mu sen?”
“…”
“Kız uyudu mu?”
“Birakarsin ki uyuyacayim?
“Ayo sana gizli bir şey soyleyece…”
“Bana gizli laf soyleyecek?”
“Kimse duymayacağina haçina putuna yemin edece. Ben de sana söylece…”
“Ah ‘matofeo’ ben kimseye demeyecek ki abla bana bir sirli laf soylemis…”
“Bizi kuçuk hanimi yok mu?”
“Bizim kuçuk hanum?”
“Evet, Leblebi hanum…”
“Yok Leblebi hanum, Lebibe Hanum.”
“Leblebi, fındık, naysa, hapisi bir… İşte o bir mektüp yazdi, bana verdi…”
“Sana vermiş kim postada bırakasin?”
“Posteye değil ayo… Komşunun oğluna verilece dedi…”
Eleni, komşunun oğlu sözünü işitince aşçı kadının açacağı esrarın ehemmiyetini hemen anlayarak döşeğinin içinde kalkıp toplandı:
“Komsunun oğlusuna verilecek demiş? Angisi? Hanya su sivil kravat koyar, er aksam demir yolu üzerinde piyaça yapar… A vre kaymeni… Ama benin akli bana böyle demiş ki bu delikanlı buradan geçer, bunda bir seytanlik var… Birbirlerine goz koymuşlar… Bunda bir ‘amur’[22 - Amur: Aşk, sevda. (e.n.)] isi var?”
“Bunda hamur işi yok ayo… Senin anlayacaği onlar birbirini seviyo…”
“Sonğra ne yapti? Mektup goturdu verdi?”
“Gotürmedi, korktu. O gece duşundu duşundu. Leblebi Hanım kardaşima kuçuk bey duyarsa? Büyük hanim duyarsa fena olace dedi. Kuçuk hanim ertesi günü nektüp yine vardi. Yalvardi yalvardi. Alini opti, yüzünü opti. Aha bani güzel ablaciği dedi. Beş guruş da beraber verdi. Artı dayanamadi, gotturdi.”
“Bes gurus verdi? Sok vermiş! Buradan en uzak memlekete mektup gider kirk para ilen… Bana verecek idi, bedava götürecektim. Ne olur? Surada komşu… Bes gurus aldin mektup götürdün?
“Dur ayo, acale etme… İlk önce götürmedi. Mektübün içinde ne var diye sordu. Salam kalam dedi. Benden de salam yazdi mi? Oyle ya, komşunun oğlusuna buradan nektüp gider de Zarafet’ten salam yazmasa ayip olmaz mı ayo?.. Sonra bana hatırına kalmaz ma?”
“O! Saskin abla! O mektup içerde seni için selam koyacak? Sana böyle demis, aldatmis… Sonra ne yapti?”
“Ne yapaca? Nektübü aldi, goturdi.”
“Brrravvo abla! Bey buldu, elinde verdi?”
“Buldu, aline verdi. O da bana ham elini opti hem beş guruş verdi.”
“Ah, aman, ben buna kiskandi. Bes gurus burda, bes gurus orda. Sen çok para aldi.”
Zarafet hafif bir haykırışla kahkaha arasında acayip bir gülme tutturdu. Döşeğin içinde gâh iki kat olup gâh doğrularak güldü, güldü, güldü. Nihayet dedi ki:
“Şimdi oturduğu bu kapu gibi ben hiç böyle ev görmedi… Kuçuk bey alafranga seviyo, ama aşçiye bes mecidiyeden ziyade vermiyo… Bani geçen günü yanina çağirdi. Mutbağın sofrenin, kulbasdinin alafranga adlarını öğren dedi. Ayo, bani aklinde kaliyo mu onlar? Kuzum Elengo, sen biliyo mutbağin adini, neydi?”
“Kuzina…”
“Koçine mi? O nasil şey oyle? Mutbağin adini hiç koçine oldu mu ayo? Hah hah hay… Kulbastinin adini?”
“Kotlet… Ama ne zaman ‘pirzoles’ diyorsun, daha güzel demek oluyor…”
“Kottet mi pirçola mi ayo?”
“Hem oyle hem böyle…”
“Sofraya ne diyordu?”
“Tabl…”
“Ayo bizde tabla başka, sofra başka… Ban bu kapida oturmayace Elengo. Üç türlü yemek yeniyo, kırk tabak yikaniyo. Sonra çatallarinin bıçaklarini sıcak suyun içine soktu, sapini çikardi diyor, darılıyo. Hiç sıcak suyun içine sokmadan biçak temizlenir me ayo? Sonra pirinci yıka diyo. Yıkıyo. Kavanozun içina su ile koy diyo, koyiyo. Bir gün duriyo, o suyunu dök başka su koy diyo, koyiyo. Artasi günü yine böyle. Uç gün yapiyo. Sonra kalbur üstüne koyiyo, kurudiyo, havanın içine koy dov da un gibi yap yüzine sürece diyo. Ayo hep bunlar aşçi kadinin işi me? Bana tarif ediyo, sabun yap diyo. Hiç sabun evde yapılır mı ayo? Herkes sabunu sokaktan yapılmış aliyo… Kuzum Elengo, yemek odasının adıni ne idi?”
“Sal a manze…”
“Salamanca mi? Kah kah kah… (yüksek sesle ezberleyerek) Salanamce! Koçina, kottet, pirço… O, nafile, aklinde kalmiyo… Geçen günü kuçuk bey kuçineye geldi.”
“Nerede geldi?”
“Ayo, mutbağın adı koçana değil mi?”
“Kuzina.”
“Ayyy, karin ağrısı! Diline donmiyo… Kuçina, işte oraya kuçinaya bani yanina geldi. Abla sana alafranga bir yemek tarif edece, sen de oyla pişirece dedi. Şimdi sana iki yaşinda bir tavuk gonderece, bu tavuğu haşlayaca… İçini basıtma, dana paçası, findi, ispenah, turupla sıkı sıkı dolduraca… Ben sana bir kutu mantar gonderece, bu matrarlarle tavuğun tekmili deliğine değişiğine tıkayaca, fırıne gonderece, iyice pişirece… Kah kah kah, tavuğun içine turpla paçe konur mu ayo? Tavuk fırından gelince tavanın içine tereyağı koy, kızdır. Bir parça kaymak at… İndir, tuz biber hardal karıştır. Bir bardak limonata yap, oni de karıştır… Sonra bunu tavuğun üzerine dök, dedi. Bunu adine ‘sus’ mu derler, ‘kus’ mu derler dedi? İyice aklinde kalmadi…”
“Sonra yaptin böyle?”
“Yapti ama tavuk ziyan oldu. Kimse yiyemedi. Kuçuk bey kendi de yiyemedi. Benim ne dediğini sen anlamadi, yanlış yapti dedi. Kavga etti. Sonra gitti, Şaban Ağa ile de kavga etti. Ben sana iki yaşında tavuk dedi, sen beş yaşinde aldi, dedi. Tavuğun yaşini Şaban Ağa nereden bilece ayo? Şaban Ağa kandi yaşini bilmeyo. Ben kendi yaşimi bileyo ma? Bu kadar konaklarda oturdu. Tavuk, hindi pişirdi. Bu tavuklari hindileri kaç yaşinda olduğuna kımsa sormadi…”
“Birak sindi bu hindi tavuk. Komşunun oğlusu cevaplik bir mektup vermedi?”
Zarafet Abla, kolundaki bilezikleri şıkır şıkır birbirine vura vura tatlı tatlı bir fasıl kaşındıktan sonra:
“Ban kuçuk hanimin nektüp ona verdi. Ötesini seni nene lazim ayo? Hepsini anlataca mı artık?”
“Evelden ben sana sormadı. Sen bana uykudan kalk demiş. Anğlatmis ki böyle böyle mektup goturmis… Sonğra lakırdı yarim birakmis. Çunkim anğlatmayacakti hepsini, niçun bana uykuda kaldırmis?”
Zarafet Abla, ruh okşayan bir hatırayla yüreğinin fıkırdadığını anlatır bir şekilde uzun uzadıya güldükten sonra:
“Elengo ayo!.. Sana başka bir şey söyleyece…”
“Abla, yalvaririm seni… Bana birakarsın ki uyuyayim biraz?”
“Ayo patladı mi? Sabaha vaktini çok. Uyursun… Daha sana soyleyece lakırdılar var. Şaban Ağa geçen akşam tabla verirken benim elinde sıkti. Niçin sıkti acaba?”
“Yok abla, Saban Ağa laf ben dinlemez. Baska lakırdi bilmezsin söyleyecek? Saban Zarafet’i elinde sıkmis. Gece uyumayacak buna diğneyecek? Oh, aman zevzek…”
“Sen Şaban Ağa lakırdısıne beğenemedi mi ayo? Başka lakırdı mi isteyo? Kuçuk beyin lakırdısıni soylarsa o zaman hoşlanaca mi?”
“O kako horunonahis! Kuçuk beyin lafina ben hoşlanacak?”
“Sen hoşlanaca ya! Geçen gunu hanimlar evde yokkan oda kapı-sinin araliğinde ne guluşiyordu beraber?”
“Gulusmedi, o bana bir laf soylemis…”
“Oyla mi laf soyleni ayo?”
“Abla, sen o gunu kuzinada isini birakti, bize gözetledi?”
“Gözetledi ya! Büyük hanım giderken ‘Zarafet, her tarafina bak. Evini gözetle.’ dedi, bana amanet etti de gitti…”
“Sana demiş kim bakasin evde bir yabancı gelmeyecek… Bir eşyalar alsun…”
“Sen aşifte hatunu oğlunu ayartiyor da ben gozetlemeyece mi? İnşallah sabah olsun buyuk hanime soyleyece… Evde kimse yokkan seni oğlunu Elengo’nun kulağını içine gizli lakırdı soyleyo diyece…”
Eleni, kızgınlıkla yarı yarıya döşeğinden dışarıya uzanarak:
“Abla, geçen günü sen çamasirlik içerde Saban Ağa ile barabar ne konuşuyordu gizli gizli?”
“Sen nereden gördü ayo?”
“Gördü ya… San bana gorur, ben sana görmez?”
“Şaban Ağa memleketine nektüp yazaca, abla bana iki mecidiye odunç veri misin dedi. Onu konuşiyordu…”
“Hay, hah, hah, hay… Benim kafa değil bu kadar kalin… Sabah buyuk hanuma söyleyecek…”
“Elengo, a kız, sen çocu mu oldu ayo? Oyle şey söylenir me? Aha beni güzel Elengo… Ne sen soyla, ne ban soylece… Yine bu evde güzel güzel oturali olmaz ma?”

III
Meftun Beyefendi Paris’ten geldi geleli bir buçuk seneden beri İstanbul’daki yaşayışını tamamıyla alafrangalığa dökmek istiyor; bu arzusu yoluna maddi, manevi olanca kudretiyle emek harcamaktan geri durmuyor; fakat maksadının hasıl olmasına tamamıyla muvaffak olamıyor, kederleniyordu. Mesela Aşçı Zarafet Abla’ya, “potage aux pointes d’Aspèrges”,[23 - Kuşkonmazlı sebze. (e.n.)] “homard à la bordelaise”,[24 - Bordo usulü ıstakoz. (e.n.)] “volaille demideuil”,[25 - Mantar garnitürlü bir yemek. (e.n.)] “boeuf froid en gelée”[26 - Jöleli soğuk sığır eti (e.n.)] kabilinden alafranga yemekler pişirtmek için saatlerce tarifler ediyor… Zarafet bu tafsilattan usanarak “Artık tarifine yetişir, anladi…” diyor. Akşama bir “volay dömi döy” pişiriyor ki, kimse ağzına koyamıyor. Garnitür olarak kullanmak için kutuyla verilen aşağıdan gelme mantarların nasıl pişeceğini abla bazen unutuvererek mutfakta kendi kendine “Bu mantarlar ne olaca idi ayo? Sormaya unuttu… Bu etin neresine tıkanaca bunlar?” diye eseflenerek düşünüyor, düşünüyor. Mantar denince Zarafet, bunun yenecek çeşidini şişe ve saire tıkamakta kullanılanlardan ayırt etmekte daima yanılıyordu. Bu dikkatsizlikleri ve alafranga pişirilen şeylerde beyi memnun edecek bir istidat göstermemesine rağmen Zarafet Abla, o vakte kadar yol verilen, değiştirilen aşçı kadınların içinde gene en iyisi, en elverişlisi sayılmaya layıktı. Evvelkilerin hiçbiri ne beyin o alafranga yemek tariflerini dinlemeye sabır ne de günde kırk elli tabak yıkamaya tahammül gösterebilmişti.
Beyefendi, elinde Fransızca bir yemek kitabıyla mutfağa inip de bizdeki sapsız tencerelerle yemek pişemeyeceğinden, yani evindeki kendi pişirme aletlerine itiraz etmekten başlayarak bir öküzün vücudunda çeşitli yerleri bakımından kaç kısım birinci, ikinci ve üçüncü neviden et bulunduğu tafsilatına girişince en dayanıklı aşçı kadın, bu izahatı dinlemeye dört günden ziyade takat getiremeyerek “Beni Frenk kitapla işi yok… Ben alafranga yemek pişirmez. Bildiği gibi pişirir…” cevabıyla peştamalı belinden atar, mutfaktan çıkardı. Zarafet bu eziyetlere Şaban Ağa’nın sevdasının verdiği sevinçle tahammül ettiği hâlde bile, gene ara sıra “Artık canina tak dedi. Köftün Beyi evinde ben oturamiyaca…” şikâyetlerinden kendini alamıyordu.
Şaban Ağa’ya gelince; bu emektar, bu çalışkan uşağın aşkını ilan ettiği ilk aşçı Zarafet değildi. Ama şimdiye kadar hiçbirinin gönlünde böyle şiddetli bir meyil uyandırmayı başaramamıştı. Şaban, önce sevgisini bildirir; sevişme ateşli bir devreye girince ay başlarında birkaç mecidiye ödünç istemekten başlayarak sevgilisini sızdırmaya girişirdi. Önceki aşçı kadınlar gönül vermekte pek ihtiyatlı bulunmamışlar, ama para vermeye gelince cimri davranmış olduklarından onların sevda alışverişleri böyle Zarafet’inki kadar neşeli ve sürekli olmamıştı.
Şaban’ın aşçı kadınlardan faydalanması yalnız gönül eğlendirmek, para çekmekten ibaret değildi. O evde en iyi karnı doyan, en nefis yemeklerle vücut besleyen Şaban’dı. Zarafet, beyin Fransızca yemek kitabından dinlediği sözlere göre etin yumuşak, lezzetli, kanlı, besleyici kısımlarını öğrenmişti. Et ayırırken en seçme kısımlardan birkaç parça aşırır, bunları bir sahan kapağı altında bulunmaz bir yerde saklar, mutfaktan el etek çekilince filetoları sulu sulu pişirir, iki ekmek dilimi arasında sıkıştırarak sıcak sıcak Şaban’a eriştirmenin bir yolunu bulurdu. Hindi, tavuk, piliç olduğu zaman bunların budunu ve iriliklerine göre bazen bütününü, balık pişirdiği zaman, eğer balıklar sayılıysa, en irilerini kediye, köpeğe kaptırır; mutfakta “Yetişin hu… Ayo! Kadi kapti gidiyo!” diye bir feryattır başlar. Kapan, uydurma hayvanın arkasından maşalar, odunlar fırlatır… Fakat ablanın bu yaygarası zavallı kedilere, köpeklere iftiradan başka bir şey değildir. Kapıldığını iddia ettiği o parçalar, uygun bir zamanda Şaban Ağa’ya takdim edilmek üzere gene sıkıca, münasip bir yere kapatılmıştır.
Şaban, kırk kırk beş yaşlarında, saçına bıyığına kır düşmüş, elleri ayakları iri, hantal yapılı, hamhalat bir uşaktır ki beyefendinin alafrangalık tutkunluğu yüzünden çektiği eziyetlere karşılık hizmet müddetinin şu son zamanlarında, o evde ancak Zarafet’in varlığıyla saadetini sağlayabilmiştir.
Şaban o evde uşaklık, vekilharçlık, kâhyalık hizmetlerinin hepsini yapar. Bu hizmetlerine ek olarak sırasına göre “metr dö seremoni”,[27 - Alışveriş işlerinden sorumlu. (e.n.)] “metr do tel”lik[28 - Teşrifatçı, karşılayıcı. (e.n.)] gibi mühim vazifeleri de yerine getirmekle şeref duyar. Çektiği sıkıntının en büyüğü de zaten bu son vazifeler yüzündendir. Mesela Meftun Bey’le görüşmeye gecelik entarisiyle komşudan bir misafir gelirse böyle “etiket”[29 - Görgü kuralı. (e.n.)] dışı Şam hırkası veya kürkle görünen ziyaretçileri “Meftun Bey n’est pas visible pour vous!” Fransızca cümlesinin harfi harfine tercümesi olan “Meftun Bey sizin için görülebilir değildir!” cümlesiyle istiskal ederek[30 - İstiskal etmek: Hoşnutsuzluğunu belli ederek soğuk davranmak, yüz vermemek. (e.n.)] kapıdan savardı. Şaban, gelenlerin bir kısmına söylediği bu cümlenin ne demek olduğunu kendi de pek bilmezdi. Beyefendi, onu kendisine öyle öğretmişti. O da ustasından aldığı gibi satarak vazifesini yapardı. Bu tersleyici cümleyle karşılanan misafirlerden bazıları şaşırarak “Beyefendi görülebilir değil midir? Allah Allah… Meftun’un vücudu hayalet mi oldu? Buhara, havaya mı döndü? Yoksa perilere mi karıştı?” cevabıyla hayretlerini belirtmekten kendilerini alamazlardı. Şaban Ağa böyle adi hizmetlerden ev merasimine kadar her şeye nezaret ederek iş bilirliğini gösterdiği için Meftun Bey, uşağını pek severdi.
Şaban’dan, Zarafet Abla’dan sonra evin en mühim hizmetçilerinden biri de Matmazel Eleni’ydi. Eleni, evvelce bir iki Frenk kapısında oturmuş olduğundan biraz Fransızca öğrenmiş, sofra tertibine ve sair alafranga hizmetlere azıcık eli yatmıştı. Ama bu öğrendikleri Meftunca pek makbul olmuyordu. Meftun’un elinde, alafranga âdetler, tertipler ve servis meselelerinde kendine düstur edindiği bir “savoir-vivre”[31 - Görgü kuralları. (e.n.)] kitabı vardı. Her işinde bu esere başvurur, o sayfasını açarak tatbik edilecek noktaları tayin ederdi. Kız bir kahve getirse Meftun hemen gözlerini açarak “Senin bu kahveyi verişin şu satırlardaki tariflere uymuyor… Daha ‘elegant’[32 - Zarif, şık. (e.n.)] olmalısın!”dan tutturduğu tenkitlerini yarım saat uzatır; Eleni yaptığını, yapacağını büsbütün şaşırırdı. Beyin bu karışık tarifleri ve öğretmeleriyle zavallı kız, eski bildiklerini de unutur gibi olmuş, hizmet namına yeniden hemen hiç doğru bir şey öğrenmemiş gibiydi.
Meftun’un o ev içinde alafrangalık için “forme” etmeye,[33 - Forme etmek: Şekillendirmek, biçimlendirmek. (e.n.)] yetiştirmeye, alıştırmaya uğraştığı kimseler Zarafet’ten, Şaban’dan, Eleni’den ibaret değildi. Ailesinin bütün insanlarını o yolda terbiye etmeye karar vermişti. Bu kararını gerçekleştirmek için hesapsız engele, güçlüğe uğruyor, pek gülünç hâllere sebep oluyor, ama kararından vazgeçmiyordu. Mesela büyükannesi Şekure Hanım’ı sıcağa[34 - Hamama. (e.n.)] gitmek için hazırlanırken görse hemen tuvalet kitabından “vücut temizliği” bahsini açar, vücut organlarından her birinin ayrı ayrı nasıl yıkanacağını etrafıyla anlatmaya girişir. Onunla da yetinmeyerek zavallı kadının hamam bohçasını karıştırır. Bizim kadınlarca hamamda kullanılması âdet olmuş birçok şeyin kullanılmasına itiraz eder. Onları çıkarır, atar. Sabun görse pek kızar. Annesi “Ulan çıldırdın mı? İnsan hamamda sabunsuz temizlenebilir mi?” feryadıyla avaz avaz haykırır. Meftun sabunun deriye, saçlara sayısız zararından bahsederek “Onun yerine kullanmak için çeyrek litre alkolün içinde yarım gram sülfat dö kinin eritmeli, bir şişeye koymalı, ağzını sıkıca kapamalı. İki gün öyle dursun. Sonra içine yarım litre eski rom ve 50 gram sarı kınakına tozu ilave etmeli…”den tutturarak uzun uzadıya bir tertip tarif eder, sabun yerine bunun kullanılmasından saçlarca hasıl olacak menfaatleri saya saya bitiremez. Nihayet büyük annesi:
“A evladım, baksana, saçlarım bembeyaz oldu. Bundan sonra öyle şeyler benim neme lazım? Biraz sabunla yıkanır, hamamdan çıkıveririm.”
“Hayır, olmaz. Sabun zararlıdır. Derinin deliklerini tıkar, saçları döker. Sana yumurtayla yapılan bir tertip salık vereyim…”
“Yavrum, geç kaldım. Bırak beni, yoluma gideyim.”
“Daha kolayı var canım. Beyaz saçlar için un kullanırlar. En uygunu budur. Başka renkteki saçlar için de âlâdır. Unla saçları ve başı güzelce ovuşturmalı. Sonra fırçalamalı. Baş için bundan uygun bir temizlik şekli olamaz.”
Zavallı kadın, torununun zorundan kurtulamayarak bir defa kâğıt içinde hamama yarım okka un götürmüş; bununla saçlarını ovalarken un yumuşayarak hatunun başında hamurdan bir takke peyda olmuş; bu yeni usul temizlenme öteki kadınların merakını çekerek “Hanım, illetin mi var? Başına sürdüğün o nedir öyle? Başı çıbanlılara giydirilen ziftten siyah takke gördük ama hiç böyle beyazına tesadüf etmedikti…” yollu birtakım yersiz suallerle karşılaşmış; zavallı, o günü, utancından âdeta ağlamaklı olmuştu.
Eline çatal bıçak almamış bir aileyi alafranganın bütün sıkıcı külfetleri, bütün zaruri merasimiyle yemek yemeye alıştırmak, güç olduğu kadar da gülünç olduğuna Meftun hiç ehemmiyet vermiyordu. Kadınninesinin, annesinin, teyzesinin şikâyetlerine, ürkme ve tiksinmelerine hiç kulak asmayarak beyefendi, hepsinin eline çatal bıçağı dayadı. İlk işe giriştiği zaman bir et parçası kesilirken kesilen lokma bir tarafa, bıçak, tabak başka tarafa fırlamak gibi kazaların bol bol oluşu, Meftun’u, bu güç işi nasıl başarabileceği konusunda ümitsizliğe düşürmedi.
Çatal denilen o sivri uçlu demirleri ağza sokup yemek yemeye aileden birkaçı istemeye istemeye biraz alıştılar. Ama kadınnine Şekure Hanım, mümkün değil, bu güç usulde yemek yemeyi beceremiyordu. Onun istidatsızlığı kati olarak ortaya çıkınca yaşına saygı göstererek bu yemek usulünden muaf tutulmasına karar verildi. Kesilmesi güç parçalar, Eleni tarafından kesilerek büyük hanımın tabağına konulacaktı. Ama zavallı hatun, o parçaları gene çatalla yemeye mahkûm edilmişti. Talihsiz Şekure, ara sıra kızı Vesile’yi bir tarafa çekerek “Çatalla yediğim yemeğin tadını bir türlü duyamıyorum.” şikâyetiyle yanar yakılırdı. Meftun’un Beyoğlu’nda veya bir başka yerde birkaç gece kalıp da eve gelmediği günler, ailedeki kimseler için bir şenlik günü olurdu. O zaman kimse, alafranga yemek salonunun semtine uğramazdı. Hanımların küçüğü büyüğü, Eleni’ye “Haydi kız, sofra bezini bul. Oturduğumuz odaya yayıver. Yemek iskemlesini koy, kaşıkları getir.” emirleriyle bildikleri gibi bir sofra kurdurur; etrafına dizilirler; “Ooohh, canım alaturka! Anandan babandan gördüğünden şaşma. İnsan böyle tatlı tatlı yiyor… İçine siniyor, ne yediğini biliyor…” sözleriyle kolları sıvayıp hepsi birden sahana hücum ederek çorbadan pilava kadar bir kapışmadır giderdi. Meftun bu hâli duysa evde kıyamet kopacak. Ama böyle yemek yemek daha kolay, hizmetçiler için daha yorgunluksuz olduğundan Zarafet’le Eleni, bu sırrı saklamaya iyice dikkat ederler, beye bir şey duyurmazlardı. Meftun’un geldiği akşamlar “sal a manje” adı verilen bodrumdaki uzun sofra gene fesleğen, kına çiçeği saksıları, mezat malından alınmış altmışar paralık şamdanlar, bardaklar, tabaklarla donanır, aile üyelerinin büyüğü küçüğü, ihtiyarı tazesi, istemeye istemeye iskemlelere dizilirler, hepsi birer birer belli yerlerini alırlardı.
Alafrangalık nasıl öğrenilir? Tabii Frenk memleketlerinde bulunmakla, onların her âdetini görmekle; görülenlere ısrarla dikkat edilerek önce bilgi, sonra alışkanlık peyda edilir. Oralarda bulunmayanlar bu görgü usulünü nasıl elde edebilirler? Bu âdetlerin nazariyeleri bazı kitaplarda görülür. Tatbikatı da Frenk dostlar edinilerek gerçekleştirilebilir. Ama bu da hayli uzun olur. Frenk usulü yaşamanın kendine mahsus bir usulle öğretilmesi kabil değil midir? Meftun bu meseleyi çok düşündü. Çünkü aile fertlerine alafrangalığı öğretmek için çok sıkıntı çekiyordu. Hoşa gidecek meyveler de toplayamıyordu. Uzun uzadıya düşündükten sonra bu güç işin öğretilişini kolaylaştırmak maksadıyla bir eser yazmaya karar verdi. Bu kitabın ismine evvela “Savoir-Vivre Appliqué”[35 - Uygulamalı Yaşam Bilgileri. (e.n.)] dedi. Sonradan bu adı beğenmedi. “Savoir-Vivre Comparé”[36 - Karşılaştırmalı Yaşam Bilgileri. (e.n.)] diye isimlendirmek istedi. Sonra “comparé” yle[37 - Karşılaştırılmış. (e.n.)] “comparatif”[38 - Karşılaştırmalı. (e.n.)] arasında bocaladı. Birini ötekine tercih için bir sebep bulamadı. Nihayet bin güçlükle “Savoir-Vivre Pratique”te[39 - Pratik Yaşam Bilgileri. (e.n.)] karar kıldı. İsmin Fransızcası oydu, şimdi Türkçesi kaldı. Bunu dilimize tercüme etmeli? “İlm-i Muaşeret” dedi, olmadı. Birçok lügat kitabı arasında Vizental Efendi’nin “Cep Lügati”ne başvurdu. “Savoir-vivre”yi orada “ahlak-ı hasene”[40 - İyi huylar. (e.n.)] diye tarif edilmiş görünce kızgınlığından kitabı pencereden attı. Of, nihayet “Âdab-ı Hayatı Amelî”ye biraz zihni yatar gibi oldu. Bundaki isimlerin birbirini kovalaması da kulağına hoş gelmedi. “Amelî”yi sondan kaldırıp başa koyunca eserin başlığı “Amelî Adab-ı Hayat” şekline girdi. Aman, artık uysun uymasın, Meftun yorulmuştu. Uygun bir isim bulmanın hemen hemen bütün eseri yazmaya denk bir yorgunluk olduğunu anladı. Bu konuya dair önüne eski, yeni, birçok Fransızca kitap açtı. Kaleme alacağı eserin kısımlarını, bölümlerini tayin ederek işe başladı. Bir taraftan yazıyor, öte taraftan yazdıklarının ev içinde tatbiki işine girişiyordu. “Amelî Adab-ı Hayat”ı yalnız bir tatbikat şekline değil aile halkınca öğrenilmesi mecburi bir ders hâline koydu. Yazmak bilenler, Meftun’un bu kitaptan söylediklerini hususi defterlere kaydedecekler, yazısı olmayanlar da bu acayip derslerde dinleyici olarak bulunacaklar, işittiklerini sonradan birbirlerine sorup cevaplandırarak kuvvetlendirecekler, evcek yaşayış tarzlarına bu öğrendiklerini tatbik edeceklerdi.
Odalardan biri sınıf sayıldı. Meftun Bey bir gün “Amelî Adab-ı Hayat” dersini özene bezene açtı. Derste kadınnine Şekure Hanım’dan başlayarak teyze Vesile Hanım’ın küçük kızı dört yaşındaki Hasene’ye kadar bütün aile fertleri hazırdı.

IV
Derse başlamadan önce hocadan başlayarak bütün kadın ve erkek öğrencileri tanımak lazım gelince, evvela Meftun Bey:
Yaş otuza, boy uzuna yakın, vücut ince, renk soluk, vaziyet ve davranış gayet sinirli, yüz uzun müddetten beri tuvalet sularının, pomatların, pudraların aşırı kullanılmış olmasından fazlasıyla yorgun… Âdeta sepilenmiş deri gibi pul pul bir hâl almış, elmacık kemikleri fırlakça… Gözleri iri, yuvarlak, pişmiş kelle gibi ölü bakışlı, donuk, sönük, akları karasından fazla…
En ziyade rahatsızlığı mideden, sinirden, çarpıntıdan…
Fikir bakımından hoppa… Bilgi derme çatma, anlayışı kıt, zoraki, hep “savoir-vivre”den çalınma… Davranışları taklit, hep sahte, soğuk…
Şikâyetleri: Gece sokaklarda sopa vuran mahalle bekçisinden; köpek havlamalarından; birbirini kovalayan bozacı seslerinden; tütün tabakasını, ağızlığını cebine koyup gecelik entarisi, Şam hırkasıyla akşamları yemekten sonra çıkagelen alaturka misafirlerden; ince saz takımından…
Ayıpladığı şeyler: Kaloş potin giyenler; gezgin aşçıdan kuskus pilavı yiyenler; Osmanlıca eserleri ve gazeteleri okuyanlar.
Alışkanlıkları: Tırnaklarını bir çeşit insan nalbandına kestirmek. Türkçe söylemesi en kolay kelimeleri bile güçlükle söylemek, bazen en çok kullanılan deyimleri unutmak… Söz arasında, bahse münasebet alsın almasın, Fransızca atasözleri kullanmak… Bir sohbette yorulunca ıslıkla opera parçaları çalmak…
Tövbe ettiği yemekler: İşkembe çorbası, nohutlu yahni, patlıcan dolması, un helvası, bulamaç, pekmezli muhallebi, piruhi, tatar böreği vb…
Sevdikleri: Filetolar, biftekler, ragular, sosisler, sufleler, tartlar, kompotlar… Kuşkonmaz… (yoksa) Enginar sapı, bazen kamışlık pırasa, omlet (yapılamazsa) kaygana…
Nefret ettiği içkiler: Boza, harnup şerbeti.
İstemeye istemeye içtikleri: Kırkçeşme, Halkalı, Turunçlu, Keçe, Kayışdağı vb.
Arayıp da bulamadıkları: Madera, Bordo, Burgony, Malaga…
Semti: Kışın Horhor, yazın Erenköyü; fakat aklı Beyoğlu’nda.
Okumaktan ürktüğü eserler: Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Kavaidi Türkiyye, gramer, sentaks, Osmanlı edebiyatı… Millî romanlar…
Edebiyatta hemen hemen sevdiği hiçbir meslek yok. Bu mesleksizlik de bir çeşit meslek sayılabilirse de tuttuğu yol şöyle: Bir yazar “süblime”,[41 - Yüce. (e.n.)] daha doğrusu “vrai”,[42 - Gerçek. (e.n.)] daha iyisi “cru”,[43 - Apaçık. (e.n.)] yani cascavlak olmak için anlatım kaideleri, şive, edebiyat kuralları gibi dil ağırlıklarından sıyrılmak, bu ağırlıkları atmak, hafiflemek, kendi yazdıklarından başkasını beğenmemek, ama kendi eserlerinin bir gün bir yazar tarafından methedileceğini sezince ihtiyatı ele alarak onun kaleminden çıkan eserleri beğenmiş, hatta lüzumuna göre her satırına, her kelimesine âşık olmuş, bayılmış görünmek… Hangi örnekten olursa olsun bir yazarla görüşülünce nezaket icabı, yüzüne “Güzel yazıyorsunuz!” methinde bulunmak… Yanından beş on adım ayrılınca:
“Imbécile, il se croit, un auteur!”[44 - “Ahmak, kendini bir yazar sanıyor!” (e.n.)] demek.
Türklüğe ait özelliklerle seçkinleşmiş bir orijinaliteyi kabul etmemek, böyle bir iddiada bulunanları adi görmek.
Büyükada’da, Şişli’de oturur, bisiklete biner, lüzumunda vals eder, Chopin’i, Gounaud’yu, Bizet’yi, Verdi’yi tanır aileleri tasvir etmekten başka Türkçede hikâye konusu bulunamayacağı fikrinde ısrar etmek…
Meftun Bey’e edebiyatta tuttuğu yolu sorsanız açık bir cevap alamazsınız. Sualinize karşı yüzünü buruşturur. Sizi alaycı bakışları altında ezerek süzer. “Edebiyatta tuttuğum yol mu? Oooof, ne safça sual! Dünyada edebiyat var mı ki meslek olsun?”
Kırpılıp kırpılıp açılan gözlerinden karışık bir mana saçılır… Size ruhunda kaynayan büyük büyük bir şeyler anlatmak için, titrediğini görürsünüz… Kelime bile söylemeden yalnız kaş göz kırpıştırmasıyla anlatmaya uğraştığı yüksek düşünce ve duygulardan yorulmuş gibi gözlerini yumar… Sonra yavaşça, Fransızca bir atasözü söyleyerek:
“A question hatée, réponse pesée![45 - “Acele suale ağır cevap vermelidir!” (e.n.)] Edebiyat mı azizim? Öyle bir şey var mı? Siz benim beğenmiş göründüğüm bazı eserler hakkında takdirlerimi ciddi mi zannediyorsunuz? Hatır için, lüzumu olduğu için öyle görünüyorum… En büyük edebî başarı eserin sanat harikası olmasında değildir. O eseri övdürecek dostlar peyda etmektedir. Şimdi bendeniz, yazar arkadaşlarımın en kalemi kuvvetlilerinden birkaçını yemlemezsem sonra benim yayımlanacak eserimi övmeye koşan olur mu?”
Anlatmak istediği şu edebiyat hilesinin yanından öyle cevahir yumurtlar ki dünyada edebiyatın mevcut olmadığını ama bu deha ışıltısının, Meftun Bey’in yazılmak üzere bulunan yüce eseriyle birlikte doğacağını biraz üstü kapalı size hissettirir. Lakin seneler geçer, bu güzel eser bir türlü doğrulup meydana çıkamaz. Meftun, eski edebiyatın düşmanıdır ama yenisinin de pek dostu değildir. Yeni edebiyat taraflılarını bin türlü noksanla itham eder. Mesela “Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi”nin sırayla değerbilir gözler önüne serdiği seçme eserler hakkındaki fikrini sorsanız gülümseyerek kulağınıza eğilir:
“Mon cher! Entre nous,[46 - “Azizim söz aramızda.” (e.n.)] şu kırmızı kaplı kitapları mı soruyorsunuz? Bunların sahipleri olan zavallılara şaşıyorum. Renk illetine uğramış sanılan bu sayın yazarlar bilmelidirler ki okuyucu, bir kitabı, kırmızı kabını şerbetlik şeker gibi ezip de şifa niyetine suyunu içmek için değil, içindekileri okumak için alır. Bu kitapların, Türklük yalnız kaplarında görülüyor… Bu parlak rengi seçmelerinin sebebini anlayamıyorum… Bu ‘pretansiyon’[47 - Kendini beğenmişlik. (e.n.)] bana çok büyük görünüyor. Bendeniz, yazacağım eserim için bir renk seçmeyi düşünsem öyle parlağını değil, ‘modest’ini[48 - Alçak gönüllü. (e.n.)] arardım. Bu al renk pek iddialı oluyor. Hem Avrupa’da aşçı işçi kitapları, ‘bibliotek roz’lar[49 - Kırmızı kitaplıklar. (e.n.)] filanlar bir yana bırakılırsa ciddi yazılmış kitaplardan kırmızı kaplılarına pek tesadüf edilmez sanırım. Zola, Bourget ve sair en tanınmış yazarların eserlerindeki kıyafet sarı, mavi, beyaz olarak görülüyor. Çoğu böyle… Bu meşhurlardan, eserini akide şekeri renginde bir kaba koyup da bunu kitabın sürümü için bir sebep veya iyi haber sayanını görmedim. Çünkü eserin içindekinden emin olan bir yazar kabın rengine ehemmiyet vermez. Renkten rağbet yardımı bekleyerek göz boyacılığına kalkışmaz.”
Sonra “Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi”nin ateşli renginden vücuduna bir sıcaklık yayılmış gibi yerinden kalkar, beş aşağı beş yukarı gezinir… O kırmızı kütüphaneyi küçümsemek, alaya almak için söz arar. Dokunaklı, ısırıcı bir söz. Meftun Bey için sözün en haklısı, ağızdan çıktığı sırada, karşısındaki üzerine şatafatlı bir tesir gösterendir. Bir gereğe uygunluğu ister şeklinde ister ani olsun yahut hiç olmasın…
İki elinin başparmaklarını açıp kalçalarına yerleştirerek iki kulplu büyük bir vazo şeklini alır. Sonra konuştuğunun yüzüne sert sert bakışlar fırlatarak:
“O kitapların rengine parlak dedimdi, değil mi? Baskı makinasından yeni çıktıkları vakit belki… Ama kitapçı vitrinlerinde uzun müddet güneş altında kalıyorlar, müvezzilerin kucağında gezdirile gezdirile çok hırpalanıyorlar da başlangıçta al olan o renk soluyor, kaçık morla sevimsiz bir galibarda arasında acayip bir renk alıyor. Neye benziyor? Dur, dur, dilimin ucunda, gözümün önünde… Hay Allah müstahakını versin. Hah buldum. İşportalarda gezen… Kırmızı boyalı yumurta… Evet, soluk kırmızı paskalya yumurtasına…”
“Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi”nin sayın yazarlarının dehalarından renk almış sanılan kırmızı zemin üzerine beyaz yazılarla süslü bu kaplar elbette görülmüştür. Gönlü çeken her nakışları, hazırlayanların yaratılışlarındaki zarifliğe birer büyük delil olan bu nefis kitapların kapları hakkında böyle hezeyanla ağzını açan Meftun’u, bunların edebiyatla ilgili taraflarına dair söyletmek lazım gelse artık kulakları tıkamalı. Tecavüzleri[50 - Tecavüz: Saldırı. (e.n.)] dinlenmez… Dinlense de söylenmez. Meftun, yeni edebiyatçılarla bahse girişse türlü ihtilaf noktaları bulur, çıkarır. Kendinin o gruptan olmadığını söyler. “Yeniden değil, eskiden hiç değil. Ay efendim, ya sen nesin?” diye sorulsa o zaman gülerek:
“Yeni edebiyatçılar dedikleriniz kimler oluyor? Onların hepsi, hâlâ kelime ile oynuyorlar. Benimkiyle ölçülürse yeni dediğiniz şey Çin edebiyatı kadar eski kalır. Ben neyim, size söyleyeyim mi? Ben öyle bir şeyim ki mensup olduğum edebî meslek bundan ancak yüzyıl sonra rağbet görebilecektir. “Dekadizm”, “sembolizm” sönerken bunların ölgün ışıklarından başka bir mesleğin ışıkları yayılacaktır. Bunun ismine ne denecek, bilir misiniz? Haydi Türkçeyle Fransızcayı karıştırarak buna bir ad vereyim… Efendim, buna ‘hiçizm’ denilecektir. Çünkü hastalanan bir insan kendini tedavi ile uğraşır. Niçin? Bir müddet sonra gene hastalanıp ölmek için… İnsanları aptallıktan aptallığa götüren şey, işin sonundaki bu hiçliği anlayamamaktaki ahmaklıklarıdır.”
Babası öldüğü zaman Meftun, on dört on beş yaşında bir çocuktu. O ailenin alafrangalığa merakı yoktu. Bu illet, biraz Meftun’un amcasında vardı.
Babası ölünce çocuğun eğitimi işini ve terbiyesini benimseyerek yeğenini yanına aldı. Öğrenimini tamamlaması için Paris’e gönderdi. Delikanlı, orada ne tahsil etti? Askerlik mi? Hekimlik mi? Hukuk mu? Ticaret mi? Ziraat mı? Sanayi mi? Hayır, bunların hiçbiri değil… O bir kolay meslek takip etmek istiyordu. “Armut piş, ağzıma düş!” derecesinde kolay ne meslek olabilir? İnsan her ne öğrenmek isterse istesin, bilgi sermayesini bir çalışma karşılığında kazanabilir. Yeğeninin dünyada tek bir allame kesileceğini umarak İstanbul’da birtakım boş ümitlerle ağzı açık bekleyen amcasını Meftun, her hafta yalancı bir mektupla kandırarak o Fransız ülkesinde girmeyi mümkün gördüğü müesseselerden dolaşmadığını bırakmadı. Ama hep alargadan dolaşıyor, kayıtlı öğrenci sıfatıyla hiçbir yere girmiyor, dinleyici sırasında bulunabileceği müesseseleri, üniversiteleri dolanıyor, hiçbir kitap açmadan, zahmetsizce, kulaktan bir bilgin oluverip meydana çıkmak istiyordu.
Her ay bir çıkın parayla bir de uzun nasihat mektubu gönderen amcasını aldatmak için sahte diplomalar düzenlemeyi göze aldırmaya karar vardı. Zavallı adamı aldatmaktaki bu başarı kolaylığını görünce müesseselerde dinleyici diye bulunmak yorgunluğunu da bir yana atar gibi oldu. Gelsin kafeşantanlar,[51 - Kafeşantan: İçkili, çalgılı kahvehane. (e.n.)] konserler, balolar; bu gece Folies Bergères’de, yarın Olympia’da, öbür gün Eldorado’da… Artık okumaya değil, uyumaya bile vakit bulamıyordu. Aşk ve sevda Vezüv Yanardağı gibi kaynamada…
“Les Dessous de Paris” adıyla Paris’in üstünden başka bir de altı vardır. Buraları sefillerin kuyuları, cehennemleridir… Gece yarısından sonra Paris’in bütün ahlak bayağılığının gizli tarafları, kötülükleri, rezillikleri bu çukurlarda akacak bir yer bulur. Öyle acayip, garaip, bazen iğrenç, müthiş, tehlikeli vakalara, canlı levhalara tesadüf olunur ki bu manzaralarla ilk defa karşı karşıya gelenler, nefretlerinden titrerler… Yanlarına bir rehber yahut kılık değiştirmiş bir polis almadıkça, yabancılar bu kaza bela kuyularına inemezler. Buralardaki “sous”ya[52 - Dönemin takriben yirmi parası. (e.n.)] gecelenir. Bu ücret karşılığında barınma hakkı boylu boyunca uzanıp yatmak değildir. Bir masanın önünde, baş iki ellerin arasına alınarak öyle oturmak vaziyetinde uyumaktır. Sahipleri pek misafirsever olmayan bu mağaralara bazen o kadar müşteri hücum eder ki gelenlere oturdukları hâlde sızmak için bile yer bulunmaz.
Meftun parasız kalarak Brasserie Moraud’da, Fradin’de bir iki akşam geçirmişti. Fakat bu sefil barınışlarının züğürtlükten olduğunu söylemez, “Ben oralarda par curiosité,[53 - Merak yüzünden. (e.n.)] daha doğrusu etüt yapmak için kaldım.” derdi. O gecelerin birinde yanı başındakilerden şöyle bir konuşma dinleyerek hatıra defterine yazmıştı:
“İşte arkadaş, iri bir pehlivan bit yakaladım. Yarışa korum. Ehli Hayvanlar Semizlik Yarışması Komisyonundan birinci mükâfatı bundan başkası kazanamaz. Bunun besililiğinden, yetiştiği tarlanın besleme gücünün yerinde olduğu anlaşılıyor. Benden yağlı kim var içinizde? Mahsullerine güveniyorsan bir tane de sen tut, dövüştürelim…”
Meftun Paris’in altını üstünü dolaştı. Her yerini öğrendi. Amcasından gelen paranın düzenli harcanmasını temin edemediğinden ay başında zengin, sonunda iki cebi tamtakır bir züğürt olurdu.
Amcası yeğenine uzun, hikmetli ve ustaca nesir yazarı cümlelerle nasihat vermekten bıkmadı. Ama Meftun, kendi gidişine uygun bulmayarak yave[54 - Yave: Anlamsız, saçma sapan söz. (e.n.)] saydığı bu uzun lakırtıları okumaktan usandı. Çok defa “Yavrum, dünyada insan bilginin değerini anlamış, söz dinler ve sebatlı kimselerden olmalıdır ki…” kılıklı bir mukaddemeyle başlayan verimsiz nasihatlere rastlayınca yeğen bey pürhiddet “Oooof, gene seni mi dinleyeceğiz? Nasihati ne yapayım? Paraya bakalım!..” diye alay ederek amcasının gerek düşünce bakımından gerek el yazısı bakımından özene bezene hazırladığı o canım mektubu okumadan bir tarafa fırlatır, zarftan çıkan çeki cebine atarak bankadan paraları almaya koşardı.
Meftun Paris’in altını üstüne çevirdi, bütün edebiyat ve bilgi veren yerlerle edep dışı yerleri hep gezdi, tozdu da amcasının paraca ettiği fedakârlıklara ve hele verdiği nasihatlere rağmen hiçbir şey tahsil edemedi mi? Etti… Bu hakikat nasıl inkâr olunur? Bir insan iyiden kötüden her gün iki şey öğrense dört beş senede bu kadar malumat eder. Kendini üzmeden, zihnini yormadan, kolaylık rüzgârı beynine lüzumlu, lüzumsuz, faydalı, zararlı neler getirip tıktıysa onları öğrendi. Az bilmek ve bildiğini insan ilminin son noktası, kendini de “âlim-i küll”[55 - Âlim-i küll: Her şeyi bilen. (e.n.)] zannetmek, böyle öğrencileri gerçekten ziyade hayale, ciddilikten ziyade bilgiçlik taslamaya götürür. Şarlatanlık bu gibi noksan bilgilerden çıkar, şarlatanlar işte böyle yetişir. Şarlatanlık da bir çeşit tekniktir. Bu teknik, öğrenmekten ziyade istidatla gelişir. Bu mesleğin az çok, bazı bilgi dallarına mensup olanlarla kızıl cahillere kadar dereceleri vardır. Evet, şarlatanın da yükseği, alçağı olur. Şarlatanın en açık alameti, hiçbir hakikat karşısında susturulmuş olmaya dayanamayarak seksen dereden su getirmeye uğraşmak; sözle, kalemle her bahse katılmak; bilmediği şeylerden bilir gibi bahsetmek; bilgisizliğini örtmekte büyük başarı göstermek; bazı bahislerini ömründe bir defa okuduğu veya Allah saklasın hiç okumadığı ilimlerde, bilgilerde ihtisas iddia etmek; iki kere iki dört eder kesinliğiyle iddialarının saçmalığı ispat edildiği hâlde asla kanaat getirmeyerek “Düşmanıma derdimi anlatamadım ki!” sözünden ayrılmamak; hasılı, Nuh deyip durmak; kaleminden çıkan saçmaların sırf gerçek olduğuna herkesi inandırmak için sıkılmayı bir yana atarak her yolu mübah saymak; karşısındakinin ileri sürdüğü fikirler ne kadar açık, düzgün, ispat edilmiş hakikatlerden olsa gene anlamaz görünerek meseleyi safsataya, palavraya boğmak; nihayet hasmını usandırarak, nefret ettirerek, iğrendirerek münakaşa meydanından püskürtmek… Sonra dönüp okuyuculara başarmış bir tavırla “Gördünüz mü? Şiddetli bir kesinlikle nasıl hasmımın ağzına ot tıkadım? Münakaşaya gücü yetmedi, işte kaçtı…” demek… Bununla da kanaat etmeyerek sözde, yazıda sırasını kollayıp “Bu bahiste zaten geçenlerde filan efendiyi susturmuş olduğumuz cihetle…” cümle parçasını sıkıştırarak o safsata meydanının terlemez, kızarmaz bir kahramanı olduğunu ilandan geri durmayıp ahmakları kudretine hayran, gerçek severleri alaylı gülüşlere, daha doğrusu tiksintiye mecbur etmek…
Meftun bu şarlatanlık meziyetlerinin hepsine sahipti. Edebiyatçılardan, şairlerden, tarihçilerden, bilginlerden, teknik erbabından en ileri gelenlerle bunların en meşhur eserlerinin isimlerini ezberlemişti. Her neden bahis açılsa bir fihrist cetvelinden ileri varamayan bilgisiyle hemen söze atılır; yaş, kuru, lakırtı karıştırırdı. Hakikat öyle değildir diyenlere karşı bin maval okur, “Sizin aklınızda iyi kalmamış. Ben gayet iyi biliyorum ki mesele dediğim gibidir.” cevabını korunmak için kendine siper edinir. Saçmalarını reddetmek için o bahisteki sözleri tek delil sayılmış itibarlı kitaplardan birinin sayfaları şahitlik için açılıp gözüne sokulsa “Hakikat gene benim dediğim gibidir. Burada yazar nasılsa yanılmış…” demeye kadar vararak insanı çatlatır. Meftun’un Paris’teki tahsil bölümlerinde derinleştirmediği cihetler hiç yoktur dersek yalan söylemiş, hakkını inkâr etmiş oluruz.
Kahramanımız ilk hevesle Paris’te bazı müesseselere devam zahmetine katlandığı esnalarda dinlediği derslerden, ilim bahislerinden defterlere öteberi notları yazardı. Ama bu defter sayfalarının büyük kısmını ciddi notlardan ziyade argo dili terimleri çeşidinden manasızlıklarla doldururdu.
Mesela ciddi bir ilmin notlarına ayrılmış sayfaların kenarında Paris külhanileri dilinin adi kelimeleri görülür; tarihe, edebiyata ait faydalı, mühim bahislerin sayfa çevrelerinde aşağıki garip terimlere tesadüf olunur:


Yüksek şapka Edebiyat kitap ve defterlerinin sayfa kenarlarında bu kelimelerle yapılmış öyle edepsiz cümleler vardı ki onlardan buradan bir örnek vermeye bile kalem utanır.
Meftun’un Paris’te, teorisini tahsil defterlerine böylece yazdığı bilgilerinin tatbiki sırasında başı dönüp gözleri karararak pek ziyade taşkınlık gösterdiği bir sırada amcası vefat ediverdi. Meftun da öğrenimini ilerletebildiği derecede bırakarak İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Amcası, Meftun’un ve kendinden küçük kardeşi Raci ile kız kardeşi Lebibe’nin işlerini de üzerine almıştı. Amca efendinin ölümüyle bu işler Meftun’a geçti. Meftun Paris’te çeşitli bilgiler öğrenirken güya hukuk ilmini tahsilden de geri durmamıştı. İstanbul’a gelince ailesinin veraset meselelerine ait, görülmesi icap eden hukuki işlerini düzeltmek için koltuğunun altına bir avukat çantası sıkıştırarak mahkeme mahkeme dolaştı. Kendi sözüne göre her işi yoluna koydu. Ailesine ayda yirmi yirmi beş lira kadar bir gelir sağladı.
Kadınnine Şekure Hanım:
Yaş yetmişken seksene doğru adım adım ilerlemekte…
Hanımninenin kendine sorarsanız onun fikri elli beşte demir atıp hiç ilerlememek… Söz bir Allah bir, her sene rakam değiştirmeye ne lüzum var… Fakat Şekure Hanım’ın bu hesabı birçok cihetten pot gelir. Sırıtır. Kadınninenin bu sözüne güvenmek lazım gelirse ellisini aşmış bulunan büyük kızı, yani Meftun’un annesi Lütfiye Hanım’ın yaşı otuz sularında bulunmak, otuza yaklaşan Meftun’u on yaşına indirmek ve ağabeylerinden biri altı, öbürü on bir yaş küçük olan Raci ile Lebibe’nin yaşlarını sıfıra indirip ikisini de henüz analarından doğmamış, yani mevcut olmayan kimseler saymak gerekiyor.
Şekure Hanım’ın hesabındaki bu garabet bazen alay olmak için kendisinden sorulur. Kendisi elli beşinde olunca Meftun’un yaşı on ve öteki iki torunun da henüz dünyaya gelmemiş olması icap ettiği anlatılır… Kadınnine kaşlarını çatarak:
“Meftun’u mu söylüyorsunuz? O daha dünkü çocuk ayol… Daha yaşı ne başı ne? Benim gözümde o hâlâ on yaşında bile değil…”
“Ya Raci ile Lebibe? Bunlara bir yaş tayin etmek istesek nasıl olacak? Altışar aylık demiş olsak ikisini de insafsızca büyütmüş olacağız…”
“A, Raci, Lebibe… Onlar mı? İlahi, ben onları adamdan sayar mıyım hiç?”
Şekure Hanım’ın karşısındaki bu sıkıcı suallerinde biraz daha ısrar edip “A büyük hanım, tuhaf söylüyorsunuz… Kızınız Lütfiye Hanım ilk çocuğu Meftun Bey’i sekiz yaşında mı doğurdu?” demiş olsa şu cevabı alır:
“Hemen de öyle ya! Evvelden kızları şimdiki gibi yirmi beşine kadar bekletmezlerdi. Pek erken kocaya verirlerdi. Ben, merhuma tamam on iki yaşımda vardım.”
Sözün ucu bir kere bu yola dökülünce lakırtı büyür. Şekure Hanım ta gelinliğinden başlar, merhumla geçirdiği hayatın bütün safhalarını tatlı yerlerinde sırıtıp göz süzerek, acı noktalarında geğirip ah ederek anlatır. Lakırtıdan boğazı kurur, bir iki yudum su içer, gene anlatır… Kadınninenin hikâyesini tamamlaması, karşısındakinin dayanma gücüne göredir. Dinleyende ne kadar sabır görürse o kadar anlatır… Bazen sözden pek yorgun düşerse beş on dakika kadar uyku kestirir. İşte bu uyku sırasındaki ara, dinleyici için güzel bir fırsattır. O gözlerini yumar yummaz hemen büyük hanımın sohbetine karşı bulunmaktan kaçmalıdır. Eğer dinleyici yerini bırakmakta ihmal edilir, ağır davranılırsa kadınnine gözlerini açar açmaz sorar:
“Ne anlatıyordum?”
“Gelinliğinizi…”
“Sözün neresine geldikti?”
İşte bu suale cevap bulmak acayiptir. Büyük hanımın sözlerinde bir başlangıç, bir orta, bir son yoktur ki… Bazen başı sona, ortayı başa getirir. Anlatılan hikâye baştan aşağı bir mantık örgüsünden mahrumdur. Sözün neresinde kalındıydı? O noktayı tayin için büyük hanıma yardım etmeli, bunu düşünmeli. Filan yerde kaldıktı diye bir söz atınız da ne olursa olsun. O noktanın eski noktaya tam tamına uyması pek beklenmez. Büyük hanım bu meselede güç beğenir değildir; “Ha, evet.” der, gene başlar. Gene o eski sözler. Fakat o kadar ucu bucağı gelmez vadilere dallandırılıp budaklandırılır ki dinleyene göz kararması, âdeta baygınlık gelir. Bu lakırtı tufanından kurtulmak için kadınninenin bir ikinci uyku nöbetini beklemekten başka çare yoktur. Çünkü ondan evvel kalkmak isterseniz “Ayol otur. Allah’ını seversen dinle… İşte bitiyor…” antlarıyla eteğinizden çeker.
Böyle çok söylemek büyük hanım için bir hastalık, bir illet, tabii bir ihtiyaçtır. Ne kadar çok söylerse o kadar derdini dökmüş, hafiflemiş, âdeta ferahlamış olur. Bu hastalığın aslı, sebebi vardır. Ama onu kimseden değil, büyük hanımın kendisinden dinlemelidir. Şöyle başlar:
“Ben gençliğimde bir içim su idim. O kadar güzeldim, o kadar güzeldim ki, afet yanımda halt etsin. Evet, bir içim su idim. Şimdi ne suyum kaldı ne selim. Kupkurudum, o da başka bir hikâye… Sen de kocar, inşallah benim gibi olursun da anlarsın yavrum. Gelin olduğum gün sokaklar seyirci almadı. Görenler cemalime parmak ısırdılar. Merhum kocam beni koltuklayıp da odaya çıkardığı zaman kapı kapandıktan sonra şöyle bir yüzüme baktı. Vallah hayatı gitti de bayatı kaldı. Bayılacaktı da su yetiştirdim. Ama sonradan pek kıymetimi bilmedi. Böyle vakitsiz kocadım işte. O zaman gelinliğimi bilemedim. Çocuktum. Koca nedir? Ev bark nedir? Farkında bile değildim. Hey kuzum hey… Başımda kavak yeli eserdi… Rahmetliyi sorarsan yanaklarından kan damlar, gürbüz, on dokuz yaşında bir delikanlıydı. Bastığı yeri bilmezdi. Bir ateş parçası afacandı. O bir zirzop, ben bir zirzop. İkimiz de ana baba kıymetlisiydik. Üzerimize titrerlerdi. Mürüvvet görmek olursa da öyle olsun… Bizim karı koca, bir dediğimiz iki olmazdı. O zaman, doğurmaktan başka işim yoktu ki, senede bir tane… Vasfiye’m, Hüsnü’m, ah kara kaşlı Bedri’m… İki aylıkken kara toprağa girdi. Hep bu yavrucuklarımı birbiri arkasına gömdüm. (Bir iki geğirip yaşarmış gözlerini mendiline siler, elini hırkasının cebine sokar. İki üç diş kakule çıkarır, ağzına atar. Üst çenesinde biraz sağda, alt çenesinde biraz solda bulunan iki dişi arasında kakule tanelerini çiğnemek için üst ve alt çene kemiğini iki aykırı cihete çarptırır. Geviş getirir gibi bir şeyler yaptıktan sonra) Ah, o zamanları ne kadar gözyaşı döktüm. Nasihat verenlerin sözleri hiç kulaklarıma girmediydi. Sonra efendim, ne geldiyse başıma gene doğurmaktan geldi. İkinci çocuğumda, işte bu Meftun’un anası Lütfiye’mde lohusa döşeğindeyken bana al basmış, daha kırkımı çıkarmadan beni odamda yalnız bırakmışlar. Yanı başıma bir süpürge olsun koymamışlar. Al basmış da nasıl basmış? Bilemiyorum. Kendimden haberim yok. Beni göstermedikleri hekim, okutmadıkları hoca kalmadı. Mümkün değil, eskisi gibi zihnimi toplayamadım. Lakırtıyı, çok şükür, söylemesine söylüyorum. Fakat söylenilen şeyi pek anlayamıyorum.”
Ev halkı, büyük hanımın çalçeneliğine uğramamak için pek yanına yanaşmazlar. “Acık beni dinleyiniz.” davetiyle ettiği ricalara, verdiği antlara pek kulak asmazlar. Zavallının sohbet canlılığını, lakırtıcılığını tecrübe eden misafirler de yanına yaklaşmakta ihtiyatlı davranırlar. Zavallı kadın, konuşmak için âdeta ağaçtan adam arar. Bazen sohbet hasretiyle günlerce yanıp yanıp da konuşacak kimse bulamayınca torunu dört yaşındaki Hasene’yi ciddi bir dinleyici gibi karşısına oturtur, kocakarılara mahsus dedikoduculuğun bütün mantıki münakaşalarını o kadarcık çocuğun reddine veya tasdik etmesine bırakarak söylenir durur.
Alışkanlıkları: Kışın tandırda oturmak. Üstüne yorgan örtülmüş o sıcak kümbetin çekme gözüne kuru üzüm, leblebi doldurarak ağzı lakırtıdan boş kaldıkça yemişle uğraşmak. Şekure Hanım’ın sözüne göre ağız denilen organı tembel, kapalı bırakmak âdeta günah sayılır. Ya lakırtı ya da yemişle o iki çene işlemeli… Ağzı biraz dinlenecek olursa senelerden beri devam ettiği çene jimnastiğine güya gevşeklik gelir, lakırtı idmanı bozulur.
Yemek sırasında bir eliyle kendi yemek, öbürüyle ekmek için yemeklerin suyuna batırıp batırıp sofra altındaki kedisi Pamuk’un karnını doyurmak. Hastalığı zamanında hekim ilacına değer vermemek, iyileşmeyi kendi ilaçlarından beklemek, daha olmazsa kurşun döktürmek…
Sevdiği yemekler: Turşu lapası, çılbır, tirit, nazlaç… Tatar böreği, piruhi!
Meftun’un zorlamasıyla evin yaşayışı alafrangaya döküleli tandır ortadan kaldırılmış, ona karşılık soba kurulmuş olduğundan zavallı kadınnine, artık yoluyla ne leblebilerini ısıtabiliyordu ne de dizlerini… Turşu lapasını sorarsanız, işte ona büsbütün hasret kalmıştı. Meftun bu lapayı evde pişirtmek değil, ismini bile ağzına aldırmıyordu. Kadınnine turşu lapasına hasretinin şiddetini anlatmak için ne zaman iştahla ağzını açsa torunu hemen:
“Sus, ayıp! Lapa ne demektir? O bir çeşit koyu çorbadır ki alafrangada ismi, hele hiçbir sofrada yeri yoktur. Fransızcada ‘cataplasme’ derler bir lapa vardır. Ama yenmez. Dışarıdan kullanılır. İsmi de söylüyor ki bu, yenmez. Kadınnine, eski Rumca bileydin ‘cataplasme’ denilince anlardın ki ‘kata’ üzerinde ve ‘plasma’ yapıştırma demektir. Binaenaleyh lapaların hepsi yapıştırılır, yenmez. Belki Fransa’da on beşinci, on altıncı yüzyılda böyle bir yemek vardı. Şimdi bunun yenilmesi büsbütün demode olmuştur. ‘La cuisine dans les siècles passés’ yani ‘Geçmiş Asırlarda Mutfak’, sen bu kitabı okumadın.”
Kadınninenin, yarı anladığı bu cevaba pek canı sıkılır. Fransız listesinde mevcut olmayan yemeklerin o evde yenmesi yasak… Bir lapa yemek için sekiz kitap mı okumalı? Lapa yenmez, yapıştırılırmış. Süphanallah!.. Onun yapıştırılanı keten tohumundan yapılır… Ağrıya, sızıya turşu lapası yapıştırıldığı hangi kitapta, hangi memlekette görülmüş?
Artık büyük hanım dayanmaz, ağzını açar:
“Bunları keşke sağlıkla, selametle öğrenmez olaydın! Her lakırtıya bir kulp takıyorsun… Turşu lapası yapıştırılırmış. Haydi buna öyle dedin… Ya o canım yoğurtlu tatar böreği, o da mı yapıştırılır? Dereotlu, peynirli piruhi diye kaç zamandır içim titriyor… Bıktım artık Zarafet’e pişirttiğin öküz etlerinden. Yumruk kadar kaskatı bir parça, bıçak kesmez, diş kesmez, elle parçalanmaz… Boğazım yırtılıyor yutuncaya kadar. Bu nedir ettiğin ayol? Alafranga diye kâseleri ortadan kaldırdık. Tabakla çorba içmeye başladık. Geçen günü biz yemek yerken komşu Hürmüz Hanım geldi: ‘A, ayol tabakla mı çorba içiyorsunuz?’ dedi, bize güldü, gitti.”
Meftun’un ev içinde alafrangada adına çıkardığı bidatlere Şekure Hanım sekiz on gün dişini sıkarak tahammüle uğraşıyor, yalnız torununun arkasından söylenmek, atıp tutmakla yetiniyor; ama iş turşu lapasından, yoğurtlu tatar böreğinden tamamıyla mahrum kalmaya gelip dayanınca yüzüne karşı çekişmekten de kendini alamıyordu. Aile fertlerinden kim hastalansa Meftun Bey, hastanın nabzını tutar, saati çıkarır, vuruşları sayar, diline bakar, karnını fiskeler, göğsünü, arkasını dinler. Çünkü beyefendi Paris’te bulunduğu sırada, tıp fakültelerinin de önünden geçmiş, belki kapılarından içeriye bir iki adım atmış, belki kapıcılarıyla konuşmuş, belki o yapıların duvarlarına sürtünmüş olduğundan, o çeşitli tahsili arasına hekimliği de dâhil etmeden, bu bilgiden bir kara cahil denecek kadar nasipsizlikle İstanbul’a dönmeyi bir türlü uygun bulamamıştı. Yani ondan da (tabire müsaade buyrulursa) çaktığını göstermek isterdi.
İlk tedbirler adına tutturduğu usuller şunlardır:
Büyüklere, bünyelerine göre birer müshil, nöbet varsa sülfato, çocuklara tenkiye, üç gün sıkı diyet… Sütten başka bir şey yok. Hele ekmek katiyen yasak… Müshil neyse ama üç günlük perhizden kimse memnun değildi. Evde hastalananlar Meftun’un ilk tedavilerinin rahatsız ediciliğinden kurtulmak için hastalıklarını saklarlardı, hele Şekure Hanım’ın o uzun perhize hiç tahammülü yoktu. Bazen “Huuu, çocuklar, biraz başım ağrıyor ama sakın Meftun duymasın. Beni üç gün aç bırakır. Bütün bütün dermandan düşerim. Geçen günü azıcık keyifsizlendimdi. Midem bozulmuştu. Bana beyaz bir toz yutturdu. Yarısını bardağa suyun içine, yarısını ağzıma attırdı. Rabb’im esirgeye, saraya tutulmuş gibi ağzım köpürüverdi. Dikiş kaldı[56 - Nerede ise, az kaldı. (e.n.)] boğuluyordum. Sözümü yel alsın, az kaldı gidiyordum.” şikâyetleriyle hastalığını gizler; çıkın çıkın, sepet sepet sakladığı köklerden, saplardan, yapraklardan, tozlardan yapılma özel ilaçlarını kullanarak Tanrı’nın izniyle iyileşir, bir şeyciği kalmazdı. Büyük hanımın müshil olarak kullanmaya alıştığı sinamekiyle sarısabırın zararlı tesirleri hakkında Meftun, kadınninesine etraflı üç nutuk verdiği hâlde söz geçiremedi.
Meftun’un annesi Lütfiye Hanım:
Çukurca gözler, uzunca çene, esmer yüzüyle hep annesi Şekure Hanım’ı andırır. Biraz basıkça, peltek söyleyişi de tıpkı anası. Çalçenelikte de ondan aşağı kalmaz. Lakin lakırtıda Şekure’ye yetişmek imkânsız. İkisi de çabuk ve manasız söz söylemekte imtihana çekilseler Lütfiye hayli kırık numara alır. Yaşça aralarında yirmi senelik bir fark var. Söz ebeliğinde kızının anasına yetişebilmesi için bu yaş farkı kadar lakırtı idmanına devam etmesi lazım gelir. Kocakarıda egzersiz kuvvetli… Kız da anasının az çok her hâline sahip ama beriki artık olgunluk derecesini bulmuş, çaçaronlukta en yüksek noktaya varmış…
Lütfiye Hanım biraz iyiden kötüden anlar. Sırasına göre hatır sayar, icabında lafa biraz yekûn tutabilecek[57 - Yekûn tutmak: Konuşmaya son vermek. (e.n.)] kadar çenesine buyurabilir. Hele Meftun’u çok sever. Oğlunun bütün kusurlarını birer meziyet sayar. Alafrangalık tutkunluğuyla kalkıştığı aşırılığı hoş görür. Hele alafranganın Lütfiye Hanım gibi seçkin kadınlara pudra ve sair yüz boyaları konusunda gösterdiği müsaadeyi aşırı dereceye vardırır. Tuvaletine hız verdiği saatlerde, bazen Meftun’a hüzünlü hüzünlü bakarak “Ah, baban sağ olaydı da beni böyle süslü göreydi…” demekten kendini alamaz.
Teyze Vesile Hanım:
Bu da annesiyle kız kardeşinin yaratılıştan bir örneği denecek bünyede bir kadın, anası gibi bu da çalçene, bu da dedikoducu ama o evdeki yeri sığıntılıktan başka bir şey değil. Kocası Uzunçarşı esnafından fakir bir adam. Geçinmeleri ölmeyecek kadar… Kumkapı taraflarında iki odalı bir evleri var. Fakat Vesile Hanım evde oturmaz ki… Rebia ve Hasene isminde biri büyük, öteki küçük iki kızını alır, ablası Lütfiye Hanım’ın evine gider. Çünkü ablası zengin… Allah versin, ablasının her dilden söyler, her fenden dem vurur, her sanattan anlar alafranga bir oğlu var. Merhum kocasından birkaç irat kalmış, Meftun da kazanıyor, evi çeviriyor. Aşçılar, uşaklar, hizmetçiler kullanıyor. Kışın İstanbul’da, yazın yazlıkta yaşıyorlar. Kız kardeşinin şu yaşayışına nispetle Vesile Hanım âdeta fakirlerden de fakir kalıyor. Lütfiye’nin bu refahını pek büyük bir saadet sayarak kıskanıyor. Yaz, kış, kız kardeşinin evinden çıkmadığı, kendini de çocuklarını da hemen hep ona beslettiği hâlde gene sebebini pek izah edemediği bir kıskançlık gizli gizli içini yiyor, kemiriyordu. O derecede ki, bazı konularda bu kıskançlığın âdeta nefret derecesine vardığını hisseder ama nefretini göstermeye pek cesaret edemez. Yalnız ara sıra imalı sözler, kapalı alaylarla ablasının aleyhinde ona buna ufak tefek dil uzatmalarda bulunmaktan da kendini büsbütün alamazdı. Lütfiye’nin Vesile nazarındaki en büyük kabahati, en affolunmaz kusuru, ayıbı, pudra sürmesi, kırmalı esvap, boncuklu hırkalar giymesiydi. Ablasını öyle süslü görünce ağızlarını sıkı saydığı bazı dost kadınların kulaklarına eğilerek “Hemşirenin hâlini görüyor musunuz? Kuklaya dönüyor. Bu yaştan sonra yaraşmıyor. Dilimin ucuna geliyor. Söyleyeceğim. Hemşire, bir kere kulağını arkaya at da dinle, senin bu süsün için neler söylüyorlar, diyeceğim. Bu sözümü kıskançlığıma verecek… Rabb’im göstermesin, niçin kıskanayım? Kız kardeşim değil mi? Dibalar giyse, pırlantalara boğulsa iftihar ederim. Fakat yaptığını yakıştırmalı. Kimseyi kendisine güldürmemeli. Oğlunun sözüne uyuyor da alafranga olacağım diye bambaşka bir şekle, kılığa giriyor.”dan tutturduğu tenkitlerini hayli uzatır, karşısındakinin yakınlığına, sır tutacağına emniyet ettiği nispette açılır, söylenir.
Vesile Hanım’ın içini yiyip bitiren bir emeli, ideali vardır. Büyük kızı Rebia’yı kız kardeşinin oğlu Meftun’a vermek. Ablası bu evlenmeyi uygun görse de gerçekleşmesine çalışsa onun bütün ayıplarını, kusurlarını affetmeye hazırdı. Saygısız Lütfiye Hanım, kendine yaptırdığı ipekli elbiselerden, boncuklu hırkalardan arada sırada bir tanecik olsun kız kardeşine yaptırsa, hiç olmazsa kendinin şöyle çala kullanılmış esvaplarından bazılarını ona verse o zaman büyük kız kardeşinin süsü, düzeni küçüğüne pek o kadar çirkin, gülünç, yaraşıksız görünmeyecekti.
Raci Bey… Meftun’un küçük kardeşi, yirmi üç yirmi dört yaşlarında bir delikanlı. Yüzce, vücutça ne anasına benzer ne kardeşine… Bu, onlar gibi zayıf değil, gürbüzdür, tombalaktır. Ahlakça da aralarında çok fark vardır. Raci öyle alafrangalık budalası değildir. O cihete pek merakı yoktur.
Her güzelin bir kusuru bulunmak zaruri bir şeymiş. Atasözü öyle diyor. Bunun da en zayıf, yufka tarafı “habazanlık”tır.[58 - Habazan: Pisboğaz, obur. (e.n.)] Kendisi güzelce karnını doyursun da sofra isterse alaturka, isterse alafranga tertiplenmiş olsun. Raci, midesine düşkünlük bakımından her iki usulde de yemek yemeyi uzun uzadıya incelemiş, ikisinde de birbirlerine karşı tercih sebebi bulmuştu. Çatal bıçak kullanmak, sofrada kolay yemeyi âdeta güçleştirdiğinden ve geciktirdiğinden kolay ve çabuk yemek bakımından alaturkayı tercih ederdi. Çünkü çatalın tembel dişlerine geçirilmiş bir parçayı bıçağın altında saniyeler, belki dakikalarla evirip çevirmedense onu öyle hep birden lüpedek yutuvermekteki çabukluğu inkâr kabil değildir. Alaturka yemek yiyişin merasimden uzak oluşu, çabuk yemeye elverişliliği bakımından alafrangaya üstünlüğünü ispat için Raci, ağabeyine karşı çene sallamaya uğraştığı zaman şu cevabı alırdı:
“Boğulur gibi tıkınmakta ne mana var? Arkandan atlı kovalamıyor ya? Önünde, tabağındaki parça senin… Oraya başkasının eli uzanacak değil… Lokmanı ağır ağır kes, ağır ağır çiğne, ağır ağır yut. Böyle yenilen yemek kolay hazmolunur. Çiğnemeden yutulan yemeği mide nasıl hazmedebilir? Sen ağzının dişlerinin hazım için ilk vazifelerini de zavallı midene yüklüyorsun… Çok sürmeyecek, sende mide sancıları başlayacaktır.”
Ağabeyinin bu sözlerine karşı Raci, çoğu bir cevap bulamaz, öyle yutkunur dururdu. Sahanların, lengerlerin büyüklüğü ve içindekiler sofradakilerin sayısına göre hazırlanan alaturka sofralar müstesna… Fakat orta yerde göçürek, yani alelade piyata tabağı büyüklüğünde bir sahan, içinde irili ufaklı üç kemik, bunun etrafında sekiz dokuz kişi… Bulunduğunuz yerden öyle bir mide zevki aceleciliğiyle sahana atılmaya elverişli değil… Şöyle ağır, kırıla döküle yemek icap ediyor. Elinizi sahanda önünüze rastlayan et parçasına sundunuz. Et güzel pişmiş ve kemik üzeri de dolgunca ise bir parça şey koparabilirsiniz. Ya yemek pişkin değilse? Oradan gıdayı koparıp almak her parmağın harcı değildir. Elinizi uzun müddet sahanda tutmak da ayıp… Bir şey koparamadığınızı, yani o beceriksizliğinizi yanınızdakilere hissettirmek de pek uygun düşmez… O hâlde, güya sahandan kısmetinizi almışsınız gibi bir hokkabazlıkla elinizi ağzınıza götürüp o vehimden ibaret lokmayı afiyetle yutuyor gibi yaparak parmaklarınızın uçlarını yalamaktan başka çare yok… Etler pişkin, kemikler dolgunca da olsa sahanın büyüklüğü etrafındakilerin sayısına uygun değilse üçüncü lokmada parmaklarınızı çıplak bir kemiğe sürtüp ağzınıza bomboş götürmek gene zaruri olur. Aç kaldığınız neyse ne… Ev sahibinin aşırı nezaketi de sizi bir taraftan sıkar.
“Aman efendim, hiç buyurmuyorsunuz!” iltifatlarına karşılık “Allah ziyade etsin, çok yedim.” kabilinden cevap yetiştirmelidir. Ev sahibi ikramcılığını çok ileriye vardırırsa çok doymuşlara mahsus süzük göz ve tembel bir davranışla elinizi göğsünüze götürüp boş midenizin şişkinliğini göstererek “Merhamet buyurun efendim. Artık kulunuzda hâl kalmadı. Şerefinize bugün gene fazla kaçırdık…” sözleriyle aç karnına şu yolda teşekkür mukabelesinde bulunmak âdeta terbiyede farz hükmündedir.
Alaturkada yemekler pek pişkin ve bol da olsa gene aynı kapta herkesin parmaklarıyla didikleyip durduğu bir kemiği sizin de didiklemek, sofradakilerden birinin iltifat olsun diye eliyle koparıp size ikram ettiği bir parçayı alıp yemek, bu yeme usulüne alışkın olmayanlar için uyulması pek güç bir iştir. Ellerin temiz olduğu iddia edilse de ağza girip çıkışta parmaklar hep salyaya dokunacağından bu temizlik bir iddiadan ibaret kalır. Meselenin ehemmiyeti yalnız temizlikten ibaret değildir. Bu yemek usulü hijyen ve hastalıkların sirayeti bakımlarından cidden kaçınılacak şeydir.
Alaturkayla alafranga arasında ortalama bir sofra tertibi vardır ki şimdilerde bu usul gitgide yaygınlaşıyor… Yuvarlak bir yemek masası, etrafında iskemleler, herkesin önünde birer tabak, birer çatal, kaşık. Ama bıçak yok. Hâlbuki bıçaksız çatal hiçbir iş göremez. Koparılması icap eden et parçalarının üzerine saplanıp kalır. Farz ediniz ki önünüzde bir pirzola parçası var. Bir elde de bıçak olmayınca çatal, bu parçanın yenilmesini nasıl kolaylaştırabilir? Pirzolayı yemek için ya çatalı bir tarafa bırakıp eti elle parçalamalı yahut külbastının kemiğinden tutarak yemeye başlamalı… Külbastı böyle olunca yumruk gibi kalın ve kabaca olan biftek, fileto parçalarını yemek için yalnız çatalın o koca et parçalarını ağza kadar götürmekten başka kolaylaştırıcı bir aracılığı olamaz. Tam porsiyon bir filetoyu ağza götürmek bir şey değil. Ama onu takımıyla yutmak marifettir ki, mide zevkiyle en ziyade nam salmış olanlarda bile öylesine geniş bir ağız, öyle su borusu kadar bir mide borusu tasavvur edilemez.
Lakin denecek ki, öyle yarım alafranga sofralarda o gibi koca parça biftekler, filetolar arama… Pekâlâ ama beraber bıçak olmayınca çatal her hâlde yardımcısız kalmış demektir. Bu ortalama sofralarda herkesin önündeki tabaklar ekmek koymaya mahsus gibi öyle süs için duruyor, gene herkes ortadaki aynı kaba çatal uzatıyor, farz olunsun ki sofranın orta yerindeki sahanın içinde bulunan biftek değildir de yahnidir. Yalnız çatalla yahniyi koparmak, bıçaksız biftek yemekten daha kolay mıdır zannedersiniz? Çatalı yahni parçasına saplar, sağa sola birer defa burarsınız. Ne koparsa bahtınıza… Ya lokma denebilecek bir şey koparmayı başaramazsanız? Birkaç dakika sahanın içinde oynamak da olamaz… Siz oradan kolunuzu çekeceksiniz ki yanınızdaki uzansın… Çatalı bir, iki defa burup geriye çektiniz. Bir de baktınız ki üzerine birkaç tel adale ipliğinden başka bir şey takılmamış. Çaresiz, onu ağzınıza götürüp yaladıktan sonra tekrar sahana uzanmalı, bu başarısızlığınız sekiz on lokmada tekrarlanırsa ev sahibinin “Rica ederim efendim, hiç buyurulmuyor…” yollu iltifatlarını yalanlamak için midenizin boşluğuna rağmen “Yiyorum efendim, üzülmeyin…” cevaplarıyla doyduğunuza kendinizi de inandırmaya uğraşarak “Ya Rabbi şükür!” der, sofradan kalkarsınız…
Meftun, küçük kardeşine alafranganın zarifliğinden, inceliğinden bahse uğraşır. Onun birtakım incelikler, “finesse”lerle[59 - İnceliklerle. (e.n.)] yontulmasına çalışırken Raci ne yapar yapar, bahsi “gastronomi”ye, yani mide zevki üzerine çevirir, sofraların çeşidinden ve bunların her birinde görülen fayda ve hususi mahzurlardan uzun uzadıya söz açmak yolunu bulurdu.
Alafranga sofranın birtakım rahatsız edici külfetlerinden dolayı obur Raci, sahanlar büyük, etler pişkin, yemekler bol olmak şartıyla alaturkayı yahut orta usulü alafranga sofralara büsbütün tercih ederek ağabeyini kızdırır, o zavallı alafranga budalasına bu üç türlü sofranın birbirleriyle mukayesesi hakkında böyle saatlerce çene yorar dururdu.
Raci, İstanbul’da bir öğrencinin yapabileceği kadar tahsil görmüştü. Büyük kardeşine nispetle ahlakı sağlam, özü doğru, sözü toktu. Kardeşinin aşırı alafranga zevzekliklerine bazen pek canı sıkılır; aile fertlerini kardeşindeki bu tutkunluğun birçok rahatsız edici şekillerinden kurtarmak için elinden geldiği kadar uğraşır; üstün geleceğine aklının kestiği noktalarda doğruyu söylemekten sıkılmaz; uzun uzadıya mücadelelerden geri durmazdı. Ağabeyinin aile servetinin üstüne çıkarak alafrangaya gösterdiği merak ve tutkunluk yüzünden gülünç olduğu, herkesin alaylarına uğradığı tarafları bile, bazen açıklamaktan çekinmezdi. Meftun’un ismini Koca Deli koymuştu. O yokken adını anarsa hep bu alaycı isimle anardı.
Meftun’un kız kardeşi Lebibe Hanım:
Bu da on sekiz on dokuzunda var. Şişmanlık hastalığına tutulmuş bir kız. Zayıflamak için gazetelerde şarlatanca ilanlarda gördüğü yalancı ilaçların hepsini birer birer kullanmış ama evvelkinden çok semirmekten başka bir netice elde etmeye muvaffak olamamıştı. Evdeki çapaçul hâli pek o kadar hoş, o kadar alımlı değildi. Sokağa çıkmak için kat kat pudra, allık süründüğü, kaşlarını islediği, gözlerini kuyruklu sürmelerle tahrillediği zaman kendini dev anasına benzeten kadınlara biraz hak verdirecek bir hâle gelmekle o “tip”lere mahsus bir güzellik, bir çekicilik peyda olurdu. Lebibe Hanım’ın tuvaletindeki en büyük başarısı, yanak çevresine kondurduğu yapma benin yerini tayin etmekte gösterdiği ustalıktı. Yeldirme yahut çarşafın içinde bıngıl bıngıl, püfür püfür yürüdüğü zaman kendisini karaman koyununa benzetmelerine pek canı sıkılır, hemen işitilir işitilmez bir mırıltıyla “Dilin tutulsun!” demekten kendini alamazdı.
Lebibe’nin bu noksanını, daha doğrusu bu yaratılış fazlasını örtebilmek için tahsiline özen göstermek, zekâsını, bilgisini geliştirmek lüzumunu Meftun, şiddetle hissederek kendi kendine:
“Il fau dorer la pilule pour la faire avaler à un beau frère riche!”[60 - “Zengin bir enişteye yutturmak için hapı yaldızlamalı.” (e.n.)] demişti.
Bir genç kızın sabah tuvaleti, bir genç kızın öğle tuvaleti, bir genç kızın akşam tuvaleti, bir genç kızın sofra tuvaleti, bir genç kızın misafirlik tuvaleti isimleriyle Lebibe’ye beş on kat elbise yaptırttı. Ve bunların “savoir-vivre”ye tatbik edilerek giyilmek ve çıkarılmak zamanlarını tayin etti, öğretti. Zavallı Lebibe böyle, günde sekiz defa esvap değiştirmeye ne kadar üşenirdi.
Lebibe Fransızcaya başladı. Bu başlamadan beş altı sene sonra kızda pek sığ, pek acayip bir bilgi çeşitliliği hasıl oldu. Zavallı Lebibe, zihnine tıkıştırılan bu garip malumat içinde dönüp dolaşıyor, bilgisini saldırmak için bir türlü uygun bir mecra bulamayarak şaşırıyordu.
Bugün, Paul ile Virginie hikâyesindeki o masum sevginin uğradığı üzücü ayrılığa ağlarken yarın eline tutuşturulan pek maddi, pek hayvanca tasvirleri, ifade kabalığıyla zihnini altüst eden bir eserin zıt tesirleri altında bunalıyordu. Bu çeşitli ama sığ bilgisiyle Lebibe, Fransızların “bas bleu” yani mavi çorap dedikleri bilgiçlik taslayan edebiyatçılarına döndü. Edebî değerini Meftun’dan başka kimsenin takdir edemeyeceği bazı edebî parçalar karalamak istidadını bile gösterdi. Meftun Bey, kız kardeşindeki bu derin edebiyat istidadını bazen o derece takdir ediyordu ki “Böyle giderse bizim Lebibe ‘dekadan şairler’den meşhur Verlaine’in kadını olacak, yani o kudrette bir harika kesilecek…” demeye kadar varıyordu.
Ailenin geliri bir zenci aşçı kadından, biri erkek, öbürü kadın iki hizmetçiden sonra bir de küçük hanıma mürebbiye tutmaya müsait olmadığından Meftun, kız kardeşinin tahsili cihetini kendi üstüne almış, pratik tarafını da Matmazel Eleni’ye yüklemişti.
Teyze Vesile Hanım’ın kızı Rebia, on altısında kadar, esmerce, kuruca, ufacık siyah gözlü bir kız. Eğitim ve öğretim namına birkaç yıl ilkokuldan başka bir şey görmemiş. Mahalleleri olan Kumkapı semtinde büyütülmüş, yarı evde, yarı sokakta alıştırılmış… Erkek çocuklara mahsus kaydırak, birdirbir, ceviz, top oyunlarına alışkanlık kazanmış. Mızıkçılıkta, çocuklar arasında adı kötüye çıkmış, “kıs kıs” diye kışkırtarak köpekleri azıştırmak, eskici Yahudi’yi taşlamak, yoğurtçunun tablasına taş atmak, kâğıt helvacının camlı mahfazasını kırmak, el çabukluğuyla tabladan, küfeden kebap kestane, elma, fındık aşırmak, viranelerde ballıbaba, ısırganlar arasında uçurtma havalandırmak gibi işlerde oğlanlardan hiç aşağı kalmaz. Herhangi bir tarafa hamle ederek koşmak lazım gelse takunyalarını iki koltuğunun altına sıkıştırır, çıplak ayak hemen seğirtir, hafiflemek icap ederse ayakkabılarını mahalle bakkalının peykesi altına bırakır. Pek acele zamanlarda sokağa rastgele bir yere fırlatıverir, sonra bulamaz, akşam evine yalın ayak döner, evvela bir fasıl anasından, sonra bir fasıl da babasından dayak yer. Sabah olunca dayağın acısını unutur. Çömlekten biraz ekmek, dolaptan bir dilim peynir keser, mutfak nalınlarını ayaklarına geçirince gene sokağa fırlar, cami avlusundaki oyunun birinci faslına yetişir…
Annesi bakar ki evde kız yok… Yok olan yalnız ondan da ibaret değil, mutfak nalınları da görünmez olmuş… Hatuncağız bu işte tecrübelidir, işi hemen anlayarak “A dostlar, on günün içinde bir çift kundura, iki çift takunya… En sonunda mutfak nalınları da mı gitti?” feryadıyla başını örter, soluğu doğru cami içinde alır. Bir de bakar ki kızı çocuklarla oyuna dalmış, “A, kardeşim Hüseyin iki defa ‘bokso’ oldu. Ben bunu saymam!” diye haykırıyor.
“Seni gidi çingene kızı seni. Hani ya nalınlar?” feryadıyla anası bir vaveyla koparır. Nalınlar mı? Kızın ayağında öyle şey yok. Gene bir tarafa fırlatmış. Sağa bakarlar, sola bakarlar, nalınları koydunsa bul…
Vesile Hanım, Rebia’yı eve getirir. Bu yaramaz kızı o günü mektebe gönderebilmek için ayağına bir şey bulup giydirmek lazım. Vesile artık dolapları, merdiven altlarını karıştırır. Ya kendi eski kunduralarından, iskarpinlerinden yahut kocasının eski terliklerinden bir şey bulur. Bulunan şey kızın ayağına pek büyük, pek şapşal gelir ama ne çare! Ne olursa olsun, çocuk ayağına bir şey giysin de mektebinden kalmasın…
Rebia koca ayakkabılarını sürükleye sürükleye mektebe gider. Okurkenki haykırışlarıyla mektebi dolduran arkadaşlarının arasına katılır.
Kız büyür, evvela baş örtüsüne, sonra çarşafa girer. Mektepten okuma alışkanlığı olarak alabildiği “bekisi benni” sınırını pek aşamaz. O derecede ki, mektebe dört beş yıldır gitmiş olmasının hiç hükmü kalmaz. İki satırlık bir yazı okuma yetkisini kazanamaz. Mektepteki okuma yadigârı olarak kızın hatırında yalnız bazı ilahiler kalmıştır.
Evet, Rebia’nın okuma yadigârları işte bunlardı. Erkek çocuklarla ziyade oynaması, düşüp kalkması kızın tabiat, ahlak ve davranışlarınca onlara benzemesine sebep olmuştu ki birine kızdığı zaman terbiyeden mahrum mahalle çocuklarından işitildiği gibi kaba küfürler kullanırdı.
Teyzesi Vesile Hanım’ın, yeğeni Meftun Bey’e vermek istediği Rebia, işte böyle bir kızdı.
Rebia’nın küçük kardeşi Hasene… Yaş dört dört buçuk. Fakat bazen kullandığı tabirleri büyük insanlar bilmez. Bu da terbiyece, ablasının ikinci kopyası. Daha okula gitmek yok. O yaşta bu kadar laf bilmek, konuşkan olmak o aileye mahsus bir Tanrı vergisi. Annesi Vesile Hanım’a “Maşallah, kızınız ne kadar dilli? Rabb’im nazardan esirgesin…” deseniz “Çabuk söylesin diye daha kundaktayken ben ona kanaryanın artık suyunu içirdim, onun için işte böyle bülbül gibi oldu.” cevabını alırsınız. Çocuğun, suyundan huyuna çektiği o hangi kanarya ise doğrusu ağzı bozuk bir kuşmuş.
Vesile Hanım’ın çocuklarının ilkokul terbiyeleri sokak kapısının önüdür. Uzunçarşı’da satılan o henüz yürümemiş çocuklara mahsus altları delikli, önleri sürgülü küçük iskemleler vardır. İşte Vesile Hanım, onun içine çocuklarını oturtur. Ellerine de ya bir dilim ekmek yahut mevsime göre elma, portakal nevinden bir yemiş tutuşturur. Sokak kapısının tek kanadını açar, “Bak yavrum, şimdi buradan dahdahlar geçecek!” okşayışıyla iskemleyi oraya yerleştirir. Kendi gider, ev işiyle uğraşır.
Çocuğun altında lazımlığı, elinde yiyeceği, önünde mükemmel bir sokak panoraması. Gelen geçen kıyamet… Yavrucak artık her bir ihtiyaçtan kurtulmuş demek. Çocuk saatlerce orada oturur, eğlenir. Bazen köpekler elinden ekmeğini, çöreğini kaparlar. Yüzüne, ağzına yağlıca, sütlüce bir şeyler bulaşmışsa onu da yalarlar… Kız haykırır:
“Anneeee! Kuçukuçu benim ekmeğimi hap…”
Annesi cevap verir:
“Gidi yaramazlar gidi! Ben şimdi gelirsem o kuçukuçuları hep döver gebertirim!”
Fakat Vesile Hanım’ın kuçukuçular aleyhindeki bu tehditleri çocuğu avutmak için kuru laftan ibarettir. İşini bırakıp Hasene’nin yanına çıkmaz. Kız haykırdıkça annesi onun bu feryatlarına karşı teselli edici cevaplar verir. Kız da öyle avunur gider.
Erkek çocukların kaydırak, birdirbir, uzuneşek, ceviz, hamam kızdı oyunları hep Hasene’nin önünde oynanır. Bu oyunlar esnasında çocukların kızıp da birbirlerine karşı dil uzatmalarını, kaba sözleri hep işitir. Yalnız işitmekle kalmaz. Bir fonograf gibi zapt eder. Akşam sofra başında babasına öyle sözler söyler ki adamcağız bazen karısına:
“Şu yumurcağı yanımdan kaldır. Şimdi bir yumruk vurup çenesini dağıtacağım! Baksana sövüyor. Kimden öğreniyor bu pislikleri?”
Karısı: “Kimden öğrenecek a kocacığım? Ya senden ya benden… Daha okula gitmedi ki… O kadarcık çocuğun lakırtısına kızılır mı? O sövmeyi ne bilecek?”
“Nasıl ne bilecek? Sövüyor. Hem de bir tulumbacı gibi koyu koyu… İşitmiyor musun?”
“O kadarcık çocuk söylediği sözlerin manasını bile bilmez.”
Hasene arsız arsız sırıtarak:
“Niçin bilmeyeceğim?.. Pekâlâ bilirim… Seni gidi anasını, avradını…”
Babası hemen elini uzatıp Hasene’nin dudaklarını tutarak koparacakmış gibi sağa sola sıkıca burar. Kız boğuk boğuk haykırmaya başlar.
Vesile Hanım telaşla:
“Bırak ayol, kızın nefesi kesilecek!”
“Kesilsin. Duymuyor musun? Ölmüş anama sövüyor. Avradıma, yani sana, anasına karşı ağzını bozuyor.”
“Efendi, söylüyor ama manasını bilmeden söylüyor. Yetişmiyesice piç kurusu.”
Hasene iki elini gözlerine götürüp ovuşturarak:
“Neye piç kurusu olayım? Benim babam işte!..”
Babası: “Görüyor musun? Sen bilmez diyorsun ama piçin ne demek olduğunu senden benden iyi biliyor!”
Vesile Hanım: (garipseyerek) “Kız, piç ne demek?”
Hasene: “Babası yabancı olursa…”
Vesile Hanım: (parmağını ağzına götürerek) “Aman zamane yumurcakları… Kız nereden öğreniyorsun bunları?”
Hasene: “Geçen gün sokakta Ömer, Sadık’a piç dedi. O da benim babam yabancı değil, ben babamın oğluyum dedi.”
Anası, babası Hasene’yi daha inceden inceye imtihana kalkışırlar. Sefil çocuklar için bir ilkokul olan sokakta edindiği geniş ama edep ve terbiye dışı bilgiye şaşıp cidden parmak ısırırlardı.

V
Meftun Bey, bir gün büyükannesi Şekure Hanım’dan itibaren bütün ailesi fertlerini, kendi evlerinde misafir bulunan teyzesi Vesile Hanım’ı, kızlarını, Zarafet’e, Eleni’ye varıncaya kadar hepsini bir odaya toplayarak “pratik görgü bilgisi”nin mühim bir bahsinden öğretime başladı. En önce kardeşi Raci’yi imtihana çekerek sordu:
“Farz et ki mükellef bir alafranga sofrada bulunuyoruz. Kibar madamlar, mösyöler de var. Ortaya bütün bir tavuk geldi. Bu tavuğun yemekte hazır olanlara taksimi gibi önemli bir iş de sana havale edildi. Böyle bir durumda bulunduğun zaman ne yapacağını bana tarif et…”
Raci başını kaşıyıp biraz düşünerek:
“Çatalı bıçağı elime alır, tavuğun karnına saplarım. Göğüs etlerini çıkarırım. Sağ tarafımdakinden başlayarak birer birer hepsine dağıtırım.”
“Verdiğin şu cevap pek şahsi. Bilgiye dayanan bir söz değil. Niçin göğüs etinden başlıyorsun? Neden önce yanındaki kimseye veriyorsun?”
“Çünkü ben göğüs eti sevmem. İlk kesilen parçalar, nezaket icabı, ötekilere verilmek gerektiği için göğüs etinden başlıyorum.”
“Sofrada hüküm süren şey egoizm değil, terbiyedir yavrum. Sen tavuğun ne tarafını seversen sev. Orada kendi iştahına hizmet edecek değilsin. Âdet neyse onu yerine getireceksin. Ya bizim evde alafranga bir ‘diner’[61 - Akşam yemeği. (e.n.)] verilip de tavuğun parçalanması işini sana havale etmiş olsaydık, demek beni kepaze edecektin? Bir tavuğun nasıl kesileceğini teyzeme sorsam o bile sözü senden daha bilgiyle idare edebilir zannederim… Teyze sen söyle bakayım, sofrada bir tavuğu nasıl ayırırsın?”
Teyze Vesile Hanım iki üç defa tatlı tatlı yutkunduktan sonra:
“Nasıl mı ayırırım? A, ondan kolay ne var? Tavuğun bir budundan ben tutarım. Bir budunu da karşımdaki kimseye ‘Şunu tutuver kardeş.’ teklifiyle tuttururum. O kendi tarafına, ben kendi tarafıma, ikimiz de butları cayır cayır çekeriz.”
Meftun iki avucuyla yüzünü kapayarak:
“Ey, sonra nasıl dağıtırsınız?”
Vesile Hanım diliyle dudaklarını yalayarak:
“Kanatlarını, göğsünü de böyle güzelce parçaladıktan sonra dağıtırım.”
“Nasıl dağıtırsın?”
“Sofrada en hatırlı kimlerse onlara butlarını veririm…”
“Ey sonra?”
Hasene bir ağlama tutturup annesinin eteğinden çekerek:
“Anne, budunu bana ver! Anneee, budunu ben isterim!”
Vesile Hanım, Hasene’nin kulağına eğilerek yavaşça:
“Kızım sus. Budunu sana veririm…”
Hasene gene ağlayarak:
“Ya niçin başkasına veririm diyorsun?”
Vesile: “Ben öyle ankastin[62 - Argoda, “yalandan”. (e.n.)] söylüyorum, yavrum. Kızım, sen dururken budunu başka kime veririm?”
Hasene: “Kendin yersin de bana vermezsin!”
Vesile: “Sana veririm diyorum. Sesin kesilsin, yoksa but yerine şimdi yumruğu yersin!”
Hasene: “Anne bana vereceğine yemin et.”
Vesile: “Eğer sana vermezsem bütün hoşhoşlar beni ısırsın.”
Hasene: “ ‘Bütün keçilerin boynuzları gözlerimi delsin!’ de.”
Vesile: (hiddetle) “Yumurcak, neye gözlerime yemin ettiriyorsun?”
Meftun: “Nedir o gürültü canım?..”
Şekure Hanım: “Bu arsız kızın yanında tavuk lakırtısı, yemiş sözü olur mu? Tavuk budu isterim diye anasının iki ayağını bir pabuca koyuyor. Zavallı Vesile veririm diyor, büyük büyük yeminler ediyor, gene kandıramıyor.”
Hasene ağlayarak: “Veririm diye kantin atıyor…[63 - Kantin atmak: Uydurmak, yalan söylemek. (e.n.)] Aval mıyım ben?”
Meftun: “Küçük hanımın kullandığı lisana bakıyor musunuz? Babası bunu tulumbacı kahvesine mi götürürdü?”
Vesile Hanım: “Hiçbir yere götürmezdi. Akıllı ayol, hepsini kendi kendine öğrendi. Sokaktan, kapının önünden işittiğini hiç unutmaz. Çadırcının oğlu Şahap, o utanmaz oğlan ne söylerse tekmil bunun ezberinde… Daha neler neler, dilim varmaz ki anlatayım…”
Hasene tepinerek:
“But isteriiim!..”
Vesile Hanım, Meftun’a göz kırparak:
“Bir tavuk kesersek budunu Hasene’ye veririz, değil mi?”
Meftun hiddetini yenmeye uğraşarak:
“Lanet olsun, veririz!”
Şekure Hanım, Meftun’a hitap ederek:
“Oğlum, bana bak. Tavuktan sonra başka yemek, yemiş lakırtısı açacaksan anası bu Hasene kızı şimdiden dışarıya çıkarsın! Vızıltısından başım kazana döndü. İnsana hiç ağız açtırmıyor. Lakırtı söyletmiyor ki… Sus yavrum dedin mi adamın geçmişine sövüveriyor.”
Vesile Hanım, dargın dargın annesine:
“Anne, senin de gözüne bu kız diken olmuş… Sana gezindiği pat pat, dokunduğu çat çat geliyor. Sövüp de kimin ırzını lekeledi? A çocuktur bu. Tavuk lakırtısı olur da imrenmez mi? Hepinizin ağzı sulanıyor ama ses çıkaramıyorsunuz… Tavuğu nasıl parçalarsın? Budunu kime verirsin? (yutkunarak) A, bu suallere dayanılır mı? Hacivat’ın dediği gibi, ben de tavuğun derisiyle gerisini severim…”
Meftun, artık kızgınlığını zapt edemeyerek:
“Ohhha… Teyze, şimdi tavuğun neresini seversin diye soran oldu mu?”
“Soran olmadı ama hani şu lakırtının temsilini söylüyorum.”
Hasene ince sesiyle bağırarak:
“Anneeee, ben de derisini severim. Cücüğünü de severim.”
Vesile Hanım artık bu sefer hiddetini yenemeyerek Hasene’nin iki omuzundan yakalar. Kızı kaldırıp kaldırıp yere vurarak:
“Al sana budu! Al sana derisi! Al sana cücüğü…”
Hasene kopardığı çirkin çığlıklar arasında öyle ağır küfürler salıvermeye başlar ki büyükanası işitmemek için kulaklarını tıkayarak:
“Kızım Vesile, şu yumurcağı götür, dışarıya at! Söylediği küfürlerden şimdi abdestim bozulacak…”
Vesile Hanım kızını, pençesinin olanca hiddetiyle kavrar, bağırta bağırta odadan çıkar… Onlar uzaklaştıkça ağlama yaygarası da derece derece sönerek nihayet odadan işitilmez olur. Meftun alnının terlerini silerek:
“Oooohhh, kulaklarımız dinlendi. O çocuk değil, maazallah, afacanın büyüğü! Teyzem burada misafir olarak bulunuyor. Bir şey söyleyeceğim, hatırı kalacak. Fakat insan tahammül edemiyor. (sözü Raci’ye çevirerek) Tavuğu güzel ayıramadın birader. Ben tarif edeyim de dinle. Hatırından çıkmayacak özel bir dikkatle dinle. Efendim, sol eline çatalı, sağ eline de bıçağı alırsın. Tavuğun sana en yakın olan kanadından işe başlarsın. Evvela çatalı kanada saplar, sonra kanadın gövdeye bağlı bulunduğu çizgi üzerinden ameliyata girişirsin. Alışkın bir el onu kolayca ayırıverir. Kanadın kesilmesinden sonra tavuğun aynı taraftaki budunu, yani kesilmiş kanat tarafındaki budunu aynı yolda kesersin. Sonra hayvanın kesilmemiş tarafını önüne çevirir, öbür buduyla kanadı üzerinde de aynı işi tekrarlarsın. Sonra tavuğun göğsü ile gerisi, bir de gövdesi, yani Nuh Aleyhisselam’ın gemi yapmak için model tuttuğu teknesi kalır. Bunların her birini ikişer kısma ayırırsın. Sofradakilere dağıtırken en iyi parçaları kadınlara vermek nezaket icabıdır. Pratik görgü kitabı yazarlarından bazılarının sözlerine göre de tabağı herkesin önüne götürerek seçimi onların oylarına bırakmak daha uygun düşer. Bu evde senden, Hasene’den rahat olmadığı için sofrada tavuk bulunduğu zaman iyi parçaları hanımlara ben taksim edeceğim…”
Kadınnine Şekure Hanım, iki defa esneyerek:
“Hay ömrüne bereket evladım. Elbette tavuğun iyi taraflarını büyükannelere vermelidir.”
Raci, yemek meselesindeki araştırmalarının derinliğini gösteren bir sesle dedi ki:
“Ağabey, bazen ben tekmil bir tavuk yerim de gene doymam. Siz o hayvanı kaç parçaya ayırdınız? İki kanat, iki but, dört parça. Göğsü, gerisi, teknesi de ikişere ayrılırsa eder altı parça… Hepsi on parça… Vay efendim vay! Sofradakiler bu parçaları yalayacaklar mı? Bir tavuğu on kişi nasıl yer? Buna yemek değil, koklamak demeli… Hele hissesine tavuğun kafes tarafı düşenler çatal kullanmak zorunda kalırlarsa bu zavallılara koklamak bile düşmez.”
Meftun kaşlarını çatarak ciddi ciddi:
“Hep bu dediklerine özel bahislerde cevap vereceğim. Sen şimdiden lakırtı karıştırma. (önündeki kitaba bakarak) Hanımlar, efendiler, dikkat ediniz. Derse başlıyorum… Sofraya nasıl oturulur? İşte bu, bir meseledir. ‘Savoir-vivre’ye ait mühim bir mesele… Sofraya oturmasını bilmeyen yalnız hazır bulunanları kendine güldürmekle kalmaz, âleme terbiye noksanını da göstermiş olur.”
Şekure Hanım: “A, öyle ya civan oğlum… Ben Rebia’ya bin defa söylerim. Sofraya yavaş otur derim. Gelir ya ayağıma basar ya kedinin kuyruğunu ezer ya bardağı devirir. Hiçbir gün de yavaşça usturuplu oturduğunu görmedim. Nerede o kız? Kulaklarını açsın da bu sözleri dinlesin.”
Rebia, karşıdan bir elini kalçasının üstüne koyup ötekini Çingene gibi sallayarak:
“Kuzum, kuzum… Hasene’yi odadan kovdunuz da şimdi gözünüze ben mi diken oldum? Kadınnine, bana söyleyeceğine kendini düşün. Sofadaki su testisine çarpmadan, elinden değneğini düşürmeden, iskemleyi devirmeden sofraya oturabildiğin var mı? Bir defa Pamuk’un kuyruğuna kaza ile bastımsa ne oldu? Söyler söyler hep onu söylersin. Geçen günü o pis kedi aşağıda büyük süt kâsesinin içinde tekmil vücuduyla banyo etti… Daha söyleyeyim mi?”
Meftun: “Sütün içinde banyo mu etti? Süt banyosu… Banyolardan bahsettiğim zaman onu da anlatacağım. Fakat şimdi susalım. Ağız açmaya bana meydan vermiyorsunuz ki. Rebia, sesini kes, yoksa şimdi seni de… Evet, alafranga bir yerde misafir bulunduğunuz zaman sofraya oturuşunuzdan nasıl terbiye görmüş olduğunuzu ilk bakışta anlayıverirler. Sofraya oturmadan oturmaya fark vardır, anlıyor musun kadınnine? İşitiyor musun valide? Sözlerim kafana giriyor mu Rebia? Gayet nezaketle oturmalı. Öyle iskemleye gömülür gibi yayılıp oturmamalı. Havluyu[64 - Peçeteyi. (e.n.)] açmalı, dizlerinin üstüne örtmeli. Havlunun ucunu yeleğinin, korsajının arasına sokmak, hele yakalığın içine geçirmek terbiyesizliktir. Boyunun etrafına halka gibi bağlamak bütün bütün ayıptır. Ha, bak valide, burada sizin için dikkat edilecek bir şey var. Kadınlar eldivenlerini bardaklarının içine koymamalı, yelpazeleriyle beraber sofranın üzerine, sağ tarafa koymalıdırlar. Baron Staff’ın ihtarına bakılırsa eldivenleri çıkardıktan sonra cebe koymak lazım geliyor.”
Rebia, yavaşça Lebibe’nin kulağına:
“Leblebi koydum tabağa, laf söyledi bal kabağı… Bizim eldivenle, yelpazeyle sofraya oturduğumuz var mı?”
Meftun, hatiplik makamından elini kaldırarak:
“Gene ne o? Rebia, yanındakinin kulağına ne fısıldıyorsun?”
Rebia, biraz bozularak:
“Hiçbir şey… Alafranga sofraya lohuk macunu korlarsa parmakla mı yenir, çatalla mı? Onu soruyorum.”
Meftun: “Şimdi lohuk macununun münasebeti var mı burada?”
Dışarıdan teyze Vesile Hanım, tık tık kapıyı vurarak:
“Meftun Bey, rica ederim. Müsaade edin de içeriye girelim. Kız macunu işitti, dışarıda durmuyor.”
Meftun: “Olmaz, içeride gürültü ediyorsunuz.”
Vesile: “Hasene, ağababasının canına yemin etti. Hiç sesini çıkarmayacak…”
Meftun: “Hiç ses çıkarmamak şartıyla geliniz. Belki birkaç söz de sizin kulağınızda kalır… Antreee!”[65 - Girin. (e.n.)]
Önde Hasene, arkada Vesile odaya girerler. Daha oturmadan Ha-sene, annesinin eteğinden çekerek:
“Anne, macunu kim yiyordu?”
“Kızım sus, bizi şimdi gene dışarıya kovarlar. Ortada macun, tavuk filan yok. Bugün yemeklerin sade lakırtısı oluyor.”
Meftun: “Nedir o gene? Girer girmez başladınız mı?”
Vesile: “Hayır, hayır, siz devam ediniz. Yalnız şunu rica ederim ki tatlılardan, meyvelerden koyu koyu bahsetmeyiniz… Kız yeminini bozuverir. Çocuktur, imrenir.”
Meftun: “Sofraya yapışır gibi oturmamalı. Masa ile aranızda ufak bir mesafe olmalı ki istediğiniz zaman vücudunuzun üst kısmını öne doğru hareket ettirebilesiniz.”
Vesile Hanım: “Meftun Bey, oğlum, işte pek doğru söylüyorsun. Annem daima alafranga sofraya göğsünü verir. Apışır. Nefes almasına bile artık meydan kalmaz. Yer, yer, yer, göğsüm tutuluyor der. Ya, işte gördün mü anne? Sofraya biraz uzakça oturmalı.”
“Ya sen? Çocuğunla beraber sofranın üzerine çıkar gibi yersiniz ya!”
Meftun: “Burada mücadelenin lüzumu yok. Şimdi beni dinleyiniz. Bundan sonra tarifime göre yemek yersiniz. Oturuşunuzla sofrayı güzelleştirmek isterseniz, omuzlarınız yukarıya doğru kalkık durmamalı. Şöyle tabii hâlde bulunmalı…”
Lebibe, yavaşça Rebia’nın kulağına:
“Annem daima omuzlarını çıkarır, sofraya kambur gibi oturur…”
Rebia, hafifçe gülerek:
“Gibisi ziyade. Annen âdeta kambura benzer, baksana! Entarisinin altından omuz kemikleri çifte ıskarmoz gibi çıkık, fırlak duruyor.”
Meftun: “Silans[66 - Susun. (e.n.)] matmazeller… Dirsekler vücuda ne pek yapışık ne pek uzak durmalı. Efendim, biraz görgüsü, terbiyesi, hele alafrangayla alışıklığı olanlar, sofrada alacakları tabii vaziyeti bilirler. Ne pek gevşek durmalı ne pek sahte bir ağırbaşlılık takınmalı, yakışığı, münasibi neyse o hâli, o vaziyeti almalı. Şimdi gelelim, yemeği yemek cihetine. Yerken acele etmemeli. Yavaş yavaş, hususi bir tempoyla, âdeta ahenkle yemek yemeli…”
Rebia, Lebibe’ye yavaştan:
“Raci ağabeyim boğulur gibi yer…”
Meftun devam ederek:
“Ne su içerken ne lokmayı alırken ağız dolmamalı. Avurtlar şişmemeli. Şapırtı şupurtu işitilmemeli. Metrdotel tarafından bir yemek sunulurken eğer o yemekten almak istemiyorsanız ‘non’ yahut ‘merci’ kelimelerinden biriyle reddetmekte serbestsiniz. Yani bu iki sözden birini kullanmak elinizdedir. Hangisini söyleseniz olur.”
Raci kendi kendine mırıldanarak:
“İşte bu tafsilat fazla… Ağabeyim bu sözleri nereden tercüme etmişse aynen tercüme etmekten kendini alamamış.”
Meftun: “Ne o birader? Bir şeyler mırıldanıyorsun?”
Raci: “Hiç… Bizde ‘metrdotel’ yok da sözlerinizin bu kısmını fazla buluyorum.”
Meftun: “Niçin yok? Sen görürsün, birkaç zaman sonra Şaban o vazifeyi ne kadar yoluyla yerine getirecektir. Hem ben sana sofra hakkında umumi bilgiler veriyorum. Bizim evde yoksa ‘metrdotel’ bulunan bir yerde yemek yeyiverirsen ne yapacaksın? Böyle çocukça sözler istemem. (devam ederek) Soğutmak için çorbaya üflemek ayıptır. Üflemek hem terbiyesizliktir hem de tıp bakımından zararlıdır. Çorba tabağının dibine bir damla bırakmamak için tabağı eğerek kaşıklamamalı. Ekmeği bıçakla değil, elle koparmalı. Fransızlardan başka milletler bıçakla keserlerse de onların bu hareketi uyulacak şey değildir. Önünüzdeki etin hepsini birden doğramamalı. Her bir lokmayı yedikçe kesmeli.”
Hasene, anasının kulağına:
“Anne, hani ya önümüzde et?”
“Sus yavrum, şimdi bizi gene odadan kovarlar. Şimdi et yok, sonra yiyeceğiz.”
Meftun devam ederek:
“Eti kesmek için bıçağı sağ ele, çatalı sol ele almalı, Kestikten sonra bıçağı dayamaya mahsus madenî yahut billur ‘porte-couteau’nun[67 - Bıçak altlığının. (e.n.)] üzerine dayamalı. Bu defa çatalı, dişleri aşağıya gelmek üzere sapı üstüne şehadet parmağını dayayarak sağ ele almalı. Bazı sebzeler ve balıklarda çatal ters, yani kaşık gibi çukuru yukarı gelerek kullanılır. Balıklar yalnız çatalla yenir. Bıçak kullanılmaz. Sebzeler de öyle. Fakat kuşkonmazda iş değişiyor. Bunu elle mi yoksa çatal bıçakla mı yemeli? Ha teyze, sen ne dersin?”
Teyze Vesile Hanım, böyle bir sualin lütfen kendisine sorulmuş olmasından gelen bir memnunlukla ağzını büzüştürüp sağa sola doğru kıvırarak bir iki defa burnunu çektikten sonra:
“A iki gözüm Meftun’um, düşündüğün şeye bak. Önümde yiyecek bir şey olsun yoksa… Nasıl kolayıma gelirse öyle kıvırırım. Elle, bıçakla… Maksat yemek değil mi?”
Meftun, gözlerini açarak:
“Alafranga sofrada âdet, usul dışı yemek yenmez. Her yemeğin yenilişi özel bir kaideye bağlıdır. Sen istediğin gibi yemeye karar verdikten sonra ben burada deminden beri niçin çenemi yoruyorum ya? Bu kuşkonmaz üzerine size tarihî bir vaka anlatacağım. Fakat iyi dinlemeli.”
Meftun’un annesi Lütfiye Hanım, meraklı bir sesle:
“Baksana yavrum? Süphanallah, bunun üzerine niye kuş konmuyor?”
Meftun: “O da başka bir mesele. Bunun Fransızcası ‘asperge’, Latincesi ‘asparagus’, Türkçesi neden kuşkonmaz oluyor? Bundan ürken hangi kuştur? Daha bu yoldaki tetkiklerimi tamamlayamadım. Şimdi bunları bırakalım. Fransızlar, evvelce kuşkonmazı elle yerlermiş. İngilizler bu hususta zarifliği daha ileriye götürerek kuşkonmazı çatalla yemeye başlamışlar.”
Raci: “Çatal bıçak icat olmazdan evvel Avrupalılar yemeği nasıl yerlerdi?”
Meftun: “Tabii elle yerlerdi. Çatal pek o kadar eski bir şey değildir. Çatal ismi Fransa’da 1379’da ilk defa olarak Beşinci Şarli’ye ait gümüş takımlarını gösteren bir sayım defterinde görülmüştür. Çatalın Fransa’ya İtalya’dan geldiği iddia olunuyor. Ama kullanılışı bugünkü gibi yaygın değildi. On altıncı asırda bile çatal süsten sayılıyordu. İngiltere’de bunun kullanılışına ancak on yedinci asırda başlanmıştır. (Meftun kulak kabartıp odayı dinleyerek) Bir horultu var. İçinizden biri uyuyor, kimdir uyuyan?”
Odadakiler hep birden gülerek:
“A, a, büyük hanım uyumuş…”
Meftun: (haykırarak) “Kadınnine, size ninni mi söylüyorum zannediyorsunuz?”
Kadınnine gözlerini açıp:
“Ay, aklımı aldın, Meftun! Öyle bağrılır mı? Uyku başıma sıçradı.”
Meftun: “Niçin uyuyorsun öyle hanımnine?”
Kadınnine: “Ne bileyim ben? Kuş konardı, konmazdı derken içim geçivermiş. (Eleni’ye) Kız şuradan bana biraz su ver de uykum açılsın.”
Meftun: “Hanımnine, iyi dinle rica ederim. Bahis gayet mühim. İngilizlerle Fransızlar, kuşkonmazı nasıl yerler?”
Kadınnine kendi kendine:
“Hay yiyemez olsunlar! (suyu içerek yüksek sesle) Dinliyorum. Kuş konmuyormuş, anlat bakalım? Üsküdar’da bir viran türbe varmış. Onun üzerine hiç kuş konmaz derler. Onu mu söylüyorsun?”
Meftun: “Şimdi sana hikâyenin alfabesinden mi başlamalı? Deminden beri neye dinlemedin?”
Kadınnine: “İhtiyarlık oğlum… Dinlerken dinlerken kendimden geçiveriyorum.”
Lütfiye, Vesile, Lebibe, Rebia hanımlar, hep bir ağızdan kuşkonmazın ne olduğunu hanımnineye anlatırlar. O biçare de, uyumamak için verdiği söze aykırı olarak gözleri küçüle küçüle “Ha, ha, ha… Ha, ha… Ha!” diye uyku baygınlıkları arasında dinler. Meftun gene söze başlar. Hanımnine, yanındaki Vesile’nin kulağına eğilerek:
“Sanki göz kapaklarıma birer adam oturmuş. Bir türlü gözlerimi açamıyorum. Oğlanın lakırtıları bana ninni gibi geliyor. Gene dalıverirsem horlamadan eteğimi çekiver kuzum Vesile…”
Meftun: “Fransızlar evvelce kuşkonmazı elle yerlermiş. Şimdi İngilizler çatal bıçakla yiyince bu hâl berikilerin, sofra zarifliğinde ötekilerden geriye kalmaları neticesini doğuruyor. Mesele güçleşiyor. Kuşkonmaz yemekteki bu yolsuzluk üzerine Fransızlar da artık çatalla yemiş olsalar İngilizleri taklit etmiş, yani onlarda gördükleri bir âdetin faydasını takdir ve tasdik etmiş olacaklar ki Fransızlar bunu millî gururlarına bir türlü yaraştıramıyorlar. O hâlde ne yapsınlar? Asperji[68 - Kuşkonmazı. (e.n.)] eski âdetleri üzere gene elle mi yesinler? Hayır… Baron Staff bakınız buna ne guguk uydurmuş…”
Raci: “Affedersiniz birader, Baron Staff kim?”
Meftun: “ ‘Savoir-vivre’ye ait son defa birkaç eser yazan bir kadın.”
Raci: “Sofrada tavuk butlarının sırf kadınlara verilmesinin sebebi şimdi anlaşıldı. Eserin sahibi meğer kadınmış.”
Hasene bağırarak:
“But nerede ağabey, but?”
Raci: (gülerek) “Canım, bu çocuğun karnını iyice doyurmadan bir daha böyle yemek bahsolunan bir yerde bulundurmayınız. Yavrucuğun karnı aç işte…”
O esnada kadınnine horlamaya başlar. Vesile eteğinden çekerek:
“Anne, gözlerini aç, horluyorsun…”
Kadınnine: (gözlerini açarak) “Gene uyudum mu?”
Vesile: “Uyudun.”
Kadınnine: (yavaşça) “İçim bayılıyor. Ne vakit yemek yiyeceğiz? Kuru kuruya yemek lakırtısı ama ortada bir şey yok. Meftun kuşu daha hiçbir tarafa kondurmadı mı? Kesip de ızgara mı yapacak? Yahni mi? Ne yapacaksa yapsa da artık lakırtı uzamasa.”
Meftun: “Teyze, büyük valide sana bir şeyler söylüyor… Ne istiyor?”
Vesile Hanım: “Hiç.”
Meftun: “Nasıl hiç?”
Vesile: “Karnı acıkmış da… Ne vakit yemek yiyeceğiz, diyor.”
Meftun: “Al sana bir çocuk daha… Kadınninenin Hasene’den farkı yok… Hiç böyle mühim bir bahis esnasında adam karnının acıktığını hisseder mi?”
Kadınnine: “Kuzum Meftun, oğlum, şu kuşu bir tarafa kondur da keselim, kebap yapalım. Bittim. Aç karına uzun uzadıya yemek lakırtısı dinlemek bana âdeta işkence gibi geliyor.”
Meftun, hoşnutsuzluğunu gizleyemeyerek:
“Anne, teyze, hemşire, Rebia, size söylüyorum. Artık büyük validenin böyle ‘fines’leri anlayacak vakti geçmiş. Evet, Baron Staff, asperjin çatal bıçakla yenmesini tavsiye edecek. Ama bu tavsiyesiyle İngiliz âdetini tercih etmiş olacak. Yani onlarda görülen bir şeyin güzelliğini itirafa mecbur kalacak. Bu çukurdan kurtulmak için Staff şöyle diyor: ‘Oooh, kuzum, asperji bıçakla kesmek daha dün kabul olunmuş bir İngiliz âdeti değil, aksine, eskiden beri sürüp gelen bir Fransız usulüdür. Bunun ispatı da on sekizinci asır Fransız markizlerinden birinin, o zaman hususi memuriyetle Fransa’da bulunan meşhur filozof Franklin’in yemek yiyişi hakkındaki alaylarında ve tenkitlerinde görülüyor. Bu markiz, Amerikalı filozofun her şeyi yiyişini, bilhassa asperj yiyişini diline dolayarak Franklin, asperji, tabak içinde ucunu bıçakla keserek çatalla temizce yiyecek yerde, vahşi bir şekilde, ısırarak yiyordu, demiştir.
Markiz cenaplarının Franklin gibi memleketine şeref vermiş, insanlığa büyük hizmette bulunmuş bir kimseyi, sırf düşeslerin kucağında terbiye görmüşlere mahsus bir zarafetle a la Fransez[69 - Fransız usulü. (e.n.)] asperj yemeği bilemediği için vahşilikle suçlamasını uygun göremem. Bu alay, paratoneri icat edenin büyüklüğüne, dehasına leke getiremez. Şu olayı, ebediyen unutulmuş kalması lazım gelen sayfadan bulup çıkarışım sırf, bugün asperj yemekte İngilizlere mal edilen zarifliğin onların malı olmadığını ispat içindir.
Bugün deha sahiplerinden yahut alelade bir adamın asperji parmaklarıyla ağzına götürüp çatır çutur ısırarak yediğini görsem şaşmam. Ama o kimse benden bir nasihat isterse şöyle derim: Bu sebzeyi hususi kaidelerine göre yemeyi öğrenirseniz bundan dolayı insanlık meziyetinize noksanlık gelmez. Bunu kaidesine göre yiyiş, şıklık hükmüne bağlıdır. O hâlde bu meselede Fransız âdetine uymak akla, izana daha uygundur.’ ”
Meftun, derin bir gülümsemeyle başını iki tarafına doğru sallayarak:
“Valide, teyze, Staff’ın şu son sözlerine dikkat ettiniz mi? ‘Bu meselede Fransız âdetine uymak akla ve izana uygundur.’ diyerek asperji çatal ve bıçakla yemeyi İngiliz âdeti olmaktan çıkarıp Fransızlara mal ediyor. Baron’un bu sözleri tarih vesikalarından mıdır? Bilemem. Çünkü Franklin’i kabalıkla, vahşilikle itham eden markizin ismini haber vermiyor. Hele bu fıkrayı hangi yazarın hangi eserinden aldığını da söylemiyor. Buraları karanlık… On sekizinci asır Fransız zariflerinden bir markiz böyle demiş… Bu markizden o kadar belirsiz bir şekilde bahsolunuyor ki, günahı üstünde kalsın ama insan bunun, Baron Staff’ın hayalinden başka yerde var olduğuna inanamıyor. Staff, Fransız zarafetini müdafaa için, eğer aslı yoksa, koskoca bir tarihî olay icada cesaret ettiği hâlde muaşeret usulünden, görgüden bahseden öbür güvenilir kitaplar asperjin yenmesindeki incelikte İngilizlerden önce gelmek için boşuna kulp aramıyorlar. Doğrudan doğruya söylüyorlar. Bunlar ‘İngilizler lüzumsuz bir aşırılığa kapılıp boş yere bir zariflik yoluna giderek asperji evvela bıçakla keserler, sonra çatalla yiyorlarsa da bu meseledeki eski Fransız usulü, yani asperji elle yemek usulü yemek kaidelerine daha uygun sayılmaya layıktır.’ diyorlar. Böyle diyen kitapları yazanlar zariflikte İngilizlerden önce gelmek için eski kütüphaneleri karıştırmaya lüzum görmeyerek Fransızların kuşkonmazı eskiden beri elle yediklerini açıkça, erkekçe itiraf ediyorlar. Ama öyle bir itiraf ki, çatalsız yemeyi tercih etmek iddiası elden bırakılmıyor. İngilizlerin zarifliği takdir edilmiyor. ‘Evet, Fransızlar bunu eskiden beri elle yerlerdi ve en akla yakın yol da budur.’ deniyor. Şimdi Baron Staff iddiasında yalnız kalıyor. Sade yalnız kalmıyor, zevk ve tercih hususunda öbür Fransızlardan da ayrılıyor. İşte size incelemeye değer bir mühim mesele! Şimdi İngilizler mi, Baron Staff mı yoksa eski Fransız usulü taraflıları mı haklı?”
Meftun, bu sualine cevap almak için etrafı dinlerken gene bir horultu işitir. Kızgınlıkla sorar:
“Horultu var! Gene büyükanne mi uyudu?”
Büyükanne Şekure Hanım telaşla:
“Hayır evladım. Bu sefer uyuyan ben değilim. Kıza tembih ettim. Dalarsam hafifçe çimdikleyiver dedim. Ara sıra uyur gibi oluyorum. Yanımdan çimdiği basınca gözlerim fal taşı gibi açılıyor. Ne kadar inatçı uyku bilmem ki, biraz sonra gene bastırıyor. Bereket kız çimdiği hemen yetiştiriyor. Sağ kalçam çürük içinde kaldı.”
Meftun: “İstoper…”
Kadınnine: “İstorper nedir?”
Meftun: “Yani artık sus demek istedim.”
Kadınnine: “Soruyorsun da cevap veriyorum. Deminden beri lakırtı söylediğimiz var mı? Hep seni dinliyoruz. İşte onun için uykum geliyor ya. Lakırtılarını da pek iyi seçemiyorum. Bir tarihte kütüphanenin birine kuş konmuş. Yok İngiliz böyle demiş, Fransız şöyle söylemiş… Bilmem hangisi ne halt etmiş… Neme lazım benim!”
Meftun: “Kadınnine, rica ederim artık sus!”
Kadınnine: “Susarım ama sen de dinlenecek iyi bir masal söyle…”
Meftun: (etrafa sorarak) “Kimdi o horlayan?”
Rebia: (gülerek) “Orada, pencerenin kenarında Zarafet Abla uyuyakalmış da…
Meftun: (gözlerini açarak) “Zarafet!”
Zarafet: “Afandim?”
Meftun: “Uyuyor musun?”
Zarafet: “Bir parçacık içim geçti de…”
Meftun: “İçin nereye geçti?”
Zarafet: “A, nereye geçece? Gene kendimin içine geçti! Buyuk hanimin uykusu geldiği vakit içim geçiyo demeyo mu? Benim de geldi, öyle dedi. Ama nereye geçti, ne bileyim ben? (eliyle göğsünü yoklayarak) İşte içim gene kendi içimde duruyor!”
Meftun: “Deminden beri söylediklerimi dinlemiyor musun?”
Zarafet: “Dinliyorum küçük bey, kulakları sende.”
Meftun ellerini ovuşturup gene anlatmaya başlayarak:
“Bu mühim meseleyi halletmek için asperj yemeye mahsus bir maşacık icat ettiler. Kuşkonmaz yenirken sofradakilere şimdi birer tabak içinde bu maşadan takdim ediliyor. İnsan sofrada her lokmayı hususi kaidesine göre yemek isterse bazı ufak tefek güçlüklerle karşılaşır. Ama bilmediğimiz şeyi öğrenmek ayıp değildir. Himmetleri var olsun, ‘Savoir-vivre’ yazarları, yani görgücüler bu sofra meselesinde her noktayı lüzumlu incelikleriyle izah etmişlerdir. Bunları öğrenmek için bize kalan zahmet o kitapları açıp aradığımız bahisleri sayfalarında bulmaktan ibarettir. Balık yahut et yerken ağzınızda bir kemik veya kılçık parçası kalsa ne yaparsınız?”
Herkeste ince bir fısıltı… Kimsede cevap verecek bilgi yok. Meftun, soran bakışlarını bir baştan bir başa dinleyiciler üzerinde gezdirdikten sonra: “Böyle basit meselelerde neye apışıp kalıyorsunuz? Hani ya cevap? Lebibe, sen söyle bakayım. Ağzında kalan kemiği yahut kılçığı ne yaparsın?
Lebibe, bir iki defa yutkunup gözlerini süzerek:
“Ne yapacağım? Ağzımdan çıkarır, sofraya bırakırım.”
Meftun, azarlar bir sesle:
“Aferin matmazel!.. Bu hareketini görenler senin terbiyen hakkında ne fikre kapılırlar? ‘Voilà une demoiselle mal éduquée!’[70 - “İşte fena terbiye edilmiş bir kız!” (e.n.)] demezler mi? Bu kadar sade bir şeyi Zarafet’e sorsam o bile senden iyi cevap verir… Zarafet sen söyle bakalım, kemikleri ne yaparsın?”
Gene hemen içi geçmek üzere bulunan Zarafet, yarı anlayabilmiş olduğu bu suale cevap verebilmek için gözlerini ovuşturarak: “Kamikleri mi soruyorsun? Ne yapacağım, kaynatır, suyunu alırım!”
Meftun: (hiddetle) “Abla! Galiba senin gene için geçmiş…”
Zarafet, uyumadığını ispat için gözlerini lüzumundan fazla açarak:
“Yoo, ban uyumuyo… Kamikleri sordun… Kaynatir suyunu alırim dedim. Ziyankârlık günah değil mi ayo? Kamiklerini sokağa atacak değil a… Elbette kaynatirim…”
Meftun, ahmak bir çocuktan aldığı münasebetsiz bir cevaba canı sıkılmış bir mektep hocası kızgınlığıyla yüzünü buruşturup Zarafet’ten Raci’ye dönerek:
“Birader, sen söyle bakalım. Kemikleri, kılçıkları ne yaparsın?”
Raci, verdiği cevabın maksada uygunluğundan emin olduğunu gösteren bir aceleyle:
“Ne yapacağım? Çıtır çıtır dişlerimle kırar, küçük küçük yutarım.”
“Hoşt oradan, obur! Hiç sofrada kemik yutulur mu? Bunun küçüğü olur, büyüğü olur. Allah korusun, söylediği lakırtıya bak!”
Raci, önceki acelesine karşılık, şimdi büyük bir hayretle:
“Ağabey, siz de pek acayip sualler soruyorsunuz. Ağızda kemik ya yutulur ya çıkarılır. Bunun şu iki ihtimalden başka türlü ağızdan defedilmesine çare var mıdır? Ne yapılır, siz söyleyiniz bakalım?”
Meftun: “Ne mi yapılır? Kemikler, kılçıklar her hâlde ağızdan çıkarılır efendi, yutulmaz.”
Raci: “Kız kardeşim şimdi ağzımdan çıkarırım dedi, bu cevabı beğenmediniz.”
Meftun: “Beğenmem ya… Öyle eme eme ağızdan çıkarılıp da sofranın ortasına kemik bırakılır mı?”
Raci: “Nasıl çıkarılır? İşte bilmiyoruz. Lütfen tarif buyurunuz efendim.”
Meftun: “Elinizi ağzınıza götürüp avcunuzu çukurlatarak kemiği yavaşça alacak, önünüzdeki tabağa kaydırıvereceksiniz. Bu böyle… Sofrada çerez olarak zeytin yediğiniz zaman çekirdeğini ağızdan nasıl çıkarırsınız bakalım? Bunu bilene bir çeyrek mecidiye mükâfat var…”
Parayı işitince hazır bulunanlardan, o ana kadar Meftun’un konuşmasındaki ağırlık tesiriyle bastıran uykuyu yenebilenlerden birkaçı birden cevaba atıldılar. O aralık acı bir haykırma işitildi. Bu ses, kadınninenindi. Şöyle bağırıyordu:
“İlahi elin kırılsın! Sana çimdikle dedimse böyle etimi kopar demedim ya? Tuttuğun yer elinde kaldı zannettim.”
Rebia: “Hem çimdikle diye insana tembih edersin hem sonra darılırsın. Azıcık gözlerini aç da dinle. Ağabeyim bilmece soruyor. Bilene beş kuruş verecek. Belki sen bilirsin de parayı kazanırsın.”
Kadınnine: “A yavrum, insan büyükanasını öyle kıyasıya çimdikler mi?”
Rebia: “Ya başka türlü uyanıyor musun ki?”
Kadınnine parmağını tükürükleyip çimdiklenen yere sürerek:
“Neymiş o bilmece bakayım?”
Rebia: “Sofrada zeytin yediğin zaman çekirdeğini ne yaparsın?”
Kadınnine: “Haydi oradan çılgın! Elinin körü yaparım! Sofrada zeytin yediğin zaman çekirdeğini ne yaparsın? Bu da bilmece mi? Bu lakırtı bile değil. Beni bunun için mi uyandırdın? Bilmecelerin âlâlarını sen benden işit… ‘Sev çiçeği, sevsen çiçeği, sen sevdin, sen bıraktın, beni bir hercai mi sandın? Hay deveciler köçeği! Has bahçenin Piryol çiçeği?’ Nedir o, bil bakayım?”
Meftun öfkelenerek:
“Nedir o hanımnine? Bizim burada konuşmaktan maksadımız masal, bilmece söylemek değildir. Kış geceleri tandır başı yetişmiyor da bize bir de burada mı Piryol çiçeğini anlatacaksın?”
Hasene söze atılarak:
“Bey dayı, bilmece ben de biliyorum. ‘Bilmece, bildirmece, dil üstünde kaydırmaca…’ Nedir o, biliniz?”
Zarafet, kestirdiği uykudan başını kaldırarak kesik kesik güle güle: “Sanki bilmece mi o ayo? Onu kim bilmez, sabun işte…”
Zarafet’in bu bilgisine hep bir ağızdan güldüler. Teyze Vesile Hanım, kızı Hasene’den önce söze atılarak:
“A, Zarafetçiğim, bilemedin işte… Sabun ‘el üstünde kaydırmaca’dır. Kız sana ‘dil üstünde kaydırmaca’ dedi.”
Zarafet düşünerek:
“Dil üstünde mi? A dur ayo, şimdi bilecem… Dil üstünde kaydırmaca, kaymak…”
Rebia biraz yüksek sesle:
“Bilemedi ama yaklaştı. Ha gayret, ha gayret… İşte sana azıcık ucunu çıtlatayım. Buz gibi soğuktur, yağ gibi kayar.”
Zarafet, daha derin düşünerek:
“A bildi, bildi… Kızak, kızak…”
Zarafet’in bu keşfine küçüğü büyüğü hep bir ağızdan birer kahkaha kopardıkları sırada bilmecenin delalet ettiği gizli kelimeyi, bu mühim sırrı Hasene daha ziyade gizlemeye dayanamayarak “Zarafet dadı, dondurma, dondurma!” diye haykırdı.
Meftun, gülmekle karışık acayip bir hiddetle başını sallayarak:
“Hanımlar, bir zeytin çekirdeğinden ne kadar münasebetsiz lakırtı bulup çıkardınız. Fakat içinizden hiç asıl suale doğru cevap veren yok…”
Lütfiye, Lebibe, Rebia, Vesile hanımların hep birden çeyrek mecidiyeyi hak etmek için zeytin çekirdeğinin ağızdan çıkarılış şekli hakkında sofra terbiyesine değil, akla izana bile pek uygun düşmeyecek acayip usuller saymaya giriştikleri sırada Raci, bir dereceye kadar münasebetli bir cevap vermek üzere dedi ki:
“Ağabey, kılçık ve kemiğin deminden tarif ettiğiniz çıkarılmış şeklini zeytin çekirdeğine de tatbik edebiliriz.”
Meftun: “Hayır, olmaz. Zeytin çekirdeği ağızdan el değmeden çıkacak.”
Raci düşünerek:
“Anlayamadım. El değdirmeden çekirdek ağızdan nasıl çıkar? Bu bilmeceye akıl erdiren varsa söylesin…”
Rebia cebinden bir fındık çıkarır. Ağzına atar. Sonra koca ağzını büzüştürüp bir delik şeklini vererek olanca nefesiyle fındığı ta karşıya, Meftun’un suratına doğru püskürür. Anlayışını ispat etmek için gösterdiği bu hünerliliğin ardından iki elini havaya kaldırarak Meftun’a:
“Dayı bey, bak elimi dokundurmadan bu fındığı ağzımdan nasıl fırlattımsa zeytin çekirdeğini de öylece çıkarırım.”
Meftun sıkıntısından terlemeye başlar. Mendiliyle yüzünü silerek:
“Şu hareketine teessüf ederim Rebia. En basit terbiye kaidelerinden yoksun sizin gibi insanlara ben de kalktım sofra terbiyesi öğretiyorum.”
Ablasının ağzından bir mermi hızıyla çıkan fındığı bulup yemek için Hasene de fırlatılışın ardından saldırmıştı. Fakat aradığını bulamayınca “Anneee, fındık nereye gitti? İsteriiim…” vızıltılarına girişti.
Meftun birkaç “lahavle” çektikten sonra:
“Büyüğüne söz anlatalım derken şimdi de küçüğü başladı. Teyze, sen bu kızları hiç terbiye etmedin mi?”
Teyze: “Nasıl etmedim. Vallahi dayaktan benim avuçlarım, onların vücutları nasır bağladı. (biraz kızgın) Fakat şimdi seni rahatsız edecek büyük bir terbiyesizlikte bulunmadılar. Rebia fındık attı, küçük de bulup yemek için fındığın arkasından koştu. Siz onun kadarken ne terbiyesizlikler yapardınız. Söyletme beni…”
Meftun: “Ağzına fındık alıp da karşısındakinin suratına fırlatmak Rebia yaşta bir kız için terbiyesizlik değil midir?”
Teyze: “Kabahat kimde? Onda mı? Sizde mi? El dokundurmadan zeytin çekirdeği ağızdan başka nasıl çıkar? Tarif ediniz de biz de işitelim… Hokkabazın yuvarlağı gibi çekirdek kayboluvermez ya…”
Meftun: “Azıcık sabrediniz efendim. Tarif edeceğim. Çatalı ağıza yaklaştırmalı. Zeytin çekirdeğini yavaşça, gizli denecek bir ustalıkla dudaklarınızın arasından nezaketle çatalın üzerine bırakmalı. Oradan da aynı ihtiyatla, yani kimseye bir şey sezdirmeksizin tabağın içine indirivermeli…”
Teyze Vesile Hanım: “Aman ne zor iş bu? Çekirdeğini çıkarmak bu kadar güç olduktan sonra ben de alafranga sofrada zeytin yemeyiveririm. Zaten evde yiye yiye bıktık da… Çoluk çocuk yeriz. Çekirdeklerini de çatır çutur önümüzdeki tabağa atıveririz. Çocuklar bazen parmaklarının arasına sıkıştırıp birbirlerinin gözüne sıkarlar. Ya babalarından ya benden birer tokat yerler.”
Meftun: “Peki, çekirdeği ağızdan güç çıkarılıyor diye sofrada zeytin yemeyiniz. Ya çekirdekli meyvelerde ne yapacaksınız? Mesela kiraz yediniz. Çekirdeğini nasıl çıkaracaksınız?”
Teyze: “Zeytin çekirdeğini nasıl çıkarırsam.”
Meftun: “Hayır, olmaz. Her çekirdeğin çıkarılış şekli başkadır.”
Teyze: “Şimdi sıkıntımdan avaz avaz haykırırım Meftun Bey! Bu Frenkler, hiç işleri güçleri yok da her çekirdek için birer usul mü koymuşlar? Çıkarırım ağzımdan vesselam…”
Meftun: “Baron Staff, ‘Yemek Nasıl Yenir?’ başlıklı bölümün iki yüz yirmi dördüncü sayfasında der ki: ‘Kiraz yahut onun gibi çekirdekli bir meyve yenildiği vakit çekirdekleri tabağa tükürür gibi çıkarmamalı. Tabağa bırakmak üzere ağızdan elle de almamalıdır. Ya ne yapmalı? Meyve yemeye mahsus olan takımın kaşığı ağıza yaklaştırılmalı. Çekirdeği oraya çıkarmalı -bu küçük iş dudaklarla kolayca yapılır- kaşıktan da tabağa bırakmalı. Ailece bu usulü öğreniniz. Bütün bu hareketleri gerçekten zarif bir şekilde yapmanın ustası olursunuz.’ diyor.”
Rebia söze atılarak:
“O Baron Pistan iyi söylüyor. Kiraz yemesini kim istemez? Ama o böyle kuru kuruya olmaz. Meydanda hiç olmazsa bir tepsi kiraz bulunmalı ki nasıl olacağını öğrenelim. Ben ufakken Tosun Beylerin bahçesinden kiraz çaldığımız zaman çekirdek cilalamanın egzersizini yapardık.”
Meftun yarı kızgın, yarı alaycı bir tavırla:
“Şecaat arz ederken merd-i Kıpti sirkatin söyler diye işte buna derler. Değil mi Rebia? Acele etmeyiniz. Bu teorileri sofra başında tatbikatla tecrübe edeceğiz. Amerikalılar üzümün çekirdeğini ayıklamak için bir alet icat etmişler deniyor.”
Rebia: “Neme lazım, kiraz çekirdeği için bir alet icat edilinceye kadar biz cahil mi kalalım?”
Meftun: “Münasebetsiz suallerle bahsi kesmeyiniz. Şeftali, kayısı gibi büyük çekirdekli meyvelerde ne yapacaksınız?”
Bu suale karşı her kafadan bir ses geldi. Kimi şeftalinin zeytin gibi kimi de kiraz gibi yeneceğini söylüyordu. Meftun hepsine birden itirazla:
“Şeftali, kiraz gibi yenmez.”
Rebia, ağzında beliren salyaları yutarak:
“Ağabey, şeftaliyi yemek ötekilerden daha zor gibi görünüyor. Yetişince inşallah her gün birkaç okka almalı da buna çok vakit çalışmalı.”
Şeftaliyi işitince Hasene’nin yüzü birkaç türlü renge girdi. Annesinin eteğinden çekerek şeftalinin hasretiyle dolu olan gözlerini ona çevirip bu meyveden pek istediğini anlattı. Vesile Hanım da daha şeftali çıkmadığı, çıktığı zaman okkalarla alınıp yemesini öğrenecekleri çeşidinden büyük vaatlerle çocuğu yatıştırmaya uğraştı. Beri yandan Meftun devam ediyordu:
“Şeftali, kayısı, elma, armut bahislerine güzel dikkat ediniz.”
Konuşmacı, şu dört meyveyi sayarken her birinin söylenişinde Hasene ayrı ayrı annesinin eteğinden çekerek bu meyvelerin yemesini öğrenmeye çalışıp çalışmayacaklarını soruyor ve her sorduğuna tasdik cevabı almakla biraz çarpıntısını yatıştırıyordu. Meftun devamla:
“Hep meyveler, kendilerine mahsus çatal ve bıçakla soyulup yenir. Bunlar bütün yahut yarım olarak herkesin önüne getirilmişse yeniden parçalara ayrılır…”
Rebia dilini tutamayarak:
“Ağabey, sofrada hiç insana yarım armut, yarım şeftali verilir mi?”
Meftun: “Evet, yarım olarak da verilebilir. Çünkü Frenklerin armutları, şeftalileri gayet iridir. Şeftalileri âdeta portakal büyüklüğündedir.”
Büyük hanım gözlerini biraz açıp çimdiklenen tarafına eliyle bir parça salya daha sürdükten sonra:
“Aman oğlum, Meftun, insanı imrendirme öyle. Mademki oranın şeftalileri, armutları böyle meşhurmuş, insan gelirken, büyükanneme hediye diye birkaç tane getirmez mi?”
Rebia: “Ağabey, orada beşbıyık var mı? Muşmulayı sofrada nasıl yerler?”
Büyük hanım hiddetle:
“Aman, hiç böyle kız görmedim. Yemişin bile bıyıklısını sorar.”
Meftun: “Rica ederim. Şimdi münasebetsiz sözler karıştırmayınız.”
Rebia kızgın bir tavırla kaşlarını kaldırarak büyükannesine:
“Bıyıklısı için değil, muşmula haminnemin kendine dokundu da onun için…”
Hanımnine: “Muşmula bana ne dokunsun? Artık ben üç otuzunda mıyım? Hele postalın[71 - Postal: Değersiz kimse. (e.n.)] sözüne bak… Sen benden çıkmadın mı? Ben muşmula olunca acaba sen ne olursun. Haydi oradan, muşmulanın torunu kocayemiş!..”
Meftun: “Lahavle… Artık bitirin canım. Şimdi Rebia da öfkelenecek, böğürtlen diyecek, sen de ona dam koruğu cevabını vereceksin, iş uzayacak…”
Kadınnine: “Öyle diyeceğine oğlum, kalk da kızın ağzına bir tokat vur. Baksana yelloza, muşmula deyince ben üzerime alınırmışım. Haydi oradan, mezarlık kozalağı, kara kız!”
Meftun: “Mezarlık kozalağı mı? Bak işte bu aklıma gelmediydi. Hanımnine, sen bitkilere ve ağaçlara ait epey hakaret lakırtısı da biliyormuşsun.”
Hanımnine: “Bilirim zahir, bayır turpu…”
Lütfiye Hanım: “Anne, nedir o artık… Sen de vakit vakit çocuklardan daha çocuk oluyorsun.”
Kadınnine: “Aman sus sen de oradan bal kabağı!”
Vesile Hanım: “İşte artık çenesi açıldı. Çocuk değil ki ağzına bir tokat indir de sussun.”
Kadınnine: “Oradan lafa sen de mi karıştın, viranelik ısırganı?”
Meftun: “Hanımninem uyuduğu zaman uyandırmak için rica ederim artık çimdiklemeyiniz. Çünkü ısırganlarla, baldıranlarla bahsi karıştırıyor.”
Kadınnine: “Dokunmayınız da uyuyayım besbelli… Söylediğin dinlenir şeyler değil ki… Zeytin çekirdeği, kabak çekirdeği, hepsini bir araya toplasan bir incir çekirdeği doldurmaz. Sofrada şeftali nasıl yenirmiş? Lakırtıya bak! Senede bir defa bu evde şeftali ya alınır ya alınmaz. Şimdiden sonra onu nasıl yiyeceğimizi mi talim edeceğiz?”
Meftun: “Hanımnine, rica ederim, istirham ederim, yalvarırım…”
Kadınnine: “Sustum, sustum işte…”
Meftun: “Ne diyorduk? Şeftaliyi parçalara ayırıyorduk. Mesela önümüzde bir şeftali var. Onu çatal bıçakla evvela ikiye, sonra dörde bölersiniz. Sonra çatalı sol elinize alıp şeftalinin dörtte birinin üzerine batırır, bıçağı da sağ elinizle kullanarak…”
Vesile Hanım: “Sözünü kestim. Affedersin oğlum. Anlayamadım…”
Meftun: “Bıçağı sağ elinizle kullanarak, dedim. Evet. Sol eldeki çatalı, şeftalinin dörtte birine saplar, sağ eldeki bıçakla meyveyi elbisesinden ustalıkla ayırırsınız. Ama siz diyeceksiniz ki meyvenin elbisesi olur mu? Burada mecaz kullandım. Yani açıkçası sembolik olmak istedim. Fransızcada şeftali, armut vesaire gibi meyvelerin kabuklarına, yani derilerine ‘pelüre’ derler. Halk dilinde bu kelime pardösü, redingot gibi elbise üstleri için kullanılır. Evet, çatal bıçakla şeftali cinsinden meyvelerin derisini soyup çekirdeklerini çıkarmak hususi bir ustalığa bağlıdır. Talim etmeli, alışmalı. Şimdi size anlatacağım bir de turp bahsi kaldı. Bazı kimseler ufak, kırmızı turpa çatal batırıp dibindeki yeşil yaprakları bıçakla keserler, yine çatalla ağızlarına götürerek yerler. Yani turpa, âdeta şeftali muamelesi ederler. Her hususta güçbeğenir görünen Baron Staff, turp yemekte biraz geniş, biraz teklifsiz ve laubali davranıyor. Yeşilliğini bıçakla keserek çatalla yemek artık zariflikte pek ileriye varmak, mübalağaya dökmektir diyor. Niçin? Çünkü turpun yapraklarına dokunmakla insanın eli ne yağlanır ne ballanır. Onun için turpu yeşil yapraklarından tutup hiçbir şey kullanmadan ağza götürmek, etikete aykırı değildir hükmünü veriyor. Kuşkonmaz yemekteki güçlüğü anlattımdı ya, turp, işte o külfetlerin hepsinden uzak sayılıyor. Evet, sözlerime dikkat edin, turpun alafranga sofradaki ihtişamlı yeri bundan sonra ölünceye kadar aklınızda kalsın. Rebia, sofrada nasıl su içilir?”
Rebia: (gülerek) “Ağabey, artık onu da bilmeyecek değiliz ya?”
Meftun: “Orada, konsolun üzerinde sürahiyle su var. Bardağa doldur da içelim.”
Rebia, bardağı beş parmağıyla yakalar. Suyu doldurur. Lakır lakır içerken annesinin usulca yanındakine “İş su üzerine olunca hemen tecrübe ediliyor. Şeftalilerin, armutların yalnız sözleriyle vakit geçiriliyor.” dediğini işitince Rebia gülmekten kendini alamayarak suyun bir kısmını genzine kaçırır. Kalan kısmını da yanındakilerin yüzüne püskürtüverir.
Meftun: (tiksintiyle) “Kız, sana yazıklar olsun! Alafranga sofrada böyle mi su içeceksin? Yanına rastlayan talihsiz sofra komşularının suratları, üstleri başları ne olur sonra? Evvela şunu haber vereyim ki, Frenkler sofrada su değil, başka şeyler içerler. Bunların içilişi hep birbirinin aynı olacağından biz şimdi şu denemede suyu bira, likör, şampanya, Bordeaux, Bourgogne niyetine içebiliriz. Bakınız Baron Staff, sofrada içmeyi nasıl tarif ediyor:
‘İçmek istenildiği zaman öyle beş parmağınızı açarak bardağı kavrayıvermemeli. Parmaklar, şöyle hafifçe, nezaketle ayağından tutmalı, bardağı sükûnetle ağır ağır kaldırmalı. New York’taki güzellik mektebinin tariflerine göre dudaklara, -leb-i şerab kenar-ı sagardan püse-çin oluyormuş gibi-[72 - Sözde içenin dudağı bardağın kenarından öpüyormuş gibi. (e.n.)] hafifçe dokundurmalı…’ Anlayabildiniz mi?”
Vesile Hanım: “Hayır, anlayamadık. Böyle bir ziyafette sağır postacının ne işi var?”
Meftun üzüntüsünden iki eliyle yüzünü kapayarak:
“Ah, varlıklarıyla gerçekten utanacak bir soyum varmış…”
Vesile Hanım: (ağlayarak) “A evladım, seni utandıracak ne yaptık? Hamamdan bohça kaldırmadık, bedestenden takım çalarken tutulmadık…”
Meftun: “Sağır postacıyı şimdi söze katmakta münasebet var mı?”
Vesile Hanım: “Sen kendin söyledin a yavrum.”
Meftun: “Ben öyle demedim. ‘Leb-i şerab kenar-ı sagardan püseçin oluyormuş gibi’, yani içilecek şeyi sanki bardağın kenarını öpüyormuşsunuz gibi zarafetle içmeli demek istedim.”
Vesile Hanım: “Hah bize bunu böyle anlat! ‘Bardağın içindeki suyu içmeyiniz, kenarını öperek yine sofraya koyunuz.’ de. Büyükannen, küçükannen, ben hiç öyle ince lakırtıları anlayabilir miyiz? Karşıdakilere bir kere bak da ona göre lakırtı söyle… Ona göre ağız kullan… Postacıdan buse, sağırdan bardak çıktığını biz ne bilelim oğlum.”
Meftun: “Yine lakırtıyı dallandırıp budaklandırmayınız. Söz söylemekte bana meydan veriniz. İnşallah öteki konuşmamızda size dinleme terbiyesini öğretirim.”
Rebia anasının kulağına eğilerek:
“Ne öğretirim dedi?”
Vesile: (yavaşça) “Bilmem. Anlayamadım ki. Sorsam kızıyor. Ne öğretirse öğretecek işte! Şimdi biz sade dinleyelim.”
Meftun: “Bardağın içindekileri bir hamlede sömürmek pek ayıptır. Bir iki yudum içmeli, bardağı yine aynı zarif yavaşlıkla yerine koymalı. Bardağın içindeki şey bitmemeli. Yalnız, hafif hafif azalmalı.”
Vesile Hanım: “Affedersin oğlum. İnsanın ne kadar harareti olsa yine sofrada kana kana su içemeyecek mi?”
Meftun: “Hayır, içemeyecek. Sofrada ‘savoir-vivre’ dışında bir şey olmayacak.”
Vesile: “Biz evimizde, yemekte yanı başımıza su koruz. Çoluk çocuk maşrapayı doldurur doldurur kana kana içeriz. Karnımız lıngır lıngır kırbaya dönmedikçe doyduğumuzu anlayamayız ki…”
Meftun: “Ben şimdi size evinizde ne yaptığınızı sormuyorum. Sizi, benim söylediklerimi öğrenmeye çağırıyorum. Hanımlar, affedersiniz, kadın huzurunda söylenmesi kadınlara karşı saygı duygusuna aykırı bir şeyden bahsedeceğim. Ama ne yapalım? Bu derste ondan bahsetmeye lüzum var… Mesela sofrada sümkürmek icap etti. Ne yaparsınız?”
Vesile Hanım: “Vayyy… Rahat rahat su içmek ayıp olan bir sofrada insan burnunu nasıl siler? Şöyle bir hokkabazlığa getirip de entarimin yenine silebilirsem ne âlâ! Silemezsem bırakmalı, aksın… Başka çare var mı?”
Meftun: “Teyze, bugün beni üzüntüden öldüreceksin. Hiç alafranga sofrada elbise yenine burun silinir mi? Bu terbiyesizlik ne alafranga ne ‘a la persan’[73 - Fars usulü. (e.n.)] ne ‘a la chnois’[74 - Çin usulü. (e.n.)] hiçbir sofrada olmaz.”
Vesile: “Ne yapalım iki gözüm? Tarif et de öyle yapalım.”
Meftun: (hiddetle) “Bunu ben söyleyecek değilim. Avrupa ‘savoir-vivre’ yazarlarının bu sümkürmek faslındaki fikirlerini size açıklayacağım. Şimdi biraz manasız ve bönce sayılan eski Fransız medeniyeti, sofrada havluya sümkürmeyi meneder. Fakat burundan akan malum suyun akıntısını kesmek için de bir çare göstermezdi. Lakin şimdiki nezaket ve zariflik, sofrada havluya değilse de mendile sümkürmenin yollarını gösterecektir. Bu yoldaki tavsiyeleri size açıklayayım. Evvela sofrada sümkürmeye yol açmamalı. Mesela nezle zamanınızda çağrıldığınız davetlere gitmemeli. Sofraya oturmazdan önce güzelce temizlenmeli. Böyle temizleniş de güçtür. Çünkü tuvaletiniz bozulur. Kısacası, hanımlar, ne lazımsa yapmalı. Bütün bu ihtiyat tedbirlerinize rağmen yine sofrada buna lüzum görülürse çaresiz kaldığınız bir anda Baron Staff mendilinizi kullanmaya müsaade veriyor. Ama nasıl? El çabukluğu bir marifetle mendilinizi yavaşça çıkarıp yanınızdakileri iğrendirmeye sebep olacak gürültülerden kaçınarak silivermeli. O esnada kimsenin dikkatini çekmemek için başınızı sofradan arka tarafa çevirmemelisiniz. Sofradan başlarını çevirip de burunlarını silenler görgü bilgisine yabancı olanlardır. Lüzumundan fazla ihtiyatlar insanların o âlemlere alışık olmadığını gösterir. Böyle gülünç hareketleri terbiye sananlar kabalıklarını göstermiş olurlar. Yine horultular geliyor. Uyuyanlar kimdir?”
Rebia: “Kadınnineyle Zarafet.”
Meftun: “Uyandırmayınız, uyusunlar. Bu bahisten kendileri bir şey anlamadıktan başka anlayanlara da engel oluyorlar, değil mi Raci Bey?”
Raci, göz kapaklarını açmaya uğraşarak:
“Evet efendim.”
Meftun: “Hepinizin yüzünde can sıkıntısı eserleri görülüyor. Ben de bir iki söz söyleyerek bugünlük bahse son veriyorum. La Baronne der ki: ‘Yemek sonunda el, ağız yıkaması yok… Sofrada ağız yıkamak, bu ne iğrenç, ne tiksindirici şey? Parmakları yıkamak da manasız. Çünkü yemek sırasında ekmekten başka bir şeye dokunulmadı ki… Ekmek ise eli kirletmez…’ ”
Vesile Hanım: “A, işte bu tuhaf. Sofrada o kadar nizam, o kadar gırgırlıktan sonra yemekten el kirli, ağız bulaşık kalkmak. Doğrusu bunu beğenmedim.”
Meftun: “El bir şey tutup kirlenmedi ki…”
Vesile Hanım: “Canım, ne kadar çatal bıçakla yense yemektir bu, iki gözüm, insanın eline yine kokusu siner vesselam…”
Meftun: “Acele etmeyiniz efendim. La Baronne, yemekten sonra sofra başında el ağız silmenin aleyhinde bulunuyor. Ama başka kitaplar (önündeki defterin yapraklarını çevirerek), evet, onlar da sofra başında ağız silme âdetinin bırakılmış olmasına teşekkür ediyorlar. Fakat sofrada el temizleme âdeti henüz kalkmamıştır. Yemek sonunda önünüze güzel, kristal bir kap gelir. Bunun içinde güzel kokulu, ılık su vardır. İçine yuvarlak kesilmiş bir dilim de limon atılmıştır. Sakın ha bunu içecek bir şey zannedip de ağza götürerek dikivermemelidir. İşte insanın rezil olduğu saat o saattir.”
Vesile Hanım: “Bu güzel kokulu su içilmeyecek de ne olacak? Burna mı çekilecek?”
Meftun: “Hayır efendim, parmakların ucu bu suya batırılıp da yıkanacak, sonra havluya silinecek.”
Vesile Hanım: “Hepsi iyi ama Frenklerin böyle birkaç konuda yıkanmamak âdetleri doğrusu hoşuma gitmiyor…”

VI
Ders esnasında büyükannenin horultularına, Rebia ve Hasene’nin arsızlıklarına, ötekilerin dikkatsizliklerine rağmen Meftun bu pratik hayat bilgisi bahsini aile fertlerine anlatmaktan çekinmedi. Bu işten bıkmadı, usanmadı, her güçlüğe katlanmayı kendince bir nevi hoşlanacak şey sayıyordu. Ötekilerin alafrangadan nefreti, beyin bu ısrarı arada öyle tuhaflıklar doğmasına sebep oluyordu ki bu hâllerine, dışarıdan öğrenenler kadar kendileri de gülüyorlardı.
Meftun yavaş yavaş bir taraftan alafranga sofra takımlarını tamamlıyor, öte yandan ev halkını öyle yemek yemeye alıştırıyordu. Tavuk, hindi, kaz, balık vesaire üzerine bir hafta on gün kadar süren teorik bilgilerden sonra nihayet sofrada bu hayvanların buduyla, kanadıyla, gövdesiyle ciddi operasyonlara girişiliyor; alafranga usulünü almaya istidatlı olmayanlar, eli kolay yatmayanlar, boyuna tekrar yaptıkları için en çok yemek yiyorlardı. Kadınnine Şekure Hanım, teyze Vesile Hanım, yedikleri butların hiçbirini hususi kaidelere tam bir uygunlukla yiyemediklerinden Meftun “Olmadı, but ziyan oldu!” şikâyetiyle haykırdıkça hanımlar “Niçin olmasın? Pekâlâ karnımız doydu. Lazım olan da o değil mi? Bu sefer beğendiremedikse gelecek butta sizi memnun etmeye uğraşırız.” cevabını veriyorlar ama iş gelecek butta da yoluna giremiyordu, daha öteki butta da… Sofrada güzel parçalar çıktıkça nezaket icabı haydi büyükanneye, haydi teyzeye, haydi kız kardeşe, evet hep hanımlara takdim oluyor, zavallı Raci, yemeklerin kemik, deri gibi en sıska tarafıyla karın doyuruyordu. Zavallı delikanlı bu yoldaki şikâyetlerini bir türlü ağabeyine duyuramadı. Nihayet bir akşam tavuk, hindi gibi hayvanlar üzerinde alafranga operasyon yapılacağı bir sırada sofranın en güzel keten örtüsü yayıldı. Önceden ayrılmış yerlere çiçek saksıları konuldu. Beşli şamdanlar yandı. En parlak “couvere”ler[75 - Sofra takımları. (e.n.)] dizildi. Eleni, yemek kampanasını büyük otellerde işitilen şekilde, ritmik vuruşlarla çaldı. Yemek salonuna Meftun, kız kardeşi Lebibe’yle kol kola girdi. Arkadan kadınnine değneğini kakarak geldi. Daha sonra Lütfiye Hanım’la Rebia, onların ardından Vesile Hanım’la Hasene sökün ettiler. Meftun yarı reverans hâlini alıp zarif bir tavırla elini uzatarak: “Mesdames… Mesdemoiselles!..” sözleriyle herkese ayrılan yeri gösterdi. Sofraya dizildiler. Aile fertlerinden biri eksikti. Ama bu eksik olan kimdi? Herkes sofranın süslerine bakmaktan gelmeyeni düşünmeye vakit bulamıyordu. Yalnız Meftun, boş kalan iskemleye bir göz attı, “Raci sofrada yok.” dedi. Delikanlının bu hatırlatmasından sonra ötekilerin de gözleri boş iskemleye dikildi. Vesile Hanım sordu ki:
“Alafrangada böyle sofraya geciken olursa ne yapılır?”
Meftun: “Bu konuda size bilgi vermedim mi?”
Vesile: “Hayır.”
O esnada oda kapısından içeriye biri girdi. Ama bu giren Raci değildi. Tombalakça bir kadındı. Teklifsizce gitti, boş iskemleye, Raci’ye ayrılan yere oturdu. Herkeste bir hayret… Bu yeni gelen, birkaç saniye kadar herkesin garipseyen bakışlarına uğradıktan sonra en önce Rebia, “Raci ağabeyime bakın a dostlar, kadın kıyafetine girmiş!..” feryadıyla haykırdı. Küçüğü, büyüğü bir kahkaha tutturdular. Hakikaten Raci, al bir korsaj, onun altına tirşe bir jüpon giymiş, boynuna da Eleni’nin bir “fichu”sünü[76 - Kadın boyun atkısı. (e.n.)] bulmuş atmış, başına tüylü bir kapela[77 - Şapka. (e.n.)] uydurmuş, bıyıkları olmadığı için kıza benzemiş… Ama nasıl kıza? Âdeta Bakkalköyü’nde, Darıca’da pazar günleri en parlak tuvaletlerini yaparak gezmeye çıkan köylü Rum kızlarına dönmüş.
Bu garipliğe herkes gülüyor, yalnız Meftun ciddi durmaya uğraşıyordu. Sert bir yüzle sordu ki:
“Birader, bu kıyafet ne?”
Raci ayağa kalktı. Derin bir reveransla dedi ki:
“Bu hareketimi mazur görünüz efendim. Üstümdeki fistan, başımdaki kapela, kısacası şu kıyafetim, sanırım bugün bana sofrada tavuk budu yemek hakkını verecektir. Erkek elbisesiyle oturdukça daima aç kalkıyorum…”
Kahkahalar arttı. Bu cevaba karşı Meftun da ciddi duramadı. Gülerek “Cette fois vous êtes ingénieux.”[78 - “Bu hareketiniz doğrusu ustalıklı.” (e.n.)] dedi. Çorba kâsesini kaldıran Eleni de dayanamayarak “Monsieur, dites plutôt ingénieuse!” ihtarında bulundu. Yani Raci’ye mal edilen “ingénieux” kelimesinin kadınlar için kullanılan şeklini kullanmak daha uygun düşeceğini anlattı. Meftun buna daha ziyade güldü.
Raci, bu zarifliğiyle o akşam sofrada en iyi parçaları yiyerek acı çıkardı. Yemek sonunda kadınnine Şekure Hanım sandalyesinden kalkarak “Çocuklar, böyle tavuk yemeyi talim ettiğimiz akşamlar ben yerimden kımıldayamazdım. Eleni’yle Zarafet koltuklarımdan tutarlar da beni güçlükle kaldırırlardı. Bakınız bu akşam sandalyeden kendi kendime kuş gibi kalkıyorum. Bunun sebebini anladınız mı? Bu gece benim hakkımı bütün Raci yedi. O çapkın oğlan bir daha sofraya karı kıyafetiyle gelirse kabul etmeyelim. Mademki alafrangaya çalışıyoruz, onun yolu neyse öyle gitmeli. Eleni’nin kapelasını, Lebibe’nin bilmem nesini giy. Gel buraya butları kıvır, yağma yok. Alafranga olacaksa tamam olsun. Herkes hakkına razı olmalı. Butlar hanımlara, kanatlar, boyun tarafları filan, beylere…” itirazıyla Raci’nin bu hareketini ayıpladı durdu.
***
Meftun, zengin bir enişte elde edebilmek için Lebibe’nin eğitim ve öğretimine son derece hız verdiğinden ailede herkese mahsus olan pratik görgü dersinden başka kız kardeşine özel şekilde, faydalı bilgiler öğretiyordu. Bir gün Lebibe’yi karşısına almış, genç kadınların ava çıkıp çıkmamaları hakkında acayip tafsilat verirken bazı eşyaları almak için Eleni odaya birkaç defa girdi. Kızın her giriş ve çıkışında yüzünde gezinen alaylı gülümseme Meftun’un gözünden kaçmadı. Evet, Eleni gülüyor, hem de alay edercesine gülüyordu. Ama kiminle eğleniyor, niçin gülüyordu? Genç kadınların ava çıkmaları bahsinde gülecek ne vardı? Meftun bunu merak etti. Ama Lebibe’nin yanında kızdan sormayı uygun bulmadı. Bir iki saat sonra Eleni’yi tenha bir tarafa çekerek sordu:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-rahmi-gurpinar/sipsevdi-69429232/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
İsyan etmek. (e.n.)

2
Bizim “fuzul” yahut “fodul” tabirini Frenklerin “pédant” kelimesine mukabil buluyorum. (y.n.)

3
Mahrec-i Aklam: Memur yetiştirme amaçlı bir meslek okulu. (e.n.)

4
Anadan doğma şair. (e.n.)

5
Anadan doğma edebiyatçı. (e.n.)

6
Vali muavinliği. (e.n.)

7
Seçme, seçilim. (e.n.)

8
“Değersiz Türk!” (e.n.)

9
“Boş kafalı Türk!” (e.n.)

10
Alt tarafı çan biçiminde genişleyen etek; kloş. (e.n.)

11
“Alafranga” romanının ilk yayımlanmasında, sansür, buradaki “haşerat” ve “mikrop” sözlerinden hafiyeler hakkında bir ima kokusu alarak bu ilk kısmı tamamıyla çıkarmıştı.

12
İspir: At veya araba uşağı. (e.n.)

13
İçeriye giren her şey faydalıdır. (e.n.)

14
Kehlelizade: Bitlioğlu. (e.n.)

15
Taş ölçerim: “Benden uzak olsun!”, “Allah başa vermesin!” anlamında kullanılan deyim. (e.n.)

16
Marya: Dişi koyun. (e.n.)

17
Çakar almazlıktan gelmek: Anlamıyormuş, duymuyormuş gibi davranmak, oralı olmamak. (e.n.)

18
Aftos: Oynaş. (e.n.)

19
Hampa: Dost. (e.n.)

20
Şirket demek istiyor. Tam adı Şirket-i Hayriye. (e.n.)

21
O dönemde bisiklete “velosipet” denirdi. (e.n.)

22
Amur: Aşk, sevda. (e.n.)

23
Kuşkonmazlı sebze. (e.n.)

24
Bordo usulü ıstakoz. (e.n.)

25
Mantar garnitürlü bir yemek. (e.n.)

26
Jöleli soğuk sığır eti (e.n.)

27
Alışveriş işlerinden sorumlu. (e.n.)

28
Teşrifatçı, karşılayıcı. (e.n.)

29
Görgü kuralı. (e.n.)

30
İstiskal etmek: Hoşnutsuzluğunu belli ederek soğuk davranmak, yüz vermemek. (e.n.)

31
Görgü kuralları. (e.n.)

32
Zarif, şık. (e.n.)

33
Forme etmek: Şekillendirmek, biçimlendirmek. (e.n.)

34
Hamama. (e.n.)

35
Uygulamalı Yaşam Bilgileri. (e.n.)

36
Karşılaştırmalı Yaşam Bilgileri. (e.n.)

37
Karşılaştırılmış. (e.n.)

38
Karşılaştırmalı. (e.n.)

39
Pratik Yaşam Bilgileri. (e.n.)

40
İyi huylar. (e.n.)

41
Yüce. (e.n.)

42
Gerçek. (e.n.)

43
Apaçık. (e.n.)

44
“Ahmak, kendini bir yazar sanıyor!” (e.n.)

45
“Acele suale ağır cevap vermelidir!” (e.n.)

46
“Azizim söz aramızda.” (e.n.)

47
Kendini beğenmişlik. (e.n.)

48
Alçak gönüllü. (e.n.)

49
Kırmızı kitaplıklar. (e.n.)

50
Tecavüz: Saldırı. (e.n.)

51
Kafeşantan: İçkili, çalgılı kahvehane. (e.n.)

52
Dönemin takriben yirmi parası. (e.n.)

53
Merak yüzünden. (e.n.)

54
Yave: Anlamsız, saçma sapan söz. (e.n.)

55
Âlim-i küll: Her şeyi bilen. (e.n.)

56
Nerede ise, az kaldı. (e.n.)

57
Yekûn tutmak: Konuşmaya son vermek. (e.n.)

58
Habazan: Pisboğaz, obur. (e.n.)

59
İnceliklerle. (e.n.)

60
“Zengin bir enişteye yutturmak için hapı yaldızlamalı.” (e.n.)

61
Akşam yemeği. (e.n.)

62
Argoda, “yalandan”. (e.n.)

63
Kantin atmak: Uydurmak, yalan söylemek. (e.n.)

64
Peçeteyi. (e.n.)

65
Girin. (e.n.)

66
Susun. (e.n.)

67
Bıçak altlığının. (e.n.)

68
Kuşkonmazı. (e.n.)

69
Fransız usulü. (e.n.)

70
“İşte fena terbiye edilmiş bir kız!” (e.n.)

71
Postal: Değersiz kimse. (e.n.)

72
Sözde içenin dudağı bardağın kenarından öpüyormuş gibi. (e.n.)

73
Fars usulü. (e.n.)

74
Çin usulü. (e.n.)

75
Sofra takımları. (e.n.)

76
Kadın boyun atkısı. (e.n.)

77
Şapka. (e.n.)

78
“Bu hareketiniz doğrusu ustalıklı.” (e.n.)
Şıpsevdi Hüseyin Rahmi Gürpınar

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Okumak için Paris’e giden Meftun Bey, öğrenimini tamamlayamadan yurda dönmüştür. Bu Paris günlerinden kendisine ne sağlam bir eğitim ne zengin bir kültür ne de dört başı mamur bir dünya görüşü kalmıştır. Sadece gittiği ülkenin kültürüne hayran kalmış, kendi benliğini unutacak kadar bu kültüre bağlanmıştır. Bu yüzden de İstanbul’daki yaşantısını alafranga kültüre göre tanzim etme sevdasına düşmüştür. Ancak bunu da elini yüzüne bulaştırmış, tam manasıyla bir Batı özentisi olup çıkmıştır… Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bu eseri 1901’de yazılmasına rağmen sansüre uğramış ve ancak 1911’de basılabilmiştir. Gürpınar, Meftun Bey’in kişiliğinde, Osmanlı’nın son zamanlarında görülen Batı özentiliğini ironik ve mizahi bir dille eleştirmiş Recaizade Mahmut Ekrem’in Bihruz Bey’ine benzer bir tip çıkarmıştır ortaya. "Hele bu kazancı noktası noktasına eşeleyelim. Karşımıza büyük bir hırsızlık yığını çıkar. Sonra bu büyük hırsızlar, varlıklarının yüzde biri, ikisi kadar para gözden çıkararak mektepler, kütüphaneler yaptırıp kendi cinslerinden olan insanların saygılarına hak iddia etmeye uğraşıyorlar. Ne gülünç komedi! Vicdan sahibi bir adam, hiçbir meslekte milyoner olamaz. Çünkü azıcık bir paranın yokluğu yüzünden köşede bucakta can veren zavallıların korkunç sefaletleri o vicdan sahibini lüzumundan ziyade para biriktirmekten alıkoyar, âdeta iğrendirir."

  • Добавить отзыв