Aşk Batağı (Bir Muadele-i Sevda)

Aşk Batağı (Bir Muadele-i Sevda)
Hüseyin Rahmi Gürpınar
"Tiyatrolarda sahneye konan oyunlar, böyle evlerde, aileler arasında geçen gerçek maceralardan alınmış değil midir? O hâlde ötekiler taklit, berikiler asildir. Hikâyecilerle tiyatro yazarlarının hemen daima yazı ortamlarını teşkile hizmet edenler üç kişidir: Karı, koca, bir de âşık… Bizim oyunumuzda bu üç kişi tamam değil mi? İşte ben, karı; Naki en gülünç bir komedyaya aptallık sermayesi olacak yaratılışta bir koca. Sen de âşık… Sonra bu âşık, koca olacak, öteki zavallı sevda acıları içinde kalacak. Sonuç kocam için biraz feci olacak ama bununla komedyamızın esas neşesi bozulmaz. Çünkü bazı gülünecek şeylerin aslı incelense ağlayacak şeylere rastlanır. Genellikle güldüğümüz şeyler kendi budalalıklarımızdır. Büyük yazarların maskaraya alma sermayeleri insanların bönlüğü değil midir? Hemcinsinin güldürücü hâllerine gülmekte gizli gözyaşları vardır. Fakat ben artık felsefede bu kadar derinleşmeyi sevmem. Doğrusu Naki için ağlayamam. Gerçeği anlayınca o kendi hâline yine kendi ağlasın. Gözlerimize yazık değil mi? Bizim hesabımıza akması gereken gözyaşlarını o döksün…" Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Hüseyin Rahmi Gürpınar
Aşk BatağıBir Muadele-i Sevda

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

ÖN SÖZ
Gece saat bir buçuk var. Akşam yemeğinden henüz kalktım. Mevsim ocak… Dışarıda öyle bir bora ile kar yağıyor ki coşkun rüzgârın amansız şiddeti önüne düşen yapraklar, düşecekleri yönü şaşırmış, başıboş bir inişle kasırga harmanı içinde dönüp duruyor. Rüzgârın sokaklardan, damlardan süpürüp beyaz bir duman gibi havaya kaldırdığı karlar yukarıdan inenlerle çarpışıyor. Karın gökten mi yere, yerden mi gökyüzüne yağdığı fark olunamıyor.
Koltuğu sobanın yanına çektim. Bir elimde kahve, ötekinde sigara pencereleri sarsan boranın tiz perdelerden çok şaşırtıcı bir hızla çıkardığı “gam”ları, o keskin ıslıkları dinleyerek gökyüzünün bu şiddetine karşı kızıl pırıltılarından, tatlı çıtırtılarından teselli bekler gibi ateşe bakıyorum. Baktıkça da kürkün içine gömülüp büzülüyorum.
Rüzgâr, sarsıp geçtiği yerlerin her birinden bir başka tür korkunç sesler çıkartıyor. Camlar şangırdıyor. Ağaçlar başlarını yere eğmiş, titreyerek inliyor. Deniz büyük bir coşkunluk ve taşkınlıkla sanki karşılık vermek istercesine köpüre köpüre rüzgârla kavgaya atılıyor.
Köpeklerin, o zavallı yaratıkların ara sıra derinden, karlar altından boğuk boğuk havlamaları işitiliyor. Yirmi otuz saniye ara ile zayıf, kısık bir “hav hav”… İşte artık donuyoruz der gibi bir inilti, rüzgârın ıslıkları içinde boğulup işitilmez oluyor.
Böyle bir kış gecesi, ateş başında toplanıp sohbet etmek için ne güzel ne zevkli bir şeydir. Bu gibi kış gecelerinde çocukluğumu hatırlarım. Ama ne kadar tatlı bilseniz…
Eski evimizin orta katında kuytu, büyük bir oda vardı. Ortaya konmuş tepeleme dolu sarı mangalın çevresine biz, kız oğlan beş altı çocuk, annelerimiz, teyzelerimiz, halalarımız dizilirdik. Komşu hanımlar da misafir gelirdi. “Bir perinin üç kızı varmış…” diye masallara girişilirdi. O saf çocukluğumla bu masalları o kadar dikkatle dinler, öylesine bir zevk duyardım ki şimdi en ciddi eserlerde bu tadı bulamıyorum.
Bir köylü Pembe Hanım vardı. Sözlerinin doğruluğuna bizi inandırmak için yeminler ede ede en korkunç “Gulyabani”, “Çarşamba Karısı” fıkralarını o hikâye ederdi.
Mısır ve bostan zamanı, tarladaki kulübelerinde ürünü beklerken bir gece mehtapta gulyabaninin biri kulübe kapısına kadar gelip de içeride süpürge bulunduğu için o tılsımdan korkarak kulübeye girmeye cesaret edememiş, giremediği için de hiddetinden dişlerini gıcırdata gıcırdata, öfkeli öfkeli çekilip gittiğini hikâye ettiği sırada ben dehşetimden büzüle büzüle yanımdaki kadına olabildiği kadar sokulmakla da kanaat edemez, eteğimi onun eteğine sımsıkı düğümlerdim. Sonra gulyabaninin arkasından dev, cadı hikâyelerinde korkum büsbütün artar, yanımdaki hanımla eteklerimizin düğümlü olduğunu unutur, o kadın kalkınca tabii eteğimden beni de sürüklerdi. O zaman beni gulyabaniler çekiyor sanarak avazım çıktığı kadar haykırırdım.
Pembe Hanım’ın, olay kahramanları bütün gulyabanilerden, devlerden meydana gelen o korkunç hikâyelerindeki kişileri nitelemek ve boylarını anlatmak için iki ölçüsü vardı. Bunlardan birincisi köy camisinin minaresi, ikincisi de kuyu başındaki kavak ağacı idi. Olanca dil açıklığı ve abartma gücü ile ellerini tavana doğru kaldırıp hikâyelerinin süsü olan gulyabanilerin boyunu bu iki ölçüye vurarak “İşte onlar köy minaresiyle o kavak ağacının tepesinden bakarlardı.” derdi. Biz de karşısında tiril tiril titredik.
Zavallı Pembe Hanım çoktan öldü. Tuhaf, acıklı veya garipliklerle dolu masallarıyla çocukluk gecelerimi hazlarla dolduran komşu hanımların da çoğu dünyalarını değiştirdiler. Sağ kalanların da kimi öksürükten kimi romatizmadan acı çekmekte. Hemen hepsi yılların ezici yükü altında düşkün, evlerinden dışarı çıkamıyorlar.
Şimdi onlardan biri gelse de bu gece bana bir masal söylese diye düşündüm. Böyle rüzgâr inler, ortalık titrerken bende, “gak” dedikçe bir koyun, “gık” dedikçe bir tulum su isteyen “Zümrüdüanka” kuşunun hikâyesini dinlemek gibi çocukça bir istek uyandı. Fakat artık buna imkân yoktu. O kadınlardan hiçbiri gelip de beni eğlendirebilecek hâlde değildi.
Bu arzumu ne ile yatıştırayım? Romanlardan çok seyahat eserlerini severim. Çünkü bunlar ötekilerden ziyade inandırıcıdır, belgelere dayanır. Masalı masal diye dinlersem de romanı masal diye okumak istemem. Bir hikâyecinin olayları düzenleyişinde yalan kokusu gözümde eserin değerini düşürür. Roman veya hikâye kelimesi “yalan”la anlamdaş gibidir. Fakat o ad altında okuduğum şeylere biraz zihnim yatmalı. “İşte bu böyle olur.” demeliyim.
Romanın esas düzeni hayalden olsun, zararı yok. Ama tümünü meydana getiren bölümlerin her biri günlük hayattan alınmış birer gerçek olmalı. Sevişmeler ve bütün insanlık tutkuları olduğu biçimde, gerçeğe uygun olarak anlatılmalı.
Pek kuru, pek maddi anlatışlardan da hoşlanmam. O gibi eserleri yalnız bir şartla severek okurum. Yazar, bilimce, fence çok derin, Tanrı vergisi ve kalem gücü ile âdeta zamanın bir harikası olmalı ki bu şartları kendinde toplamış edipler Avrupa’da bile azdır. Fransızca eserlerde bunların, soğuk soğuk taklit edilmiş olanlarını okumaktan zevk alamam, boğulurum.
Çaresiz artık masaldan vazgeçtim. Kitaplığımı karıştırarak o kış gecesinde dehşetten tüylerimi ürpertecek heyecan verici olaylar ve tuhaf görünen gerçeklerle dolu bir seyahat eseri bulmak sevdasına düştüm.
Ilımlı bölgelerden söz eden bir seyahat eseri istemiyordum. Ya kuzeyin buzdan mağaralarından, donmuş denizlerinden, aylarca süren acayip gecelerinden, fecirlerinden, karla eş renkte canavarlardan, billura benzer buz kulübelerinde oturan insanlardan, kara kış fasılları açarak okuyanı titretecek veyahut ki Afrika’nın cehennemden nişan veren kızgın güneşi altında ağaçları çadır kadar yaprak açan ormanlarından, birbirini yiyen vahşilerinden, korkunç yılan, fil ve aslanlarından söz ederek insanı terletecek bir eser arıyordum.
Evet, ya titretecek ya da terletecek bir şey… Bilmem neden o gece işte böyle bir aşırılığa düşmüştüm.
Herhangi bir şey biraz istek sağlarsa hemen onun sahtesi çıkar. Bir hükûmetin yarı resmîliğini taşıyan büyük seyahatlere dair yayımlanan eserlerin okuyucular tarafından iyi karşılanması birtakım yazarları bu vadide kalem dolaştırmaya itmiş, romandan ve hatta masaldan farkı olmayan bu yolda sonsuz eser yazılmıştır. Bazı Avrupa yazarları birkaç kitaplık dolaşmaktan başka bir şey yapmadan, araştırma, inceleme ve gözlem gereği duymadan başka seyahatname ve atlaslara başvurarak bir bilinenden on bilinmeyeni çıkarmak suretiyle hiçbir bulucunun erişemediği ülkelerden insanı şaşkınlıktan ağzı açık bırakacak biçimde söz etmişlerdir.
Bir zamanlar Lui Jakolyo gibi bazı yazarların eserlerine ne kadar aldandım. Jakolyo hiç seyahate çıkmamış mıdır? İnat etmem, belki çıkmıştır. Fakat anlaşılmaz bir gariplikle seyahatnamelerini hep masal biçiminde yazmış olduğuna acırım.
Mısır’a dair yazdığı zamparalık hurafelerine ancak Avrupalıları inandırabilir. Vahşet dolu nehirlerin kıyılarında hep gözlerinden nişanlayıp öldürdüğü timsahlar, eski şövalye hikâyelerini kıskandıracak aptalca bir üslupla tasvir edilmiştir.
Görmediği yeri yazmak veyahut görüp de gerçeği tasvir edebilmenin her kalemin harcı olamayacak zorluğu karşısında işi roman vadisine dökmek gibilerden birkaç seyahatname örneği de bizde görüldü.
Yazıhanemin çimen yeşili muşambası üzerine lambanın abajurundan yağan ışık altında parıldayan hokka ile silginin dikenleri arasına sokulmuş kalemlere baktım. Bunlar beni iş başına, yazıya çağırıyorlardı. Hele hokka, ağzını açmış sanki yalvarırcasına diyordu ki: “Çocukluk yıllarındaki temiz, masum duygular içinde bir iki saat yaşamak için masal dinlemek istiyorsun ama nafile… O zamanlar geçmiş ola… Şimdiki bin masal dinlesen o mutlu günlerin beş dakikasını geri getirmek mümkün olmaz. Yalnız davranışlarınla çocukluk etmiş olursan ruhça o eski tadın binde birini bulamazsın. Seyahatname okumaktan da vazgeç. Onlarda da bir gerçeğe bin yalan eklenmiştir. Zihnin, gözlerin başka bir yazarın uydurma yazılarıyla yorulacağına sen kendin ayrıntılı, dallı budaklı bir yalan uydur. Hayal gücün oranında onu süsle. Gerçek kılığına dök. Telle pulla, bütün enini boyunu yaldızlı bir macunla ört. Bu yaldızlı iksir şişesini ‘İkdam’ yazı işleri müdürüne takdim et. O da tefrika tefrika yayımlasın. Haydi düşünme! Düşünme! Yüreğimdeki uzun, hızlı akım çevik bir kalemle birleşir, bağlanırsa, içimden taşanları dile getirebilirse meydana gelecek hikâyeye başkaları değil sen bile aldanır, yazarken bazı ağlar, bazı gülersin…”
Ah hokkabaz hokka seni!.. Ne kadar yalancı ve kandırıcısın. Beni yalana sen alıştırdın. Haydi bu defa da sözünü dinleyeyim. Fakat sen, kalem, ben, bu üç samimi arkadaş birbirimizi gücendirmeden, aldatmadan yine bu işi nasıl başa çıkaracağız? Üç dört yüz sayfa yalan yazmak kolay mıdır? Ama nasıl yalan? Tıpatıp gerçeğe, sahiye benzeyecek. Hele bir cümlede, bir satırda işin ekini belli et. Derhâl tenkitçiler başlar: “Yazar burada amma da zırvalamış ha… Hiç öyle şey mi olur? Böyle kubbesi uygun gelmeyen yalan okuyacak olduktan sonra hayalci Aziz Efendi ne güne duruyor? Onu okurduk ay efendim…”
Sadece ruh hâlleri üzerine bir roman yazsanız: “Bu ne kadar çekilmez şey. Ne geniş ne uzun tutulmuş, gereksiz ayrıntılarla dolu bir şey. Konu diye hikâyede ne var? Hemen hiçbir şey… Bir kadın, entarisinin en görünmez buruşuklarına kadar ele alınıyor. Bir insanın her sabah, her akşam nasıl kalktığı, yattığı anlatılıyor. Ruh sıkıcı bir hikâye…” sitemlerine uğrarsınız.
Olay biraz karışık, heyecanlı olsa o zaman yeni yetişen gençlerin şu “Yeni masalı okuyor musunuz? Gerçekten gülünç. Şu ileri zamanda roman diye yazılır saçma değil. Zavallı romancı memleketimizde Xavier de Montépin’in yerine geçmek istiyor. Dimağı o yolda eğitilip yetiştirilmiş Ancien Régime’den ayrılamaz ki… Sanattan haberi yok. Hikâyesi sade olaylar… Birkaç sürpriz düzenlemedikçe masalını ne yolda süsleyebilecek?” sözleriyle eseri çürütmeye çalışacaklar.
İşte ben bu tür çıkışlara rağmen dikenli tenkitler karşısında daima kendi fikir ve görüşlerime bağlı kalarak, kendimce bir yol tutturarak yürüyeceğim. Yazacağım. Beğenmeyenler elbette daha iyisini yazma gücünde olan kişiler olacaktır ki böylelerinin çoğaldıklarını görmek bütün ileri hareketleri sevinçle karşılayan ve destekleyenler gibi beni de memnun eder.
Dışarıda bütün canlıların iliklerini donduran soğuğun kalemime geçmesinden korka korka ağır bir hareketle kalktım. Yazıhanemin önüne oturdum. Ben evde yokken adıma gelen mektupların konmasına mahsus ufak bir tepsi vardır. Yazıhanenin üzerinde durur. Bazı akşam bu tepside bir iki mektup, tezkere bulunur. Bazen de bir şey bulunmaz.
O akşam baktım, birkaç zarf var. Bunları karıştırdım. İstanbul dışından iki mektup. Dostluk, iyi niyet, iyi dilek ve selamları kapsıyor.
Biri zarf içinde, öteki açık iki kart dö vizit… Önce açığı okudum. Pek sevdiğim bir arkadaşım. Beş defa evime gelmiş. Beni aramış, bulamamış. Kartın üzerine kurşun kalemiyle yazdıkları şu: “Beş defaki ziyaretimin hepsinde de evde bulunmadığına bir türlü inanamıyorum! Buna âdeta kabul etmeme manası veriyorum. Seni bir yerde yakalarsam öfkemi çıkaracağım! Savunmanı ona göre hazırla!” sözleriyle bana çıkışıyor. Vah zavallı dostum! Bu ziyaretlerinizin beşinde de evde bulunmadığıma doğrusu ben de inanamıyorum. Alafrangada olduğu gibi bizim kabul günlerimiz yoktur. Sizin gibi misafirlerin de ziyaret saatleri pek belli değildir, insan evinde bulunup da işleri yüzünden ziyaretçisini kabul edemeyeceğini bildirse bu yolda ileriye sürülen mazeret dostluğun bozulmasına sebep olur, terbiyesizlik sayılır. Onun iyisi sizi gücendirmemek için aldatmaktır.
Her sabah evden bana sorarlar: “Bugün sizi görmeye gelenlere ne denecek?” Eğer meşgulsem, yoktur, denecek parolasını veririm. Bu dostum da galiba hep böyle parola günlerine rastlamış olmalı.
Zarflanmış kartı açtım. Bu da züppe, genç dostlarımın birinden. Beni yarın akşam Beyoğlu’nda bir eve çağırıyor. Orada temiz, güzel bir kız varmış. Aralarında sevda başlangıcı gibi bir şeyler belirmiş. O temiz, namuslu kızı bana göstererek fikrimi soracakmış.
Haydi oradan zevzek, dedim, kartı kâğıt sepetine attım. Baktım, tepside bir zarf daha var. Fil dişinden yontulmuş bir ince safhayı andırır beyaz damarlı, ütülenmiş gibi düzgün bir zarf… Üzerini okudum. Yazıyı tanıyamadım. Hakkımda o kadar işitilmedik lakaplar, o derece tasavvurun üstünde saygı belirten terimler kullanılmış ki bunların binde birine kendimi hak etmiş göremediğimden o kelimeler hep birer acı alay gibi gözüme battı. Canım sıkıldı. Bunu da haydi oradan zevzek sözü ile açmadan elimden fırlatmak istedim. Fakat zarfın bir köşesinde kabartma olarak Fransızca M. N. harfleriyle onların altında bir de “özeldir” işaretini gördüm. Meraka düştüm.
Zarfı açmadan bu insiyallerin işaret edebileceği adları düşünmeye başladım. “Mehmet Nuri”, “Mahmut Necati”, “Münir Nail” ve daha bunlara benzer “M”, “N” harfleriyle başlayan epey ad buldum. Fakat bu adlarda tanıdığım hiçbir kişi aklıma gelmedi.
Zarfın yüzünü çevirdim. Zamkla yapıştırılan kapağın tamam baş açısına girift bir imza atılmış. Epey uğraştım. Bunun “Naki” olduğunu hele okuyabildim.
Naki kim? Sahibini tanımadığım bir ad… Tamamıyla yabancısı olduğum böyle bir kimsenin “özel” kaydıyla bana mektup gönderişi beni biraz şaşırttı.
O şık zarfı örselemeden açmak için bıçakla yavaş yavaş kestim. Mektubu çıkardım. Satırlar tokça bir kalemle yazılmış. M’lerin bacakları çok uzun. V’lerin tekneleri keskin keskin çıkarılmış. Elif’ler, lam’lar cetvelle çekilmiş gibi biraz eğik olarak birbirine paralel. H’lerin gözleri âdeta insana gazapla bakıyor sanılacak birer heybette… Yazının genel biçiminden işlek bir yazı olduğu ve yazanın uzun süre “güzel yazı”[1 - Hüsn-ü hat] talim ettiği anlaşılıyor.
Mektubun yazılış biçiminden bence asıl hissedilen önemli nokta o satırların büyük bir helecen ve heyecanın etkisiyle yazılmış olmasıydı. Sanki yazının sahibi öfkelenmiş ve öfkesini harflerin bazılarından çıkarmış. Kalem ateş püskürerek o beyaz kâğıdın üzerinde gezinmiş. Bazı harflerin uçları o kadar keskin çıkarılmış ki onları öyle resmedebilmek için mutlak kalemin bir kasırga hızıyla koşup geçtiğine hükümde insan asla tereddüt etmez.
Bana her kelimesi bir canlı hiddet ve şiddet gibi görünen bu mektup mahalle kahvesinde hâl hatır sorar gibi teklifsizce “Merhaba Hüseyin Rahmi” hitabıyla başlıyordu.
Görünmeyen muhatabıma karşı bir merhaba, daha doğrusu bir “iyi akşamlar” da ben savurdum. Fakat hayret ettim. Zarfın üzerindeki ne rütbe ne kudret bakımından hâlime uygun düşmeyecek o manasız lakaplar, hitaplar nedir? Bu başlangıçtaki kabalık ne oluyor?
Alt tarafı okumaya devam ettim. İşte şöyle idi:
Ne o? Hiddetiniz hayrete mi dönüştü? Zarfın üzerini okurken öfkelendiğinize, şimdi de hayret buyurduğunuza kesinlikle eminim.
Ben kendi kendime, Oooo, oooo… Bu Naki Efendi yahut bey ne tuhaf bir adammış. Zarfı okurken hiddetleneceğime, sonra da şaşırıp kalacağıma peşin peşin kesinlikle nasıl hükmetmiş? Güzel yazı yazma niteliğinden başka biraz da falcılığı var galiba? Fakat dediği gibi olmadı mı? dedim. Doğrusunu söyleyeyim: Naki’nin bu hükmündeki isabeti çekemedim. Kendimi âdeta bir oyuna getirilmiş, aldatılmış gibi gördüm. Önce hiddet, sonra hayret etmiş bulunduğuma pişman oldum. Ama artık çare var mıydı? İstediği gibi oldu. Daha şu ilk satırlarda bir bakıma o üstün çıktı. Ben yenik kaldım.
Merakla devam ettim:
İlk hükmün böyle kesinlikle isabetini aramızda bir üstünlük ve yenilgi biçiminde kabul edip bundan dolayı bir ikinci hiddete daha kapılmamanızı rica ederim. Çünkü benim çekmeye uğraştığım şey hiddetiniz değil mektubum üzerine dikkatinizdir.
Yine kendi kendime, Naki Bey, yeter, yeter! Zekânızı takdir ettim. Basit fikir sahiplerinden olmadığınızı anladım. Artık bu gerçeği ispat için ne kendinizi yorunuz, ne de beni… Maksadınız şu mektup üzerine dikkatimi çekmekse işte bu oldu. Şimdi bu satırları gözlerimi dört açarak okuyorum, dedim.
Bu yolda aldığınız mektupları, bir dağınık dikkatle okumanız ihtimaline karşı mektubumu bu tehlikeden kurtarmak için şu ilk hileye başvurmak cesaretini gösterdim ki ileride değerlendireceğinizden emin olduğum pek ufak, önemsiz hizmetimin bu küstahlığımı size bağışlanabilir göstereceğinden şüphem yoktur.
Size bir şeyden bahsedeceğim. Fakat müsaade ve merhamet buyurunuz. Evet bir şeyden öyle bir şeyden ki onu anlatmak için hiçbir dilde bu şeye işaret olacak bir ad, bir kelime bulunamaz sanırım. Bu şey olsa olsa her dilde her şeye gösterilip de yine hiçbir şey ifade etmeyen şey kelimesinin belirsizlik manasıyla nitelendirilebilir.
Kendi kendime, Çok şey, dedim.
Aman birader aman!.. Bu şey kelimelerinin hücumu içinde boğulacağım. Bu şeylere bir şey demeliyim. Bu şeyi bir manaya yaklaştırarak onu kesinlikle ifade edebilecek bir kelime bulmalıyım. Bu anlatılamaz şey nedir bilir misiniz? Karıma olan muhabbetim…
Kendi kendime, Çok şey ki çok şey…
İşte söz buraya geldi mi beynim volkana dönüyor. Ağzımdan çıkan saçma sapan sözler, güçsüz kalemimden saçılan kelimeler havaya dağıldı yahut kâğıt üzerinde birer suret buldu mu tıpkı ateş saçan bir volkanın ağzından fışkırdıktan sonra yere dökülen maddeler gibi kül kesiliyor. Kalbimdeki yanardağın şiddetinden haber verecek gücü kaybediyor, içimdeki ateşin büyüklüğünü ifade edecek bir kelime bulamıyorum. Uğradığım felaketi, başımdan geçenleri size hikâye edeyim de bakınız dünyanın dört köşesinde yani Avrupa, Asya, Afrika, Amerika’da kimsenin başından böyle bir macera geçmiş midir?
Kendi kendime: Avustralya’yı unuttuğunuza şaştım. Onu da sayınız. Dünyanın beş köşesinde olur, beş kıtadan bir şey eksik kalmazdı…
Bütün evrenin olay yaratmada tek hikâyecileri bir araya toplansa buna benzer bir olay uyduramazlar. Tabiat işte bazen böyle bütün insanlık muhayyilesini, bütün hayal güçlerini renksiz bırakacak gerçekler gösteriyor.
Fakat nasıl anlatacağım? Elim ayağım titriyor. Hayır… Bunu yazı ile hikâye edemeyeceğim. Kalemler bunu anlatmaktan âcizdir. Yine yüzde elli kuvvetini kaybetmek üzere sözle belki anlatabilirim. O zaman hiç olmazsa kelimelerin ağzımdan çıkışlarındaki şiddeti, bir dakikada kaç renge girdiğimi, ne ağlanacak, gülünecek hâller aldığımı, bütün acıklı jestlerimi ve gülünçlüğümü gözlerinizle görür, kalemin kayıtsızca anlattıklarında karanlık kalacak bazı gerçekleri biraz gözden kaçırmamış olursunuz.
Bu olayın roman biçiminde anlatılmasını karımdan intikam almak için arzu ediyorum. O bana çektirmediğini bırakmadı. Fakat kader benim ona karşı elimi ayağımı bir süre bağlı bulundurdu. Olayı size bir defa hikâye edeyim. Tabii beğenip beğenmemek, yazmak veya yazmamak hususlarında yine karar sizindir.
Bu teklifim lütfen kabul buyurulursa sohbet gecemizi yarın gece olarak düzenleyelim. Çünkü benim için artık İstanbul’da yaşamak kabil olamayacağından bu buluşmamızın ertesi sabahında uzaklara seyahat için kendimi vapura atacağım.
Müsamere hazırlık ve dekorunun şunlardan ibaret olmasını rica ederim: Biri sizin biri benim için sobanın önüne karşı karşıya iki koltuk… Bunların arasına büyükçe bir sigara iskemlesi. Birinci neviden en az yüz gramlık bir kutu kalıp sigarası… Sıkça sıkça kahve… Az kaldı unutuyordum. Bir koca sürahi limonata… Çünkü olayı anlatırken cayır cayır yüreğim yanar, işte bu kadar… Tenezzül edip vereceğiniz yazılı cevabı almak üzere Ağa kulunuz yarın saat dörtte yüksek evinize gelecektir. Hürmetlerimle…

    İmza
    Naki
Bu mektubu okuyup bitirdikten sonra bir defa daha, “Çok şey…” dedim. Naki’nin anlatış ufukları mart havası gibi bazen düzeliyor, bazen bozuluyor. Söz karısına geçince bütün boralar işte orada kopuyor. O zaman acılarını anlatmak için, şey şey’lerden başka söyleyecek bir söz bulamıyor.
Bunların hepsi iyi ama insan muhabbetini anlatmak için emrinde söz bulamadığı karısının bir romancıya âleme ibret olsun diye hikâyesini mi yazdırır? Haydi işte size birçok şey daha… Sakın Naki Bey, aklı üzerine bazen gelir, bazen gider takımından olmasın?
Bu ihtimale dayanarak kendisini kabulde acele karara varmamalı, biraz düşünmeliyim. Olayı bana hikâye edeceği gecenin sabahı seyahate çıkacağını, kendisi için artık İstanbul’da yaşamanın mümkün olmadığını söylüyor. Karısından bu kaçışı ne suretle ve ne biçimde oluyor? Kadın hâlâ kendi nikâhında mıdır değil midir?
Mektubu birkaç defa okudum. İlk şüphelerimi çözümleyemedikten başka yeniden yeniye merak verecek bir hayli nokta daha buldum. Düşündüm, taşındım, nihayet Naki Bey’i yarın gece evime kabule karar verdim. İnsana saldırır güruhtan bile olsa ben onu her türlü ihtiyata göre kabul ettikten sonra kendi evimde bana ne yapabilir?
Bazı akşam Meddah’a, Karagöz’e gidiyor, bir sürü yaveler dinliyorum. Bir gece de Naki Bey’i dinlersem ne olur? Hikâye cılk çıkarsa o da şansıma… Herhâlde zavallının olağanüstü bir acısı olduğu anlaşılıyor. Bir gönül hastasını birkaç sözle teselli edebilirsem o da bir insanlık hareketi sayılmaz mı?
Bakalım şu zavallının karısından şikâyeti, kendini yurdunu terk etmek zorunda bırakacak kadar büyük üzüntüsü ne imiş? Bu kadar üzüntülü görünen bir adamın sözlerinde incelemeye değer bazı hâller bulunmamak kabil değildir.
Bu kararım üzerine yarın akşam kendilerini beklediğimi bildirir kısa bir tezkere yazdım. Zarfladım. Sabah saat dörtte gelecek uşağa teslim edilmek üzere lazım gelen adama verdim.
Ertesi akşam limonataları falan hep hazırlattım. Oturacağımız yerleri de Naki Bey’in isteğine göre düzenledim. Artık bekliyorum. Saat bir, bir buçuk oldu. Nihayet ikiye doğru kar yığınları üzerinde tekerleklerinin dönüş sesleri boğula boğula bir araba geldi. Bizim kapının önünde durdu. Azıcık sonra çıngırak şakırdadı. Kapı açıldı. Evin giriş yerinde bir gezinme oldu. Onu izleyerek merdivenlerden ayak sesleri işitildi.
Ben tanımadığım bu acayip misafirimi karşılamak için sofaya çıkarak merdivenden birkaç ayak indim. Mir’den yahut o ayar bir terzinin makasından çıkmış, samur kaplı bir paltoya bürünmüş, endamı narin, yürüyüşü nazik, yüzünde soylu bir güzellik ışıldayan ve yaşı yirmi altıdan yukarı tahmin edilemeyen genç bir adamın hafif bir gülümseme ile yukarı çıktığını gördüm. O anda mektuptaki sözlerden çıkardıklarımın birçoğunun yanlış olduğunu anladım.
Ben onun açık buğday solgun yüzü üzerine Yaradan’ın bütün sanatıyla resmettiği ince kaşlarını, bir yorgun mahmurluk içinde bayılan uzun siyah kirpiklerle çevrili elaya bakar güzel gözlerini, kansız ince dudaklarının üzerini süsleyen uçları yukarı kıvrık hafif bıyıklarını, gözleriyle yanaklarının sınırı arasındaki yorgunluk ve bezginlik işareti olan mavimtırak gölgeleri incelerken o da olanca dikkatiyle beni gözden geçiriyordu. Yanıma yaklaşınca heyecanının öncüsü birkaç sık nefes ve biraz tutuklukla sağ elinden kürklü güderi, açık soğan renkli eldivenini çıkarıp bana dostluk elini uzatarak dedi ki:
“Elimi size hem dostluğumu sunmak hem de şu birkaç basamağı çıkmaya yardım etmeniz ricasıyla uzatıyorum.”
Ben gülerek:
“Dostluğunuz bir şeref olduğu gibi yukarı çıkmanıza yardımım da benim için ayrıca bir mutluluk demektir.”
O da güldü. El ele odaya girdik.
Elinde hafifçe sıcaklık vardı. Elimi bırakmayarak:
“Oda çok sıcak…”
“Dışarıdan teşrif ettiniz de size oda sıcak geldi. Termometreye bakınız. On sekizden yukarı değil.”
“Arabaya binerken donuyordum. Şimdi de yanıyorum. Vücudum işte böyle nöbet nöbet bazen buz, bazen ateş kesiliyor. Rica ederim, her hâlde şimdi ateşten uzak oturalım. Bir saate kalmaz yine üşümeye başlarım.”
Paltosunu çıkardı. Eldivenleriyle beraber bir sandalyenin üzerine attı. Yine elimden tutarak: “İşte bakınız, şu kanepe sobaya uzak. Oraya oturalım.” dedi.
Kanepenin birer ucuna oturduk. Elimi bırakarak gözlerini kapadı. Arkasına yaslandı. Yorgunluk, kesiklik ima eder bir titreyip ürperme ile başını bir yana eğdi. Kollarını iki yanına salıverdi. Anladım ki misafirimin biraz dinlenmeye ihtiyacı var.
Ben de bir süre sustum. Sonra gözlerini açtı. İlk defa yabancı bir eve giren bir adamda meydana gelmesi tabii bir merakla odanın kıyısına bucağına göz gezdirdi. Nihayet dedi ki:
“Sizi iri yarı, pos bıyıklı bir adam sanıyordum. Düşüncem ne kadar yanlış çıktı!”
“Aynı hâl bende de oldu. O kalın kalemli keskin yazınızdan müthiş bir adam gibi gözümde canlandırmıştım. Bakınız ne kadar aldanmışım.”
Gülerek:
“Onu öyle sizi korkutmak için özellikle kalın kalemle keskin keskin yazdım. Bu kadar nazik olduğunuzu bileydim, korkutmaya kıyamazdım.”
Yarım saat kadar böyle havadan sudan konuştuk. Sonra:
“İşte beyim üşümeye başladım. Haydi sobanın yanında hazırlanmış yerimize gidelim.” dedi.
Karşı karşıya koltuklara oturduk. Ellerimize birer sigara ile ikinci kahveleri aldık. Dışarıdan bora şangur şungur çerçeveleri sarsıyordu.
Naki Bey hem anlatacağı hikâyenin dehşetinden hem de boranın şiddetinden korkuyormuş gibi hafif bir titreme ile dedi ki:
“Ohhh ohhh!.. Bu yerimiz ne kadar iyi… Artık başımdan geçenleri dinlemeye hazırsınız değil mi?”
“Hazırım. Hem de büyük bir sabırsızlıkla hazırım.”
Misafirim üzüntü ile başını bir sağa bir sola salladıktan sonra ağır ağır söze işte şöyle başladı:

1
Ben büyük bir aileden servet sahibi bir zatın tek oğluyum. Doğduğum gün, annemle babam için en mutlu bir gün olmuş. Beni nasıl özenle büyüteceklerini, nasıl şımartacaklarını bilememişler. Çocukluğumdan beri bir emrime yirmi kişi koşar, her sözüm olur. Vurduğum vurduk, kırdığım kırdıktır. Yaratılışım son derece hassas ve asabidir.
Eğitim ve öğrenimime arzuma uygun bir biçimde özen gösterildi. İstediğimi öğrenir, istemediğimi reddederdim. Şundan bundan birer parça tahsil ettim. İşte böyle bir hava içinde yetiştirildim. Gençlik çağına girdim.
İlk gençliğin, o hayatın ilkbaharının cana can katan tatları, günlerin getirdikleri değişik zevkler beni çılgına çevirdi. Bir gence en az öğrenimle en büyük sözler söylemek fırsatını veren, bu harikalı yolu açan meslek şairlik değil midir? Ben de gençlik sarhoşluğunun verdiği o neşe ve kendimden geçişle nazım ve şiir denizine kendimi kapıp koyuverdim. Ah bu tutkum, şiire olan bu olağanüstü düşkünlüğüm ne derin hayallere yol açıyordu. Her kulaç atışımda bütün sahiller nazmın gürültüsünden titriyor, her dalga pırıltısıyla sözlerimin büyüsünden bir kelimeyi yorumluyor sanırdım.
Bazen yorgun uzanırdım. Bulutlara, göklere, aylara, güneşlere fırlattığım kelimelerin evrendeki yankılarını dinler, evet işte rüzgâr bir şarkımı okuyor, işte bülbül bir nazmımı besteliyor, işte gök gürlemesi birdenbire doğan fikirlerim gibi ses veriyor, derdim.
Sanırdım ki gül, ben onu öyle nitelediğim için güzeldir. Akarsular şiirlerimin iniltilerine eşlik etmek için çağlıyor. Bütün baharlar, güzler birer manzumemi rica etmek için gelip geçiyor.
Dünyada bir mısrama visalini arz etmeyecek bir kız düşünemezdim. Âlemi böyle şiirlerimin büyüsüne kapılmış, her sözümü bütün problemlerin anahtarı sayarak talihin kötü yüzünden habersiz sevda vadisine giriştim.
Her arzumu yerine getiren, çabucak kollarıma düşen kızların bu tutkularının şairliğimden çok servetim için olduğunu bir zaman anlayamadım. Beş günde birinden bıkar, sevda saldırılarıma kabul kucağını açacak bir başkasını arardım. Kendi kendime derdim ki: Koklamak için bir çiçek yetseydi Tanrı gül varken sümbülü, menekşe dururken yasemini yaratmazdı. Hepsinin de ruhu okşayan kokusu başkadır. İnsanı kimi sarhoş eder kimi şevke getirir. Kimi güldürür kimi düşündürür. Hepsi de birer türlü esinlenme kaynağıdır.
Bir süre böyle düşünerek bütün gençlik coşkunluğumla bu teorinin arkasından koştum. Ah o zamanlar hayata hayal, hayale gerçek gözüyle bakardım. Kandırıcı sevdama düşen güzellerden kiminin gönül okşayan salına salına yürüyüşü, ötekinin mahmur bakışları, berikinin altın ışıltılı saçları, bir başkasının kışkırtıcı, tahrik edici, cilveli sözleri birer süre beni oyalardı.
Hep bu sevda çiçeklerini birer kere koklar geçerdim. Ne yazık ki sonra anladım. Sonra acı acı hissettim ki hep bu sanılarım boş, hep bu mutluluklar birer etkisi olmayan rüya imiş. Ben bir süre bir hayal âleminde yaşamışım. Meğer kendi yazdıklarıma, manzumelerime en çok aldanan zavallı yine benmişim.
Sefahat denizinin böyle enginlerinde durup dinlenmeden bocaladığımı gören annemle babam bir kayaya çarpmamdan, bir kazaya uğramamdan korkarak beni evlendirdiler.
Birincisiyle geçinemedim, bir ikincisi geldi. Onu da gönderdim. İlk iki karım güzellikte Tanrı’nın özene bezene yarattığı birer güzellik heykeli idiler. Fakat o güzel kafalarında zekâdan eser, insanlık bilgisi adına bir parça bir şey yoktu. Kendilerine bir mehtaplı gecede ruhumun nurlu bulutlar içinde uçuşunu tasvir eden bir şiirimi okuduğum zaman bunu âdeta bir bilmece sanarak gülüşe gülüşe, “Ah bildik, bildik… Karganın bilmecesini yapmışsınız. Çünkü kuşların içinde gece uçan kargadan başkasını bilmiyoruz.” derlerdi.
Şairce hayallerimin uzayı yaran gece uçuşlarını karga sanan bu kadınlarla benim için evliliği sürdürmek mümkün müdür? Güzelliğin tamamlayıcısı zekâdır. Bir güzel ağızdan aptalca sözler işitmek, bir düğünde gülüp söylemek, çalıp oynamak yerine matem etmek kadar ruhu sıkar. Ben karılarımın bu eksik yaratılışlarına bakıp ağlarken onlar bu gözyaşlarımı güzelliklerinin çekiciliğine vererek sevinirlerdi.
Zaten ilk iki karım, beni dalmış olduğum macera ve sevişme âleminden bir adım alıkoyamamıştılar. Dışarıdaki sefih hayatım hemen yine öncekinin aynı gibiydi. Bu coşkunluğum babamla annemi büyük endişelere düşürdü. Bir genç için sürüp gitmesi, maddi manevi tehlikeli bir düşüş demek olan bu hâlin ortadan kaldırılmasına kesin bir yol bulmak için gece gündüz düşünmeye başladılar. Edilen nasihatler, tehditler bir para etmiyordu. Nihayet beni üçüncü defa evlendirmeye karar verdiler. Fakat bu defa bulacakları kızın paha biçilmez güzelliğin yanı sıra biraz okuryazar, yabancı dil bilir ve hatta şair olması evlilik için esas şartlar olarak kararlaştırıldı. Ancak böyle bir kız beni oyalar, aldatır, sefahat eğilimlerinden, uçarılıktan kurtarır, çeker çevirir sandılar.
Aylarca aradılar. Nihayet bu istenen periyi buldular. Düğün dernek kıyametler koptu. Gerdek gecesinde üçüncü karımın beyaz bürümcükten duvağını kayıtsız bir elle açtım. Bu da güzeldi. Yüzünde etkili bir mahzunluk vardı. Fakat ne yalan söyleyeyim? İkinci karım bundan daha güzeldi. Kızın yüzüne baktıkça yavaş yavaş bir acıma hissettim.
Kendi kendime diyordum ki: Zavallı güzel kız. Gönlümdeki sevdanın ömrü kim bilir ne kadar kısa olacaktır? İsteklerim seninle de pek çabuk doymuş hâle gelecek, sonra kokusuna bıkılmış bir demet gibi bir tarafa atılacak, unutulacaksın. Fakat şimdi sen bana aldanmalısın ki şu dört günlük hazlarımız bir sonsuz mutluluk sanılacak kadar iç açıcı olsun. Senden önceki karılarıma da söylediğim kandırıcı sözlere işte başlıyorum. Bir şairin sevda döşeğine gireceğini anla da bu geçici mutluluk için sevin.
Gelinin karşısında gözlerimi süzüp tapınır gibi bir jestle dedim ki:
“Duvağınızı açtığım anda karşıma bütün gökleri, bütün denizleri, çiçekleri, baharları, bütün yüksekliğiyle uçsuz bucaksız, sonsuz bir şiir dünyası çıktı. Ömrümde ilk defa bir kadına karşı gerçek bir aşk hissettim. Yazdığım, yazacağım bütün şiirlerim, belirsiz fikirlerim, düşüne düşüne bulamadıklarım, akla, hatıra gelen şeylerin semalarında yetişemediklerim sanki güzel yüzünüzde yazılmış. Sevda denilen o büyük duygunun bir kadın şeklinde canlandığını işte görüyorum. Ey güzellik perisi, kımıldamayınız. Şu ipeklerin, tellerin, elmasların içinde sizi bir gerçek güzellik sembolü olarak doya doya seyredeyim.”
Tasalı gözlerini bana dikti. İsteğime uyarak bir süre kımıldamadı. Bir coşkun sevda ile kendimden geçmiş olarak yirmi dakika kadar bu şiir levhasını seyrettim. Sonra dedim ki:
“Bu kadar yetişir. Şimdi kımıldayınız. Söyleyiniz. Artık bu güzel putta ruhun varlığını hissedeyim, canlanış mucizesini göreyim. Bu şiir bahçesinin bülbüllerini dinleyeyim.”
Benim bu kandırıcı sözlerim üzerine gelinin güzel yüzünden yıldızlar dökülüyor yahut süslü başındaki pırlantalar tane tane yüzünden akıyor gibi gözlerinden yaşlar yuvarlanmaya başladı.
Evet ağlıyordu. Fakat niçin? Sözlerimden beni adi bir yalancı, kandırıcı mı saydı? Gerçeği anladı mı? Şaşırdım. Vicdansızlığıma biraz da pişman oldum. Ruhum bir manevi bağla ona bağlıymış gibi kendimi tutamadım. Ağlaya ağlaya o elmas damlacıklarının inişine bir süre hayretle baktım. Nihayet dedim ki:
“Fakat güzelim, böyle bir mutlu geceyi gözyaşlarıyla niçin ıslatıyorsunuz? Yoksa bu mutlulukta beraber değil miyiz?”
Cevap vermedi. Duvağının ucunu kaldırdı. Gözlerini sildi.
Üzüntü ile dedim ki:
“Niçin o kutsal örtüyü gözyaşlarıyla ıslatıyorsunuz? Muhabbetimin ateşi bu yaşları kurutmaya yetmez mi?”
Acı, alaylı bir gülümseme ile yüzüme baktı. Bu bakışıyla, “Hayır. Yetmez.” demek istediğini açıkça anladım. Bütün bütün şaşırıp kaldım. Bu şaşkınlığıma bir çeşit helecan, öfke titreyişine benzer bir şeyler de eklendi.
“Sözlerimle sizi sıkıyorsam susayım. Fakat sizi ağlatan sebebi iki kelime ile lütfen açıklayınız.” dedim.
Yay gibi ince kaşlarını yukarı kaldırdı. Havada dalgalanışı insanın en ince sinirlerine kadar işleyen titrek, nazik fakat gücenik bir sesle dedi ki:
“Beyefendi, hiç kukla lakırtı söyler mi?”
Hayretle:
“Nasıl kukla?”
“Nasıl olacak? İşte telli pullu karşınızda duruyor.”
“Haşa… Sizi kuklaya benzetmek için insan temiz hislerden yoksun bir hayvan olmalı. Böyle bir söz benim ağzımdan çıkmadı. Niçin iftira ediyorsunuz?”
“Bu benzetmeniz açıkça değil imalı bir biçimde oldu.”
“Rica ederim, nasıl?”
“İlk emriniz, kımıldama dur. İkinci, haydi kımılda, söyle hitaplarıyla olmadı mı? İşte bundan hissettim. Anladım ki…”
Sustu.
Ben sabırsızlıkla:
“Ey anladım ki… Sonra?”
“Anladım ki siz bu köşede benden önce telli pullu birkaç kukla daha oynatmışsınız.”
Şimdi buna cevap… Sözün burasında ben zınk dedim durdum. Ben onu şairliğime hayran edeyim derken kadın beni dilsiz etti. Eski karılarım üzerine olan bu üstü kapalı değiniş hem zarifçe hem de küçümser nitelikteydi. Bu sözde, “İlk karılarınızı kukla misali idare etmiş olduğunuzu biliyorum. Fakat benim öyle onlar gibi hareket ve davranışlarının iplerini elinize teslim edecek bir kadın olmadığımı siz de bu saatten itibaren biliniz.” anlamında dehşetli bir ima vardı.
Asıl kanıma dokunan şey bu cümleyi benimle eskiden beri konuşmaya alışmış gibi bir metanetle sıkılmadan, gözlerini kırpmadan söylemesi olmuştu.
O şimdi duvağı başında bir gelindi. Biraz utanacak, sıkılacaktı. Ben onun sıkılganlığından, utancından hazlanarak zevkle kendimden geçecek, emel bulutları içinde örtülü bir bakir sevda keşfine uğraşarak aşkı dile getiren en güzel sözlerle onu konuşmaya davet edecek, ağzından bir söz almak için saatlerle uğraşacaktım.
Bu dik, kaba sözler gerdek gecemin bütün o güzel hayallerini kalbimle beraber kırdı geçirdi. Ben o duvağın altından ne bekliyordum? Talihime ne çıktı?..
Cevap vermeden üzüntü ile ben de bir köşeye çekildim. Meydana gelen durumu düşünmek, yargılamak istiyor fakat ne düşüneceğimi bilemiyordum.
İçimi önce şiddetli bir öfke, sonra sebebini pek yorumlayamayacağım acıklı bir duygu sardı. İlk hamlede gelinin terbiyesizliğine hükmettim. Bilmem neden? Sonra bu hükmüm kuvvetini kaybetti. Kendi kendime, Evet evet… Ben hakareti, bu cezayı hak ettim. Zavallı kızcağız kendinden önce yine bu köşeye elmaslara gark olmuş iki gelinin gelip gittiğini biliyor. Üçüncü olarak o yeri alan biraz ileriyi gören bir kimse olursa üzüntüye kapılmakta, duygularına yenilmekte mazurdur, dedim.
İşte öyle karşıdan karşıya bir süre ben ümitsizliğin verdiği dehşete, o, hüzünlere kapılmış olarak birbirimize bakıştık durduk. Birbirimizin kalbinde gizli kalan şeyleri keşfe uğraşır gibi bu çekingen bakışlarımız sırasında gelini ilk soğuk davranışından ötürü pişman olmuş bir hâlde gördüm, öyle hissettim. Üzerimde oyalanan bakışlarından, hafif hafif hareketlerinden, göğüs geçirir gibi nefeslerinden, bütün o hüzünlü, tasalı hâlinden öyle ince manalar uçuyordu ki bu canlı şiir muammasının her nüktesi elmasların parıltılarını tanık yerine koyarak kendini haklı, beni haksız çıkarıyordu.
Bu pırıltılı yanıp yakılma levhasını gönlüm, gözlerim kamaşarak seyrettim. Bir sevda sarhoşluğuna düşer gibi oldum. Kalbimden Bu kadar hırçın olmasan galiba ben seni seveceğim! dedim. Meğer sevmişim. O dakikadan itibaren mutsuz bir sevdalı olmuş, ne korkunç bir uçurumun kenarında dolaştığımdan haberim yokmuş.
Fakat yine de bundan da üç dört günde arzumu alırım sanıyor, bir şiddetli muhabbetle gönlümün ona bağlı kalacağına kesinlikle ihtimal vermiyordum. Böyle bir şey aklımın ucundan geçmiyordu. Geçse bile ne olur? Karım değil mi? İnsanın karısına karşı aşırı sevgisi dünyada en çok arzu edilen bir mutluluk değil midir?
Her şeyde kendimi haklı görür, attığım her adımı gururumu düşünerek atarken, bütün hareketlerimi bu açıdan ayarlarken bilmem bu meselede ne oldu? O ince kalpli geline bütün geçmişteki günahlarımı affettirmek için hemen irademin dışında denilebilecek bir hâlde ayağa kalktım. Yanına gittim. Ayaklarının önünde yere diz çökerek yalvardım.
“Meleğim, gerçeği bilmeden haksız yere beni suçlamayınız. Rumuzla anlatmak istedikleriniz hakkında kader bana acımadı. Her zanlıyı söyletirler. Sonra ondan yana veya ona karşı hüküm verirler. Adalet kanunu böyledir. Fakat bu gece kölenizi öyle acıklı sözler söyleme ızdırabına düşürmemek için bu yargılamamı geleceğe bırakınız. Vicdanınızın önünde temize çıkacağımdan şüphem yoktur. Artık talihimin bana güler yüz gösterdiğine siz büyük bir delil değil misiniz? Hayır, delil değil, siz o gülen talihin ta kendisisiniz. Talih, uygunsuzluktan döndükten sonra sizin lütuf ve acıma bakımından cömertlikte ondan geri kalacağınıza ihtimal veremem. Ah o güzel gözleriniz!..” dedim.
Olağanüstü bir aşk saldırısıyla bir elimle belinden, ötekiyle ellerinden yakaladım. Müspet menfi elektrikle yüklü, tutuşmaya hazır iki cisim gibi vücutlarımızın bu temasından gözden göze şimşekler çakan kıvılcımlar ikimizi de sınırına son düşünülemez bir haz titremesi içinde bıraktı. Gelinin gözleri süzüldü. Bana da bayılmak, hayır bayılmak değil, aşırı zevkten canım çekiliyor gibi bir hâl geldi.
Bütün vücudundan, kabarıp inen göğsünden gül bahçelerinden, bahar çiçeklerinden çıkar gibi yayılan tatlı koku, bu güzel kokulu havaya karışan sıcak nefesi birkaç saniye teneffüs ettim.
Bedia, o nazik vücudundan umulmaz bir kuvvetle birden bir silkindi. Kollarımın arasından kurtuldu. Ve baygın bakışları birdenbire değişti. Öfkeli bir renge büründü. Hışımla bana bakarak, “Beni bırakınız beyefendi! Sizin sıkça sıkça oyuncak kırar yaramaz bir çocuk olduğunuzu biliyorum. Fakat dikkat ediniz. Bu defa elinize geçen oyuncak demirdendir. Onu kırayım derken muhakkak bir tarafınızı incitirsiniz. Sonra size yazık olur.” dedi.
Bu ikinci hakaretin etkisi, şehvet ateşiyle gevşemiş sinirlerim ve bütün kalbimin sıcaklığı üzerine buzlar yağar gibi beni o sonsuz zevkten derin bir ızdıraba düşürdü. Şimdiye kadar Havva kızlarından hiçbirine karşı böyle bir küçülmeyi göze almamış, yine hiçbir kadın ağzından bu yolda hakarete uğramamıştım.
Birdenbire bir mutluluk rüyasından uyanır gibi kendimi toplamaya uğraşarak birkaç adım açıldım. Manalı bakışlarla gelini tepeden tırnağa süzerek:
“Affedersiniz hanımefendi, kendinizi oyuncaklığına layık görmediğiniz karşınızdaki erkek size eğlence olmaya tenezzül etmeyecektir. Vücudunuz bir kocanın okşamalarına tahammül edemeyecek kadar nazikse bunu önceden düşünüp evlenmekten kaçınmalıydınız.”
Gelin aynı mağrur tavırla:
“Beyefendi, siz de bilirsiniz ki evlenme konusunda genellikle kızın fikri sorulmaz. Bunu velileri uygun görür, onlar da zorunlukla kabul ederler.”
“Demek ki bu gelin odasını şereflendirmeniz zorla oldu?”
İnce pembe dudaklarını kıvırarak:
“Gerçeği biraz geç anladınız ama her hâlde zekânızı tebrik ederim.”
Bu son hakarete karşı artık olanca onurum, bütün erkeklik gururum isyan etti. Bu terbiyesizi daha fazla konuşturmaya lüzum görmeyerek neye uğradığımı bilmez bir hâlde zile bastım.
İşlemeli başörtüsü, koyu neftî ipekli entarisi ve güleç bir yüzle içeri giren yenge kadına elimle gelini göstererek “Hanımın içine sıkıntı bastı. Biraz hava almak istiyor. Kendisini dışarı çıkarınız. Anneme de söyleyin, buraya gelsin.” dedim.
Bu söz, beynine birkaç okkalık taş fırlatılmış gibi yenge hanım üzerinde şiddetli bir etki gösterdi. Neşesi derhâl dehşete dönüşerek gözleri büyüdü. Önce ne diyeceğini bilemeyerek birkaç “Aaaaa a a a a!” savurduktan sonra biraz kendini toplayıp:
“Üstüme iyilik sağlık!.. O nasıl lakırtı öyle? Ötekileri birer ikişer yıl sonra savmıştınız. Bu zavallıyı ilk geceden mi kovuyorsunuz? Ben ne gelini dışarı çıkarırım ne de annenizi çağırırım. Beyefendi, aklını başına topla! Bir kere şu karşındaki kızın yüzüne bak… Kıyamadan bu hakareti zavallıya nasıl ediyorsun? Artık böylesini bir daha bulamazsın. O da ana baba evladı… Elin kızına yazık değil mi? Öyle şey olmaz. Oturun, barışın. Aman Allah’ım, bunun neresini beğenmedin?” dedi.
Elleriyle yüzünü kapadı. Böylesine şiddetli bir hakarete uğrayacağını galiba beklemeyen gelin hanımın yüzü kırgınlıktan gül pembesi bir renk aldı. Kendisini korumak için yenge kadının söylediği sözleri onuruna karşı aynı hakaret sayarak gelin yerinden azametle kalktı. Bir gurur sembolü olduğunu temsil ettirmeye uğraşır bir aktris gibi pırlantalı başını havaya kaldırarak yüksek bir tavır aldı.
Bu son hakaret sözlerinin titreşimleri hiç kulaklarımdan gitmez. Yengeye hitap ederek dedi ki:
“Yenge hanım, yenge hanım!.. Ağzından çıkan sözleri kulakların işitsin! Beyefendi beni değil, ben beyefendiyi beğenmedim. Dışarı çıkmak için ayaklarım senin yardımına muhtaç değildir. Beyin annesini çağırın da dertleşsinler.”
Yenge hanım, “A a a”ların en büyüklerini asıl işte burada kopardı.
Ben büyük bir hiddet, yenge kadın anlatılmaz bir hayret içinde iken gelin, tatlı akışlı bir ırmak hâline girmiş saman uğrusu gibi pırıl pırıl, ışık dalgalarını andırır bir salınışla akıp yürüdü. Hareketli adımlarıyla çiğneyip geçtiği o feci gelin odasının kapısı önünde durdu. Başını çevirdi. Muzaffer bir eda ile bana derin, manalı bir bakış fırlattı. Meğer bu bakışla, “Kalbine açtığım sevda yarasını şimdi sen bir iğne deliği kadar bile hissetmiyorsun. Bak onu ben nasıl büyüteceğim. Ne derecede kana bulaşmış bir hâle getireceğim. Onun şifa bulmasını sağlayamayacaksın. Bir iyileşme yolu bulamayacaksın.” demek istermiş. O derin bakışın bu korkunç manasını o zaman değil çok sonra anladım. Gerçekten gönlüme öyle bir kapanmaz, şifa bulmaz yara açtı ki onu her gün bir iğne ile kurcalaya kurcalaya kapanmasını engellemekteki ustalığına şaştım kaldım, işte o yara (kalbini göstererek) işliyor, hâlâ işliyor…
Macerasını anlatan Naki Bey’in bu noktada rengine bir kızıllık geldiğini görerek “İsterseniz bir limonata takdim edeyim.” dedim.
“Hayır birader hayır… Başımdan geçenlerin daha limonata içilecek yerlerine gelmedim. Göreceksiniz ki oralarda ‘Aman Allah yanıyorum!’ diye bağıracağım.” cevabını verdi. Sonra hikâyesine devamla:
Bana o manalı bakışı fırlattıktan sonra gelin öyle bir gösteriş ve büyüklükle oda kapısından çıktı ki yenge kadın bana, ben yenge kadına şaşkın şaşkın bakakaldık.
Beş on dakika sonra o şaşkınlıktan biraz kendimizi kurtarınca yenge kadın sordu:
“Beyefendi, şimdi ne yapacağız?”
“Bu kızı şu saatte bir arabaya koyup babasının evine göndermekten başka bir yapacağımız yoktur.”
“Hiç aceleyle öyle şey olur mu? Durun bakalım, kızın fikrini, derdini anlayalım.”
“Artık pek anlaşılmayan bir yönü kaldı mı? İşte hepsini açıkça söyledi. Benden hoşlanmamış.”
“Ama siz hoşlanılmayacak bir delikanlı mısınız?”
“Tabiat bu ya… Hoşlanmayabilir. Zorla güzellik olur mu? Belki bir başkasını seviyor. Belki o sevdiği benden çok daha güzeldir. Çünkü buna başka mana veremiyorum.”
“Sus beyim sus!.. Ah şimdiki kızlar!.. Gideyim annenizi çağırayım da işi bir konuşunuz. Fakat şey… Siz bu kızı sevdiniz mi?”
“Benden hoşlanmayan bir kızın nesini seveyim? Dünyada kadın kalmasa yine de böylesine tenezzül etmem. Öteki karılarım bundan güzeldi. Sen çok iyi bilirsin.”
“Bilirim, bilirim… İşte onların ahı çıkıyor zannederim.”
“Şimdi benim tandırname dinlemeye vaktim yok! Ahı mahı ne olacakmış? Bu gece defederiz, biter gider! Hadi sen annemi gönder.”
Çağırmaya lüzum kalmadan o sırada annem alı al, moru mor bir hâlde odadan içeriye girdi. Yorgun, bitkin ve bezgin bir hâlde bir kanepenin üzerine yığıldı. Bir süre o bize baktı, biz ona baktık. Nihayet bana hitapla dedi ki:
“Bu ne demek olacak oğlum böyle? Babanı odasında hafakanlar boğuyor. Kızı dışarıda o hâlde görünce ben de öldüm öldüm, dirildim!”
“Nasıl hâlde?”
“Nasıl olacak? İki gözünün yaşı yağmur gibi akıyor!”
Yenge ile çok şaşırmış bir hâlde birbirimize baktık. Hayretimi bir türlü yenemeyerek sordum ki:
“O kız ağlıyor mu dışarıda?”
“Git de marifetini gör! Daha ilk geceden bu hakaretler reva mıdır? Babana, bana acımadınsa bari gelinin duvağına hürmet edeydin. Bunu da öteki bıraktığın kızlar gibi mi sandın? Bu, şöyle böyle bir adamın kızı değil ki… Onlar bizden kibar… Kızlarını dışarı vermiyorlardı. Bin türlü rica minnetle aldık. Elinden uçanla kaçan kurtulmuyor. Türkçe, Fransızca okuma yazma… Nakış, dikiş, biçme, kesme… Piyano, keman, her türlüsü…”
“Birinci sınıf artist olduğunu zaten görünce anladım.”
“Halt etmişsin! Niçin olsun arsız? Lakırtı söylerken yarı beline kadar kızarıyor. Gayet irfanca lügatli sözler söylüyor. Bazı lakırtılarını ben bile anlamıyorum…”
“İşte hep bu hâlleri artistliğinden ileri geliyor.”
“Niçin inat ediyorsun Naki? Sana arsız değil diyorum.”
“Anneciğim, ben arsız demiyorum! Artist diyorum! Fransızlar hünerli olanlara böyle derler.”
“Fransızlar hünerli olanlara arpis mi derler? Başka takacak ad bulamamışlar mı? Aman ne derlerse desinler! Şimdi bana o lazım değil. Aranızda ne geçti? Sen onu anlat bakayım.”
“Uzun uzadıya söze lüzum yok. Şu anda o kızı bir arabaya koyup babasının evine göndermeli. Anlıyor musun anne? Şu anda…”
“Öyle ya… Benim o kadar aylık emeğim, bunca masraf havaya gitsin… Âlemin dedikodusunu da düşünmeyelim. Beyefendi hoşlanmadı diye ilk gecesinde kızı arabaya koyup babasının evine gönderiverelim, öyle mi? Naki, burasını iyi bil… Bundan sonra karı diye damlara çıksan büyük sözüme tövbe, senin için görücü gezmem. İşte bu evlenmen son evlenmendir. Artık el kızlarının başlarını ateşte yakamam. Allah’tan korkarım. Şimdi bir arabaya koyup gönderin sözleriyle bört bört böbürlenme öyle… O da senin başına kusmadı ya… Zaten kız yalvarsan durmuyor. ‘Bir araba getirin, babamın evine gideceğim. Bu gece beni burada alıkoyarsanız kendimi kuyuya atarım!’ diyor.”
“İşte iyi ya… Mademki o da öyle arzu ediyormuş, kendini kuyuya atmasına meydan vermemek için gönderin gitsin.”
“Naki, doğru söyle, kıza ne yaptın? Az buz hakaret görmekle duvağı başında bir gelin bu sözü söylemez.”
“Hiçbir şey yapmadım.”
“Hiçbir şey yapmadan bu rezalet çıkmaz. Hele hele doğru söyle.”
“Anneciğim, siz şimdi onu gönderin. İşi sonra size anlatırım. Eğer beni haksız bulursanız vereceğiniz cezaya razıyım.”
Annem hiddetle gözlerini açarak şimdiye kadar kendisinden hiç görmediğim bir şiddetle:
“Halt etmişsin hayırsız! Ben öyle ilk geceden babasının evine kız göndermem. Hep senin sözün değil, bu defa benim sözüm olacak. Bu işi nasıl berbat ettinse gel yine kendin öyle temizle… Kız bizim sözümüzü dinlemiyor. Gel, yalvar yakar, ne yaparsan yap, bu gece kendisini alıkoy. Yarın ben âlemin, özellikle kız anasının yüzüne nasıl bakacağım? İşte ayak diriyorum, mutlak bu iş böyle benim dediğim gibi olacak. İnadından dönmezsen şimdi buraya baban da gelecek. Ona ne cevap vereceksin? Zavallı adamın yüreğine mi indireceksin? Baban bu emri verdi. Beni sana gönderdi. Bize itaat etmezsen ananı babanı yok bil. Başka lam cim yok! Bu akşam mutlak bizim sözümüz olacak… Mutlak, mutlak… İnatçı kafan işitiyor mu?”
Ümitsizce, öfke ile yerimden fırlayarak:
“Bu emriniz bence yerine getirilemez! İhtimali yok… Sözünüzde ısrar ederseniz siz de beni yok biliniz… Kıza o kadar acıyorsanız bari ben kendimi kuyuya atayım da mesele kapansın! Başka sevdiği bulunan bir kızı ben karılığa kabul edemem. Böyle önemli bir meselede ana baba ısrarı para etmez…”
Bu son sözlerime karşı annemin ağzı açık kaldı. Şüpheli bir bakışla beni süzerek:
“Allah’tan kork hayâsız… Tek sözüm olsun diye elin bakir kızına iftira etmeye utanmıyor musun?”
“İftira etmiyorum. Yanınızda söyleyeyim. Hep işitiniz. Benden hoşlanmadığını açıkça söylüyor. İşte burada yenge hanım da işitti.”
“Bir kız Çingene çadırından gelse ilk gecede yine bu sözü söylemez. Yenge hanımı tanık tutma, inanmam… Şu odadaki kanepeler, sandalyeler, bütün eşya dile gelip tanıklık etse yine inanmam. Kızın mensup olduğu ailenin soyluğunu, namusunu, terbiyesini bilmiyor musun? Hiç onların kızından öyle şey umulur mu?”
“Efendim, Halep orada ise arşın burada… Şimdi babam, sen, bütün ailemiz fertleri kızın yanına gideriz. Hepinizin önünde ben kendisinden sorarım. Vereceği cevabı hep işitirsiniz. Ondan sonra vereceğiniz hükme razıyım. Bu ayıbıyla kızı kabul et derseniz ederim. Artık buna bir diyeceğiniz kaldı mı?”
Bu teklifim kabul edildi. Büyük salonda babam, annem, bütün akrabamızdan olan kimselerle bir divan kuruldu.
Ortaya biri davacı, öteki dava edilen için iki sandalye kondu. Tanınmış, kibar aile düğünlerinde gerdek gecesi kızın annesi ve akrabalarından olan kimselerin güvey evinde kalması âdet olmadığından o gece orada gelin hanım tarafından ihtiyar bir dadı kalfa ile bir çeyiz halayığı, bir de hanımın tuvaletçisi sıfatıyla bulunan bir matmazelden başka kimse yoktu.
Salonda bulunan bütün lambalarla beraber tavanın ortasındaki büyük avizeyi de yakmışlardı.
Gittim. Ortada hazırlanan sandalyelerden birine oturdum. Gelini getirtmek için haber gönderildi. Nazlanmadan geldi. Deminden bir Samanyolu gibi pırıltılar saçarak önümden akıp giden o gelin bu defa çok parlak, ışıklı bir ateş parçasına bürünmüş, bir güneş görüntüsü ile kapıdan göründü.
Duvağını sol tarafına atmış, elinde ipek dantel mendil, avizeden dökülen ışık yağmuruna karşı her hareketiyle bin pırıltı saçarak yürüdü. O göz kamaştıran salınarak edalı yürüyüşü hepimizi âdeta büyüledi. Olağanüstü güzelliğine ben değil oradaki bütün kadınlar bile hayran oldu.
Ağır ağır, salına salına geldi, yanımda oturacağı sandalyenin önünde biraz durdu. Ne kadar nazik bir tarzda olduğunu anlatmaktan âciz kaldığım saygılı bir temenna ile salonda hazır bulunanları selamladı. Yerine oturdu. Yemin ederim ki böyle bir selamı, Fransızların varlığı ile iftihar ettikleri yüksek sahne sanatçısı Sara Bernar bile veremezdi.
Bu mahkemenin başkanlığını üzerine alan babam bana hitap ederek:
“Oğlum. Hanım kızımız aleyhinde bazı iftiralara cüretle bu gece kendisini gelin odasından kovmuş olduğunuz, görünüşte ve annenizin ifadesiyle sabit oluyor. Sen nasıl oğlumsan, o da kızımdır. Gerçeğin ispat edilmesi için bu gece ikinizi de söyleteceğim. Önce sen macerayı hikâye et bakalım. Sonra da hanım kızımı dinlerim.”
Ben: “Efendim, sözlerimde zerre kadar iftira yok. Mesele de karışık değil, çok açıktır. Birkaç cümle ile gerçeği anlatabilirim. Yanımdaki nikâhlım, bu evlenmeyi kendi isteğiyle değil, babasının zorlamasıyla çaresiz kabul etmiş. Benden de hoşlanmamış. Birinci zorlamaya bir ikinci zorlama eklemedense kendilerini babalarının evine geri yollamak elbette hayırlı olur zanneder, babalık lütuf ve merhametinizden bunu rica ederim. Böyle yüz yüze iftira alçaklığını kabul edecek yaratılışta değilim. Kendilerinden sorunuz, cevap versinler.”
Bu sözlerim üzerine salonda “Allah esirgesin, bu nasıl şey?” gibilerden bir fısıltıdır başladı.
Gelin hıçkırıklarını engellemek için dantel mendilini gözlerine götürdü. Bu gözyaşları bir tür suçunu itiraf etmesi demekti.
Babam, gelinin gözyaşlarının dinmesini, sükûnet bulmasını bir süre bekledi. Nihayet “Bu iddiaya karşı cevabınız nedir?” sorusunu sordu.
Karım mendili yüzünden çekti. Zayıf bir sesle söze başladı. Fakat rica ederim, savunmasına cankulağıyla dikkat buyurunuz. Tıpatıp hatırımdadır. Bilmem ki bu sözleri hangi avukat mektebinde öğrenmiş? Savunmaya işte şöyle girişti:
“Yüksek huzurunuzda ağlamak küstahlığında bulunduğum için önce beni affetmek büyüklüğünü göstermenizi diler, eğer bu bir kabahatse onu şu gözyaşlarımın masumluğuna bağışlamanızı rica ederim.”
Şu başlangıç, babamın dikkatini çekip gözlerini fal taşı gibi açtı. Çünkü o ömründe bir kadın ağzından böyle kurallara uygun bir giriş yaparak düzgün bir konuşma işitmemişti. Hatta ben de…
Bedia sözlerine devamla:
“Yüksek sorunuza gereken cevabı verebilmek için biraz daha önceki duruma göz atmak zorunda bulunuyorum. Zannederim ki bu konuda benden müsaadenizi esirgemezsiniz.”
Salondaki kadınlar: “Ne diyor? Ne diyor? Anlayabiliyor musunuz?” sorularıyla birbirlerinden meseleyi anlama fısıltısına giriştiler.
Bedia: “Bir kızın en önemli hayat olaylarından olan şu gerdek gecemde kocam beyefendiyle yüz yüze böyle suçlu sandalyesine benzer bir yere oturtulmuş olmam, şu zayıf sesimle kulaklarınıza ulaştırmaya çalışacağım savunmamın büyük önemini ihtar ile beni titretiyor. Bunun için sözlerimin bu büyük öneme uygun bir anlayış görmesi gereğini belirtmeyi fazla buluyorum.
Oğlunuz beyefendinin suçlaması üzerine teliyle duvağıyla huzurunuza getirtmiş olduğunuz şu gelinin hâlinden yakınan sesi, bu gece üç kadın hukukunu savunma ile görevlidir. O kadınların ikisi biraz önce içinden kovulduğum gelin odasını gelinlik elbiseleri ve saf, temiz kızlıklarıyla süsleyerek sonunda boşanma felaketine uğrayan eski gelinlerinizdir. Üçüncüsü de bu felakete aday olan (ufak bir reverans yaparak) bu cariyeleri…
Efendi hazretleri, önceki bu iki gelininiz ne oldu? Bu çok tuhaf bir soru değil mi efendim? Oğlunuzun bir sözü ile evinizden kovulan, yakınlığınızdan uzaklaştırılan o talihsizlerin durumundan söz etmek artık gereksizdir. Onlar beyefendinin gözlerini oyalamak, arzularınızı yerine getirmek için yaratılmış birer çiçektiler. Zavallıların manzarasından bıkıldı. Kokusuna doyuldu. Artık beyefendinin gönlünde onların çiçeklenmesini, serpilip gelişmesini sağlayacak sevdadan eser kalmadı. Her yanlarını bir soğukluk bürüdü. Onların güneşleri demek olan beyin sıcaklığından yoksun kalarak karanlık ufuklarda, o felaketli yerde kim bilir ne acıklı saatler geçirdiler.
Gerçekte değil yalnız beyin gönlünde kurumuş oldukları için siz bu saksıları kapıdan dışarı silkiverdiniz. Gelin odasının süsleri içine benim için de sakladığınız son bu değil midir?”
Bedia her cümleyi jestleriyle kayıtlandırarak, sesine bazen hüzünlü, bazen sert, bazen uzun, bazen kısa bir söyleyiş ahengi vererek bu deklamasyon dersini öğrendiği mektebin mucibi öğretimine bizi hayrette bırakıyordu.
Sızlanış hücumları birbirini izleyen dalgalar gibi fikir ufuklarına doğru ulaştıkça yüzü ateş kesiliyor, gözlerinin yaşı kuruyor, fırlattığı alaylı bakışlarıyla artık üzüntü gözyaşlarını kendisini dinleyenlerin gözlerinde arıyordu.
Şu başlangıçtan savunma sonucunun alacağı dehşetli rengi sezerek karşılık vermek için bazı zayıf noktalar yakalamak zihnimden bunların gerekli dağarcıklarını hazırlamak fikrine düştüm. Fakat ne mümkün? O sözlerin en amansız büyüleneni ben oluyordum.
Babam bütün bütün şaşırdı. Bana: “Ne dersin? Neticeyi beklemeden bu kızı susturmalı mı? Çok ileri varıyor!” manasını anlatan bakışlar fırlatıyordu. Ama ben kesin yenilgimizi bilmekle beraber sonuna kadar dinlemek istiyordum. Benim için bu müziğin sözleri müthiş fakat nağmesi çok güzeldi.
Bedia: “Sizin için hatırlanması şimdi gereksiz görünen o iki gelin birer zulüm görmüş geçmiş; fakat benim için birer geleceğin aynasıdır. Bilinen neticeye kadar şu konak içinde acılarla geçireceğim hayatın bütün ayrıntılarını o aynalarda dehşetle seyredebilirim. Arabanın ön tekerleği nereye giderse art tekerleği de oraya gideceği atasözü bildiğiniz şeydir. Bu aynalarda artık siz bir şey görmek istemezsiniz. Onlar sizin için tozlara bürünmüş, unutulmuştur. Fakat müsaade buyurunuz, şu telli duvağımla bu tozları sileyim. O aynaları şimdiye kadar ilgisiz duran gözlerinize karşı tutayım. Hep birden seyredelim.
Birinci gelininiz, oğlunuz beyefendinin derdinden, ona karşı duyduğu sevgi ve özlemden verem olup ölmüştür. Belki bundan haberiniz yoktur. Kovulmuş bir gelinin ölümünü düşünmeye mecbur musunuz? Bu hâl can alıcılara ait bir meseledir.”
(Ben artık hikâyenin limonata içilecek zamanı geldi zannıyla elimi sürahiye uzatarak Naki Bey’in yüzüne baktım. “Arzu buyrulmaz mı efendim?” dedim. Muhatabım bana dalgın dalgın bakarak ve elini sallayarak daha oralara çok vakit olduğunu anlattı. Doğrusu ben dayanamadım. Bir bardak içtim.)
“Bu mutsuz kadının ne biçimde öldüğünü, acıklı ölümünü dilim döndüğü kadar anlatacağım.”
Savunmanın sınırı aşan bu noktasında babam şehadet parmağını ağzına götürerek bu gelin kılığındaki avukata susma işareti verdi.
Bedia acı bir gülümseme ile:
“Aman efendi hazretleri, pek yufka yürekli imişsiniz! Sözlerimin sonunu dinlemek istemiyor, buna da aşırı bir teessür rengi veriyorsunuz. Bu acımalı kalbinize inanayım mı? Bu üzüntünüz ve acımanız ciddi olaydı oğlunuzun terbiyesini düşünür, yine o yola kurban edilmek için bir üçüncü kız buldurup bencil kucağına atıvermezdiniz.”
Babam artık dayanamadı. Bağırarak:
“Gelin misin avukat mısın, nesin?! Sus artık! Gayen, maksadın nedir? Onu söyle… Oğlumun bıraktığı iki kadının biyografilerine varıncaya kadar araştırmış, her şeyi öğrenmişsin de bile bile ona neye vardın?”
Bedia ses tonunu yükselterek mağrurca:
“Affedersiniz efendi hazretleri, maksat karşılıklı konuşma ise azarlamaya hakkınız yoktur. Gerçeği anlatmak gücünde olan her konuşmacı avukat mı sayılır? Ben size adalet kanunlarının gizli inceliklerinden söz etmiyorum. Hukukun bu belirttiğim sade yönlerini herkes bilir. Bundan söz edenlere toptan avukat denmek gerekseydi dünyada her ferdin o unvana nisbeti icap ederdi. Bu iş benim hayatımın felaketine taalluk ediyor. Sizin için bir kızı kapı dışarı atıvermek yeter. Her sorumluluğu da onunla beraber üzerinizden atmış oluyorsunuz. Benim için durum öyle değildir. Sözlerimi sonuna kadar dinlemek zorundasınız.
Söz, gerçeği bile bile oğlunuza niçin varmış olduğum meselesine gelince, bunda da açıklanmasına ihtiyaç gösteren önemli bir iki nokta vardır.
Babam benim eğitim ve öğrenimime çok özen gösterdi. Fikirlerimin aydınlanmasına uğraştı. Fakat bundaki maksadı, özel fikri ne idi? Ne olacak? Falan efendinin kızı ne güzel okuyup yazıyor. Ne mükemmel söz söylüyor desinlerden başka bir maksadı yoktu. Bana düşünme gücü verecek şeyler öğretirdi. Fakat düşündüklerimi hayatta uygulamamak kararıyla…
Ben her şeyi bileyim. Ama yine onların baskısı altında kalıp yargıları dışına çıkmayayım, işte bu iddiamın en korkunç bir misali oğlunuzla evlenmem konusunda görüldü. Ben bu evliliğe razı değilim. İsteyip istemediğimi dikkate almadılar. Bunu gerekli bulmadılar. Beni zorla buraya gönderdiler. Onlar nasıl inatlarında direndilerse ben de öyle maksadımı elde etmeye, yani geldiğim gece buradan kendimi kovdurmaya yemin ettim.
Bu işte namusa, şerefe dokunur bir şey yoktur. Ben ne size gelinlik ne de oğlunuza karılık edebilirim. Beni bu gece evime gönderiniz. Yalnız baba isteğiyle yapılan düğün böyle olur. İşte bu olay babama da size de bir ders olsun…”
Babam öfkesinden morardı. Fakat öfkesini yenmeye uğraşarak sordu ki:
“İsteğiniz bundan ibaret mi?”
“Evet efendim.”
“Öyleyse şimdi sizi dadınızla, halayığınızla, matmazelinizle bir arabaya koyup babanızın konağına götürsünler. Yarın da eşyanızı göndeririz. Fakat bu davranışınızın size karşı ne kötü zanlara ve ne dedikodulara yol açacağını da düşününüz. Artık sizin için yeniden kocaya varmak bitmiş demektir.”
“Beğenmeyen oğluna almasın! Zaten ben bakir kalmak fikrindeyim.”
Babam: “Susunuz, yetişir!”
Bedia’yı o gece kendi konaklarından öteki üç kadınla birlikte bir arabaya koyup babasının konağına galdır gıldır gönderdiler.
Ailemiz fertlerinin hepsine olağanüstü bir şaşkınlık geldi. Henüz hepimizin kulaklarında yankısı kaybolmayan o sözlerin bir kızın ağzından nasıl çıkabildiğine bir türlü inanamıyorduk.
O gece gelin odasında tek başıma kaldım. Yaldızlı sütunlar arasında kuşu uçmuş yuva gibi boş duran çiçeklerle süslü gelin kanepesine baktım. Bu gördüğüm acayip rüya ne idi? Bir kızdan böylesine atılganlık umulur mu? Bedia’yı bu biçimde harekete zorlayan gerçek sebep acaba nedir? Gerçekten ilk karılarımın hatıralarından ürkerek mi bu kurtuluş yolunu göze aldı?
Başımı ellerimin arasına aldım, uzun bir düşünceye daldım. Kızın her sözünün kulağımdaki yankısını arayarak, her hâlini, bütün jestlerini hayalimde, gözlerimin önünde yeniden canlandırmaya uğraşarak beni istediğim gerçeğe ulaştıracak bir ipucu arıyordum.
Ara sıra süzük bakışları ne kadar manalıydı. Fakat bu konuşur gibi canlı bakışlardan ben niçin bir mana çıkaramıyorum? Gelin odasından çıkarken fırlattığı bakışları âdeta hem kaçıyor hem davul çalıyor gibiydi.
Yok, yok… Onlar sadece öfkeli bakışlardı. Onlarda bana karşı bir zerre okşayış yoktu. Fakat ben niçin bu bakışların ta canevime kadar işlediğini hâlâ hisseder gibi oluyorum? Kızın hep bu hareketleri ciddi miydi? Yoksa bazılarında yapmacık eseri mi vardı? O gözler parladığı zaman binbir renkli yanardöner kumaşlara benziyordu. Onların her pırıltılı renginden bir mana çıkarabilmek mümkün müdür?
Babamın huzurunda artık temyizi gereksiz bir savunmada bulundu. “Buraya gelmeden böyle yemin ettim, işte yeminime uyarak hareket ediyorum.” dedi. Hem öyle bir söyleyişle maksadını anlattı ki bir daha buraya gelin niteliğiyle geri gelmesine ihtimal bırakmadı. Demek öncesinden düzenlenmiş bir planı varmış? Onu uyguladı. Kimse ile evlenmemek fikrinde olduğunu da anlattı. Kendini yalnızlığa mahkûm edecek bir kız mı o? Bunda bir sır var. Anneme söylediğim bir sözü hatırlayarak birdenbire dimağımı bir gerçek ışığı aydınlattı. Acınıp sızlanarak elimi dizime vurdum. Eyvah, bu gece ne çocukça daha doğrusu ne delice bir davranışta bulunmuşum, dedim. Bunda anlaşılmayacak ne var? Bu kız kesin başka bir delikanlıyı seviyor. Ailesi her ne sebeple ise kızlarını bu delikanlıya vermeyi uygun görmemişler, işi örtbas etmek için o aralık tarafımızdan gelen isteği cana minnet bilerek zorla kızı bize göndermişler.
Kız çok hırçın, şımarık bir şey… O da her türlü rezalete meydan okuyarak velilerinden bu suretle intikam aldı. Anası babası gerçekten intikama hak kazanmışlarsa da bu işte benim ne kabahatim var? Talihe bakınız. Ah ben bu gece çok yanlış hareket etmişim. Kız bana ne kadar hakaret ederse etsin ben bunların hiçbirine hiddet göstermemeliydim. İş konağın içinde böyle açığa vurulmamalıydı. Babamla annemin durumdan haberleri olmamalıydı. O zaman ben ona, benim gibi bir kocaya karşı daha ilk gecede böyle planlı bir komedya oynamayı gösterirdim!
Ama iş bütün bütün çıkmaza girmedi ki… Daha kızı boşamadım. Şu anda nikâhımın altında bulunuyor. Sonuna kadar boşamam vesselam… Ben o telin duvağın haracını ondan almazsam insanlıktan istifa ederim. Dur bakalım Bedia Hanımefendi, ben de bir komedya planı düzenleyeyim de eğer oyunun ikinci perdesi oynadığınız birinci perdeden daha parlak olmazsa sen de beni kocalığa layık görme…
Şimdi bir plan… Mükemmel bir plan… Bilmem ki tiyatro yazarları planlarını nasıl düzenlerler? Hazırlanmış bir plana göre olayları yaratmak kolay… Olay kahramanlarını istediğin yaratılışta icat edebilir, bütün olayları gönül isteğiyle durdurup kalemin ucuna takar, sürükler götürürsün. Fakat gerçek dünyasında iş bu kadar sade mi? Olaylar sana değil, sen olayların gereğine tabisin.
Hanımefendi bize oyununu oynadı gitti. Şimdi efendim nerede, ben nerede? Aramızda bu kadar mesafe var. Komedya mukabelesi öyle pek kolay olmayacak. Ne ise… Olayların akışına bakıp ilk fırsatlardan yararlanmaktan başka çare yok.
Planımın esası şunlar olmalı:
Önce Bedia’yı boşamamak. İkincisi karım hanımefendinin sevdasını çektiği delikanlıyı bulmak… İşte burada mesele olağanüstü bir önem kazanıyor. O herifi bulmayı başarırsam karımla olan sevişme maceralarını uzaktan serinkanlılıkla seyretmeye nasıl katlanabileceğim? Naki Bey’in karısı falan beyi seviyormuş. Ailesinin adını bir rezalet sermayesi gibi sevda pazarına çıkarmış, ayaklar altına alıyor da herif karıyı niçin boşamıyor? Galiba şiddetle kadında gönlü varmış, gibilerden aleyhimde hep bu dedikodular olacak. İş önce ailemizin namusuna, sonra da babamın kulağına intikal edecek. Bizim plan sarpa saracak…

2
O gece, sonu bulunmaz bir düşünce denizi içinde döne dolaşa yorgun düştüm. Sabaha karşı yatak odama çekildim. Sevişme sahnelerinden uzak o süslü döşek, tülü atlaslı, bürümcüklü, salkım salkım ipek kordonlu, püsküllü cibinliğiyle birtakım gerdek gibi karşıma çıktı. Gözlerimi yumdum. İçine atladım. Uyuyor muyum, uyanık mıyım? Gözlerimin önünde dolaşan şeyler hayalet midir, gerçek midir, fark edemiyorum ki…
Gözlerimi kapasam da kapamasam da Bedia gelinlik elbisesiyle pırıl pırıl karşıma geliyor… Yalnız gelse iyi… Ama koltuğunda bir de delikanlı var…
Bütün dikkatim işte onun üzerinde… Rakibim olacak bu herifi görür gibi oluyorum. Fakat fal açan Çingenelerin bilinmeyen âlemlerden haber verişleri gibi esmer mi desem? Sarışın mı desem? Endamca, yüzce nasıl? Buralarını pek seçemiyorum. Bu belirsiz görüntüler içinde bir süre yorulduktan sonra rakibim hayalimde, tıpkı aynalı bakıcının aynanın derinliklerinde gördüğü kişiler ve kayıp eşyalar gibi, belirli bir biçime girer gibi oldu.
Kısa boylu, tombalakça, az sarı bıyıklı, açık mavi gözlü, şık kıyafetli, civelek bozması bir şey… Bu gece benim yerime Bedia’ya, dünyada neler olmaz, güvey giren herifi bu biçimde tasavvur ettim.
Gerdek yuvasından uçan kumru, bu tapındığı sevgilisiyle buluşmak için beni acıklı gelin odasında avare bıraktı, diyordum.
Ne kadar kovmaya, uzaklaştırmaya uğraşsam bu iki sıkıcı, rahatsız edici hayalin gözlerimin önünde belirmesinden kendimi kurtaramıyordum. Hayalimin huzurunu yalnız vücutlarıyla değil davranışlarıyla, hareketleriyle de bozuyorlar. Tek durmuyorlar ki… Hayalimizdeki rakibim olan herif alaylı bir gülümseme ile Bedia’nın kolundan “Anlat bakalım, gerdek maceran nasıl oldu?” diye çekiyor. Bedia, babamın huzurunda gözyaşlarını sildiği dantel mendili bu defa kahkahalarını engellemek için ağzına götürerek “Oradaki savunmamı işiteydin beni alkışlamaktan avuçların şişerdi.” cevabını veriyor, sonra bu güzel başarılarını kutlamak için birbirlerini kucaklıyorlar…
Bu çekilir görüntü müdür? Kışşşş!.. Ya şeytan kışşş!.. Şeytan dışarıda değil ki beynimin içinde… Kıştan mıştan anlamıyor.
İşte bu iki hayal, bir de ben, bazen rüyada, bazen de gözler açık boğuşa boğuşa sabahı ettik.
Bu rüyaları iyiye yoracak bir rüya tabircisi bilmiyorum ki ona başvurayım… Gece hayalimde karşıma geçip varlığını belirten kötü rakibimi acaba gündüz nerede bulabileceğim? Çingenelere mi fal açtırayım? Remilci hocalara mı başvurayım? Yoksa Eyüp’deki niyet kuyusuna mı gideyim? Aynalı bakıcı sağ mı? O pek iyi idi. Sen ne kaybedersen et, korkma. O aynada derhâl bulur, kaybolan eşya hangi hırsızların eline geçmiş, nerelere sokulmuşsa sana noktası noktasına haber verir. Fakat sen git, artık oralarda mal ara… En ufak bir şey bulabilirsen aşk olsun…
Sonra yeniden git, başvur… Dediğiniz yerlerde bir şey bulamadım, de… Buna alacağın birinci cevap fal ücretinin ikinci defa istenip ödenmesidir. Çünkü para ödenmedikçe fal açılmaz. Beyoğlu mağazaları gibi fiyat kesin… Hile yok. Sermaye nedir, kâr, zarar neden ibarettir, onu bakıcı da bilmez…
“Lâ Y’alem ül gayb-ı illâllah” ücret toka edildi mi aynayı eline alır, hoh diye bir kere hohlar. Aynanın parlak yüzü bulanır. “Adın nedir?” sorusunu sorar.
Karşısındaki biraz ahmakça ise (Bu da fazla söz. Çünkü akıllıların oralarda ne işi var?) kaybedilmiş eşyayı da sorar. Kaybın çeşidini anlar. Sonra ustalıkla yine sana bilinmeyen âlemden öğrenmiş gibi satar. Mesela Naki adını verdin değil mi? “Naki’nin perisi gel. Dağda isen gel, bayırda isen gel. Derede isen gel, denizde isen gel.” kelimeleriyle perini çağırır. Kahvesiz, şerbetsiz kuru bir çağrı… Bunun bir de ziyafetlisi vardır ki o çağrılan, aslı olmayan şeyi doyurmak herkesin harcı değildir. Siz dağ bayır dolaşmadığınız hâlde perinizin ne kadar gezme meraklısı olduğuna şaşarsınız.
Nihayet aynada panorama başlar. Galiba periniz lütfen aynayı şereflendirir. Ama onu aynada yalnız bakıcı görür. Siz göremezsiniz. Bu bakıcılarda her şey zihinde yaratılmış, belirsizdir. Mangır dedin mi? Yalnız o belirli, madenden ve yuvarlak olmalı, ele avuca dokunmalı…
Anneme işi açsam Bedia’nın âşığını araştırma yolunda bütün bakıcılara çok para kazandırırım ama ayna içinde, kuyu dibinde bulacağımız âşık benim rüyada gördüğümden pek farklı olmaz. Onu ben şimdi sizi gördüğüm gibi görmeli, çalyaka etmeliyim.
O gün öğleye yakın babamın odasına çağırıldım. Zavallıyı pek üzüntülü, annemi de üzüntüden hasta buldum. Bu üzüntülerini bana da geçirmemek için ikisi de zoraki bir neşe göstermeye uğraşıyorlardı. Babam beni görünce zoraki bir gülümseme ile:
“Gel bakalım küçük bey… Neydi o akşamki bora? Hepimize geçmiş olsun. Dün gece bundan başka acayip bir rüya görmedin ya?”
Plan hükümlerine uymak benim için işte buradan başlıyordu. Akşamki gördüğüm kulunç muskası gibi erkekli dişili hayalleri, rüyaları anlatsam uymaz. Kız hakkında peyda olan şüphelerimi açsam bu hiç hesabıma gelmez. O saatte kızı boşamam için beni zorlamaya kalkarlar. Ben onu öyle kolayca bırakır mıyım? İşi idare etmek için zihnimde hazırlanmış hiçbir akıllıca cevap da yok… İşin enini boyunu hesaba henüz vakit olmadı. Planımı yürütebilmek için olabildiği kadar annemle babamı Bedia’dan yana çekmek gerek.
İşte bu vadiye bir giriş yolu bulmak için babamın sorusuna cevap olarak dedim ki:
“Hayır efendim, dün gece hiçbir acayip rüya görmedim. Rahat bir kalple uyudum. Hatta sizin, dün geceki bora, nitelemesiyle andığınız olayda bora denilecek bir fevkaladelik görmedim.”
Babamın hayretler içinde:
“O kahpenin hepimiz hakkındaki sözleri, kullandığı o dil kayıtsız bir kulakla dinlenecek herzelerden miydi?”
“Kabahat onda değil… Asıl tedbirsizlik kulunuzda oldu.”
“Nasıl?”
“Duvağını açtığım zaman yüzüne baktım. Kendisine işittirecek bir sesle, ‘Pek güzel değil ama neyse!’ dedim. Bunu duydu. İfrit kesildi. Boşadığım kadınlar hakkında sitemlere girişti. ‘Onlara yaptığınızı bana da mı yapmak fikrindesiniz?’ dedi. Ben de ‘İhtimal…’ cevabını verdim. O söyledi, ben söyledim. Nihayet canım sıkıldı. Oda kapısından dışarı kovuverdim. Nazlı, kıymetli büyütülmüş. Bu hakarete tahammül edemedi. İş o gördüğümüz sonuca kadar vardı. Artık kendini tutmaya gücü yetmedi. Ettiğim muameleye göre bir dereceye kadar mazurdur zannederim.”
“Senin soyluluk ve terbiyenden beklenen şey ilk geceden geline bu yolda muamele etmek miydi? Öyleyse kız eski karıların hakkındaki yargılarında öyle pek de haksız değilmiş. Ailemizin haysiyetini kıran böyle bir harekete cüretten sıkılmadın mı?”
“Vallahi efendim, bu hareketlerim hemen elimde olmadan denecek bir surette meydana geldi. Neye uğradığımı anlayamadım. Bana büyü mü yapıyorlar? Ne yapıyorlar bilmem ki…”
“Sus! Sana kim büyü yapacak? Haydi buna eski karıların yaptı diyelim. Ya onlara kim yapmıştı? Onları niçin bıraktın?”
Annem elini alnına götürüp düşünerek dedi ki:
“Doğru, doğruuuu… Bu işte büyü var. Dün geceki gelinin dediği gibi eski karılarından birincisi ölmüş. Fakat ikincisi daha ölmemiş. Yeniden sana varmak için hoca hoca dolaşıyormuş. Ben de diyordum. Bunlar akla sığacak işler değil… Tevekkeli değil, efendi, efendi, yarın oğlanı okutalım. Odasının kapısına da bir tavşan başı astırayım. Yedi dükkân süprüntüsü, güneş doğmadan alınmış güvercin tersi, çörekotu, üzerlik, kilise buhurdanından artmış günlük, daha bilmem neler… Bu tertibi, bizim kalfaların hocası Molla Hanım bilir. Ona hazırlatayım da Naki’nin çamaşırlarını tütsüleyeyim…”
Babam hiddetle:
“Beş yüz dükkân süprüntüsü tonlayıp da yaksan, bütün çöp arabalarını buhurdan hâline koysan yine bu oğlan akıllanmaz! Anladın mı sade fikirli hanımcığım? Akıllanmaz! Ama kabahat onda değil bizde… Kızın dün geceki sözleri beni şimdi etkiliyor. Çünkü hepsini doğru, hepsini haklı buluyorum. Hiçbir kabahat bulmadan karıdan bıkıp boşuyor. Biz de düşünüp taşınmadan, gerekli incelemeleri yapmadan hemen bir ikincisini getiriyoruz. Kimine alık diyor kimine okuması yazması olmadığı kusurunu buluyor. Akıllısı, yazarı da işte sana böyle yapar.
Kızın söylediği sözlere hepimiz layığız. O suçlamalardan hiçbiri yabana atılacak lakırtı değil. Yine çok şanslı imiş o kız ki ilk gecede hepimizi hayrette bırakacak bir atılganlıkla bu konaktan çıktı gitti. Kurtuldu… Anasına babasına, ‘Kabahat bizim beyefendi oğlumuzdadır. Kızınızın hiçbir hatası yoktur. Haksız yere sakın onu azarlamayınız.’ diye haber göndereyim. Bu haberle beraber buradaki eşyasıyla nikâhını da yollayacağım. O kız da kurtulsun, biz de kurtulalım… Beyefendi canı nerede isterse orada evlensin. Ağzı süt kokan bir kızdan dün gece gördüğüm yerinde hakaret artık bana bir ibret dersi oldu. Bir daha bu eve gelin adıyla bir kız getirmeye tövbeler olsun!..”
Babamın ilk sükûnet ve yapma neşesinin hiddete dönüşmesine ben üzülmek şöyle dursun, tersine memnun oluyordum. Çünkü kendimi haksız göstererek Bedia üzerindeki öfkesini biraz hafifletmiş oluyordum. Bu başarı başlangıcı ise planımın sonunu oldukça kolay bir biçimde uygulayabileceğimi gösteriyordu. Mahzun bir hâl takınarak babama dedim ki:
“Zavallı kıza dün gece reva gördüğüm muameleye pişmanlık getirdim. Bu hakarete karşı tarziye vermek, af dilemek arzusundayım. Rica ederim, eşyasıyla nikâh bedelini göndermeyiniz. Çünkü boşamak niyetinde değilim…”
Babam: “İster boşa ister boşama! O kız bir daha eve gelip de bizim yüzümüze bakamaz.”
“Ya siz deminden sözlerini haklı bulmuyor muydunuz?”
“Evet, aleyhimizdeki sözlerinde, suçlamalarında tamamıyla haklı idi. Fakat bazı acayip sözler de söyledi. Ben buraya gelmezden önce bu planı düzenledim, bunda da muvaffak oldum. İşte gidiyorum. Ben ne size gelinlik ne de oğlunuza karılık edebilirim, dedi. Havsalam böyle derin manalı sözleri hazmedemez. Bunun içindir ki artık o kız buraya gelemez. Zaten biz çağırsak da yine geri gelmeyeceği anlaşılıyor. Çünkü planı gereği dönemez. Dönüşüne düzenlediği plan engeldir! Aslında ben de öyle planlı gelin istemem…”
“Hayır efendim hayır… Ben sizi temin ederim ki onun ne planı var ne bir şeyi… Odadan kovulduğunu büyüklüğüne, onuruna yediremedi. Haysiyetini korumak için o yalanı uydurdu.”
“Haysiyetini korumak için yalan uyduran gelin de işimize gelmez.”
Babamın ayaklarına kapandım. Yine ricamı reddetti. Babamın bu inadından annemin kırıldığını gözlerinden anlıyordum. Bendeki arzuyu görünce yeniden konağa getirilmesine o çoktan razı olmuştu.
Babanım da annemin de hâllerini bilirim. Bazı delice arzularımı ara sıra engellemek isterler. Fakat çekişmemiz uzun sürmez. Çoğunlukla ben üstün gelirim. Ah bir parça benzim kaçsa… Azıcık ağlayabilsem… O zaman kazanacağım kesindir.
Kendimi biraz sıktım. Gözümden yaş gelmedi. Yeni ölen büyükannemin gömüldüğü günü olanca ayrıntılarıyla gözlerimin önüne getirdim. Hayır ağlayamadım. Dünyada insanı acılandırıp ağlatacak bunca feci olay var. Onlardan birini arıyor, bulamıyordum.
Mesela üç yetimle aç kalan bir anne, lokomotif altında ezilmiş bir kör… Beş katlı bir yapının üstünden düşüp ölen bir dülger cesedinin artık kimsesiz, ekmeksiz kalan kederli ailesinin yanına getirildiğinde kopan çığlıklar, bunların hiçbiri gözlerimi sulandırmıyordu.
Acıklı romanların en ünlülerini, en etkili tiyatro dramlarını birer birer gözlerimin önünden geçirdim. Hayır… Hayır… Hayır… Ağlayamıyordum.
Ağlayabilmek için böyle acıklı olayları, dokunaklı hâlleri hatırlamaya uğraştıkça bana ağlama değil tersine gülme geliyor, içimde kahkahalar kaynıyordu.
Nihayet Bedia ile hayal rakibimin dün gece bana karşı el ele sevişerek oynadıkları pandomimayı hatırladım. O zaman kalbimden fıkır fıkır bir öfke buharı kabarmaya başladı. Baştan başa ateş kesildim. Ama yine gözlerimde yaştan eser yoktu. Artık kimin umurunda? “Oh ho ho!” diye sahte bir yaygara kopardım. Hilemi maskelemek için mendili yüzüme yapıştırarak odadan dışarı fırladım.
Ah birader ah!.. Sonra uğradığım korkunç akıbette önceden böyle bin çağrı ile akıtamadığım gözyaşlarını hiçbir şey, hiçbir teselli dindiremez oldu. Ümitsiz gözyaşlarımı annemle babama göstermemek ister de muvaffak olamazdım.
Böyle yapma “Oh hoh ho!”larla odadan fırlayışım istenen etkiyi gösterdi. Babam şaşırdı. Annem galiba baygınlıklar geçirdi. Seyyare adında bir küçük halayığımız vardır. Onu hemen sofada yakalayıp babamın kapısına gönderdim, içeride geçen konuşmaları dinleyerek bana olduğu gibi hepsini bildirmesini emrettim.
Beş on dakika sonra Seyyare odama geldi. İşittiklerini şöyle anlattı:
“Hanımefendi bayılıyor gibiydi. Ah, of diye kalktı. Bir iki yudum su içti. Önce mırıl mırıl bir şeyler konuştular. Anlayamadım. Sonra efendi, ‘Ne hâliniz varsa görün! Artık ben karışmam!’ diye bağırdı. Hanımefendi de ‘Oğlanın âdeta kızda gönlü var. Bir şeye merak sararsa ne kadar düşkünlük gösterir bilirsiniz. Ama sonra çabuk bıkar. Elin bir kahpe kızı için bir evlattan olacak değilim ya… İçlidir… Kurdukça fena olur. Kızı getirelim, ondan da arzusunu alsın… Fakat işin içinde bir sır var, anlayamıyorum ki… Bu nedir başımıza gelenler?’ dedi. Babanız, ‘İşin içinde sır mır yok… Hepsi çapkınlık!’ sözleriyle haykırdı. İşte bu kadar. Başka bir şey işitemedim…”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-rahmi-gurpinar/ask-batagi-bir-muadele-i-sevda-69429079/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Hüsn-ü hat
Aşk Batağı (Bir Muadele-i Sevda) Hüseyin Rahmi Gürpınar
Aşk Batağı (Bir Muadele-i Sevda)

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "Tiyatrolarda sahneye konan oyunlar, böyle evlerde, aileler arasında geçen gerçek maceralardan alınmış değil midir? O hâlde ötekiler taklit, berikiler asildir. Hikâyecilerle tiyatro yazarlarının hemen daima yazı ortamlarını teşkile hizmet edenler üç kişidir: Karı, koca, bir de âşık… Bizim oyunumuzda bu üç kişi tamam değil mi? İşte ben, karı; Naki en gülünç bir komedyaya aptallık sermayesi olacak yaratılışta bir koca. Sen de âşık… Sonra bu âşık, koca olacak, öteki zavallı sevda acıları içinde kalacak. Sonuç kocam için biraz feci olacak ama bununla komedyamızın esas neşesi bozulmaz. Çünkü bazı gülünecek şeylerin aslı incelense ağlayacak şeylere rastlanır. Genellikle güldüğümüz şeyler kendi budalalıklarımızdır. Büyük yazarların maskaraya alma sermayeleri insanların bönlüğü değil midir? Hemcinsinin güldürücü hâllerine gülmekte gizli gözyaşları vardır. Fakat ben artık felsefede bu kadar derinleşmeyi sevmem. Doğrusu Naki için ağlayamam. Gerçeği anlayınca o kendi hâline yine kendi ağlasın. Gözlerimize yazık değil mi? Bizim hesabımıza akması gereken gözyaşlarını o döksün…" Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

  • Добавить отзыв