Viyana Dönüşü
M. Turhan Tan
II. Viyana Kuşatması günleri belki de Osmanlı tarihinin en acıklı sayfalarındandır. Özellikle de bu günlerin sonrasında yaşananlar Osmanlı’ya pahalıya mal olmuştur. Artık Osmanlı ilerleyişi durmuştur; Osmanlı geri çekilmektedir. Viyana’dan dönülürken aslında bir imparatorluk yavaş yavaş çökmektedir… “Viyana Dönüşü” ağırlıklı olarak II. Viyana Kuşatması’nı, yapılan hazırlıkları, sefer yolculuğunu, ordu içinde yapılan hataları, başarısız seferin sonunda sorumluların cezalandırılmasını, kalelerin birbirinin ardı sıra elden çıkmasını ve bu sırada yapılan diğer savaşları anlatmaktadır. Bu eseri okumak aynı zamanda Türk ilerleyişinin geri çekilmeye dönüştüğü ilk zamanların panoramasını anlamak açısından da önemlidir. Türk okuyucusu tarafından pek bilinmeyen M. Turhan Tan, tarihî roman geleneğimizin en önemli isimlerinden biridir. Birçok önemli memuriyetlerde bulunduktan sonra Sivas mebusluğu da yapmış ve 1922 yılından itibaren kendini tamamıyla yazı hayatına adamıştır. En önemli eserlerini ise tarihî romancılık alanında vermiştir. Bazı eserleri Almanca, İngilizce ve Yunanca gibi dillere çevrilen, tarihî gerçeklikleri berrak ve sürükleyici bir üslupla aktaran Tan, Türk tarihinin zengin mirasını eserlerine ustalıkla taşımış ve okuyucusuna tarihî romanları keyifle okutan bir yazar olarak Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Turhan Tan’ın ölümünden sonra unutulan ve Türk yazın hayatından çekilen eserleri, Türk okuyucusunun özellikle son zamanlarda ilgisini çeken ve neredeyse güncelleşen konulara değinip ele aldığı dönemlere ışık tutmakta, günümüzdeki kimi tartışmalara cevaplar getirmektedir.
M. Turhan Tan
Viyana Dönüşü
M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…
“Viyana Dönüşü”, Viyana’da yüksek tahsilini bitirip dönen Bay Nadir Nadi’nin teveccühkâr telkini ve teşviki ile yazıldı. Bundan dolayı eserimi kendisine ithaf ediyorum.
M. Turhan Tan
1
BİR GÜLLENİN TARİHİ
Serçeşme Deli Murat, yanık yanık yalvardı:
“Di gel, naz etme, anlat. Nice attıydın o gülleyi?”
Kara Mehmet, yataklı bıyıklarını uzun uzun sıvazladı, dalgın dalgın mırıldandı:
“On beş yıllık hikâyeyi söyletip nideceksin? O bir işti oldu, bugün unutuldu!”
Beriki ayak diredi, ant verdi, yemin verdi ve sonunda arkadaşını yumuşattı, yola getirdi. Belki bu kadar ısrara lüzum yoktu. Kara Mehmet, o hatıranın küllenmeyen ateşiyle zaten tutuşmuş gibiydi. Dudakları susarken gözleri konuşuyordu. Fakat ruhunu ansızın şahlandıran bu tahatturun[1 - Tahattur: Hatırlama. (e.n.)] zevkini gene içinde tutmak istediğinden dilsiz bir belagate bürünüp kalmayı tercih ediyordu, candan sevdiği Serçeşme’nin zorlaması üzerine bu dilsizliği bıraktı, gözlerinde tutuşan ateşi dudaklarına da geçirdi, anlatmaya başladı:
“Tam on beş yıl oldu Murat, on beş yıl! Ben Akdeniz Boğazı’nda topçuydum, Kumburnu’nda bulunuyordum. Ne gecemiz geceydi ne gündüzümüz gündüz. Metristen[2 - Metris: Tahkimatlı siper. (e.n.)] bir yere ayrılamıyorduk, top kundağını yastık yapıp uyku kestiriyorduk. Limni’yi, Bozcaada’yı alan Venedik donanması Kepez önünde dolaşıyordu. Bizi bir gafil avlasa boğazı aşacaktı, İstanbul’a ulaşacaktı. İşte biz bu kara günü görmeyelim diye uykusuz kalıyorduk, gözümüzü denizden ayırmıyorduk.
Koca bir ramazan böyle geçti, bayram gelip çattı. İstanbul’da herkes şenlik yaparken biz gene metriste şekersiz kuru peksimet çiğneyip düşman gözlüyorduk. O sırada bir gün karşı yakada bir kaynaşma oldu, alay alay asker göründü, arkasından donanmamız belirdi. Eh, bizim de bayramımız geldi demekti.
Hakkımız da vardı, kaç aydır boğazın şu köşesinde unutulmuştuk. Ne hâlimizi soran çıkıyordu ne yardımımıza gelen. Hâlbuki düşman gün başına imdat alıyordu, bol yem bulan domuzlar gibi boyuna semirip şişiyordu. Ot yüzü görmeyen biz kurbanlık koyunlar ise her gün biraz daha eriyip dermansızlaşıyorduk. Büyüye tutulmuş, kötürümleşmiş gibi bir türlü Beşiktaş önünden ayrılamayan donanmamızın ansızın görünmesi, Rumeli yakasına asker gelişi, birden içimize ferahlık verdi, hepimizi sevinçten ağlattı.
Sen de bilirsin ya. Orduyu boğaza getiren, donanmayı da kötürümlükten kurtaran Köprülü Mehmet Paşa idi. Seksenlik koca vezir, binlerce gence kılavuzluk ediyordu, aslanlara yol gösteren yaşlı bir kurt gibi en önde yürüyordu. Bu dinç koca, Rumeli yakasında çok durmadı. Soğanlıdere’ye toplar yerleştirdikten sonra bizim yakaya geçti, Küçükkepez’de otağ kurdurdu ve bayram ayının beşinci günü savaş emrini verdi.”
Kara Mehmet durdu, hafızasındaki sahneleri sıralamak ister gibi uzun bir lahza düşündü ve sonra heyecan içinde söze başladı:
“Venedik donanması Kâfirbucağı ile Büyükkepez arasında duruyordu. İki yakadan da onlara top ulaştırmak güçtü. Onun için savaşı gemiler yapacaktı. Koca vezir, bizim donanmaya başbuğ seçilen Çerkez Osman Paşa’ya hücum emri verir vermez gemiler yürüdü. Kalyon kalyona, çektirme çektirmeye, mavna mavnaya çatmak gerekti. Biz metrislerimizden fırlamıştık, düşmana doğru süzülen gemilerimizin köpüklerine gözlerimizi sararak bu yürüyüşü seyrediyorduk. Ne göğü görüyorduk ne yeri. Yüreklerimiz durmuş gibiydi. Hepimiz titriyorduk. Çünkü İstanbul’un sonu bu savaşa bağlıydı. Venedikliyi yenip kaçıramazsak İstanbul elden gitmiş olacaktı. Koca vezirin getirdiği donanma, bizim tersanenin son kırıntılarıydı. Bozguna uğrarsak yeniden kalyon düzmek belki de mümkün olamayacaktı. Çünkü hazine tamtakırdı, işler bozuktu, vezirler hayırsızdı. Düşman da fırsat kaçıracak soydan değildi. Savaşı kazanır kazanmaz İstanbul’a ağıverecekti.
Biz bunu bildiğimiz için tepeden tırnağa kadar göz kesilmiştik, gemilerimizin yüz aklığı göstermelerini bekliyorduk. Derken ilk çatışma oldu. Ömer Kaptan’ın mavnası bir Venedik mavnasına saldırdı. Arkadan Süleyman Kaptan’la Halil Kaptan’ın mavnaları yetişti, Venedik gemisi üç yandan sarıldı, sıkı bir ateşten sonra düşman bayrağı alaşağı edildi, yaradan, bereden iler tutar yeri kalmayan mavna, yedeğe alındı.
Artık bizdeki sevinci sorma. Bu ilk kazancı uğur sayıyorduk, savaş sonunun hayırlı çıkacağını umuyorduk. Meğer aldanıyormuşuz, meğer bizim gemilerde gizli düzenler kuruluymuş.”
Gene sustu, gamlı gamlı düşündü ve ağlayan bir sesle anlattı:
“Venedikli, kale içeriden alınır diye saman altından altın yürütüp bizim gemicilerin çoğunu fesada vermişmiş. Bunu biraz sonra anladık. Çünkü Ömer Kaptan’la arkadaşları düşman mavnasını yedeğe alırken otuz pare çektirmemiz, başta Kaptan Paşa baştardası olduğu hâlde umulmaz bir manevra yapmaya başladı, Kâfirbucağı’na doğru dümen kırdı. Düşman berideydi, dövüşen mavnalar ortada yapyalnızdı, bizim donanma kaçıyordu!..
Bu nasıl iş demeye kalmadı, beş altı Venedikli gemisi bizim şanlı mavnalarımıza saldırdı, ilk hamlede tutsak gemi elden çıktı, ardından Halil Kaptan’ın mavnası ateş alarak çırpına çırpına battı, Süleyman Kaptan’ınki zincire vurulup sürüklendi. Yalnız Ömer Kaptan, turna sürüsü ortasında kalan yaralı bir şahin gibi pençeleşe pençeleşe sıyrıldı, bizim topların gölgesine sığındı. Fakat içindeki üç yüz serdengeçtiden otuzu ancak sağdı, üst tarafı ölüp gitmişti.
Şimdi gene ağlıyorduk, hem de çocuklar gibi dövünerek ağlıyorduk. Gözümüzün önünde mavnaların yok olup gitmesi, bütün donanmanın tek gülle atmadan bir bucağa büzülüp kapanması gücümüze gidiyordu. Elimizden gelse toplara binip denize atılacaktık. Ne yazık ki toplar denizde yürümüyordu, güllelerimiz de düşmana ulaşamıyordu.
İşte biz böyle dövünüp dururken kıyının bir yanından üç kayık göründü. Beşer kürekli üç kayık ki iri boylu birer karabatak gibi denizi sıyırarak düşman mavnalarına doğru uçuyorlardı.”
Serçeşme Deli Murat, Allah’ın yeni bir adını daha öğrenmek isteyen bir mümin iştiyakıyla sordu:
“Kimdi onların başındaki adam?”
“Alaiye Sancak Beyi Küçük Mehmet!”
“Şimdi vezir olan yiğit asker!”
“Evet, ta kendisi. Bizim toplarımızı denizde yürütemediğimize karşı o, üç kayığı suya salmıştı, esir edilen mavnamızı kurtarmaya koşuyordu. Düşman, mavnalara kayıkla hücum edileceğini hatırına bile getiremediği için önce duraladı, ateş açmadı. Belki de onları bir elçi kayığı filan sandı. Lakin kayıkların biraz yanaşır yanaşmaz ok atmaya başladıklarını görünce kızgınlıktan kudurdu, toplarını işletmeye koyuldu. Fakat iş işten geçmişti, kayıklar Süleyman Kaptan’ın tutsak mavnasına yanaşmışlar ve yiğitler bir kılıç balığı kümesi gibi güverteye sıçrayarak içindeki düşmanla boğaz boğaza gelmişlerdi.
Biz, kaçan çektirmeleri unutarak Mehmet Bey takımının boğuşmasını seyrediyorduk. Aramız hayli açıktı, öyleyken mavna içindeki boğazlaşmayı burnumuzun dibindeymiş gibi apaçık görebiliyorduk. Böyle sıralarda kulak sağır oluyor, dil duruyor, yürek susuyor, yalnız göz işliyor. Bizim de gözlerimiz keskin birer dürbün olmuştu. En uzağı görüyorduk.
Baştardenin bucak bucak saklandığı, mavnalarımızın harap olduğu bir sırada bütün bir düşman filosuna saldırmak isteyen bu üç kayık, şüphe yok, çılgınlar eline düşmüş olacaktı.
Fakat o kayıklarda ölüm sevgisiyle titreşip duran altmış yiğit, hiç de çıldırmış değillerdi. Yalnız Türk’ün alnına sürülmek istenen kara lekeyi görmektense denizin beyaz kucağında kirsiz bir ölüme kavuşmak isteyen kahramanlardı.”
Serçeşmeli Deli Murat, sabırsızlık gösterdi:
“Sonra?”
“Küçük Mehmet’le yoldaşları, bir koyunun kesilip yüzülmesi için gerekli olan zaman kadar bile uğraşmadılar, Türk mavnasına dolan yüz elli düşmanı doğradılar, gemiyi yedekten aldılar, ok ve tüfek ateşleri içinde yürüterek kıyıya getirdiler.
İki kıyıdaki asker alkış çekiyordu. Ellerin çıkardığı ses deniz gürültüsünü bastırıyordu, koca vezir de ağlıyordu. Türk kayığı Venedik mavnalarını yenmişti; Türk yumruğu düşman toplarını yenmişti, Türk kılıcı küçük bir filoyu kaçırmıştı. Fakat sevincimiz gene yarı kaldı. Çünkü Küçük Mehmet’in üç kayıkla paçavraya çevirdiği dört Venedik mavnası büyük gemilerine doğru süklüm püklüm sürüklenip giderken bizim kalyonlar da rüzgârdan yardım görüp Sakız’a doğru dörtnala savuşuyorlardı. Artık düşman önünde biz gemisiz kalmıştık ve Venedikli boğazı zorlarsa çürük toplarla onu durdurmaya savaşacaktık!..”
Bağdaş kurup oturmakta olan Serçeşme, dizüstü geldi, yumruklarını kasıklarına dayadı, homurdandı:
“Sonra?”
“Venedik ve Malta çektirileri, ‘Ver elini Sakız!’ diye boğazdan açılan bizim gemileri önlemeye, çevirmeye koşuyorlardı. Biz onların meramını sezince gene tek bir göz gibi benliğimizi denize vermiştik, nemli bir bakışla iki donanmayı süzüyorduk. Çerkez Osman’ın savaştan kaçındığı belli idi. Fakat düşmanın zoru önünde utanıp er meydanına döneceğini umuyorduk. Meğer gene aldanmışız. Korkak amiral, can kurtarmaktan gayri bir şey düşünmüyormuş. Bunu biraz sonra anladık. Çünkü düşman, bizimkilerin önünü kesiverince Çerkez Osman ileri atılacak yerde geri döndü, düşünde ürküp yorganına büzülen ödlek çocuklar gibi karışık bir durum aldı, Kâfirbucağı’na sığındı. Bu kaçış sırasında yeniçeri kâhyasının yedek gemisi elden çıktı, on beş kadırga karaya vurdu, içinde bulunan derme çatma asker, aylıklı asker denize döküldü.”
“Koca vezir tınmıyor muydu, salt bakıp duruyor muydu?”
“Tınmaz olur mu hiç? Yerinde duramıyordu, fırıl fırıl dönüyor ve boyuna dövünüyordu. Gemilerin Büyükkepez’e doğru kepazece dağıldıklarını görünce hemen bir kayığa atladı, Rumeli yakasına geçti, Türk olmadıkları hâlde Türk donanmasına kürekçi ve cenkçi yazılıp bu edepsizliği yapan korkak gidileri karşılamaya koştu. Kadırgalardan denize dökülen ödsüzlerden yüzme bilmeyenler zaten boğulup gitmişlerdi, canlarını kurtarıp karaya ulaşanlar da ıslak tavuklar gibi adım attıkları yerde pinekleyip duruyorlardı. Koca vezir öbür yakaya çıkar çıkmaz askere emir verdi, Türk namusuna kir bulaştıran namert kaçakları kılıçtan geçirtti. Ödlek kürekçiler, korkak cenkçiler bulutu görünce yağmur yağar diye kaçmışlardı, koca vezir onları doluya tutturdu, birer birer kestirdi.”
“Hay toprağı nur, yeri cennet olsun!”
“Fakat durum nazikti. Büyükkepez’de karaya vuran üç mavna ile on çektirmemizin, Kâfirbucağı’nda üst üste yığılan kadırgaların düşman tarafından yakılacağına yahut yakalanıp götürüleceğine şüphe yoktu. Artık gayret bize düşüyordu. Gemilerimize saldırılırsa biz toplarımızı işletecektik. Onun için elimiz fitillerde bekliyorduk.”
“Düşman ne yapıyordu?”
“Ne yapacaktı, şenlik topları ata ata boğaza geliyordu. İki yıl önce Sarı Kenan Paşa’yı yenip adalarımızdan çoğunu zapt eden Kör Kaptan[3 - Naima’nın da Kör Kaptan dediği Amiral Venedikli Lazaro Muçe Niko’dur ki 1656’da ve Akdeniz Boğazı önünde Osmanlı donanmasını ağır bir inhizama uğratmış ve bu zafer sonunda Bozcaada’yı, Limni’yi zapt etmişti. O savaşta yetmişten fazla gemi battı. Muçe Niko’nun da bir gözü çıktığından Kör Kaptan diye anılmaya hak kazandı. (y.n.)] baştardasını kılavuz yapmıştı, ardına taktığı dağ gibi kalyonlarla, düzine düzine çektirmelerle, alay alay mavnalarla üzerimize yürüyordu.”
Biraz durdu, bıyıklarını okşadı, imanlı bir sesle tefelsüf etti:[4 - Tefelsüf etmek: Felsefe yürütmek. (e.n.)]
“Biliyor musun Murat, kendini büyük görenleri Allah, çabucak küçültüveriyor. Bu Kör Kaptan, son yıllarda denizlerin firavunu kesilmişti. Kabına sığmıyordu. Karaları ulu Tanrı yaratmışsa denizleri sanki o yaratmıştı. O kadar gururu vardı. O gün de öyle davranıyordu. Ne gemilerimize değer veriyordu ne toplarımızı sayıyordu. Herifin gelişinde düşman üzerine yürüyen bir gemici hâli yoktu, serçe üstüne atılan bir köpek çalımı vardı. Sözün kısası bizi adamdan saymıyordu.
Ya gemisi? O bir baştarda değil, bir gelin odası, bir düğün sofası idi. Baştan başa çuhalar, şallar, ipekli kumaşlarla süslenmişti, topların üstüne bile İngiliz kadifeleri örtülmüştü.
Kör Kaptan bunları gösteriş için yapıyordu. Kumanda ettiği yetmiş iki buçuk millet içinden toplanma gemicilere kendince yürek pekliği aşılamak istiyordu. Yavaş yavaş bizim güllelerin ulaşma sınırı içine girdiği hâlde çalımını bozmuyordu. Kendisi güvertedeydi, yanında yedi ünlü kaptan vardı. Hep birlikte şarap içiyorlardı. Ben, içinde bulunduğum metristen, Kör Kaptan’a kadeh sunan keklik yapılı genç oğlancıkları bile görüyordum.
Düşman işte bu çalımla geldi, geldi, bizim metrislerin önünden karşı yakadaki baştardamıza doğru akmaya başladı. Sürüden ayrı düşmüş kuzuyu kurt nasıl güle güle, eğlene eğlene kaparsa Kör Kaptan da bizim baştardayı o biçimde alıp götürecekti. Çünkü gemiciler hep karaya dökülmüştü. Koca vezirin kılıcından kurtulanlar dağlara, kırlara dağılmıştı. Bastardayı koruyacak değil, dümenini tutacak tek adam yoktu.
Bu durumda kara askerimiz ağlaşıyordu, birbirleriyle kucaklaşıp gözyaşı döküyordu. Onlar, ellerinden gelse denize atılacaklardı, palalarını dişlerine takıp düşman gemilerine saldıracaklardı. Fakat deniz, hain deniz, yol vermiyordu, yiğit ayakları karaya mıhlıyordu.
Ben de ağlıyordum, fakat gözümle değil kalbimle. Çünkü gözüm benden ayrılmış gibiydi, Kör Kaptan’ın gemisindeydi. Bizim baştardayı, koca koynundan alınan bir geline çevirmek isteyen bu uğursuz herif, benim de gözümü esir etmişe benziyordu. Bir türlü sağıma, soluma bakamıyordum, hep onu görüyordum. Bu büyülü bakış ne kadar sürdü, bilmem. Lakin bir aralık onunla âdeta karşı karşıya geldiğimi gördüm. Ona parmağımla dokunabileceğimi sanıyordum ve herifi kendime o kadar yakın buluyordum. İşte bu sırada gözüm, evinden çıkacakmış gibi büyüdü, yüreğim ağzıma geldi, ta içimden bir ses yükseldi: Ateş!..
Bu emri bana veren gene bendim. Lakin başkasından, büyük bir zabitimden emir alıyormuşum gibi titredim, gözümü Kör Kaptan’dan ayırmaksızın fitili ateşledim. Eh, nişanı melekler almış olacak. Güllem, ateş olmuş Türk yumruğu gibi topun ağzından fırladı, Venedik baştardasına ulaştı ve tam cephaneliğin ortasına düştü.
Kaç saatten beri büyülü olan gözümün büyüden kurtulup açıldığını duydum ve Venedik bastardasının alevler içinde kaldığını gördüm. Gemi yana yana batıyordu, Kör Kaptan’la arkadaşlarının, binden artık kürekçinin, cenkçinin parçalanmış cesetleri gökyüzünde uçuşuyordu. Biraz sonra amiral gemisine yakın olan kalyonlar ateş aldı, bu ateşten mavnalar alevlendi. Deniz dalga dalga cehennem oldu, düşmanı lokma lokma eritmeye koyuldu. Türk’ün namusu kurtulmuştu!”
Serçeşme Deli Murat, bir Kur’an suresi dinledikten sonra içten gelen bir hayraniyetle sadakallahülazîm diyen mutekit Müslümanlar gibi haykırdı:
“Var ol Kara Mehmet, elin dert görmesin Kara Mehmet.
Ve sonra ilave etti:
“Sen o güllenle Türklüğün başına kümelenen talihsizlik bulutunu da dağıttın. O gün, bugün işlerimiz iyi gidiyor. Şimdi kime sorsan devlete koca Köprülü ile oğlu düzen verdi derler. Kara Mehmet’in güllesini dile almazlar. Hâlbuki sen o gülleyi atmasaydın ne koca vezir yerinde kalırdı ne hünkâr. Belki İstanbul da elden çıkardı. Ne yazık ki kimse senin kadrini bilmiyor. Bak, bugün gene yetmiş akçeli bir sipahisin. Ne tuğun ne otağın var!”
Kara Mehmet, bu sözlerden hoşlanmadığını göstermek ister gibi sert bir hareket yaptı.
“Yok, yok!” dedi. “Öyle deme. Topu ben ateşledim ama nişanı alan, Türk’ün ulu bahtıdır. Başka türlü o gülle bu işi yapamazdı. Sonra mükâfat da görmedim değil. Koca vezir, bütün ordunun önünde beni çağırttı, alnımdan öptü, ‘Yediğin ekmek helal olsun!’ dedi, sipahilik verdi, yüz altın da bahşiş sundu. Daha ne ummalıydım?”
Deli Murat, acı acı gülümsedi:
“Ne mi ummalıydın?.. Bir ev, bir can yoldaşı!.. Baksana, yaşın kırka vardı. Henüz evin yok, eşin yok!”
Kara Mehmet gülümsedi:
“Sen de benim gibisin Murat. Göğe çıksan yerde pabucun kalmayacak. Bana acıyacağına kendine çekidüzen versene.”
Ve birden ciddileşti, iki elini arkadaşının kalın omuzlarına koydu:
“Eski günleri dile getirdin, bana gülle kıssasını söylettin. Sende şu Uyvar’a gidişi anlat. Çünkü taşıdığın ün o savaştan başlar.”
Şimdi nazlanır gibi görünen Deli Murat’tı, ant verip onu zorlayan Kara Mehmet’ti. Nihayet dost hatırı, mahviyet arzusundan üstün çıktı. Deli Murat da ömrünün unutulmaz hatırasını hikâyeye girişti.
“Senin bir gülle ile Venedik donanmasını tutuşturduğun günden elifi elifine yedi yıl sonra idi. Şimdiki Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa, babasının yerine geçip Nemse’ye harp açmıştı. Ben deli dolu bir leventtim, kendiliğimden sefere aşıyordum. Estergon önünde Nem-seli Furgaç’la küçük bir savaş yapıldığı gün, ben bilmiyorum ya, yüz aklığı göstermişim, atılgan görünmüşüm. Genç sadrazamın yanına çağrıldım, Bayrakağası yapıldım, Erdel Kralı Apafi’ye mektup götürmek emrini aldım.
O güne kadar kralların yalnız adını duyuyordum, yüzlerini gördüğüm yoktu. Ne çeşit adamlara kral diyorlarmış diye merak içinde yola çıktım. Üç konaklık yolu bir günde alıp Erdel’e ulaştım. Apafi ile buluştum. Belki tuhaf bulacaksın ama doğru söylüyorum, onunla ilk yüzleştiğim gün gülesim gelmişti. Hani erkekliğe aykırı düşmese kasıklarımı tuta tuta gülecektim. Herifin ne sorgucu vardı ne tuğu. Bizim Boğdan voyvodaları gibi giyinmişti. Miğferi bile yoktu. Fakat çalımı yerindeydi. Sadrazamın mektubunu, kendi ayarında bir çulsuzdan gelme kâğıtmış gibi mühimsemeyerek aldı, parmaklarının ucuyla tercümana uzattı, kendi diline çevirterek dinledi. Meğer Fazıl Ahmet Paşa, kralı yanına çağırıyormuş. Herif bu çağrılıştan kuşkulanıp pirelendi mi yoksa krallık çalımı deprenerek sinirlendi mi bilmem, birden taht diye üstünde oturduğu kadife iskemleden fırladı, birkaç söz haykırdı.
Onun, sunduğum mektubu öpüp başına koymamasından, bana güler yüz göstermemesinden zaten huylanmıştım. Böyle sert sert bağırması üzerine büsbütün kızdım. Gözlerimi belerterek tercümana sordum:
‘Ne diyor bu adam?’
‘Krallar, kimsenin ayağına gitmezler, buyuruyor.’ ‘Öyle ise anlat kendisine. Türkler, ayaklarına getirmek istedikleri kralları nasıl yürütebileceklerini bilirler.’
Bu sefer tercüman belinledi,[5 - Belinlemek: Birden uyanarak çevresine korku ile şaşkın şaşkın bakmak, irkilmek. (e.n.)] alık alık sordu.
‘Ne yaparsınız elçi bey!’
Herifle eğlendim:
‘Ben elçi değilim çorbacı! Levendim. Elçi olsaydım yüzüme haykıran kralınızı elimin tersiyle susturuverirdim. Buraya ulak gibi geldiğim için pot kırmak istemiyorum. Fakat çelebi kral bilmelidir ki ona ‘Yanıma gel!’ diyen ağız çok kuvvetlidir.’
Tercüman, ne söyledi anlamadım. Lakin kral, artık haykırmıyordu, yaptığı suçu diliyle temizleyen ispinoz gibi kötü kötü düşünüyordu. Biraz sonra nemlenen gözlerini bana çevirdi, yalvarır gibi bir şeyler söyledi. Tercümanın yardımıyla anladım ki sadrazamdan korkuyormuş, kendisini öldürür diye çekiniyormuş.
Şimdi içime bir acıyış gelmişti. Taç sahibi, ülke sahibi, ordu sahibi bir kralın bu kadar korkak oluşuna acıyordum. Tatlı dil döktüm, vahşetini giderdim, benimle bile yola çıkmaya kandırdım. Zavallı kral, iki elime sarılıyordu, tercüman ağzıyla yalvarıp duruyordu:
‘Şart olsun, der misin, nikâhına ant içer misin?’
Herif benim bekâr olduğumu bilmiyordu yahut her Türk’ün mutlaka evli olacağını sanıyordu. Ondan ötürü boyuna şart etmekliğimi istiyordu.
Dileğini yerine getirdim. Adı sanı olmayan karılarımın üstüne şart koştum. Kralı tasadan kurtardım.”
Serçeşme Deli Murat, çapkın bir gülüşle, sözüne ara verdi:
“Uyvar Savaşı’nı söylemeden bu kral kıssasını niçin dile aldığımı sonra anlarsın. Sana evlen deyişimle, hatta bugün seni buluşumla bu kıssa arasında büyük bir bağlılık var!”
Ve Kara Mehmet’in karşılık vermesini beklemeden hikâyesine geçti:
“Kral, bizim orduya gelip sadrazamla görüşmeye karar vermiş olmakla beraber şanına layık hazırlıklarda bulunmak için biraz mühlet istiyordu. Leventçe davrandım, bu mühleti verdim. Sonra karşı karşıya oturduk, birkaç kadeh şarap yuvarladık. Onun ne zaman yola çıkmasının uygun düşeceğini kararlaştırdık. Şimdilik ben bir mektupla dönecektim, kralın gelmek üzere bulunduğunu Fazıl Ahmet Paşa’ya bildirecektim. Sırası gelince de onu karşılamaya gelecektim. Kral, sadrazamla buluşurken benim de mutlaka yanında bulunmaklığımı istiyordu.
Her ne ise… İki gün Erdel Sarayı’nda kaldım, mektubu alıp orduya döndüm, görüp duyduklarımı birer birer vezire anlattım. Genç sadrazam bıyık altından güldü:
‘Bekâra avrat boşamak kolaydır. Hiç düşünmeden şart etmişsin. Fakat merak etme, korkak krala kötülük edecek değilim. Yalnız yanımda bulunmasını istiyorum. Haydi, dinlen. Yorgunluğunu gider. Yarın Uyvar’a varacağız. Kral gelip bizi buluncaya kadar biz o kaleyi devirelim.’
İşte Uyvar’a böyle gittik, yaman bir savaşa giriştik. Bizim Estergon’da yendiğimiz Furgaç bu kaleye kapanmıştı, canını dişine alıp dayanıyordu. Biz de metrisler kurarak, sıçan yolları açarak, lağımlar yürüterek, top işleterek çalışıyorduk, hemen her gün yürüyüşe geçip kaleyi sarsıyorduk. Horozlardan önce toplarımız uyanıyordu, gün batıncaya kadar kumbaralar, civan taşları atılıyordu. Uyvar, birçok geceler semendere benziyordu, kıpkızıl görünüyordu.[6 - “Uyvar Kalesi mürgi semendervâr ateş nemrud içinde kalıp asla âram etmeyerek seher vaktine dek toplar, kumbaralar, civan taşları atarlardı.” (Evliya Çelebi, c. 6., s. 316)Semender, Sümbüloğlu Vehbi’nin Tuhfesinde “Ateşte o hayvan ki gezer adı semender.” demesinden de anlaşıldığı üzere yanmadığına inanılan bir mevhum hayvanın adıdır.] Fakat kaleye adamakıllı yanaşamıyorduk. Nihayet mehtaplı bir gece ansızın ay tutuldu, her taraf zifirî siyah kesildi, asker de fırsatı kaçırmadı, metrisleri ilerletti, sıçan yollarını genişletti, lağımları çoğalttı. Artık duvarları yıkabilecektik, hücuma kalkmaktan çekinmeyecektik.
Fazıl Ahmet Paşa, hazırlıkların tamam olduğunu görünce hücum emrini verdi, bütün ordu yaydan fırlamış ok gibi kaleye atıldı. En önde Erzurumlu Abbas gidiyordu. O, eşi az bulunur yiğitlerdendi. Oklar arasına katılmış yağlı kurşuna benziyordu, bütün orduyu geride bırakarak uçuyordu. Kale bedenine ilk çıkan da o oldu. Düşman, alay alay askerimizi bir yana koymuştu, bütün hıncını Abbas’tan çıkarmaya savaşıyordu. Fakat yiğit Erzurumlu, yıldırımlar arasında dolaşan bir bulut gibi pervasızdı, tırmandığı yerden ayrılmıyordu, elindeki bayrağı sallayarak Türk ordusunu yanına çağırıyordu. Bu yaman işarete ilk koşan bir yeniçeri oldu, kale bedenindeki Türk bayrağı ikileşti. Onun birini düşüremeyen düşman, şimdi büsbütün kudurmuştu. Abbas’la arkadaşını kurşun sağanağına tutmuştu, işte o sırada üçüncü bir bayrak, resimsiz, nakışsız bir bayrak daha yükseldi, Abbas’ın yardımcıları ikileşti.”
Deli Murat’ın sesi yavaşladı, diline bir utanç geldi ve fısıldar gibi konuştu:
“Bu üçüncü bayrağı ben diktim!”
Kara Mehmet, kuvvetli yumruğunu arkadaşının omzuna indirdi:
“Yaşa Deli Murat!” dedi. “Yaptığın iş çok yaman!”
O, başını salladı:
“Seninki kadar değil. Bir donanmayı tek bir gülle ile ateşe vermek nerede, bir kale bedenine üçüncü olarak çıkmak nerede?”
“Hayır. Senin yaptığın iş daha büyük. Çünkü ben karadan gülle savurdum. Sen, gülleler, kurşunlar içinde yürüyerek o işi yaptın.”
İkisi de yiğitlikte üstünlük şerefini birbirine bağışlamak istiyordu. Çünkü ikisi de Türk’tü, bir faziletin hakkını vermeyi bu haysiyetle borç tanıyorlardı. Yaşça biraz daha ileri olan Deli Murat, arkadaşının alçak gönüllülükte ayak dirediğini görünce sertlendi:
“Boş lafı koy be adam!” dedi. “İki kere iki beş etmez. Sen, Kumkale’den o mübarek gülleyi savurup da Venedik donanmasını tutuşturmasaydın İstanbul elden giderdi. Biz Uyvar’ı almasak ne olurdu?..”
Ve dostunu şu hükümle susturduğundan ileri gelme bir gülüş içinde pos bıyıklarını büktü:
“Hikâyeye de…” dedi. “Apdest verdirme. Sözümü bitireyim ki meramımı açığa vurmaya aman bulayım. Nerede kaldıktı? Ha… Uyvar Kalesi’ne çıktığımı söylüyordum, değil mi?.. Evet. Abbas’tan, onun izinde yükselen yeniçeriden sonra kale bedenine ben bayrak diktim.[7 - Bizzat Fazıl Ahmet Paşa, Olivar’ın nasıl alındığını Dördüncü Sultan Mehmet’e anlatırken şöyle demişti: “Kulunuzun yanında Erzurumlu Abbas derler bir yiğit vardır. Olivar Muharebesi’nde bibâk ve biperva kale bedenine çıkıp küffârı hâksâr her çend ki üzerine tüfenk daneleri yağdırdılar, yerinden ayıramayıp sebat gösterdikte anı görüp bir Yeniçeri dilaveri dahi anın yanına uruç ettiğin sair gaziler görünce huruşa geldiler.”Sultan Mehmet, bu anlatış üzerine kahraman Abbas’ı yanına getirtti. Muharebenin şanlı menkıbelerini ona da söyletti, sonra kendi eliyle başına çifte çelenk taktı. Erzurum gümrüğü malından dolgun aylık bağladı, bol ihsanlar verdi. (Cevahirüttevarih)] Asker de ardımdan harıl harıl tırmanıyordu. Düşman, bu yükselen akın üzerine teslim işareti çekti, Uyvar bizim oldu. Ben, yaptığım işin içime verdiği sarhoşluğu gidermeden bir çavuş geldi, sadrazamın beni istediğini söyledi. Bir merdivene çıkar gibi hiç güçlük sezinsemeyerek tırmandığım kaleden dik ve kaygan bir bayır iner gibi sendeleye sendeleye indim, serdarın otağına gittim. Genç vezir, Uyvar’daki Macar kilisesinin hünkâr, Nemse kilisesinin valide sultan, Tot kilisesinin de haseki sultan adına mescide çevrilmesi için emir veriyordu. Kendisini selamladım, durdum. Yeniçeri ağasına, defterdara, vezirlere diyeceklerini bitirdikten sonra yüzünü bana çevirdi.
‘Kaleye…’ dedi. ‘ilkin kim çıktı?’
‘Erzurumlu Abbas!’
‘Öyle ise turnayı gözünden o vurdu, elli akçelik sipahi tımarını da o kazandı. Sen yaya kaldın Deli Mehmet. Bu geriliği örtbas etmek için hemen tabanları yala, Erdel yoluna koş. Kralla buluş, yüreğini hoplatmadan herifi buraya getir.’
Otağdan utana utana çıktım. Kaleye bayrak dikişte üçüncü kalışımdan enikonu utanıyordum, bir suç işlemiş gibi sıkılıyordum. Ardımdan bir vezir ağası yetişti. Bir bohça kumaşla üç yüz altın getirdi.
‘Devletlü vezir…’ dedi. ‘selam ediyor. Bunları gönderiyor, Önümüzde alınacak kale çoktur, gam yemesin, elbette birinden birine ilk bayrağı Deli Murat diker! buyuruyor.’
Bu söz utancımı giderdi, kumaşı çadırımda bıraktım, altınları koynuma koydum, atlanıp yola düzüldüm, üç gün sonra Kral Apafi ile karşılaştım. Yanında beş bin kadanalı Saz Macarı, beş bin Sikel atlısı, üç bin Haydoşak süvarisi vardı. Erdel’deki yedi yüz elli altı pare kalenin hâkimi de dev gibi kadanalara binmişlerdi, kralın ardında yürüyorlardı. Kral, sarayda gördüğüm çulsuz adam değildi, başkalaşmıştı. Tepeden tırnağa kadar gök demir içindeydi. Kâkülleri dağınık beş yüz genç uşağın ortasında at sürüyordu. Satırları, tüfekçileri, mataracıları öndeydi. Mehterhanesi de durmadan ötüyordu.
Kral beni görünce babasına kavuşan hasretli bir çocuk gibi sevindi, oğlancıklarını bir yana çektirdi, mehterhanesini susturdu, at üstünden elini uzatıp elime yapıştı, tercüman ağzıyla yanık yanık sordu:
‘Nasıl, şartın şart değil mi?.. Kılıma zarar gelirse karıların boş olacak.’
Güldüm:
‘Üçten dokuza, hatta doksan dokuza kadar şart olsun. Güler yüzden, tatlı dilden gayri bir şey görmeyeceksin!’
Benim bu sözüm üzerine gözleri parladı, yüzü açıldı ve beni sağına alarak yürüyüş emri verdi. Konuşa konuşa, gülüşe gülüşe konakları aştık, Uyvar önünde bizim orduya ulaştık. Biz gelinceye kadar Eflak beyi, Boğdan beyi, Kırım hanının oğlu da gelmişlermiş. O iki beyle divan çavuşları krala karşı çıktılar, hazırlanan otağa götürdüler, konuk ettiler. Ertesi gün sadrazam, alay kurdurdu. Bütün konukları huzuruna getirtti.
Ben, aldığım emre uyup sadrazam otağının bir köşesinde duruyordum. Bütün töreni gözümle gördüm. Şimdi de gözümü kapayınca o günkü işler beynimde canlanıyor, yüreğime çarpıntı geliyor. Neydi o azamet, neydi o kudret! Ben Türklüğün bir cihan, nurdan bir cihan olduğunu o gün anlamıştım.”
Deli Murat, gerçekten heyecan içindeydi. Sekiz yıl önce gördüğü muhteşem sahneleri hatırlamak onun kanına ateş, gözlerine kıvılcımlı bir ışık, diline tatlı bir tutukluk getirmiş gibiydi. Söyleyemiyordu. Kelimelerden çok beliğ bir sükût içinde kıvranıyordu.
Aynı heyecana kapılan Kara Mehmet’in yalvaran bir sesle “Sonra?” demesi üzerine şöyle bir silkindi:
“Evet!” dedi. “O gün yepyeni bir imana erdim, Türk’ün yeryüzünde en üstün bir varlık olduğuna inandım.”
“Nasıl?”
“Acele etme yoldaş, sabırlı ol! Kendimi bir iyi toplayayım da anlatayım: İlkin otağa Kırım Şehzadesi Ahmet Giray girdi. O kırk bin Tatar’la ve yüz elli bin yedek atla ordugâha gelmişti. On beş yaşında ya vardı ya yoktu. Fakat yetişkindi, genç irisiydi. Sırmalı kadife giyinmişti, elmaslı kılıç kuşanmıştı. Otağa girer girmez eğildi, veziri selamladı, üç adım sonra bir daha ve üç adım sonunda bir daha iki büklüm olup selamını tazeledi.”
“Vezir ne yapıyordu?”
“Onun sarığı gözlerine kadar inmişti, arkasına giydiği kürkün kalkık yakası yüzünü yarı örtüyordu. Ayaklarını birbiri üzerine atarak oturuyordu, iki eliyle dizlerini tutuyordu. Elleri o kadar sıkı bağlıydı ki mıhlanmış sanılırdı. Ne kımıldıyordu ne ayrılıyordu. Kırım şehzadesine derin derin baktıktan sonra gözlerini süzdü, ‘Hoş geldin buyur otur.’ dedi, sağındaki sandalyeyi gösterdi. Ahmet Giray, hemen yere kapaklandı, vezirin eteğini öptü, gösterilen yere ilişti, iki dakika sonra otağa Erdel Kralı Apafi girdi, eşikte beni görünce sevinir gibi oldu, gözleriyle şartımı hatırlatmaya çalıştı. Ben de başımı yavaşça salladım, korkmamasını anlattım. O, benim verdiğim yürek pekliğiyle ilerledi, dizüstü çökerek ipekli halıyı öpüp kalktı. Her üç adımda bu işi yaparak yürüdü, sadrazamın önüne gelince gene yere kapandı, vezirin sağ ve sol ayaklarını, eteğini ayrı ayrı öptü, geri geri çekildi, el pençe divan durdu, beklemeye koyuldu.
Fazıl Ahmet Paşa, gene eski durumdaydı. Ne başını kımıldatıyordu ne dizlerine kilitlediği ellerini kıpırdatıyordu, ben için için titriyordum. Bu azamet, bu kudret gözlerimi kamaştırmıştı. Ayakta duran krala baktıkça bütün Erdel ülkesi dağıyla, taşıyla, bağıyla, bahçesiyle, yirmi kere yüz bin halkıyla küçülüp küçülüp gelmiş, şu otağa girmiş ve köle biçimine bürünmüş sanıyordum. Yirmi kere yüz bin insan bu kralın ayağını öpüyordu, yedi yüz altmış kalede onun bayrağı sallanıyordu, binlerce kişilik ordu onun emri altında bulunuyordu. O bir kraldı, fermanlar çıkarıyordu, kelleler düşürüyordu ve her dileğini yaptırabiliyordu. Fakat burada bir hiçti, bir Türk vezirinin işte ayağını öpüyordu.
Bunu görmek, bunu sezmek beni titretiyordu, içimi altüst ediyordu. Hayran hayran vezire bakıyordum. Boyca, bosça benden çok aşağı olan genç Köprülü şimdi gözüme Erciyes Dağı gibi heybetli görünüyordu. O ince muslin sarık, kıvrımlaşmış beyaz bulutu andırıyordu ve bu başın tacı oluyordu.
Köprülü, iki üç dakika durumunu bozmadı, Erdel kralını görmüyormuş gibi davrandı, sonra ellerini diz kapaklarından ayırmaksızın bir kelime söyledi:
“Otur!”
Vezirin arkasında duran başçavuş, sol tarafta bir iskemle gösterdi. Kral da veziri üç kere selamladı, yan yan yürüdü, iskemleye oturdu.
Sıra Eflak ve Boğdan beylerine gelmişti. Onlar da otağa art arda geldiler, kulluk borcunu yerine getirdiler, yer ve ayak öptüler, lakin otur emri almadılar, vezir ağalarının arasında ayakta kaldılar. Koca çadırda çıt yoktu, herkes önüne bakıyordu. Yalnız ben, içimden gelen meraka kapılarak yan gözle veziri, Kırım şehzadesini, Erdel kralını, Eflak ve Boğdan beylerini süzüyordum. Bir aslan önünde tavşanlar ne biçim alırlarsa bu devletliler de öyle görünüyorlardı, hepsinin yüzleri soluktu, solukları kesikti. Orada herkes gölgeleşmiş gibiydi, kan ve can yalnız vezirdeydi. O da canları dermansız bırakan, kanları kurutan bu kudreti Türklükten alıyordu. Bu sırrı ben, gülde koku sezer, mumda ışık görür gibi apaçık seziyordum, görüyordum, tatlı bir şaşkınlık geçiriyordum.
İşte bu sırada tavşanlarla konuşan bir aslan sesiyle sadrazamın dile geldiğini duydum. Genç vezir, krala ve Eflak, Boğdan beylerine ayrı ayrı bakarak soruyordu:
‘Niçin böyle geç geldiniz? Ne kadar zamandır size ferman geldi, ne kadar zamandır ben Uyvar’ı döveli? Hemen sizleri ve bile getirdiğiniz kalabalığa katletmek gerek!’[8 - Fazıl Ahmet Paşa ağzıyla yazılan bu soruyu hiç değiştirmeden kelime kelime Evliya Çelebi’den aldık. Erdel kralıyla Eflak, Boğdan voyvodalarının Uyvar önünde Köprülü oğluyla buluşmaları hakkında en iyi tafsilat Evliya’nın “Seyahatname”sinde (c. 6) vardır. (y.n.)]
Kralın, voyvodaların korkudan kısırlaştıklarına şüphe yok ya, benim de yüreğim ağzıma geldi. Köprülü oğlu, dediğini yapmaya kalkışırsa benim krala verdiğim söz boşa gitmiş olacaktı, leventlik namusuma kir bulaşacaktı, krala acımasam bile verdiğim söze saygı göstermek borcumdu, onun için tepeden tırnağa kadar kulak kesildim, veziri dinlemeye koyuldum. ‘Cellat!’ der demez atılacaktım; ‘Uyvar’a diktiğim bayrağa bağışla bu adamı!’ diye haykıracaktım. Fakat vezir bu işi yapmadı, onların kuşça canını bağışladı, hatta benim şakadan ortaya koyduğum şarta da değer verdi, konukların kanını korkuya bulayıp bir iyi kuruttuktan sonra dizlerine kilitli duran ellerini çözdü, yana doğru eğilip uzandı.
‘Her zaferin…’ dedi. ‘bir zekâtı vardır, ödenmesi gerektir. Uyvar’ı almak şerefine suçunuzu bağışlıyorum.”
Kırım şehzadesi, Erdel kralı, Boğdan ve Eflak beyleri -bıçak altından kurtulmuş koyunlar gibi- şaşkın şaşkın bakışırlarken Kethüda Bey onlara vazifelerini hatırlattı:
‘Ayak öpünüz!’
‘Onlar genç vezirin ayağına doğru, öndül kokusu alan yarış atları gibi hırs ile koşarken biz bıyık altından gülüyorduk. Fazıl Ahmet Paşa, tabanını yalayıp duran Apafi Mihal’in bu sersem durumunu eliyle önledi:
‘Yeter!’ dedi. ‘Artık kalk. Seni biraz da Deli Murat’a bağışladım. Akıllılık edip ona şart koşturmuşsun. Zavallının ne eşi ne dişilerle alışverişi var. Bol keseden şart etmiş. Lakin ben onun sözünü işte kendi sözüm gibi tuttum, seni incitmedim. Sen de onu hoş tut!..’
Kral Apafi, dudaklarını vezirin ayağından çekerek bana bakıyordu, elimle işaret ederek kalkmasını anlattım. O da kendini topladı. Sadrazamın elini, eteğini, dizini, topuğunu bir kere daha öperek geri çekildi, öbür konuklarla bir sıraya girdi, otağdan çıktı.
Ertesi gün büyük bir ziyafet verildi. Tam üç yüz koyun, elli sığır, üç bin tavuk kesildi. Ellişer kazan çorba, pilav ve zerde pişirildi, iki yüz bin çörek dağıtıldı. Vezir aşçıları, koyun ve sığır kebaplarının içine diri tavşanlar, diri güvercinler koymuşlarmış. Kral takımı kebapları parçalarken bu hayvancıklar çıkıveriyorlar, uçuşarak, kaçışarak etrafı karmakarışık ediyorlardı. Apafi’nin önüne konulan koyun çevirmesinden de bir güvercin çıkmış, kralın tepesine konarak uzun uzun dinlenmişti.
İşte bu yiyip içmeler ve yeni savaşlara hazırlanmalar sırasında kral beni çağırdı, elime iri taşlı bir yüzük tutuşturdu, tercüman ağzıyla şunları söyledi:
‘Sen evli değilmişsin, öyleyken yaptığın şartı yerine getirdin, beni sadrazamın gazabından kurtardın. Ben de sana atalarımdan miras kalan şu yüzüğü veriyorum. Fakat senden söz istiyorum: Yüzüğü ancak nikâhla alacağın kadına vereceksin. Kendin takmayacaksın, Allah etmesin, aç kalsan satmayacaksın. Söz mü?’
O güne kadar evlenmek hatırımdan geçmemişti. Kralı dinledikten sonra içime bir heves çöktü. Ağzım sulanır gibi oldu. Orada, kral otağında oturup dururken gözümün önünde başı arakçinli,[9 - Arakçin, gelinlerin başına konulan bir hotozdur, iplikle gelinin saçlarına sıkıca bağlanırdı ve bunu çözmek güveylerin vazifesi idi. (y.n.)] beli kemerli, kaşı rastıklı, gözleri sürmeli gelinler dolaşıyordu. Bu kuruntulamalar içinde kendimden geçmiş olacağım ki istenilen sözü verdim, yüzüğü aldım.”
Serçeşme Deli Murat, elini koynuna soktu, bir meşin kese çıkardı. Yüzük, kadife kutusu ile beraber bu kesenin içindeydi. Onu arkadaşına gösterdi.
“İşte…” dedi. “Kralın başıma sardığı elmas dert. Dokuz yıldan beri bu derdi taşıyorum. Ne zaman ne de aman bulamadım ki onu bir eksik eteğin parmağına geçireyim!”
Gerçekten krallar hazinesine layık bir değer taşıyan bu yüzüğü şöylece gözden geçiren Kara Mehmet sordu:
“Evlenmek istedin de eş mi bulamadın? Yeryüzünde kadından çok ne var a kardeş?”
“Kadın başka kadıncık başka. Ben yularımı eline alacak, bana her yıl bir küçük Deli Murat doğuracak kadın isterim.”
“Arayan mevlasını da bulur, belasını da. Dokuz yılda hoşuna gidecek birine rastlamadın mı?”
“Dokuz yıldır bir yerde durmadım ki kadın arayabileyim? Uyvar yılı geçince Sengotar yılı açıldı, o kapanınca Girit seferi başladı. Ömrümün dört yılı o adada, Kandiye’nin önünde geçti, kaleyi düşürüp adanın fethini tamamlar tamamlamaz ordu, Lehistan üzerine yürüdü. Deli Murat gene beraber… Şimdi İstanbul’a gelişim bir iş üzerinedir, getirdiğim kâğıtların karşılığını alıp gene Leh sınırına döneceğim. Lakin buraya gelince karar verdim. Bir kız bulup onunla baş göz olmadan İstanbul’u bırakmamayı tasarladım. Sipahiler henüz orduya ulaşmadıkları için seni burada bulacağımı umuyordum. Hesabım yanlış çıkmadı. İşte seni buldum, derdimi de anlattım. Nasıl, benimle gönül birliği yapar mısın?.. İkimiz de ev kurmak, döl almak çağını çoktan aştık, üç beş yıl sonra alacağımız kadınlar yüzümüze değil, elimize bakarlar. Henüz yüzümüze bakılabilirken şu işi başaralım, çifte dernek kuralım. Vakit geçmeden biz de felekten kâm alalım.”
Kara Mehmet, dalgın dalgın mırıldandı:
“Evet, hakkın var. Er davranan yol alır, er evlenen döl alır. Biz geç kalmışa benziyoruz. Fakat kimi almalı?”
“Gözümüzün seçeceği, gönlümüzün çekeceği güzeli!”
“Nerede bulunur onlar?”
“Esir pazarında!”
***
Çemberlitaş’la Çarşıkapı arasında vaktiyle tavuk pazarı kurulurdu ve bu pazar yerinin bir yanında da esir hanı vardı. İlk çağlardan beri insanlar esir alışverişi yaparlar. Eğer bu alışveriş olmasaydı ve milletlerin birbirlerinden esir alıp kullanmaları âdet hâline girmeseydi ne Mısır’ın Ehramları ne Çin Seddi yapılabilirdi ne de büyük deniz savaşlarının tarihi yazılırdı. İlk çağların büyük eserlerinden çoğu esirlerin elinden çıkmıştır ve o çağlardaki deniz savaşlarında gemileri hep esirler yürütmüştür!
Zincirler içinde ve kamçılar altında en ağır işleri görmeye mahkûm edilen esirler yavaş yavaş birer zevk aleti olmaya başladılar. Roma tarihinde imparatorlarla nikâhları kıyılmış köleler, Bizans tarihinde imparatoriçelere ayak öptürmüş esirler vardır. Şark ve Garp tarihi baştan başa esir hikâyeleriyle doludur. Onlardan filozof, müverrih, dil âlimi, kumandan ve her şey yetişmiştir. Fakat esirlerin içinde en büyük rolü oynayan kadınlardır ve onlar, boyunlarına takılan zinciri ekseriya elmas gerdanlıklarla değiştirmek yolunu bulmuşlardır.
Osmanlı Türkleri de kadın esirlere içtimai hayatta büyük yer ve değer vermişlerdir. Yarı dünyaya kılıçları önünde diz çöktüren o Türkler, bir esir bolluğu içinde yaşıyorlardı. Fas’tan Tebriz’e, Varşova kıyılarından Aden Körfezi’ne kadar uzanan uçsuz bucaksız ülkenin sakinleri Türk gücünün yarattığı bu bolluktan istifade ediyorlardı, üçer beşer köle ve halayık sahibi bulunuyorlardı. İtalya, Rusya, Macaristan, Almanya, Lehistan, Habeşistan boyuna Osmanlı ülkesine esir veriyordu. Bu canlı haraçtan Fransızlar, İngilizler, İspanyollar, Felemenkler de istisna edilmiş değildi. Çünkü onların da şu veya bu denizde dolaşan gemilerinden Türk korsanları bol bol esir yakalıyorlardı. Fakat Eski Mısır’ın, Eski Yunan’ın, Eski Roma’nın esirlere yaptıkları işkence Türk ilinde yoktu. Bu ülkede esirler, kolaylıkla hürriyete kavuşabilirdi, hatta en yüksek mevkilere yükselirdi. Çünkü padişahlar, esir kadınlardan çocuk yetiştiriyorlardı, daha doğrusu -Fatih’ten sonraki- Osmanlı hükümdarlarının hepsi esir çocuğu idi. Bu sebeple esir zümresine saray büyük kıymet veriyordu, vezirleri onların arasından seçiyordu. Vezirler de aynı şeyi yaptıkları için esaret, enikonu nimet ve saadet hâlini alıyordu.
İmam gülümserse cemaat kahkaha ile güler, derler. Hünkârlarla vezirlerin, büyük hocaların esirlere saygı göstermesinden örnek alan halk da o yola döküldüğünden ve bir çizmeye esir alınıp satılmak derecesinde ucuz devirler görüldüğünden Türk ilinin her köşesi esirle dolmuş gibiydi. Günde bir akçe kazancı olanlar bile evinde esir bulundurabiliyordu.
Bu vaziyetten esircilik sanatı, esir pazarları ve esirhane eminliği çıktı. İlk fütuhat çağları kapanıp esir fiyatları yükseldikten sonra ise o sanat inceleşti, o pazarların kıymeti çoğaldı ve esirhane eminliği mühim bir vazife oldu. Artık “meta” azdı, rağbet çoktu. Vaktiyle bir çizmeye alınabilen kızlar, şimdi üç yüz altına satılıyordu. Fakat alışverişte kesat değil, inkişaf görülüyordu. Gene herkes, satıp savıp bir halayık almaya çalışıyordu. Çünkü bu iş, içtimai zaruretler hâline girmişti.
İşte Serçeşme Deli Murat’la Sipahi Kara Mehmet’in evlenmeye karar verdikleri ve birer kız satın almayı tasarladıkları sırada esir hanı böyle bir ehemmiyet taşıyordu. Bu han üç yüz odalı büyük bir yapıydı, iki yüz esirci orada barındığı gibi onların sermayesini teşkil eden dişili erkekli üç binden fazla esir de gene orada teşhir olunuyordu. Esirciler, küme küme koğuşlarda yatarlardı. Esirler ise odaların büyüklüğüne göre onar yirmişer bir araya kapatılırdı. Onlar, yatak yüzü görmezlerdi, üst üste yığılarak ağıl koyunu hâlinde yaşarlardı. Ancak müşteriye çıkarılacakları vakit üstleri başları düzeltilir, saçları taranır, yüzleri yıkanırdı.
Esirhane emini olan adam, kâhyasıyla, şeyhiyle, çavuşlarıyla, tellallarıyla, kâtipleriyle han yanında oturur, hanın kapısını kilitli tutar ve değirmi büyücek bir delikten müşterileri içeriye sokar, onların alıp çıkaracakları esirleri gene orada kontrol ederek öşrünü alırdı.
O, esircilerin pazara götürüp tellal vasıtasıyla açıktan sattıkları “meta”ları da gene murakabe ederek ve ettirerek harcını tahsil ederdi. Onun bu kârlı alışveriş karşılığı olarak devlet hazinesine her yıl ödediği para yüz keseden ibaret olup bugünkü rayice göre elli bin lira demektir.
Deli Murat da Kara Mehmet de pazara çıkarılan esirlerin işportalık tapon şeyler olduğunu, iyi malların handa görüleceğini biliyorlardı. Bu sebeple pazara başvurmaya lüzum görmemişlerdi, doğruca han kapısına gelmişlerdi.
Garip şey! Kapı, o daima kilitli duran büyük kapı ardına kadar açıktı. Acaba esirler el birliği yapıp zincirlerini mi kırmışlardı yahut bir hayır sahibi çıkarak ve onları toptan alarak azat mı etmişti?.. Binlerce hayatın hürriyetini aşılmaz bir duvar gibi arkasında hapseden bu kapının açık bulunması başka bir sebepten ileri gelmezdi ve bu, gerçekten mühim bir hadiseydi.
Serçeşme Deli Murat, vaziyeti kendi hesabına kötü buldu, kaşlarını çatarak homurdandı:
“Kafes boş galiba. Beyhude taban teptik. Çanak uzatacağımız pınarların kuruyacağını düşünmeliydik. Biz anamızdan alnı kara yazılı doğmuşuz. Yeşermiş ağaca el vursak odun oluyor, sağmal ineğe göz koysak sütü kesiliyor. Böyle talihi kefene sarıp miskinler tekkesine gömmeli.”
Kara Mehmet, bu düşünceye ortak olmadı, eliyle esir hanının avlusunu gösterdi.
“Bak…” dedi. “Orada atlar, uşaklar var. Yukarıda hatırlı kişiler bulunsa gerek. Kapı onların yüzü suyu hürmetine açılmış olacak. Hele içeriye girelim.”
Fakat eşiği atlar atlamaz duruladılar. Çünkü başta esirhane emini olduğu hâlde o hanın bütün işyarları, sıra sıra esirci, yan yan yürüyerek, sık sık selam vererek zifirî siyah yüzlü iki adamı merdivenden indiriyorlardı. O kalabalığın arasında bu iki zenci, sırmalı kostüm giyinmiş iki uzun kömür parçası gibi göze tuhaf görünüyordu. Lakin sezilen tuhaflık, gene onlarda beliren yaldızlı çalımı kıymetten düşüremiyordu. Herifler, koyu karanlık bir geceden kopmuş iki dilim gibi heybet taşıyorlardı ve parçalanmış, ufaklaşmış bir gündüzü andıran o sürü sürü beyaz insanlar arasında yüksek bir endam tebellür ettiriyorlardı.
Deli Murat, içinde kabaran tiksintiyi saklamadı, fısıldadı:
“Saray ağaları esir alışverişi yapmaya gelmişler. Hadım kölelerin halayık almaları, ölünün somun satın almasına benziyor, adamı sinirlendiriyor. Heriflerin cepleri dolu. Para harcamak için yer arıyorlar. Gel de kızma. Ya şu çalımları?.. Sanki İstanbul’u kendileri almışlar gibi davranıyorlar. Hani, kerahet vaktinden biraz sonra karşıma çıksalardı, şarap dumanıyla dayanamazdım, kızıl dudaklarını yüzlerine benzetinceye kadar bükerdim.”
Kara Mehmet, ağır davranmak gerekli olduğunu anlatmak için yavaşça “Sus.” dedi, geveze deliyi kolundan yakalayarak bir köşeye çekti ve saray ağalarının atlanmalarını seyre daldı. Onlar, o iki siyah köle, eteklerine kapanan beyaz başlara basarak ata binmişler ve biraz daha uzayan sırmalı endamlarını gere gere -bir düzineden fazla uşağın çizdiği parıltılı daire içinde- handan çıkmaya hazırlanmışlardı. Şahane bir gurur, kölelerin gözünü perdelediği için yerlere kapanan esir evi adamlarını görmüyorlar gibiydi. Lakin bir köşeciğe yaslanan iki dost, ansızın karşılaşan iki mermer direk gibi onların körlüklerini sendeletti. Her başın eğildiği, her insanın küçüldüğü bir yerde dimdik duran iki adam, bu saraylılara biraz garip ve hayli küstah göründü. Şimdi gözlerindeki perde neşterle açılmış gibi acı duya duya etrafı görüyorlardı ve Deli Murat’la Kara Mehmet’in pervasız vaziyetlerinde kendilerini küçük bulan bir mana seziyorlardı. Onlar hünkârla Tanrı arasında bir soğan zarı kadar mesafe görmeye ve bu görüş yüzünden bütün beşeriyeti bir karınca kılığıyla yerde sürünür tanımaya alışkın zavallılardı. Hâlbuki karşılaştıkları şu iki asker kıyafetli adam, bir fil durumu takınmışa, karıncalıklarını inkâr etmişe, yerden göğe yükselmişe benziyordu. Saraylılar ise buna, bu “gayritabii” görünüşe dayanamazlardı.
İşte bu tahammülsüzlükle her iki harem ağası birden atlarının dizginlerini çekivermişler, kendilerini çerçeveleyen uşak kümesi ortasından ince boyunlarını uzatarak Deli Murat’la Kara Mehmet’e haykırmışlardı:
“Bre yolsuzlar, bre erkânsızlar, şevketlu hünkârın has kulları önünüzden geçerken sırık gibi ne dikelir durursunuz. Selam vermek, saygı göstermek, etek öpmek yok mu?.. Siz dağda mı boy saldınız, çam ağacı gibi mi serpilip çıktınız?”
Kara Mehmet duymazlığa gelirken Deli Murat, yaydan kurtulmuş bir ok gibi fırladı, saraylıların yanına ulaştı:
“Anlamadım.” dedi. “Ne diyorsunuz?”
Hizmette daha eski olduğu anlaşılan biri cevap verdi:
“Salt kör değilmişsiniz, sağırlığınız da varmış! Ne dediğimizi duymadın mı eşek?”
Hadım köle, son kelimeyi kuvvetli olarak söylemiş ve avluda uzun bir “eşek” hecesi titremişti. Bu sürekli aksin uğultusu henüz kulaklarda yaşarken “şırak” diye ondan daha sert, daha tiz ve daha gürültülü bir ses duyuldu, onu ince ve korkak bir “Yandım aman!” feryadı takip etti ve harem ağalarından birinin, Deli Murat’a eşek diyenin attan yuvarlandığı görüldü.
Gözü kan çanağına dönen Deli Murat, böğürür gibi öbür saraylıya soruyordu:
“Şimdi sen söyle, sırmalı marsık! Ne diyordunuz, bize neler söylüyordunuz?”
Hâlbuki o artık marsık değildi, arkadaşına inen sillenin kendi ruhuna aşıladığı acı ile bembeyaz kesilmişti, zangır zangır titriyordu ve kekeliyordu:
“Hiç ağa hazretleri, hiç! Kendi kendimize söyleniyorduk.”
Deli Murat zıvanadan çıkacak kadar kızmış bulunmasına rağmen bu kekeleyişe karşı gülmekten kendini alamadı:
“Ben ağa değilim, hazretleri hiç değilim. Bana Serçeşme Deli Murat derler! Arkadaşımın adı da Kara Mehmet’tir. Haydi, bir tokatta at üstünden yere düşürüp derviş secdesine yatan yoldaşını kaldırt da yoluna git. Bir daha da Uyvar Kalesi’ne bayrak diken Deli Muratlara, Venedik donanmasını bir gülle ile küle çeviren Kara Mehmetlere etek öptürmeye kalkışma. Bizim gibiler, düşmana ayak öptürürler amma kendilerine etek öptürmek isteyenlerin, saraylı da olsalar, derilerini yüzerler!”
Harem ağalarının yanlarındaki baltacı, şatır, yamak gibi uşaklar, ilk lahzada bıçaklarına el atar gibi olmuşlardı. Lakin Kara Mehmet’in sipahi kılığında olması, Deli Murat’ın da yarı çıplak kolunda hem levent hem yeniçeri dövmesi bulunması kendilerini saldırmaktan alıkoymuştu. O devirde sipahilere, yeniçerilere ulu orta el kaldırılamazdı. Padişahlar bile her iki zümre mensuplarından cezalandırmak istedikleri kimseleri kendi zabitleri vasıtasıyla hapse attırırlar yahut boğdururlardı.
Aynı zamanda bu uşaklar, harem ağalarından birinin sillelenmesinden ve birinin korkuya düşürülüp paçavraya çevrilmesinden için için haz alıyorlardı. Çünkü onların densizliklerinden, ahmakça çalımlarından, dillerindeki gemsiz küstahlıktan canları yanıktı. Bütün bunlara Deli Murat’la Kara Mehmet’in kolay yenilir insanlar olmadığını anlamak da katılınca bıçaklara atılmış olan ellerin hareketsiz kalışı tabii görülmek lazım gelir.
Fakat vaziyet harem ağaları için çok acıklı idi. Ağzı burnu kanaya kanaya atının ayağı dibinde upuzun yatmakta olan adam kadar öbürü de etrafa tebessümlü bir acınış telkin ediyordu. Biraz önce onları yarı mabut kudretinde görerek rükûlar, sücutlar içinde uğurlamaya koşanlar şimdi bıyık altından gülüyorlardı, Esirhanenin avluya bakan pencerelerinde kavsikuzahlar açılmıştı, renk renk kızlar manzarayı seyredip fıkırdıyorlardı.
İşte bu sırada Kara Mehmet araya girdi, atlı harem ağasına yanaştı.
“Hoş görün ağa…” dedi. “Bu işi. Siz saraylılar bizim dilimizi bilmezsiniz, biz taşra halkı sizin dilinizi anlamayız. Onun için ayda, yılda bir karşılaşırsak dalaşırız, birbirimizi incitiriz. Görüşmemiş olalım, tatlı tatlı ayrılalım. Sizin için de bizim için de hayır bundadır.”
Ve sonra eğildi, yerdeki harem ağasını şal kuşağından yakaladı, kara kıldan örülme bir çuval tutuyormuş gibi tek eliyle kaldırdı, atına bindirdi.
“Haydi!..” dedi. “Uğurlar olsun. Âdemoğulları için dövmek de vardır, dövülmek de. Bugün senin bahtına tokat yemek çıktı. Hoş bir şey değil amma suç senin. Sövmeyeydin, bu hâle gelmeyeydin.”
Yeni bir münakaşanın yeni bir dayakla neticeleneceğini, bu dev yapılı adamlarla başa çıkamayacaklarını çoktan anlamış bulunan ağalar ağızlarını açmadılar, uzun boylarını boyunlarının büklümü içinde kısaltarak atlarını sürdüler, hünkâra dert yanıp gördükleri hakaretin öcünü almak ümidi içinde oradan uzaklaştılar.
Şimdi esirhane emini, bütün adamlarıyla, Deli Murat’ın ve Kara Mehmet’in önünde eğiliyordu, dalkavukluğa girişerek yapılan işin yerinde olduğunu söylüyordu. Esirciler de saray adamlarını silleleyen yiğitleri korka korka süzüyorlardı. Çünkü onların alışveriş yapmaya kalkışmaları hâlinde çetin bir maslahatla karşılaşmış olacaklarını sezinsiyorlardı. Fakat iki yiğit dosta hakiki numaralarını verenler, pencerelere yığılan esir kızlardı. Onlar, harem ağasını bir sillede al kana boyayıp yere düşüren Deli Murat’ın pençesinde ve bu sillelenmiş iri boy Arap’ı tek eliyle kaldırıp at üstüne atan Kara Mehmet’in bileğinde yüreklerini hoplatan bir şey, bir cazibe, bir büyü görüyorlardı ve heyecan içinde titreşiyorlardı.
Hiddet buhranından yavaş yavaş kurtulan Deli Murat, kendilerini alkışlayıp duran esirhane eminini terslemekte gecikmedi:
“Ağa…” dedi. “Biz buraya ne harem ağası dövmeğe ne seni dinlemeye geldik. Biz alışveriş yapacağız.”
Ağa, sert söylenen bu sözler üzerine esircilerin en ileri gelenlerini yanına çağırdı, emir verdi:
“Şahbazları yukarı çıkarın, bütün kızları gösterin. İnşallah hoşlarına gidecek mal bulurlar da eli boş dönmezler. Böyle yiğit müşterilerin gönüllerini hoş etmek borcumuzdur. Haydi yürüyün, gözünüzü dört açın.”
***
Esir alışverişi hiçbir aksataya benzemez. Bu alıp satma sahnesinde müşteri -ekseriya- şehvettir, hayvani ihtiraslardır. Satılan meta ise öldürülmüş irade, susturulmuş gönül, unutturulmuş hürriyet ve -hepsinden acıklısı- güzelliktir, gençliktir, ettir!.. Şahlanmış hülyalarla esir pazarına gelen şehvet, kızıl ve kıpkızıl iştiha hâlinde harekete geçer, önüne serilen saçları tel tel muayene eder, keyfine bırakılan beyaz, esmer; zayıf, tombul; körpe, olgun etleri mıncıklar, okşar ve o saçların omuzlarda dalgalanışı, o etlerin yürüyüş vaziyetindeki biçimlerini uzun uzun tetkik eder. Sonunda ya hoşnut kalarak sırıtır, bir avuç altın kusarak et kümelerinden birini kucaklar, inine götürür. Yahut homurdanarak döner.
Satılan kızların, kadınların kasap dükkânındaki gövdelerden farkı, sadece canlı olmaktan ibarettir. Yoksa bu metaların da o gövdeler gibi örtüleri deridir ve her yanları açıktır. Çünkü bir kuzu gövdesi nasıl başından kuyruğuna kadar görülmek lazımsa bir esir vücudu da öyle gözden geçirilmek icap eder. Kesilmiş bir kuzuda hoşa gitmeyecek parçalar bulunduğu gibi satılık bir kadında da meşrebe ve zevke göre çirkin görünecek yerler bulunabilir. Bu sebeple esir, yalnız derisiyle teşhir olunur ve müşteri onun benlerini sayar, kalçalarını ölçer, bütün uzviyeti üzerinde arzularını dolaştırır. Esir, canlı bir manken gibi -verilen emirlere uyarak- diz çöker, yan yatar, yüzükoyun uzanır, iki büklüm durur, yürür, oturur, dişlerini göstermek için güler. Yalnız ağlayamaz. Çünkü ağlarsa mal sahibini kızdıracağını ve çıplak sırtına kamçı ineceğini bilir.
Müşteri eti beğenince kasabın vazifesi parayı almak ve eti satmaktır. Et, kendine açılan ağza karşı bir şey söyleyemez, mukadder olan akıbetine doğru sürüklenip gider. Esir kızlar da öyledir. Kendilerini alan adamların ne yaşıyla ne kılığıyla alakalanamaz, koyun budu sessizliğiyle müşterisine mal olur.
İşte Deli Murat, Kara Mehmet böyle bir alışveriş sahnesine gidiyorlardı. Fakat onların han avlusunda bir hadise çıkarmış; saray adamlarını hırpalamış olmaları, kendilerine başka müşterilerden farklı bir mevki temin etmişti. Vakıayı pencereden seyretmiş olan esir kızların hepsinde bu iki yiğit adama karşı bir ilgi seziliyordu. Kuvvet, esir kadın kalbini de heyecanlandırır. O kalp, hissetmekten menedilmiş olsa bile yerinde duyar, çarpar. Esir pazarındaki küme küme kızların kalbi de beş on dakikadan beri hızlı hızlı atıyordu ve bu çırpınış, gamlı gözlere garip bir cila getiriyordu.
Mallarını teşhir için Deli Murat’la Kara Mehmet’in yanına katılan esirciler, ilkin dehlizlerdeki düşük kıymetli kızları sıraladılar, usulü dairesinde yürüterek, oturtarak ve terbiyeleri hakkında malumat vererek müşterilerin dikkatini uyandırmaya çalıştılar. Muhtelif milletlere mensup olan bu kızların çoğu kusurlu olup içlerinde göze hoş görünebilenleri de yaşça geçkindi ve hemen hepsi mutfakta çalıştırılabilecek takımdandı.
Arkadaşından daha hararetli görünen Deli Murat, kısa bir temaşadan sonra yüzünü ekşitti.
“Bunlar…” dedi. “Züyuf akçe. Bizim keseye elvermez. Biz ayarı düzgün altın arıyoruz.”
Esirciler, kötü malları sürememekten doğma hoşnutsuzluklarını riyalı tebessümlerle örtmeye çalışarak öne düştüler, iki arkadaşı oda oda gezdirmeye başladılar. Her odada Avrupa’nın, Asya’nın, Afrika’nın muhtelif ülkelerinden derlenmiş düzinelerle kızlar bulunuyordu. Hepsi yarı çıplak yaşatılan bu zavallılar, müşterilerin odaya girmesiyle beraber üstlerindeki örtüyü atıyorlar, boy sırasıyla bir yana diziliyorlar ve sahiplerinin işaretini alır almaz öğrendikleri şeyleri bir makine düzeniyle yapmaya koyuluyorlardı.
Deli Murat, renk renk kumaş arasından nefis bir parça seçmeye çalışan, fakat o bolluk içinde bu işi başaramayan şaşkın bir müşteri durumundaydı, bütün kızları beğeniyor, lakin içlerinden birini ayıramıyordu. Kara Mehmet ise gittikçe çoğalan bir iç bulantısı geçiriyordu. Yetmiş iki milletin bedenî güzelliklerini çıplak tenlerinde temsil eden bu küme küme kız, onda bediî heyecan değil, derin bir istikrah uyandırmıştı. Arkadaşının hatırını kırmaktan çekinmese çoktan hanı terk edip çıkacaktı. Ancak bu endişe ile dişini sıkıyor, içindeki bulantıyı açığa vurmamaya çalışıyordu. Fakat Deli Murat’ın bir aralık kendine dönüp de “Nasıl kardaş, beğeniyor musun yavruları?” demesi üzerine dayanamadı, homurdandı:
“Kusulacak şey! Sana uyup da buraya geldiğime vallahi hayıflanıyorum. Kadını hoş gösteren örtünmesi imiş. Nedir bu maskaralık?”
Deli Murat belinledi:
“Anlamadım arkadaş!” dedi. “Alay alay kız görmek hoşuna gitmiyor mu?”
“Hayır.”
“Zevkine turp sıkayım senin! Bu ne ölü yürek be! Küçükken hiç mi Meryemana kuşağı görmedin, altında el çırpıp oynamadın, işte bunlar, bu gördüğün kızlar o Meryemana kuşağının canlısı. Gözünün çapağını sil de iyi bak. Sarı istersen var, kumral istersen var, beyaz istersen var. Ya hepsinin bir arada bulunuşu!.. Dediğim gibi insan kendini Meryem Ana kuşağına sarılmış sanıyor.”
Kara Mehmet omuzlarım silkti:
“But, bacak, omuz, kalça. But, bacak, omuz, kalça. Nereye baksan hep bu. Sanki salhanede (mezbahada) dolaşıyoruz.”
“Çelebi adammışsın da haberim yokmuş. Vah, yufka yürekli kardeşim vah! Senin böyle ince olduğunu bilseydim rahatını bozmazdım. Suçumu bilgisizliğime bağışla da açık konuş: Bir kız satın almaktan caydın mı?”
“Çoktan!”
“Öyleyse beni kendi hâlime koy. Çünkü evlenmeye karar verdim. Anam, bacım, halam, teyzem yok ki görücü çıkarıp kapı kapı gezdireyim. Öyle bir candan adamım da olsa görücülüğe göndermeyi düşünürüm. Çünkü başkasının gözüyle evlenmek el ağzıyla lokma çiğnemeye benzer. Ben, eşimi kendim seçmeliyim.”
“Bana ilişme de ne yaparsan yap.”
Deli Murat, bütün odaları gezdi, kızları beğendi, fakat seçmek meselesinde gene teenni gösterdi, bıyıklarını büke büke uzun düşünceler geçirdi ve bir aralık Kara Mehmet’e sokularak fısıldadı:
“Esirciler düzenci olurlar. Onların gösterdiklerini değil, göstermediklerini görmeli.”
“Ne demek bu?”
“Şu demek ki ben kuşku içindeyim. Bu handa bizden saklanan kızlar da olsa gerek.”
“Niçin saklasınlar?”
“Herifler cin gibi. Bizi görür görmez paramızı sayıvermişlerdir ve paramıza göre mal çıkarmışlardır.”
“Öyle de olsa gördüklerimiz sana yetmez mi?.. Alacağın bir kız, vereceğin yüz altın. Bu küçük iş için on bin eksik eteğin dişini sayacak değilsin ya.”
“O benim bileceğim iş. Sen karışma, seyirci ol.”
Deli Murat, bu sözü söyledikten sonra bütün esircileri başına topladı, amir ve hâkim bir sesle sordu:
“Başka mal yok mu?”
Hepsi birden cevap verdi:
“Hayır ağa.”
“Ya varsa, ya bizden saklanmak isteniliyorsa?”
Eli palasının kabzasında idi, gözlerinde kavgaya tutuşmak isteyen bir pars bakışı yanıyordu. Esir satıcılar hem o durumu hem o bakışı görmüşler ve sararmışlardı. İçlerinden biri, arkadaşlarının ihanetine, gammazlığına uğramaktan korkuyormuş gibi telaşla kekeledi:
“Bende tek bir kız daha var, fakat peyli!”
“Kime peyli?”
“Saraya!..”
Deli Murat’ın pala kabzasından ayrılan pençesi bu haberi veren esircinin koluna yapıştı ve amir sesi gene gürledi:
“Bana göster o kızı.”
“Ocağına düştüm ağa, zorlama. Bu olmaz iştir. Kız, saray için peylenmiştir.”
“Zararı yok çelebi, zararı yok. Elverir ki kız hoşuma gitsin!”
Esirci, koluna yapışan çelik pençenin tazyiki altında morarıp kararmakla beraber sarayca peylenmiş bir kızı başka bir müşteriye çıkarmaktan doğacak akıbeti düşünerek Deli Murat’a karşı koymak istiyordu. Fakat o çelik pençe yavaş yavaş kırıcı bir kelepçe olmaya ve yapıştığı yere dayanılmaz bir acı aşılamaya başladı. Esirci bu durumda akıbet korkusunu unuttu, yanık yanık inledi:
“Kolumu kırma ağa, kızı göstereceğim!”
Ve öbür esircilere dönerek yalvardı:
“Bu işi zor altında yaptığıma şahit olun.”
Deli Murat da gevrek gevrek gülerek aynı sözü tekrarladı, esircilerle eğlendi:
“Bu işin zor altında yapıldığına şahit olun, mahkemeye çağırılırsanız gördüğünüzü, duyduğunuzu söyleyin.”
Kara Mehmet, harem ağalarının oraya gelişleriyle şu esircinin gösterdiği telaş arasındaki münasebeti sezmekten ve arkadaşının münasebetsizliğini aykırı bulmaktan geri kalmamakla beraber araya girmeyi yersiz görüyordu. Çünkü Deli Murat’ın saklanan kızı görmekle iktifa edeceğini umuyordu. Yüzlerce kız arasında intihap yapamayan Serçeşme’nin sarayca peylendiği söylenen esire balta asacağına ihtimal vermiyordu.
Fakat onun bu düşüncesi yanlış çıktı. Deli Murat, saray adamları tarafından görülüp beğenilmiş ve ayrı bir hücreye konulmuş olan kızdan bir bakışta hoşlandı, şen şen solumaya koyuldu ve hemen pazarlığa kalkıştı.
Serçeşme’nin kızı beğenivermekte hakkı da yok değildi. Bu esir, gerçekten güzel bir mahluktu. Sülün yapılı, ceylan bakışlı, keklik yürüyüşlü bir kızcağızdı. Tepeden tırnağa kadar kusursuzdu. Deli Murat onunla karşılaşır karşılaşmaz heyecanlanmış, yüzlerce kızın arasında dolaşırken göstermediği bir telaşla bıyıklarını burmaya başlamış ve umulmaz bir av gören aç kaplanlar gibi çılgın bir sevince kapılarak haykırmıştı:
“Vay anam, vay! Lokman Hekim’in lokması mısın, bir içim su musun, nesin anlayalım yavrum!”
Kızın sahibi olan esirci, acınacak bir durumdaydı, ellerini ovuşturup dolaşıyordu. Serçeşme de gittikçe artan bir sevinç içinde söylenip duruyordu:
“Evvel mezat, yüz altın. Arttıran varsa karşıma çıksın.”
Esirci işin pazarlığa döküldüğünü görünce dizüstü geldi, yalvarmaya başladı:
“Tabanını yalayım ağa, bu kızdan vazgeç. Başıma dert açarsın, ocağımı küle verirsin. İstediğin bir kız değil mi? Benimkilerden olsun, başka bezirgânlarınkinden olsun, gözüne kestirdiğini seç. Bir para vermeden al götür. Ceremesini ben çekerim. Yalnız buna ilişme.”
Deli Murat, bu yalvarışı duymuyordu bile. Çünkü benliğini önünde gülümseyip duran güzel kıza kaptırmıştı. En koyu bir gecenin üzerinden alınan bir parçadan örülmüş kara sırma bir tacı andıran saçları, güneşin en nurlu tarafından koparılarak badem biçiminde iki inci hâline konulmuş ve keskin ışığı bozulmadan siyaha boyanmış gözleri, sihirli bir kalemle yontulmuş iki gül yaprağına benzeyen yanakları, nurdan dökülmüş gibi görünen burnu ve gerdanı, gerçekten delikanlı olan Serçeşme’nin aklını zıvanadan çıkarmıştı. Kız da bakışında, homurdanışında ve bütün yapılışında bir aslan mehabeti sezilen bu erkekten hoşlanmıştı. Biraz önce kendini görüp beğenen kara yüzlü adamlardan tiksindiği için Deli Murat’a daha çabuk ısınmıştı. Harem ağalarının neci olduklarını bilmediği gibi kimin namına kız aradıklarını da henüz öğrenmiş değildi. Onların kendi hesaplarına alışverişe geldiklerini sandığından ve beğenildiğini de sezdiğinden enikonu muzdaripti. Siyah derili adamların eline düşmeyi istemiyordu ve Deli Murat’ın gösterdiği çılgın alakadan bu sebeple iki katlı bir zevk alıyordu.
Fakat sahibinin takındığı vaziyetten pirelenmişti, kendisinin bu yiğit erkeğe satılmak istenmediğini görerek mütehayyir ve müteessir oluyordu. Kız, müşterinin şu yanık yalvarış ve verilmek istenilen rüşvet üzerine pazarlıktan cayabileceğini düşündüğünden bir hamle yapmak istedi. Dayanılmaz bir işve içinde Deli Murat’a doğru yürüdü, hiçbir sazın taklit edemeyeceği kıvrak bir sesle şu sözleri söyledi:
“Ben bağlama da çalarım efem, oynarım da efem!..”
Deli Murat’ın heyecanı bu sözleri duyar duymaz son hadde yükseldi ve kekeleye kekeleye cevap verdi:
“Gönül de çalarsın yavrum, akıllar da oynatırsın kızım! Seni görüp de bu marifetlerini anlamayacak adam bulunur mu?”
Esirci işin sarpa sardığını anladı. Kızın müdahalesi bütün ümitleri altüst etmiş oluyordu. Bununla beraber bir tecrübeye daha girişmek istedi:
“Ağa…” dedi. “Bu kızdan vazgeçip de başka birini seçersen sana yüz altın da kahve parası veririm.”
Serçeşme kötü kötü gülümsedi ve herife karşılık vermeye lüzum görmeyerek kızın yanına sokuldu, bir elini omuzuna koydu.
“Bülbül hatun…” dedi. “Beni beğendin mi?”
“Sizi Tanrı övüp yaratmış. Kim beğenmez ki efem?”
Uçmak, havalanmak ihtiyacını duymaya başlayan Deli Murat, kendini zorla zapt ederek sordu:
“Benimle baş göz olmak, beraber yaşamak ister misin?”
“İsterim efem.”
“Öyleyse düş önüme. Yarım saate varmadan nikâhımız kıyılacak, bir saat geçmeden de gerdeğimiz kurulacak!”
Ve koynundan bir kese altın çıkarıp esircinin önüne attı:
“Bunun içinde iki yüz temiz duka altını var. Yarısını Bülbül Hatun için veriyorum, yarısını da sadaka olarak sana bağışlıyorum. Yalnız bir örtü ver de Bülbül’ü sarayım.”
Esirci, yeni ve bambaşka bir telaşla Deli Murat’ın dizlerine kapandı, inledi:
“Saraylılar bu kıza beş yüz altın paha biçtiler. Siz iki yüz duka veriyorsunuz.”
Serçeşme, önünde sürünen adamın hayrete değer bir ustalıkla cübbesini çekip çıkardı, Bülbül Hatun diye anmaya başladığı güzel kızın üstüne geçirdi ve gene herifin belindeki şalı çözerek Bülbül’ün başına sardı.
“Bizim bir akçemiz…” dedi. “Sarayın bin akçesine bedeldir. Sen hesabını ona göre yürüt, Bülbül Hatun’la beni de artık unut!”
Kız, o güne kadar eşini görmediği bu garip alışverişin zevkiyle gülüp duruyordu. Esir pazarlarında yaşayıp giden ananeye göre satılan kızların, muamele tekemmül ettikten sonra, eski sahiplerine saygı göstermeleri ve onların elini öpüp veda etmeleri lazımdı. Bülbül Hatun bu lüzumu da hatırlamayacak derecede sevinç içindeydi, kırk yıllık bir dostu imiş gibi Deli Murat’a sokulmuştu.
Esirci, ne yandan bakılsa zarar gösteren bu hadisenin verdiği sersemlikle, çömeldiği yerde bön bön bakıp duruyordu. Belinden şalını, üstünden cübbesini alan zorba müşteriyi kızdırmaktan korkmakla beraber saray adamlarının peyledikleri bir kızın böyle alınıp götürülmesine de tahammül edemiyordu. Hele yarım saat önce beş yüz altın paha biçilen bir malın iki yüz altına alınmak istenilmesi büsbütün gücüne gidiyordu. Fakat vaziyeti düzeltecek bir yol bulamayarak hayret ve ızdırap içinde kıvranıyordu.
İşte bu sırada Kara Mehmet araya girdi:
“Murat…” dedi. “Yaptığın işi beğenmedim. Şu adamın başını derde sokuyorsun. Bari yüz altın daha ver de gönlü hoş olsun.”
Ve sonra esirciye döndü, şu öğüdü verdi:
“Helal paranın hayrı vardır, bizim azımızı çoğa say. Saraya karşı da bir düzen kullan. Söz gelimi kızın kaçtığını söyle. Çünkü bizim arkadaşın pençesinden kız almak, ecel elinden ömür kurtarmak kadar zor bir iştir. Onunla canciğer kardeşken ben bile kendime güvenemem, böyle bir işe girişemem. Onun için kazaya rıza deyip susmalısın, kısa günün kârını da hoş görmelisin. Haydi Allah’a ısmarladık.”
Deli Murat, Bülbül Hatun’la meşgul olduğu için bu sözlerin yarısından çoğunu duymadı. Fakat Kara Mehmet’in tavsiyesini dinlemezlik de yapmadı, bir kese altın daha çıkararak esirciye verdi ve güzel kızı önüne katarak odadan çıktı.
Bütün esirciler sarayca peylenen bir malı zorla satın almak cesaretini gösteren iki yiğit adamı hayran ve korkak bakışlarla teşyi ediyorlardı.[10 - Teşyi etmek: Uğurlamak, geçirmek. (e.n.)] Onların eli boş gitmediklerini gören öbür kızlar ise kıskançlık ateşine sarılarak gene pencerelere dökülmüşlerdi, bir kaplana eş olmuş ceylan şuhluğuyla salına salına uzaklaşan arkadaşlarını seyredip hayıflanıyorlardı.
Han kapısını, ferman dinlemez yiğitler şerefine henüz açık tutan esirhane emini, onların yaptıkları alışverişten kendi hissesini almaya hazırlanıyordu. Fakat berikiler sade bir selam verip geçmişler ve herifin hülyasını hayrete çevirip gitmişlerdi. O, kaybettiği öşrün acısını ancak hain bir mülahaza içinde eritmek yolunu buldu, müşterilerin arkasından mırıldandı:
“Bana öşür vermemek elinizden gelir amma hünkâr için beğenilen kızı almak suçunun hesabını vermemek elinizden gelmez. Biraz sonra görüşürüz ağalar!..”
***
Deli Murat, evlenmeyi tasarlayıp da Kara Mehmet’le görüşmeye gelirken her şeyi düşünmüş ve bütün hazırlıkları yapmıştı. Zeyrek Yokuşu’nda kiraladığı ev, gelin hanımı bekliyordu. Yaşlı bir kadın da bu minimini gerdekte bekçilik yapıyordu. Murat, handan çıktıktan ve Kara Mehmet’le vedalaşıp ayrıldıktan sonra doğru eve gitti. Bülbül Hatun’u giyindirip kuşandırdı, bekçi kadınla hamama yolladı, kendisi de mahalle imamını ve mahalleliden dört kişiyi çağırdı, satın aldığı ve adını Bülbül koyduğu kızı esirlikten çıkarıp azat ettiğini söyledi, usulü dairesinde bir azat kâğıdı yazdırıp imzalattı ve o adamları, Bülbül’ün hamamdan dönüşüne kadar alıkoydu, kız gelince de nikâhını kıydırdı.
Deli Murat, ömrünün ilk şen gecesini yaşıyordu. Onun kurduğu gerdek minimini bir şeydi. Fakat saf yürekli adama uçsuz bucaksız bir meydan gibi geniş görünüyordu. Tek mumlu şamdan, odadaki karanlığın ancak bir noktasını beyazlatabildiği hâlde Murat, nur içinde yürüyormuş gibi engin bir ışık hazzı buluyordu. Yanı başındaki kadın, açık kollu ve açık göğüslü cepken giyerek yere inmiş bir mehtap gibi yiğit adamı tepeden tırnağa kadar aydınlatıyordu. Bekârlığın yıldızsız bir gece olduğunu bu gülümseyen, tatlı tatlı konuşan mehtabın nurunu emmekle anlıyordu ve kırk uzun yıl, yüreğini geceye sarıp yaşadığı için enikonu hayıflanıyordu.
O, gerdeklerde ulu orta konuşulmayacağını bilenlerden olmakla beraber aşk kasideleri haykıracak ağza malik değildi. Duyuyordu, fakat duyduklarını kelimeleştiremiyordu. Bazen yüreğindeki heyecan, dudaklarına kadar yükseldiği hâlde onu yutmak mecburiyetinde kalıyor ve sonra kızarıp bozararak karısına sokulup kekeliyordu:
“Sana diyecek nelerim var, bilsen?”
Lakin dakikalar geçtiği hâlde bu denilecek şeyleri bir türlü açığa vuramıyordu. Nihayet bir muhavere mevzusu buldu, kendi hayatını anlattı, kimdi, kimin nesiydi? Nerede doğmuştu, şehit babasından kalan tarlayı nasıl satıp leventliğe çıkmıştı? İlk savaşı nerede yapmıştı, ilk yarayı nasıl almıştı?.. Bütün bunları, arkadaşına tatlı masallar anlatan bir çocuk saffetiyle hikâye ederken ara sıra duruyor ve soruyordu:
“Sıkılmıyorsun, uykun gelmiyor, değil mi?.. Hele biraz daha dinle, konuşmak keşiği[11 - Keşik: Sıra, nöbet. (e.n.)] sana gelecek. Sonra uyuruz!”
Kız, rüyalı bir bakışla onu sararak hikâyeyi dinliyor, gittikçe artan zevkini silinmeyen bir tebessüm içinde hissettirerek için için gecenin ebedîleşmesini diliyordu. Deli Murat ona, bir cennet adamı gibi göz kamaştıran garabetler tattırıyordu. Yiğit Türk’ü dinlerken bazen gözünün önüne esirciler ve esir pazarında zaman zaman gördüğü müşteriler geliyordu. O vakit ıztırarî bir zihin ameliyesiyle mukayeseler yapmaya girişiyor ve kocasıyla onların arasındaki hesaba sığmaz farkı apaçık görerek yeni bir zevkin, yeni bir hazzın sarhoşluğuna kapılıyordu. Sabahleyin beğendiği erkeği şimdi seviyordu, onun yanında bulunmaktan, onu dinlemekten mesut oluyordu.
Deli Murat, kendi hayatını beşikten gerdeğe kadar hülasa edip anlattıktan sonra eşinin ellerini tuttu:
“Şimdi…” dedi. “Keşik senin. Kimsin, nerelisin, şu yaşa kadar neler görüp geçirdin? Birer birer anlat ki birbirimize yabancı kalmayalım.”
Kız, derin derin içini çekti, gamlı gamlı hayatının tarihini fısıldadı. Bu tarih kısa idi, bir satırlıktı. Fakat Deli Murat’ı yüreğinden yaralamaya kâfi gelecek kadar acıklı bir belagat taşıyordu. Yiğit levent, bu mahzun tarihin her kelimesini ruhuna sindirdikten sonra kızı okşadı.
“Bu âdet…” dedi. “Çok kötü. Düşmanı atından yıkıp bağlamayı, esir edip pazar pazar dolaştırmayı anlarım. Çünkü onun da elinden gelse beni ipe saracağını biliyorum. Fakat hırsızlar gibi sinsi sinsi yürüyerek, orman köşelerinde saklanarak, bahçelerde pusu kurarak pınardan su doldurmaya, korudan ağaç kesmeye, tarladan çilek derlemeye giden masum kızların üstüne atılmak, onları ana kucağından çalmak, uzak ülkelere götürüp satmak günah! İşte bak, seni de böyle aşırmışlar. Suçun ne, taksirin ne?.. Ya o adamlar, bu işi yapmak hakkını nereden alıyorlar? Doğrusu üzüldüm! Onlarla yüzleşsem, yüzleşebilsem vallahi dayanamam, senin öcünü alırım.”
Kız, bahtiyar bir tebessümle eğildi, kocasının ellerini öptü.
“Kötülükten…” dedi. “İşte iyilik de çıkıyor. Beni çilek bahçesinden kaçırmasalardı, İstanbul’a getirip pazara çıkarmasalardı seni bulabilir miydim?”
Kızın dudaklarında al bir tebessüm olan saadet, şimdi kızıl bir alev gibi Deli Murat’ın damarlarına geçmişti. O bir lahzalık temas, bir iki saatten beri mahpus kalan iştiyakları, ihtirasları kamçıladığından Serçeşme, artık çılgın bir sabırsızlık geçiriyordu. Kız, sözünü bitirir bitirmez o, yerinden fırladı.
“Di gel Bülbül!” dedi. “Biraz da kafeste öt!”
Kafkas dağlarının bir köşesinden yakalanarak İstanbul’a getirileli bu gerçekten güzel mahluk, öz yurduyla kendi arasındaki mesafenin artık aşılmaz bir çöl hâlini alacağını, fakat hayalinin derinliklerinde yaşayacak bu çöle karşı benliğinde -çiçekli, ışıklı- yeni bir âlem açılacağını anladı. Kapanmak üzere bulunan hayatını tek bir saniye içinde uzun uzun selamladı, anasının artık silikleşen yüzünü, son defa olarak gözlerinde belirip sönen iki katre yaşla öptü ve yeni ömrünün eşiğine doğru yürüdü.
Bu eşik basit bir yataktı ve Deli Murat’ın heykelimsi endamını taşıyordu. Bülbül Hatun, bahtiyar bir uysallıkla orada eğildi, içine atılacağı yeni hayatın kapısını açar gibi derin bir huşu içinde kocasının çizmelerine el attı. Onları çıkaracak ve sonra, kendine düşen her vazifeyi yapacaktı.
Deli Murat, Uyvar Kalesi’ne atıldığı dakikanın heyecanından daha büyük bir tahassüs içindeydi, o atılışta vurmak, kırmak, devirmek, öldürmek hırsı kılavuzluk ediyordu, şimdi damarlarında tutuşan atılmak ihtiyacını ise sevilmek ve sevmek, okşamak ve okşanmak ihtirası kamçılıyordu. Uyvar önünde sağını solunu ve yeri, göğü kıpkızıl görüyordu. Şimdi ise karşısında muattar bir pembelik, irade eriten nefis bir yumuşaklık buluyordu. Hayat artık, onun gözünde de kıymet almıştı ve bu kıymeti, dizine oturttuğu mehtap veriyordu.
Bülbül Hatun, kendine kafes olarak gösterilen köşenin nasıl bir âlem sakladığını düşünerek için için titriyordu. Bu titreme, zevkli ve sarhoşlatıcı bir hâlet olmakla beraber idrakinin düzgün işlemesine engel oluyordu. Yapıştığı çizmeyi iki uzun dakika içinde çıkaramaması da bu yüzdendi, titreyişindendi.
Deli Murat, sabırsızlığını taşıran bu beceriksizliği sert bir müdahale ile gidermek istedi:
“Sen…” dedi. “Kendi cepkenini at. Ben çizmemi çıkarırım.”
Ve sonra birden hatırlayarak gülümsedi:
“Az kaldı, unutuyordum. Senin yüz görümlüğün koynumda, krala verdiğim söz de boynumda duruyor. Aman, şu emaneti vereyim de yükten kurtulayım.”
Bilmeyiz, bu âdete uyanlar köşede, bucakta kalmış mıdır? Bir zamanlar gelinlere yüz görümlüğü verilmek, evlenme merasiminin en mühimlerindendi. Gerdeğe konulan çiftler, hemen umumiyetle, orada birbirini tanıdıkları ve bu ilk karşılaşmadan -hele kızlar- süreklice heyecan duydukları için yüz görümlüğü vermek usulü ihdas olunmuş ve bu rasimenin yapılmasıyla gelinlerin heyecanını gidermek gayesi güdülmüştü. Konuşamayacak kadar heyecana kapılan gelinler, kocalarının “Adın ne?” gibi manasız sorularla açmak istedikleri muhavere kapısından uzak kalırlar ve bazen dakikalarca dilsiz dururlardı. Güveyler işte bu durumda -içtimai vaziyetlerine veya nikâhtan önce yapılan pazarlığa göre- koyunlarından -gerdanlık, beşibirlik, broş, yüzük gibi- bir şey çıkararak geline sunarlar ve bu tılsımla onun dilsizliğini gidererek tatlı tatlı konuşmaya koyulurlardı.
Bu âdetin gülünç, fakat dikkate değer bir tarafı da vardı. Seyrek ve pek seyrek de olsa bazen bir gelinin soğukkanlı, daha doğrusu tabii davranarak kocasının sorularına karşılık verdiği görülürdü. Bu vaziyette güvey, yüz görümlüğü takmak borcundan kurtulmuş sayılırdı. Çünkü o vergi, konuşmayan gelinin dilini açmak için konulmuştu. Kadın, kendiliğinden konuşunca vergiyi almak hakkını kaybetmiş olurdu. Bundan dolayıdır ki gelinlere, gerdek gecesi vazifelerini öğreten yengeler, ilk öğüt olarak güveyin ayağına basmaya çalışmalarını, bunu yaparlarsa kocalarına hâkim olacaklarını söylerler ve onun ardından aptallık edip yüz görümlüğü almadan konuşmamalarını tembih ederlerdi!..
Bülbül Hatun, ananeye göre, yüz görümlüğü alamazdı, çünkü konuşmuştu. Esir pazarından satın alınmış bir kız olmak sıfatıyla da esasen böyle bir armağana liyakati yoktu. Lakin Deli Murat, yıllardan beri taşıdığı elmas dertten kurtulmak için evleniyordu. Erdel kralına verdiği sözü yerine getirmek, onun için dokuz yaşına girmiş bir ülkü idi. Artık bu ülküye ermek gerekti, zemin de hazırlanmış bulunuyordu. Ondan dolayı çizmesini çekip atmadan, hatta palasını çıkarıp duvara asmadan o işi yapmak istedi, elini koynuna sokup kadife mahfazayı çıkardı, büyük çapta elmas yüzüğü aldı.
“Getir Bülbül, parmağını.” dedi. “Şunu takayım!”
Elmasın belki adını duymamış olan güzel kız, gözlerine doğru yükseltilen pırıltılı taşın kıymetini kavramakta gecikmedi. Çünkü kadındı ve kadınlar kendi ruhlarındaki ışıktan birer parça taşıyan elmasları, zümrütleri, yakutları, akraba tanıyarak severler!..
Deli Murat, uzattığı taşın karısında uyandırdığı sevinci sezdi ve onun yumuşak elini pençesinin içine alarak uzun uzun okşadıktan sonra yüzüğü bir parmağına geçirdi. Fakat başka bir nurlu madenden yapılmış gibi temas ettiği eli aydınlatan o zarif parmağa bu yüzük bol gelmişti, bırakıldığı vakit çevriliyor ve elmas taş yana doğru bükülüyordu.
Serçeşme, kuvvetli bir tazyikle halkayı daraltmak istedi. Lakin bunu yaparsa yüzüğün yamrı yumru olacağını düşünerek vazgeçti.
“Gördün ya…” dedi. “Bu yüzük senindir, dokuz yıldan beri senindir. Ben bir emanetçi gibi onu koynumda taşıdım. Hem üzüle üzüle taşıdım. Çünkü iğreti mal ancak tellal sırtına yakışır. Bense levendim, ünlü bir levendim, bugüne bugün Serçeşme’yim. Benim olmayan bir malı taşımaktan hoşlanmam. Lakin ne yazık ki parmağına bol geldi. Yarın inşallah Kuyumcular Çarşısı’na giderim, halkayı daralttırırım, gün batmadan yanına gelip gün ışığı altında parmağına takarım. Hele şimdi kutusuna koyalım, biz kendi işimize bakalım.”
Deli Murat, duyduğu üzüntüyü bu teselli ile giderdikten ve yüzüğü mahfazasıyla gene saltasının cebine koyduktan sonra eğildi, çizmesini çıkarmaya hazırlandı. Eli çizmesinin, gözü de cepkenini çıkarmış, yeleğini atmaya hazırlanmış olan Bülbül Hatun’un topuğunda idi.
Sabırsızlığına rağmen acele etmiyordu, ihtiraslı hülyalarla dolu bakışlarını o mevzun topuktan ayırmıyordu.
Bu sırada sert sert kapı çalındı ve amir bir sesin gürültüsü henüz biçimi bozulmayan gelin yatağına kadar geldi. O gürültüde şu kelimeler dalgalanıyordu:
“Aç bre Serçeşme, biz saraydan geliyoruz!”
Saray ve Serçeşme!.. Bu, gökle yer gibi birbirlerine milyonlarca fersah uzak mefhumlardı. Göğün yere inmesi ne kadar imkânsızsa sarayın şu kapıya gelmesi de o derece inanılmaz bir şeydi. Fakat bütün cihanı eşiğine cezbetmek isteyen mağrur saray, bazen arzularını uşaklar ağzıyla kulübelere de tebliğ ettirirdi. Bu, eğiliş olmaktan ziyade -ya taltif ya tahkir için- yeri göğe yaklaştıran bir hareket gibiydi.
Şimdi de aynı şey yapılıyordu ve sarayın haşmeti, iki odalı bir evin eşeğinde tecessüm ettiriliyordu. Deli Murat, geçirdiği hayrete ve duyduğu hiddete rağmen vakıanın hikmetini kavramaktan geri kalmadı, sabahki dayak hadisesinden dolayı sorguya çekilmek istenildiğini anladı.
Yaslandığı taşı, alay alay düşman karşısında da bırakmamak ve o taşı korumak uğrunda başını feda etmek her Türk’ün seve seve yapacağı bir iştir. Deli Murat ise o işi sınamış, sayısız savaşlar içinde pişmiş bir adamdı. Şimdi, ruhundaki kabiliyete ve o tecrübelere göre davranmak zorunu duyuyordu. Çünkü oturduğu ev, önünde serili duran yatak, sevinci kırılmış ve gözlerine şaşkın bir elem dolmuş olan kadın da tıpkı uğrunda can vermeyi borç tanıdığı sınır taşları, kale köşeleri gibi kendine mukaddes görünüyordu. Fakat vaziyetin bir aykırı tarafı vardı. Gelenler, kendisini gerdek zevkinden ayırmak ve karısından uzaklaştırmak isteyenler düşman sayılamazdı. Onlar, kanun denilebilecek bir kuvveti temsil ediyorlardı. Gerçi haklı atılmış bir sillenin hesabını sormaya kalkıştıkları için haksız olabilirlerdi. Lakin bu haksızlığı onlara pala kuvvetiyle kabul ettirmek bir suç olurdu. Aynı zamanda saray bir levent yumruğuyla yıkılacak kudretlerden değildi. Oradan gelen üç beş kişiyi püskürtmek kolay olsa bile işin sonunu hesaplamak gerekti.
Deli Murat, çabuk alevlenir ve ulu orta davranır bir yiğit olmakla beraber bütün bunları hesapladı. Çünkü hayatının artık kendine ait olmadığını anlıyordu. Tehlikeli bir maceraya atılmakla çiçeği henüz burnunda duran, emelleri henüz yüreğinde goncalaşan Bülbül Hatun’u da uçuruma sürüklemiş olacaktı.
Bu sebeple soğukkanlılığını korudu, muzdarip bir hayret içinde kalan karısına sokuldu.
“Yavrum…” dedi. “Bu sabah esir hanında iki Arap’la dalaşmıştım. Beni hünkâra çekiştirmiş olacaklar ki şu adamlar kapıma geliyor. Sen, olmasan ben onlara ikişer Hafız Paşa yumruğu aşk ederdim, kapıma gelmenin ne demek olduğunu öğretirdim. Lakin seni üzüntüde koymak istemiyorum, dişimi sıkıp sinirlerimi yatıştırıyorum. İzin ver de aşağı ineyim, herifleri göreyim. Bakalım, ne istiyorlar. Belki başka bir iş için gelmişlerdir. Yüzleşip anlaşayım.”
Kızcağız, saray ve hünkâr kelimelerinin neye delalet edebileceğini anlamaktan çok uzaktı. Yalnız baltalanmış bir zevkin acısını duyuyor ve kocasının gene çizmeli ve giyimli kalkışına üzülüyordu. Kapıya gelenlerin lafı uzatmaları ve kendine mukadder ve mübeşşer olan hayat değişikliği saatinin gecikmesi ihtimali de üzüntüsünü çoğaltıyordu. Yoksa hatırına hiçbir tehlike gelmiyordu ve çelikten bir dağa benzettiği kocasına herhangi bir rüzgârın zarar verebilmesine imkân görmüyordu.
Bundan ötürü müsterih bir tevekkülle içini çekti.
“Peki…” dedi. “Kapıya inin. Gelenleri görün. Ben de size şerbet hazırlayayım.”
Kapı, bu muhavere sırasında artsız arasız çalınıyordu, saray adamlarının yaygarası da şiddetini arttırıyordu. Soğukkanlılığını yeni baştan kaybetmeye başlayan Deli Murat, pencereye koşarak camı açtı ve haykırdı:
“Patladınız mı herifler, işte geliyorum. Beni biraz beklemeye dayanamayacak kadar kibarsanız yıkılın, gidin, beklemeyi bilen kişiler yollayın!”
Onların homurdanmalarını duymamak için pencere önünden hızla ayrıldı, karısının iki eline yapıştı.
“Bülbül…” dedi. “Gidiyorum. Seni sarmadan gidiyorum. Belki kapıdakiler yakamı bırakmazlar, beni saraya götürürler, bu da umurumda değil, çünkü hünkârla yüzleşirsem haklı çıkacağımı biliyorum. Fakat her işin kötü tarafını hesaplamalı. Şayet başıma bir çorap örülürse, ortaya sürgüne gitmek filan gibi bir şey çıkarsa sakın üzülme. Beni Yemen çöllerine yollasalar, rüzgâr olurum, gene seni bulurum, elverir ki sen, emniyet altında yaşayasın. Bunun için sözlerime iyi kulak ver: Yarın öğleye kadar gelmezsem, seninle hamama giden ihtiyar kadını sipahi hanına yolla, Topçu Kara Mehmet’i buldur, başıma geleni anlat. O seni ben dönünceye kadar korur.”
İşin içinde bir facia dolaştığını ancak şimdi sezen Bülbül Hatun, şaşkınlıktan ızdıraba geçti, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Deli Murat, karısının gözünden birer inci tanesi gibi çıkıp da kendi yüreğine birer kıvılcım olarak düşen bu yaşlar arasında iradesinin eriyeceğini anladı, ters bir iş yapmak zorunda kalmaktan ürktü.
“Ağlama Bülbül!” dedi. “Beni zıvanadan çıkarırsın, boş yere katil yaparsın. Sen gül ki ben de saraya gülerek gidebileyim.”
Ve karısını yaman bir kucaklayışla göğsüne kapadı, uzun uzun sıktı, derin derin kokladı.
“Haydi…” dedi. “Hoşça kal. Şu yuvanın kurulurken çökmesi kaderde yoksa bir iki saat sonra gene buluşuruz!..”
Deli Murat’ın başına neler geldiğini hikâye etmezden evvel onun böyle gürültü ile saraya çağırılışını intaç eden[12 - İntaç etmek: Sonuçlandırmak, bitirmek. (e.n.)] hadiseleri anlatalım:
Esir hanında sillelenen harem ağasıyla arkadaşı, Azrail elinden can kurtarmış iki insan gibi hayretle karışık bir korku içinde atlarını sürerek saraya vardıkları vakit geniş bir nefes almışlar ve doğruca valide Turhan Sultan’ın yanına giderek ağlaya ağlaya vakıayı hikâye etmişlerdi. Onlardan sille yiyenin adı Sıska Beşir’di ve dert yanan da oydu. Beriki -Uzun Dilaver adlısı da- hıçkırıklı ağlayışıyla arkadaşına refakat ediyor ve ikide bir “Öyle oldu sultanım, doğrudur sultanım!” diye hikâyeyi tevsik etmeye[13 - Tevsik etmek: Belgelendirmek, ispatlamak, kanıtlamak. (e.n.)] çalışıyordu.
Saraya girip çıkmaya mezun olan Bedesten’le ilgili kadınlardan biri esir hanında güzellikte eşsiz sayılacak bir kız bulunduğunu valide sultana müjdelemesi üzerine Sıska Beşir’le Uzun Dilaver hana gönderilmişlerdi. Sarayda yedi yüze yakın halayık bulunduğu hâlde hünkâr, Haseki Rebia Gülnuş’un nüfuzundan kurtulamıyor ve o küme küme kızlardan hemen hiçbirine gönül vermiyordu. Turhan Sultan bu vaziyeti kendi nüfuzu, kendi hâkimiyeti için tehlikeli bulduğundan aylardan beri entrika çevirip duruyordu. Onun düşüncesine göre biricik oğlunun, Avcı Sultan Mehmet’in kalbinde bir düzine kadının yeri olmak gerekti. Ancak o vakit, oğlunun üzerinde kendi nüfuzu mutlaklaşabilirdi. Çünkü on iki kadını birden seven hünkârın onlardan birine bağlanması mümkün olamazdı. Bir padişahın kadın nüfuzundan uzak olarak yaşaması ise kabil olamayacağı için Avcı Mehmet, iradesini anasının idaresi altına koymak mecburiyetinde kalacaktı.
Vaktiyle Kösem Sultan gibi saltanat hırsı uğrunda öz oğlunu öldürtmekten çekinmeyen kudretli bir kadınla mücadele ederek galip çıkmış olan Turhan, Haseki Rebia Gülnuş’un tahakkümüne elbette boyun eğemezdi. Ne yapıp yapıp o tahakkümün önüne geçmek lazımdı. Bunun için de ya saraydakilerden bir kızı Rebia’ya rakip çıkarmak yahut taşradan yeni bir güzel kız bulup onu şu işte kullanmak icap ediyordu. Turhan Sultan, bu lüzumu duyduktan sonra ilkin Gülbeyaz adlı bir halayığı ele aldı ve ileri sürdü. Bu kızcağız, gerçekten beyaz bir güldü, tepeden tırnağa kadar renkti. Haseki Rebia’dan, iki şehzade anası olan o Giritli yosmadan bir türlü uzaklaşamayan hünkâr bile, anası tarafından kendine sunulan Gülbeyaz’ın muattar güzelliğine bir aralık dayanamadı, kendini gözdeler arasına soktu ve birkaç hafta bu gülün sevda bülbülü olur gibi göründü. Fakat Rebia, ne yapıp yaptı, bir köşeye atılmaktan ve unutulmaktan kendini kurtardı, Gülbeyaz’la galibane mübareze etmek fırsatlarını yarattı. Şimdi onlar, sarayın birbirlerini söndürmek isteyen iki yıldızı vaziyetinde bulunuyorlardı. Avcı Mehmet, bazen Gülbeyaz’a meclup, bazen Rebia’ya mağlup oluyordu ve onun rakibelerden birine temayül ettiği gün sarayın da bütün kudreti o kadının eteğine eğiliyordu.
Vaziyeti gözden kaçırmayan Valide Turhan Sultan, bu mücadele sonunda Rebia’nın galip çıkacağını anlıyor ve üzülüyordu.
Kendinin himaye ettiği Gülbeyaz, verilen öğütlere rağmen, bir türlü gebe kalmıyordu. Hâlbuki Rebia’nın iki oğlu vardı ve bu, hünkârı kazanmak davasında Giritli güzeli kuvvetlendiriyordu.
Saraya yeni bir güzel kız getirmek fikri işte bundan dolayı Turhan Sultan’ın kafasına yerleşmişti. Yedi yüz halayığa karşı sırtını çeviren, Gülbeyaz gibi gerçekten müstesna bir mahlukun cazibesine bile kalbini tamamıyla kaptırmayan Avcı Mehmet’i mağlup edecek bu güzelin ise pek yüksek bir hilkat bediası olması gerekti.
Bedesten komisyoncusu kadının ant içerek verdiği haber, Turhan Sultan’ı büyük ümitlere düşürmüştü, esir hanına gönderdiği harem ağalarının dönmelerini dört gözle bekliyordu. Fakat onlar, şen bir yüzle ve iyi bir müjde ile gelmemişlerdi, dayak yemiş köpekler gibi uluya uluya huzura çıkmışlardı. Turhan Sultan, semere vurulan kamçının eşeğe de alakası olduğunu düşünerek kölelerin vaziyetine karşı kayıtsız kalamamış ve heyecanından esir kız işini unutup dayak hadisesini incelemeye koyulmuştu.
Sıska Beşir, hıçkırıklı hikâyesini bitirince sordu:
“Size el kaldıran, dil uzatan bu küstahların kim olduklarını öğrenmediniz mi?”
Uzun Dilaver cevap verdi:
“Onlar övüne övüne, böbürlene böbürlene söylediler sultanım. Yoldaşımı silleleyen Serçeşme Deli Murat. Arkadaşı da Sipahi Kara Mehmet!”
Tam bu sırada odanın perdesi açıldı, Haseki Rebia Gülnuş içeri girdi, ağlayan kölelerle somurtan valide sultanı süze süze yürüdü.
“Sultanım…” dedi. “Canınızı sıkmışlar. Bir münasebetsizlik mi var?”
Kaynananın yüzü biraz daha ekşidi, kaşları çatıldı, dudakları titredi. Gençliğinin debdebesine ve iki oğlunun beşiğine dayanarak kendi kudretini çiğnemeye kalkışan, başka kızların eşiğini uzaktan öperek geçtikleri şu odaya sorgusuz giren, ulu orta yürüyüp sorular yapmaya girişen bu genç kadın, hele şu kızgın dakikada gözüne süslü bir yılan gibi soğuk görünüyordu. Hiddetine biraz daha yenilse onu yanındaki kölelere tutturacak, kana kana ve kanlarını akıta akıta dövecekti. Fakat oğlundan korkuyordu. O oğlundan ki, belki yüz kere “Gülnuş’uma yan bakan göz kim olursa olsun mutlaka kör olmaya mahkûmdur!” demiş ve onu ilişilmez bir vücut hâline getirmişti.
Böyle bir tehdit de olmasa Turhan Sultan, kadın mücadelelerinin nasıl yapılacağını çok iyi bilenlerdendi. Bu bilgiyi ona kendi emriyle öldürülen Kösem vermişti. Telli Haseki gibi bir zamanlar Topkapı Sarayı’nın güneşi kesilen bir kadını güle güle ve güldüre güldüre zehirletip bir yığın kömüre çevirten, her biri padişahın kalbinden birer parça yakalayarak bu ganimetin getirdiği kuvvetle ne oldum delisine dönen düzinelerle kadını iz bırakmadan, ses çıkartmadan çuvallara koydurup denize attıran Kösem, bu gibi vaziyetlerde unutulmasına imkân olmayan bir örnekti.
Onun rakiplerine, düşmanlarına ve sevmediği kimselere karşı aldığı sinsi, mürai[14 - Mürai: İkiyüzlü. (e.n.)] ve şeytani vaziyeti takınmak, er geç muzaffer olmak neticesini verecekti. Bu, böyle olunca kızmak veya kızgınlığını belli etmek alıklık demekti.
Turhan Sultan işte bu mülahaza ile kendisini topladı, çatık kaşlılıktan sıyrıldı, güler yüz takındı:
“Gün doğunca…” dedi. “Gece silinir. Sen gelince benim de canımın sıkıntısı geçti, içim açıldı. Şöyle yakın gel, yanıma otur, doya doya yüzünü göreyim, güzel sesini duyayım. Yavrumun yavrularını sen doğurdun. Sende aslanımın kokusu var. Burnum o kokuyu alsın!”
Rebia Gülnuş, bu sözlerin nasıl bir duyguya tercüman olduğunu anlıyordu. Çünkü Turhan’ın küçük şehzadeleri severken “Yavrumun yavrusu, yarısı da yılan yavrusu!” demekten geri kalmadığını biliyordu, fakat Avcı Sultan Mehmet ona da “Anam bir yana, cihan bir yana!” diye kaynana-gelin zırıltılarına karşı alacağı vaziyeti hissettirdiği için idareli davranıyordu, “fitne kumkuması” adını verdiği bu düzenci kadınla açık bir mücadeleye girişmekten çekiniyordu. Şimdi de onun tatlı sözlerine kanmış ve inanmış gibi göründü, el öpüp sedirin bir yanına ilişti.
Turhan Sultan o sırada elli, Gülnuş ise otuz yaşında idi. Bu yaş farkı, onların birbirlerine bakışmalarında ayrı ayrı sezilip duruyor ve birinde hınç, birinde gurur oluyordu. Turhan, bütün zekâsına ve bütün soğukkanlılığına rağmen o gururun ağırlığına dayanamadı, hıncını tatmin için geçmiş günlerin hatıralarından istifade etmek istedi:
“Güzel yavru…” dedi. “Seni gördükçe saraya ilk geldiğin günü hatırlarım. Rahmetli Deli Hüseyin Paşa, seni Girit’te yakalayıp aslanıma armağan eylemişti. Tozlu bir elmasa benziyordun. Herkesten önce ben senin ne cevher olduğunu sezdim, oğluma da sezdirdim. Kapalı bir güzelliği açığa çıkardığım için hâlâ sevinirim.”
Gülnuş, kaynanasının ne demek ve neleri hatırlatmak istediğini kavradı, iki köle önünden kendinin Girit’ten gelme bir tutsak olduğunun ileri sürülmesinden sinirlendi, hırçın bir sesle sert bir cevap verdi:
“Rahmetli Kösem Sultan’ın da aynı iyiliği size yaptığını söylüyorlar. Fakat siz münafık sözüne uyup onu incitmişsiniz. Bu can tende oldukça ben nankörlük etmeyeceğim, iyiliğinizi unutmayacağım.”
Mukabil taarruz daha yaman olmuştu. Çünkü Gülnuş, kaynanasının halayıklığını söylemekle beraber nankör ve katil bir kadın olduğunu da ortaya koyuyordu. Hatta bu kadarla da iktifa etmiyordu. Kendisinin nankör çıkmayacağını söyler gibi davranıp icabında hamle yapmaktan geri kalmayacağını, yani kaynanasını Kösem Sultan’a benzetmek elinden gelirse de böyle bir cinayeti hissî necabet göstererek yapmayacağını anlatıyordu.
Turhan’ın yüzü kıpkırmızı kesildi ve sonra sarardı. Gülnuş’un böyle bir karşılık vereceğini hiç ummuyordu. Aynı zamanda yirmi iki yıl önce işlediği büyük cinayetin kanlı safhaları gözünün önüne gelmişti, boğdurttuğu kadının çığlıkları kulağında titremeye başlamıştı. Bu durumda kendini tutamayacağını seziyordu, dişlerini sıkıyordu.
Fakat Giritli dönme, attığı tokadın acısını iniltisiz bırakmak ve tehlikeli bir münakaşanın önüne geçmek için sözü değiştiriverdi:
“Sultanım…” dedi. “Bu ağalar niçin ağlaşıyorlardı?”
Valide Turhan, gelininin yapmak istediği manevrayı anlamakla beraber bu sorudan kendi hıncını hoşnut etmek fırsatını çıkarmakta gecikmedi, her kelimeyi bir iğne gibi kullanarak hadiseyi anlattı:
“Aslanıma layık bir kızı salık vermişlerdi. Beşir’le Dilaveri yollayıp baktırayım dedim, esir hanında iki kendini bilmezle karşılaşmışlar, dayak yemişler.”
“Oh olsun! Benim üstüme ortak getirmeye gidenleri ulu Tanrı böyle rezil eder.”
Ve zihnine ansızın doğan bir fikrin zoruyla hırçınlıktan sıyrılıvererek Turhan Sultan’ın kulağına eğildi.
“Sarayda kızılca kıyamet kopmasını İstemiyorsanız…” dedi. “Benimle anlaşmalısınız, istediğinizin yapılmasına ben göz yumacağım. Fakat bir şartla!”
Öbürü hayran hayran mırıldandı:
“Ne şartı bu?”
“Şu herifleri dışarı çıkarınız, söyleyeyim.”
Turhan Sultan’ın verdiği emir üzerine iki köle salondan ayrılınca Rebia Gülnuş, merak içinde kalan kaynanasının yanına biraz daha sokuldu.
“Siz…” dedi. “Şevketlu efendimizden beni uzaklaştırmak için yorulmadan çalışıyorsunuz. On yılda karşıma yüz ortak çıkardınız, meramınıza eremediniz. Lakin fikrinizden de caymadınız, hâlâ esir hanlarına adamlar yollayıp beni yenecek, benim yerimi alacak kızlar arıyorsunuz. Buna karşı ben de bir şeyler yapabilirdim, oğlunuzu sizinle bozuşturmaya savaşırdım. Hâlbuki hiç tınmadım, Allah’ıma sığınıp, yavrularımı bağrıma basıp her şeye göğüs gerdim. Fakat bugün dayanamayacak bir hâldeyim, kabıma sığamıyorum. İçimde can yakmak, gönül kırmak, hatta kan dökmek için bir dilek, bir istek var.”
Biraz durdu, susamış bir dişi kaplan gibi diliyle ağır ağır dudaklarını ıslattı.
“Bir saat önce…” dedi. “Gülbeyaz’ı şevketlu efendimizin yanına girerken gördüm. Bana kötü kötü baktı. İşte bu bakış yüreğimi yaktı. Gerçi benim ayna gibi dostum var. Bin Gülbeyaz bir yere gelse dudağımın yanındaki çukuru dolduramazlar, hele o aşüfte, nur dolu bir kazanda yüz yıl yıkansa gene benim beyazlığımı bulamaz. Topuğumun derisinden öylelerine yüz çıkar!.. Gelgelelim onun yüreğime basa basa şevketlu efendimin odasına girişine dayanamıyorum. Saraydaki kızların hepsi hünkârımın koynuna girsin, tek bu şıllık aradan çıksın!”
Turhan Sultan, omuzlarını silkti:
“Bu sözleri bana niçin söylediğini anlamadım yavrum, benim aslanımın keyfine kimse karışamaz. Dilediği kızı alır, dilediğini bırakır. Sen onun yüreğine gem mi vuracaksın?”
“Hayır, haşa. Ben öyle bir şey demedim, demem de. Yalnız Gülbeyaz’dan kurtulmak istiyorum. Bunun için de size sığınıyorum. Siz, yeni bir halayık getirtmek fikrinde değil misiniz? Ben ağlarım, sızlarım, şehzadelerimi ağlatırım, her çareye başvururum, bu dileğinize karşı korum, sizi mahcup ederim, küçük düşürürüm. Fakat siz benim şartlarımı kabul ederseniz ben de yeni gelmiş bir halayık gibi davranırım, getireceğiniz kızın şevketlu efendimize sunulmasına ses çıkarmam.”
“Neymiş şartın bakalım hırçın kız?”
“Gülbeyaz’ı gidermek!.. O ortadan kalksın, ben her şeye razı olurum.”
Turhan Sultan düşünür gibi bir tavır aldı. Nüfuzunu yıkmak istediği Gülnuş’un nasıl bir plan çevirdiğini anlıyordu. O, yeni bir halayığın -ne kadar güzel olursa olsun- kendisine kuvvetli bir rakip olamayacağını hesaplayarak esirhanedeki kızın getirilmesine muvafakat ediyor ve bunu bir pazarlık mevzusu yaparak Gülbeyaz’dan kurtulmak istiyordu.
Demek ki kendisine bir cinayet teklif olunuyordu. Gülnuş bütün kudretine rağmen, padişahın gözdeleri arasına giren bir kadını yok edemezdi. Böyle bir işi ancak valideler başarabilirdi.
Turhan, hiç düşünüp çekinmeden cani bir tasavvur ortaya koyan Gülnuş’un bu cesaretini beğendi ve onu kündeden atmayı tasarlayarak şu cevabı verdi:
“Benim kaynanamı öldürttüğümü örnek tutup Gülbeyaz’a da kıymaktan çekinmeyeceğimi sanıyorsun. Lakin aldanıyorsun kızım. Ben o günahı, aslanımın hayatını korumak için işledim. Kösem ölmeseydi biricik oğlum, senin şevketlu efendin ölecekti. Gülbeyaz’a niçin kıyayım?”
“Beni kazanmak için!”
“Ben valide sultanım, kimsenin sevgisini satın almaya tenezzül etmem.”
“Gün doğmadan neler doğar sultanım, yarın sizin yerinize benim geçmeyeceğimi kim bilir?”
“Ya, oğlumun ölümünü, kardeşlerinin ölümünü bekliyorsun, öyle mi?”
“Allah etmesin, Allah o günleri göstermesin, fakat dünya bu, umulmayan şeyler olur.”
“Dilin kurusun hınzır, yüreğimi hoplattın, bu sözü bir daha ağzına alırsan kendini yok bil!”
“Gülbeyaz sağken zaten kendimin varlığına inanmıyorum ki…”
Turhan Sultan, bahsin uzaması hâlinde tasarladığı planın suya düşeceğini anlayarak tam bir iş adamı gibi davrandı.
“Bana…” dedi. “Büyükannelik zevkini sen tattırdın. Aslanıma babalık tadını sen sundun. Vaktiyle ben de kıskançlık ateşine yandım, çok üzüntüler çektim. Bunları hatırlayınca da sana acımamak elimden gelmez. Fakat ne dilimi ne elimi günaha sokamam. Gülbeyaz’ı kendin gider, vebali senin boynuna olsun. Ben yalnız oğlumun yanında seni korurum, işi örtbas ettiririm. Daha fazlası elimden gelmez.”
“Bu da bana yeter sultanım. Yalnız Gülbeyaz’ı giderirsem şevketlu efendimin gazabına uğramaktan beni koruyacağınıza ant için.”
“Oğlumun, torunlarımın hayrını görmeyeyim, seni incittirirsem. Nasıl memnun oldun mu?”
“Bir gününüz bin olsun efem. Canıma can kattınız, derdime derman verdiniz. Şimdi esir hanındaki kızı getirtebilirsiniz.”
Turhan Sultan dudaklarını büktü.
“Bunun için…” dedi. “Senden izin mi alacaktım haspa! Oğlumu eğlendirmek için bir değil, bin kız getiririm!”
“Evet, getirirsiniz ve getiriyorsunuz da. Fakat benim de hakkım var. Gülbeyaz’ın uğruna ben o haktan vazgeçiyorum. Bu da az bir şey değildir sultanım.”
Gülnuş, kaynanasının isabetle tahmin ettiği gibi, yeni gelecek halayığın kendisini mağlup edemeyeceğini umarak en azılı rakibi olan Gülbeyaz’ı gidermeye yol bulmak suretiyle bu işten büyük bir kazanç, elde etmek istiyordu. Turhan Sultan ise ona karşı yeni ve kudretli bir rakibe çıkarırken sarayda gürültü çıkmamasını, kendine hücumlar yapılmamasını temin için bu cani tasavvura muvafakat etmekle beraber Gülbeyaz’ın herhangi bir suretle giderilmesi hâlinde ilk davacı hakkını kendine alıkoyuyordu. İçtiği antta samimi değildi ve tam sırasında Gülnuş’u itham etmekten çekinmeyecekti.
Lakin ikisi de memnundu, candan uyuşmuş görünerek esir hanındaki kız üzerine konuşuyorlardı. Turhan, bu kızın varlığını kimden öğrendiğini kısaca anlattıktan sonra harem ağalarını çağırttı:
“Sizi dövenleri nasıl cezalandıracağımızı sonra kararlaştırırız. Şimdi siz bana anlatın: Satılık kızı gördünüz mü?”
Uzun Dilaver cevap verdi:
“Gördük sultanım, gördük. Bir içim su! Ulu Tanrı övüp yaratmış, insanlara parmak ısırtmak için yeryüzüne atmış. Bir boyu var ki serpilmiş gül fidanını andırıyor. Yanakları bu boyun üstünde iki al gül… Kolların beyazlığını tarif edemem. Sultanımın halvetindeki gümüş şamdanlar o kolun yanında kalay kalır. Ya gerdanı?.. Sanki mehtabı hamur yapıp yoğurmuşlar, bir gerdan döküp bu kıza geçirmişler. Burun ona göre, göz ona göre, ağız ona göre. Hele gülümsemeye görsün: Şevketlu efendimizin inci tespihini çürük dişlerden yapılmış sanırsınız. Kızın ağzındaki inciler o kadar halis, o kadar düzgün. Dedim ya, bir içim su, ancak hünkârımızın ağzına yakışır.”
Turhan Sultan’ın gözleri sevinç içinde parlayıp dururken Rebia Gülnuş da kıskançlık hafakanları geçiriyordu, için için kıvranıyordu.
Harem ağasının son sözü üzerine haseki dayanamadı:
“Ağa…” dedi. “Şevketlu efendimizin mübarek başı için doğru söyle: Bu kız benden de güzel mi?”
Uzun Dilaver, endişeli bir mülahaza saniyesi geçirdikten sonra bir tekerleme ile işin içinden çıkmak istedi:
“Gönül kimi severse güzel odur sultanım. Velinimet efendimiz sizi beğeniyor, üzerinize toz kondurmak istemiyor.”
“Ya bu kızı benden üstün tutarsa?”
“Ummam sultanım. Çünkü siz, ilk göz ağrısısınız, unutulamazsınız.”
Turhan Sultan araya girdi:
“Bizim vazifemiz aslanımı eğlendirmektir. Bir gülle yaz geçmez, bir yıldızla gök bezenmez. Padişahların gönülleri bir yandan cennet bahçesine, bir yandan gökyüzüne benzer. O bahçede her çeşit çiçek, o gökyüzünde binbir çeşit yıldız bulunur. Esir hanındaki kız da mademki güzeldir, aslanımın gönlünde yer almalıdır, açılıp parlamalıdır. Şimdi siz kızlar ağasına gidin. Benim tarafımdan söyleyin, hemen adam yollasın, o bir içim suyu saraya getirtsin. Seninle Beşir, hakaret gördüğünüz, dayak yediğiniz için artık oraya gidemezsiniz; bu işi başka biri görmelidir.”
Ve eliyle kölelere kapıyı gösterirken ilave etti:
“Bir saraylı sövmeyi, dövmeyi, öldürmeyi bilmelidir ama sövülmeyi, dövülmeyi, öldürülmeyi öğrenmemelidir. Siz, taşra halkının tepesine basarak yürüyecek yerde iki baldırı çıplağın tepenizde davul çalmasına razı olmuşsunuz. Aslanıma söyleyip onlara siyaset ettireceğim. Fakat siz de yüzer kamçı yiyeceksiniz. Haydi defolun!”
Beşir’le Dilaver, görücülüğünü yaptıkları kız yüzünden büyük ikramlara ermek hülyasını taşıyorlardı ve bu hülya, gördükleri hakaretin merhemi olup gidiyordu.
Valide sultanın söylediği umulmaz sözler ve tayin ettiği ceza, o merhemi silip süpürmüştü ve hedef oldukları hakaret, tımarsız yaralar gibi, yeniden kanamaya başlamıştı. Fakat gökten ne yağarsa yerin kabul etmesi zaruri idi. Onlar da bu zarurete boyun eğiyorlar ve süklüm püklüm salondan çıkıyorlardı.
Valide Turhan, yakalanmak üzere bulunan güzel avın kokusunu oğluna hissettirmek için sabırsızlanıyordu, o sebeple Rebia Gülnuş’u da yürütmek istedi.
“Haydi…” dedi. “Sen de odana git. Ben aslanımı görüp şu işleri görüşeyim, içtiğim andı unutmuyorum, Gülbeyaz’ı sana bırakıyorum. Yalnız akıllı davran, beceriksizlik edip de işi yüzüne gözüne bulaştırma. Yak, duman verme. Yık, iz bırakma.”
Aynı ipte oynayan bu iki cambaz, hınç ve nefret dolu yüreklerinin karanlığını tatlı tebessümlerin ışığı içinde saklayarak ve o karanlığı birbirlerine sezdirmemeye çalışarak öpüşüyorlardı, dostça ayrılıyorlardı. Fakat ikisi de heyecan içindeydi, birbirlerini düşürmek için tedbirler tasarlıyorlardı. Valide Sultan, bu hırs ile sürüklenerek oğlunun yanına, Rebia Gülnuş da derin bir düşünceye bürünerek Gülbeyaz’ın yanına koşmuştu.
Turhan’la oğlunun görüşmeleri kısa ve tatlı oldu. Hünkâr, bir içim su olarak tasvir olunan kızın hemen saraya getirilmesine ve Serçeşme Deli Murat’la Kara Mehmet’in de hüviyetlerinin tespit olunmasına emir verdi. Harem ağalarını döven bu adamlar hakkındaki hükmünü, saraya bırakıyordu. Turhan da bu vaziyette ısrar etmedi, iki baldırı çıplak dediği adamların hemen cezalandırılmaları için ayak diremedi. Çünkü onun asıl maksadı, bir içim suyu saraya getirtmek ve bu güzellik damlasıyla Rebia Gülnuş’un teninden hünkârın ruhuna sinen tadı silmekti. Padişah böyle bir tecrübeye muvafakat ettikten sonra beriki meselenin hallini biraz geciktirmekte hiçbir mahzur yoktu.
Fakat Gülnuş ile Gülbeyaz’ın konuşmaları uzun ve heyecanlı oldu. Karışık planlar içinde yürüyen Giritli haseki, bir bardak suda boğmak istediği rakibesinin odasına girer girmez iki eline sarılmış ve titreyen bir sesle sormuştu:
“Şu odada şimdi bir yangın çıksa ne yaparsın?”
O, alık ve şaşkın, cevap vermişti:
“Kaçmaya savaşırım.”
“Kapı kapalı.”
“Kırarım.”
“Gücün yetmezse?”
“İmdat diye bağırırım.”
“Benden başka bu sesi duyan yok gibi düşün. Ben de bu odadayım, seninle birlikte yanmak üzereyim. Dışarıdan kimse yardıma gelmeyecek. O vakit ne yaparız?”
“El ele veririz, kapıyı zorlarız. Başaramazsak sarmaş dolaş oluruz, kıvrana kıvrana yanarız.”
“Öyle ise haberin olsun, ikimizin de yüreği ateşe atılıyor. Eğer el birliği, dil birliği yapmazsak yüreklerimiz cayır cayır yanacak. Kimse yardımımıza koşmayacak.”
“Bu yangını kim yapıyor?”
“Turhan Sultan. Çünkü seni de beni de kıskanıyor. Bizi şevketlu hünkârın gözünden düşürmek için esir pazarından kız getirtiyor. Şimdi onun yanındaydım, kulağımla işittim. Gelecek kız, ahulardan güzelmiş. Demek ki pabuçlarımız dama atılacak. Ben, iki şehzade anasıyım, nasıl olsa bir köşede tutunurum. Lakin sen mutlaka sürünürsün. Onun için ortak gibi değil, dost gibi konuşalım, ikimizi birden yakacak olan ateşi -alev saçağı sarmadan- söndürelim.”
Gülbeyaz henüz toydu, biraz da saftı. Hünkârın kendi yüreğine aşıladığı sevgi, bu saflığı sersemlik derecesine çıkarmıştı. Entrika bilmediği için bütün rakibeleriyle açıktan mücadele yapmak ister ve güzelliğinden başka kuvveti olmadığı için de sık sık inhizama uğrardı. Bununla beraber hünkârın pervanesi gibi yaşardı. Günlerce efendisinin yanına çağrılmadığı hâlde tahammülünden zerre kaybetmez ve ilk işarette gene şen, gene mesut, hünkârın ayakları altına düşerdi. Fakat saraya bir ahunun getirileceğini duyunca o derin tahammül kökünden sarsıldı, efendisini bir daha görememek endişesi yüreğinde bir yara oldu ve bu yaranın acısı zaten zayıf olan muhakemesini büsbütün sendeletti, acıklı bir telaş içinde -en baş düşman tanıdığı- Rebia Gülnuş’un ellerine sarıldı.
“Söyle ablacığım…” dedi. “Ne yapalım?”
“Yapılacak şey şudur yavrum: Yalvarmak, ağlayıp sızlamak!”
“Efendimize mi yalvaracağız?”
“Ben yalvaracak değilim. Bu işi sen yapacaksın. Çünkü ben iki şehzade anası olduğum için satılamam, atılamam. Kıskançlık göstermeye de hakkım yok. Benim üstüme gelen gelene. Lakin sen, efendimizin en son beğendiği kızsın. Ana da olamadığın için tehlikedesin. Kendini korumak hakkındır. Şimdi, hünkârın yanına gidersin, ayaklarına kapanırsın, esir pazarından getirilecek kızı kıskandığını söylersin, ağlayıp sızlarsın. Bu işten vazgeçilmesini istersin. Baktın ki aldırış etmiyor, ağzını değiştirirsin, kendini denize atacağını söylersin. Hünkâr, bu ağız dağından belki korkar, o ahu dedikleri uğursuzu satın almaktan vazgeçer.”
Gülbeyaz bu telkine uydu, hemen odadan fırladı, Turhan Sultan’ın henüz ayrıldığı bir sırada hünkârın yanına girdi, şuursuz bir atılışla ayaklarına sarıldı, acıklı kelimeler kullanarak uzun uzun yalvardı, hüngür hüngür ağladı ve onun kötü kötü güldüğünü görünce -Rebia Gülnuş’un sözünü yerine getirerek- ağız dağı da vermeye kalkıştı, ölmekten bahsetti.
Avcı Sultan Mehmet, ancak bu söz üzerine ciddi bir durum aldı.
“Aman Gülbeyaz…” dedi. “Bu işi Kandilli Bahçesi’nde yap. Çünkü şimdi ben oraya gidiyorum. Bir içim su da oraya gelecek. Sizin kayıklarınız da hazırlanıyor. Ben yeni halayığımla dernek kurarken sen dediğini yaparsın, olmaz mı?”
Ve kızcağızı yerden kaldırıp kapıya kadar götürdü, beline bir tekme vurup sofaya fırlattı.
Hünkâr doğru söylemişti, anasıyla görüşür görüşmez emir vererek kayıkları hazırlatmıştı, getirilecek kızı Kandilli akıntısının zemzemeleri arasında karşılamak üzere oradaki bahçeye gidiyordu. Hemen her gün bir tarafa gitmeyi âdet edindiği için onun kayıkları daima harekete hazır bulunurdu. Bu sebeple anasıyla haseki ve Gülbeyaz gibi gözdeler arkasından geleceklerdi.
Fakat hünkârın tahayyül ettiği gerdek kurulamadı; beklenen ahu, hazırlanan yaldızlı kafese sokulamadı ve yaratılmak istenen safa gecesi velveleli bir hiddet sahnesi oldu. Çünkü bildiğimiz gibi esir hanına giden adamlar, padişah namına peylenen dilber mahlukun zorla satın alındığını görmüşler ve dehşetle karışık bir hayret içinde saraya dönerek bu umulmaz hadiseyi kızlar ağasına haber vermişlerdi. ‘
Ağa böyle bir işin yapılabileceğine bir türlü inanamıyordu. Haberi getirenlerin çıldırdıklarına zahip olarak boyuna heriflere sözlerini tekrarlatıyordu. Lakin haberin sahih, vakıanın gerçek olduğuna kanaat getirmekte gecikmedi, sarayın temeline kundak sokulmuş veya has hazine soyulmuş gibi telaşa düştü, etekleri zil çala çala hareme koştu, Kandilli Bahçesi’ne gitmek üzere hazırlanan ve yaşmaklı feracesine sarılarak bir içim suyu bekleyen valide sultanın huzuruna girdi, büyük felaketi haykırdı.
Şimdi Turhan Sultan da alıklaşmıştı, bütün haklarından uzaklaştırılarak yeni baştan çıplak bir esire çevrilmiş ve pazara atılmış gibi ızdıraplı bir hayrete kapılmıştı. Padişah için seçilmiş bir kızı zorla alıp evine götürecek bir adamın yeryüzünde var olabilmesi kadıncağızın havsalasına sığar şeylerden değildi. Onun için alık alık bakınıyor, sık sık yutkunuyor ve farkında olmaksızın yaşmağını bozup boynuna geçiriyordu.
Neden sonra aklını başına devşirebildi.
“Bu küstahlığı…” dedi. “Yapan kim?”
“Serçeşme Deli Murat?”
“Şu bizim Beşir’i silleleyen herif ha! Bu adam gerçekten mi deli, yoksa aslanımla boy ölçüşmeye mi hevesli?”
“Orasını bilemem sultanım. Fakat bilinen şey, şevketlu efendimiz için peylettiğiniz kızı bu herifin zorla satın alıp götürdüğüdür.”
“Uğursuz deli bu kızı nereye götürmüştür, ne yapmıştır dersin?”
Sarayın baş hizmetkârı kızıl dudaklarını kara çenesine doğru sarkıttı.
“Elbette…” dedi. “Bir deliğe götürmüştür. Efendimize vekil olup dernek kurmuştur.”
“Onun derneğini başına, başını da siyaset taşına geçirmeli! Haydi sen koş, dört yana adam dağıt, Deli Murat’ın gizlendiği yeri bul, bana bildir, ben Kandilli Bahçesi’ne gidiyorum. Aslanım bari boş yere bekleyip üzülmesin.”
İşte Deli Murat’ın kapısı bu hadiselerin sonunda çalındı ve kendisi çalyaka edilip apar topar saraya götürüldü. Avcı Sultan Mehmet, o geceyi güçlükle Kandilli Bahçesi’nde geçirebilmişti. Harem ağası Beşir’e sille atan Deli Murat’ın o suçunu, belki bir içim sudan alacağı haz şerefine ufak bir ceza ile geçiştirecekti. Fakat onun bir içim suyu da alıp götürdüğünü duyunca küplere bindi, suçlunun mutlaka bulunması için emir üzerine emir gönderdi, adam üstüne adam çıkarttı, Zeyrek’teki evin bulunduğunu ve Deli Murat’ın yakalandığını haber alıncaya kadar yemedi, içmedi, oturup dinlenmedi, deniz kıyısında dolaştı durdu.
Haberin gelmesi onun hiddetini yatıştırmış olmamakla beraber sinirlerine biraz sükûn getirmişti, artık dilediği gibi hareket edebileceğini, şeri ve kanuni bütün cürümlerden üstün bir suç işlemiş olan Deli Murat’ı cezalandırmak imkânını elde ettiğini düşünerek biraz müteselli oluyordu. Fakat gene uyumuyordu. Topkapı Sarayı ile Kandilli Bahçesi arasında mekik dokuttuğu kayıklarla boyuna adam yollayarak suçlunun sorgu işini idare ediyordu, uzun bir gece Kandilli’den giden sorular ve Topkapı’dan gelen cevaplarla geçti ve sabaha doğru vakıanın her tarafı aydınlandı. Hünkâr, birbiri ardınca gelen raporları okumak, sorguda bulunan adamları ayrı ayrı dinlemek suretiyle gün doğarken Deli Murat meselesinin her yanını öğrenmiş bir vaziyette bulunuyordu.
Onun -uzun bir incelemeye müstenit olan- kanaati şu biçimdeydi: Sipahi Kara Mehmet’in ne harem ağaları işinde ne kızın zorla satın alınıp götürülüşünde müessir bir alakası yoktu. Bütün bu küstahlıkları yapan Deli Murat’tı ve bu neticeye göre de yalnız onun cezalandırılması gerekti.
Hünkâr, yapılan incelemeler sırasında Deli Murat’ın Uyvar kahramanlarından biri olduğunu, Kara Mehmet’in de adı henüz dillerde ve hatta yabancı illerde gezen kahraman topçu bulunduğunu öğrenerek endişeye düşmüştü. Uyvar’a ilk olarak bayrak diken Abbas’a kendi eliyle sorguç takmış, dirlik[15 - Dirlik, maaş karşılığıdır. Geçim temin eden gelir demektir. Devletçe tahsis olunan maaşlara ekseriyetle dirlik denilirdi. (y.n.)] vermişti. Hemen onun kadar bahadırlık gösteren bir adamı şimdi cezalandırmayı düşünmek kendine korkunç geliyordu.
Çünkü Deli Murat gibi adamların gönüllerde tuttuğu yer pek büyüktü. Onlara ilişmek, bir ormanı ateşlemek gibi yapılması belki kolay, fakat doğuracağı yangının ne biçim alacağı bilinememek bakımından tehlikeli bir işti. Fakat hünkâr, için için endişelenmekle beraber bu vaziyette miskin davranmayı kabul edemedi. Bahadırlığa, yapılmış büyük hizmetlere saygı gösterildiğini hissettirmek için Kara Mehmet’e ilişmedi, hatta onun aranmasına da müsaade etmedi ve bu hareketiyle ileride doğabilecek her türlü fitneye karşı kendini siperleşmiş olduğuna inanç getirdikten sonra padişahlık haysiyetine vurulan darbeyi cezalandırmayı kararlaştırdı. Korku, iki kahraman arkadaştan birini kurtarıyordu. Hınç, onlardan birini felakete sürüklüyordu.
Avcı Mehmet, fikriyle hissini bu şekilde denkleştirdikten sonra ilk gün ışığı içinde kayığa atladı, Topkapı Sarayı’na geçti. Yalı köşküne adım atar atmaz bostancıbaşıya ıslıklı bir sesle sordu:
“Nerede Deli Murat?”
“Kapı ardında.”
“Şimdi kafasını kestir, başını ibret taşına koydur!”[16 - “Tarafı padişahîden iştira olunacak bir cariyeyi mukaddem Serçeşme Ağa alıp vaty etmekle barigâhı muallâ önünde boynu vuruldu.” (Silahtar Tarihi, c. 1, s. 651)]
Bu emir, üç beş dakika içinde yerine getirildi, iki harem ağası tarafından saray hesabına görülüp beğenilen bir kızın satın alınmasını, nikâhla eş yapılmasını büyük bir suç olarak telakki etmekten hâlâ uzak bulunan zavallı yiğit Türk’ün kellesi uçuruldu. O, cellatla karşılaştığı vakit nasıl bir akıbetle yüzleştiğini anlamış, acı acı gülümseyerek şu sözleri haykırmıştı:
“Düşman kılıçlarının düşüremediği bir başı saray cellatları düşürüyor! Bu, utanılacak bir şey! Yalnız unutmayınız ki insanlar ölür, hınçlar yaşar! Bir gün olur, benim de öcümü alan bulunur!
Ve satır boynuna inerken gözlerinin önünde iki şey dalgalandı: Uyvar’a diktiği bayrak, bakir bir dulun beklediği boş yatak!..
***
Kara Mehmet, faciayı sipahiler hanında kahve içip çubuk tüttürürken haber aldı, o, delidolu arkadaşının şen bir yüzle gelip kendini bulacağını umuyordu ve gerdek gecesinin hikâyesini dinlemeye hazırlanıyordu. Gerdeğin mezara çevrildiğini, Deli Murat’ın öldürüldüğünü işitince elemli bir hayrete kapıldı, ilkin “Yalan!” diye haykırdı, sonra uzun uzun ağladı.
Ünlü bir sipahi gözünden dökülen yaş, barut fıçısına akıtılan alev gibidir, mutlaka infilak yapar. Kara Mehmet’in ağladığını gören sipahiler de kıvılcım yağmuruyla karşılaşmış küme küme barut gibi korkunç bir durum almışlardı, homurdanıyorlardı. Fakat Mehmet, ateşlediği fıçıyı bir zelzele yapmadan söndürmeyi de becerdi, mendilini kuşağına sokup ayağa kalktı, kendini çerçeveleyen yoldaşlara yalvardı:
“Saraya karşı zinhar dil uzatmayın. Yedi düvel pusuda. Biz burada fitne çıkarırsak onlar fırsat bulup sınırları aşarlar. İyisi mi şu yapılan kepazeliği de duymazlığa gelmektir. Varsın hünkâr, Deli Murat’ın kanıyla sakalına kına koysun, elbet sırası gelir, o kına yıkanır!”
Ve münakaşaya yer bırakmamak için iki genç sipahiye eliyle işaret etti:
“Doğan sen, Gökdemir sen, benimle bile gelin. Saraya gidelim, Deli Murat’ın kellesiyle bedenini alalım, namazını kıldırıp gömdürelim. Geç kalırsak zavallıyı balıklara yem yaparlar.”
Saray, bir hak ister gibi davranan bu üç sipahi önünde mürai bir yüz takındı, yerde sürünmemesi için cesedin denize atıldığını söyledi ve yalnız ibret taşı üstüne konulmuş olan kelleyi verdi. Artık ağlamayan Kara Mehmet de aziz dostunun mütehayyir bir bakış taşıyan başını öpüp koçtuktan[17 - Koçmak: Kucaklamak. (e.n.)] sonra mendiline sardı. Sipahi hanına girdi ve muhteşem bir alay kurarak namazını kıldırdı, bir mezarlığa kendi eliyle gömdü.
Şimdi ondan dul kalan güzel kızı düşünüyordu. Arkadaşının Bülbül Hatun dediği bu genç mahluk ne olacaktı? Daha yirmi dört saat önce esirlikten kurtulan Bülbül, hürriyet zevkini kana kana tatmadan, hatta o zevkin var olduğunu anlamadan gene kediler, köpekler, kurtlar eline mi düşecekti?.. Kara Mehmet, kardeşten üstün tuttuğu Deli Murat’ın dul karısına böyle bir akıbeti layık göremiyordu, olanca kuvvetiyle onu korumak istiyordu, fakat nasıl?..
Mert sipahi bu düşüncenin ızdırabı içinde kıvranırken Zeyrek’teki evin ihtiyar bekçisi hana geldi, geceleyin evden alınıp götürülen Murat Ağa’nın hâlâ dönmediğini, gelin hanımın tasalandığını ve kendisini görmek istediğini söyledi. Ölüm tehlikesi sezdiren herhangi bir davet önünde küçük bir sendeleyiş duymayan Kara Mehmet, Bülbül Hatun’un yanına gitmekten enikonu korkuyordu. Matemli bir kadın, zulmün dul bıraktığı bir gelin ona yaklaşılmaz bir felaket gibi ürkünç geliyordu. Bununla beraber vicdanına düşen borcu hemen ödemek lazım geldiğini de takdir ediyordu. O sebeple içi yana yana kalktı, ihtiyar kadının ardına düştü, daha kurulurken çöküvermiş olan talihsiz yuvaya gitti, yüzünü gözünü örterek yanına çıkan sahipsiz Bülbül’le karşılaştı ve onun ağzını açmasına zaman vermeden felaketi haber verdi:
“Bacı…” dedi. “Deli Murat göçtü. Artık sen dulsun, ben öksüzüm! O senin kocandı benim de kardeşim. İnsanlar, kardeş yetimi de olurlarmış, bunu yeni öğrendim. Şimdi karşı karşıya geçip ağlamalıyız. Lakin ne faydası var?.. Kesilen başlar, dökülen yaşlarla yerine gelmiyor, bir giden bir dahi geri dönmüyor. Onun için ağlamayı, sızlamayı bir yana koy da yarasını kendi tımar eden yiğitler gibi davran: Nideceksin, tek başına ne yapacaksın? Sığınacak yerin, yiyecek ekmeğin var mı?..”
Bülbül Hatun, kara ve kapkara bir düş görüyor gibiydi, kocasının göçtüğünü, kendisinin dul kaldığını söyleyen, fakat bu facia karşısında ağlamamayı tavsiye eden Kara Mehmet’in deli mi, divane mi olduğunu kestiremiyor ve bu söylenen sözlere mukabil ne yapacağını da tayin edemiyordu. Ruhi bir karanlık ve kargaşalık içinde hafakanlar geçiriyordu. Ancak Kara Mehmet’in susması üzerine dağınık aklına biraz düzen verebildi, kekeleye kekeleye sordu:
“Erim nerede kaldı ağa, ben onu bekliyorum.”
Kara Mehmet, gamlı gamlı başını salladı:
“Erin göçtü kızım, göçtü!”
“Nereye göçtü?”
“Yerin altına, denizin dibine!”
“Anlamadım ağa. Ne diyorsun? Eşimin yerin altında, denizin dibinde işi ne?”
“Kader yavrum, kader! Rahmetli Murat, seni satın almakla padişahı kızdırdı, senin uğruna can verip gitti. Şimdi başı toprakta, bedeni denizde yatıyor.”
Bülbül Hatun, faciayı yarım yamalak kavramıştı, feryadı koparmıştı. Kara Mehmet, uzun bir lahza onun dövünüp ovunmasına müsaade ettikten sonra ellerini tuttu.
“Bunlar…” dedi. “Boş şeyler. Demin de söyledim ya, ağlamaktan fayda çıkmaz. Bize düşen yarını düşünmektir.”
Ve kızcağıza vaziyeti açıkça anlattı, kendinin sefere aşmak mecburiyetinde bulunduğunu, o sebeple Deli Murat’tan miras kalan vazifeleri yapmakta güçlük çekeceğini söyledi, sonunda şu mülahazayı ileri sürdü:
“Sana yardım etmek kolay, üç beş kuruş param var, veririm, geçimini gözetirim. Lakin seferde başıma bir iş gelirse gene kimsesiz kalırsın, sıkılırsın, iyisi seni yanımdan ayırmamak, beraber götürmek.
Bunun için de senin ata binmen, er kılığına girmen gerek. Bilmem ki doludizgin at koşturmak; dağlar, dereler aşmak elinden gelir mi?.. Bu işleri gözüne kestirirsen seni kendime veldeş gösteririm, yanımda gezdiririm. Belki bahtın açık olur, iyi bir kısmet ele geçer. O vakit ben, kimseye sezdirmeden seni yeniden everirim. Yok, böyle olmaz da ben kötü bir kurşuna, kör bir kılıca kurban gidersem tımarım sana kalır, bizim ocak da dişi bir sipahi kazanır.”[18 - Veldeş, Genç Osman hadisesinden sonra sipahilerin dirlik tahsis ettirdikleri oğullarına ve akrabalarına verilen addır. (y.n.)]
Sesini kesmiş lakin gözyaşlarını dindirememiş olan Bülbül Hatun, anlamadığı bir dille konuşan Kara Mehmet’i şuursuz bir teslimiyetle dinlerken o, biraz eğildi ve fısıldadı:
“Kocanın öcünü almak için de böyle yapmak zorundayız. Yan yana bulunalım ki fırsat elverince Deli Murat’ın diyetini devletlilere ödetelim. Sen burada oldukça, ben sınır boylarında dolaştıkça öç işini yürütmek güç olur.”
Öldürülen eşinin öcünü almak fikri, Bülbül Hatun’a bir değişiklik getirdi, nemli gözleri parladı, boynu dikildi, göğsü kabardı ve dudaklarında erkekçe bir sayha gürledi:
“Canımı bu yola korum ağa! Tek sen, beni sana emanet koyup göçen kardaşlığını unutma.”
Artık anlaşmışlardı, rahmetli Murat’ın hatırasını kutlamakla beraber onun intikamını almak fikrini her şeye tercih ediyorlardı, hep o mevzu üzerinde konuşuyorlardı, Kafkas dağlarında on on iki yıllık ömrünü eyersiz atlar üzerinde geçirmiş, uçurumlu ve korkunç ormanlar içinde dolaşa dolaşa korkuya karşı yüreğini kapalı tutmayı öğrenmiş olan Bülbül, erkek kıyafetine girmekten, uzun yürüyüşler yapmaktan ve savaşa atılmaktan hiç de perva etmiyordu. Bütün bunlara, kendini esirlikten çıkarıp hür yapmış olan Deli Murat’ın öcünü almak için katlanacağını düşündükçe kadınlıktan hakiki surette uzaklaşıyormuş gibi zevk ve heyecan duyuyordu.
Kara Mehmet, ağır ve acı bir dürüstlükle kısa yoldan yürümüş, en mühim bir işi en kolay surette halledivermişti. Artık memnundu, zulme uğrayan kardeşliğine karşı borçlu olduğu vazifeleri başaracağına kanaat getirmişti. Tasarladığı işlerin yapılmasındaki güçlüğü takdir etmiyor değildi. Fakat dul kızın gösterdiği uysallık kendine yürek kuvveti getiriyordu. Bu kuvvetle her güçlüğü yeneceğine şüphe etmiyordu.
Bu güvenle evden ayrıldı, bir sipahi veldeşine gerekli olan eşyayı hazırlamak üzere çarşıya gitti. O devirlerde sipahilerin yalnız veldeşleri değil, yeniçeriler gibi civelekleri de vardı. Akıncıların kökü kuruduktan sonra yanlarında böyle genç yoldaşlar taşımak âdeti sipahilere intikal etmişti. Kara Mehmet, mesleki haysiyetine çok bağlı ve anadan doğma savaş kurdu olduğu için sipahilerin ne veldeş ne civelek taşıma âdetlerine iştirak etmiyordu. Fakat Deli Murat’ın karısını kimsesiz ve bakımsız bırakmamak düşüncesiyle şimdi o âdetten istifade etmek ve Bülbül Hatun’u genç bir erkek kılığına sokarak veldeş tanıtarak yanında gezdirmek istiyordu.
Bunun için at, kılıç, tolga, cepken, sıkma ve çizme tedarik etmek lazımdı. Kara Mehmet, bir iki saat içinde bunları satın aldı ve atı sipahi hanı ahırlarına koyarak öbürlerini eve getirdi, Bülbül’ün saçlarını kendi eliyle kesip bir veldeşe yakışan şekle soktu, sipahiler arasında nasıl davranmak icap ettiğini uzun uzun anlattı.
“Ben…” dedi. “Şimdi gidiyorum. Bayrak ağalarına bir veldeşim olduğunu haber vereceğim. Yarın gelirim, seni alıp götürürüm, el öptürüp yoldaşlara tanıtırım. Sen hele bu geceyi evde geçir, gözlerini de sabaha kadar kurut.”
Fakat içi yanıyordu, Deli Murat’ın acıklı ölümünü bir türlü unutamıyordu. Bülbül’e karşı takındığı sakin vaziyeti, yalnız başına kalınca kaybetmişti. Ahlayıp pufluyordu. Bu sebeple hana gitmedi, bütün İstanbul’u bir serseri gibi dolaştı, şununla bununla hiçten sebeplerle dalaştı, yatsıya kadar bir yerde oturup dinlenmedi. Bütün evlerin ışıkları sönmeye başlarken o hâlâ sokaktaydı ve Yemiş İskelesi önlerinde bulunuyordu.
Maviliğini göğe devredip yarı esmer bir yüz gibi görünen deniz, her sırra ve her derde yer veren temiz bir kucağı andırıyordu. Kara Mehmet, bu kucağa yaslanarak yasını dinlendirmek, ruhunu doya doya dinlemek ihtiyacına kapıldı, uyumaya hazırlanan kayıkçılardan birine yaklaştı.
“Hemşeri…” dedi. “Bana Topçu Kara Mehmet derler, ünlü bir sipahiyim. Geceyi denizde geçirmek istiyorum. Top başında nişan almayı, at sırtında pala sallamayı bildiğim kadar kürek çekmesini de bilirim. Kayığını bana bırak, bir köşede tatlı tatlı uyku kestirmeye bak.”
Sözüne üç beş akçe de kattığı için kayıkçı “Hayhay yiğidim.” demek zorunda kaldı ve Kara Mehmet, iki üç dakika sonra denize açıldı. O devirde ne köprü vardı ne rıhtım. Yeni Cami de henüz yapılıp bitirilmişti ve ön merdivenlerini denize kadar uzatıyor gibiydi. Gamlı sipahi, kayığı yürüterek açığa çıktı, Anadolu yakasına doğru kürek çekmeye koyuldu. Sarayburnu’ndan uzak kalmak istiyor ve oraya bakmaktan acı bir haşyet duyuyordu. Yüreği hep Anadolu tarafına akıyordu. Vaktiyle akıncılar Rumeli’nin göğsünde, sipahiler Anadolu’nun koynunda yetişirler ve yeniçeriler sarayın kucağında beslenirlerdi. Akıncılarla sipahiler arasında ayrılık gayrılık yoktu. Bir sipahi kolaylıkla akıncı olabildiği gibi her akıncı da zaten sipahi idi. Fakat bu iki askerî zümre, sebebini kendileri de takdir etmedikleri hâlde, yeniçerilere neyzen bakışıyla[19 - Neyzen bakışı: Yan bakış, göz ucuyla ve üzüntülü bakış. (e.n.)] bakarlardı. Yeniçeriler de onları için için kıskanırlardı. Akıncılar, kaynağı kuruyan bir kan seli gibi kaybolup gittikten sonra sipahiler yetim kalmışlardı ve yeniçeriler bu yetimlikten istifade ederek onları zaman zaman hırpalamışlardı. Artık bir sipahi için İstanbul, uğursuz bir köşeydi ve o köşeden uzak kalıp Anadolu’da yaşamak zaruret hâlini almıştı.
Kara Mehmet, şuur altında yaşayan bu zarurete şimdi daha kuvvetli surette kapılıyordu ve Sarayburnu’na uzak kalmak istiyordu. Elleri hep bu dileğe uyarak kayığa karşı yaka istikametini veriyordu.
Bir aralık kürekleri bıraktı, bulunduğu yeri tayin etmek istedi, Kandilli önlerine geldiğini anladı, Yemiş’ten oraya nasıl ulaştığının farkında bile değildi. Gözünde Deli Murat’ın kesik başı, kulağında onun gür sesi dolaşa dolaşa işte bir çırpıda bu mesafeyi aşmıştı.
Kara Mehmet mazlum dostundan selamlar getirir gibi mırıldandığını kuruntuladığı akıntıya kulaklarını verdi, bir müddet o uhrevi sesi dinledi, sonra yanık yanık içini çekti, gözlerini bahçeye dikti. O tarihte Kandilli Bahçesi padişahın en sevdiği tenezzüh[20 - Tenezzüh: Gezinti. (e.n.)] yerlerinden biri idi. Sahilin üst yanındaki büyük kayaya oturtulan yarım düzine köşk ve geniş bir bahçe, bu zevk yuvasına zarif bir endam çiziyordu.
Kara Mehmet parlak bir gök ışığı altında bulanık billurlar gibi donuk bir beyazlık belirten köşklere baktı, sönüp parlayan ziyalar gördü, mırıldandı:
“Hünkâr, burada.”
Ve sonra gözlerini aşağıya, Sarayburnu açıklarına çevirdi, acı acı inledi:
“Deli Murat da orada!”
İçinde yaman bir hınç vardı, kuvvetli bir el kendini itiyor gibiydi. Karaya çıkmasını, şu uyuyan köşklere ulaşmasını ve hünkârla yüzleşmesini isteyen bu tazyike iradesini kaptırmamak için âdeta mücadele geçiriyordu, işte o sırada gözüne beyaz bir gölge çarptı. Bu, bahçe rıhtımına doğru yürüyen bir kadındı. Kara Mehmet’in koyu karanlıkları yarmakta kuvvetli bir meleke sahibi olan topçu ve sipahi gözü, kadının adımlarındaki sersemliği bile seziyordu.
Gecenin esmer tülünü yırtmadan çiğneyerek rıhtıma inen bu kadın, kafes kaçkını ve hürriyet şaşkını beyaz bir güvercine benziyordu, o kadar beceriksiz yürüyordu. Ardında kalan kafesle önünde açılan deniz arasında ne yapacağını kestiremiyormuş gibi davranıyordu, sık sık ardına bakıyordu. Bununla beraber yürüdü, yürüdü, kıyıya geldi, yorgun bir düşüşle taşların üzerine oturdu, sabırsız bir hamle ile terliklerini çıkardı, beyaz ayaklarını denize uzattı, akıntının muttarit[21 - Muttarit: Tekdüze. (e.n.)] bestesini parmaklarıyla hırpalamaya koyuldu.
Kara Mehmet, kayığı ve kendini görmeyen kadının bütün hareketlerini tarassut ediyordu.[22 - Tarassut etmek: Gözlemek, gözetlemek. (e.n.)] Gecenin o vaktinde dişi bir saraylının böyle deniz kıyısına gelmesi, açık saçık bir durumda ayaklarını yıkaması gerçekten garip bir şeydi. Bu garabet, Kara Mehmet’i de düşüncelerinden uzaklaştırmış ve dikkatini kendi üzerine çekmişti. Fakat sahnenin tuhaflığı bu kadarla kalmadı. Biraz sonra köşkler istikametinde bir beyaz gölge daha belirdi. Bu, evvelce gelen kadın gibi şaşkın değil, hırçın yürüyordu ve koşar gibi adım atıyordu. Lakin yürüyüşünde esrarlı bir eda vardı.
Şimdi Kara Mehmet, iki kadını birden gözetlemeye koyulmuştu. İdrakini ayaklarına bağlamış gibi görünen birinci kadın, yanına bir eş geldiğinin farkında değildi, derin bir dalgınlık içinde boyuna suyu karıştırıyordu. Yeni görünen kadın da gelişini ona duyurmamak istercesine sinsi bir istical[23 - İstical: İvedilik, acele etme. (e.n.)] gösteriyordu. Nihayet yaklaştı, sessiz bir rüzgâr tarafından sürüklenen iri bir beyaz yaprak düşüşüyle birinci kadının ta ardına geldi ve birden kuvvetli bir tekme hâline inkılap ederek onun beline çarptı, zavallıyı akıntının kucağına düşürdü.
Kara Mehmet, umulmayan bu hadise karşısında derin bir hayret geçirirken denize düşürülen kadın, aşağıya doğru çırpına çırpına sürükleniyor ve cinayeti işleyen ayaklar, uçan bir pamuk yumağı gibi köşklere doğru hızla savuşuyordu.
Şimdi ortada boğulmak üzere bulunan bir kadın ve kaçan bir katil vardı. Kara Mehmet, sarayın koynuna giren katille alakalanmayacağını ve akıntının köpüklerinde örülmeye başlanan mezarı önlemek lazım olduğunu kestirmekte gecikmedi. Gözlerine yapışan hayreti çarçabuk silerek küreklere yapıştı. Genç bir kuğu kuşu gibi süzülerek denizi yendi, eceli geçti, mezara çevrilecek köpükleri çiğnedi, çırpınmaktan yorulup kendini ölüme bırakan kadını yakaladı, kayığa aldı.
Cinayeti gören olmadığı gibi ölümü yenen bu hamleyi de gören yoktu. Kandilli Bahçesi uyuyor, rıhtım uyuyor ve belki katil de uyumaya hazırlanıyordu. Fakat Kara Mehmet’in vaziyeti nazikti. Yaptığı iş, insani bir hareket olmakla beraber, omzuna bir yük iliştirmiş oluyordu. Bu yükü ne yapacaktı ve ondan nasıl kurtulacaktı?
Yiğit sipahi, vereceği kararı sonraya bırakarak önündeki ıslak ipek çilesiyle meşgul olmaya başladı. Nabzını tuttu, kalbini dinledi ve onun yalnız baygın olduğuna kanaat getirerek belinden kavradı, baş aşağı çevirip yuttuğu suları kusturdu, kuvvetli bir masajla kan deveranını düzeltti. Artık yapılacak iş yoktu, kadının ayılmasını beklemek gerekti.
Kara Mehmet, intizar[24 - İntizar: Birinin gelmesini, bir şeyin olmasını bekleme, gözleme. (e.n.)] dakikalarını uzakta geçirmeyi, Kandilli Bahçesi’nde bir uyanıklık olursa görünmemeyi kendi durumuna uygun bulduğundan küreklere yapışmış, Yemiş’e doğru açılmaya başlamıştı. İşte bu sırada gözü kadının parmaklarına ilişti ve orada güzel bir yüzük gördü. O, iliğine kadar tok bir adamdı, mehtabı yüzük yapsalar imrenip bakmazdı. Lakin gözüne çarpan elmas taş, bir dost bakışı gibi kendine sıcak ve yakın göründüğünden dayanamadı, baygın kadının elini avuçlarına alıp baktı ve şaşırdı: Taş, daha dün Deli Murat’ın koynunda gezen elmastı!..
Şimdi Kara Mehmet, önündeki kadının uğradığı gadri unutmuş, idrakini yüzüğe bağlamıştı. Erdel kralının Deli Murat’a yıllardan beri taşıttığı bu elmas dert, nasıl olup da şu kadının parmağına geçmişti?.. Zeki sipahi, kısa bir düşünce sonunda bu muammayı çözmekten geri kalmadı ve Murat’ın yüzüğü karısına takamadan saraya götürüldüğünü, kafası kesildikten sonra taşın bir ganimet gibi hünkâra sunulduğunu, ondan da şu kadına geçtiğini anladı.
Deli Murat’ın mirasına konan kadın, şu vesikaya göre, hünkârın yakınlarından ve gözdelerinden biri olacaktı. Acaba kimdi ve efendisinden böyle parlak bir armağanı aldığı günün gecesinde nasıl olup da ölüme mahkûm ediliyordu?..
Zekâ, bu bilmeceyi halledemezdi. Kara Mehmet de fazla düşünmeyi manasız buldu, merakını tatmin için kadının ayılmasını beklemeye koyuldu ve biraz sonra bu hadise vukuya geldi. Midenin boşalması, kanın düzelmesi, ölümden kurtulan kadını baygınlıktan çıkarıyordu. O, tesadüfen uzaklaştırılan ecelin henüz silinmeyen ağırlığını duya duya gözlerini açmış ve şuursuz bakışlarla yanını, yönünü dolaştıktan sonra Kara Mehmet’i görüp mırıldanmıştı:
“Ben neredeyim?”
Yiğit sipahi, kendine has olan vecizevi şive ile bütün hadiseyi bir çırpıda anlattı.
“İşte…” dedi. “Olan biten bu. Seni öldürmek istiyorlardı, ben kurtardım. Şimdi söz senin: Dilersen kayığı çevireyim, seni saray bahçesine bırakayım. Oraya dönmek işine gelmiyorsa bir yer salık ver, seni oraya götüreyim. Fakat şu yüzüğü nereden bulduğunu söylemedikçe bir yere gidemezsin.”
Kadın, takatsiz bir kımıldanışla kolunu kaldırdı, yüzüğe baktı, gamlı gamlı içini çekti.
“Uğursuz taş!” dedi. “Beni ölüme sürüklüyordu!”
Ve sonra ıslak vücudunu doğrulttu, göğsünü örtmeye çalıştı.
“Ben…” dedi. “Ahiretin eşiğinde sayılırım. Orada kaçgöç yoktur, değil mi?.. Öyleyse senin yanında baş açık oturuşum da günah değildir. Ne yapayım, örtüm yok. Olsa da sarınmak boş. Sen beni sudan çıkardın, en yakın kimsem oldun. Anadan yakın, babadan yakın dost. Senden niye kaçayım?”
Ve biraz dinlendi, hızlı hızlı nefes aldı, sonra sözüne devam etti:
“Ben hünkârın gözdelerindenim. Adım Gülbeyaz’dır. Dün, haseki sultanın tuzağına düştüm, esir pazarından alınacak bir halayık için titizlik gösterdim, hünkârı gücendirdim, dayak yedim. O kızı bir levent alıp evine götürmüş. Burada kıyametler koptu. Bu sabah da adamcağızın kafası kesilmiş. Hünkâr, o işi yaptırdıktan sonra bahçeye döndü, bana bu elmas yüzüğü gönderdi. Fakat yanına çağırtmadı. Ben de üzüntüden deniz kıyısına indim, hava almak istedim. Sonrasını sen biliyorsun.”
Kara Mehmet, ızdıraplı bir heyecan içindeydi. Deli Murat’ın aldığı kızla şu kadının birbirini tanımadan rakip olmaları, Murat’ın öldürülmesinden on üç on dört saat sonra bu kadının da öldürülmek istenilmesi ve elmas yüzüğün Murat’tan buna geçmesi, yiğit sipahinin kafasında uzun bir kargaşalık yaratmıştı. Bunları, bütün bu işleri kader denilen meçhul kudrete atfediyor ve Deli Murat’tan dul kalan kızla şu kadının kendisiyle tanışmalarını da aynı kudretin bir cilvesi sayıyordu.
Acaba kader, Deli Murat’ın öcünü aldırmak için kendisine yardım mı etmek istiyordu?.. Kara Mehmet, bir aralık böyle bir kuruntuya da düştü, denizden çıkarıp ayılması için hayli emek verdiği kadını ilk olarak alıcı bir gözle süzdü. Onunla karşılaştığı dakikadan beri gözüne bu bakışı vermemişti, cinsî bakımdan tamamıyla kayıtsız kalmıştı. Fakat onu kendi önüne kaderin attığını zannetmeye başlar başlamaz kayıtsızlığı silindi, tam bir erkek bakışı takındı ve Gülbeyaz’ı, bir güvercinle yakından meşgul olan bir aslan gibi tetkike girişti.
Onu güzel ve çok güzel buluyordu. Fakat bu buluş, içine garip duygular ve kafasına karışık düşünceler dolduruyordu. Masallarda söylenen deniz kızlarından biriyle karşılaşmış gibi heyecanlı bir hazza kapılmakla beraber bir sürü de mülahaza geçiriyordu. Her şeyden önce padişah denilen adamın böyle binbir perinin yanında ömür geçirişindeki zevki ölçmeye çalışıyor ve onun esir hanındaki kızlara kadar el uzatmasındaki açgözlülüğü hatırlayarak iğrenti duyuyordu. Bu iğreniş feveranlı bir hınçla karışıktı. Deli Murat’ı gerdekten mezara fırlatan hünkâra iyi bir oyun oynamak hırsı da araya girerek onun duygularını ve düşüncelerini büsbütün karıştırıyordu.
Hünkâr, almak istediği kızın Serçeşme tarafından alınması üzerine yakışıksız bir cinayet işlemişti. Şimdi Kara Mehmet, onun bir gözdesine tasarrufla o cinayeti cezalandırmak istiyordu. İşte fırsat önünde apaçık duruyordu, tek bir hamle, hünkârı ta yüreğinden yaralamaya ve Deli Murat’ın öcünü almaya kâfi gelecekti.
Fakat yiğit sipahi bu hamleyi yapmadı, bir katili incitmek için bir kadını hırpalamayı mertliğine yakıştıramadı, karışık düşüncelerinden bir silkinişte sıyrıldı.
“Çalınan mal…” dedi. “Nerede bulunursa geri alınır. Ben de bu yüzüğü senden alıp sahibine vereceğim.”
Kadın, hayran hayran sordu:
“Sahibi kim?”
“Bu sabah kafası kesilen Deli Murat’ın karısı. Şu senin kıskandığın kız. O şimdi dul kaldı, benim koltuğumun altına sığındı.”
Ve kadının yüzükle Deli Murat ve dul kadın arasındaki münasebeti kavrayamadığını sezerek bütün bildiklerini kısaca anlattı:
“Görüyorsun ya…” dedi. “Bu elmasın yeri o dul kadının parmağıdır. Ölüden çalınan malı o ölünün mirasçısına vermeliyiz.”
Gülbeyaz, memnun bir uysallıkla yüzüğü parmağından çıkardı. Kara Mehmet’e uzattı. Bu hareket, ikisini pek yakınlaştırmıştı. Birbirlerinin göz bebeklerinde kendilerini görebilecek kadar nefes nefese gelmişlerdi. Ölümden kurtulan kadın işte bu durumda halaskârını iyice görmek fırsatına erdi ve birden sarsıldı. Kara Mehmet ona, başlarında asılı duran muhteşem aydan parlak görünmüştü. O güne kadar erkek olarak yalnız hünkârı tanıyan Gülbeyaz, bu mevzudaki dar bilgisinin birden genişlediğini seziyor ve zihninde açılan o genişlik, yüreğine de aktığı için garip bir zelzele geçiriyordu. Bir erkek bakışının nasıl olabileceğini işte şimdi anlıyordu. Kara Mehmet’in gözleri ona, bu yaman hakikati de öğretmişti ve bu taze bilgiden içine tatlı bir sarhoşluk yayılıyordu.
Erkek, uzatılan yüzüğü alıp çekilirken kadın, kalbinden süslü bir hayalin kırık dökük fırlayıp denize düştüğünü ve güçlü kuvvetli bir hayalin kırarak dökerek onun yerini işgal ettiğini sezdi, ellerini yüzüne kapayarak inledi:
“Yiğidim, senin adın ne?”
“Sipahi Kara Mehmet!”
“Kara öbürü yiğidim, öbürü. Sen şu aydan beyazsın!”
***
Gülbeyaz, saraya dönmeyi artık düşünmüyordu bile. Çünkü padişahın hayaliyle beraber sarayın bütün cazibesi de yüreğinden sökülüp gitmişti. Bakışları ancak yüzde ve deri üzerinde donuk donuk dolaşıp yüreğe inmeyen, sesinde yalnız altın şıkırtısı duyulan hünkâr ile bakışlarını yaralayıp kanatmayan bir hançer kesikliğiyle ta kalbe sokan, sesinde denizlerin azametli uğultusunu taşıyan Kara Mehmet’in arasındaki farkı sezmek onu birden çılgına çevirmişti, her fedakârlığa katlanacak vaziyete düşmüştü.
Kendi düşüncelerine çok uygun olan bu hâletten istifade etmeyi Kara Mehmet de ihmal edemezdi, Gülbeyaz’la nikâhlanmayı hemen tasarladı, kayığı gene Yemiş’e sürdü, ıslak kadını saracak bir örtü buldu ve doğruca Bülbül Hatun’un evine yollandı. Bütün bu işlerde ilahi bir kudretin dileğini ve bileğini sezinsediği için endişesiz davranıyordu, gökten omzuna bir vazife yükletilmiş gibi şen bir itimat içinde düşüncelerine düzen vermeye savaşıyordu.
Onu, küçük bir lahza demlendiren şey, iki kadını karşılaştırmak oldu. Hünkârın dileyip de alamadığı Bülbül’le onu görmeden kıskanan ve hünkârın koynundan alınan Gülbeyaz iki masum rakip ve iki mazlum kadın vaziyetinde bulunuyorlardı. Birinin yüzünden yiğit bir hayat heder olup gitmişti, birinin de gene o hadise ile ilgili entrikalar sebebiyle bizzat heder olmasına ramak kalmıştı. Bu işler, Bülbül’le Gülbeyaz’ı hem dost hem düşman yapabilecek amillerdi. Kara Mehmet, arada düzeltici bir rol oynayarak onları kardeş yapmak istiyordu.
Fakat ilk karşılaşmada hayli kekeledi, Bülbül’ü ağlatmamak için sarayı ve hünkârı ağza almaktan mümkün olduğu kadar çekindi, sadece Gülbeyaz’ın denize atılmış bir kurban olduğunu söylemekle iktifa etti, onunla nikâhlanacağını ise ancak hissettirdi. Lakin bu dikkatlere, bu inceliklere hacet yoktu. Bülbül, kendine can yoldaşı olacak bir kadın görünce çocuk gibi sevinmişti, onun kim olduğunu öğrenmeye bile lüzum görmeden boynuna sarılmıştı.
“Seni…” diyordu. “Allah gönderdi. Ben düşünde er gören bir kadınım. Gözümü açtım, kendimi dul buldum. Şimdi ağanın kanadı altında yaşıyorum. Fakat o, bir erkek. İşi var, gücü var. Öyle de olmasa derdimi kendine dinletemem. Şimdi sen geldin, içime ferahlık getirdin, öz kardeş gibi yan yana, can cana yaşarız. Değil mi?”
Kendini kıskanan, kendini kündeden atıp inciten ve sonunda ölüme sürüklemek isteyen haseki sultanla Bülbül arasındaki ruh farkını hemen kavramış olan Gülbeyaz da bu çocukça sevince karşılık vermekten geri kalmadı, Bülbül’ü göğsüne bastırıp uzun uzun sıktı.
“Senin…” dedi. “Ablan olacağım. Yaralı yüreğini tımar edeceğim.”
Kara Mehmet bu sahneyi seyrettikten sonra iki kadının yanlarına sokuldu.
“Böyle…” dedi. “Canciğer oluşunuz hoşuma gitti amma beni unutmanız doğru değil. Siz, ulu Tanrı’dan sonra bana bağlısınız. Onun için ne dersem onu yapacaksınız.”
Ve hemen düşüncelerini sıraladı:
“Ben sipahiyim, her yıl sefere aşarım. Siz de saraya karşı suçlusunuz, ulu orta yaşayamazsınız. Mutlaka gizlenmelisiniz. Hünkâr, ilk kızgınlık hızıyla Bülbül’ü unutmuş görünüyor. Fakat yarın aratır, ondan da hınç çıkarmaya çalışır. Gülbeyaz ise büsbütün tehlikede, belki şimdiden denize dalgıçlar inmiştir, bütün Marmara’ya kayıklar yayılmıştır. Olur ki bir iz bulunur, o izin üzerinde yürünür, buraya kadar gelinir. İyisi, yakamızı ele vermeden savuşmak. Ben Bülbül’ü hazırladım. Şimdi Gülbeyaz’ı da ona benzeteceğim. İstanbul’dan çıkaracağım.”
Kara Mehmet dediğini yaptı. Denizden çıkardığı kadını da Bülbül Hatun gibi erkek kılığına soktu, silahlandırdı, atlandırdı. Daha önce nikâh işini de başardı. O, şeri hilelere akıl erdiren bir adamdı. Gülbeyaz’ın yeniden dünyaya gelmiş sayılacağını esas tutarak hürriyetine fetva veriyor ve bu fetva ile onun kendine varmasını caizleştiriyordu. İddet meselesini ise beş altı aydan beri hünkârla uzaktan merhabalaştığını söyleyerek, bizzat Gülbeyaz halletmişti.
İşte bu suretle her iş yoluna girdi, kadınların sipahi kalabalığına karışmalarına hiçbir engel kalmadı. Fakat Kara Mehmet, birisi kendisinin eşi olan şu iki kadını gelişigüzel ortaya çıkarmaktan çekiniyordu. Onların kadınlığı sezilirse rezalet muhakkaktı.
Bu endişeyi umulmaz bir tesadüf giderdi. Elçilikle Viyana’ya gitmesi kararlaştırılan Müteferrika Kara Mehmet Ağa’ya yeni vazifesi dolayısıyla paşalık verilmişti. Elçi paşa, muhteşem bir daire tertip etmek mecburiyetinde bulunuyordu. En azından üç yüz kişiyi ihtiva edecek olan bu daireye -yerinde silah kullanmayı bilir- beş on yiğidin de alınması lazımdı. Kara Mehmet Paşa, işte bu zaruretle sipahi hanına başvurdu, Viyana’ya gidip gelinceye kadar kendisine yoldaşlık etmek üzere birkaç er istedi. Böyle işlere ünlü sipahilerin yanaşmasına imkân yoktu. Fakat Kara Mehmet, iki kadını İstanbul’dan kolaylıkla uzaklaştırabilmek düşüncesiyle elçi paşanın dileğine hemen muvafakat gösterdi ve kendisiyle kısa bir görüşmeden sonra genç sipahi kılığındaki kadınları alarak Kara Mehmet Paşa’nın konağına gitti, yerleşti.
O, Bülbül’le Gülbeyaz’ı tanıştırırken elmas yüzüğü dile almadığı gibi sonra da meydana çıkarmamıştı. Onu, bir uygun fırsat bulup da Bülbül’ü evlendirdiği gün vermek kararıyla koynunda taşıyordu. Yiğit adamı, yüzük işinde böyle davranmaya sevk eden sebep gayet sade idi. O, Deli Murat’tan hünkâra, ondan Gülbeyaz’a geçen yüzüğün şu sırada meydana çıkmasını, tehlikeli telakki ediyordu. Çünkü Bülbül, yüzüğe baktıkça Deli Murat’ı ve Gülbeyaz da onu Bülbül’ün parmağında gördükçe hünkârı hatırlayacaktı. Kara Mehmet ise onların böyle bir hatırlayışla boyuna üzülmelerini istemiyordu.[25 - Gülbeyaz hadisesinin sarayda nasıl bir tesir uyandırdığını yazmayı gereksiz bulduk. Romanımıza taalluk eden nokta bu kadının Kara Mehmet tarafından denizden çıkarılması ve nikâhla alınmasıdır. Hünkârın, alamadığı bir kız için Deli Murat’ı öldürmesine karşı en sevgili gözdelerinden birinin bir sipahiye eş ve Deli Murat’tan dul kalan kadınla arkadaş oluşu garip bir tesadüf teşkil ettiğinden okunmaya değer. Bununla beraber Gülbeyaz’ın hedef olduğu suikast hakkındaki tarihî kaydı, Ahmet Refik’in “Kadınlar Saltanatı” adlı eserinden alıp buraya koyuyoruz:“Rebia Gülnuş Avcı Mehmet’e son derece mecluptu, padişahı daima kıskanırdı. Onun en müthiş rakibesi Gülbeyaz’dı. Rebia, padişahın ona iltifatını çekemezdi, vücudunu kaldırmak için tedbirler düşünürdü. Nihayet bir gün Kandilli Sarayı’nda Gülbeyaz deniz kenarında dolaşırken Rebia Gülnuş geldi, güzel rakibesini boğazın dalgalarına gömdü…” Silahtar tarihi de padişahın bu hadiseden çok müteessir olduğunu ve Kandilli’de elli gün oturmayı kurmuşken hemen göçtüğünü yazar. Bu vaziyette Turhan Sultan, Haseki Gülnuş’a oyun oynayamamış demektir. (y.n.)]
2
TÜRK ELÇİSİ VİYANA YOLUNDA!
Elçi paşa, öteden beri ününü duyup durduğu Kara Mehmet’ten seçme iki genç sipahi ile kendi dairesine iltihak etmesinden son derece memnundu, hatta biraz gurur bile duyuyordu. Kara Mehmet de onu pek zeki ve pek cesur bularak sevmişti, candan saygı gösteriyordu. İkisinin de aynı adı taşımaları aralarında daimî bir şaka mevzusu oluyordu. Elçi paşa ona “yiğit adaş” diye hitap ediyordu, Kara Mehmet de onu “adaş paşa” diye anıyordu. Her gün sık sık temas ettikleri gibi sofrada mutlaka beraber bulunuyorlardı. Yalnız Aygut’la Gültekin, Bülbül’le Gülbeyaz, ayrı yiyorlardı, ancak gece yarısından sonra birleşiyorlardı. Elçi paşa, yolda barınmak için üç sipahiye mükemmel bir çadır ve bir de çerge vermişti. Ayrıca üç de at uşağı tahsis etmişti. Bu sebeple Kara Mehmet’in ve yanındaki kadınların rahatı yerinde idi. Onların durumlarından tek bir kimsenin kuşkulanmaması ise bu rahatı manen de tekemmül ettiriyordu.
Onlar baş başa kalınca Deli Murat’ın öcünü almak meselesini konuşurlardı, Gülbeyaz da Bülbül’e acıdığı ve kocasının her fikrine hemen uyduğu için o meseleye candan ilgi gösteriyordu. Bir gün hünkârdan mazlum ölünün öcü alınırsa kendini denize atan kadının da hırpalanacağını düşünmek onu bu işle ayrıca alakalandırıyordu. Fakat konuşmalar, hülya hududunu geçmiyordu, müspet bir yol düşünülemiyordu.
İşte bu vaziyette bir gün elçi paşa, Kara Mehmet’i çağırdı.
“Yiğit adaş…” dedi. “Yarın yola çıkıyoruz. Sultan Süleyman’ın konakladığı yerlere uğrayarak Beç’e kadar gideceğiz. O, koca bir orduyu bu yolda yürüttü. Biz bakalım, şu küçük kalabalığı onun izinde sızıltısız sürüp gidebilecek miyiz?”[26 - Osmanlılar, uzun asırlar, Viyana’yı Beç diye anmışlardı.]
Ve sonra dört yanına bakındı, bir sır tevdi ediyormuş gibi davranarak fısıldadı:
“İşler, gün geçtikçe acayipleşiyor. Yedi düvel bize diş bileyip duruyor. Çok geçmez, saman altındaki sular meydana çıkar, büyük bir savaş başlar. Mümkün ki biz çevrilen Frenk dolabını temelinden yıkmak için gene Beç’e saldıralım. Bunun gününü kestiremem amma er geç olacaktır. Onun için yolculukta açıkgöz davranmalıyız. Suları ölçmeliyiz, köprüleri arşınlamalıyız, konak yerlerini bir iyi incelemeliyiz, ileride yapılacak yürüyüşte işe yarayacak bilgi elde etmeliyiz.”
Elçi paşa, sade siyasi bir vazife görmekle iktifa etmeyeceğini, askerî tetkikler de yapacağını Kara Mehmet’e anlattıktan ve bu yolda çalışması lazım geldiğini ona hissettirdikten sonra bir cemile göstermek istedi:
“Hünkârın Nemse çasarına[27 - Çasar: Viyana’da oturan Alman imparatoruna verilen unvan. (e.n.)] yolladığı armağanları sana göstereyim. Bak, neler götürüyoruz. Yüz yıl önce böyle külfetlere katlanmazdık. Yalnız alırdık, şimdi veriyoruz, bol bol veriyoruz. Çünkü devir değişti, ihtiyar aslana döndük, kükrüyoruz amma korkutamıyoruz.”
Elçinin Kara Mehmet’e seyrettirdiği armağanlar gerçekten nefis şeylerdi. En başta elmaslı bir sorguç vardı. Elçi bu armağanın bir yıllık Mısır vergisi değerinde olduğunu söylüyor ve bu kıymeti biçerken gözleri nemleniyordu, sonra bir direkli otağ geliyordu. Bu da Türk şaheserlerinden sayılacak bir şey olup halis ipekten örülmüştü, her yanı eşsiz resimlerle süslü idi, direği som gümüştendi. Otağa serilmek için yirmi seccade seçilmişti, her biri bir başka hüner taşıyordu. Onlara katılan beş Acem halısı ise paha biçilmez metalardandı.
Kara Mehmet bütün bu güzel şeyleri hayran hayran seyretti, armağanlar arasındaki yüz muslin sarıkla kırk sırmalı ve kürklü hilati de gördü. Sonra elçi paşa ile ayrı bir yerde tavlaya bağlanmış olan on dört çöl dilberini, Arap atlarını temaşa ederek imrendi ve hayıflandı. Ancak bir Türk sipahisine yaraşan bu güzel hayvanların ata sağdan mı soldan mı bindiği belli olmayan Nemse çasarına gönderilmesini aykırı buluyordu. Atların on ikisi yelkendest dedikleri biçimdeydi, sade yularla gidiyorlardı. İkisi yetmiş akçeli yüz yetmiş sipahinin yetmiş yıllık gelirleriyle de tedarik olunamayacak kadar kıymetli eyerlerle süslenmişti.
Elçi paşa, hayvanları adaşına gösterdikten sonra elini onun omuzuna koydu.
“İşte…” dedi. “Bunlar güçsüzlük vergisidir. Bilek zayıfladı mı kese hafifler. Hazinenin musluğu kuvvettir.”
Ve ilave etti:
“Bir okka da amber var, gümüş bir çekmecede kapalı, Nemse çasarını eşine hoş göstermek için koku dahi götürüyoruz.”
Elçi paşa, şu sözleriyle de anlaşıldığı üzere, hamiyetli bir adamdı. Kara Mehmet onun bağrı yanık görünmesinden istifade ederek sordu:
“İşlerin gidişatını galiba hoş görmüyorsunuz.”
O içini çekti, mırıldandı:
“Allah encamımızı hayretsin. Biz boşuna akan bir suya benziyoruz. Kaynağımıza bakan yok. Bu bakımsızlığın sonu çok kötüdür. Ne yapalım ki bize sezip susmak ve fırsat düşünce güle güle ölmek düşüyor. Hünkâr av delisi. Askeri sınırdan sınıra koşturuyor. Kendi tavşan ardında koşuyor. Niçin her yıl savaş yaptığımız belli değil. Moskof’la dargınız, Lehli ile dargınız, Nemse’yle dargınız, Fransız’la dargınız, Venedikli ile dargınız. Yeryüzünde tek bir dost edinmemişiz. Kılıcımıza dayanıp sağa sola saldırıyoruz. Bu, niceye dek böyle sürer, bilmem ki.”
“Hünkâr neden gözünü açmıyor, işlere çekidüzen vermiyor?”
Elçi paşa, dik dik baktı:
“Bunu bir gün gelir, onun yüzüne karşı soran bulunur, nasıl ki babasına da sormuşlardı. Şimdilik susmak gerek.”
Kara Mehmet, bu doğru özlü ve doğru sözlü adamın şahsında kendi düşüncelerine uygun bir ruh sezip sevindi, fakat bahsin ilerisine gitmekten çekindi ve hazırlığını tamamlamak için izin alıp çekildi.
Ertesi gün 295 kişilik bir kafile hâlinde yola çıkmışlardı. Kanuni Sultan Süleyman ruznamesine göre konaklaya konaklaya Viyana’ya doğru yol alıyorlardı.
Kara Mehmet bu sırada Evliya Çelebi ile tanıştı. Sesi güzel, sohbeti tatlı bir adam olan bu ünlü seyyah, Viyana’ya elçi gideceğini işitir işitmez paçaları sıvamış, bir yolunu bulup kafileye iltihak etmişti.
Her telden çaldığı için -elçiden seyislere kadar- bütün Viyana yolcularına çarçabuk kendini sevdirmiş bulunuyordu. At koşturuyor, cirit atıyor, kılıç oyunu yapıyor, masal söylüyor, şarkı ırlıyor, ilahi okuyor ve karşılaştığı adamın meşrebine göre davranıp gönül kazanıyordu. Kara Mehmet de bu gün ve yer görmüş adamdan hemen hoşlanıvermişti.
İkinci menzil Çatalca idi. Elçi paşa orada yüz kırk üç yıl evvelki haşmetli gidişten bir hatıra nakletti:
“Sultan Süleyman…” dedi. “Ara sıra dörtnala kaldırdığı atının kuyruğu ucundan bir karış geri kalmayan yayalara burada otuz bin altın bahşiş verdi. Hakkı da vardı: Attan ayrılmayan yaya… Öylesi adamları bugün bulsam eğilir, topuklarını öperim.”
Evliya Çelebi de ayrı bir vakıa hatırlattı:
“Galata’da Frenk beyzadesi Giriti de ordu ile beraberdi. Nemse ve Macar ili hakkında hünkâra haberler ulaştırıyordu. Kendisine bu menzilde ödünç diye otuz bin altın ve üç yüz bin akçe verildi.”
Kara Mehmet, böyle hazineler dağıta dağıta giden o vakitki Türk ordusu hakkında malumat almak istedi ve sordu:
“Sultan Süleyman’la bile kaç kişi ve kaç top vardı?”
Evliya Çelebi, tarih aşkıyla sabırsızlık gösterdi, elçi paşadan önce cevap verdi:
“Üç yüz top, iki yüz elli bin asker, altmış bin deve!.. Fakat topları çeken camuslar[28 - Camus: Su sığırı, manda, kömüş. (e.n.)] bile kanuna saygı gösteriyorlardı. O koca orduda çıt yoktu, dalgasız bir göl gibi azametli bir külçe hâlinde yürüyüp gidiyordu.”
Bunları konuşurken üçünün de gözleri yaşarıyordu, çünkü üçü de bu ordu nizamının çoktan yıkılıp gittiğini biliyorlardı. Onlar, yeniçeri ve sipahi ocaklarının dalgasız göl olmaktan uzaklaşıp bir tayfuna döndüğünü ve korkunç velveleler içinde yakarak, yıkarak yürümeye alıştığını gözleriyle görmüş kimselerdi. Eski devrin düzenini hatırladıkça üzülüyorlardı.
Hemen her konak yerinde bu hasbihâller tazeleniyordu. İnceğiz yanındaki Kabasakal köyünde, Hedikli’de hep o eski hatıraları terennüm ettiler. Karlı köyünde elçi paşa havuzumsu bir noktayı Kara Mehmet’e gösterdi.
“Türk ordusu Viyana’ya giderken…” dedi. “Burada bir su birikintisi vardı. Kapıcıbaşı Mehmet, Sultan Süleyman’ın otağını gölceğizin üst yanına kurdu, hünkâr da memnun oldu, kapıcıbaşıya altı yüz altın ihsan etti.”
Ahmetbey, Hamza köylerinde ve Hasköy’de gene o büyük ordunun hatıraları canlandırıldı, Edirne’ye varıldı. O devrin Edirne’si pek mamurdu. Dört yüz on dört mahallesi, elli üç kervansarayı, altmış tüccar hanı, büyük bir bedesteni, yedi bin dükkânı vardı, pek işlek bir ticaret merkezi idi. Buğdayı, yemişi boldu, gül suyu ile şekerlemeleri çok meşhurdu.
Elçi paşa kafilesi Edirne’de üç gün mola verdi. Başta, saray Bostancıbaşısı Kırkayak Koca Sinan Ağa olmak üzere, bütün şehir uluları tarafından saygı gördü. Oradan Kızılağaç Yenicesi’ne geçildi. Evliya Çelebi, eski Viyana seferine gidilirken bu menzilde halkın Sultan Süleyman’a arzuhâl sunup kadı ile hatibin hırsızlıklarından şikâyet ettiklerini ve hünkârın onları yakalatıp astırdığını anlattı. Oradan Çermen Ovası’na, Beyulahın’a varılarak ve Sazlıdere, Keklik, Halidçayırı, Dogoviçe aşılarak Filibe’ye gelindi.
Evliya Çelebi, Filibe’ye yaklaşınca Kara Mehmet’in yanına sokuldu.
“Yiğidim…” dedi. “Türkler Beç’e giderken burada yaman bir yağmura tutulmuşlardı. Meriç coşmuştu, köprüyü aşmıştı. Çadırlarda barınmak imkânı yoktu. Toplar su altında idi, topçeker hayvanlar boyunduruktan sıyrılıp yüzgeçlik yapıyorlardı. Bereket versin ki her yer ağaçlıktı, askerler üçer beşer, hatta onar yirmişer ağaçlara tırmanmışlardı. İki gün böyle geçti, bütün ordu bir kuş hayatı geçirdi, dallar arasında pinekledi. O hengâme arasında tuhaf bir vaka da oldu. Tanılmış beyler arasında bir Nakkaş Ali Bey vardı. O da bir ağaca çıkmıştı. Meğer sudan ürken bir sürü küçük yılan da aynı ağaca sığınmış imiş. Zavallı hayvancıklar Ali Bey’in ağzını, kulaklarını delik sandıklarından boyuna oraya saldırıp durmuşlar, adamcağızı yerinde duramaz hâle koymuşlar. Çok şükür ki biz iyi bir havada Filibe’ye ulaşıyoruz.”[29 - Bu hikâye, Celalzade tarihinden alınmak suretiyle Ali ve Solakzade tarihlerinde yazılıdır. (y.n.)]
Elçi kafilesi Filibe’den sonra Kuruçay’da, Karapınar’da, Manendler’de, İhtiman’da, Karaman köyünde konakladı. Bütün o merhalelerde istila devirlerinin izleri, eserleri vardı. 1529’da Viyana’ya giden azametli ordunun hatıraları ise hemen her adımda göze çarpıyordu. Türk, Bulgar, Rum, Ulah, Yahudi ve bütün halk, o hatıraları nesilden nesile yadigâr kalmış birer tarih sahifesi gibi saygı ile terennüm ediyorlardı. Müslümanlar belki Kur’an okumuyorlardı, Hristiyanlar İncil ayetlerini anlamıyorlardı, Tevrat yalnız hahamların koynunda geziyordu. Lakin yüz kırk üç yıl önce Viyana’ya giden büyük ordunun menkıbeleri her dilde ve her evde yaşıyordu.
Kafile bu konuşulan tarihi dinleye dinleye ve kendi aralarında onu yaşata yaşata ilerledi, Eflaklar köyünü, Karayel Boğazı’nı, Sokova’yı, Ozor köyünü geçti, Ilıcaları ve Şehirköy’ü dolaşıp Niş şehrine geldi.
Burada elçi paşayı sipah kethüda yeri, yeniçeri serdarı, muhtesip, voyvoda, dizdar karşılamışlar ve Ali Ağa’nın konağına konuk vermişlerdi. Ev sahibi 295 kişiyi kolayca barındırdığı gibi üç gün de mükellef ziyafetler çekerek ağırlamıştı. Elçi paşa, bu cömert ağaya bir at verdi ve o, misafirlerine bohça bohça kumaş, yüz hayvan dağıttı. Kara Mehmet’le Evliya da ikramdan hisse alanların başında bulunuyorlardı.
Niş’ten sonra, Yerlidere, Alacahisar, Serloç, İre menzillerinde çadır kuruldu, Morava Suyu aşılarak Baniçe’ye, Libaniçe’ye, Korşoviçe pazarına, Akkilise’ye, Hisarlık’a varıldı ve oradan Belgrad’a gidildi.
İstanbul’dan çıkıldığı günden beri her yerde karşılanıp uğurlanan kafile, Belgrad’da yapılan parlak istikbali hiçbir yerde görmemişti. Semendere beyi iki bin cebelisiyle, alay beyi ve çeribaşısı yiğitleriyle elçi paşayı karşılamaya çıktıkları gibi her biri bir saray sahibi olan Macar Ali Ağa, Zülfikar Ağa, Parmaksız Hüseyin Ağa, Ramazan Ağa, Alacahisarlı İbrahim Çelebi, Koca Yusuf Ağa, Şit Efendi gibi eşraf da debdebeli bir alayla üç saatlik yere kadar gelmişlerdi.
Elçi paşa, üç yüz yıllık tarihin şerefini Tuna boylarında çelik göğüslerini gere gere koruyup duran bu eski fatihler evladını görünce heyecana kapıldı, yanı başında duran Kara Mehmet’e doğru eğildi, fısıldadı:
“Bir gün şu kale elden çıkarsa ne olur bilir misin?”
O, hayran hayran mırıldandı:
“Ne olur?”
“Osmanlılar bütün Rumeli’den kovulur!”
“Allah o günü göstermesin.”
“Âmin amma devletlilerimiz har vurup harman savurursa bu felaketin er geç yüz göstereceğine iman getir!”
Belgrad beyleri, ağaları elçi paşayı kolaylıkla bırakmak istemiyorlardı ve sabah akşam ziyafet çekerek ikrama boğuyorlardı. Bu ziyafetlerden haz alan en çok Evliya Çelebi idi. Ünlü seyyah, has un yufkasından tereyağıyla, bademle yapılan ve araba tekerleği kadar büyük tepsilere dizilen baklavaları, tarçınlı, karanfilli zerdeleri, kırmızı burunlu iri boy tavukların kebaplarını, fırına verilen sazan ve misin balıklarını, kırk dirhem çeker kuru kayısıları, her biri yumruk büyüklüğünde şeftalileri atıştırdıkça neşeleniyor ve her lokmayı bir hatıra olarak defterine kaydediyordu.
Fakat elçi acele etmek mecburiyetindeydi. Çünkü sınırda Avusturya sefiriyle mübadele olunacaktı. Bu sebeple Belgrad’da fazla kalmadı, gene Sultan Süleyman devrinde Viyana’ya giden büyük ordunun silinmeyen izi üzerinde yürüyerek yola çıktı, Semlin’e geçti. O eski ve haşmetli yürüyüş sırasında bir sipahi burada ekili tarlalara at bırakmış ve birkaç tutam ot yedirmişti. Elçi paşa, Kara Mehmet’i çağırarak bir ağaç gösterdi.
“İşte…” dedi. “O sipahi bu ağaca asıldı. Ağır, fakat doğru bir ceza. Harbe giden asker, kendi yurdunda da düşman yurdunda da tarla çiğnetemez.”
O vaktin devletlileri böyle işlerde çok titiz davranırlardı. Başka türlü de iki yüz elli bin asker, tek bir nefer gibi Viyana önüne götürülebilir miydi?
Kara Mehmet, hasretle anılan o devirlerin böyle bir tahassüre layık olduğunu anlamakla beraber elçi paşanın tarizli[30 - Tariz: Kapalı bir biçimde, dolaylı olarak söz söyleme, taşlama. (e.n.)] sözlerindeki sırrı kavrayamıyordu. Asılan sipahi hikâyesini dinledikten sonra açıkça sordu:
“İçiniz pek yanık. Fırsat düştükçe sağa sola sitem püskürüyorsunuz. Hikmeti ne ola sultanım?”
Elçi paşa hiç düşünmeden cevap verdi:
“Hünkârın avcılığı, vezirin mansıp[31 - Mansıp: Makam, yüksek memuriyet. (e.n.)] hırsı, ocağın esnafla dolması, sipahiliğin erimesi, halkın salgın altında ezilmesi bu koca devleti kökünden sarsacaktır. Ben, gülün dikenini seziyorum. Devletliler kokusunu paylaşıyorlar.”
“Dini bütün, eli temiz birkaç kişi ile dertleşseniz de işlere düzen vermek yolunu arasanız olmaz mı?”
“Toyca konuşma adaş! Sarhoşa ayıl denir mi hiç? Başındaki duman geçmeli ki ayılsın. Bizim devletlilerin de kafaları taşa çarpmadıkça gözlerindeki perde düşmez.”
Semlin’de olduğu gibi Obriesch’de, Sabac’da, Jarak’ta, Loradolukça’da, Vokovar’da da hep bu mevzu üzerinde konuşuldu, gelecek günlerin sakladığı felaketlerin tahminiyle uğraşıldı. Elçi paşa, gereksiz olarak sınırdan sınıra koşturulan, savaştan savaşa sürülen ordunun en iyi unsurlarını kaybetmekte ve için için zayıflamakta olduğunu, düşmanın ise dört yandan yardım alarak gün başına kuvvetlendiğini iddia ediyordu. Onun görüşüne göre yedi düvele meydan okumak zamanı artık geçmişti. Hüner, bu yedi düvelden bir ikisini dost yapmalıydı. Hâlbuki devleti idare edenler hâlâ Sultan Süleyman ağzı kullanıp dört yana yumruk sallıyorlardı.
Kafile Esek’e yaklaşınca Drava Suyu göründü. Elçi paşa, gene Kara Mehmet’i çağırdı, acı acı dert yandı:
“Sultan Süleyman buradan geçerken tam yedi köprü yaptırmıştı. Şimdi bir tane var. O da sallantıda.”
Elçi, Esek’te de aynı acınışı gösterdi, derin derin hayıflandı:
“Burada…” dedi. “Büyük bir bataklık vardı. Viyana’ya giden ordu üç günde onu kuruttu, düz bir yola çevirdi. Fakat şimdi her taraf bataklık. Çünkü sulara köstek vurmak artık elimizden gelmiyor. Biz kilimin dört ucunu suya bırakmışız. Sular da ipten kurtulmuş haramiler gibi azgınlaşıyor, her yanı basıyor.”
Ve uzaklarda o haşmetli ordunun hayalini arıyormuş gibi uzun uzun bakındı:
“Gene burada…” dedi. “Köy yakanların canlarını kıyasıya yakacağını Sadrazam İbrahim Paşa ilan etmişti. Esir yakalamak da yasak edilmişti. Çünkü Türk ordusu çarpışacak düşman taburları arıyordu, silahsız köylülere el kaldırmak onun şanına yakışmazdı.”
İşte her gün ve her konakta bu konuşmalar yapılıyordu, yüz elli yıl önceki tarih -satır satır- tekrar olunuyordu. Kara Mehmet, bütün bu hasbihâllerden heyecan duymakla beraber kendi düşüncelerinin de buhranından kurtulamıyordu, gecelerini Aygut diye tanıttığı Gülbeyaz’ın yanında ve çergede geçiriyordu. Gültekin adını taşıyan Bülbül Hatun yalnız başına büyük çadırda yatıyordu. Bu vaziyeti başkalarına sezdirmemek için Kara Mehmet ihtiyatlı bir hovarda gibi davranıyordu, el ayak sesi kesilinceye kadar çadırda kaldıktan sonra karısını alıp çergeye çekiliyordu. Fakat Gültekin’i yalnız bırakıp da ayrıldığı dakikadan onu ertesi gün tan yeri ağarırken görünceye kadar garip bir iç tatsızlığına kapılıyordu. Deli Murat’ın bu aziz yadigârını matemiyle baş başa bırakıp Gülbeyaz’la bir yastıkta uyumayı kaba ve çirkin bularak üzülüyordu. Bu üzüntüyü karısına sezdirmemek kaygısı da ona ayrı sıkıntı oluyordu.
Dudaklarına tebessüm getiren tek bir meşgale vardı: Erkenden Aygut’la Gültekin’i alıp kafileden ayrılmak, bir saat kadar onlara binicilik ve atıcılık temrinleri[32 - Temrin: Alıştırma. (e.n.)] yaptırmak!.. Herkes kahvaltı alırken ve çadırlar yıkılıp ağırlıklar mekkârelere yükletilirken o, gerilerde veya yanlarda kadınlara ders vermekle bir iki saat oyalanır ve bütün gözlerden uzak tutmaya çalıştığı bu talimler sırasında en çok Gültekin’le alakalanırdı. Geceleri yetim yaşayan bâkir dulun bu alaka ile gönlünü aldığına zahip oluyor ve daha doğrusu her gece tazelenen kabalığını her sabah yenileşen alakasıyla tamire çalışıyordu.
Aygut’un da Gültekin’in de ata binmekte, kılıç kullanmakta gösterdikleri kabiliyetten memnundu. İkisi de dişi olduklarını belli etmeyecek kadar o işlerde meleke sahibi olmuşlardı. Yalnız ok atmakta henüz acemi görünüyorlardı. Yay, onların elinde bir kasnak gibi esniyordu ve ok, bir fiske durumunda kalıyordu. Kara Mehmet, kendi bileğindeki kuvvetten bir parça koparıp da kadınların pamuk bileklerine aşılayamadığı için elem çekiyordu. Fakat onların at üstünde ve kılıç işinde dişiliklerini belli etmemelerinden aldığı tesliyet bu elemi hafifletiyordu.
Drava’nın öte yakasında Evliya Çelebi, yüz elli yıl önceki tarihin heyecanlı bir sahnesini anlattı. Kafilenin çadır kurduğu yerde, Viyana’ya giden ordu da konaklamış ve yaman bir fırtına baskınına uğramıştı. Bilgin seyyah, Kara Mehmet’in koluna yapışarak bütün o mıntıkayı gezdirdi.
“İşte…” dedi. “Şuraya bir yıldırım düşmüştü, dokuz sipahiyi birden yakıp kömüre çevirmişti. Ordu, içlerinden dokuz kurban alan gökten inme felaketi oka tutamadıklarından dolayı sinirleniyordu, homurdanıyordu. Kumandanlar, soğukkanlılıkla orduya yapılacak vazifeyi gösterdiler ve iki yüz elli bin kişiye dokuz yıldırım şehidinin önünde baş eğdirip cenaze namazı kıldırdılar. Dünya kuruldu kurulalı hiçbir ölünün önünde bu kadar baş eğilmedi!..
Bir gün sonra Mohaç’a gelmişlerdi. Elçi paşa da Evliya da artık heyecanın son haddine yükselmişlerdi, Bali Bey’in çevirme hareketiyle bu sahrada kralından son neferine kadar yok edilmiş olan düşman ordusunun nasıl eritildiğini anmakta ve anlatmakta âdeta yarış yapıyorlardı. Tabiatın bir ova olarak yarattığı Mohaç, Türk’ün o şanlı zaferinden sonra Avrupa’nın göğsüne işlenmiş bir tarih yaprağı olmuştu. Elçi ile Evliya derin bir vecd içinde yazısı kıyamete kadar silinmeyecek olan bu yaprağın nurlu satırlarını okuyorlar ve yanındakilere dinletiyorlardı.
Evliya bu hikâyeler sırasında Kral Zapolya’nın Mohaç’ta Sultan Süleyman’la nasıl buluştuğunu da anlattı.
“İşte…” dedi. “Şurada, şu önünde bulunduğumuz yüksek noktada hünkârın otağı kurulu idi. Yıl 935. Ay zilkade. (20 Temmuz 1529) Sıcak bir gündü. Zapolya, altı bin atlı ile ayak öpmeye gelmişti. Sadrazam onu elli yeniçeri ve elli süvari ile karşıladı, hünkârın yanına götürdü. Otağın iç tarafında saray ve ordu ağaları sıralanmışlardı. Arkalarında silahlı solaklar, çavuşlar ve müteferrikalar duruyordu. Dışarıda yeniçeri alayları saf saf dizili idi. Onların ilerisinde sipahilerle Rumeli ve Anadolu askeri sağlı sollu yer almışlardı.
Sultan Süleyman Macar Kralı Zapolya’nın otağa girdiğini görünce ayağa kalktı, üç adım ilerledi, elini uzattı. Kral, kendine taç ve ülke ihsan etmiş olan bu eli öpmekle beraber dizüstü geldi, hünkârın ayaklarına yüzünü gözünü sürdü. Sonra verilen işaret üzerine hünkârın sağ tarafında yer aldı, el pençe divan durdu. Üç vezir, İbrahim, Ayas ve Kasım paşalar, solda ve ayakta duruyorlardı.
Hünkâr, hâl ve hatır sorduktan, Şarlken’in kardeşi olup Avusturya tahtını işgal eden Ferdinand’ı da Mohaç’ta bataklığa sürülerek öldürülen Kral Lui’ye yoldaş yapacağını söyledikten sonra Zapolya’ya sırmalı çuhadan dört kaftan giydirtti, Budin’i alır almaz onu Arpatların, eski Macar kralının tahtına oturtacağını vadederek çadırına yolladı.”
Kara Mehmet, bu hikâyeyi dinlerken Erdel Kralı Apafi’nin Sadrazam Köprülü oğlu Fazıl Ahmet Paşa tarafından Uyvar’da nasıl kabul olunduğunu kendisine anlatmış olan Deli Murat’ı hatırladı, gamlı gamlı içini çekti ve elemini avutmak için sordu:
“Zapolya gerçekten Macar iline kral yapıldı mı?”
Evliya Çelebi cevap verdi:
“Budin alındıktan sonra hünkâr sözünde durdu, sekbanbaşıyı Zapolya’nın yanına yolladı, onun eliyle herifi Macar tahtına oturttu.”
“Sekbanbaşı bu iş için küçük gelmez mi?”
“Bir Macar kralı, o zamanlar yeniçeri ağasından küçük görülürdü.”
Erdel kralını bir levent yollayıp ayağına çağırtan Köprülü oğlunu düşünerek Kara Mehmet bu söze hak verdi ve hikâyenin sonunu anlamak istedi:
“Zapolya Macar krallığında çok kaldı mı?”
“Ölünceye kadar. Fakat Nemse kralıyla uyuşmaya çalıştı, Türklerin sevgisini kaybetti. Kellesi tehlikede iken ecel imdadına yetişti, cellat satırından kurtulup rahat döşeğinde can verdi. On beş günlük bir çocuk bırakmıştı. Sultan Süleyman, Budin gibi bir şehri ve Macar ili gibi bir ülkeyi süt emen bir çocuğa bırakamazdı, onun için Budin’i Türk sınırı içine aldı, Zapolya’nın oğluna Erdel hanlığını verdi.”
Kara Mehmet, bir emirle krallıklar deviren, dilediğine tahtlar bağışlayıp dilediğini tahtsız bırakan eski devir hükümdarlar ile avdan başka bir şey düşünmeyen şimdiki hünkâr arasında zihnî mukayese yürütüyor ve Türk gücüne dayanmayı, o güçle en güç işleri başarmayı bilen eskilerin yerinde Avcı Mehmet gibilerin yaşamasını bir felaket sayıyordu. Gerçi o günün vezirleri de Erdel krallarına ayak öptürüyorlardı. Lakin beri taraftan Nemse kralına elçi yollayıp sulh istiyorlardı. Demek ki devir değişmişti, Türklüğün şerefi, artık tavşan avlamak zevkine feda ediliyordu. Bu yakışıksız davranışa karşı gelmek, hiçten sebeplerle kanları dökülen Deli Murat gibilerin de öcünü almak gerekti. Kara Mehmet, Evliya Çelebi’yi dinlerken gene bu noktaya zihnini kaptırdı fakat sustu.
Kafile Mohaç’tan Botaszek’e geçti, sonra Szegzard Suyu’nu aşarak o adı taşıyan köye ulaştı, oradan Bintil, Besnyoe yoluyla Kolavar’a vardı. Evliya Çelebi, eski Viyana seferine gidilirken bu konak yerinde Sadrazam İbrahim Paşa’ya seraskerlik beratının verildiğini anlattı. Sultan Süleyman vezirine bu unvanı verirken üç milyon akçe de yıllık tahsis ediyordu.[33 - Bu berat münasebetiyle şu dikkate değer fıkrayı yazalım:“İbrahim Paşa beratta has tayin olunan üç milyon akçeyi (bugünkü rayiçle altı yüz bin lira) azıksanarak Fatih Sultan Mehmet kendi veziriazamı Mehmet Paşa’ya dört milyon vermiştir. Bana da öyle verilse deyince Sultan Süleyman ‘Onlar İstanbul’u almışlardır. Daha ziyade ihsan etseler caizdir.’ cevabını verdi. İbrahim Paşa ‘Budin de bir payitahttı.’ diyecek oldu. Hünkâr, yüzünü ekşitti: ‘İstanbul hâlâ payitahtımızdır, başka şehirlere kıyas edilemez. Hem bizim onlara benzemeye çalışmak ne haddimiz?’ diyerek bahsi kapadı.” (Peçevi, c. I, s. 124 ve 130.)]
Kara Mehmet, bir adama yılda bu kadar para verilmesini çoğumsamış ve gece yarısından sonra çergesine çekilip Gülbeyaz’la baş başa kalınca düşüncesini ona da söylemişti. Kadın, Osmanoğulları’nın parayı nasıl israf ettiklerini herkesten iyi bilenlerdendi.
“Aman yiğidim…” dedi. “Bunda şaşılacak ne var? Şimdiki hünkâr, bir sülün vurup getirene yüz altın veriyor, Vezir İbrahim Paşa, senin dediğine bakılırsa ülkeler almış bir adam. Ona verilen parayı niçin çok görmeli?”
Kara Mehmet, eski devir yeniçerilerinin -ortalama- bin akçe yıllık aldıklarını ve şu hesaba göre İbrahim Paşa’ya üç bin yeniçeriye verilen yıllık kadar para bağlandığını söylemek istedi. Fakat Gülbeyaz, aşk konuşulacak bir yerde, geçmiş günlerin muhasebesiyle uğraşılmasını hoş bulmadı, zarif bir tebessümle bütün o hesapları altüst ettikten sonra kıvrak bir ziya gibi süzüldü.
“Yiğidim…” dedi. “Kuşkulanıyorum.”
“Neden?”
“Ana olmaktan!”
Onların İstanbul’dan ayrıldıkları tarihten beri tam yetmiş gün geçmişti, evlendikleri günlerin sayısı ise doksanı buluyordu. Gülbeyaz, kadın kara cümlesiyle[34 - Kara cümle: Aritmetikte dört işlem. (e.n.)] günleri, haftaları, ayları hesaplayarak ve müspet alametlere dayanarak böyle zevkli bir şüpheye kendince hak buluyordu. Fakat Kara Mehmet’e bu hesap, Sultan Süleyman’ın veziri İbrahim Paşa’ya verilen üç milyon akçe yıllığın muhasebesini yapmaktan daha karışık göründü ve karısının kanaatine iştirak edebilmek için uzun uzun düşünmek zorunda kaldı. Netice, Gülbeyaz’ın kuşkusunu doğruya çıkarıyordu. Bu bakımdan Kara Mehmet, derin bir sevinç duymakla beraber kaşlarını çatıklıktan kurtaramıyordu. Çünkü Aygut adı altında yaşayan Gülbeyaz’ın dişiliğini belli etmemek uğrunda çektiği sıkıntılar, şimdi on kat ziyadeleşecekti. Bir ay, iki ay, yeni vaziyeti de hissettirmemek belki mümkündü. Lakin kadının bedenî bir nispetsizliğe bürünerek yarı semiz, yarı zayıf bir durum alması üzerine ne yapılacaktı ve başta elçi paşa olmak üzere kafile halkına ne denebilecekti?
Kara Mehmet, bunları düşünürken Gülbeyaz bahtiyar bir hülya içinde gelecek günlerin zevkini terennüme çalışıyordu.
“Bilsen…” diyordu. “Ne kadar seviniyorum. Sarayda bir şehzade doğurmaktan şu çergede sana bir oğul doğurmak çok daha tatlı bir şey. Çünkü şehzadelerden iğreniyorlar, senin gibi yiğitlere imreniyorlar. Ben bunu, senin üzerinde dolaşan erkek gözlerinden anlıyorum. Herkes sana saygı ile bakıyor. Hâlbuki hünkârın çocuklarını şuraya buraya taşırlarken kimsenin dönüp baktığını görmedim.”
Kara Mehmet’in bu geceden sonra gözü yoldan, yolculardan ve hatta canı kadar sevdiği atından ayrılmıştı, karısının beline bağlı kalmıştı. Onun gün başına biraz daha semireceğini düşündükçe yüreği hopluyor ve içine bir eriyiş geliyordu. Yol da büyülü bir şerit gibi uzayıp gidiyordu. Böyle sonu bilinmeyen bir yolculuğun hangi merhalesinde beşik kuracak ve yavrusuna nasıl bir vaziyette ninni söyleyecekti?.. Mert sipahi bu mülahazalarla âdeta hasta bir hâl alıyordu. Yalnız bir teselli noktası vardı: Gülbeyaz’ın analığa namzet olduğunun henüz Bülbül Hatun tarafından da anlaşılmaması!.. Kara Mehmet, bu işin sonuna kadar ondan gizli tutulmasını karısına tembih etmişti. Maksadı da dul kızın kendiliğinden bu durumu ne vakit sezebileceğini sınamaktı. Kadınların feraseti böyle işlerde çok keskinleşir. Bülbül’ün de kafiledeki erkeklerin bu sırrı sezmelerinden önce kuşkulanması gerekti. Kara Mehmet, işte bu kuşkuyu görünceye kadar kendini emniyet altında bulmak istiyor ve ancak ondan sonra korunma tedbirleri almayı tasarlıyordu.
Kafile, onun heyecanından bihaber yürüyordu. Abhalom ve Szazhalom geçilerek Budin bağlarına varılmıştı, ertesi gün Türk gücünün Avrupa göbeğinde kurduğu bu muhteşem hâkimiyet abidesine kavuşulacaktı. Elçi paşa, bağlar önünde kafileye askerî bir nizam vermek istedi, Kara Mehmet’i yanına çağırdı.
“Sen…” dedi. “Bundan geri başbuğsun, daire halkını savaşa giden bir alay gibi yürüteceksin. Çünkü artık kefere diyarına yaklaştık. Budin’de de hayli Macar var. Türk elçisinin boyunu bosunu ölçmek için gözlerini arşına çevirmişlerdir. Temiz ve güçlü görünelim.”
Kara Mehmet, üç yüz kişilik kafileyi üç bölüğe ayırarak ve mehterhaneyi öne katarak ileriye doğru düzenli bir yürüyüş hazırlarken Bu-din Valisi Gürcü Mehmet Paşa’nın gönderdiği alay sökün etti. Babaları, dedeleri, büyük dedeleri hep Budin’i korumak ve Budin’e daha ilerideki düşman ülkelerinde kazanılmış zaferlerden haleler getirmek uğrunda can vermiş olan on yedi bin asker, harekete getirilmiş ve çeliğe kaplanmış ehram büyüklüğünde birer mermer sınır taşı mehabetiyle elçi kafilesini selamlamaya geliyordu.
Vali Mehmet Paşa, vezir olduğu için elçi paşayı karşılamaya çıkmamıştı, kendini temsil eden kethüdasını göndermişti. Kafile, hiçbir düşman ordusunun o güne kadar yıkamadığı o canlı sınır taşlarının önünden geçti, ova kapısından orta kaleye girdi, paşa sarayına ulaştı. Bağların ucundan kale kapısına kadar giden o uzun yol, seyirciden geçilmiyordu, dişili erkekli binlerce halk üst üste yığılıp İstanbul’dan Viyana’ya selam ve sulh götüren elçi paşayı görmeye savaşıyordu. Bu kalabalık içinde, Türk sefirinin Budin’e geldiğini öğrenip hudut muhafızlarına bildirmek üzere Viyana’dan gelmiş bir heyet de vardı. Onlar, iki yüz elli tanesi baştan başa müsellah olan kafilenin şu durumunda bir elçi dairesinden ziyade bir fatih ihtişamı görerek üzülmüşler ve hemen Budin valisine adam koşturarak bu müsellah haşmetin Viyana’da hoş görülmeyeceğini haber vermişlerdi.
Elçi paşa, o adamın henüz ayrıldığı bir sırada vali sarayına girdi ve Vezir Gürcü Mehmet’ten ilk söz olarak şu cümleleri duydu:
“Seni miskin ve dardağan görseydim hemen cellada verecektim, yerine kethüdamı elçi yapıp Beç’e yollayacaktım. Irzımızı gözetip gösterişli geldiğini Beçlilerin telaşından öğrendim, hazzettim. Buyur, dinlen!..”
Ve kendine yapılan müracaatı anlattı:
“Herifler…” dedi. “Şimdiden tasalanıyorlar. Üç yüz silahlı Türk’ün yerinde üç yüz silahlı yıldırım olabileceğini düşünüp sayınızı azaltmak istiyorlar. Ben tınmadım, hele elçi gelsin, görüşelim, bir şey yaparız, dedim. İçin için de sevindim… Elçi, adam kılığına girmiş devlet demektir. Onun bakışında donanma toplarının heybeti, adımlarında hücuma kalkmış orduların kudreti görünmelidir. İyi bir sulhu ancak böyle bir elçi yapar.”
Elçi paşa, dairesi halkının çokluğundan şikâyet eden Viyanalıları niçin kovmadığını validen sordu ve kendinin mevkisini hatırlattı:
“Ben Rumeli beylerbeyiyim. Kanun mucibince üç bin askerle ata binerim. Hâlbuki nazik davrandım, üç yüz kişi ile yola çıktım.”
Onlar böyle konuşurlarken Evliya Çelebi de Kara Mehmet’i yakalamıştı.
“Ben…” diyordu. “Budin’i daha önce görmüştüm, karış karış bilirim. Yirmi bir camisi, on altı mahalle mescidi, yedi medresesi, yetmiş sebili, beş tüccar hanı, sekiz ılıcası, yetmiş mesiresi vardır. Kanuni Sultan Süleyman bir hamlede bu büyük şehri ele geçirdi, sonra Viyana’ya yürüdü.”
Kara Mehmet. Budin’in azametine hayran olmakla beraber karısının durumunu bir türlü hatırından çıkaramıyordu. Bir aralık elçiden izin alıp orada kalmayı düşündü. Sonra bunu mertliğe yakıştıramadı, Allah’a sığınarak yolunda yürümeye karar verdi. İşin henüz Bülbül Hatun tarafından bile sezilmemesi yüreğine ümit ve kuvvet veriyordu.
Kafile eski Macar payitahtında ancak bir gün kaldı ve Peşte’yi geçip Sengotar, Vayiç, Tarcay, Hiristos, Çapa Pepeçel yoluyla Değirmenderesi Boğazı’na vardı. Bu geçit, korkunç bir yerdi. Yolkesenlikle yaşamak yolunu tutan birçok Macar çeteleri burada pusu kuruyorlardı. Kara Mehmet, elçiden aldığı emirle boğazda öncülük yaptı, şurada burada burunlarının ucu görünen haydutları birer nara ile dağıttı, kafileyi selametle geçirdi.
Artık dinlenmeksizin yürüyorlardı. İki yüz elli bin kişilik ordunun binlerce deveyi, sığırı, katırı ve atı da ardında sürüterek yüz elli yıl önce -bir ağaç devirmeden, bir ev yıkmadan, bir tarla bozmadan, bir çiçek ve bir tutam ot koparmadan- geçtiği bu yolu elçi kafilesi de emin ve neşeli adımlarla aşıyordu.
Toray, Hatvan, Çandar, Kapona menzilleri hep böyle geçildi, Bazma’ya gelindi. Bilgin seyyah Evliya, burada Kara Mehmet’i bir köşeye çekti.
“Ağam…” dedi. “Bu köyün güzeli meşhurdur. Delikanlısı ahuya, genç kızları sülüne benzer. Gözüne biraz cila vermek istersen şöyle bir dolaşalım.”
Kara Mehmet, bu teklifi manasız bulmakla beraber reddetmedi, kafile karargâhından Evliya Çelebi ile ayrılıp köye doğru gitmeye hazırlandı. Aygut’la Gültekin, kendi çadırlarının önünde duruyorlardı, yavaş bir sesle konuşuyorlardı. Onun geveze imamla yürümeye başladığını görünce bağırdılar:
“Nereye ağa?”
Ve cevap beklemeden ilerlediler, biz de geliriz deyip köyde güzel seyretmeye kalkışan iki erkeğe katıldılar. Evliya Çelebi, onların yoldaşlığından memnundu. Çünkü Kara Mehmet’in veldeşleriyle -kafileye katıldığı günden beri- dostlaşmak istiyordu. Bir çift gölge gibi ünlü sipahinin yanından ayrılmayan, hiçbir kimse ile temas etmeyen yakışıklı gençlerin içyüzlerini anlamak ona merak olmuştu.
Bu sebeple kendiliğinden peyda oluveren fırsatı kaçırmamak istedi, Kara Mehmet’in kulağına fısıldadı:
“Bırak gelsinler. Bazma kızlarını biz senin veldeşlerle büyülemiş oluruz ve daha iyi çöpleniriz.”
Evliya’nın tahmini doğru çıktı. Türk bayrağı altında yaşayan Baz-ma köyünün kocamış erkekleriyle kadınları aralarına gelen Türklere tavuk filan satmak hırsıyla kulübelerinin kapılarını ardına kadar açarken bütün genç kızlar da birer satılık piliç hüviyetine bürünerek dört yoldaşın izine takılmışlardı, kanatlaşmış gözlerle onlardan rağbetli birer bakış dileniyorlardı.
Aygut’la Gültekin pek başka biçimde giyinen, pek başka bir dil konuşan köylüleri seyretmekten, dinlemekten hoşlanıyorlardı ve bu masum hazzın tadı arasında kendilerini saran kadın gözlerindeki hayreti hissetmiyorlardı. Biraz sonra bu hayret sırıtan bir ağız ve daha sonra yalvaran dil oldu. Sağdan soldan yumuşak kollar uzanarak erkek kılığındaki kadınları okşamaya savaşıyordu. Bunda, bu sarkıntılıkta güllerin yapraklarına el değdirmekten zevk alan bir incizabın korkak hâli vardı ve köy kızları erkek sandıkları genç kadınları işte o vaziyette okşamak, koklamak istiyorlardı.
Evliya Çelebi, yeme koşan piliçler gibi veldeşlerin dört yanını halkalayan köy kadınlarının sersem hareketlerini yan gözle süzdükten sonra Kara Mehmet’e eğildi.
“Şu ülkeleri…” dedi. “Elde tutuşumuzun bir sırrı da işte bu. Türk güzelliği, Türk silahı kadar keskin. Askerimiz yalnız kalelere değil, kadın gönüllerine de kolaylıkla girebiliyor. Her düşen düşman bayrağının yanında düşmanlıktan dostluğa geçiveren bin kadın kalbi açılıyor. Bak, senin veldeşler de aynı efsunlamayı yaptılar, köy avratlarını ateşlediler. Hepsi diz çökmek için küçük bir işaret bekliyor. Demek ki şu köy bir kale olsaydı senin veldeşler, bir boy gösterişiyle, bir dudak büküşüyle onu içeriden yıkabileceklerdi, birer fatih oluvereceklerdi. Güzelliğin bazen toptan, tüfekten daha yaman olduğunu anladın, değil mi?..”
Kara Mehmet gülümsedi. Bu gülümseyişte Aygut’la Gültekin’i erkek sanarak heyecana kapılan köy kadınlarına acıyan bir eda vardı. Evliya Çelebi bu edayı sezmedi.
“Biraz…” dedi. “Duralım, şu avratlara takılalım.”
Her telden çalmayı başaran Evliya, her dilden konuşmayı da beceriyordu. Bu kabiliyet kuvvetiyle kadınlarla konuşmaya girişti ve içlerinden en güzelini çekerek sordu:
“Adın ne senin bakalım piliç?”
“Terez!”
“Bu, Türkçe teresin Macarcası. Ad olmaz amma sana takmışlar!.. Anan, baban, kardeşin var mı?”
“Var.”
“Tarlan, tumbun?”
“Var.”
“Türkleri sever misin?”
“Sevmez olur muyum hiç! Biz onların kılıcı altında yaşıyoruz. Türkler olmasa Almanlar bizi kıtır kıtır keser.”
“Peki. Bir Türk seni almak istese varır mısın?”
Kızın gözleri Gültekin’in güneşten esmerleşmiş nefis yüzüne dikildi, süzgünleşti, dudaklarında müphem bir emel titredi ve parmağı ona doğru uzandı:
“Böylesi olursa hayhay!”
Onların ne konuştuklarını anlamamakla beraber Kara Mehmet de Aygut da Gültekin de Evliya Çelebi’nin tehlikeli bir mevzuya temas ettiğini seziyorlardı. Köylü Macar kızının gözlerini süze süze, dudaklarını büze büze Gültekin’i göstermesi ise üç yoldaşı ayrı ayrı mülahazalara düşürmüştü. Kara Mehmet, nahoş bir sahne doğmasından endişeleniyordu. Gülbeyaz, güzel arkadaşını erkek sanan Macar kızına acıyordu. Gültekin, bir kadın tarafından beğenilmekten utanarak oraya geldiğine pişman oluyordu.
Fakat Evliya Çelebi, macera âşığı bir adamdı, genç sipahinin yaptığı tesiri görünce latifeyi bırakıp ciddi davranmaya ve bu durumdan bir sergüzeşt çıkarmaya hazırlanmıştı, âdeta heyecanla Macar kızını sorguya çekiyordu.
“Peki amma Terez, sen İsa kulusun. Bu delikanlı Muhammed ümmetinden. Onunla nasıl evlenirsin?”
“O isteye görsün ağa. Ben kanatlanıp gelirim.”
“İsa gücenmez mi?”
Kız, çapkın bir tebessümle Gültekin’i süzdü. Sonra elini göğe kaldırdı:
“İsa orada kim bilir neler yapıyor. Bizim yüreğimize karışmaya ne hakkı var?”
Evliya Çelebi, Terez’le Gültekin’i hemen nikâhlamak istiyordu fakat yaptığı sorularla aldığı cevapları ve kendi düşüncesini Kara Mehmet’e söyleyip de “Deli misin hoca! Ne idüğü belirsiz bir kâfir kızı ile bu toy oğlanı ben evlendirir miyim?” itabını[35 - İtab: Tekdir etmek. Şiddetle hitap etmek. (e.n.)] duyunca biraz bozuldu, fikrini müdafaa için birkaç kelime mırıldandı, sonra bir plan tasarladı.
“Hakkın var yoldaşım…” dedi. “Ters düşündüm. İki üç tatlı sözle gönlünü alayım da dönelim.”
Ve Macar kızına döndü, telaşsız bir şive ile şunları söyledi:
“Ben seninle şu delikanlıyı baş göz etmeye karar verdim. Lakin yanındaki kurt homurdanıyor. Sen, sözünde sadıksan şimdi hiç tınma. Gün battıktan sonra bizim çadırların kurulduğu yere gel, elçi paşaya dert yan. Ben de orada bulunurum, sana yardım ederim, düğününü yaptırırım.”
Evliya, öbür kızların ve kadınların duymaması, köy erkeklerinin de kuşkulanmaması için bu sözleri Terez’e fısıldamıştı. Fakat ilk konuşma açık yapıldığından bütün köy halkı heyecan içindeydi. Bir Türk delikanlısına İsa’yı feda etmekten çekinmeyeceğini haykıran kız, herkesi kızdırmıştı. Erkekler bu hareketi küstahlık ve yaşlı kadınlar günah sayıyorlardı. Genç kızlar ise kıskanarak hırslanıyorlardı, yurttaşlarını bir kaşık suda boğmak istiyorlardı. Evliya’nın, kıza sokulup da bir şeyler fısıldaması, o karışık heyecana bir de merak katmıştı. Herkes, şu gizli konuşmanın nasıl bir netice getireceğini anlamak için sabırsızlanıyordu.
Terez, büyük bir müjde dinler gibi Evliya’nın öğüdüne kulak verdi, sonra ruhunun bütün iştiyakıyla Gültekin’i süzdü, “Peki!” dedi. Macera delisi Evliya, iyi bir sergüzeşt hazırladığından dolayı memnundu, sinsi bir istihza ile Kara Mehmet’e tekerleme dinletiyordu:
“Kızın gönlünü aldım, yaptığım şakadan dolayı bana darılmamasını söyledim. Sen de kırdığım potu hoş gör arkadaş.”
Fakat Evliya’nın tohumunu attığı maceranın dal budak salması mukadderdi. Terez, gerçekten Gültekin’e gönül kaptırmıştı ve onun eşi olmak için köyünü, yuvasını, anasını, babasını, dinini, imanını feda etmeye karar vermişti. Türklerin uzaklaşmasıyla beraber kimi söverek kimi tükürerek üzerine saldıran köylülere mağrur bir eda ile sırtını çeviriyor ve bütün hücumları tek bir cümle ile karşılıyordu:
“Gönül benim değil mi, ister Türk’e ister Alman’a veririm. Kimse bana karışamaz.”
Bununla beraber köylüler onun nasıl bir öğüt aldığını tahmin edemiyorlardı. Yalnız takındığı tavrı telin ediyorlardı. Kendinden bir yaş küçük olan erkek kardeşi bu vaziyette ona el uzattı, başkalarının sitemlerine, hakaretlerine karşı ablasını müdafaaya girişti. Dil kavgası da nihayet tavsadı, herkes evine çekildi ve hayli yorgun düşen iki kardeş bir köşeye sığınarak baş başa kaldı. Terez, bu sakin yerde kardeşinin boynuna sarıldı:
“Jozef…” dedi. “Bir Türk her şeydir, değil mi?”
“Öyledir Terez.”
“Biz altının adını duyuyoruz, yüzünü görmüyoruz. İpeğin giyildiğini işitiyoruz, ne biçim şey olduğunu bilmiyoruz. Yediğimiz kuru ekmek, giydiğimiz çul. Bütün dedelerimiz ömürlerini kaplumbağa gibi sürünerek geçirdiler. Sen de yaya doğdun, yaya yaşıyorsun ve yaya öleceksin. Hâlbuki Türkler altın içinde, sırma içinde, ipek içinde… Ayakları yere değmiyor, kartal gibi uçuyorlar. Ben, bütün bunları bilip dururken, elime de fırsat geçmişken neden bir Türk’e kul olmayayım?”
Jozef, ablasının ellerini okşaya okşaya cevap verdi:
“Hakkın var amma Terez, seni isteyen kim?”
“O genç sipahi!”
“Onunla konuşmadın ki?”
“Macarca bilen adam bana söz verdi, beğendiğim delikanlı ile evlenebileceğimi söyledi.”
“Ya sözünde durmazsa?”
“Türk yalan söylemez Jozef!”
“Peki, ne yapmak istiyorsun?”
“Onların çadır kurdukları yere gideceğim, paşayı göreceğim, dinimi değiştirip meramıma ereceğim.”
Jozef, derin derin düşündü, gamlı gamlı mırıldandı:
“Gitmek kolay, dönmek güç!”
“Türkler, kapılarına uzanan eli boş çevirmezler Jozef!”
Delikanlı biraz daha düşündükten sonra yerinden fırladı:
“Ben de beraber geleceğim Terez. Seni yalnız bırakmam.”
“Ben evlenmek istiyorum kardeşim, sen Türklerin arasına girip ne yapacaksın?”
“Ateşe yakın oturan ısınır, mum dibine oturan aydınlanır. Ben de Türklerin içinde yaşayıp parlamak istiyorum. Köylerinde kulübesi olmayan yüzlerce Macar, din değiştirdiler, Türk adı aldılar, ülke sahibi oldular. Elbette ben de aç kalmam, çıplak kalmam.”
İşte bu kardeşçe anlaşma, Evliya Çelebi’nin attığı tohumun ilk filizleri oldu ve onların elçi paşa çadırına gelip ihtida etmek istediklerini söylemeleri üzerine macera filizleri tomurcuklandı, çiçek açmak ve meyve vermek kabiliyetini kazandı.
Elçi paşa, kendiliklerinden din değiştirmeye gelen bu iki Macar gencini -ananeye uyarak- güler yüzle kabul etti, daire halkından olup iyi Macarca ve Almanca bilen bir Sırp mühtedisinin tercümanlığıyla çocukları sorguya çekti, adlarını ve maksatlarını öğrendi, sonra gene ananeye riayetle onlara mutat olan öğüdü verdi:
“Din…” dedi. “Ne yorgandır ne çorap, öyle ulu orta değiştirilemez, sizi zorlayan varsa açık söyleyin, cezasını vereyim. Yok, yüreğinize Tanrı ışık vermişse mübarek olsun diyeyim, bir hoca çağırıp size telkin yaptırayım.”
Sırp mühtedisi tercüman, elçi paşanın öğüdünü temelinden değiştirdi, Müslümanların sayısını çoğaltmaya lüzum olmadığından yapılan müracaatın kabul edilemeyeceğini ve bel kemikleri kırılıncaya kadar dayak yemek istemiyorlarsa hemen köylerine dönmelerini söyledi. Hain tercüman bununla da iktifa etmedi, kendisinin üç beş yıl önce zorla Türk yapıldığını ve şimdi öküz gibi çalıştırıldığını anlattı.
“Paşanın…” dedi. “Sizi kovmasını nimet sayınız. Kendilerini yeryüzünün efendileri tanıyan bu beli bıçaklı, eli nacaklı adamların yanında uşaklık etmektense kendi sığırınıza çobanlık yapmak daha iyi.”
Jozef şaşırmıştı, Terez ağlıyordu fakat kız, aşkın yarattığı derin bir hassasiyet içindeydi, bu sayede vaziyetin hakikatini kavramakta gecikmedi, elçinin gülümseyen yüzü ile tercümanın inciten sözü arasındaki aykırılığı ölçtü, gözyaşlarını minimini elinin tersiyle sildi.
“Biz…” dedi. “Dönmek için gelmedik. Sövülsek de dövülsek de kalacağız. Paşaya böyle söyle.”
Sırp mühtedisi tercüman, bu cevabı da kendi meramına göre değiştirip Elçiye söyleyecek ve iki kardeşe gerçekten dayak attırmak yolunu bulacaktı, lakin Evliya Çelebi’nin o sırada çadıra girmesi üzerine şaşaladı, başka ağız kullanmak zorunda kaldı.
“Efendimiz…” dedi. “Bu köylüler galiba birkaç akçe ihsan koparmak istiyorlar, umduklarını bulurlarsa Müslüman olmaktan vazgeçeceklerine şüphe yok.”
Evliya hemen müdahale etti, köydeki sahneyi yağlandıra ballandıra anlatmaya koyuldu, Terez’in Gültekin’e baygın baygın bakışlarını, Sipahi Kara Mehmet’in homurdanışlarını, hikâye sırasında taklit de ettiği için elçi paşa kahkahalarla gülüyordu. Bir aralık Evliya’nın sözünü kesti:
“Aşk da bir hidayettir, yürek aydınlatır. Fuzuli Hazretleri de ‘Saliki rah-ı hakikat aşka eyler iktida.’ buyurmuyorlar mı?.. O hâlde şu kızın sevdalanıp din değiştirmek istemesini de dalalet değil hidayet olarak kabul ederiz. Kardeşini de o hidayetten feyiz almış sayıp dinimize sokarız. Haydi sen hocam, besmeleyi çek, şu çocukları imana getir.”
“Başüstüne efendimiz amma kızcağıza yeni dinin tadını hissettirmeliyiz. Ona, gönül verdiği delikanlıyı vadetmek lazım.”
“Benim tarafımdan vadediver. Bizim yiğit adaş nasıl olsa yola gelir.”
Sırp mühtedi, garip bir yüz ekşiliği ile muhavereyi dinliyordu, gözlerini de Terez’in güzel yüzünden ayırmıyordu. Evliya, onunla meşgul olmadı, eşe dosta tatlı tatlı anlatılacak meraklı bir hikâye mevzusu yaratmaktan doğma bir hazla Terez’e yanaştı, elçi paşanın vaadini müjdelemek için ağzını açtı. Fakat kız, çılgın bir telaşla koştu, onun ellerine yapıştı.
“Sen de…” dedi. “Bu uşak kılıklı tercüman gibi acı şeyler söyleyeceksen sus: Ben kendi yaramı kendim saracağım, o genç sipahinin ayaklarına kapanacağım, hatta gömleğimi kefen gibi boynuma sarıp senin kurt dediğin yiğit Türk’ün de elini eteğini öpeceğim, dileğime ermeye çalışacağım. Anlıyorum ki paşanız gönül hâlinden anlamıyor, sevdayı rüya sanıyor.”
Evliya Çelebi şaşkın şaşkın sordu:
“Bu adam size ne dedi ki?”
“Müslümanlar arasında açık yer yokmuş. Paşanız bizi dövdürecekmiş, filan filan.”
Sırp mühtedisi, yüzüne yapışan sarsıntıyı çarçabuk gidererek bağırdı:
“Yalan!..”
Bu kelimeyi Macarca söylediğinden Terez onun sözlerini kelime kelime tekrarladı, Jozef de teyit etti. Bunun üzerine Evliya keyfiyeti paşaya anlattı:
“Velinimetim…” dedi. “Bu çok kötü bir şey. Abdül, size ve şerefinize ihanet etmiştir. Yarın mühim bir durumda onu gene tercüman olarak kullanırsanız mümkün ki aynı ihaneti yapsın ve ırzınıza halel getirsin.”
Elçi paşa vaziyeti anlar anlamaz küplere bindi, hızlı hızlı el çırpmaya ve otağa üşüşen uşaklara haykırmaya başladı:
“Tiz, delibaşıyı çağırın!”
Adının Abdül olduğunu öğrendiğimiz Sırp mühtedisinin kanı kurumuş, canı çekilmişti, beyaz bir paçavra gibi durduğu yerde sallanıyordu. Biraz sonra delibaşı içeri girdi ve daha eşikteyken şu emri aldı:
“Yatır, şu namerdi hemen yatır, dilini elinle çek, kopar!”
Bir adamın dilini değil bir dağın böğrünü bile koparacak kadar kuvvetli görünen delibaşı mahkûma doğru yürürken bir ses yükseldi:
“Miskine kıyma paşam, bana bağışla!”
Bunu söyleyen Kara Mehmet’ti. Elçinin bağırışını dışarıdan duyarak koşup gelmiş ve verilen emri işitince birden rikkate kapılarak şefaate kalkışmıştı. Delibaşı, öküzlere diz çöktürecek derecede iri ve kuvvetli yumruğunu Abdül’ün omuzuna koyarak bekliyordu. Terez’le Jozef, nasıl bir sahneye şahit olacaklarını kestirememekle beraber korkunç bir hava içinde yaşadıklarını sezerek titreşiyorlardı, Evliya Çelebi durgun ve muzdaripti. Mahkûm, hüngür hüngür ağlıyordu. Kara Mehmet, bütün bu adamları ağır ağır süzdükten sonra ilerledi, elçi paşanın önüne geldi.
“Dilsiz adam…” dedi. “Bir hadımdan daha düşkün olur. Çünkü dil her şeydir. İnsanla hayvanı birbirinden ayırt eden de odur. Abdül’ün ne yaptığını bilmiyorum amma ona vermek istediğin cezayı senin şanına yakıştıramadım. Herifi dilersen öldür. Fakat diline ilişme.”
Elçi paşa, biraz yumuşadı fakat mahkûmu affa yanaşmadı ve onun işlediği suçu anlattıktan sonra Kara Mehmet’e sordu:
“Çalan el kesilir, ihanet eden dil niçin koparılmasın?”
“Elle dil arasında çok fark var, adaş paşa. Elsiz adam, diliyle iş görebilir. Dilsizin gereğini el kapatamaz. Gel şu edepsizi bana bağışla.”
Ve sonra Evliya Çelebi’ye döndü.
“Hocam…” dedi. “Köyde yaptığın şakanın sonu bak ne oldu?.. Şu eksik eteğe ne cevap vereceksin?”
Şimdi Terez’le Gültekin’in evlendirilmesi işi ortaya çıkmıştı. Elçi paşa genç Macar kızına yaptığı vaadi söyleyerek, Kara Mehmet’in bu vaade saygı göstermesini istiyor ve Abdül’ün dilini ancak bu şartla yerinde bırakacağını söylüyordu. Yiğit sipahi, gerçekten müşkül bir mevkideydi. Karısının gebeliği yüzünden bir rezalet çıkabileceği endişeliyle uykusu kaçıp dururken başına bir de Gültekin’i evlendirmek derdi sarılmak isteniyordu.
Onun bir kız olduğunu söyleyemezdi, gülünç olurdu, muhatap olduğu teklife müspet cevap veremezdi, çünkü maskaralıktı. Şu vaziyette yapılacak şey sert bir “olmaz” savurmaktı, lakin bu kelime, elçi ile arasının açılmasına sebep olacaktı ve o zaman kafileden ayrılmak icap edecekti.
Kara Mehmet, ömründe ilk defa olarak sıkıntıdan terliyordu. Hafakanlar geçiriyordu. Elçi paşanın boyuna kendini zorlaması ise muhakemesini büsbütün bozuyordu. Nihayet bir savsaklama yolu buldu:
“Hele…” dedi. “Şu Abdül’ün dilini bağışlayın, öbür işi bana bırakın.”
Elçi, yolda bir düğün yaptırmak neşesiyle hiddetinden sıyrılarak gülümsedi, istenilen şeyi verdi:
“Melunun dilini kopartmaktan hatırın için vazgeçtim. Fakat onu kendi işlerimde artık kullanmam, yüzünü de görmek istemem. Bundan geri at uşağı olarak çalışsın, hayvanlar arasında dolaşsın!”
Abdül, süklüm püklüm ilerledi, paşanın eteğini ve Kara Mehmet’in elini öptü, geri geri yürüyerek çadırdan çıktı. Adımını dışarı atarken gözleri genç Terez’in üzerindeydi, için için söyleniyordu:
“Alacağın olsun Terez, alacağın olsun elçi paşa!..”
Okuyucular, bu Sırp mühtedisi Abdül’ün Avusturya tarihinde nasıl büyük bir yer aldığını sırası gelince göreceklerdir!..
***
Kara Mehmet, kadınlığını canlı bir vesika ile açığa vurmak üzere bulunan Aygut’tan önce Gültekin’in sırrını ortaya koyacak olan şu vaziyetten kurtulmak için bütün zekâsını seferber etmeye çalışırken Evliya Çelebi Terez’le Josef’e Arapça amentü okutuyordu. Köylü kız, bir nikâh duası olarak telakki etmek istediği bu sözlerini kardeşine de tekrar ettirilmesindeki sebebi kavrayamıyor ve hayretle sevinç arasında bocalaya bocalaya gönül verdiği delikanlıyı arıyordu.
İman telkininden sonra yapılacak iş, Jozef’in ihtidasını cerrahi bir ameliye ile tamamlamaktı. Elçi paşa bu işin kuzular kesilerek, eğlenceler tertip olunarak yapılmasını emrederken Kara Mehmet’e öbür maslahatı da anlattı:
“Adaş yiğidim…” dedi. “Oğlanın canını yakacağız, bari kızın yüzünü güldürelim, senin veldeşle nikâhını kıyıverelim.”
Zeki sipahi, o vakte kadar planını hazırlamıştı. Sakin ve güvenli bir sesle cevap verdi:
“Başüstüne sultanım, emrini hemen yerine getirelim. Fakat Gültekin hoyrat bir gençtir. Terslik damarı depreşince Nuh der, peygamber demez. Kafasını kırdırır, hendeği atlamaz. Onun için izin ver de gideyim, işi anlatayım, terslik yapmasının önüne geçeyim.”
Elçi paşa, kendi seviyesinden -hatta bir parmak- aşağı olanların hepsine dilediğini yaptırmak için nefsinde hem hak hem kudret göregeldiğinden Kara Mehmet’in bu mülahazasını yersiz bulmakla beraber muvafakat gösterdi, o da düşüne düşüne çadırdan çıktı. Kadınların yanına gitti, Bülbül Hatun’un elinden tuttu.
“Gülelim mi…” dedi. “Ağlayalım mı, bilmiyorum. Fakat bir çıkmaza girmiş gibiyiz. Dil birliği yapmaz, akıllı davranmazsak sırrımız açığa çıkacak, maskaralık baştan aşacak.”
Ve Terez’in dinini değiştirerek, kardeşine de aynı işi yaptırarak kendisiyle evlenmeye imkân hazırladığını anlattı. Bir kız tarafından erkek zannolunup candan sevilmek Bülbül Hatun’un yüreğine sızı, yüzüne kızartı veriyordu. Kalp sızısı Deli Murat’ı hatırlamaktan, yüz kızartısı da güzelliğinin böyle bir hadiseye sebep olmasından ileri geliyordu. Fakat Gülbeyaz kahkahalarla gülüyor ve boyuna söyleniyordu:
“Ne oyun, ne oyun! Macar kızı kiminle evlendiğini görünce kim bilir nasıl şaşıracak, nasıl alıklaşacak?.. Hemen nikâhı yapalım, çadır kapısında evlilerin çıkışını bekleyelim.”
Kara Mehmet, vaziyetin şakaya tahammülü olmadığını kısaca ihtar ettikten sonra kendi planını izaha girişti:
“Dinle Bülbül…” dedi. “Biz bu işi ulu orta başımızdan savamayız. Çünkü elçi paşayı gücendiririz, tatsızlık çıkarmış oluruz. Bize yakışan kötülükten iyilik doğurtmaktır. Onun için istenilen nikâhı yapalım. Bunun bir ziyanı yok. Lakin faydası çok. Bir kere senin erkekliğinden kuşkulananlar varsa aldandıklarını zannedecekler. Sonra elçinin sözü yerine gelmiş olacak. Daha sonra biz bu alışverişten Deli Murat’ın öcünü almak yolunu bulacağız.”
Öç sözü Bülbül’ün dikkatini uyandırmakla beraber ızdıraplı hayretini gene haykırmaktan geri kalmadı:
“Kız kıza nasıl varır ağa; böyle kepazelik mi olur?”
“Canım varıp da bir yastığa baş koyacak değilsin ya. Adın evlenmiş olacak. Yoksa Macar kızının eli senin eline değmeyecek. Sen sırrımızı açığa koydurma, ağır ol, üst tarafını bana bırak.”
Bülbül Hatun, gamlı gamlı içini çekti, uysallık gösterdi. Kara Mehmet’e itimadı vardı, onun her güçlüğü yeneceğine inanıyordu. Fakat içi de yanıyordu. Çünkü şu genç yaşında hep rüyaya benzeyen izdivaçlar geçiriyordu. Rahmetli kocasını bir günün sabahında tanıyıp gecesinde kaybetmişti. Şimdi de verimsiz bir nikâhın yükünü taşımaya sevk olunuyordu. Kız olarak dul kalmak felaketi yetmiyormuş gibi bugün de bir kızı dul yaşatmak garabetine namzetleniyordu.
Kara Mehmet bu gülünç piyesin en mühim kısmını oynayacak olan aktöre rolünü süfle ettikten sonra elçinin yanına gitti.
“Gültekin…” dedi. “Emrine boyun eğiyor, Macar kızıyla evleniyor. Lakin düğünün İstanbul’da yapılmasını şart koyuyor. Çünkü onun acuze bir analığı var, Zeyrek’te oturur. Biz yola çıkarken ant vermiş, kendi kendine evlenmemesi için söz almış. Sipahi değil mi ya! Sözünde durmak istiyor. Ben de haklı buldum.”
Elçi paşa, gevrek gevrek güldü.
“Bre yoldaş…” dedi. “Böyle şart mı olur?.. Macar kızı, olgun bir şeftali, senin veldeş, keskin bir diş. İkisi yan yana gelince Zeyrek’teki acuzenin ne hükmü kalır?.. Hele sen barutla ateşi bir araya koy. Sonunu düşünme.”
Kara Mehmet, barutun pek ıslak olduğunu söylemeye lüzum görmedi, yalnız bu mevzu üzerine Terez’in de dikkatini celbetmekle iktifa etti. Güzel Macar kızı çözülmez bir bilmece karışıklığıyla kendisine fısıldanan şartın neyi istihdaf ettiğini[36 - İstihdaf etmek: Amaçlamak. (e.n.)] kavramaktan çok uzaktı ve hoşuna giden erkeğin eşi olacağını anlamaktan doğma sevinç içinde durmadan gülümsüyordu.
Bazma merhalesindeki konukluk işte bu hadiselerle geçti. Kafileye yeni mühtediler de karıştı. Jozef artık Yusuf adıyla anılıyordu. Terez de Tezer’e çevrilmiş bulunuyordu. Üç yüz erkeğin arasına bir kadın karışması hiçbir gayritabiilik uyandırmış değildi. Viyana yolcuları -elçiden at uşaklarına kadar- Tezer’e evlat ve kardeş gözüyle bakıyorlardı. Onun genç sipahiye gönül verip din değiştirmesini hayvani bir aşk cilvesi olarak telakki eden yoktu. Herkes bu hadisede ilahi bir hidayetin rehberliğini görüyor ve Tezer’e saygı gösteriyordu. O devirde böyle işlerin pek bol olmasına rağmen Jozef gene muhterem tutuluyordu. Bu ihtiram, onun başka bir muhite intikal ettiği güne kadar devam edecekti. Çünkü kafile halkının şahit oldukları sahneden gelme heyecan izlerini yüreklerinden silip çıkarmaları imkânsızdı.
Fakat gecelerini bir çadırda geçiren Gültekin’le Tezer’in vaziyetleri hayli acıklı idi. Gene Evliya Çelebi’nin tercümanlığıyla derneğin ve gerdeğin İstanbul’da yapılacağını öğrenmiş olan Tezer, gitgide çıldırasıya sevmeye başladığı kocasının gündüzleri Kara Mehmet’le Aygut’tan ayrılmamasını, geceleri ise küçük bir tebessümden ibaret sadakasını yüzüne serptikten sonra soyunmadan kilimine uzanıp yattığını gördükçe üzülüyor ve saatlerce uykusuz kalıyordu. Bazen aşkının zoruna dayanamayarak kocasına sokulmak ve onu kolları arasına alıp kana kana sarmak istiyordu. Lakin palasını, heybeden yapılma yastığına iliştirerek uyuyan gencin kayıtsızlığından, daha doğrusu o paladan korkarak yanık dileğini alevli yüreğinde saklamaya mecbur oluyordu.
Tezer Türkçe, Gültekin de Macarca bilmiyorlardı. Bu sebeple konuşmaları mümkün olamıyordu. Macar kızı, kocasının sade bir tebessüm sadakasıyla iktifa etmesini hep bu dil bilmezliğe hamlettiğinden olanca kuvvetini Türkçe öğrenmeye hasretmişti. Fena bir adam olduğunu anlamış olmasına rağmen kocasıyla görüşebilmek ülküsündeki cazibenin tesiriyle mahut Abdül’ü dost edinmişti, ondan Türkçe dersi alıyordu.
Abdül, kendisine pek güzel görünen bu kızın Gültekin’e gönül vermesini ve onun yüzünden bir an için dilinin koparılması tehlikesiyle karşılaşışını unutamıyordu. Dinini değiştirdikten, delikanlı bir sipahi ile nikâhlandıktan sonra da yaşmaklanmayarak sade bir yarım başörtüsü ile gezen ve kendisinden Türkçe öğrenmeye savaşan Tezer’i, hiç belli etmeden teshir etmek ve ağa düşürmek emeline kapılmıştı. Ona, Türkçe kelimeler öğretmekle beraber bu emeline uygun düşecek vaziyetler yaratmaya da çalışıyordu.
Kafile, onların böyle sıkı fıkı görüşmeye başladıkları, Gültekin’in de kadınlığını belli etmemek için her türlü tedbirlere başvurduğu günlerde Estergon ve Ostoni Belgrad kalelerini geçti, Türk hududunun sonuna yaklaştı. Ostoni Belgrad muhafızı Hacı Paşa, Viyana’dan gelecek Avusturya elçisini sınır taşları altında tesellüm[37 - Tesellüm: Verilen bir şeyi alma, teslim alma. (e.n.)] ve Türk elçisini de öbür tarafın memurlarına teslim edecekti.
Şimdi elçinin de bütün kafile halkının da yürekleri heyecan içindeydi. Çünkü Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra -akıncılar müstesna- hiçbir Türk ordusunun aşmadığı bir yola ayak basmak üzere bulunuyorlardı. İstanbul’dan çıkalıdan beri Viyana’ya giden ordunun izinde yürünmüştü, birçok hatıralardan zevk ve ibret alınmıştı. Lakin üzerinde yürünülen topraklar hep Türk’tü. Doksan gündür Türk bayrağının muhteşem gölgesi altında bulunuyorlardı. Yarın, öbür gün bu bayrak, yalnız kafilenin başında dalgalanacak ve şehirlerde, kalelerde, köylerde Avusturya bayrağı görülecekti. Kafile, bu değişikliğin heyecanını şimdiden duyuyordu, Türk olmayan topraklarda Türk’e yakışan bir ihtişamla yürümeye hazırlanıyordu. 143 yıl önce Viyana’ya giden yolun içinde bulunmak da herkese başka gurur, başka yürek pekliği veriyordu.
Nihayet sayılı gün geldi, sınır taşlarına varıldı. Burası, Talma Ovası geçildikten sonra ulaşılan bir yerdi. Hacı Paşa’ya Estergon Beyi İskender Paşa da askerleriyle iltihak etmiş olduğundan elçi alayı koca bir orduya dönmüştü. Papa köyünden biraz ileride Avusturya elçisinin alayı yer almış bulunuyordu.
İki taraf da bu vaziyette nümayiş kaygısından başka bir şey düşünmüyordu. Türkler, uzun asırların kendilerine kazandırdığı şerefli üstünlüğe uygun bir durum almak, Avusturyalılar da yenilmiş, fakat yıkılmamış bir devlete yakışan çalımı göstermek istiyorlardı. Fakat Türklerde bariz bir mühimsemezlik ve ağır bir davranış görülüyordu. Ötekiler ise telaş ve acele sezdiriyorlardı.
Hatta Avusturya hudut muhafızı, günlerden beri sınır taşları önünde beklemekten usandığı için sabırsızlığını açığa vurmaktan da geri kalamadı, Ostoni Belgrad Valisi Hacı Paşa’ya bir adam gönderdi, iki elçinin ilkin kendi tarafından verilecek bir ziyafette tanışmalarını ve ertesi gün de mübadele edilmelerini teklif etti. Fakat Kara Mehmet Paşa bu yola yanaşmadı.
“Acele işe…” dedi. “Şeytan karışır. Biz yüz gündür yol yürüyoruz, onlar daha yolun başında bulunuyorlar. Öyleyken sabırsızlanıyorlar. Kendilerine biraz ağır olmalarını söyleyin.”
Türk elçisi, ziyafet teklifini reddetmekle de kalmadı, sınır taşlarının gerisinde oyunlar tertip etmeye girişti. İstanbul’dan Tuna yoluyla gönderilen bir ince filonun tam o sırada Papa suyunun Tuna’ya döküldüğü yere gelip yanaşması ve elçi kafilesine erzak getirmesi Kara Mehmet Paşa’nın yapmak istediği nümayişlere germi verilmesini[38 - Germi vermek: Hızlandırmak, yoğunlaştırmak. (e.n.)] temin etti. İstanbul, Viyana’ya giden heyetin Türk ilinde yetişmiş buğday unundan ekmek, gene Türk malı pirinç, yağ ve sucuk yemesini faydalı bularak bu ince filoyu yollamıştı. Bir orduya yetecek kadar bol olan erzak ile elçi, bütün o mıntıka gerilerine ziyafetler veriyordu.
Nümayişler tam bir hafta sürdü, başta Kara Mehmet olmak üzere yüzlerce Türk atlısı tarafından cirit oyunları yapıldı, kılıç hünerleri gösterildi. Yemek kokusu ve eğlence sesi sezip öte taraftan beriye geçen hayli Alman köylüsü de elçi paşanın ikramından hisse alıyor ve midelerini yemekle, gözlerini de Türk gücüyle doldurup yurtlarına dönüyordu.
Avusturyalılar bulundukları yerden Türklerin nümayişlerini hayran hayran seyrediyorlardı. Elçi paşanın otağı uzaktan ipek bir saray gibi göz kamaştırıyordu. Serhadli süvarilerin attıkları her cirit, Viyana kapılarını arayan bir şimşek gibi o seyircilere endişe aşılıyor ve bu şimşeklerin bir gün imparator sarayını sarabileceğini düşünen Avusturyalılar boğucu hafakanlar içinde kalıyordu.
Türk elçisi bu gösterilerle öbür tarafta toplananları bol bol üzdükten ve enikonu zayıflattıktan sonra mübadeleye hazır bulunduğunu bildirdi ve merasime başlandı. Her iki elçi, en büyük sınır taşının yanına dikilmiş olan ağaçlar dibinde birleşecekler ve teslim-tesellüm muamelesine memur olanlar tarafından karşılıklı değiştirileceklerdi. Vaktiyle gene böyle bir mübadele yapılırken Türk ve Avusturya askerleri arasında bir çarpışma vukuya gelerek birkaç yüz adamın kanı döküldüğünden elçilere on haysiyetli adamdan başkasının refakat etmemesi kanun hâline konmuştu. Bu sebeple her elçi, yanlarındaki askerlerden ayrılarak mübadele noktasına doğru yürümeye koyuldu. Türk sefirinin sağında Hacı Paşa, solunda Kara Mehmet bulunuyordu. Evliya Çelebi de not almak fırsatını kaçırmamak için on kişilik küme arasına katılmıştı, zeki gözleriyle her şeyi zapt ve kaydederek yürüyordu. Bir aralık elçinin hızlıca gittiğini gördü, hemen eğilip fısıldadı:
“Ağaçların yanına ilk varan mağlup sayılır. Bunu Türk ihtiyarları da Nemse kocaları da söylerler. Aman kendinizi yenilmiş göstermeyin.”[39 - Elçi Kara Mehmet Paşa tarafından Babıali’ye sunulan takrirde şu satırlar vardı:“Orta yerde olan ağaca hangi elçi evvel gelirse mağlup ve sonra gelen galip fal addolunmakla elhamdülillahi taala kâfir elçisi bir derece miktar zaman mukaddem gelip bu kulları sonra varıp birimizle musafaha edip.” (Silahtar Tarihi, c. I, s. 404)]
Bu ihtar üzerine Kara Mehmet Paşa yürüyüşünü yavaşlattı, Avusturyalı meslektaşının kendinden önce ağaç dibine gelmesine fırsat verdi. Artık helecanlar geçmiş ve yüreklerde yeni heyecanlar başlamıştı. Sınır taşlarının gerilerinde kümelenen Türklerle Nemseliler, tepeden tırnağa kadar göz kesilerek iki elçinin musafahasını seyrediyorlardı. Bu, gerçekten görülmeye değer bir sahne idi. Baştan başa ipek ve sırmaya bürünen; kemeri, kuşağı, hançeri, bıçağı, kılıcı, topuzu elmaslarla bezenmiş olan, kabaniçesinin (erkek entarisi), kırmızı çuhaya kaplı samur kürkünün bütün düğmeleri iri zümrütten yapılmış bulunan, mücevherli sorgucundan gün ışığını bulanık gösterir pırıltılar fışkıran Kara Mehmet Paşa, taşıdığı süsle kudretli bir devletin haşmetini, heykelimsi endamıyla ve bakışlarındaki çelik salabetiyle de Türk gücünün olgunluğunu temsil ediyordu. Avusturya elçisi, onun yanında pek sönük ve pek ölgün kalıyordu. Biri, sınır taşlarının biraz ötesinde köpük döve döve akan Tuna’yı, biri de ha kurudum ha kuruyorum diye yarı cansız sürünen bir dereyi andıran iki diplomat arasındaki ruh ve beden farkı, el tutuşmalarında da belli oluyordu. Kara Mehmet Paşa, kılıç kabzasını kavrayan bir pençe gibi elini uzatmıştı, Viyanalı elçi de mendil tutmaktan başka bir şeye yaramadığı sezilen hasta bir elle o pençeye temas etmişti. Sahneyi görebilen her göz, birleşen iki elin temsil ettiği manayı apaçık okuyordu. Mübadele merasimini seyir için Viyana’dan oraya kadar gelen kadınlar ise bu mananın seyri için bir ruh sendeleyişi geçiriyorlardı.
Hacı Paşa, Türk elçisini Kumran Kalesi Kumandanı General Joje’ye teslim etti.
“Bunu…” dedi. “Gene burada sağ ve salim bana kavuşturacaksın. Bir kılına ziyan gelirse vay hâlinize!”
General Joje de Nemse sefirini onun yanına sürdü.
“Yurttaşımı…” dedi. “Himayenize bırakıyorum. Şanınıza ne düşerse onu yaparsınız!..”
Bir saat sonra kafileler, birbirinden boş kalan yollar üzerinde hızla yürüyorlardı. Kara Mehmet Paşa kafilesinin ulaştığı ilk menzil Vacz kasabasıydı. Orada konukların gecelemeleri için yerler hazırlanmıştı ve o meyanda Sipahi Kara Mehmet’le iki veldeşine ve gelini Tezer’e güzel bir ev tahsis edilmişti. Yemekten ve biraz dinlendikten sonra her iki karı koca odalarına çekilince Terez, Gültekin’e yanaştı, Abdül’den almakta olduğu Türkçe dersinin ilk meyvesini dudaklarında belirtti:
“Kocacığım, güzel kocacığım, seni seviyorum!..”
Bülbül Hatun yabancı bir erkek tarafından öpülmüş gibi iliğine kadar kızardı, sonra bu aşk itirafındaki gafil safiyete acıdı, kızın yüzünü okşadı:
“Oh, zavallı kız…” dedi. “Keşki kocan olsaydım.”
Gültekin’le nikâhlandığı günden beri ilk olarak böyle bir iltifat gören Terez, bahtiyar bir hülya ve bahtiyar bir ümit içinde eşinin ellerine sarıldı, sonu gelmeyen buselerle o yumuşak elleri ıslattı, aynı sözleri tekrarladı:
“Kocacığım, güzel kocacığım! Seni seviyorum!”
Gültekin bu durumun sonunu tehlikeli bulduğu için gevşek davranmamayı tasarladı, boyuna öpüş dokuyan kızıl ve kızgın tezgâhtan ellerini kurtardı.
“Ben de…” dedi. “Seni seviyorum. Çok iyi kızsın, ömrümüz olur da İstanbul’a dönersek ve düşündüğümüzü başarırsak seni rahata erdireceğim. Düğününü yapacağım.”
Terez, kocam dediği güzel mahlukun neler söylediğini anlamamakla beraber umduğu saadetin gene kendisinden uzak kaldığını sezdi, nemli gözlerini parmaklarının ucuyla sildi, içini çeke çeke bir köşeye büzüldü, Gültekin’in kebesine[40 - Kebe: Kısa kepenek. (e.n.)] sarılıp uzanışını seyre daldı. Kendi malı olan şu güzel vücudu saramamak onu sürekli ızdıraplar içinde kıvrandırıyor ve için için ağlatıyordu. Gamlı gamlı bağırmamak, derece derece yılgınlaşmamak için durmadan bir dua okuyordu:
“Kocacığım, güzel kocacığım, seni seviyorum!”
Ve bu aşk duası ona gerçekten şifa getiriyordu, coşkun elemini yavaş yavaş hafifletiyordu. Fakat rüyalarını değiştiremiyordu. Tatmin olunmayan emeller, tahayyül olunup da ele geçemeyen deraguşlar,[41 - Deraguş: kucaklama, sarma. (e.n.)] daima dudaklarında eriyen yetim buseler, o rüyaların değişmez temelleri idi ve kocasını uzun uzun temaşadan sonra gözleri kapanınca onların genişleyip açılmaları arasında hakikatin acılarını unutuyordu.
Vacz’den Gvan şehrine gidilirken Gültekin Aygut’a sokuldu. Kara Mehmet’e duyurmamaya çalışarak Terez’in Türkçede gösterdiği ileriliği fısıldadı. Fakat Aygut, bu sırrı hemen açığa vurdu:
“Yiğidim…” dedi. “Bizim gelin almış, yürümüş, kocasından daha becerikli bülbül olmuş. Sular kararır kararmaz ötmeye başlıyormuş.”
Kara Mehmet, vakıayı öğrenince gülümsedi.
“Hoşuma gitti.” dedi. “Varsın böyle davransın. Bize onun iyi Türkçe öğrenmesi lazım. Başka türlü işimizde kullanamayız. Zaten şu Abdül denilen kötü durumlu herifle düşüp kalkmasına bundan ötürü göz yumuyorum. Efendisine ihanet eden adamdan yalnız şer çıkar. Öyleyken Terez’in o dönmeyle görüşmesine ses çıkarmıyorum. Çünkü kıza Türkçe öğretiyor. Sen, Bülbül’e söyle. Terez’i biraz okşasın, aferin filan desin.”
Hâlbuki beri tarafta Abdül, kara sevda denilecek bir aşk seviyesine yükselmişti, Terez için yanıp tutuşuyordu. Kızın bütün benliğiyle Gültekin’e bağlı olduğunu gördükçe bu aşk, yaman bir hınçla karışıyor ve yılan ruhu taşıyan bu hain yürekli adamı zıvanadan çıkarıyordu. Fakat iradesine hâkim olmayı bildiği için ne aşkını ne hıncını Terez’e belli etmiyordu. Onun küçük bir falsosunu sezer sezmez Kara Mehmet’e, Aygut’a ve Gültekin’e haber vereceğini biliyordu. Böyle bir hâlden ise ne gibi neticeler çıkacağını tahmin etmek onun için güç değildi.
Abdül çıldırasıya bağlandığı kızın bir busesini alabilmek uğrunda bin sopa yemeye razı idi. Fakat dilini elçi paşanın elinden kurtarmış olan Kara Mehmet’in o dili pek kolaylıkla koparabileceğini, kızgınlığı geçmezse üstelik yüreğini ve ciğerini de söküp atacağını takdir ettiğinden Terez’e bir şeyler sezdirmekten çekiniyordu. Şimdilik aldığı haz, zavallı Macar güzeline “Seni seviyorum!” gibi sözleri söylerken gözlerini süzmekten, belli belirsiz iç çekmekten ve sözü kıza karşı kendisi söylüyormuş gibi heyecan duymaktan ibaretti.
Kafile dört günlük bir yürüyüşten sonra Essling menziline vardı, buradan Viyana’ya üç saatlik bir mesafe vardı, Nemse payitahtının sayfiyesi gibi bir şeydi. Merasim hazırlıkları bitirilir bitirilmez Viyana’ya girilecekti. Şimdi Türkler, şuursuz bir ittihatla, başlarını gerilere çevirerek İstanbul’la Nemse hududu ve o hudutla Viyana arasındaki mesafeyi ölçüyorlardı. Birinci mıntıka doksan konaklık bir yoldu, ikinci mıntıka ise iyi bir süvari için üç konak bile teşkil etmeyecek kadar dar bir mesafe içindeydi. Sınır başında toplanacak bir Türk ordusu bu üç konaklık yeri pek kolaylıkla aşabilirdi. Fakat?..
Elçi paşa ile yoldaşları işte bu fakatın soğuk ağırlığı altında gözlerini önlerine eğiyorlardı. Çünkü hepsi vaktiyle Viyana’ya giden ordudaki ruhun, şimdi sarsıntı geçirdiğini biliyorlardı ve izine yüz sürdükleri o ordunun bir eşine gene bu topraklarda yeni izler yarattırmak için yüreklerinde bir iştiyak ve bir ihtiyaç duyuyorlardı. Hemen bütün kafile, elçilikle Viyana’ya gidildiğini unutarak savaş yoluna düşmüş asker heyecanı taşıyorlardı. Yalnız Terez, Türkçesini ilerletmekle, Abdül de ateşten zincirlere bağladığı aşkını hırsızlama hazlar sunup beslemekle oyalanıyorlardı.
Elçi paşaya mihmandarlık yapan generaller Essling’de iki gün durulacağını ve üçüncü gün imparator namına gelecek heyet ve alay tarafından karşılama merasimi yapılarak Viyana’ya girileceğini resmî bir takrirle bildirirken Türk kafilesinin Nemse payitahtına bayrak açmaksızın ve mehterhane çaldırmaksızın girmeleri lazım geldiğini de tebliğ etmişlerdi.
Elçi, bu tebliğden son derece sinirlendi, kükredi, Viyana’dan gönderilen tercüman vasıtasıyla konakçı generallere şu haberi yolladı:
“Türk bayrağı kapanmaz, Türk davuluyla mehterhanesinin sesi susturulmaz! Çünkü o bayrakta Türk ulusunun yüreği okunur, o seste bu yüreğin nefesi duyulur! Biz Nemse payitahtına değil, Tanrı’nın cennetine de bayrağımızı açarak, davulumuzu çalarak gireriz! Var, generaline böyle söyle!”
Şimdi diplomatik bir münakaşa yüz göstermişti. Avusturyalılar, Viyana sokaklarında birkaç düzine Türk bayrağının dalgalanmasını, bir Türk mehterhanesinin terennüm etmesini fatihane bir geçiş gibi telakki ederek tekliflerinde ısrar ediyorlardı, elçi de fikrinden dönmüyordu. Çok gerginleşen ip hemen hemen kopmak üzereydi. Kara Mehmet Paşa bu vaziyette arkadaşlarıyla müzakere etmek zaruretini duydu, kâhyasıyla kâtibini, Evliya Çelebi’yi ve adaşını çağırdı, maslahatı anlattı.
“Geri dönerim…” dedi. “Sözümden dönmem! Fakat sizin de ne düşündüğünüzü anlamak isterim.”
Bütün yoldaşlar, Türk bayrağını devşirip sandığa koymayı, gökteki ayı beze sarıp bir köşeye atmak kadar imkânsız, mehterhaneyi susturmayı da denizlerin haykırışını dindirmeye yeltenmek kadar aykırı buldular, elçinin kararını dil birliği ile onayladılar. Kara Mehmet, daha ileri gitti:
“Paşa adaş, sen kervanı yürütegör; söze, horataya kulak verme. Çelebiler kendilerine güveniyorlarsa bizi şehre sokmasınlar! Üç yüz Türk’ün bir payitahta nasıl girebileceğini onlara gösteririz!”
Bir imparatorluk payitahtı önünde nispetsiz bir dövüşmeyi sevine sevine göze alan Kara Mehmet’in içinden gelen bu sözler o kararın tuğrasını teşkil etti ve elçi paşa ültimatomunu yolladı.
Avusturyalılar, şu bir avuç Türk’ün toplu tüfekli koca bir ordu gibi davranacağını, kuru patırtıya pabuç bırakmayacağını ve bu yüzden kanlı bir skandal çıkacağını anladıklarından diplomatça bir geri hareketi yapmışlar ve bir elçi heyetinin böyle bayrak açarak, mehterhane çaldırarak payitahta girdiği vaki değilse de iki hükûmet arasındaki dostluktan dolayı -ileride örnek sayılmamak şartıyla- böyle bir vaziyeti kabul ettiklerini bildirmişlerdi.[42 - Kara Mehmet Paşa’nın sefaretnamesinde bu hadise şu şekilde yazılıdır:“Tercümanları gelip şehre karip geldikte tabi ve nekkareleri indirip ve sancakları, bayrakları devşirip kaleye öyle girilsin deyu haber getirdiklerinden elbette kendi âyin ve erkânımız üzere girilmeye razı olurlarsa febiha ve ilââ gayri yüzden girmek ihtimalim yoktur deyu cevap verildikte men’ine kadir olmayıp akıbet muradımız üzere girmeye rıza verdiler.” (y.n.)]
Elçi paşa, işte bu sert münakaşadan ve bu tatlı anlaşmadan sonra kafileyi Viyana’ya doğru yürüttü, birkaç piyade taburuyla üç beş süvari alayı tarafından karşılandı, büyük bir debdebe ile şehre girdi, yollara ve pencerelere dökülen halkın heyecanını kamçılaya kamçılaya tahsis olunan konağa indi. Kafilenin ileri gelenlerine ve o meyanda Kara Mehmet’le veldeşlerine, gelinine güzel bir ev verilmişti. Abdül, lisan muallimi sıfatıyla onların yanında bulunuyordu.
Elçi ile imparatorun görüşmeleri on üç gün sonra vukuya gelecekti. Başvekille Kara Mehmet Paşa bu nokta üzerinde ittifak etmişlerdi. Türkler, fırsattan istifade ile şehri dolaşıyorlar, alışveriş yapıyorlar ve bütün Viyanalıları işlerinden güçlerinden alıkoyarak artlarında koşturuyorlardı. Halk, 143 yıl önce oraya gelmiş olan Türklerin heykelimsi endamlarında ve vaktiyle Viyana’ya uzun bir kâbus yaşatan Türk silahının örneklerini onların belinde asılı bularak garip bir haşyetle bakışıyorlar ve müthiş bir tarih okur gibi heyecanlanıyorlardı.
Evliya Çelebi de Kara Mehmet’e kılavuzluk yaparak -hatırası henüz dipdiri duran- Viyana muhasarasını adım adım ve yer yer gösteriyordu. Bilgin seyyah onu ilkin “Kayzer Ebersdorf” mevkisine götürdü.
“İşte…” dedi. “Sultan Süleyman’ın otağı burada idi. Yeniçeriler de ileride yer almışlardı. Şuraya Zimmering, buraya da Laabeg derler. Sadrazam İbrahim Paşa’nın başında bulunduğu alaylar bu iki nokta üzerinde yer almıştı. 300 top, Sen Marks ile Vinerberg’in ortasında dizili idi. Bu topların çoğu, şahi, obüs ve havandı. Muhasara topu yoktu. Belgrad Beylerbeyi Küçük Bali Bey Vinerberg’in gerisinde, Dümdar Kumandanı Hüsrev Bey daha önde, Rumeli Beylerbeyi Sent Ülrih’te, Semendere Beyi Mehmet Dubling’de bulunuyorlardı. 160 gemilik ince filo Tuna boyunda geziniyordu. Frenklere sorsan o vakit şehirde elli bin piyade, iki bin beş yüz süvari ve yetmiş altı top vardı derler. Yalan! Rahmetli Peçevi, Macar tarihlerinde görerek doğrusunu yazıyor, Beç’e kapanan ordunun seksen binden artık olduğunu söylüyor. Dedelerimiz kaim duvarlar, geniş hendekler arkasına ve yıkılmaz kaleler içine kapanıp boyuna ateş döken bu düşmanla tam yirmi gün pençeleşti. Kılıç ancak taşa çarpıyordu. Topuz, duvar dövüyordu. Bundan ötürü Viyana önündeki savaş, etle taşın dövüşmesi gibi bir şey oldu. Türkler, hendeği yola ve kaleyi çamura çevirmekten gene geri kalmazlardı. Fakat araya bir de kış ve kıtlık girdi. Asker, üç günde bir peksimet bulabiliyordu, sipahi atları iftarsız bir oruç içinde eriyip gidiyordu. Düşmanın döktüğü ateş, yaksa da ısıtmıyordu, herkes bir karış buz üzerinde yatıyordu. Düşman güllesinin yapamadığını kanlı basur yaparak her gün üç beş yüz şehit alıp götürüyordu.”
Bu sözleri duymak, hele o savaş yerlerini gezmek Kara Mehmet’i garip bir istiğraka düşürüyordu. Evliya Çelebi’yi dinlerken gözünün önüne hep o küçük Bali Beyler, Hüsrevler, Mehmetler geliyordu. Hâlâ yerlerinde duran istihkâmları, hendekleri, duvarları dolaşırken de -İstanbul’dan Viyana’ya kadar bir tutam ot koparmadan gelen- o büyük ordunun kemikleri çürümüş fakat ruhları Viyana’nın üstünde uçuşarak ebediyeti yaşamakta bulunmuş olan muhasırların haykırdığını sanarak utanıyor, terliyordu.
Ara sıra bu istiğrak coşkunlaşıyordu, kulağına birtakım sesler gelmeye başlıyordu. “Bak, biz neler yaptık, ne dasitanlar yarattık? Bizim kucakladığımız ülkeleri siz uzaktan bile selamlayamıyorsunuz. Ne yazık, ne yazık!” diyen bu sesleri, bedenleri çürümüş fakat ruhları diri ve şen kalmış Viyana muhasırlarının haykırdığını sanarak utanıyordu, terliyordu.
Yiğit adam oralardan, muhasara ordusunun kanıyla ve heyecanıyla mübarekleşmiş o yerlerden ayrılamıyordu, her gün evinden çıkıp Viyana’nın etrafını dolaşıyordu, tarihin yaşayan izlerini koklayarak eşsiz ve çok kutlu bir hac zevki topluyordu. Kayzer Ebersdorf’tan Nosdorf’a kadar uzayan yarım dairenin her noktasını karış karış ölçmüş gibiydi. Türklere karşı şehri müdafaa eden Kont Filiplerin, von Rayşahların, Abel von Hölneklerin, Leonar von Velzlerin, von Ebersdorfların, von Branden Ştaynların sığındıkları kuleleri, kaleleri, çukurları da uzun uzun gezmişti. Şimdi bu yerlerde Türk’ün aşıladığı korku yatıyor gibiydi ve o taşlar, çukurlar, kuleler bu korkuya bekçilik etmekten yorulmuşlarcasına takatsiz görünüyorlardı.
Kara Mehmet, yüz kırk üç yıl önce Viyana’yı saran ordunun nereden ilerlemek isteyip de hangi sebeplerle hedefine eremediğini zeki bir gözle araştırarak içlerinde kendi dedelerinden de birinin bulunduğuna emin olduğu o dilaver askerlerin ruhlarıyla konuşarak yaptığı bu cevelanların şüphe uyandırdığını hatırına bile getirmiyordu. Lakin bu şüphe doğmuştu ve büyüyordu. Avusturya memurları, Türk elçi heyetinin en ileri gelenlerinden birinin her gün kale etrafında dolaşmasını manalı bulmuşlar ve onu tarassuda başlamışlardı. Bir gün o, Gerntner kapısıyla Sent Klâra Manastırı arasında dolaşıp vaktiyle oradan açılan yer altı Türk lağımlarının izlerini araştırırken karşısına üç Nemseli dikildi ve içlerinden biri Türkçe olarak sordu:
“Kalenin resmini mi alıyorsunuz efendi?”
Kara Mehmet, şu sorudaki istihzayı ve yüzüne dikilen gözlerdeki kavga arayan bakışı sezdi, omuzlarını silkerek sert bir cevap verdi:
“Buraların resmini Türkler yüz elli yıl önce çizdiler hem de Viyanalıların derisi üstüne çizdiler. Benim yeniden resim çıkarmama ne lüzum var?”
“Fakat burada dolaşmak yasaktır.”
“Türk yalnız kendi yasağını tanır, başkalarınkini ne anlar ne dinler!”
“Bu sözü kumandanımızın yanında da söylemenizi rica edeceğiz!”
“Kralınız önünde de söylerim! Dinlemek isteyenler gelsinler, beni bulsunlar!”
“Hâkim suçlunun ayağına gitmez, onu kendi ayağına getirtir.”
“Beni götürmeyi mi düşünüyorsunuz?”
“Teessüf ederiz ki buna karar vermiş bulunuyoruz.”
Kara Mehmet, yanına yönüne hızlı bir bakış attı, orada bu üç kişiden başka kimsenin bulunmadığını görünce kendisiyle konuşan adamı yakasından tutup ayağının altına aldı, topuğunu göğsüne koyarak kımıldamaz bir biçime soktuktan sonra bön bön bakınarak yanı başında putlaşan öbür iki Nemseliyi yakaladı, aynı süratle yere yatırdı, kendi boyun atkılarıyla ve bellerindeki ipek sargı ile güzelce bağladı.
“Konuğa…” dedi. “Saygı göstermeyenlere böyle yapılır. İsa’dan yardım gelip de eliniz ayağınız açılıncaya kadar burada yatın da aklınız başınıza gelsin! Türklerle nasıl konuşulacağını öğrenin!”
Sonunu düşünmeden yaptığı bu hareketle sık sık kulağına çarpan o muhayyel sitemlere, atalar ruhundan geldiğine inandığı o sözlere cevap verdiğini kuruntulayarak memnun oluyordu. Üç Nemseliyi devirebilen bir bileğin yerinde bir istihkâm da yıkabileceğini o muhitte dolaştığına şüphe etmediği şehit ruhlarına işte göstermişti ve onları şüphe yok ki sevindirmişti. İşin elçi paşaya aksetmesinin kendisince artık ehemmiyeti yoktu.
Kara Mehmet bu düşüncenin hazzı içinde üç bağlı herifi uzandıkları yerde bıraktı, her köşeden kendisine gülümseyen tarih izlerini selamlayarak evine döndü, akşamüstü de elçinin konağına gitti.
Orada gürültülü münakaşalar vardı, kale planlarını almaya çalışan sipahinin bu suç yetişmiyormuş gibi bir de Nemse memurlarını ipe sardığı başvekil namına haber verilerek mücrimin cezalandırılması ve tarziye verilmesi isteniliyordu. Kavuğunu kaşlarının üstüne yıkmış, elini hançerinin kabzasına dayamış olan elçi paşa da bu sert dileğe karşı istifini bozmadan şu cevabı veriyordu:
“Kara Mehmet Ağa’yı oralara ben yolladım. Yarın da kendim atlanıp kalelerinizi, kulelerinizi dolaşacağım. Çünkü bu, bizim için namaz kılmak kadar gerekli bir iştir. Dedelerimizin kanlarını döktükleri yerlere yüzümüzü gözümüzü sürmemek nasıl olur?.. Elinizden geliyorsa engel olun, beni yolumdan alıkoyun!”
Viyana sarayı, gene dostluk yüzünden bu hadiseye de göz yumdu, dediğini yapan elçinin bütün istihkâmları dolaşmasına ses çıkarmadı ve muayyen olan günde de kabul resmi bir tantana ile yapıldı.[43 - Kara Mehmet Paşa, bu gezintiyi ve incelemesini şöyle anlatır:“Beç Kalesi’ni cümle gezip ve tabya ve hendeklerini ölçtüm. İç kalesi iki bin zira uzunluğunda, bin üç yüz zira enindedir. Duvara bitişik taş tabyası on ikidir. Hendek dışındaki toprak tabyası on yedidir. Atlı kapısı altı, yaya kapısı ikidir. Sair gelen elçiler murat eyledikleri yere gezmeye komazlarken bu kullarına mâni olamayıp kale etrafın murat üzere gezdik.” (y.n.)]
Kara Mehmet Paşa, her şeyde olduğu gibi bu rasime meselesinde de pek titiz davranmış ve birçok müzakerelere yol açmıştı. Onun bilhassa istediği, tepine tepine istediği, imparatorun kendisini ayağa kalkarak kabul etmesiydi. Saray, bu teklife muvafakat etmiyordu, edemiyordu. Görünüşe bakılırsa Avusturyalıların hakkı da vardı. Çünkü İstanbul’a gönderilen Nemse elçilerini sadrazamlar bile oturdukları yerde kabul ediyorlardı. Osmanlı ve Nemse hükûmetleri arasında müsavi haklara müstenit bir münasebetin kurulmasına çalışıldığı ve sadrazamların Viyana elçilerine bu biçim muamelede bulunduğu bir sırada Kara Mehmet Paşa’nın imparatoru ayağa kaldırmak ve birkaç adım yürütmek istemesi fodulluk gibi görülebilirdi. Fakat o, mantık kaidelerine asla yanaşmıyordu, fikrinde ısrar ediyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/m-turhan-tan/viyana-donusu-69429049/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Tahattur: Hatırlama. (e.n.)
2
Metris: Tahkimatlı siper. (e.n.)
3
Naima’nın da Kör Kaptan dediği Amiral Venedikli Lazaro Muçe Niko’dur ki 1656’da ve Akdeniz Boğazı önünde Osmanlı donanmasını ağır bir inhizama uğratmış ve bu zafer sonunda Bozcaada’yı, Limni’yi zapt etmişti. O savaşta yetmişten fazla gemi battı. Muçe Niko’nun da bir gözü çıktığından Kör Kaptan diye anılmaya hak kazandı. (y.n.)
4
Tefelsüf etmek: Felsefe yürütmek. (e.n.)
5
Belinlemek: Birden uyanarak çevresine korku ile şaşkın şaşkın bakmak, irkilmek. (e.n.)
6
“Uyvar Kalesi mürgi semendervâr ateş nemrud içinde kalıp asla âram etmeyerek seher vaktine dek toplar, kumbaralar, civan taşları atarlardı.” (Evliya Çelebi, c. 6., s. 316)
Semender, Sümbüloğlu Vehbi’nin Tuhfesinde “Ateşte o hayvan ki gezer adı semender.” demesinden de anlaşıldığı üzere yanmadığına inanılan bir mevhum hayvanın adıdır.
7
Bizzat Fazıl Ahmet Paşa, Olivar’ın nasıl alındığını Dördüncü Sultan Mehmet’e anlatırken şöyle demişti: “Kulunuzun yanında Erzurumlu Abbas derler bir yiğit vardır. Olivar Muharebesi’nde bibâk ve biperva kale bedenine çıkıp küffârı hâksâr her çend ki üzerine tüfenk daneleri yağdırdılar, yerinden ayıramayıp sebat gösterdikte anı görüp bir Yeniçeri dilaveri dahi anın yanına uruç ettiğin sair gaziler görünce huruşa geldiler.”
Sultan Mehmet, bu anlatış üzerine kahraman Abbas’ı yanına getirtti. Muharebenin şanlı menkıbelerini ona da söyletti, sonra kendi eliyle başına çifte çelenk taktı. Erzurum gümrüğü malından dolgun aylık bağladı, bol ihsanlar verdi. (Cevahirüttevarih)
8
Fazıl Ahmet Paşa ağzıyla yazılan bu soruyu hiç değiştirmeden kelime kelime Evliya Çelebi’den aldık. Erdel kralıyla Eflak, Boğdan voyvodalarının Uyvar önünde Köprülü oğluyla buluşmaları hakkında en iyi tafsilat Evliya’nın “Seyahatname”sinde (c. 6) vardır. (y.n.)
9
Arakçin, gelinlerin başına konulan bir hotozdur, iplikle gelinin saçlarına sıkıca bağlanırdı ve bunu çözmek güveylerin vazifesi idi. (y.n.)
10
Teşyi etmek: Uğurlamak, geçirmek. (e.n.)
11
Keşik: Sıra, nöbet. (e.n.)
12
İntaç etmek: Sonuçlandırmak, bitirmek. (e.n.)
13
Tevsik etmek: Belgelendirmek, ispatlamak, kanıtlamak. (e.n.)
14
Mürai: İkiyüzlü. (e.n.)
15
Dirlik, maaş karşılığıdır. Geçim temin eden gelir demektir. Devletçe tahsis olunan maaşlara ekseriyetle dirlik denilirdi. (y.n.)
16
“Tarafı padişahîden iştira olunacak bir cariyeyi mukaddem Serçeşme Ağa alıp vaty etmekle barigâhı muallâ önünde boynu vuruldu.” (Silahtar Tarihi, c. 1, s. 651)
17
Koçmak: Kucaklamak. (e.n.)
18
Veldeş, Genç Osman hadisesinden sonra sipahilerin dirlik tahsis ettirdikleri oğullarına ve akrabalarına verilen addır. (y.n.)
19
Neyzen bakışı: Yan bakış, göz ucuyla ve üzüntülü bakış. (e.n.)
20
Tenezzüh: Gezinti. (e.n.)
21
Muttarit: Tekdüze. (e.n.)
22
Tarassut etmek: Gözlemek, gözetlemek. (e.n.)
23
İstical: İvedilik, acele etme. (e.n.)
24
İntizar: Birinin gelmesini, bir şeyin olmasını bekleme, gözleme. (e.n.)
25
Gülbeyaz hadisesinin sarayda nasıl bir tesir uyandırdığını yazmayı gereksiz bulduk. Romanımıza taalluk eden nokta bu kadının Kara Mehmet tarafından denizden çıkarılması ve nikâhla alınmasıdır. Hünkârın, alamadığı bir kız için Deli Murat’ı öldürmesine karşı en sevgili gözdelerinden birinin bir sipahiye eş ve Deli Murat’tan dul kalan kadınla arkadaş oluşu garip bir tesadüf teşkil ettiğinden okunmaya değer. Bununla beraber Gülbeyaz’ın hedef olduğu suikast hakkındaki tarihî kaydı, Ahmet Refik’in “Kadınlar Saltanatı” adlı eserinden alıp buraya koyuyoruz:
“Rebia Gülnuş Avcı Mehmet’e son derece mecluptu, padişahı daima kıskanırdı. Onun en müthiş rakibesi Gülbeyaz’dı. Rebia, padişahın ona iltifatını çekemezdi, vücudunu kaldırmak için tedbirler düşünürdü. Nihayet bir gün Kandilli Sarayı’nda Gülbeyaz deniz kenarında dolaşırken Rebia Gülnuş geldi, güzel rakibesini boğazın dalgalarına gömdü…” Silahtar tarihi de padişahın bu hadiseden çok müteessir olduğunu ve Kandilli’de elli gün oturmayı kurmuşken hemen göçtüğünü yazar. Bu vaziyette Turhan Sultan, Haseki Gülnuş’a oyun oynayamamış demektir. (y.n.)
26
Osmanlılar, uzun asırlar, Viyana’yı Beç diye anmışlardı.
27
Çasar: Viyana’da oturan Alman imparatoruna verilen unvan. (e.n.)
28
Camus: Su sığırı, manda, kömüş. (e.n.)
29
Bu hikâye, Celalzade tarihinden alınmak suretiyle Ali ve Solakzade tarihlerinde yazılıdır. (y.n.)
30
Tariz: Kapalı bir biçimde, dolaylı olarak söz söyleme, taşlama. (e.n.)
31
Mansıp: Makam, yüksek memuriyet. (e.n.)
32
Temrin: Alıştırma. (e.n.)
33
Bu berat münasebetiyle şu dikkate değer fıkrayı yazalım:
“İbrahim Paşa beratta has tayin olunan üç milyon akçeyi (bugünkü rayiçle altı yüz bin lira) azıksanarak Fatih Sultan Mehmet kendi veziriazamı Mehmet Paşa’ya dört milyon vermiştir. Bana da öyle verilse deyince Sultan Süleyman ‘Onlar İstanbul’u almışlardır. Daha ziyade ihsan etseler caizdir.’ cevabını verdi. İbrahim Paşa ‘Budin de bir payitahttı.’ diyecek oldu. Hünkâr, yüzünü ekşitti: ‘İstanbul hâlâ payitahtımızdır, başka şehirlere kıyas edilemez. Hem bizim onlara benzemeye çalışmak ne haddimiz?’ diyerek bahsi kapadı.” (Peçevi, c. I, s. 124 ve 130.)
34
Kara cümle: Aritmetikte dört işlem. (e.n.)
35
İtab: Tekdir etmek. Şiddetle hitap etmek. (e.n.)
36
İstihdaf etmek: Amaçlamak. (e.n.)
37
Tesellüm: Verilen bir şeyi alma, teslim alma. (e.n.)
38
Germi vermek: Hızlandırmak, yoğunlaştırmak. (e.n.)
39
Elçi Kara Mehmet Paşa tarafından Babıali’ye sunulan takrirde şu satırlar vardı:
“Orta yerde olan ağaca hangi elçi evvel gelirse mağlup ve sonra gelen galip fal addolunmakla elhamdülillahi taala kâfir elçisi bir derece miktar zaman mukaddem gelip bu kulları sonra varıp birimizle musafaha edip.” (Silahtar Tarihi, c. I, s. 404)
40
Kebe: Kısa kepenek. (e.n.)
41
Deraguş: kucaklama, sarma. (e.n.)
42
Kara Mehmet Paşa’nın sefaretnamesinde bu hadise şu şekilde yazılıdır:
“Tercümanları gelip şehre karip geldikte tabi ve nekkareleri indirip ve sancakları, bayrakları devşirip kaleye öyle girilsin deyu haber getirdiklerinden elbette kendi âyin ve erkânımız üzere girilmeye razı olurlarsa febiha ve ilââ gayri yüzden girmek ihtimalim yoktur deyu cevap verildikte men’ine kadir olmayıp akıbet muradımız üzere girmeye rıza verdiler.” (y.n.)
43
Kara Mehmet Paşa, bu gezintiyi ve incelemesini şöyle anlatır:
“Beç Kalesi’ni cümle gezip ve tabya ve hendeklerini ölçtüm. İç kalesi iki bin zira uzunluğunda, bin üç yüz zira enindedir. Duvara bitişik taş tabyası on ikidir. Hendek dışındaki toprak tabyası on yedidir. Atlı kapısı altı, yaya kapısı ikidir. Sair gelen elçiler murat eyledikleri yere gezmeye komazlarken bu kullarına mâni olamayıp kale etrafın murat üzere gezdik.” (y.n.)