Krallar Avlayan Türk

Krallar Avlayan Türk
M. Turhan Tan
Türk sadece askerî gücüyle topraklar fetheden bir fatih midir yoksa bu gücün yanında ince zekâsını da ustalıkla kullanarak kaleler zapt eden, krallar avlayan bir cihangir midir? Tarih bize gösteriyor ki Türk’ün askerî kabiliyetinin yanında incelikli bir zekâsı da vardır. Türk bu incelikli zekâsını en çok da Anadolu topraklarına girdiğinden bu yana sürekli batıya ilerleyerek ve en sonunda Rumeli’ye akınlar düzenleyerek göstermiştir. Türk’ün bu ilerleyişinde nice akıl dolu fetihler olmuş, nice krallar avlanmış, kan dökmeden nice kaleler zapt edilmiştir. Üç bölümden oluşan “Krallar Avlayan Türk” eserinde Türk’ün bu incelikli zekâsına şahit olacaksınız. Türk okuyucusu tarafından pek bilinmeyen M. Turhan Tan, tarihî roman geleneğimizin en önemli isimlerinden biridir. Birçok önemli memuriyetlerde bulunduktan sonra Sivas mebusluğu da yapmış ve 1922 yılından itibaren kendini tamamıyla yazı hayatına adamıştır. En önemli eserlerini ise tarihî romancılık alanında vermiştir. Bazı eserleri Almanca, İngilizce ve Yunanca gibi dillere çevrilen, tarihî gerçeklikleri berrak ve sürükleyici bir üslupla aktaran Tan, Türk tarihinin zengin mirasını eserlerine ustalıkla taşımış ve okuyucusuna tarihî romanları keyifle okutan bir yazar olarak Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Turhan Tan’ın ölümünden sonra unutulan ve Türk yazın hayatından çekilen eserleri, Türk okuyucusunun özellikle son zamanlarda ilgisini çeken ve neredeyse güncelleşen konulara değinip ele aldığı dönemlere ışık tutmakta, günümüzdeki kimi tartışmalara cevaplar getirmektedir.

M. Turhan Tan
Krallar Avlayan Türk

M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…

I
MEHTAP ALTINDA
Marmara’yı dolaşanlar, Çanakkale’ye doğru yolculuk edenler Kapıdağı Yarımadası’nı bilirler. Kapıdağı, karaya pek ince bir parçayla bağlıdır. Uzaktan tam bir ada gibi görünür. Solunda Marmara Adası, alt tarafında Paşalimanı denilen ve dudak dudağa duran iki küçük adacık vardır. Bu dört parça toprak, Marmara’nın o noktasında Çanakkale’yi tarassuda memur ezelî bir müfreze gibidir. Bandırma’yla Silivri arasında 60-70 mil kadar bir genişlik taşıyan Marmara, Kapıdağı Yarımadası’yla garbında ve cenubunda bulunan adacıklar geçildikten sonra birdenbire daralır. Karaburun’la Şarköy arasında boğaz hâlini almaya başlar. Çanakkale-Gelibolu önünde bir ağız şekline girer.
Kabataslak haritasını çizdiğimiz bu yerler, Kapıdağı eteklerinden cenuba doğru uzanarak Lapseki’ye ve şark-ı cenubiye kıvrılarak Bergama’ya kadar varan bu topraklar tarihten evvelki devirlerde Orta Asya’dan göç edip gelmiş Türkler tarafından şenlendirildiği gibi, on dördüncü asrın ilk yıllarında da Oğuz Türklerinin elinde bulunuyordu. Selçuk Devleti’nin on bir mirasçısından biri olan Karesi Bey’in iki torunu post kavgasına giriştiklerinden o sırada Bursa’yı merkez edinen Osman oğlu Orhan Bey fırsatı kaçırmamış ve Türk birliğine doğru ilk adımı atarak bu kıymetli topraklara el koymuştur.
Hikâyemizde büyük rolleri bulunan Kara Abdurrahman’a, Kapıdağı’yla Karaburun arasında geniş karınlı bir ay teşkil ederek uzanıp giden sahilde tesadüf ediyoruz. Kara Abdurrahman henüz yirmi beş yaşındadır, nadir bir güzelliğe maliktir, uzun boyludur, esmer renklidir. Kaşları kara, gözleri ela, göğsü geniş bir babayiğittir. Yanında iki arkadaşı vardır. Biri gayet incedir. Fakat bu incelikte bir şimşek oynaklığı, bir çelik sağlamlığı göze çarpıyor. Bu, Bursa’nın hakiki fatihi olan Balaban Bey’in oğlu İnce Balaban’dır, Kara Abdurrahman’la yaşıt gibidir. Öbürü dağ cüsseli bir Türk’tür. Endamı gibi adım atışı da bakışı da heybetlidir. Yaşça arkadaşlarından büyüktür, en şöhretli alplardan Akça Koca’nın oğlu olup adı Kara Aygud’dur.
Üç yoldaş yayadır. Gece yarısına yakın Aydıncık’a doğru gidiyorlar. Bellerinde birer yatağandan başka silah yok. Önlerine çukur, hendek gibi mâniler çıktıkça İnce Balaban, zamanımızın uzun atlama rekorlarını çok geride bırakacak bir çeviklikle sıçrıyor, Kara Abdurrahman neşeli bir “Ya hey!” savurarak onu takip ediyor, Kara Aygud’sa bütün o mâniaları hafif bir atlayışla geçiveriyordu.
Üç arkadaşın yüzlerinden ve sözlerinden anlıyoruz ki Kara Abdurrahman şen ve şakacı, İnce Balaban biraz müstehzi, Kara Aygud’sa çok ağır ve mütefekkirdir. Kürenin ezelî lambası, elmas çivilerle bezenen mavi tavanda yanıyordu. Lakin üç Türk gencinin önlerini görmek için ne yer ne gök ışığına ihtiyaçları yoktu. Onlar, en koyu karanlıkları gözlerindeki nurla tarumar edebilecek insanlardı ve bu kudret kendilerine babalarından, dedelerinden miras kalmıştı.
Aydıncık harabeleri, şuraya buraya serilmiş yırtık çuvallar, dalsız ağaçlar ve kırık taşlar hâlinde önlerine çıktığı vakit Kara Abdurrahman durdu.
“Aygud kardeş…” dedi. “Toplantı yerine geldik.”
O, tek bir kelime söyledi:
“İyi!”
Kara Abdurrahman gülümsedi:
“İyi olduğunu biliyorum. Fakat aramızda daha söz birliği yapmadık. Yol boyunca hep sustuk, konuşmadık. Orada ne söyleyeceğiz?”
“Hiç!”
“Hiç mi? Demek boş yere taban tepiyoruz. Bu soğukluğu bırak da dilini çöz. Bizim bir düşüncemiz, bir dileğimiz var, değil mi? Onu büyük yoldaşlara söylemeyecek miyiz?”
“Söyleyeceğiz!”
“İyi ya, ben de onu soruyorum. Ne diyeceksin?”
İnce Balaban, Kara Aygud’un yerine cevap verdi:
“Hiç!”
Aygud, o heybetli adam, gözlerinin ateşini İnce Balaban’ın yüzüne çevirdi ve onu payladı:
“Çocuk!”
Kara Abdurrahman atıldı:
“O da ben de çocuğuz ama söz orucuna ara sıra iftar gerek olduğunu biliyoruz. Sen boyuna susuyorsun. Biraz konuş be!”
“Konuşuyorum ya çocuk!”
“Evet. Çok konuşuyorsun. Ağzından bir söz yakalamak için dört kement atılmalı.”
“Peki, konuşalım.”
“Süleyman Paşa, Ace Bey, Evrenos Bey, Fazıl Bey burada. Bizim Aksungur, Kızıloğlan oğlu, Kara Hasan oğlu da beraber. Karşı yakaya geçmeyi konuşacağız.”
“Geçeriz!”
“Ya onlar geçmeyelim derlerse?”
“Geçeriz!”
“Güzel. Ben de bunu öğrenmek istiyordum. Demek ki geçeceğiz. Razı olsunlar, olmasınlar, geçeceğiz. Yoldaş bulamazsak yine geçeceğiz değil mi?”
“Öyle!”
“Bizimkini pek dinlemezler ama senin sözünü kolay kolay kulak ardına atamazlar. Bizim de güvencimiz sensin. Ayağını sıkı bas, kuru lafa pabuç bırakma.”
Yarım saat sonra Aydıncık harabesinin taşları üstünde on beş yirmi Türk’ün hararetli bir müzakereye giriştikleri görülüyordu. Gençler pek tabii bir fikir birliğiyle konuşuyorlar, biraz yaşlı olan söz erleriyle münakaşa yapıyorlardı. Fakat bu münakaşa büyük bir intizam içinde cereyan ediyordu. Herkes sırası gelince fikrini söylüyor, kimse kimsenin sözünü kesmiyordu, telaş eden ve titizlenen yoktu.
Bahsin temelini Rumeli’ne geçme meselesi teşkil ediyordu. Başta Kara Abdurrahman olduğu hâlde bütün gençler bu işin vakit geçirilmeden yapılmasını istiyorlardı. Ace Bey, Fazıl Bey gibi tecrübeli beyler, denizin ne suretle geçileceğini soruyorlar, çarpışılacak düşmanın kuvvet derecesi hakkında ihtiyatlı mülahazalar yürütüyorlardı. Onların fikrine göre düşünmek lazımdı. En ziyade ısrar ettikleri, ehemmiyet verdikleri nokta da buydu.
Kara Abdurrahman, denizin nasıl geçileceği sualine Kara Aygud’un cevap vermesini teklif etmiş, o da düşüncesini kısaca bildirmişti:
“Yüzerek!”
Bu bir tek kelime genç Türklerin ruhundaki harp iştahını, Rumeli yakasına geçmek meselesinde onların taşıdığı büyük azmi tamamıyla gösterdiği için, Fazıl Bey ve arkadaşları artık o nokta üzerinde ısrar etmemişlerdi. Yalnız öbür mahzuru dile doluyorlar ve soruyorlardı:
“Ya dönmek lazım gelirse?”
Kara Aygud yine kısa cevap verdi:
“Türk dönmez!”
Kara Abdurrahman, nefsinde bir alay asker kuvveti temsil eden ve o suretle tanınıp sevilmiş olan Kara Aygud’un münakaşa mevzusu üzerinde lüzumu kadar tesir yaptığını gördükten sonra söz söylemek için izin istedi.
“Bir sınayın.” dedi. “Zararı yok ya. Kara Aygud’la İnce Balaban ve ben karşıya geçelim. Ne var ne yok anlayalım, size haber getirelim. Ona göre son sözü söylersiniz.”
Süleyman Paşa bu müzakere sırasında ağzını açmamıştı, sade dinlemişti. Kara Abdurrahman’ın bu teklifi üzerine başını kaldırdı, Rumeli yakasına doğru meyleden on dört günlük olgun ayı, bütün arkadaşlarına gösterdi.
“Bakın…” dedi. “Ay bile Türk’e yol gösteriyor. Artık durmak olmaz. Bu işte de biz, gençlere uyalım. Besmele çekip karşı yakaya geçelim. Bununla beraber Abdurrahman’ın dediğini doğru buluyorum. Lakin etrafı kollamak gerek!”
Rumeli’ne geçmek meselesi esas itibarıyla kabul olunmuş demekti. Şimdi gençler, elde ettikleri neticeden dolayı seviniyorlar ve beylerin şapır şapır ellerini öperek sevinçlerini açığa da vuruyorlardı. Meclis, üç arkadaşın karşıya geçip incelemelerde bulunmalarını kararlaştırmıştı. Öbür gençler bu vazifeye kendilerinin de ortak edilmesini istiyorlardı, sağa sola başvurup yalvarıyorlardı. Süleyman Paşa, hayli güçlükle onları kandırabildi.
“Önümüz geniş.” dedi. “Üç gün sonra siz de at oynatacak, mızrak sallayacak meydan bulursunuz. Bu işi ilk düşünen bu genç yiğittir, önde yürümek de kendilerinin hakkı!..”
Ve dağılırlarken Ace Bey’le Fazıl Bey’e endişelerini anlattı:
“Gönülleri kırılmasın diye şu üç aslan yavrusunun karşıya geçmesine rıza verdik. Ya bir kazaya uğrarlarsa?”
İki bey biraz düşündüler ve aynı zamanda aynı cevabı verdiler:
“Biz onları boş koymayız, iznin olursa artlarından gideriz.”
“Hoş olur. Sizin gidişiniz hem onlara kuvvet verir hem maslahata yarar. Ne kadar olsa güngörmüşlerin görüşü başkadır, anlayışı başkadır.”
Tarihî roman, tarihi tahrif etmek değildir. Bu sebeple Türklerin zaman zaman Rumeli’ne geçtiklerini, Bizans İmparatorluğu’nu himaye için Bulgarlara ve Sırplara karşı harp ettiklerini burada kaydetmeye mecburuz. Bizzat Süleyman Paşa, İstanbul kayserlerini şimal komşularına karşı korumak maksadıyla yapılan bu harplerde kumandanlık etmişti. Hikâyemize zemin yaptığımız geçiş, tabir caizse, millî geçiştir. Kayserlerin davetiyle ve onların gönderdiği gemilere binerek müttefik sıfatıyla Rumeli’ne geçen Türklerin orada gördükleri güzellikleri, feyz ve bereketi ballandıra ballandıra hikâye etmeleri genç Türklerde derin bir iştah uyandırmış ve son geçiş işte o iştahtan doğmuştur.
O sırada ordudaki siyasetçilerin kabul ve müdafaa ettikleri iki büyük “noktainazar” vardı. Bir zümre, Anadolu yakasında kuvvetlenip karşıya atılmak, bir zümre de Rumeli yakasında kuvvet kazanıp onunla Anadolu’daki küçük beylikleri kaldırmak fikrini müdafaa ediyordu. Rumeli’ne geçilmesini geri bıraktırmak isteyenler oraya geçilir geçilmez bütün Orta ve Cenubi Avrupa’nın Türkler aleyhine ayaklanmasından ve Türk kuvvet kaynaklarının bu büyük hareket önünde kifayetsiz kalacağından endişe ediyorlardı. Bu sebeple de Selçuk Devleti enkazını birleştirerek dağınık Türk kuvvetlerini bir bayrak altında toplamayı ve sonra Avrupa yakasına geçmeyi münasip görüyorlardı. Öbür tarafsa Türk’ün Türk’e kılıç çekmesini istemeyen milliyetperverlerdi. Onlar Rumeli yakasında kazanılacak toprak, kazanılacak halk ve sonunda elde edilecek kuvvetle Anadolu’daki Türk hükûmetleri üzerinde manevi bir tazyik yapılmasını, kardeş kanı dökülmeden bir Türk birliği kurulmasını istiyorlardı. Gençlik, siyasi mülahazalarla değil, fakat kan coşkunluğuyla işte bu fikre iştirak ediyordu.
Aydıncık harabelerinde ve parlak bir ay altında yapılan müzakere, gençliğin galebesini temin etmişti. Bu, şüphe yok ki, tabii bir neticeydi. Çünkü onları hırslandıran, heyecanlandıran siyaset olmayıp harp aşkı, gaza aşkı ve zafer aşkıydı. Ace Bey gibi, Fazıl Bey gibi ihtiyat taraftarı olan büyükler de halis birer Türk olmak haysiyetiyle, nihayet Kara Abdurrahmanların, Kara Aygudların ağzında canlanan gaza ve zafer aşkına karşı siyasi akidelerini sevine sevine feda etmişler ve zaferin siyasetten doğmasını istedikleri hâlde genç Türklerin ateşli sözlerine kapılarak siyasetin zaferden doğmasını kabul eylemişlerdi.
Sık sık Rumeli’ne geçmiş, o toprakların güzelliğine hayran kalmış olan Türklerin bütün bu geçişlerinde ve dönüşlerinde istifade ettikleri nakliye vasıtaları Bizans kayıkları, Bizans gemileriydi. Bu sefer aynı yola çıkmak isteyenlerin o vasıtalardan istifade etmelerine imkân yoktu. Çünkü dönmek için değil, yerleşmek için geçeceklerdi. Fakat ne yapmalıydı?.. İzmit Körfezi’nde minimini bir tersane kuran Karamürsel Bey’in kayıklarını mı kullanmalıydı, yoksa başka vasıtalar mı aramalıydı?
Kara Abdurrahman’la iki arkadaşı bu meseleye hiç de alaka göstermiyorlardı. Onlar karşı yakaya ilk geçip yerleşen Türk olmak şerefini düşünüyorlardı. Bir kıtadan başka bir kıtaya geçerek Türk ordularının kılavuzu olmak!.. İşte üç delikanlıyı şevke ve hatta raksa getiren ruhi amil buydu.
Delikanlılar, Aydıncık’tan ayrıldıktan sonra sahilin bir köşesine uzanarak müzakereye girişmişlerdi. Marmara kıyısının muhafız kumandanlarından olup Süleyman Paşa’nın daveti üzerine memur oldukları yerlerden Aydıncık’a gelen genç muharipler, İzmit’ten Karaburun’a kadar uzayan üç yüz kilometrelik sahilin bütün girintilerini, çıkıntılarını çoktan bellemişlerdi. Nerenin sığ, nerenin derin olduğunu eksiksiz gediksiz biliyorlardı. Şimdi nemli kumlar üzerinde, karaya yaslanmak ve sakin bir gece geçirmek ister gibi cilveli hareketler yapan denize baka baka planlar çiziyorlardı. Yatağanlarını dizlerine yatırarak baş başa veren bu üç delikanlı nefes almak için sahile çıkmış deniz ejderlerini andırıyordu, durumlarında öyle bir heybet vardı.
Kara Abdurrahman bir aralık sordu:
“Söz yine senin Aygud. Suyu nasıl geçeceğiz?”
“Yüzerek!”
“Bu, Nilüfer Çayı, Sakarya Irmağı değil, deniz be. Yüzerek geçmek kolay mı? Başka bir yol düşün.”
“Yol birdir, o da yüzmektir!”
İnce Balaban, söze karıştı:
“Aygud Alp hem yüzer hem yüzdürür. Bize göre hava hoş. Onun bacaklarına yapışırız. Kayabaşı ırlaya ırlaya karşıya geçeriz.”
Bununla beraber onlar da -Kara Abdurrahman’la İnce Balaban da- yüzerek geçmekten başka bir yol bulamıyorlardı. Bulundukları noktadan cenuba doğru bütün sahil boyunca ve ta Ege denizine çıkıncaya kadar tek bir kayık bulmak imkânı yoktu. Bulunsa da kullanmak güçtü. Öbür yakadaki Bizans harp gemilerinin bu yakadan gelecek büyük ve küçük gemileri muayene, hatta müsadere etmeleri yüzde yüzdü. Böyle bir akıbet, kararlaştırılmış olan istikşaf işini güçleştirecek yahut suya düşürecekti. Ondan ötürü Aygud’un fikrini kabul edip yüze yüze karşıya geçmek doğru ve zaruri görünüyordu.
Bu mevzuyla ilgili olarak hatıra gelebilen bütün ihtimaller soğukkanlılıkla sıralandıktan, inceden inceye gözden geçirildikten sonra kati karar verildi ve yüzerek geçilme esasında ittifak edildi. Şimdi sıra nereden geçmenin uygun olacağını düşünmeye gelmişti. Aygud Alp’a göre her taraf müsaviydi. O, beş kilometrelik bir yeri geçmekle seksen kilometre genişliği kulaçlaya kulaçlaya aşmak arasında hiçbir fark göremiyordu. Fakat öbürleri bu fikirde değillerdi, en dar bir noktadan geçmeyi ve fayda alınacak bir noktaya varmayı istiyorlardı.
Kısa bir müşavere neticesinde Korucuk (şimdiki Çardak) mevkisi hareket noktası olarak kabul edildi. Ertesi gece tam yatsı vakti oradan denize atılmak kararlaştı. Zamanımızın spor meraklıları Manş Denizi’nden geçmek meselesinin beynelmilel heyecanlı bir ülkü teşkil ettiğini bilirler. Her sene Amerika’dan, Avustralya’dan, hatta Mısır’dan ve Hindistan’dan bir sürü yüzgeç gelir; Fransa’yla İngiltere arasındaki hırçın denizi aşmak tecrübesine girişir. Bu şöhret delisi insanların önünde, ardında, sağında, solunda motorlar, sandallar yürür. İcap ettikçe kendilerine su verilir, ekmek sunulur ve takati kesilenler hemen kurtarılır. Bu külfet, bu yorucu zahmet fâni bir şöhret için ihtiyar olunmaktadır. Ajansların medeni memleketlere uçuracakları kısa bir habere mevzu teşkil etmek, meçhul dudaklar tarafından isimleri -bir kerecik- zikrolunmak için Himalaya eteklerinden, Mississippi kıyılarından, Nil hurmalıklarından Manş sahillerine koşan bu adamlarla bizim yüzgeçlerimizi mukayeseden kalemimiz teeddüp eder.[1 - Teeddüp etmek: Utanmak, sıkılmak. (e.n.] Manş’ı geçmek isteyenler zevale mahkûm bir haz için o zahmete katlanıyorlar. Berikiler mensup oldukları milletin âli emellerini omuzlarında taşıyarak Çanakkale Boğazı’nı aşacaklardır. Manş yüzgeçleriyle ilgili olan sade bir “gün”dür. Çanakkale’yi yüzerek geçenleri tarih seyretmiştir.
Üç genç Türk ertesi gece Korucuk’ta bulunuyorlardı. Çimenler üzerinde yürüyerek ve ara sıra kır menekşesi, papatya, gelincik toplayarak, tenezzüh edenler[2 - Tenezzüh etmek: Gezinti yapmak, gezinmek. (e.n.)] gibi üçü de müsterihti. İnce Balaban, boyuna Aygud Alp’a takılıyordu. Bir aralık aralarında şöyle bir muhavere geçti:
“Ayağımı ıslatmamak için ne yapayım? Kuzum Aygud, bir yol göster.”
“Koynuna sok!”
“Cambazlığım yok ki dediğini yapayım. Sırtına otursam nice olur?”
“Ben bu sözün karşılığını yolda veririm.”
“Niyetin kötüye benziyor Aygud. Şimdiden ocağına düştüm. Su içinde ters bir iş yapma.”
“Küçük bir gargara gevezeliğe birebir gelir.”
“Aman kardeş, bana sataşma. Su oynaktır, ayağım kayar, bir yerim incinir.”
“Dedim ya, tek bir gargara!”
O gün de üzerlerinde birer yatağandan başka silah yoktu. Onlar, muazzam bir maceraya atıldıklarını bildikleri hâlde gündelik silahlarından başka bir şey almaya lüzum görmemişlerdi. Fakat üçü de Türk yatağanının, Türk elinde çelikleşmiş bir yıldırım olduğunu biliyordu. Ve bu kayıtsızlık o bilişten ileri geliyordu.
Delikanlılar biraz şakalaştıktan sonra ağırbaşlılıklarını takındılar, kollarını göğüslerine bağlayarak gözlerini karşı sahile diktiler. Ay, hareli ve oynak mantosunu denize bırakıp köpükler içinde yıkanıyordu. Rumeli yakası, gökten uzakta kümeleniyordu. Gök berraktı ve geçilecek deniz, yere süzülmüş koyu esmer renkli bir bulut parçası gibi, yelpazelenen engin bir tarla gibi yavaş yavaş sallanıyordu.
Ufukta leke, denizde karaltı, hiçbir tarafta ses yoktu. Sanki muhit, denizin bu yaya yolcularını nurlu bir sükûn içinde uğurlamaya hazırlanmıştı. Yahut gözlerini, gelecek günlerin ta ruhuna dikmiş gibi enginlere bakan bu üç kahramana saygı göstermek için her şey ve her şey boyun kırıp sükût ediyordu.
Delikanlılar uzunca bir müddet bu vaziyette kaldıktan sonra Kara Abdurrahman dalgınlıktan sıyrıldı.
“Haydi bismillah!” dedi. “Atılalım!”
Şimdi acele acele soyunuyorlar, elbiselerini dağarcıklarına dolduruyorlardı. İki dakika içinde sade bir donla kalmışlar ve dağarcıklarını sırtlarına, yatağanlarını enselerine bağlamışlardı. Kara Abdurrahman “Su…” dedi. “küçüğün, ekmek büyüğündür. Deniz de bir su olduğu için önce Balaban girsin!”
İnce kıyım delikanlı ellerini açtı:
“Allah, Allah, illallah! Baş uryan, göğüs püryan, kılıç al kan. Bu denizde nice balıklar bulunur, soran olmaz. Eyvallah, eyvallah! Kılıcımız düşmana ziyan. Üçler, yediler, kırklar! Aygudlar, Abdurrahmanlar, Balabanlar!.. Şu yüzgeçlerin ruhuna, devranına hu diyelim: Hu!..”
Balaban, yeniçerilerin gülbankını[3 - Gülbank: Bir toplulukça hep bir ağızdan ezgili biçimde söylenen kalıplaşmış tekbirlere, dualara verilen ad. (e.n.)] taklit ediyordu. O sırada ilk teşekkül devrini geçirmekte olan bu devşirme asker öz Türk muhariplerce o kadar sevilmiyordu. Hele bu delikanlılar gibi alp oğlu alplar, devşirme kışlalarına adım bile atmazlardı. Şimdi de onların marş gibi kullandıkları gülbankla eğleniyorlardı. Fakat Aygud Alp, arkadaşının daha fazla gevezelik etmesine meydan vermedi:
“Gir!” dedi. “Vakit geçiyor.”
Ve eliyle delikanlıyı belinden yakalayarak denize bıraktı. Artık yüzüyorlardı. Yüzücülük maharetten ziyade kuvvet işidir. Mahir olup da kavi olmayan yüzücülerin az zamanda nefesi kesilir, kolları gevşer, ayakları ağırlaşır. Bizim deniz yolcuları hem mahir hem kavi insanlardı. Yüzüşlerinde bir nevi koşu şekli vardı. Her kulaç, kendilerine geniş bir adım kazandırıyor ve arkalarındaki mesafe, saniye başına uzunlaşıyordu.
İnce Balaban’ın takılmaları olmasa bu kudretli yürüyüşün verimi daha enginleşecekti. Fakat o, ikide bir geride kalarak Aygud’un ayaklarına asılıyor, arada sırada da öne geçerek heybetli adamın boynuna sarılıyordu. Aygud, yürüyüşünü bozmuyor, ayağına yapışıldıkça -iki demir küsküye boş bir zembil asılmış gibi- zahmetsizce delikanlıyı sürüklüyor ve boynuna el atıldığı zaman da sırtındaki dağarcık gerdanından düşmüşçesine kayıtsız görünüyordu. Lakin Abdurrahman, İnce Balaban Bey’in ardı arası kesilmeyen sarkıntılıklarını hoş görmedi ve nihayet çıkıştı:
“Gün doğmadan denizi aşmazsak emeğimiz boşa gider. Çocukluğu koy da yoluna yürü!”
Yoluna yürü!.. Bu söz, bu ihtar, Aydos fatihi büyük Abdurrahman’ın mert ve necip oğlunun ağzından ne kadar tabii çıkıyordu!.. O, denizde yüzmüyorlar da karada yürüyorlarmış gibi arkadaşını düz adım atmaya sevk ediyordu. Bu, tamamıyla gösterişsiz ve çok samimi bir sözdü. Cesur delikanlı, gerçekten tabii bir vaziyette bulundukları kanaatindeydi. İnce Balaban da aynı kanaati taşıdığı için hemen cevabı yapıştırdı:
“Hakkın var arkadaş. Artık oyun yetişir. Hızlı gidelim, yol alalım.”
Şimdi şakacı delikanlı, çelik kollarını aça aça ve suları yara yara ilerliyor, bir taraftan da kafiyeli sözler uydurup terennüm ediyordu:
Gönül kerestesiyle bir yeni şehir yap, pazar yap
İncitme balıkları da her ne istersen var, yap!
Biraz sonra bu çapkın terane de kesildi. Delikanlılar gittikçe çoğalan bir şevk içinde yüzüyorlardı. Ne başları üstünde pırıldayan ay ne vücutlarını okşayan küçük dalgalar onları ilgilendiriyordu. Gözleri hep ileriye dikili olarak ilerliyorlardı.
Boğaz, şüphe yok ki, birçok hatıralara maliktir. Kim bilir hangi zelzelenin açtığı bu yarık, iki büyük kıta arasındaki bu hicran gediği, on binlerce yıldan beri sayısız hadiselere şahit olmuştur. Hatta İran şehinşahı Dara’nın oğlundan dayak da yemiştir. O büyük hükümdar, milyonluk ordusunu boğazdan geçirmek üzere kurdurmuş olduğu köprünün yıkılmasından gazaba gelerek denize bin değnek vurdurmuştu. İnsanların şu suretle dayağını da yemiş olan boğaz, derinliklerinde taşıdığı bütün hatıraların başına elbette bu yüzücülerin menkıbesini geçirmiştir. Enselerinde yatağan, sırtlarında dağarcık, şanlı bir ülküyü canlandırmaya koşan kahramanların hikâyesini Çanakkale Boğazı’na baktıkça okumak her duygulu Türk gözü için her zaman kabildir.
Zaman, azmin oyuncağıdır. Mesafe, iradenin kölesidir. Bizim kahraman yüzücüler de zaman mefhumunu dileklerine ram etmişler, geniş bir mesafeyi topuklarına çiğnetmişler ve denize girdikleri zaman erişilmez gibi görünen karşı yakayı elle tutulacak hâle getirmişlerdi.
Evet, Rumeli kıyıları artık bütün şekilleriyle görülüyordu. Ay, saatlerden beri seyrettiği bu hamaset[4 - Hamaset: Yiğitlik, kahramanlık, cesaret. (e.n.)] levhasını başka ufuklara hikâye etmeye gidiyor, son yıldızlar, açıp kapanarak yüzgeçleri alkışlıyor, açığa çıkan sahil, musafaha için açılan bir kucak gibi kahramanları bekliyordu. İnce Balaban, hedefin bu kadar yaklaşması üzerine dayanamadı, kuvvetli bir nara attı:
“Açıl ulu toprak, biz geliyoruz!”
Bu şen naraya denizin yüreğinden kopar gibi akseden gür ve tannan bir ses cevap verdi:
“Biraz yavaş Balaban, ardında yoldaş var!”
Aygud’un, karşı sahili yakalamak için ileri uzanmış sanılan uzun kolları birden geri çekildi. Kara Abdurrahman, yüzmeyi bırakarak başını geri çevirdi. İnce Balaban homurdandı:
“Vay canına. Bu kıyının balıkları konuşuyor. Fakat adımı nereden öğrenmişler?”
Sesin kaynağını anlamak için ellerinden gelse ayağa kalkıp etrafı gözden geçireceklerdi yahut denizin dibine inip araştırmalar yapacaklardı. Üçü de şaşırmıştı. Bulundukları yerde muvazenelerini muhafaza ederek bön bön duruyorlardı. Biraz sonra kuvvetli kolların denize çarpmasından doğma bir seda kulaklarına ve üç büyük gölge gözlerine çarptı. Artık boğazda yüzenlerin kendilerinden ibaret olmadığı ve arkalarından üç Türk’ün daha geldiği anlaşılmıştı. İnce Balaban, yüz kulaç kadar geride bulunan gölgelere bakar bakmaz haykırdı:
“Ay, Oyvad da var! Hem palazıyla[5 - Palaz: Kaz, ördek, güvercin vb. bazı kuş yavrularının civcivlikten sonraki durumu. (e.n.)] beraber!”
Doğru söylüyordu. Bizim yüzücülerin izinde yüzen üç yeni yolcudan birinin sırtında bir tümsek görünüyordu. Yarı karanlıkta büyücek bir kamburu andıran bu çıkıntı, İnce Balaban’ın keşfettiği gibi meşhur sipahi Oyvad’ın beş yaşındaki oğluydu. Oyvad, çocuğunu, yürümeye başladığı günden beri yanından ayırmazdı, muharebelere bile beraber götürürdü. Arkadaşları bu hâlinden dolayı kendisiyle şakalaşırlar, çocuk hakkında birçok teşbihler yaparlar ve yavrucağa birçok isimler takarlardı. Palaz tabiri o teşbihlerin, o isimlerin en nezaketlisiydi.
Delikanlılar, Oyvad’ın oğlunu da sırtına alarak, kendi izlerinde yürüdüğünü gördükten sonra yanında bulunanları tanımakta güçlük çekmediler. Kendileri nasıl bir sacayağı teşkil ediyorlardı, Oyvad’ın da gölge gibi kendisinden ayrılmayan iki arkadaşı vardı: Kara Boğa, Yaralı Doğan!.. Onların da bu deniz aşma işinde Oyvad’a yoldaşlık ettiklerine şüphe yoktu.
Bu anlayış üzerine Kara Aygud titizlendi:
“Çocuklar…” dedi. “Koşalım, önümüzü aldırmayalım!”
Şimdi hızla yürüyorlar, denizi hırpalaya hırpalaya ilerliyorlardı.
Arkadan gelenlerden önce karaya varmak için âdeta kanatlanmışlardı. Geride bulunanlar onların kısa bir duruştan sonra hızlı hızlı yüzmeye başladıklarını, aralarındaki açıklığın gittikçe çoğaldığını görünce maksadı kavramışlar ve bağırmışlardı:
“Koşma Aygud, düşersin!”
İnce Balaban, yürüyüşünü kesmeden cevap verdi:
“Siz bizi boşlayın, kendinize bakın. Çünkü yol dikenlidir, karışmam.”
İki takım yüzücü birkaç yüz metre uzakta bulunan sahile birbirlerinden önce varmak için olanca kuvvetlerini sarf ediyorlardı. Boğazı yüzerek geçmek fikrini ilk ortaya atan kendileri olduğu cihetle Kara Abdurrahman ve arkadaşları bu şerefi öbürlerine kaptırmamak istiyorlardı. Ötekiler de fıtri bir dilekle ve harp meydanlarında elde edilmiş bir alışkanlıkla öne geçmeye savaşıyorlardı. Türk’ün yaratılışında önde bulunmak zevki, daima üstün kalmak emeli pek bariz surette görülür. Harika sayılacak birçok hadiselerin en birinci amili bu atılganlıktır. Yüzücülerimiz de aynı ruhi meyelanla neşeli bir rekabete girişmişlerdi. Fakat Kara Abdurrahman’la arkadaşları, ellerinde bulunan üstünlüğü muhafaza etmekte güçlük çekmediler, aradaki mesafe farkını kaybetmeyerek hedeflerine doğru uçtular ve nihayet sahile geldiler.
İnce Balaban, kumsallara ulaşır ulaşmaz ellerini sahile yapıştırdı.
“Rumeli, Rumeli!” diye haykırdı. “Tuttum seni! Artık bizimsin!..”
Delikanlıların ilk yaptıkları iş, dağarcıklarını açıp giyinmek oldu. Ağız tarafı kendi cinsinden çift astar taşıyan bu sağlam deri, elbiselerin ıslanmasına engel olduğu için yolcularımız günlük kıyafetlerini kolaylıkla almışlardı. Şimdi sıraya dizilerek öbür yolcuları bekliyorlardı. Onların da yanaşması gecikmedi. Önde yavrusuyla Oyvad, arkasında Kara Boğa ve daha sonra Yaralı Doğan, sahile adım attılar. Oğlunu, dağarcığıyla beraber, sırtından indiren Oyvad, çıplak ve ıslak kollarını göğsünde kavuşturdu.
“Olmadı!” dedi. “Sizi çepök çalıp karşılayacaktık, ağzınızı bir karış açık bırakacaktık. Kara Boğa geç kaldı, oyunumuz bozuldu.”[6 - Eski Türklerden birçoğunun “Kara” lakabıyla anılmalarına belki hayret eden bulunur. Bunun sebebi esmerliğin şarkta pek makbul olmasından başka bir şey değildir. Türk kudretinin nüfuzu altında yetişen meşhur Acem şairi Hafız bile sevgilisinin esmerliğiyle iftihar eder ve şöyle der:An siyeh çerde ki şirini-i âlem ba ôstÇeşm-i mey-gün leb-i handan dil-i hurrem ba ôstBirçok Türk uluları bu lakabı -kıvanç duyarak- taşımışlardı. Karesi (Kara İsa), Kara Yusuf, Kara İskender, Kara Yülük gibi. Türkler bu sıfatı araziye ve kasabalara vermişlerdir: Karacadağ, Karahisar gibi!Kızgın güneşler altında -bütün bir hayat- pala sallamış ve gaza aşkıyla, ülke ülke dolaşmış olan kahramanlara, esmerlikten başka renk nasıl yakışmazsa halkın idraki için de bu renge hayran olmamak yakışık almazdı (Kara şiddet, ululuk, büyüklük ifade ettiği gibi yön de gösterir: Karadeniz). (y.n.)]
İnce Balaban, henüz beş yaşında bulunan sipahizadeyi belinden yakalayarak yüzünün hizasına kadar kaldırdı:
“Palaz!..” dedi. “Bu gece tam yüzdün. Allah vere de yanımızda yanlışlığa uğrayıp derin yüzülmese!”
Babası bir taraftan giyiniyor, bir taraftan Balaban’a cevap veriyordu:
“Sevindik’in derisi babasınınkinden kalındır, kolay kolay yüzülmez.”
Ve sonra latifeye hamlolunamayacak kadar ciddi bir sesle ilave etti:
“Bize at gerek!”
Muhterem okuyucularımıza bu üç şöhretli sipahiyi de takdim edelim: Oyvad, Kara Aygud’dan da iri bir adamdır. Şu kadar ki meşrepçe ona hiç benzemez. Konuşkan ve atılgandır. Aygud’la tam bir tezat teşkil eder. O, yalnız yavrusunu değil, neşesini de her gittiği yere beraber götürür. Söyler, söyletir. Güler, güldürür. Hâlbuki Aygud, teşbih caizse, sessiz bir bulut mehabetine maliktir. Yıldırımlarını içinde saklar ve sükûnetiyle de etrafına korku dağıtır.
Her sipahi gibi Oyvad’ın da muhteşem bıyıkları vardır. Kalın ve enli çenesinin üstünde kararan bu bıyıklar, bir çelik üzerine işlenmiş püsküle benzer. Şahinimsi kıvrık bir burun, sert ve sabit bakışlı bir çift iri göz, bu kuvvetli çehrenin haşmetini tamamlar.
Yaralı Doğan henüz gençtir. Bu sebeple Oyvad’ın emrinden çıkmaz ve onu yanılmaz bir rehber sayar. Fakat kendisi de birçok değerli harp erlerine rehberlik edecek meziyetler taşır. Sağ yanağındaki derin yara izi, bir kılıç darbesinin bu silinmez nişanesi, ona Yaralı lakabını verdirmiştir.
Kara Boğa o devir sipahilerinin en irisi olarak tanınmıştır. Değme at bu hakiki Herkül’ü taşıyamaz ve o, kendisini taşımak kudretini gösteren atları da ayaklarından yakalayarak, bir kuzu kaldırır gibi, iki metre yükseltir. Bu iriliğine ve bu müthiş kuvvetine rağmen o da Yaralı Doğan gibi Oyvad’ın her emrine boyun eğer. Çünkü onun vuruşundaki isabet kadar görüşündeki isabete de hayrandır.
Küçük Sevindik’e gelince: O, garp sanat âleminde pek büyük hayretler yaşatan “Meryem kucağında İsa” tablosunu sönükleştirecek kadar güzel bir çehre sahibidir. Hammer’den Yorga’ya kadar bütün müverrihler, Sevindik’in, daha sonraları oynadığı rollerden bahsederken “nadir bir güzelliğe malik olduğunu” kaydetmek zaruretini hissetmişlerdir. Bu, bir hakikatti ve Sevindik, gerçekten eşsiz bir güzeldi. Mavi iki yıldızı andıran gözlerinin masum bakışlarından ilahi bir füsun saçılıyor, yanaklarında gülleri utandıran bir renk parlıyor, dudaklarında müstesna bir tatlılık gülümsüyordu. Bu çok güzel çocuğun aldığı terbiye yamandı ve kendisinin yakın bir zamanda büyük bir bahadır olacağı seziliyordu. O, bir yıldan beri babasının terkisinde diyar diyar geziyordu, sayısız maceralara şahit oluyordu. Daha bu yaşta bir sipahi kılıcının düşman başında nasıl yıldırımlaştığını biliyordu ve bir sipahi atının, yerinde ne gibi harikalar göstereceğini öğrenmiş bulunuyordu.
Sevindik henüz küçük bir hançerden başka silah taşımaya mezun değildi ve bu hançeri kınından çıkarıp kullanmaya da fırsat bulmamıştı. Lakin babasının terkisinde geze geze ve Kara Boğaların, Yaralı Doğanların yaptıkları işleri göre göre nefsine kuvvetli bir itimat gelmişti, tek başına at binip muharebelerde kılıç oynatmak istiyordu. Bu dileğine kulak asılmadığı için gamlı, sızlanıp dururdu. “Yaralı Emmi”, “İri Emmi” diye çağırdığı Doğan’la Kara Boğa onun bu sızlanışlarını ciddi bir çehreyle dinlerler ve “Hele biraz büyü, boyun at sırtını geçsin.” diyerek tahammül tavsiye ederlerdi.
Sevindik, Balaban Bey’in kolları arasında bulunurken babasının attan bahsettiğini işitti ve hemen söze karıştı:
“Sipahi, yaya yürümez, değil mi baba?”
Oyvad, oğluna cevap verdi:
“Hay bunu bileydin. Kanatsız Türk olur mu ki atsız sipahi olsun!”
İnce Balaban, çocuğu yere bırakırken takıldı:
“Sipahilik öbür yakada kaldı oğul. Burası yayalar yurdudur. Babanın sırtına binmek de yok. Çarığı çekip bizimle yürüyeceksin.”
İlkin Sevindik’e yapılan takılmalar, şakalar yavaş yavaş Kara Boğa’nın endamına, Doğan Bey’in yarasına intikal ettiriliyor, onlar da Aygud’un dilsizliğine, Balaban’ın inceliğine, Kara Abdurrahman’ın bıyık büküşüne takıldıkları için karşılıklı kahkahalar devam edip gidiyordu. Uzun ve güç bir yüzüşün yorgunluğunu sanki bu latifelerle gideriyorlardı. Nihayet Kara Abdurrahman, en zeki ve en doğru gören arkadaş sıfatıyla, yoldaşlarını vazife başına çağırdı.
“Yârenlik yeter!” dedi. “İşimize bakalım. Mademki altı buçuk kişilik olduk, pusu kurmaya, gizlenmeye lüzum yok. Açıktan açığa yürüyelim, şu görünen köye girelim, bir dil (esir) yakalayalım.”
Oyvad sordu:
“Dil alıp ne yapacağız?”
“Karşıya götürüp söyleteceğiz. Beyler ona göre karar verecekler!”
“Öyleyse sana uğurlar olsun. Biz buraya dönmemek için geldik. Köy mü şehir mi, ne ele geçirirsek bayrağı dikip oturacağız. Ardımızdan gelenleri yeni evimizde ağırlayacağız.”
“Çocukluk etme Oyvad. Altı kişi bu işi nasıl yapar!”
“Altı Türk, devlet kurar be! Bilmiyorsan yazık sana!”
Abdurrahman da adım attıkları şu sahilin gerilerinde dönüp dolaşmak, çeşit çeşit maceralara atılmak istiyordu. Fakat Süleyman Paşa’ya verdikleri sözü unutmak kabil değildi. Oraya onun emriyle ve istikşafta bulunmak fikriyle gelmişlerdi. Bu sebeple kendi düşüncesine, kendi dileğine, kendi iştahına uygun düşen şu mülahazaya karşı koymak zorunda kaldığından içini çekti.
“Evet, Oyvad…” dedi. “Hakkın var. Altı Türk birleşince yeni bir devlet kurabilir. Lakin biz buraya devlet kurmak için değil, kurulu olan devletimize hizmet etmeye geldik.”
“İyi ya. O işi sen yap. Bizi de kendi hâlimize bırak.”
Kara Abdurrahman’ın arkadaşları Balaban da Aygud da şöhretli sipahiye uyuyorlardı, “Geldik, gördük, artık dönmeyiz!” diyorlardı. Babasının sırtında deniz geçmekten pek hoşlanmış olan Sevindik bile geri dönmek sözünden sıkılarak huysuzlanıyor ve Kara Boğa’nın kalın baldırlarını çimdikleyerek mırıldanıyordu:
“İri emmi, dönmeyelim, beni sayarsan dönmeyelim!”
Kara Abdurrahman bu müşkül vaziyette bütün talakatini kullandı. Siyasetten, devlet idaresinden, inzibat usullerinden bahsetti. Kendilerinin çetecilik edemeyeceklerini anlattı. İnatçı arkadaşlarını kandırmak için uzun uzun dilbazlıkta bulundu, yüz dereden su getirdi. Lakin Aygud’la Oyvad şöyle dursun, küçük Sevindik’i bile kandıramadı. Onlar bir kere Nuh deyip durmuşlardı, bir türlü peygamber demiyorlardı.
Kara Abdurrahman, kendi muhariplik duygularına pek uygun gelmekle beraber, mantık bakımından aykırı bulduğu bu inat önünde şaşırmıştı. Arkadaşlarına uymak da uymamak da elinden gelmiyordu. Hâlbuki güneş doğmak üzereydi. Kolayca bir iki esir yakalayıp ve onları denizde önlerine katıp yüze yüze geri dönmek imkânı neredeyse eriyecek ve halkın uyanmasıyla beraber bu işin zorla yapılması lazım gelecekti.
Münakaşa böyle bir çıkmaz içinde sürünürken Kara Aygud’un gür sesi yükseldi:
“Susun!”
Hepsi bu yersiz ihtarın sebebini anlamak için sabırsızlanırken o, haber verdi:
“Yer oynuyor!”
Evet, yer oynuyordu. İlk küçük sarsıntıyı Aygud sezmişti ve sarsıntının çoğala çoğala devam etmesi üzerine büyük bir zelzele içinde bulunulduğu anlaşılmıştı. İnce Balaban bir müddet sessiz durduktan sonra dayanamadı.
“Oynuyor ama…” dedi. “Yine yerinde duruyor. Bir parmak bile ileri, geri gitmiyor.”
Yer, bu şakacı gence sitem etmek, ağır bir cevap vermek istiyormuş gibi bir kere daha sarsıldı ve biçimsiz şekli sabahın ilk kuvvetli ışığı altında tamamıyla meydana çıkmış olan civardaki köy istikametinden, yıkılma, çökme sesleri işitildi. Şimdi Türkler, yeni güne korkunç tarrakalar[7 - Tarraka: Gümbürtü. (e.n.)] içinde göz açan mahmur köye bakıyorlardı. Bu küçük ve fakir yurt, gazabına geldiği toprağın zalim sallayışlarıyla âdeta parçalanıyor, yer yer yıkılıyordu.
Yıkım velvelesini, kısa bir lahza sonra köylülerin çığlığı takip etmişti. Yarı giyimli, yarı çıplak halk, hazin çığlıklar kopararak sahile doğru koşuyorlardı. Ocak ve soy sop bağlarının bu korkunç hadise karşısında dağılıverdiği apaçık görünüyordu. Kocalar karılarını, analar çocuklarını aramıyor ve yatağından fırlayan, çılgın bir telaş içinde köy dışına atılıyordu.
İnce Balaban, can korkusuyla akıllarını kaybeden bir kalabalığın kendilerine doğru koştuğunu görünce haykırdı:
“Hazır olun. Bizi karşılamaya geliyorlar!”
Aygud homurdandı:
“Geliyorlar ama, ağlayarak!”
Evlerini yıkan tabiat tekmesi sanki arkalarından şahlana şahlana yürüyormuş ve köy dışında da başlarına bir şeyler yıkılacakmış gibi şuursuz bir koşuşla sahile doğru yuvarlanan karışık kütle, altı Türk’ün heybetli endamını görür görmez duraladı, ağlayan gözlerin yaşı birdenbire kurudu, inleyen dudaklar sustu, yüzlerce insan, taş kesilivermişçesine hareketsiz kaldı. Türkleri börklerinden ve bilhassa yatağanlarıyla palalarından tanıyan köylüler, kendilerini evlerinden, barklarından uzaklaştıran zelzeleyi onların yaptıklarına zahip olmuşlardı. Kumsallar üstünde dimdik duran bu altı Türk, sanki birer volkandı ve bu volkanların, bellerinde kuşandıkları yıldırımlar kâfi gelmiyormuş gibi, bugün ellerine birer de zelzele aldıkları görülüyordu.
Kara Abdurrahman, her hakikati ve her ihtimali kucaklayan derin bakışlarıyla sahneyi bir müddet süzdü, “Allah böyle istedi.” diye mırıldandı ve sonra görgülü bir kumandan gibi hareket ederek arkadaşlarına vazifelerini gösterdi:
“Haydi Oyvad, Doğan, Boğa, ileri!.. Biz bu sürüyü eğleriz. Siz köyü tutun!”
Üç sipahi, elleri palalarında, seğirterek geçerken kadın ve erkek bütün köy halkı diz çökmüşlerdi. Rumeli’nin fatihlerini selamlıyorlardı. Onlar, iki üç yüz kişilik şaşkın kütleye ne müstehzi ne merhametli bir bakış atmaya lüzum görmeyerek köye doğru koşuyorlardı. Sevindik, o minimini Türk de kısa adımlarının müsaadesi nispetinde, heybetli sipahilere ayak uyduruyordu, tabiatıyla geri kaldığı için üç kişilik kıtanın dümdarı[8 - Dümdar: Artçı. (e.n.)] gibi görünüyordu.
Kerpiçten yapılma kalesi zelzelenin kuvvetli darbeleriyle baştan başa yıkılmış olan bu sahil köyü, meşhur Çempe idi. Bugün Çanakkale Boğazı’nı geçenler üç sipahinin beş yüz yetmiş küsur sene evvel yıkık kalesinin ayakta kalabilen tek bir kulesine Türk bayrağını asmış oldukları Çempe köyü yerinde Akbaş kariyesini görürler.[9 - Çempe yahut Çempi veya Çemni, Nara Burnu’nun karşısındadır. İlk fatihler devrinde bu kaleye verilen isim Virancahisar’dı. Sonraları orada Gündüz Alp’in oğlu Akbaş’ın (Akdemir Bey) defnolunması üzerine köyün ismi Akbaş’a çevrilmiştir.Çempe’nin alınışı kitaplarda başka türlü yazılıdır. Tam tarih bakımından -evvelce de söyledik- Türklerin Rumeli’ye geçişleri hem tekerrür etmiş bir hadisedir hem gemi iledir. Salla geçiş son müverrihlerce kabul olunmuyor. Fakat o devrin gaza iştahından ilham alınarak ve müspet harikalar göz önünde tutularak o iştaha ve o harikalara mülayim surette ileri sürülen tasavvurlar hoş görülmelidir. (y.n.)]
Köylüler, zelzelenin iliklerine ve şuurlarına verdiği sarsıntıdan sıyrılmışlardı, Türk yüzü ve Türk silahı görmekten ileri gelme yaman bir korkuyla zangır zangır titriyorlardı. Üç sipahinin yanlarından geçişi, gözlerine dolgun mevcutlu bir alay askerin akışından daha uzun görünmüştü. Oyvad’la arkadaşları, hatta dümdarları köye girdikleri hâlde onların ayaklarından çıkan ve zelzeleyi de bastırmış görünen kuvvetli ses, henüz kulaklarında uğulduyordu.
Dizleri yerde, kolları havada, korkuyla karışık bir tezellülle, put gibi hareketsiz duruyorlardı.
Abdurrahman, atsız sipahilerin köye girmeleri üzerine arkadaşlarına döndü.
“Haydi Aygud, Balaban…” dedi. “Sıra bizim.”
Ve onları yanına alarak ağır ağır ilerledi, Çempelilerin yanına kadar geldi, Bizans diliyle emir verdi:
“Kalkın, dizilin!”
Yarı çıplak halk, kendilerini köyden dışarı atan zelzelenin daha kuvvetlisini şimdi yüreklerinde hissediyorlardı. Kara Abdurrahman’ın iki kelimelik iradesi hepsinin canını ağızlarına getirmişti ve bir ipe bağlı yüzlerce kukla gibi hepsi birden ayağa kalkıvermişti. Abdurrahman, kadınlarla erkeklerin nispetsiz surette karışık olduklarına dikkat ederek amir sesini bir daha yükseltti:
“Ev ev ayrılın, dişi, erkeğini bulsun! Çocuklar babalarına yanaşsın!”
Bu emri yerine getirmek köylülerce kolay olmadı. Can korkusu hepsinin idrakini altüst ettiği için karılar kocalarını bulamıyordu. Bu sersemliği, yine Türk muharibin kuvvetli sesi giderdi:
“Eşini bulamayan denizi boylar!”
Artık herkesin idraki düzelmiş, gözlerin seçme ve tanıma kuvveti yerine gelmiş, denize atılmak korkusu o perişan kütleye şuur getirmişti. Şimdi Çempe halkı ev ev kümeleniyordu, erkekler eşlerini ve çocuklarını yanına alarak sıraya giriyordu. Kara Abdurrahman ihatalı bir bakışla bu ilk tutsakları saydı ve arkadaşlarına döndü:
“Altmış dokuz ev, iki yüz yedi baş. Her birimize otuz dört baş düşüyor. Büyük yoldaş Sevindik için de üç adam kalıyor. Böyle paylaşalım mı, yoksa bunların topunu birden Oyvad’la arkadaşlarına mı bırakalım?”
Kara Aygud reyini verdi:
“Payımız onların olsun.”
İnce Balaban da aynı fikirde bulundu ve üstelik vakit geçirilmeden ileri gidilmesini, kalelerde gedik açmak suretiyle kendilerine kılavuzluk eden zelzeleden istifade olunmasını teklif etti. Kara Abdurrahman, öbür yakaya dil göndermek meselesini yine hatırladı:
“İyi ama…” dedi. “Ötede dil bekliyorlar.”
Münakaşa tazelenmek üzereydi. Ne Aygud ne Balaban geri dönmek niyetinde olmadıklarını, Abdurrahman da kolaylıkla ellerine geçen Çempe gibi yakın köylerden hiç olmazsa bir tanesinin daha işgal olunabileceğini düşündüğü için öteye haber uçurmak işine şekil vermek müşkül görünüyordu. Üç arkadaş bu nazik mevzuyu ne suretle idare edeceklerini ayrı ayrı düşünürken altmış dokuz parça hâlinde sıralanan Çempeliler hep birden denize bakmaya başlamışlardı. Sırtlarını suya çevirmiş olan delikanlılar, iki yüz çift gözün ansızın denize dikildiğini görünce başlarını döndürdüler ve iki gölgenin, ayakta durarak sahile doğru ilerlediğini gördüler.
İnce Balaban gülümsedi.
“İşte…” dedi. “Bu yahşi… Denizi yürüyerek geçiyorlar.”
Aygud, keskin gözlerini engine dikti ve biraz sonra haber verdi:
“Sal!..”
Çempeliler, böyle teker teker denizi geçen kahramanların teker teker bütün Rumeli şehirlerini zapt edeceklerine çoktan iman getirdikleri için her Türk’ün ayağı dibince koca bir kalenin yıkılışını temaşa ediyorlardı. Onların zihinlerinde atalar mirası olarak yaşayan hurafeler, bu güzel denizi kimlerin gelip geçtiğine dair belledikleri masallar, son yıllarda cazibelerini kaybetmişti. Truva efsaneleri, Agamemnon hikâyeleri, Safu tekerlemeleri, on binler gevezeliği zavallı köylüler için uyuşturucu birer gıdaydı. Binlerce ve binlerce adam, uzun bir zaman bu hurafelerle idraklerini beslemişler ve mevhum kahramanların vârisleri olduklarına inanarak kendilerini dalaletle sürüklemişlerdi. Ancak Türk savletinin[10 - Savlet: Şiddetli saldırı, hücum. (e.n.)] başlamasıyladır ki gözlerindeki gaflet perdesi düşmüş, efsanelerin yaşattığı mağrur itimat göçmüş ve bu muhitte yepyeni bir uyanıklık belirmişti.
Çempeliler de o gaflet dünyasına mensup biçarelerdi ve Türklüğün ancak harikalar yaratıcı bir kuvvet olduğuna, yirmi otuz yıldan beri inanıyorlardı. Bu inanç pek derin ve pek engindi. O derece ki, kendilerini sıraya dizen şu üç Türk’ün kayıklarla, yelkenlilerle sahile geldiklerini görseler şaşacaklar ve alelade fânilere yakışan bu geçiş tarzını onlara layık bulmayacaklardı. Şimdi de Aygud’un sal dediği şeyin bir kilim, bir seccade olabileceğini ve bir kısım Türklerin de öyle bir nesneye binerek denizi aşmakta olduklarını tevehhüm ediyorlardı.
Böyle bir kuruntu onlar için zaruriydi. Çünkü asırlardan beri vehmî ve hayalî bir âlem içinde yaşamışlardı. Türklerle temasta bulunmak sayesinde, Paris’in bir hayal, Aşil’in bir masal, Hektor’un bir dedikodu olduğunu öğrenmişlerdi. Yine o temasın yarattığı uyanıklıkla Bizans saraylarında bile telakkiler, zevkler değişmişti. Artık oralarda da Argononlar, Eksenofonlar okunmuyordu. Yalnız Akça Kocaların, Konur Alpların, Kara Alilerin menkıbeleri söyleniyordu.
Uzaktan belirmiş olan sal biraz daha yaklaşınca içindekileri tanımak mümkün oldu ve Kara Abdurrahman, neşeli bir “Oh!..” çekerek haykırdı:
“Gözüm aydın, gözüm aydın, beyler geliyor! Artık bana tasalanmak kalmadı!”
Görüş doğruydu, gelenler Fazıl ve Ace beylerdi. Onlar, çarçabuk hazırlattıkları bir salla yüzgeç delikanlıların izlerine düşmüşlerdi. Şarktan garba doğru esen hafif bir rüzgâr bu çok sade ve çok nazik nakil vasıtasını sürükleye sürükleye aynı noktaya, altı Türk’ün çıkmış olduğu sahile getirmişti. Beyler, hayli uzaktan karadaki kalabalığı görmüşler ve endişelenmişlerdi. Bu endişe yüzünden yerlerinde oturamadıkları için de ayağa kalkmışlardı. İki gölgenin denizde yürür gibi görünmesi işte bu kalkıştandı. Onlar, coşkun kanlı gençlerin bir felakete uğramasından korktukları cihetle yaklaşır yaklaşmaz kumlara atladılar ve bağırdılar:
“Hayrola çocuklar, savaş mı var?”
Kara Abdurrahman, güle güle cevap verdi:
“Savaş filan yok, şu köylüler selamınıza duruyor.”
Çempelilerin vaziyeti bu cevabın kuvvetini artırdığından her iki bey geniş birer nefes aldılar, mübarek sahneyi gözden geçirmeye koyuldular. İşte, yaşlarının yekûnu bir asrı doldurmayan üç delikanlı, birçok asırların hatıralarını taşıyan şu topraklar üzerinde, Türk hâkimiyetini kurmuşlardı. İki bey, iki yüz küsur esirin miskin durumunda bu parlak hakikati görüyorlar ve derin bir sevinç içinde bahadır delikanlıları alkışlıyorlardı:
“Berhudar olun çocuklar, ilk av temiz olmuş!..”
Ufukta bütün azametiyle belirmiş olan güneş, bu alkışa iştirak ediyor gibiydi ve biraz sonra Çempeliler, her iki beyin önünde, o civar kalelerine dair mükemmel malumat veriyorlardı.

II
DİLSİZ İLYA
Ace Bey’le arkadaşlarının geri dönüp gördüklerini Süleyman Paşa’ya söyledikten sonra verilen karar üzerine başlayan salla geçme hareketinin tasvirini tarihe terk ediyoruz ve okuyucularımızdan, bizimle beraber Burgaz önüne kadar gelmelerini, orada cereyan eden bir muharebeyi seyretmelerini istiyoruz. Dimetoka Kumandanı Mihal’le Edirne Muhafızı Vice-Roi Dimitri İştovan tarafından Burgaz civarındaki Türk kuvvetleri aleyhine yapılmak istenilen bir baskın, tasvir etmek istediğimiz harbi doğurmuştur.
Dimetoka ve Edirne kumandanları saray üstünlüğünün verdiği güvenle bu baskını tasarlamışlardı. Onlar, on bin kişilik bir ordu, Türklerse bin kişilik bir müfreze teşkil ediyorlardı. Her iki kumandan, Termopil önlerinde üç yüz kişiyle üç milyonluk ordular tarumar eden kahramanların damarlarındaki kanı, hiç su karışmamış biçimde, taşıdıklarına iman getirmişler gibiydi. Çünkü ortadaki rakamlar, on binle bin, böyle bir iman yaratacak kadar sarihti. Fakat ihtiyatlı davranmamak da ellerinden gelmediği için açık bir taarruz yerine baskın yapmayı tercih ediyorlardı.
Burgaz önündeki Türk müfrezelerinin başbuğluğu sipahi Oyvad’a verilmişti. Kara Abdurrahman, Kara Aygud, Kara Boğa, İnce Balaban ve Yaralı Doğan da onunla beraber bulunuyorlardı. Kendilerine bir baskın hazırlandığı haberi gelir gelmez Oyvad, bütün arkadaşlarını topladı.
“Baskın var!” dedi. “Nidelim?”
Aygud’un cevabı kısa oldu:
“Söz kılıcındır, bize susmak düşer!”
Abdurrahman, bu düşünceyi eksik buldu:
“Düzene düzen gerek.” dedi. “Biz de pusu kurmalıyız.”
Boğa, Balaban ve Doğan aynı mülahazayı ileri sürdüler, başbuğu da fikirlerine meylettirdiler. Yoldaşlar meclisinin kararı, Aygud muhalif olmak şartıyla, şu şekilde tecelli ediyor demekti: Baskın yapacakları baskına uğratmak!.. İşte seyredeceğimiz harp budur ve biz, Bizanslıların güya tepeden inme bir saldırışları üzerine yüz gösteren heyecanlı bir çarpışmaya şahit olacağız.
Vakit erkendi. O kadar ki son yıldızlar henüz sönmemişlerdi. Ortalığa alaca bir karanlık hâkim. Baskın yapmak suretiyle gaflet içinde yakaladıklarına zahip oldukları Türklerin umduklarından da az mevcutlu, topu topu üç yüz kişi olduğunu görüp anlamak Bizanslıların cesaretini artırdığından neşeli naralarla ortalığı çınlatıyor, bir hamlede şu üç yüz Türk’ü yok etmek azmiyle şen şen saldırıyorlardı.
Türkler şaşkın görünüyorlardı, öteye beriye dağılıyorlardı. Şurada on beş, beride yirmi, daha ötede elli kişilik kümeler var. Birbirlerine bağlı görünmeyen bu gruplar, kendilerinin on ve belki yirmi misli düşmanla ayrı ayrı pençeleşiyor. Ümitsiz çarpıştıkları belli, şu kadar ki hiçbir küme yerini bırakmıyor, geri çekilmiyor, en tuhafı, içlerinde ölen de yok. Her Türk yıkılmaz bir ağaç gibi sert ve dik. Dört taraftan başlarına indirilmek istenen kılıçlar, en küçük bir bere bile açamıyor, teker teker kırılıyor. Bu sebeple baskıncıların bir kısmı silahsız kalıyor ve selameti geri çekilmekte buluyor.
Bu, Türklerin sayı bakımından üstün kuvvetler önünde ustalıkla tatbik ettikleri “Canlıkale” tabiyesiydi. Uzun bir saat bu tabiye devam etti, baskıncılar yorulmaya başladı. Kumandanlar, evvelce dağılış, kaçmaya hazırlanış sandıkları bu dört köşe, dört köşe ayrılışın kıymetini, ehemmiyetini yavaş yavaş anlamışlar, kötü kötü düşünmeye koyulmuşlardı.
İşte bu sırada, sağdan soldan müthiş bir velvele koptu, bölük bölük Türk’ün iki yandan da sahneye atıldığı görüldü. Baskınlarının baskınla karşılandığını gören Bizanslılar sayıca üstünlüklerinin elden çıktığı korkusuyla cesaretlerini kaybederek ve karşılarındaki Türk kümelerini bırakıp yeni gelenlere göğüs vermeyi de beceremeyerek bocalarken o yirmişer, otuzar kişilik murabbalar birdenbire açılmış, yayılmış, önlerine gelen Bizanslıları doğramaya başlamıştı.
Bu harbin ertesi günü yazılan zafernamenin şu fıkralarından vakıanın hakikatini daha canlı surette anlayabiliriz.[11 - Feridun Bey münşeatı, c. 1, s. 71.]
“Nagâh sehere karib kefere-i fecere meydana dökülüp dürtüşmek ve döndürüşmek üzere iken pusuda olan mücahidler, kâfirin iki tarafını alup aslan sığına (İri ve benekli geyik demektir.), kurd koyuna dokunur gibi yanların kuşadıp kılıç sunduklarından hemen her birin bir tarafa dağıdup sabah oldukta…”
Evet, o günleri bizzat yaşamış olan kâtibin dediği gibi sabah oldukta on bin kişilik büyük ordudan kalan yadigâr, bir sürü başsız cesetle birkaç yüz esirden ibaretti. Üst tarafı çil yavrusu gibi dağılmıştı.
Rumeli yakasında ilk kaleye ilk olarak Türk bayrağını astığı için “sipahi yiğitbaşılığı” ile mükâfatlandırılan Oyvad Bey, bu parlak zafer sonunda tutsakları dizi dizi sıralarken Kara Abdurrahman yanına sokuldu:
“Oyvad…” dedi. “Bir şey tasarlıyorum.”
“Hayrola!..”
“Sevindik’i bana yoldaş eder misin?”
“Vay, benim oğlan sana yoldaş olacak kadar büyük mü? Vallahi bilmiyordum.”
“Tam çalışacak çağdadır. Artık terkiye binmekten vazgeçsin, bizimle dolaşsın.”
“Gizli bir iş mi var, bir yere mi aşacaksın?”
“Biraz eğlenmek istiyorum. Sevindik de bana yardım edecek.”
Elini, minimini hançerinin kabzasına koyarak muhavereyi dinleyen Sevindik, hemen yalvardı:
“Elini öpeyim baba! Beni Kara Rahman amcama ver. Sana bol bol armağan getiririm.”
Heybetli sipahi, küçük Sevindik’in güzel yüzüne şöyle bir baktı ve onun minimini ellerini Kara Abdurrahman’ın geniş avcuna koydu.
“Evlat…” dedi. “Benim değil, senindir. Yanında gezsin, yeri göğü görüp bellesin, gözü gönlü açılsın. Baban gibi, senin gibi ünlü bir yiğit olsun.”
Abdurrahman’la Sevindik bu suretle yoldaş olduktan sonra nereye gittiler, ne yaptılar bilmiyoruz. Kendilerine Dimetoka yolunda ve bir sürü muhacir arasında tesadüf ettiğimiz zaman, Burgaz Harbi üzerinden, iki yıl geçmiş bulunuyordu. Sevindik hayli büyümüştü, hayli serpilmişti. Fakat üst baş bakımından çok berbattı. Kir ve çamur içindeydi.
Hemen söyleyelim ki bu kirlilik onun bir Bizanslı köy çocuğu kılığına girmesinden ileri geliyordu. Nitekim Abdurrahman da yırtık bir gömlek, kirli bir don taşıyordu ve Sevindik’le birlikte Bizanslı rolü oynuyordu.
Böyle bir biçime girmek herhangi bir Türk için pek güçtü. Mösyö Bronguier’nin dediği gibi Türkler “elbise temizliği hususunda dünyanın en üstün milletiydiler”. Bizans köylüleriyse -başta imparatorların kayıtsızlığı olmak üzere içli dışlı birçok sebepler yüzünden- pisliğin timsali hâline gelmişlerdi. Bu sebeple Kara Abdurrahman’ın o kılığa girmesi hem güç hem üzücü bir işti. Fakat kutsi tanıdığı bir maksat uğrunda nefsini zorlayıp tam bir Bizans köylüsü gibi pisleşmişti.
Kendine yapılan telkinlere, tembihlere pek çabuk ayak uyduran Sevindik, hiç dinmeyen hıçkırıklarıyla korku delisi muhacirlerin perişan uğultularından da üstün gürültü yapıyordu. Bizans dilini en ince nüktelerine kadar bilen ve konuşan Kara Abdurrahman bu fasılasız zırıltıyı kesmek için sık sık bağırıyordu:
“İlya, sus, yoksa seni Türklere bırakırım!”
Öbür muhacirleri kuvvetli birer kamçı yemişler gibi biraz daha fazla konuşmak zorunda bırakan bu söz, Sevindik’in üzerinde hiçbir tesir yapmıyor ve o, yine durmadan, dinlenmeden ağlıyordu. Türk’ün adından yersiz bir korkuya düşüp emniyetli sığınak aramaya çıkan şaşkın köylüler nereye gideceklerini tasarlamış değillerdi. Bir köy halkının yarısı şimale kaçıyorsa yarısı garba savuşuyordu. Bir iki uzuvlarının sabit hassasiyeti istisna edilirse, hepsinin benlikleri erimiş gibiydi. Kimlerle arkadaşlık ettiklerini değil, kendi kendilerini göremeyecek kadar sersemleşmişlerdi. Gözler yalnız sığınacak yer arıyordu. Kulakları, kovalanıp kovalanmadıklarını anlamak kaygısıyla hep geriyi dinliyordu. Bu hâl, Kara Abdurrahman’ın kurduğu planı kolaylaştırıyordu. Kimsenin ondan şüphelenmesine imkân yoktu ve yiğit Türk, tasarladığı işi yapmak yolunda pervasız yürüyebiliyordu.
Sevindik’in inlemesi dinmeden Dimetoka’ya yaklaşmışlardı. Kasabanın bir tepe üzerindeki mahruti[12 - Mahruti: Konik. (e.n.)] kalesi, kaçak köylüler için kalın göğüslü bir imdat heykeli gibi cazip görünüyordu. Kadın, erkek bütün bu kaçaklar yerlere kapanarak, önlerinde yükselen kurtuluş ocağına varabildiklerinden dolayı, din ulularına şükranlarını sunuyorlardı. Kara Abdurrahman da onlara uymaktan geri kalmadı ve yüksek sesle birçok dualar okuduktan sonra Sevindik’e müjde verdi:
“İşte kurtulduk, buraya Türkler gelemez. Sen de sesini kes, zırıltıyı bırak!”
Şimdi Dimetoka Kalesi’nin etekleri uğultulu bir panayır yerini andırıyordu. Anasız sıpaların yanık anırtısı, meme arayan buzağıların mahzun böğürtüsüne, çocukların perde perde ve çeşit çeşit çıkardıkları sesler kadın çığlıklarına karışıyor, insanla hayvan yan yana ve kucak kucağa kaynaşıyordu. Bu panayırın sermayesi inlemekten, hareketi de acıklı bir perişanlıktan ibaretti. Kaledeki asker, bu gürültüyü doğuran can korkusuna yabancı değildi. Çünkü iki yıl evvel Burgaz önünde Türklere baskın yapan ve sonra selameti kaçmakta bulan bahadırların bir kısmı kendileriydi. Bu sebeple mültecilerin elemlerini, endişelerini, ızdıraplarını pek iyi anlıyorlardı ve kucaklarını onlara açmak için sabırsızlanıyorlardı. Lakin Dimetoka’yı malikâne gibi idare eden taçsız bir kral durumunda bulunan muhafızın düşüncesi bambaşkaydı. Eski Türk tarihçilerinin tekfur diye kaydedip geçtikleri müstakil valiler zümresine mensup bu kumandan, alay alay mülteciyi kaleye aldığı takdirde iaşe işinin güçleştiğini göz önünde bulundurduğundan köylerini bırakıp sürüne sürüne oraya kadar gelmiş olan millettaşlarına kale kapılarını açtırmak fikrinde değildi.
Mülteciler ummadıkları bu istiskal üzerine ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Kardeş bildikleri Dimetokalıların kendilerine sığınacak bir duvar dibi bile göstermemeleri son derece güçlerine gidiyordu. Birçoğu, bu vaziyette yurtlarından ayrıldıklarına pişman oluyordu. Türklerin kendilerinden alacakları nihayet bir cizye, basit bir vergiydi. Onu vermemek ve harp şamatası duymamak için buraya kadar kaçmanın, hele millettaşlarından yardım ummanın alıklık olduğunu artık anlıyorlardı.
Fakat yere diz çöküp ve kollarını göğe kaldırıp yalvaran kızların, kadınların acıklı inleyişlerine kulak asan yoktu. Bu kayıtsızlık o kütlenin iradesini de felce uğratmış gibiydi. Düşünemiyorlar, baş başa veremiyorlar, yalnız ağlıyorlardı. Zaten ne düşüneceklerdi?.. Geriye dönmek güçtü, ileri gitmekse -şu örneğe göre- faydasızdı.
Erkekler, birlikte getirdikleri öküzlerin boyunlarına dayanarak; kadınlar, ellerini göğüslerine sokarak şuursuz bir intizar devri geçirirlerken Kara Abdurrahman’ın gür sesi yükseldi:
“Böyle kötü kötü düşünmekten ne çıkar?.. Beni dinlerseniz şu bizim dilsize bir kâğıt verelim, içeri gönderelim. Belki hâlimize merhamet ederler, kapıları açarlar.”
Bütün mülteciler o fikrî felçten sıyrılmış gibi kımıldamışlardı, ortaya bir düşünce atan delikanlının etrafına yığılmışlardı. Sahte Bizans köylüsü anlattı:
“Benim dilsiz, hünerli oğlandır. İşitmez, söylemez, ama elinden her iş gelir. El birliğiyle bir arzuhâl yazalım, kale kumandanına yollayalım. İlya ne yapar, yapar, içeridekileri merhamete getirir.”
Şimdi herkesin gözü dilsiz denilen ve o kafileye katıldığı dakikadan beri hıçkırığı kesilmeyen Sevindik’e dikilmişti. Yırtık gömleğiyle, sümüklü burnuyla, çamurlu ayaklarıyla bakanlar üzerinde iyi bir tesir uyandırmayan bu çocuğun, kale kumandanını acındıracağına ihtimal veren yoktu. Lakin denize düşenlerin köpüğe sarılmaları kabilinden bütün o ümitsiz kütle de şöyle bir teşebbüse girişmenin aleyhinde bulunmuyordu. Şu kadar ki kâğıt, kalem bulmak bir meseleydi. Kaçak köylüler arasında yazmayı bilen olmadığı için yazı vasıtaları taşıyan da bulunmuyordu.
Kara Abdurrahman bu güçlüğü de yenmekten geri kalmadı. Bir beyaz bez buldu, bir ağaç parçasından kalem yaptı, bir ineğin bacağından kan sızdırarak onu da mürekkep diye kullandı, iki üç satırlık bir pusula yazdı; sonra köylülerden birkaç bıçak topladı. Sevindik’in bol suyla yüzünü yıkadı, ayaklarını temizledi, parmaklarıyla saçlarını tarayıp düzeltti, yapma kirleri ve çapakları giderdi, çocuğun o eşsiz güzelliğini açığa çıkardı.
Gamlı kadınlar, elemli kızlar ve hatta erkekler birdenbire pek melih, pek latif bir sima alan Sevindik’e hayran hayran bakıyorlardı, “Ne güzel çocuk, ne güzel çocuk!” diye mırıldanıyorlardı. Kara Abdurrahman iki yıldan beri büyük bir dikkatle terbiye ettiği sipahi yavrusuna, inek kanıyla yazılan pusulayı ve bıçakları verdi, eliyle Dimetoka Kalesi’nin yüksek duvarlarını gösterdi, yüksek sesle vazifesini anlattı:
“Haydi İlya, çık! İsa namına kapıyı açmalarını içeridekilere söyle!”
Ve tırmanma işareti yapa yapa çocuğu duvarların dibine götürdü. Yüzlerce göz, Sevindik’in ayaklarına takılmıştı, onun ne yapacağını takibe koyulmuştu. O, hiç tereddüt göstermedi, düşünmedi, sendelemedi; sanki yemiş toplamak için bir ağaca çıkıyormuş gibi düz duvara tırmanmaya başladı.
Köylüler gibi, kale duvarları üstündeki asker de halk da pervasız çocuğun gösterdiği hüneri şaşkın şaşkın temaşa ediyordu. Sevindik, belindeki bıçaklardan kademeli ve kurulup bozulur bir merdiven yaparak, altta kalan basamağı önde bir tutamak temin ettikten sonra ileriye alarak yavaş yavaş yükseliyordu. Onun eğilip kalkışında, hiç durmadan yükselişinde bir örümcek çevikliği göze çarpıyordu.
Kaledekiler, ölümün insafsız ağzına doğru tırmanmaya çalışır gözüken çocuğu muhakkak bir felaketten korumak için bağırıyorlardı:
“Küçük, düşeceksin. Tırmanmayı bırak, kapıya gel!”
O, dilsiz ve sağır rolünü unutmayarak bu çığırışları işitmemiş gibi davranıyordu. Kara Abdurrahman, kolları göğsüne bağlı ve gözleri alev dolu, onun yükselişine bakıyordu. Mülteciler de seslerini ve nefeslerini keserek aynı temaşaya daldıkları için yanı başlarındaki düzme Bizans köylüsünün gözlerinde yanan endişeyi göremiyorlardı. Macera sever ve cesur delikanlı helecanını yenmeye çalışarak ve gözlerinin ışığıyla Sevindik’in ellerini, kollarını kuvvetlendirmek istiyormuş gibi bütün benliğini çocuğun hareketine bağlayarak üzüntülü dakikalar geçiriyordu.
Artık ne kaledeki ne dışarıdaki halk arasında çık yoktu. Herkes yedi yaşında bir çocuğun dümdüz bir duvar üzerinde yürüyüşünü, heyecanlı bir rüya yaşar gibi, seyrediyordu. Kral kudretli muhafız da karısı da çocuğu da halkla beraber kalenin o cephesinde bulunuyorlardı. Endişeli bir sükûn, helecanlı bir merak binlerce kişiyi pençesine almıştı ve Sevindik, işte bu umumi hayret arasında yükselişine devam edip gidiyordu.
Cesur çocuk, nihayet son irtifaya geldi. Bir saniye sonra ellerini duvarın üzerine, düzlüğe koyacak ve kaleye girmiş olacaktı. Bu durumda muhafız kumandan kendini tutamadı, koştu, küçük sipahinin ellerine yapışarak yukarı çekti, alnından öperek bağırdı:
“Senin gibi bin çocuğumuz olsa bu memleket kurtulurdu!”
Ve onun akıllara durgunluk verecek kadar güzel bir mahluk olduğunu görünce de karısını çağırdı.
“Bak…” dedi. “Allah neler yaratıyor. Hüneri gibi kendi de güzel!”
Sevindik, saray terbiyesi almış adamların takdirini kazanacak bir nezaketle boyun kırdı, boynundaki bez pusulayı çıkardı, işaretle onu kime vereceğini sordu. Kumandan bu tuhaf mürekkepli arzuhâli gülerek aldı ve çocuğun dilsizliğinden duyduğunu elemi karısına anlattı:
“Her güzelin bir kusuru olur derler. Doğruymuş. Bu yavrunun dili yok!”
Sevindik, o anda bütün Dimetokalıların yüreğini kazanmış olduğundan getirdiği iltimas da reddedilemez bir mahiyet almıştı. Kale kumandanı bu sebeple güzel çocuğu yanında alıkoydu, kapıların açılarak mültecilerin içeri alınmasını emretti. Biraz sonra, Türk korkusuyla yurtlarını bırakıp yollara düşen birkaç yüz sersem köylü ve onlarla beraber Kara Abdurrahman, Dimetoka’ya girmiş bulunuyordu.
Kumandanın ilk işi Abdurrahman’la görüşmek oldu. Nereden geliyorlardı, ne suretle ulaşmışlardı. Türkler hakkında ne gibi bilgileri vardı?.. Bu noktaları birer birer sordu. Kara Abdurrahman’ın cevapları zaten hazırdı. Ganos Dağı eteklerindeki bir köy halkından olduklarını, Türklerin bu dağ yakınlarında ilerlemeye başlamaları üzerine Rados’a (bizim Tekirdağ) kaçtıklarını, Türklerin oraya da gelmeleri yüzünden serseri bir duruma düştüklerini ve nihayet Übros’un (bizim Meriç) beri tarafına geçtiklerini anlattı. Sevindik hakkında da “Bu çocuk benim yeğenimdir, kardeşimin oğludur. Babası para canlı bir adamdır. Türklerle alışveriş edip bire on kazanmak isterdi. Onun için karşı yakaya, boğazın öte kıyısına mal götürürdü, Pega’dan (bizim Biga) Nise’ye (bizim İznik) kadar dolaşır, dururdu. Küçük İlya’yı da hem alışverişe alıştırmak hem Türklere ısındırmak için yanında bulunduruyordu. Çocuk bu gidişlerde, gelişlerde birçok şeyler öğrendi. Türkler onu daha beş yaşındayken ata bindirdiler, cirit oyununa soktular, tepelere tırmandırdılar, suda yüzdürdüler. Allah ıslah etsin, kendilerine benzettiler. Habis oğlan şimdi bir Türk gibidir. Ne attan yılar ne itten. Ele sığmaz, avuca sığmaz. Biz can korkusuyla taban teperken o, yol boyunca şeytanlık düşünüyordu. Fakat bir iyiliği vardır. Eli kanda olan adamları ne yapıp yapıp güldürür. O kadar akıllıdır, hünerlidir. Dili olsaydı imparator hazretlerine nedimlik yapabilirdi.” dedi.
Kara Abdurrahman bu tekerlemeyi söylerken Dimetoka Kalesi kumandanının karısı, gözleri yana yana delikanlıyı süzüyordu. O yırtık pırtık elbise içinde, o derme çatma başlık altında parlayıp duran muhteşem gençlik, şöyle böyle bir kraliçe sayılan madamın derece derece dikkatini uyandırmıştı.
Kara Abdurrahman’ın yüzü kirliydi, saçları pasaklıydı, ayakları çamurluydu. Fakat kaşları, gözleri, dudakları, pazıları, göğsü, bütün bu kirler arasında, tozlara bürünmüş elmaslar gibi, göze çarpıyordu. O, kumandanın önünde korkak ve miskin bir vaziyet almıştı. Konuşurken beli bükülüyor, sesi titriyordu. Fakat o kuvvetli vücudun bu eğilişinde servilerin başlarını eğmeleri gibi garip bir azamet, o sesin titreyişinde, ahengini saklayan bir rüzgâr kudreti seziliyordu.
Kumandan, dilsiz İlya’nın hüviyetini -güya- öğrenmekle meşgulken karısı da bu mahrem temaşaya dalmıştı ve korkak tavırlı, aslan yapılı delikanlının bedenî olgunluğunu ölçmeye savaşıyordu. Ne kir ne çamur ne pejmürdelik ondaki dolgun kıymetleri örtemiyordu. Kadın, kendi cinsine has olan derin görüşle bu kıymetleri birer birer görüyor ve etrafa yükseklerden bakmaya çalışan kocasıyla şu delikanlı arasındaki farkın, yaratılış farkının azametini zerre zerre emiyordu.
Karısının neler düşündüğünü kavrayamayan Dimetoka kumandanı, Kara Abdurrahman’ın pürüzsüz bir Bizans lehçesiyle anlattığı hikâyeyi çalımlı bir sükûn içinde dinledi.
“Çocuktan…” dedi. “Hoşnut olmadığın anlaşılıyor. Seni ondan, onu da sefaletten kurtarırsam memnun olur musun?”
Kara Abdurrahman yerlere kapanır gibi göründü:
“Allah ikbalini artırsın. Bu lütfunla beni kendine köle etmiş oluyorsun.”
“Öyleyse İlya’yı bana ver. Oğlumun soytarısı olsun.”
Genç ve güzel kadın, kıvrak sesiyle söze karıştı:
“Yeğenini alıp bu sefil köylüyü yalnız bırakmak günahtır. Onu da bir işe koy ki yaptığın iyilik tam olsun.”
Kral salahiyeti, kral çalımı ve kral düşüncesi taşıyan kumandan, bir lahza dalgın kaldı, sonra gülümsedi.
“Hakkın var Mari.” dedi. “Bu yurtsuz delikanlıyı da kayırmak lazım. Kendisini ahır uşağı yapmak münasip mi?”
“Bahçıvana yamak versen daha iyi olur. Köylü bir genç, ata bakmaktan ne anlar?”
“O hâlde iş bitti demek. Dilsiz İlya bizim Emanoel’i eğlendirecek, amcası da bahçede çalışacak. Nasıl delikanlı, memnun musun?”
Kara Abdurrahman, iki üç dakikadan beri kumandanın kendisiyle yaşıt olan oğluna yanaşarak dilsiz işaretleriyle şaklabanlığa girişen küçük Sevindik’i gösterdi.
“Bakın…” dedi. “İlya vazifesine başladı. Ben de çapayla küreğe yapışmak için emrinizi bekliyorum.”
Bir köylüden beklenmeyen bu zarif cevap, kumandanın değil, fakat karısının dikkatini celbetti. Artık kendi sarayında çalışacak olan kirli dilberi tepeden tırnağa kadar süzerek sordu:
“Güzel konuşuyorsun. Okuryazar mısın?”
“Birkaç yıl Bizans’ta oturdum. Cenevizlilerin yanında çalıştım. Orada kendi dilimizle okuyup yazmayı öğrendim.”
“Adın?”
“Dimitriyos!”
Güzel kadın, bakışlarındaki sürekli süzgünlüğü bir ihtiras pırıltısıyla kapadı.
“Kalem tutan ellere…” dedi. “çapa vermek zulümdür. Zevcimin, bu zulmü kendine yakıştıramayacağını umuyorum.”
Kumandan, soyu sopu belirsiz bir genci himayede karısının pek ileri gidişini nahoş bulacak kadar dar havsalalı değildi. Lakin zemin ve zaman bu yurtsuz köylü hakkında daha fazla ikramda bulunmasına müsait olmadığı için karısına tam müspet cevap vermedi.
“Hele yerleşsin…” dedi. “Yol, yorgunluğunu çıkarsın. Sonra liyakatine göre işini değiştiririz.”
Tereddi etmiş milletlerin belli başlı vasıflarından biri de felaketlerden ibret almamak, gaflet uykusundan kolay kolay uyanmamaktır. Ne harp bozgunlukları ne içten, dıştan dağılmalar ne zelzele ne tufan, yurt sevgisini unutmuş kütleleri uyanıklığa sürükleyemez. Onlar, boğaz ve yatak için yaşarlar. Midelerine atacak lokma ve yataklarını ısıtacak eş buldukça dünyanın altıyla da üstüyle de alakalanmazlar.
Bizanslılar, on dördüncü asrın sonlarına doğru böyle bir tereddi gösteriyorlardı. Yalnız Bizanslılar mı? Balkanlar’ın etrafında yaşayan kütleler de aynı ruh uyuşukluğu, aynı ahlak bozukluğu içinde bulunuyorlardı. Şövalöresk (Chevaleresque) bir hayat geçirmeye yeltenen Orta ve Garbi Avrupa milletleri de Balkanlılardan farklı bir vaziyet sahibi değillerdi. Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de kadın parmağı haileler yaratıyordu. İmparatorlar, krallar peri kılıklı kadınlara uşaklık ediyordu. Dinî tahakkümler, kilise rezaletleri de bu umumi ahlaksızlık arasında ayrıca evler yıkıyor, ocaklar söndürüyordu.
İşte Kara Abdurrahman’la Sevindik böyle günlerde bir Bizans kumandanının, Dimetoka mıntıkasını babadan, dededen kalma bir malikâne şeklinde tasarruf eden bir asilzadenin evine kabul edilmişlerdi. Türk kuvvetlerinin Marmara sahillerinden garba doğru adım adım yayıldıkları, Şarki Trakya’yı ellerine geçirmiş gibi oldukları bir sırada o kumandan, kalesinin sağlamlığına güvenerek, zevk içinde, safa içinde yaşıyordu. Bu asil adam, güzel karısını uyuttuktan sonra kaleyi teftiş etmek bahanesiyle evinden çıkar, gündüzden peylenmiş kızlarla buluşur, sabaha kadar cümbüş yapardı.
Düşmek ve elden çıkmak sırası kendi kalesine geliyordu. Marmara’yı geçen Türklerin Meriç önünde durmayacakları apaçık görünüyordu. Fakat krallar gibi müstakil yaşayan kumandan cenaplarının bu noktayı düşündüğü yoktu. Yeni aşklara bel bağlayarak, kucaktan kucağa geçerek sarhoş bir ömür yaşıyor ve gün geçtikçe büyük tehlikeyi unutuyordu.
İdare olunanların idare edenlere uyması kadar tabii bir keyfiyet olamaz. İradesine gem takılmış milletlerde bu tabii keyfiyet, hayati zaruret hâlini alır ve halk, yüksek tabakanın yürüyüşüne ayak uydurur. Bizanslılar da saraylardan kiliselere kadar bulanık bir su gibi dalga dalga taşıp gelen gülüp oynama, çalıp çırpma ahengine uyuvermişlerdi. Şu farkla ki yüksektekiler dolu mideyle eğleniyorlardı. Berikiler boş midelerini ahmak kahkahalarla doldurmaya savaşıyorlardı. Ekmek azdı, aşk çoktu. Yüz binlerce insan, beşerden ayrı ve beşere aykırı bir küme mahluk gibi, yalnız aşkla tegaddi ediyordu.[13 - Tegaddi etmek: Gıdalanmak, beslenmek. (e.n.)] Vatanlarının parça parça ve boyuna elden çıkmasına ağlayan yoktu. Lakin gecesini, herhangi bir sebeple, eşsiz ve oynaşsız geçiren kadınların vaveylası kaldırımları yıkardı. Dimetoka’da da aynı hâl, aynı bulanık su, aynı çılgın hayat vardı.
Kara Abdurrahman öteden beri bütün içyüzünü görüp incelediği, her yanını kantara vurup tarttığı bu kokmuş yaşayışın, umumi bir ölüme kılavuzluk eden bu çılgın zevk severliğin yeni bir bürhanını[14 - Bürhan: Delil. (e.n.)] Madam Mari’nin bakışlarında okumuş oldu. Kendi oğluyla sahte dilsizi önüne katarak kale duvarından salına salına ayrılan Mari, o güzel kadın, merdivene ayağını basarken başını çevirmiş ve Bizanslığın o asırdaki hüviyetini bir bakışında toplayarak Türk delikanlısını uzun uzun selamlamıştı. Abdurrahman, sönmez bir ışık hâlinde yakıcı bir kucaklama tesiri yapan bu haris bakıştan ihtiyarsız irkildi, hafifçe kaşlarını çattı ve için için söylendi:
“Kahpe bakmıyor, ısırıyor. Ayağımı denk almazsam iş sarpa saracak!”
Kumandan, karısının ayrılması üzerine düzme Dimitriyos’a emir verdi:
“Bahçede yatıp kalkarsın, bahçıvana yardım edersin. Ekmeğin aslan ağzında kaldığı günlerdeyiz. Bir ye, bin şükret, işine mukayyet ol!”
Üç beş dakika sonra bir uşak, Kara Abdurrahman’ın önüne düşmüş ve onu yamak olarak yanında çalışacağı bahçıvana teslim etmişti. Büyücek ve şık bir evi dört taraftan kucaklayan bahçe, delikanlının hoşuna gitti. Renk renk çiçekler, büyük küçük birkaç havuz, göz okşayıcı kameriyeler, keyif ehli kumandanın iyi yaşadığına şehadet ediyordu.
Beyaz sakallı bahçıvan, kendi eline ve emrine bırakılan genç köylüyü şöyle bir süzdü.
“Hoş geldin arkadaş.” dedi. “Çiçekten anlar mısın?”
“Hayır!”
“Kadından?”
“Hayır!”
“O hâlde arkadaşlığımız az sürecek. Bu bahçeye gelen erkek yeni yeni çiçekler yetiştirmeyi ve onları yerinde, zamanında evin madamına takdim etmeyi bilmeli. Hünerin tükendiği gün rızkın da kesilir. Senin rızkın galiba bugünden kesik!”
“Ben kendim bu işi istemedim. Onlar layık gördüler.”
“Layık gören -işte istavroz çıkarıp yemin ediyorum- muhakkak ki madamdır. Boyunu, posunu iyi bulmuştur. Gözlerini beğenmiştir. Pazularına imrenmiştir. Fakat çiçekten anlamadığın gibi kadından da anlamadığın gerçekse iş değişir. Kokusuz gül gibi görgüsüz erkeğin de bu evde yeri yoktur.”
“Ekmeğimi elimden kaçırmamak için ne yapmalı?”
“Bana candan, yürekten bağlanmalı. Yani bahçeyi temiz tutmalı, çiçekleri güzel sulamalı, göstereceğim her işi yapmalı, beni bu yaşta didinmeden kurtarmalı.”
“Her dediğinizi yaptım sayınız. Ya siz bana ne iyilik yapacaksınız?”
“Her gece eline bir çiçek vereceğim, madama hoş görünmeni kolaylaştıracağım.”
“Anlamadım usta. Bahçede çalışmakla madama çiçek götürmek arasında ne münasebet var? Beni çalıştıracak sensin, madam ne karışır?”
“Bunu bu gece değilse bile yarın gece anlarsın. Dimetoka muhafızının saraylarında imrahorun vazifesi atlara bakmak değildir. Aşçının işi yemekle uğraşmak değildir. Bahçıvan yamaklarının kârı çiçek yetiştirmek değildir. Kâtibin borcu yazıyla oyalanmak değildir. Bunların hepsi sırayla, nöbetle ve gelişigüzel Madam Mari’yi eğlendirmekle mükelleftir. Atlar aç kalabilir. Yemekler yanabilir. Çiçekler solabilir, yazılar unutulabilir. Lakin imrahor, aşçı, bahçıvan yamağı, kâtip, madam cenaplarını memnun etmekte kusur işleyemezler. Çünkü onların hepsi, atlar, tencereler, çiçekler ve defterler için değil, madam için getirilmişlerdir. Nitekim sen de bana yamak olarak getirilmedin, madama hizmet için alındın.”
“O hâlde beni buraya göndermemeliydiler, içeri almalıydılar!”
“Sen daha dünyanı anlamamışsın. Kör gözün yanımızda açılacak!”
“Ne göreceğim?”
“Çok şey göreceksin ve akıllı bir adamsan bahçıvan yamaklığıyla girdiğin bu evden kudretli bir insan olarak çıkarsın!”
Kara Abdurrahman tecahül ve tegafül göstermekte devam ederek geveze bahçıvanı biraz daha söyletmek, içine girdiği evin bir kısım esrarını ilk hamlede öğrenip bu bilgiden çıkaracağı kazançları hesaplamak istiyordu. Bu sebeple alık bir köylü tavrı takınarak yalvardı:
“Beni meraka soktun usta. Bu ev tılsımlı mıdır, madamın perilerle akrabalığı mı var, bir donsuz köylüyü nasıl yüceltir? Meryem Ana başı için bana anlat!”
İhtiyar bahçıvan, göğsünün ak kıllarını karıştırarak gülümsedi.
“Ayağının tozuyla…” dedi. “bütün bildiklerimi öğrenmeye kalkışıyorsun. Dur bakalım, biraz anlaşalım. Nesin, kimsin, ne çeşit adamsın, daha anlamadım ki…”
Ve delikanlının eline bir çapa tutuşturdu:
“Haydi iş başına yavrum. Sohbetin sonu akşama kalsın.”
Türklük nam ve hesabına dillerde destan olacak bir iş görmek azmiyle tehlikeli bir maceraya atılan cesur delikanlı, mukaddes ülkü uğrunda çapa kullanmaktan değil, gübre taşımaktan da çekinmeyecek kadar fedakârdı. Dimetoka kumandanının bahçesinde adi bir ırgat gibi çalışırken kendi milletine, kendi vatanına bir hizmet yapmış olduğunu, o bahçede savurduğu çapanın her darbesinden Dimetoka Kalesi’nin temellerinde bir yara, bir delik açılacağını düşünerek gözleri parlıyor, yüreğine sevinç doluyordu. Fakat zihninde bir düğüm vardı, neşesini biraz bulandırıyordu. Bu düğüm bir yandan Sevindik’i, bir yandan bahçıvanın sözlerini hatırlatan kuvvetli bir beyin hareketinden doğuyordu. Sipahi Oyvad’ın oğlu ne yapıyordu, ne yapacaktı?.. Bahçıvan daha ne sırlar açacaktı, ne yollar gösterecekti?.. İşte çapasını toprağa sokup çıkarırken bunları düşünüyordu.
O, kaçak köylüler arasına katılarak Dimetoka’ya gelirken bütün planını Sevindik’in zekâsına ve cesaretine istinat ettirmişti. Bu zeki sipahi yavrusunun kumandan ailesine yanaştırılması, planın ruhunu teşkil ediyordu. Kaleye tırmanmak ve bu suretle dikkat uyandırmak imkânı tesadüfün yardımıyla husule gelmişti. Eğer o netice bu kadar kolay elde edilmeseydi başka çarelere başvurulacak ve Sevindik yine saraya sokulacaktı. Fakat ilk adım umulduğundan çok daha hızlı atılmış bulunuyordu. Şimdi bu adımın plana göre genişletilmesi lazımken önüne bir kadın çıkıyordu. Her şey isteyen ve her şey vadeden bu kadın, mukaddes maksat için elverişli bir alet mi olacaktı, yoksa engel mi?..
Bahçıvanın ulu orta söylediğine bakılırsa kumandanın karısı maymun iştahlı, ruh bakımından çok aşağı bir mahluktu. Böyle bir ahlaksızla temasa girişmekten hem fayda hem zarar görebilirdi. Çünkü nefsine düşkün olan dişi, pençe attığı erkeğin yakasını kolay kolay bırakmaz. Bu gibi alakalardaysa üzücü bir yapışkanlık vardır. Haris kadın, hırsına sükûn gelinceye kadar âdeta sülükleşir, haz aldığı erkekten ayrılmaz. Hâlbuki Abdurrahman, Sevindik’i idare için hür kalmaya, her türlü tarassuttan uzak kalmaya muhtaçtı.
Bununla beraber o kadına yanaşmanın faydaları da vardı. Onun dostu, yakını, yastıktaşı olmak, kumandanın can evine el atmak demekti. Bu vaziyetten, şüphe yok ki birçok suretlerle istifade olunabilirdi.
Kara Abdurrahman, elinde çapa veya kürek, bahçe tarhlarını düzeltirken, şuraya buraya toprak taşırken hep bu düşünceleri geçiriyordu. Binlerce Dimetokalı arasında ve koca bir kalenin içinde kendisiyle Sevindik, geniş bir göle atılmış iki gül yaprağına benzedikleri hâlde hatırına fena ihtimaller gelmiyordu, o gölü, bu yaprakların yavaş yavaş emip yok edebileceğine inanıyordu. Yalnız Madam Mari’ye karşı alacağı vaziyeti kararlaştıramıyordu. Ondan uzaklaşmalı mı, ona yaklaşmalı mı?.. İşte bu mesele kafasında bir düğüm olup bükülüyordu, kıvrım kıvrım kıvranıyordu.
Bir köşeye çömelen ihtiyar bahçıvan, yeni çırağın çalışmasını tecrübeli gözleriyle tetkik ediyordu. Elli yıldan beri bu işle uğraşmış, birçok kapılara girip çıkmış, sürü sürü çırak değiştirmiş olan yetmişlik adam, bu temaşa sırasında yavaş yavaş dalgınlaştı, bakışlarını delikanlının çelik pazularına dikerek derin derin düşünmeye koyuldu. Bu dalgınlık Abdurrahman’ın, gösterilen işi bitirip de yanına gelmesine, “Daha ne yapayım usta?” demesine kadar sürdü ve bu sual üzerine herifin gözleri açılarak dudaklarından kısa bir cevap döküldü:
“Artık konuşalım!”
Şu iki kelime, Abdurrahman’ı için için sevindirmişti. Fakat herifi gevezeliğe biraz daha hırslandırmak için nazlandı:
“Kollarım…” dedi. “henüz yorulmadı usta. İş gösterirsen çalışırım.”
Bahçıvan, manalı manalı ve derin derin, çırağını süzdü:
“Seni yormaya çalışırsam ben yorulurum. Nazlanma da yanıma gel, biraz çene çalalım.”
Ve Abdurrahman yanına gelince iki elini birden yakaladı, gözlerini delikanlının göz bebeklerine dikti:
“Dimitri!” dedi. “Sana bir şey soracağım, doğru cevap verir misin?”
“Elbet veririm.”
“Yemin et!”
Kara Abdurrahman istavroz çıkardı, birkaç da yemin kelimesi mırıldandı. İhtiyar, tereddüt gösteriyor, düşünüyordu. Biraz sonra, o yaşta insanların ekseriya gösterdikleri tecellüt tavrını takındı.
“Senin anan nereli?” dedi.
“Ganoslu!”
“Hiç karşı yakaya gitmiş miydi?”
“Belki gitmiştir, belki gitmemiştir, bilmiyorum. Anam öldüğü zaman ben küçüktüm.”
“Allah ananın günahlarını bağışlasın, babana da rahmet etsin. Birinden şüphe ediyorum, birine acıyorum.”
“Neden?”
“Sen Bizans çocuğu değilsin.”
Kara Abdurrahman gürültülü bir kahkaha kopardı:
“Bu nasıl söz usta. Ben Bizanslı değil de Türk müyüm?”
“Ananın bizden olduğuna şüphe yok. Fakat babanın Türk olduğuna yemin ederim.”
“Anama iftira ediyorsun usta. Gücüme gidiyor.”
“Gücüne değil, hoşuna gitsin!”
Ve birdenbire ciddileşti.
“Dimitri, Dimitri!” dedi. “Hiçbir Bizans genci senin gibi çapa sallayamaz. Deminden beri adımlarına, kollarına, gözlerine bakıyorum. Yere basışında başkalık, kollarının oynayışında başkalık, bakışlarında başkalık var. Ancak bir Türk senin gibi basar, senin gibi bakar. Ben Adreyanosluyum (Etranos). Tam kırk yıl evvel orada Türklerle çarpıştık. Hızır Bey denilen Türk’ün, bizim kumandanımızı yakalayıp tahta çember gibi bir müddet hızlı hızlı çevirdikten sonra boğarak üzerimize fırlattığını gözümle gördüm. Sen tıpkı o Hızırlara, gözümle ne olduklarını görüp sillelerini yediğim korkunç Türklere benziyorsun.”
“Elde parmak, ağızda diş neyse Türk’e de kılıç odur, derler. Mademki benim kılıcım yok, demek ki Türk değilim. Gözünü bir iyi sil de usta, rüyan dağılsın, yüreğin yerine gelsin!”
İhtiyar bahçıvan içini çekti:
“Adreyanos’tan kaçtım kaçalı kendi kendime düşünüyorum; bizim erkekleri Türk’e benzetmek çarelerini arar dururum. Ağaçları aşıladıkça, yeni tohumlar bulup yeni çiçekler yetiştirdikçe içime sızı düşer. Hızır Bey’in bizim kumandanımızı boğuşu da bir gün bile gözümün önünden gitmez. Bizim erkeklerin, bizim delikanlıların ellerini onun pençesi gibi kuvvetlendirmek için, hülya bu ya, bir sürü tedbirler tasarlarım. Benim düşündüğümü senin baban bulmuş. Ne yalan söyleyeyim, memnun oldum. Keşke bizim Kraliçe Mari de ananın tuttuğu yolu tutsa, bir Türk bulup onunla oynaşsa. Böyle yapınca belki bir Dimitri de o doğurur.”
İhtiyarın hatıraları uyanmış, geveze talakati canlanmıştı.
“Bilir misin?..” diyordu. “Türkler ne yaman adamlardır? Sanki Allah bizi çamurdan, onları çelikten yaratmış. Aramızda o kadar fark var. Biz ete düşkünüz, şaraba tutkunuz, uykuya âşığız. Onlar sade şipit (bir nevi yufka) peynir ve yoğurt yerler, ayran içerler. Yine biz çerçöpe benzeriz. Onlar demir gibidir. Ben Adreyanos’ta esir oldum, birkaç yıl Türkler arasında yaşadım. Kadın gördüm ki kocası kadar mükemmel silah kullanırdı. Çocuk tanıdım ki babasından cesurdu. O nur topu gibi kadınların ata binip yarışa çıktıklarını gördükçe ağzım sulanırdı. Sekiz on yaşında yüzü güneşten kararmış çocukların benim kaldıramayacağım kadar ağır kılıçlarla, yaylarla süslenerek, atlarının eyerlerine davullarını asarak yazın yaylaya göç ettiklerini seyrederken Türk doğmadığıma yanardım, gözlerim yaşarırdı, hayıflanırdım.”
Kara Abdurrahman’ın burnu sızlamaya başlamıştı. Yaylaya çıkış, kışlağa iniş hatıraları bütün cazibesiyle zihninde kımıldanıyordu. Ağaç dallarından yapılma altlıklarla (iskemle), her gün bol suyla yıkanan tahta masalarla süslü çadırlar gözünün önüne geliyordu. Beyaz gömleğinin kollarını sıvayarak çadırın bir köşesinde sac katmeri yapan anası, beri tarafta üzüm hoşafını kâselere dolduran kız kardeşi, ötede kilim dokuyan halası, çadır dışında neşeli neşeli kişneyen küheylanlar, medet çeken koyunlar birer birer hayalinde canlanıyordu. İhtiyar bahçıvanın ağzını kapamak, başından o yırtık kara yazmayı atıp şöyle haykırmak istiyordu:
“Ben Türk’üm herif, bana beni anlatma!..”
Fakat nefsini zorlayarak heyecanını yendi ve bahçıvana takıldı:
“Sen Türk’e gönül vermişsin. Bari din değiştirip aralarında kalaydın. Ne diye buraya geldin?”
“Halt ettim, Dimitri, halt ettim! Türk’e uşaklık yapmak bu sarayda muhabbet tellallığı yapmaktan elbette iyiydi.”
Delikanlı güya şaşkınlaştı:
“Amma yaptın usta. Burada bir işin de tellallık mı?”
“Tellallığın en koyusunu yapıyorum. Hem de parasız!”
“İşte bu tuhaf!”
“Tuhafı muhafı yok. Yetmiş yaşında bir ihtiyarın böyle bir evde barınabilmesi için o işi de yapması lazım. Ara sıra efendiye, ara sıra karısına bu yolda hizmet ederiz. İpliğimizi boyamış, yerimizi sağa çıkarmış oluruz.”
Kara Abdurrahman, Madam Mari’nin hususi hayatını uzun uzun söyletmek düşünceleri biraz gülünç olmakla beraber sezişi doğru görünen ihtiyar bahçıvanı bülbüle çevirmek istiyordu. Fakat bahçenin bir köşesinden Sevindik’le kumandan zadenin koşa koşa geldiklerini, Madam Mari’nin de arkasında bir hizmetçi kız, salına salına çocukları takip ettiğini görünce susmak zorunda kaldı. Bahçıvan da kendine çekidüzen veriyor ve fısıldıyordu:
“Gözünü aç Dimitri, madam geliyor. Hem de senin için geliyor!”
Sevindik bir iki saat içinde tamamıyla değişmişti. Yeni ve şık elbiseler, güzel kokulu bir tuvalet, çocuğun eşsiz güzelliğini bir kat daha açığa çıkarmış bulunuyordu. Kumandan zade, gürbüz sipahi yavrusunun yanında karga yavrusu gibi cılız ve çirkin görünüyordu. Fakat Sevindik kendi üstünlüğünü sezmez görünerek boyuna dilsiz şaklabanlıkları yapıyor ve küçük prensi kahkahalarla güldürüyordu.
Çocuklar bahçıvanla yamağının yanına gelir gelmez Sevindik koştu. Üstüne giydirilen ipekli kaftanı, ayağındaki pabuçları Kara Abdurrahman’a gösterdi ve sonra onun kirli gömleğine, çıplak ayaklarına işaretle acımak tavrı aldı. Daha sonra bahçıvanın karşısına dikilerek maskaralığa başladı. Kumandan zade de ihtiyar adamın yüzündeki buruşuklukları sayar görünen Sevindik’e bakıp el çırpıyordu, “İyi say, iyi say.” diye bağırıyordu.
Kirya Mari bu neşeli çırpınışlar arasında geldi, Sevindik’in maskaralıklarını ve oğlunun tebessümlerini alkışladı, sonra Kara Abdurrahman’a sordu:
“Nasıl, Dimitriyos, bahçeyi beğendin mi?”
“Size layık bir bahçe madam. Allah safanızı artırsın.”
“Bahçıvanımı nasıl buldun? Biraz ihtiyardır ama tanımadığı tohum, bilmediği çiçek yoktur. Eşi az bulunur.”
“Sözü de sohbeti de tatlı. Konuşurken ağzından bal akıyor.”
Mari güldü:
“O balı tatmadım. Yalnız ustalığını ve her işe gelir bir adam olduğunu bilirim. Seni çarçabuk kendine ısındırdığına memnun oldum. Başka bir vazife alıncaya kadar sıkılmazsın.”
Sevindik o sırada bahçıvanın göğsündeki beyaz kılları birer birer koparıp kumandanın oğluna vermekle meşguldü. Canı yanan ihtiyar bu tatsız şakadan yakasını kurtarmak için madama şikâyet etti:
“Bu dilsiz de nereden çıktı? Az daha gayret etse beni kılsız bırakacak, uyuz eşeğe çevirecek. Emrediniz de uslu dursun.”
“A, sen işitmedin mi? Bu dilsiz, hüner kumkumasıdır. Kale duvarını tırmanarak aştı. Biz de kendisini oğlumuza maskara tayin ettik. Dimitriyos’un yeğenidir. Ne yaparsa yapsın, aldırma.”
“İyi ama madam, kıllarımı yoluyor.”
“Sana kılın ne lüzumu var, varsın yolsun!”
Şimdi arkasını ihtiyara çevirmiş, Kara Abdurrahman’ı, bir kitap okur gibi, dikkatle süzmeye girişmişti. Delikanlı bu derin bakışların manasını anlamıyormuş gibi kayıtsızdı. Kirpiklerini oynatmadan, yüzüne küçük bir seziş izi çizmeden put gibi hareketsiz duruyordu. Hâlbuki kafası yaman yaman işliyordu. Zevk düşkünü, ahlak yoksulu ve şehvet delisi olduğu söylenen dışı güzel, içi çirkin kadının kendisine ne yolda açılacağını düşünüyordu. Bir yandan da ona karşı alacağı vaziyeti tasarlıyordu. Kadının melahatini[15 - Melahat: Güzellik, yüz güzelliği. (e.n.)] takdir etmiyor değildi. Fakat hüviyetinden iğreniyordu.
Mari’nin güzelliği biraz eksik, cazibesi biraz noksan olsa, lakin ahlakı mazbut bulunsa bu iğrenişten uzak kalacaktı. Ezilmesi, yok edilmesi icap eden bir adamın eşi olmasına rağmen şu kadın için yüreğinde düşmanlık duygusu yoktu. Yalnız, onu iğrenç buluyordu ve bu, ihtiyar bahçıvanın sözlerinden ileri geliyordu.
Bununla beraber o evde bulunduğu müddetçe her şeye tahammül etmek lazım geldiğini unutmuyordu. Küçük bir sendeleyiş kendisini ve bilhassa Sevindik’i tehlikeye düşürebilirdi. Gerçi mukaddes maksat uğrunda ölmek haritada yazılıydı ve böyle bir ölüm, şahsı için büyük bir şerefti. Fakat Sevindik’in hayatını muhataraya koymak istemiyordu. Buna, hakkı da yoktu. Onu sergüzeştler içinde öldürtmek için değil, tecrübeli bir savaş eri olarak yetiştirmek için babasından almıştı. Bu sebeple, Madam Mari’nin kahpeliğinden iğrenti göstermemek, yanlış adım atmak zorunda kalmamak kendisi için pek lazımdı. Kıtalar başında bulunup kumanda etmek, her yerde hürmet görmek hakkını taşırken tek başına büyük işler başarmak emeliyle tehlikeli bir yola girdikten ve aynı emel uğrunda çapa sallayıp toprak taşıdıktan sonra bir sütü bozuk kadının lekesinden teessüre düşmek de zaten manasızdı.
Kara Abdurrahman bu mülahazaları yürütürken Madam Mari de temaşasını bitirdi.
“Dimitriyos!” dedi. “Beri gel!”
Delikanlı yaklaştı. Çıplak ayaklarının parmakları Mari’nin sırma işlemeli mavi terliklerine değecek kadar ilerledi. Kadın, yüz yüze ve nefes nefese gelişin hazzıyla birden sarhoşlamış gibiydi, mırıldanıyordu:
“Biraz daha, biraz daha!”
Kara Abdurrahman’ın gözleri, ihtiyarsız, üç adım ilerideki ihtiyara kaydı. Herif, Sevindik’in soktuğu bir tutam otu ağzından çıkarmaya çalışıyor ve ak kıllara karışan yeşil otlar, ipekler arasında oynaşan tırtılları andırıyordu. Kumandan zadenin kahkahaları, Sevindik’in şaklabanlıkları, ihtiyar bahçıvanı sinirlendirmekle beraber gözü, madamın üzerindeydi. Çırağının kendine baktığını görür görmez manalı bir işaret yaptı ve ağzındaki otlardan bir tebessüm işledi.
Kara Abdurrahman “Mübarek olsun!” mefhumunu gösteren bu tebessümlü işaret üzerine belli belirsiz kızardı. O, iki çocukla bir ihtiyarın ve genç beslemenin önünde kendisini ta burnunun dibine sürükleyen kadında hayâsızlığın, pervasızlığın en yüksek haddini görüyordu, iç bulantısına tutuluyordu. Fakat kadın, âdeta sarhoştu. Kirli gömlekli, çıplak ayaklı bahçıvan yamağının mevzun endamından bir şeyler, haz kelimesiyle de ifade olunamayacak kadar bir şeyler teneffüs ediyordu.
Gözlerini bu mahzuz saniyelerde kapalı tutan Mari, biraz sonra kendini topladı.
“Şimdi git.” dedi. “Bana bir demet çiçek getir!”
Delikanlı hayretle hiddet arasında bocalayarak yürüdü. Çeşit çeşit çiçeklerden birer, ikişer kopararak demet yapmaya girişti. Eli bu işle meşgul olurken dudakları da boyuna bir iki cümle mırıldanıyordu:
“Aman kara oğlan, ayağını denk bas. Bu avrat yaman avrat!”
Yaratılışındaki inceliğin yardımıyla gerçekten zarif bir biçimde hazırladığı buketi sunarken çocuklar da ihtiyar bahçıvanı azat etmiş, Madam Mari’nin yanına gelmiş bulunuyorlardı. Sevindik, amcasının yırtık gömleğini kadına göstererek ve kelimelerden kuvvetli işaretler yaparak yalvarıyor, onun da kendisi gibi giydirilmesini istiyordu.
Mari, şen ve zeki çocuğun bu dilsiz şefaatini mühimsemedi.
“Olmaz İlya.” dedi. “Amcan böyle gezecek. Çünkü onun kıymeti biraz da kıyafetindedir!”
Ve sonra Abdurrahman’ın getirdiği demeti gözden geçirdi.
“Evyesu (aferin) Dimitriyos.” dedi. “Elin işe yarıyor. Sana iyi hem de çok iyi bakmasını ustana tembih edeceğim.”
Artık gidiyordu. İhtiyar bahçıvan, yavaş sesle söylenen emirleri işitmek için zayıf boynunu ileri uzata uzata madamının arkasına takılmıştı. Hizmetçi kız, onun biraz gerisinde yürüyordu. Kumandanın oğluyla Sevindik, Abdurrahman’ın yanında kalmışlardı. Küçük sipahi, öbürlerinin uzaklaşmasıyla beraber sıçradı, delikanlının başındaki kara yazmayı aldı. Mari’yle hizmetçilerin yürüdükleri istikametin aksine koşmaya başladı. Kumandan zade, soytarısının bu yeni oyununu el çırparak alkışlarken Abdurrahman da Sevindik’i kovalıyordu. Yirmi otuz adım ileride ve bir ağaç kümesi arasında Sevindik yakalanmış gibi göründü ve yazmayı Abdurrahman’a verirken fısıldadı:
“Emmi diyeceğin var mı?”
“Bugünlük yok.”
“Ben evin her tarafını gezdim, deliğini gediğini hep öğrendim.”
“İyi yapmışsın. Her gün bahçeye gelmeyi sakın unutma.”
Biraz sonra çocuklar da şakalaşarak, gülüşerek uzaklaşmışlar, ihtiyar bahçıvanla Kara Abdurrahman baş başa kalmışlardı. Usta ve çırak garip bakışlarla bir müddet birbirlerini süzdüler, sessiz durdular. Biri sormaktan, öbürü söylemekten çekiniyor gibiydi. Nihayet geveze ihtiyar, ağzını açtı.
“Müjde.” dedi. “Madam seni görmeye gelecek!”
“Beni görmeye mi gelecek? Niçin?”
“Onu kendisinden öğrenirsin. Ben yalnız müjde veriyorum.”
“O, koca bir madam. Bu sarayın sahibi, büyük isterato pedarklardan[16 - İsterato pedark, eski Bizanslılarda başkumandan, serdar demekti. (y.n.)] birinin karısı. Ben kirli bir bahçıvan yamağıyım. Öyle bir kadın bana ne öğretebilir ki?”
İhtiyar, zarif bir tarhın kenarına çömeldi:
“Seni hoş gösteren biraz da kirliliğindir!”
“Kirliliğim mi usta?.. Bizim madam pislikten mi haz alır?”
“Evet. Onun tabiatı böyledir. İltifat edeceği adamın kirli olmasını ister.”
“Vallahi tuhaf. Hiç böyle şey işitmemiştim.”
“Senin yaşındayken ben de işitmemiştim. Sonra neler gördüm neler!.. Fakat bu madam, bütün gördüklerime taş çıkarttı, bana da parmak ısırttı. Yalnız sana bir öğüt vereyim: Madama sakın gönül verme!”
“Öğüde ne hacet usta. Bir uşak parçası, hanımına gönül verir mi?”
“Gönül arsızdır oğul. Güllüğe de düşer, çöplüğe de. Hele erkek yüreği kara sinek gibidir. Konmadığı yer yoktur.”
“Şu sözüne bakıyorum da kendimi şu eve uşak değil, güvey gelmiş sanıyorum. Beni güldürme Allah’ını seversen!”
“Bildiğimi, sezdiğimi söylüyorum. Aslan yapılı bir delikanlısın ama görgün kıt. İnsan, senin yaşında, kadınları melek zanneder. Biraz sonra o meleklerin içyüzünü görmeye başlar, benim yaşıma gelince de kadın ismini ağzına almaz olur. Bizim kadınlardan bahsettiğimi anlıyorsun, değil mi?.. Onlar, bizim dişilerimiz, şeytanın piçleridir. Buna inanmalısın. Hele Madam Mari! O, piçlerin de piçidir.”
Ve birdenbire sözü değiştirerek sordu:
“Darılma ama siz familyaca Türk’e aşılanmışsınız. Bu dilsizin de babasının Türk olduğuna yemin ederim.”
“Senin gözün her yerde Türk görüyor usta. İlya’nın babası benim kardeşimdi.”
“Senin, babası Bizans köylüsü olan kardeşin değil, Bizans imparatoru dahi böyle çocuk yetiştiremez. Daha yedi yaşında ya var ya yok. Parmakları çelik gibi. Benimle şakalaşırken tuttuğu yeri çürütüyordu.”
“Sen ihtiyarsın, çabuk inciniyorsun.”
“Kumandanın oğlu da öteme, berime yapışıyordu. Fakat acı vermiyordu.”
“Biz köylüyüz, o prens!”
“Onlarda Bizans, bizde Türk kanı var, desen daha doğru. Her neyse. Sana madamın emrini söyleyeyim. Bu gece fıskiyeli havuz yanındaki kameriyede kendisini bekleyeceksin!”
Abdurrahman, iki elini yüzüne kapadı ve mırıldandı:
“İstemem, istemem!”
“Senin isteyip istememenin ehemmiyeti yok. O, istiyor ya, kâfi. Yalnız, öğüdüm kulağında kalsın: Elini ver, gönlünü verme!”
İhtiyarın “müjde”si doğru çıktı. Madam Mari gece yarısı kameriyeye geldi. Üstüne beyaz ipekten ince bir maşlah almıştı, aynı kumaştan bir örtüye bürünmüştü. Çıplak ayağıyla, yırtık gömleğiyle orada kendini bekleyen delikanlıyla yüz yüze gelir gelmez, eşini bulan dişi geyik gibi, kısık bir ses çıkardı, tuhaf bir homurdanışla onu yakaladı, kameriyenin bir köşesine sürükledi.
Şimdi o homurtular kelimeli bir şekil almıştı ve Abdurrahman’ın kulağına ılık, çok ılık bir sual akıtıyordu:
“Dimitriyos, güzel Dimitriyos, beni seviyor musun?”
Delikanlı bu sözleri işitmemiş gibi susuyordu. Mari, kameriyenin tatlı bir serinlik püsküren munis karanlığı içinde iki dilber ateşböceği gibi parlayan gözlerinin fosforunu uzun müddet onun durgun yüzüne döktü, sonra üstünden maşlahı ve başından örtüyü attı, topuklarını döven saçlarını dalgalandırdı, kollarını gümüş bir çelenk gibi başının üzerine kaldırdı, kıvrak bir devir yaptı ve alevli bir sesle sordu:
“Beğendin mi Dimitriyos, güzel miyim?”
Abdurrahman’ın gözleri kapalıydı. Gece ve kameriyedeki siyahlık, Bizans güzelinin yarattığı günahkâr fecri, o renk renk pırıltıları örtemiyordu. Delikanlı da ihtiyari bir körlüğe bürünüp bu uğursuz güzele karşı yabancı kalmak istiyordu. Gençti, kuvvetliydi ve erkekti. Ayrı ayrı birer meziyet olan bu şeyler şimdi ayrı ayrı birer tehlike oluyordu ve mert delikanlı zelzeleye uğramaktan korkuyordu. İşte bu korku, vazife hatırlatan vicdani bir işaret gibi onu ayakta tutuyordu.
O, sipahi Oyvad Bey’in küçük oğluyla birlikte bu kasabaya, bu şöhretli düşman kalesine süfli sahnelerde rol almak için gelmemişti. Mari değil, dünyalar güzeli bir kadın önüne çıksa iradesini muzaffer tutmaya mecburdu. Aldığı terbiye, taşıdığı akide de böyle davranmasını emrediyordu. Lakin tabiat, zalim ve müstehziydi. Bir kadının, günaha düşkün ve günaha âşık bir kadının, kendisini ılık bir rüzgâra kaptırarak meçhul akıbetlere sürüklemesini bu tabiat kolaylaştırmak istiyor gibi görünüyordu. Delikanlı bu durumda, körleşmekten başka çare bulamıyordu, gözlerini kapayarak nefsini, yanı başında yanan ateşten korumaya savaşıyordu.
Kadın, hale ile örtülü bir ayın fırıl fırıl döndüğü zehabını uyandıran kıvrak hareketlerini tekrarladı ve aynı suali inledi:
“Güzel miyim Dimitriyos, beni beğendin mi?”
Körlük tehlikeyi perdelese bile, sesi yakıcı tesirini yapıyordu. İstemeye istemeye iç ezilişi geçiren Abdurrahman, cevap vermekten yine çekiniyor, fakat sabaha kadar dilsiz kalamayacağını da anlıyordu. Ne yapmalı, bu uçurumdan nasıl kurtulmalıydı?.. Bir mucize, bu vaziyeti kökünden değiştirecek ilahi bir mucize lazımdı. Hâlbuki o, mucizelerin yalnız zekâdan doğduğunu bilen bir Türk genciydi. İnsanların ancak insani kuvvetlerle idare olunduğuna imanı vardı. Ne yerlerin altından ne göklerin üstünden, beşerî işlere müdahale olunmadığına tam bir kanaat besliyordu. Bu sebeple, göze görünmeyen âlemlerden yardım umamazdı.
Kara Abdurrahman, üzücü bir buhran içinde, sualine müspet ve uysal cevaplar bekleyen Kirya Mari de yakıcı bir heyecan içinde sallanırlarken toprağın derinliklerinden çıkar gibi görünen boğuk ve heybetli bir sada duyuldu:
“Lanet, lanet, lanet!”
Mari’nin gergin sinirlerinde, bu ses gürler gürlemez, bir ihtilaç belirdi, rengi uçtu, titreyen dizleri kıvrıldı, dudaklarından birkaç kelime döküldü:
“Oh, Aya Marya, bana acı!”
Beş saniye evvel çılgın bir ihtiras içinde tenine tasarruf edilmesi için yalvaran, beyaz alevden bir sütun gibi kıvır kıvır kıvrılan kadın, şimdi derin bir dehşete kapılmıştı, ismini taşıdığı azizenin mevhum varlığından yardım dileniyordu. Biraz önce boyuna fosfor döken gözlerden şimdi yaş sızıyordu.
Abdurrahman’ın hâli, kadınınkinden daha acıklı gibiydi. O heybetli sadayı duyar duymaz, bu cesur genç de diz çöküvermişti, tıpkı Mari gibi Ortodoks Kilisesi ulularından yardım istiyordu, yanık yanık yalvarıyordu:
“Benim suçum yok, Aya Dimitro. Bana ilişme, Aya Dimitro!..”
Şehvetten dehşete geçen kadın, ateşin küle dönmesini andırır ve bir kuvvet olmaktan çıkar. Mari de öyleydi, şulesi sönmüş mum gibi bitkindi. Fakat ne o ne de Abdurrahman, şu tehlike haykıran yerden savuşmayı düşünmüyorlardı, düşünemiyorlardı. Toprak altından yüzlerine savrulan lanetler her ikisini de hem korkutmuş hem sersemletmiş olmalı ki, ölüleri yardıma çağırmaktan başka bir şey yapamıyorlardı.
Uzun, hayli uzun bir zaman sonra Mari, Abdurrahman’dan önce, aklını başına toplayabildi, sekiz on istavroz çıkardı, muzdarip bir telaşla ayağa kalktı, maşlahını acele acele sırtına, örtüsünü de gelişigüzel başına geçirdi.
“Aman!” dedi. “Çıkalım, bu uğursuz yerden çıkalım!”
Abdurrahman, henüz kendini toplayamamış gibi dizüstü duruyor ve yine Aya Dimitro’yu sayıklıyordu. Mari’nin ikinci bir ihtarı üzerine başını kaldırdı, bön bön kadının yüzüne baktı. Bu bakışlarıyla, beşerden üstün kuvvetlerin elinden nereye kaçılabileceğini soruyor gibiydi. Mari, dudaklarındaki titremeyi dişleri arasına alıp çıtırdata çıtırdata yeni baştan inledi:
“Kaçalım, buradan kaçalım.”
Belki o, tekin olmayan bu şeametli[17 - Şeamet: Uğursuzluk, kademsizlik, nuhuset. (e.n.)] yerden uzaklaşıp başka bir vuslat köşesi arayacaktı. Onları telin eden büyük kuvvet de bu günahkâr maksadı sanki anlamıştı. Zira mahut ses, o boğuk ve heybetli ses, bir daha gürledi:
“Suçlular geberecektir!”
Mari, ikinci defa olarak yere diz çökerken, Abdurrahman fırladı, çığlıklar kopara kopara kameriyeden uzaklaştı. Mari de bir lahza sonra aynı şeyi yaptı, dizleri büküle büküle evin yolunu tuttu. Eğer kaçış istikametini Abdurrahman’ın kulübesine doğru çizmiş ve onun ardından gitmiş olsaydı, yirmi otuz adım ileride genç adamın ciddileştiğini, o korkunç sesin, fakat yumuşayarak, bu sefer onun dudaklarında belirdiğini ve “Aferin kara oğlan, iyi yaptın.” kelimelerini üfürdüğünü işitirdi. Lakin o, meçhul kuvvetlerin saçlarına yapışarak kendini yılanlarla, ejderhalarla, gulyabanilerle dolu uçurumlara sürükleyeceklerini, boynuna kızgın gerdanlıklar takılacağını, etine ateşten çiviler sokulacağını kuruntulayarak ve bu vehmin tazyikiyle zangır zangır sarsılarak yatağını aramıştı.
Biraz sonra o yumuşak ve güzel kokulu yatağın içindeydi. Genç ve dinç bahçıvan yamağını artık düşünmüyordu. Bütün şamdanları yaktırarak, hizmetçisinin ellerine sarılarak bu maceradan ruhuna bulaşan izleri unutmaya çalışıyordu.
İhtiras delisi kadın, küçüklüğünden beri işlediği sayısız aşk günahlarının azabını ilk defa olarak duyuyor ve din ulularının bu zincirleme günahlardan artık gazaba gelip kendini cezalandırmak istediklerine inanıyordu.
Hizmetçi kız, her gece tenezzühünden mesut bir yorgunlukla, sarhoş bir neşeyle dönen madamın bu geceki perişan hâlinden şaşırmış olmakla beraber, bir şey soramıyor, onun ellerini ovuşturmakla iktifa ediyordu.
Beri tarafta, Abdurrahman kulübeye girmiş, bıyıklarını, tatlı bir şeymiş gibi, eme eme uykusunu dağıtarak kendini bekleyen ustasıyla birleşmişti. İhtiyar bahçıvan, tahmin ettiği vakitten çok evvel geri dönmüş olan yamağını görür görmez telaş gösterdi.
“Evlat…” dedi. “Erken döndün. Ters bir iş yapmış olmayasın?”
Abdurrahman, korkuyormuş gibi görünerek sesinde titremelerle cevap verdi:
“Baskına uğradık usta, baskına. Az kaldı ki oradan ölümüz çıksın!”
“Amma yaptın ha! Bizim sarayda baskın, ağaçta balık gibi bir şey olur. Sizi kim basar ki?”
“Cinler, periler, evliyalar bastı!”
“ Gevezeliği bırak da doğru söyle. Niçin erken döndün?”
Abdurrahman vakıayı anlattı. Duyulan sesleri hikâye ederken baygınlık geçiriyormuş gibi davranıyor, “Aman Allah’ım, sana sığındım!” tekerlemeleriyle ellerini yüzüne kapıyordu. İhtiyar bahçıvan bu ustalıklı masalı dikkatle dinledi.
“Tuhaf şey!” dedi. “Bu periler, bu evliyalar kaç yıldır neredeydiler? Seyislerin, kâtiplerin, uşakların kameriyeleri boş bıraktıkları gece yoktur. Eğer her ziyaretten bir yadigâr kalmak mümkün olsaydı Kir-ya Mari’nin bugün bir orduluk evladı olurdu. Yer altındaki evliya efendiler yıllarca sabrettiler de bu gece mi kızdılar? Yahut o işler evvelce namuslarına dokunmuyordu da bu gece mi dokundu?.. Bunda bir düzen var!”
“Ne düzeni olur usta?.. Dizlerimin bağı hâlâ çözük. Yüreğimin gümbürtüsü hâlâ coşkun.”
İhtiyar, ak bıyıklarını bir daha ve bir daha emdi.
“Hele bakalım…” dedi. “Gün doğsun. Madam görünsün. Onu da dinledikten sonra düşünürüm. Bu işin aslını meydana çıkarırım.”
Her devrin, malum olduğu üzere, vicdanlar ve idrakler üzerinde hâkim itikatları vardır. Bu itikatlar, garip istihaleler geçirerek, asırdan asra intikal etmektedir. Aciz ve vahşi olan ilk insan “meçhul korkusu”nun zoruyla bir şeyler düşünmüş ve birtakım akidelere vücut vermiştir. Ölümle rüyanın hakikatini anlayamamaktan doğan bu akidelerden gitgide periler, cinler, cadılar ve hortlaklar üredi. Medeniyet ilerledikçe, içtimai müesseseler genişledikçe bu itikatları da şekillerini değiştirdi, zehirli örümceği mabut, o örümceği bir hamlede yiyiveren herhangi bir kuşu Allah tanımaktan ibaret olan totemizm, yavaş yavaş yerini paganizme bıraktı ve o vakit bir marangozun, bir heykeltıraşın yaptığı putlara, yapanlar da beraber olmak üzere, kütle kütle insanların taptığı görüldü.
Efsaneler devri, paganizme bağlıdır ve o dalalet manzumesinin parlak bir sayfasıdır. Lakin zaman geçtikçe o devrin de cazibesi söndü, “Allah birdir!” akidesine dayanan dinler zuhur etti. Bütün bu istihaleler, bu değişiklikler arasında kâhinlik, sihirbazlık, üfürükçülük, cincilik de devir devir insanların idrakine ve imanına tesirler yaptı, bugünkü ispirtizma şarlatanlığı da o istihalelerin son şekillerinden biridir. Kirden bit çıktığı gibi, cehlin beslediği vehimlerden de münasebetsiz akideler türer. Bu batıl görüşler ve inanışlar arasında Orta Çağ idrakine hâkim olan şekil, “iyi ve fena ruhlar” akidesidir. Üfürükçülük, sihirbazlık da o itikada bağlı olan kazançlı sanatlardır. Güneşte, ayda, fırtınada, yıldırımda rabbani bir mahiyet gören eski insanlar gibi, Orta Çağ halkı da her hadise ve her vakıada, hastalıklarda ve iyiliklerde ruhi bir mahiyet buluyorlardı. Ölülerden yardım ummak işte bu görüşten ileri gelmedir. O devirde ölülerin diriler üzerindeki nüfuzu pek mühimdi. Krallardan, imparatorlardan ziyade izi, tozu kalmamış, toprağa karışmış insanlardan korkulurdu.
Bu sebeple, kameriyede işitilen sesten Madam Mari’nin korkması, titreye titreye yerlere kapanıp Aya Maryalardan merhamet dilenmesi gayet tabiiydi. Fakat ihtiyar bahçıvanın bu hikâyeye inanmaması garipti. Yaş ve fikir seviyesi, onun Mari’den daha derin bir kanaatle bu hadisenin doğruluğuna inanması ve büyük ruhların o gece galeyana gelerek günahkârları telin ettiklerine iman getirmesini icap ederdi. Hâlbuki o, tereddüt gösteriyordu ve bu işte oyun olduğunu söylüyordu.
Abdurrahman, ustasının gösterdiği şüphelerden hoşlanmamakla beraber sesini çıkarmadı, kısa bir düşünceden sonra yatağına uzandı, horlamaya başladı. İhtiyar da onunla beraber gözlerini kapamıştı, rüyalar görmeye girişmişti.
Onların bu sessizlikleri, bu müsterih dakikaları yarım saatten fazla sürmedi, basit kulübenin içinde bir gürültü başladı. Nereden çıktığı belli olmayan bir ses, boyuna haykırıyordu:
“Yani, kalk. Aya Yani’yi dinle!..”
İlkin boğuk boğuk başlayan bu ses, gittikçe açılıyor ve kulübenin zayıf duvarlarında sezilecek kadar kuvvetli sarsıntı husule getiriyordu. Adı haykırılan Yani, ihtiyar bahçıvan, önce aldırış etmedi, rüyada bir şeyler işittiğine zahip olarak tahta kanepe üstünde yan döndü, yine uyumak istedi. Lakin amir ses yine gürledi:
“Yani, kalk. Aya Yani’yi dinle!..”
Bahçıvan, adını taşıdığı din ulusundan başlayarak, ne kadar aziz varsa hepsine ağız dolusu küfür basmak ve sakatlanan uykusuna tekrar kavuşmak azmiyle gözlerini sımsıkı kapadı, dişlerini gıcırdattı. Fakat “Kalk, Yani. Yoksa kül olursun!” tehdidi, kelimeden yapılmış bir çimdik gibi kulaklarını incitince yerinden fırladı, yatağı içinde dizüstü gelerek etrafı, bön bön dinlemeye koyuldu.
Kapkaranlık kulübede Abdurrahman’ın iri vücudu kümelenmiş siyah bir gölgeyi andırıyordu ve delikanlının horultusu karanlığın göğsünden çıkıyormuş gibi garip tesir yapıyordu. Yani uzun bir lahza, yamağının yattığı kanepeye baktı, onun hiç falso yapmayan burun bestesini dinledi ve uykusunu darmadağın eden seslerin kulak yanılmasından ibaret olduğuna hükmetmek istedi. Uyumadan önce dinlediği hikâyenin böyle bir netice doğurduğunu sanıyor, içine düşen telaştan yavaş yavaş sıyrılıyordu.
Bu zehapla o, enikonu rahatlaşırken kulübe yeni baştan inledi:
“Yani, kalk. Aya Yani’nin emirlerini dinle!”
Kelimeler o kadar açık, ses o derece amirdi ki, bir iki saat evvel ölülerle eğlenmek, üç beş dakika evvel de kilise büyüklerine sövmek cesaretini göstermiş olan ihtiyarın bütün kabadayılığı sarsıldı, eli ayağı titremeye başladı. Şimdi, yamağının sözlerine inanmadığından dolayı, Ortodoks evliyanın gazabına uğradığına iman getirmek üzereydi. Bu sebeple istavroz çıkarıp özürler dilemeye girişti.
O, kekeleye kekeleye tövbeler ederken Aya Yani’nin derinlerden yükselen sesi yine devam diyordu:
“Aya Sergiyos, Aya Lavreziyos, Aya Nikola, Aya Teklis, Aya Andre beraberimdedir. Aya Anastasya, Aya Teodosya, Aya Teofano, Aya Marya da yanıma gelmek üzere bulunuyorlar. Git, ev sahiplerine söyle. Yarın bütün Dimetoka halkı kale dışında toplansın. Miskler, amberler yakılsın. Şehrin en güzel çocuğunun eline iki kılıç verilsin, iki de at donatılsın. Bu atların yanına bir büyük haç dikilsin. Halk, tam zeval vakti yere diz çöksün. Dualar okumaya başlasın. Meryem’in ruhu o dakikalarda Dimetokalılara tecelli edecek ve bu ruh, kasabanın kıyamet gününe kadar Türk eline düşmeyeceğini lütfen müjdeleyecektir.”
İhtiyar Yani, yetmiş senelik hayatında bu kadar sert, bu kadar tesirli bir ses işitmemişti. Adreyanos muhafızını bir kirli paçavra gibi evire çevire kale burcundan atan Hızır Bey’in heybetli sesini bile bu emirleri veren meçhul ağızdaki korkunç ahenge nispetle hafif ve zayıf buluyordu.
Bu sesin, şu haysiyetle ilahi bir ağızdan, beşerden üstün bir mahlukun dudaklarından çıktığına şüphe edilmemek gerekti. Verilen emir ise basit bir kulübeye bir sürü evliya ruhunun dolduğunu gösteriyordu. Zaten bütün Bizans âlemi, yakın bir günde gökten inecek bir meleğin bütün Türkleri derleyip toplayıp Asya’ya, İran dağlarının arkasına atacağına iman besliyordu. Bu meleğin hangi tarihte ve hangi kasabaya ineceği meçhul olmakla beraber mucizenin mutlaka vuku bulacağına inanılıyordu. İhtiyar Yani de bu hikâyeleri, bu masalları dinleyenlerden ve belleyenlerdendi. İşte, yanında dört aziz bulunduğunu ve dört azizin de gelmek üzere olduğunu söyleyen Aya Yani Hazretleri, yıllardan beri kulaktan kulağa fısıldanan bu semavi ümitlerin bir hakikat ifade ettiğini müjdelemiş oluyordu. Demek ki Türklere karşı bütün Ortodoks evliya artık seferber olmuşlardı. Bu, Bizans âlemi için büyük bir beşaretti.[18 - Beşaret: İyi haber, müjde, muştu, erim. (e.n.)]
Fakat ufak bir nokta, o dakikadaki sersemliğine rağmen, ihtiyar bahçıvanı düşündürüyordu: Aya Yani Hazretleri’nin koca Dimetoka’da haberci olarak kendisini seçmesindeki sebep neydi?.. Bu büyük aziz, doğrudan doğruya Dimetoka kumandanıyla görüşemez miydi?
En muhterem evliyadan olan bir zatın, Bizans merasimini bilmesi, daha doğrusu, asıl Bizanslıların teşrifata pek düşkün olduklarını düşünmesi lazım gelmez miydi?.. Bir bahçıvan ağzıyla verilecek haber, Aya Yanilerin değil, daha büyüklerinin de namına olsa, devletlilerce belki dinlenmeyebilirdi. Dişili, erkekli muhteşem bir maiyetle şu basit kulübeyi teşrif eden aziz hazretleri bu cihetleri niçin düşünmüyorlardı?
Bahçıvanın bu yakışıksız ve günahkâr düşünceleri evliya takımına malum olmuş olacak ki kaynağı meçhul ses gene belirdi:
“Cahil ihtiyar, düşünme. Hemen kalk, ev sahibine emrimi söyle. Mesih’in sevgili köleleri olan bizler, onun yanına gitmeyiz, onunla doğrudan konuşmayız. Çünkü o, mücrimdir. Nefsine düşkün bir asidir. Karısı da kirlidir. Ancak yarınki tecelli şerefine onların işledikleri günahları da unutmak istiyoruz. Haydi durma, vazifeni yap!”
Şimdi ayak sesine benzemeyen, fakat bir kalabalığın yürüdüğü zehabını uyandıran tuhaf bir patırtı kulübeye yayılmıştı. Evliyanın kendilerine mahsus bir yürüyüşle uzaklaştıkları anlaşılıyordu ve kulübede Abdurrahman’ın horultusundan başka bir ses duyulmuyordu.
İhtiyar Yani, terli alnını silerek ayağa kalktı. Yüksek ve mukaddes ruhlar tarafından omzuna yükletilen büyük vazifeyi ne suretle yapacağını, hele hovardalığa gitmeyip de evinde ise azametli efendisini uykudan nasıl uyandıracağını düşünmeye daldı. Kale muhafızı, kıyametler kopsa uykudan uyandırılmaya tahammül edemezdi. O, prens payesi taşımakla beraber krallar gibi müstakil yaşıyordu. Ona söz söylemek bir sürü teşrifata bağlıydı. Gecenin bir vaktinde, göklerden ve gök halkından haber getirmek vesilesiyle de olsa, kendisini uyandırmak müşküllerden müşkül bir işti.
Yetmiş yaşından sonra, Aya Yani Hazretleri’nin hatırı için dayak yemek ihtiyar bahçıvanın hiç de hoşuna gitmiyordu. Fakat o kuvvetli ses, o beliğ emir ve en son yapılan sert tavsiye de kulağından çıkmıyordu. Ölülerin heybetiyle efendisinin azametini tartıya vurunca birini öbüründen eksik bulamıyordu. Ölüler yamandı, kumandan ise yabana atılır edepsizlerden değildi. Bununla beraber işin ihmaline de imkân göremiyordu. Meryem’in tecellisi Dimetokalıların hayatıyla, necatıyla ilgili idi. Duyduğunu, işittiğini söylemediği takdirde başına umulmaz belalar geleceğinden şüphe yoktu.
İşte bu sıkıntılı durumda gözüne, horul horul uyuyan Abdurrahman çarptı. Onun, hayli uzun süren semavi hitabeleri ve hele o ayrılış patırtılarını işitmemesi tuhafına gitti. Kendisini ağır uykusundan uyandıran, ilkin titretip sonra terleten sesleri genç yamak duymamış mıydı?.. İhtiyar bahçıvan, başını kaşıya kaşıya, bıyıklarını kemire kemire, bu garip hâleti tahlile girişti. Kulübeyi teşrife tenezzül eden büyük ve gürültücü ölülerin delikanlıyı uyandırmamalarını tuhaf bularak bir hayli düşündü, bir hayli mantık muadelesi kurup çözdü ve sonunda bir tevil yolu buldu: O patırtı ve gürültülerin ancak kendilerine hitap edilen insanlar tarafından duyulabilip başkalarınca hissedilmeyeceğine ve bunun da manevi bir cilve olduğuna hükmetmişti!
Fakat bu hükümden sonra harekete geçmedi. Yamak Dimitriyos’a da şu veya bu azizin kameriyede söz söylediğini göz önünde tutarak, onu yeni vaziyete pek de “namahrem” sayılamayacağına kanaat getirdi, kendisiyle müzakerede bulunmayı tasarlayıp baş ucuna dikildi, dürte dürte uyandırdı.
“Dimitri…” dedi. “Kalk. İşler yaman!”
Kara Abdurrahman kırgın bir sesle homurdandı:
“Ortalık ışımamış usta. Bırak da uyuyayım.”
“Uyku sırası değil çocuk. Meryem Ana geliyor.”
Delikanlı, inanılmaz bir şey işitmiş gibi, yerinden fırladı, birkaç istavroz çıkardı, telaşlı telaşlı sordu:
“Nereye geliyor usta, buraya mı?”
“Gözünü sil, kulağını temizle de anlatayım.”
İhtiyar Yani, kanepesinde dizüstü gelen çırağının yanına oturdu, uykudan nasıl uyandığını, dişili erkekli birçok evliyayı yanına alıp kulübeye gelmiş olan Aya Yani’nin neler söylediğini birer birer anlattı.
“Görüyorsun ya…” dedi. “İş mühim. Şimdi bana akıl öğret. Gidip efendiyi uyandırayım mı uyandırmayayım mı? Uyandırırsam herif terstir. Sözüme inanmaz, rüya gördüğümü sanır, hiddetinden küplere biner, beni bir güzel pataklar, belki de evden kovar. Gitmesem evliya efendiler, evliya madamlar gücenecek. Meryem Ana da öğleüstü gelip kimseyi bulamayacak, darılacak. Sen, akıllı bir delikanlısın, iyi düşün, bana bir çıkar yol göster.”
“Bunun yolu molu yok ki usta. Aldığın emri yerine getirmelisin. Evliya sözü geri bırakılmaz. Efendi, eğer seni dinlemezse pişman olur. Hele kovulmaktan hiç korkma. Aya Yani seni aç koymaz, bir baltaya sap eder. Onun için düşünme, hemen eve git, efendiyi uyandır!”
İhtiyar, dalgın dalgın düşünüyordu. Çünkü göze görünen efendisini, göze görünmeyen evliyadan korkunç buluyordu. Nihayet kafasında bir mülahaza belirdi ve gözleri parladı.
“Dimitriyos!” dedi. “Sen gençsin, kuvvetlisin, dayağa benden fazla dayanırsın. Aya Yani’nin emrini efendiye sen söylesen olmaz mı?”
“Nasıl olur usta? Onlar seni münasip görmüşler, seninle konuşmuşlar, seni kendilerine vekil yapmışlar!”
“Ben de seni vekil yapıyorum. Efendiye bu haberi sen götür!”
“Beni bir güzel dövsün, sonra da kovsun. Öyle mi?”
“Belki döver ama kovmaz. Çünkü madam sana şefaat eder!”
“Haydi hatırın için gideyim, dayağı da yiyeyim. Fakat Aya Yani’yle arkadaşları sana da bana da gücenmezler mi?”
“Neye gücensinler? Sözlerini yerine getiriyoruz. Gönülleri hoş olsun diye dayak yemeyi de göze alıyoruz. Daha ne isterler?”
“Efendiden değil ama ben onlardan korkarım.”
Kara Abdurrahman bu sözü henüz söylemişti ki ihtiyarın pek iyi tanıdığı mahut ses, yine kulübenin duvarlarında belirdi:
“Korkak Yani’yi vekâletimizden azlettik, yerine, ey Dimitriyos, seni nasbettik. Haydi git, prensi uyandır, emrimizi bildir!”
İhtiyar bahçıvan, hayli korkmakla beraber yüreğinde bir sevinç duymaktan da geri kalmadı. Evliyayı gücendirdiğine, küstürdüğüne müteessirdi. Fakat efendisinden dayak yemek ve evden kovulmak tehlikesini Dimitriyos’a ciro edebildiğinden dolayı memnundu. Kilisede tövbe ederek, mum yakarak, papazlara yalvararak bütün günahları gibi şu günahını da affettireceğini umuyor ve müteselli oluyordu. Bu sebeple, ses kesilir kesilmez yamağının yakasına yapıştı:
“Haydi, durma, Aya Yani’yi gücendirmeyelim.”
Biraz sonra, Kara Abdurrahman bahçeye geçmişti, hizmetçileri uyandırarak efendiyi hemen görmeye mecbur olduğunu söylemişti. Durumu gayet ciddiydi, sesi çok kuvvetli çıkıyordu. Hizmetçiler onun bu tavrından enikonu telaşa düştükleri için “Ne var, ne oldu?” gibi suallerle kendisini sıkıştırıyorlardı, sır çalmaya savaşıyorlardı.
O, bütün bu sualleri omuzlarını silkerek cevapsız bırakıyor; itaat telkin eden hâkim bir sesle maksadını tekrarlıyordu:
“Durmayın, efendiyi kaldırın!”
Madamın sırdaşı, aşk oyunlarında yardımcısı olan kız da delikanlının başına toplanan hizmetçiler arasında bulunuyordu. Bu kız, madamın korku içinde titreye titreye yatağa atılışıyla bahçıvan yamağının şu vakitsiz gelişinde bir münasebet tevehhüm ettiğinden, efendiden önce karısına haber verilmesini münasip gördü ve hemen yukarı koşarak, uykusuz gözlerinde bahçedeki hadisenin izleri nemlenen Madam Mari’ye keyfiyeti bildirdi. Sinirleri henüz yerine gelmeyen, duyduğu seslerin akislerini henüz kulağında taşıyan kadın, tıpkı hizmetçi gibi, Dimitriyos’un bu gelişini manalı buldu.
“Tuhaf şey!” dedi. “Bizim esmer güzeli, gecenin bu vaktinde prense ne söyleyebilir?”
“Bilmiyorum madam. Fakat kendisi çok ciddi görünüyor.”
“Onu buraya getir!”
Madam Mari, delikanlının, kocasını görmek istemesindeki sebebi mi merak ediyordu, yoksa başka şeyler mi düşünüyordu? Bu ihtimallerin ikisi de doğruydu. Korku, ancak doğduğu yerde ve demde insanların ihtirasına, iştahına ve her türlü çirkin emellerine galebe eder. Fakat korkuyu doğuran sebeplerin kaybolmasıyla beraber, o ihtiraslar, o iştahlar, yeni baştan canlanır. Bu, cibillî olan fena temayüllerin ölmez mahiyet taşımalarından ileri geliyor. Öyle olmasaydı zabıta sicillerinde sabıkalılar sütunu açılmazdı ve ceza gören suçluların suçlarını tekrar etmelerine imkân bulunmazdı. Madam Mari de bir sabıkalı demekti. İlahi bir tehdit, semavi bir ihtar olarak telakki ettiği mahut sesler önünde büyük bir korku geçirmişken bahçıvan yamağının kapıya geldiğini işitir işitmez yine murdar hülyalara kapılmıştı. Bununla beraber onun, o kirli ve yarı çıplak sevgilinin kocasına neler söylemek istediğini de merak etmiyor değildi. Delikanlıyı odasına getirmekle hem hülyalarını hem merakını tatmin etmiş olacaktı.
Aşüfte âşığın, kirli maşukunu kabul etmesi pek şuh bir sahne teşkil etti. O, nazlı bir hasta gibi yatağına uzanmıştı, saçlarını altın tellerden yapılma bir taç gibi başında toplamıştı, fikirlere zelzele verecek cazibeli bir vaziyet almıştı. Abdurrahman’ın yanına girmesi üzerine elemli bir tebessüm gösterdi.
“Gel Dimitriyos.” dedi. “Beri gel. Dedikleri gibi bir haber mi getirdin, yoksa yüreğini aramaya mı geldin? Eğer yüreğini kaybedip de onu arıyorsan iyi bil ki o, yüreğimin içindedir. Kolay kolay alamazsın.”
Delikanlı kapının önünde, ta eşiğin yanında durdu. Ne o sabah, kale duvarları üzerinde göründüğü gibi miskin ne öğleüstü bahçede görüşürlerken hissettirdiği gibi sersemdi. Boyu dik, bakışı sert, duruşu yüce bir dağ gibi heybetliydi.
Güzel Mari, boynunu bükük, belini çökük, gözlerini korkuyla dolu olarak görmeye alıştığı bahçıvan yamağındaki yaman değişikliği fark etmekte gecikmedi.
“O, o…” dedi. “Seni değişmiş görüyorum. Uşak değil de prensmişsin gibi bakıyorsun. Ne yazık ki gömleğin yırtık, ayağın çıplak. Üstüne süslü bir manto koysalar Bizans asilzadelerinden farkın kalmayacak. Haydi çocuğum. Çıplak prens çalımını bırak da yanıma yaklaş, beni niçin rahatsız ettiğini söyle.”
Abdurrahman Dimetoka’ya gireliden beri hakiki sesini kullanmıyor, cılız ve korkak bir sesle konuşuyordu. İlk defa olmak üzere bu sahte konuşma tarzını bıraktı, kahraman arkadaşlarını çok kereler düşman saflarına saldırtmış olan amir ve hâkim sesiyle müstehzi aşüfteye cevap verdi:
“Ben buraya din ulularının emriyle geldim. Bakışım onların bakışıdır, sesim onların sesidir. Ne prens ne imparator şu dakikada benden büyük değildir. Size göklerden aldığım salahiyetle söylüyorum: Hemen kalkınız, kocanızı yakasından tutup yanıma getiriniz, kendisine Allah’ın oğlunu (İsa demek istiyor.) doğuran kadın namına tebliğ edecek sözüm var.”
Mari, bahçıvan yamağının, kameriyedeki hadise üzerine, çıldırdığına zahip oldu. Bu duruş, bu bakış ve hele bu konuşuş ancak bir deliye yakışırdı. Fakat merhamete layık olan bu mecnun, aynı zamanda ne heybetli görünüyordu!.. Endamında bir çınar sağlamlığı, gözlerinde bir hançer keskinliği, sesinde coşkun bir nehir azameti vardı. Haris kadın, deli bir erkekle karşılaşmaktan korku değil, haz duyuyordu. Ona, ilk gördüğü dakikadan beri hırçın ve çirkin bir iştiyak hasıl etmişti. Şimdi bu iştiyak, obur bir iştah ve hatta ihtiyaç derecesine yükselmişti.
Mari, ömründe çok şey görmüş ve çok tecrübe etmiş bir kadındı. Lakin bir deliyle o güne kadar aşk oyununa girişmemişti. İşte talih bu eksiği de tamamlamak için kendisine fırsat veriyordu ve endamı muhteşem, bakışı heybetli, sesi fırtına dolu bir deliyi ayağının ucuna kadar gönderiyordu. Bu fırsatı kaçırırsa bütün bir hayat pişman olacaktı.
Bir deli ile aşk?.. Oh, bu, ne müstesna bir zevk olacaktı! Bizans tarihinde uşaklara gönül veren yüksek payeli kadınlar çoktu. Fakat bir delinin, böyle heybetli bir delinin aşkını sınayan bahtiyar dişi yoktu. Mari, kendi bahtının yardımıyla o tarihin bu noksanını da kapayabilecekti ve on üç asırlık bir hayatı karartan alüftelerin en seçkini mevkisine yükselecekti.
İşte bu mülahazayla meftun meftun delikanlıyı süzerken dudaklarından âdeta haz sızıyordu. Bu ılık salya, muhayyel bir zevkin sızıntısı olmakla beraber kuduz bir ruhun da köpükleri demekti. Evet, Mari kuduruyordu. Bir deliyle sevişmek fikrinin ibramı altında köpüklü salyalar püsküren yaman bir iştaha kapılarak kıvranıyor, ateşleniyor, heyecanlanıyordu.
Bu alevli heyecan nihayet iradesini eritti ve dudaklarından çılgın bir sayha döküldü:
“Deli, güzel deli, beni de delirttin deli!”
Sayın okuyucular arasında kuduz bir köpeğin insanlara nasıl saldırdığını görenler elbette vardır. Hayvanlara mukadder ve musallat olan hastalıkların en korkuncu kuduzluktur. Bu hastalık, iğrenç olmasına rağmen acındırıcıdır ve başka mahluklardan çok fazla olarak köpeklere tasallut eder. Kudurmuş köpek, ölüm taşıyan ve her saniyesi ölüm ızdırabı veren zavallı bir hastadır. Bu felakete uğrayan talihsiz hayvan, beynindeki zehir yangını sebebiyle dört tarafını kaynar su hâlinde görür ve o alev deryasından sıyrılmak için bir köşe, bir kenar arar. Kuyruğunu, sanki o kaynar suda haşlanmaktan korunmak istiyormuş gibi kısar. Gözlerini, ihtiyarsız sabitleştirir, ağzından köpükler akıtır ve boyuna yürür. Onun kaçmaktan ve tevehhüm ettiği alev ummanından kurtulmaktan başka emeli yoktur. O sırada tesadüf ettiği herhangi bir gölgeye saldırır. Çünkü o gölgenin kendini kaçmaktan alıkoyacağını sanır. Hasta köpeğin bakışı, kuyruğunu sıkışı çirkindir. Saldırışı tehlikelidir. Fakat o kaçış, o sonsuz kaçış acıklıdır.
İşte o köpekler gibi alevli bir bakışla ve korkunç bir atılışla yanına gelen Mari’nin bu hamlesinden Abdurrahman’ın hasıl ettiği ilk intiba da acımak oldu. İki üç saat önce uhrevi tehditler karşısında çırpına çırpına ağlayan ve nedametli bir telaşla evine kaçan şu kuduz ruhlu kadının bu derece nefsine düşkün, bu derece haysiyet duygularından mahrum oluşuna acıdı. Lakin kuduzlara acımak onların zehirli dişleriyle ısırılmaya razı olmayı icap edemeyeceğinden kolunu demir bir set gibi Mari’nin göğsüne uzattı ve o tehlikeli saldırışı iki adım geride durdurdu:
“Madam…” dedi. “Uslu olunuz. Bütün evliya, bizi seyrediyor!”
Bu sözler, durmak veya geri dönmek emri değil de yeniden saldırmak için bir işaretmiş gibi ters tesir yaptı ve Mari “Deli, güzel deli!” narasıyla bir daha atıldı. Niyeti ne pahasına olursa olsun, delikanlıyı mağlup etmekti. Fakat Kara Abdurrahman’ın gergin kolu, bu saldırışı da incitici bir ısrarla geri iterken odanın ortasında evliya sesi yükseldi:
“Tükür Dimitri, bu hayâsızın yüzüne tükür!”
Başına ağır bir taş yiyerek yere yıkılan kuduz bir köpek gibi Madam Mari de bu korkunç nida üzerine birdenbire yere diz çöktü, dudaklarından sızan iştah salyaları kurudu, gözleri alabildiğine büyüdü ve dişleri arasında üç beş kelime çıtırdadı:
“Oh, deli! Sen bir uğursuzsun!”
Abdurrahman, kayıtsız ve vakur ilerledi, yatağın yanında sürünen harmaniyeyi aldı, Mari’nin üstüne attı.
“Kalkın.” dedi. “Önüme düşün. Beni kocanızın yanına götürün!”
Mari, bu çok kuvvetli ve hâkim erkek sesine, şuursuz bir inkıyatla itaat gösterdi, titreye titreye kalktı, endişeli bir sükûn için kocasının odasına doğru yürüdü. Abdurrahman, harekete geçmiş küçük mikyasta bir ehram gibi heybetli bir yürüyüşle kadını takip ediyordu.
Dimetoka tekfuru, mahmur sinirlerini, burun besteleriyle dinlendire dinlendire, derin bir uyku geçiriyordu. Oda kapısına hızlı hızlı vurulması üzerine yorgun gözlerini açtı ve öfkeyle haykırdı:
“Kim o?”
“Ben ve Dimitriyos!”
Kumandan, karısının sesini tanımakla beraber onun geldiğine inanamadı. Çünkü senelerden beri devam eden evlilik hayatında Mari’nin bu odaya, böyle vakitsiz geldiği görülmüş değildi. İlk yıllarda kendisi güzel ve hoppa karısını sık sık arardı. Bıkkınlık günleri başladıktan sonra artık birbirlerini görmez olmuşlardı. Bu sebeple Mari’nin odaya gelmesini imkânsız buluyordu ve onun Dimitriyos’la beraber bulunmasını ise büsbütün garip görüyordu. Sabaha karşı bahçıvan yamağının evde ne işi vardı ve koca bir prenses ne münasebetle onu yanına alıp kendi odasına getiriyordu?
Kumandan cenapları, çapaklı gözlerini ovuştura ovuştura bunları düşündü ve sordu:
“Doğru söyle Mari, sen misin?”
“Benim dostum, başka kim olabilir?”
“Ya yanımda Dimitriyos da var diyorsun!”
“Evet, o da var, seni görmek istiyor!”
Kral taslağı prens birdenbire hiddetlendi. Karısının delaletiyle de olsa bir bahçıvan yamağının odasına kadar gelip kendisini uykudan uyandırması azametine dokunmuştu. Hiçbir sebep, evet, hiçbir sebep tasavvur edemiyordu ki bu cüreti, bu küstahlığı mazur gösterebilsin! Yangın mı vardı?.. Eğer böyle bir şey olsa kapıya gelenlerin hemen haber vermeleri lazımdı. Saraya hırsızlar mı girmişti?.. Böyle bir hadisenin vukusuna imkân yoktu. Kiliselerin soyulması, papazların çuvallara sokulması kabilse de prens cenaplarının evine hırsız girmesi hatıra hayale gelmezdi. Bütün imkânsızlıklara rağmen bunların ve bunlara benzer vakaların yüz gösterdiği kabul olunsa bile bahçıvan yamağının oraya gelmesi yine bir küstahlıktı. Azametli prensin kuruntusuna göre orası, o yatak odası uşak takımının rüyada bile tırmanamayacakları kadar yüksek bir yerdi. Bizans tahtıyla kendi odası hemen hemen müsavi bir kıymetteydi. Sümüklü böceklerin o tahta yükselmesi nasıl tasavvur olunmazsa bahçıvan yamaklarının da bu yatak odasının eşiğine ayak atmaları o derece “gayritabii” idi.
İşte bu mülahazalarla ağır bir hiddete kapılan kumandan, yatağından çıkmaya lüzum görmedi ve yalnız bağırdı:
“Dimitriyos efendiyi yarın görmekle ve derisinin kalınlığını ölçmekle bahtiyar olacağım! Sana gelince Mari, maalesef yatıyorum, görüşemem.”
Mari, hâlâ kulaklarında çınlayan evliya seslerinin tazelenmemesi için yalvarmak istedi:
“Fakat dostum, aziz zevcim, mesele mühim!”
O, yorganı, başına çekerek son sözü söyledi:
“Uykum, her şeyden mühimdir ve ben müsaadenizle uyuyorum.”
Kara Abdurrahman bu konuşmayı sessizce dinliyordu. Kumandanın kapıyı açamayacağını anlayınca kaşlarını çattı.
“Çekilin madam.” dedi. “Bana yol verin. Zevceniz, odalarına izinsiz de girilebileceğini galiba bilmiyorlar.”
Ve kuvvetli omuzlarını, içeriden sürmeli kapıya dayadı, şöyle bir zorladı. Mari, kocasını da korkusunu da unutmuştu, esmer delikanlının gergin adalelerinin çatırdattığı kapıya ve o çatırdamaları yaratan demir vücuda bakıyordu.
Kısa, çok kısa bir zaman içinde sürgü söküldü, kapı açıldı. Aynı zamanda kumandan cenapları da yarı çıplak, yatağından fırladı, bağırmaya başladı:
“Odama zorla giriyorsunuz ha? Demek, bana karşı suikastınız var!”
Onun bu haykırışı hiddetten değil, korkudandı. Koca prens, kapının zorla açılması ve karısıyla bahçıvan yamağının içeri girmesi üzerine, azametini, çalımını ve kudretine itimadını unutup Bizans tarihinin kanlı sayfalarını hatırlamıştı ve bu hatırlayış onu, korku denilen karanlık âlemin en derin noktalarına sürüklüyordu.
Dimetoka tekfuru, Bizanslılığın aslını ve geçirdiği değişiklikleri belki bilmezdi. Lakin saray tarihini satır satır bellemişti. Edirne köylerinin birinde doğup ormanlarda çalı toplaya toplaya büyüyen Vasil isimli genç bir Ermeni’nin yolunu bularak saraya girdikten sonra İmparator Mihail’in kız kardeşi Nekla’yı nasıl baştan çıkardığını ve onun yardımıyla Mihail’i öldürüp nasıl tahta çıktığını pek iyi biliyordu. Yine o sarayda İmparatoriçe Teofano’nun Zimiskes adlı bir gençle sevişerek İmparator Fokas’ı ne acıklı şekilde öldürdüğüne de vâkıftı. Karısıyla Dimitriyos’un kapıları kırarak odaya girmeleriyle beraber ilk düşündüğü, düşünebildiği şey, işte bu vakıalardı. Bir bahçıvan yamağının böyle bir cüret gösterebilmesi de başka suretle tefsir olunmazdı. Demek ki Mari, bir Nekla veya bir Teofano’ydu. Dimitriyos da bu güzel yılanın sevki, idaresi altında bir Vasil, bir Zimiskes rolü oynuyordu. O hâlde kendisine İmparator Mihail’in ve Fokas’ın korkunç akıbetleri nasip olacaktı.
Prens cenapları bir lahzada bunları düşündü ve bu mukayeseleri yaptı. Ondan sonra da karısıyla bahçıvan yamağına tuz ve ekmek hakkından, velinimetlerini öldürenlerin felah bulmadıklarından ve bulamayacaklarından bahse başladı. Ağlamıyordu, fakat sesinde ağlayan gözlerin ızdırabı titriyordu. Yalvarmıyordu, lakin sözlerinde en elemli yalvarışların mahzun ahengi yaşıyordu.
Zavallı adam, gerçekten perişandı. Daha yirmi saat evvel evine aldığı şu köylü delikanlının kısa bir zaman içinde karısıyla uyuşuvermesini harika sayıyordu. Karısının da bir bahçıvan yamağına bir lahzada gönül vermesini ve uğursuz aşk yüzünden kendisini öldürmeye kadar cüretlenmesini ilahi bir musibet telakki ederek iliğine kadar eza duyuyordu.
Onun, duvara asılı şık kamçısı, elmaslarla süslü kılıçları vardı. Lakin onlara el sürmek, odasına girenlere saldırmak hatırına gelmiyordu. Yalnız, ulu orta söyleniyordu. Haktan, hukuktan, dünya mesuliyetlerinden, ahiret cezalarından dem vuruyordu.
Mari, küçük dağları yaratmış gibi davranmaya alışkın kocasının, vaziyeti anlamadan gösterdiği bu gülünç telaşa hayret ediyordu. Fakat Kara Abdurrahman’ın hâli o telaştan da ziyade kendini şaşkınlığa sürüklüyordu. Yırtık gömlekli, çıplak ayaklı delikanlı, bu sahnede ne kadar güzel ve ne kadar heybetli görünüyordu!.. Biraz önce ona, sahte prens, donsuz asilzade filan demişti. Şimdi onun, hakiki prens ve küçük bir kral olan kendi kocasının yanında yükselişine şahit olarak o sözleri söylediğinden dolayı utanç duyuyordu. Bahçıvan yamağı gerçekten muhteşem bir şahsiyet temsil ediyordu: Omuzları, koca bir ülkeyi taşıyacak kadar kavi, gözleri, çelikleri eritecek kadar ateşli, hele endamı, dağlara boyun kırdıracak kadar yüksekti. Mari o kuvvete, o ateşe ve o yüksekliğe karşı ruhunda bir pervane serseriliği seziyordu, kocasının, bu mehabet önünde bütün çıplaklığıyla beliren miskinliğindense iğreniyordu.
Kara Abdurrahman, şaşkın kumandanın manasız gevezeliklerini bir müddet dinledi ve sonra elini kaldırdı.
“Efendi!” dedi. “Dırdırı bırakınız, yere diz çökünüz, beni dinleyiniz!”
Ve Madam Mari’ye döndü:
“Siz de madam, kocanızın yanında yer alınız, istavroz çıkararak sözlerime kulak veriniz.”
Kumandan, kudretli uşağın verdiği emri zorla yaptıracağını, odaya giriş tarzından anladığı için tereddüt göstermedi, çıplak dizlerini halıya koydu, karısıyla beraber bir sürü istavroz çıkardı ve ölüm ilanı dinlemeye hazırlanan bir mahkûm heyecanıyla yapılacak tebliği dinlemeye hazırlandı.
Kara Abdurrahman, uçurumların böğrünü dolduran bir şelale gibi gürlüyordu:
“Aya Yani Hazretleri bizim kulübeye geldiler, usta Yani’ye, Meryem Ana’nın yarın Dimetokalılara görüneceğini müjdelediler. O, Aya Yani’nin emrini size bildirmeye memurdu. Sizden çekindi, onun üzerine evliya hazretleri ve arkadaşları, kendisini bu vazifeyi görmek şerefinden mahrum ettiler, beni o şerefe layık gördüler. İşte ben vazifemi yapıyorum. Hemen kalkacaksın, giyineceksin, kiliselerde çan çaldırarak, sokaklarda tellal gezdirerek Meryem Ana’nın yarın tam öğleüstü kale dışındaki meydanlıkta tecelli edeceğini halka ilan edeceksin. Meryem Ana, Dimetoka’nın en güzel çocuğuyla konuşacaktır. O çocuğu da hemen seçeceksin, süsleyeceksin, iki donanmış atla meydana götüreceksin!”
Ve sözlerini bitirdikten sonra sordu:
“Efendi, inandın mı?”
“…”
“Dilini çöz de cevap ver be herif! Anladın mı?”
“Anladım ve anlıyorum.”
“O hâlde, ben gidiyorum. Artık burada yerim ve işim yoktur.
Kumandan, tevehhüm ettiği suikastın mevcut olmadığını görünce geniş bir nefes aldı, hatta biraz da çalımlaştı. Fakat bahçıvan yamağının gür sesinden ve kuvvetli omuzlarından ürktüğü için bir şey söylemedi, onun uzaklaşmasını bekledi. Kendisine küstahça emirler veren ve manasız vazifeler gösteren uşağın ayrılmasıyla beraber giyinecek, askerlerinin yanına gidecek ve dolgun mevcutlu bir müfrezeyle eve dönüp Dimitriyos denilen bu deli uşağı çarmıha gerdirecekti. Aya Yani’nin gelişi onun nazarında maskaralıktan başka bir şey değildi ve Meryem Ana’nın tecellisi işi de gülünç bir delilikti. Lakin o dakikada sözü uzatmak işine gelmiyordu, iri yarı delikanlıdan korkuyordu.
Kara Abdurrahman kapıya kadar yürüdükten sonra döndü.
“Hatırıma…” dedi. “bir şey geldi. Buraya girişim biraz tuhaf oldu. Sözlerim de sertti. Fakat bana kapıyı kırdıran, sözlerimi sertleştiren Aya Yani’dir. Ben onun kolunu kullandım, onun ağzıyla konuştum. Affımı dilerim.”
Mari de kocası da yeni bir hayret geçirdiler. Zira Dimitriyos büyük bir değişiklik içindeydi. Duruşu, bakışı ve sesi başkalaşmıştı. Bu değişikliği, Mari, evliyaların onu bırakıp savuştuklarına, kocasıysa delilik nöbetinin geçtiğine hamlediyordu. Mari, deminki edayı ve sadayı arayarak mahzunlaşırken kumandan neşelendi.
“Peki peki.” dedi. “Sen kulübene git, gün doğduktan sonra konuşuruz.”
Abdurrahman, çıplak ayaklarını sürüyerek çıkarken odanın ortasından bir nida yükseldi:
“Dimitriyos’la değil, Meryem Ana’yla görüşmeye hazırlan!”
Kumandan, ayağının dibinde bir bulut parçalanmış gibi şaşırdı, sersemledi ve ihtiyarsız, istavroz çıkararak kekeledi:
“Mari, ne oluyor?”
Korkusu tazelenmekle beraber kocasına nispetle soğukkanlı kalan güzel kadın cevap verdi:
“Ne olacak, evliyadan azar işitiyoruz.”
“Ne evliyası, ne azarı?”
Mari, bir hamlede bütün bildiklerini anlattı:
“Eğer…” dedi. “Dimitriyos’u evliyalar himaye etmese beni ve seni uykudan nasıl uyandırabilirdi? Hele o mızmız oğlan, oda kapısını ne cüretle ve ne kuvvetle omuzlardı? Belli ki büyük bir hadisenin arifesindeyiz. Yanlış adım atarsak mahvoluruz.”
Prens cenapları uzun uzun düşündükten sonra mırıldandı:
“Demek ki iş ciddi?”
“Öyle!”
“O hâlde tertibat alalım. Bahçıvanı da dinleyip işin nasıl başladığını öğrenelim.”
O, azametine indirilen silleyi bir türlü hazmedemiyordu. Bahçıvan yamağının oda kapısını kırması, kendisine en ağır kelimelerle hitap etmesi, hele şimdi, sinirlerini altüst ediyordu. Gerçi işitilen ses ve Mari’nin hikâyesi, Dimitriyos’un evliya namına hareket ettiğini gösteriyordu. Buna rağmen çok kızgındı.
Nefislerine karşı mahcup kalanların bu iç utancını gidermek için başkalarına kızdıkları ekseriya görülür. Dimetoka kumandanı da suikasta uğradığını sanarak Dimitriyos’a yalvardığından dolayı utanıyordu ve bu utanmanın hıncını yine Dimitriyos’tan çıkarmak istiyordu. Fakat düşüne düşüne, adımını tarta tarta hareket etmeyi de unutmuyordu. Çünkü ortada bir evliya meselesi vardı ve bu mesele üzerinde durmak zaruriydi. O, hurafelere bel bağlamak âdetini seve seve muhafaza eden bir milletin elebaşlarından bulunmak sıfatıyla evliya hikâyelerine değer vermezlik yapamazdı. Ters bir iş görüp de onların yahut onları benimseyen halkın hışmına uğramak işine gelmiyordu.
İşte bu sebeple ilkin bahçıvanı görmeye karar verdi. Eğer ihtiyar aynı şeyi söylerse ve Dimitriyos’un evliya tarafından gönderildiğini teyit ederse sinirleri biraz yerine gelecekti. Zira o vaziyette Dimitriyos’un yaptığı kaba ve küstah iş hakaret olmaktan çıkacaktı. Şayet bahçıvan yamağının sözü, kendi rivayetinden ibaret kalırsa o vakit asacaktı, kesecekti!
Herifçeğiz pek fazla sersemleştiği ve aynı zamanda sinirlendiği için mülahazalarındaki sakatlığın farkında değildi. Öyle ya, Bahçıvan Yani, maceradan habersiz görünmekle, karısının ve bizzat kendisinin işittiği heybetli sesler kıymetini mi kaybedecekti? Sırrın anahtarı asıl bu seslerdeydi. Fakat o, zorla odasına giren ve bir imparator çalımıyla konuşan bahçıvan yamağından öç almak hırsıyla ne düşündüğünü bilmiyordu. Hele yarı çıplak delikanlının önünde titrediğini, diz çöktüğünü ve yalvardığını hatırladıkça düşüncelerindeki dardağanlık büsbütün ziyadeleşiyordu.
Mari, kocasının kafasındaki fırtınalarla ilgili değildi. Dalgındı, yürekçe bir hercümerç içindeydi. O, gelip geçici bir aşka layık gördüğü sayısız erkek gibi Dimitriyos’u da şöyle bir okşayıp unutacaktı. Lakin delikanlının, ilahi himayeler altında, yüzüne gelen asil ifadeleri, endamında beliren ihtişamı, sesinde tebellür eden mehabeti düşündükçe içine sönmez bir aşk dolduğunu seziyordu ve ömründe ilk defa olarak bir erkek hayalinin göz bebeklerinde taht kurduğunu görüyordu. Bu sezişin ve görüşün acıklı bir cephesi de vardı. Çünkü o, yine ilk defa olarak bir erkeğin kendisine yüz vermediğine şahit oluyordu. Bu hâl, onun ruhunu mihverinden koparıp uzaklara, Dimitriyos’un basit kulübesine götürüyordu ve kendisi, ruhunu bekleyen bir ceset gibi hareketsiz duruyordu.
Kadın için muamma diyen mütefekkirler vardır. Tabiat kanunlarının özünü teşkil eden teselsül gayesi dişideki cazibe himayesiyle temin olunduğuna, yani tabiat, bütün canlı mahluklarını, istifalar, istihaleler içinde de olsa, çoğalta çoğalta yaşatmak düşüncesini dişiler vasıtasıyla yürütebildiğine göre, kadın, hiç de muamma değildir. Onun anlaşılmaması, anlaşılmak istenmemesindendir. Çünkü taşıdığı başka kuvvetler, başka kudretler izafe edildiğinden o apaçık hayat, tekâmül etmiş mahlukların en mükemmeli olan insanların dişisi bir muamma durumuna düşürülmüştür ve tabiatın o pek şeffaf sayfası yine bu yüzden kapalı yahut karışık sanılmıştır.
Kadını ne muamma ne de sır dolu bir cihan olarak tetkik etmemelidir. Gülden renk ve koku, rüzgârdan ses ve hareket, güneşten ışık ve sıcaklık beklediğimiz gibi, kadından da ancak cazibe ve incizap bekleyebiliriz! Hâlbuki erkekler ve hele şairler, muharrirler kadında yıldız dolu gökleriyle, binbir çiçek çeşitli bahçeleriyle, mehtaplı veya fırtınalı mevsimleriyle, şelaleleriyle ve kumsallarıyla engin bir cihan bulmak isterler. O derecede ki, hayati hazanların bünyelere getirdiği uyuşukluğu ve buruşukluğu bir kadın bakışının silivermesini beklerler. Ruhi sağırlıklarını kadın sesiyle tedavi etmeye yeltenen hastalar da vardır. Lakin kadın, ne ihtiyarlığı gençliğe çevirecek bir serumdur ne de körlere göz nuru verecek tutiyadır. O, tabiatın kendine yüklediği vazifeyi ifa için dünyaya gelir. Bu yolda muvaffak olmak için de tek bir silaha maliktir: Cazibe!.. Bu ezelî silahı mühimsemeyen erkek, onun en ince hissine, gururuna taarruz etmiş olur. Bu sebeple sevilmeyen değil, fakat güzelliğine, dişilik haklarına hürmet olunmayan kadın, canlı bir tehlikedir. Erkekler işte bu tehlikeden hazer etmelidir![19 - Hazer etmek: Çekinmek, sakınmak, uzak durmak. (e.n.)]
Abdurrahman, yaratılışındaki temizlik dolayısıyla Mari’ye karşı kayıtsız kalmıştı. Bu kayıtsızlığın en açık ifadesi, o güzel kadının cazibesini inkâr etmekti. Mari, bütün kadınlar gibi bu ifadenin zalim belagatini anlıyordu. O hâlde, müteessir olması, Abdurrahman için tehlike teşkil edecek bir vaziyet alması icap ederdi. Bunu niçin yapmıyordu ve beğenilmeyen her kadın gibi niçin isyan etmiyordu, feveran göstermiyordu? Hatta sakin kalmakla iktifa etmeyerek bahçıvan yamağını niçin iştiyakla düşünüyordu?
Bu, Abdurrahman’ın kayıtsızlığını, kendi gururunu okşayacak surette tefsir etmesinden ileri geliyordu. Onun zu’münce[20 - Z’um: Batıl zan, şüphe, yanlış zan. (e.n.)] evliyaların müdahalesi olmasa Abdurrahman da bütün selefleri gibi mutlaka ayaklarına kapanacaktı, topuklarını bayıla bayıla koklayacaktı. Bunu yapmaması, yapamaması, hep evliyaların yüzündendi. Mari, işte bu düşünceyle, hiddetini, kinini evliyalara tevcih ediyordu ve Abdurrahman’ın gönül gıcıklayan bakışlarını düşünürken evliyalara lanet okuyordu.
Prens cenapları yüzünü yıkamadan giyinmişti, karısına veda etmeye hazırlanıyordu. Mari’nin çok dalgın olduğunu görünce duraladı, o güzel çehreye yayılan elem gölgelerini seyretti. Acaba karısının fasit düşünceler geçirdiğini seziyor muydu?.. Bu her erkek için esefle söylemek lazım, mukadder olmayan bir saadettir. Erkekler, başka çehreleri düşünerek dalgınlaşan kadın gözlerinde kendi yüzlerini görecek kadar gafillerdir. Fakat Dimetoka kumandanı, her erkekten de fazla bir şeydi. Bu sıfatla karısının göz bebeklerinde bir düzine erkeğin halkalandığını görse telaş etmezdi. O günse müstesna bir vaziyet taşıyordu, kafası karmakarışıktı. Bu sebeple karısının dalgınlığını şu veya bu sebeple affetmedi, sadece seyretti ve sonra elini onun omzuna koydu.
“Ben…” dedi. “bahçeye iniyorum. Dimitriyos’un dedikleri sahih çıkarsa halkı hazırlatacağım. Sen de ona göre davran, bakalım ne göreceğiz.”
Bahçıvan, bire on katarak, bildiklerini söyledi. Kendisine köpek muamelesi yapan efendisinin köpekleştiğini görmek geveze ihtiyar için yüksek bir haz vesilesi oluyordu. Çapaklı gözlerini yumarak, salyalı ağzını açarak, Eksenofon masallarını kıymetsiz bırakacak bir talakatle gördüklerini anlatıyordu.
“Gördüklerini” diyoruz. Çünkü bahçıvan, evliyaların yalnız seslerini işittiğini söylemiyordu, kendileriyle yüz yüze geldiğini iddia ediyordu. Onun hikâyesine göre, evliyalar, nurani kaftanlar içinde düpedüz kendisine görünmüşlerdi.
Hepsinin boyu birdi, aralarında uzunluk ve kısalık yoktu. Fakat sesleri ve pabuçları başkaydı.
İhtiyar, efendisinin sersemliğinden aldığı hazla, istihzasını biraz daha ileri götürerek evliyaların gökten atla indiklerini söylüyordu ve kulübenin dışında bu atların kişnediğine yemin edip duruyordu. O, bir hayli uzun süren yalanlarını bitirdikten sonra kollarını kavuşturdu.
“Çok yalvardım…” dedi. “Aya Yani’nin elini bırakıp ayağını öptüm. Aya Mari’nin pabuçlarına yüz sürdüm. Zatıalinizi gece yarısı rahatsız etmemelerini, gündüz teşrif etmelerini rica ettim. Dinlemediler. Hele Aya Teodozya’yla Teofano âdeta hırçınlaştılar, ‘İlla efendiyi uyandıracaksın!’ diye tepindiler.[21 - Efendinin Rumcadan Türkçeye geçtiğini unutmamak lazımdır. Aslında sahip, malik, rab manasını taşırdı. Türkçede okuryazarlara verilen bir unvan olarak kullanıldı, bir müddet şehzadelere, fakat tazim kastıyla, efendi denildi.] Eh, evliya da olsalar yine kadındırlar. Belki zatıalinizle ayrıca mahrem şeyler de konuşacaklardı. Onun için daha ileri gidemedim.”
Kumandan, bu garip mevzuyu güya büsbütün aydınlatmak isteyerek kendince mühim gördüğü noktaya temas etti.
“İyi ama…” dedi. “Evliyalardan bana haber getiren sen değilsin. Dimitriyos’tur!”
“Aman efendim. Bendeniz güngörmüş, dünyayı sınamış bir ihtiyarım. Dört buçuk evliyanın değil, bizzat Mesih’in emriyle de olsa gelip sizi rahatsız edemezdim. Benim efendim, onlar değil sizsiniz. Ben onların bahçesinde bulunmuyorum, sizin bahçıvanlığınızı yapıyorum. Onun için çarpılmayı, köstebeğe çevrilmeyi göze alıp son sözü söyledim: ‘Beni efendime karşı terbiyesiz mevkisine koymayınız. Burası yeryüzüdür. Göğe benzemez. Küçük, küçüklüğünü; büyük, büyüklüğünü bilmelidir.’ dedim. Aya Andirya beni silleleyecek, zorla yanınıza gönderecek oldu. Fakat sizden, fazla bir hararetle bahseden dişi evliyalar, şefaat ettiler, evliya sillesi yemekliğimin önüne geçtiler. Nihayet uzlaştık, sizi uyandırmak vazifesini Dimitriyos’a yükledik!”
“O da evliyalarla yüz yüze geldi mi?”
“Hayır. Evliya efendiler ve evliya hanımlar onunla perde arkasında konuştular!”
Prens, Eski Yunan masallarından bir parça dinliyormuş gibi hayran hayran bu sözlere kulak verdi ve ihtiyar susunca düşünmeye daldı. Vehmî veya mürettep bir hadiseyle karşılaşmış olsa dahi halkın yüreğini pekleştirmek, Türk korkusuyla için için titreyen Dimetokalılara manevi bir kuvvet aşılamak için iyi bir fırsat elde ettiğini sezinliyordu. Şu hikâyelere inanmakta mahzur yoktu, fayda vardı. Hatta inanmamaktan tehlike çıkabilirdi. Bu sebeple o da inanmayı yahut inanmış görünmeyi tercih etti. İşin içinde bir düzen varsa ilk fırsatta meydana çıkarmak şartıyla evliya güruhuna külah sallamayı tasarladı.
Yalnız bir nokta zihnini gıcıklıyordu: Tellallarla, kilise çanlarıyla halka verilecek şu mühim haber, sonunda yalan çıkarsa ne olacaktı?.. Halkın yüreğini kuvvetlendirmek, kasabaya bir emniyet havası getirmek için Meryem’in geleceğini söylemek kolaydı. Cahil Dimetokalılar bu müjdeye ve bir sürü evliyanın kumandanla görüştüğüne inanmakta tereddüt göstermeyeceklerdi. Fakat Meryem gelmezse?.. Prens cenapları bir müddet de maslahatın bu cephesini gözden geçirdi ve kendini tatmin edecek bir neticeye varamayınca sinirlendi. “Aman sen de! Meryem gelmeyecek olursa ‘İşi çıktı, özür diledi.’ deriz, sürüyü kasabaya çeviririz!” dedi, hızlı hızlı yürüdü, kulübeden uzaklaştı. İhtiyar bahçıvan, çalımı yüzde doksan eksilmiş olan efendisinin arkasından mırıldanıyordu:
“Şu işe o da inandı, ben de inanıyorum. Lakin Türk atlarının sesi işitilen yerlerde Bizans evliyası nasıl dolaşır? İşte burayı anlayamıyorum!”
Yarım saat sonra Dimetoka’nın dişisi erkeği, çoluğu çocuğu büyük kiliseye dolmuşlardı. Prens, minimini kartal resimleriyle süslü mavi harmanisini, aynı resimlerle bezenen mavi pabuçlarını giyerek, başına küçük hacimde bir taç geçirerek ön safta yer almıştı. Mari, şık bir tuvaletle, fakat düşünceli bir yüzle kocasına refakat ediyordu. Sevindik’le küçük prens Emanoel de onların yanı başlarında bulunuyorlardı.
Papazlar, muhterem kumandanın söylediklerine tereddüt göstermeden inanmışlardı. Onlar için din her şeydi ve din uluları her şey yapabilirlerdi. Zaten vazifeleri bu boş kanaati yaşatmak, ölülerin dirilere hâkim olduklarını halka kabul ettirmeye çalışmaktı.
Ellerine, kilisenin tahakkümünü kuvvetlendirecek yeni bir fırsat geçince ve hükûmetin de kendi saflarında yer aldığını görünce hemen şevke gelmişlerdi, paçaları sıvamışlardı, çanları öttürerek ve eteklerine ıslık çaldırarak nutka hazırlanıyorlardı.
Büyük kilise, bir katre daha alamayacak kadar dolan bir kâseye benzedikten sonra başpapaz ayağa kalktı, söze başladı:
“Allah, Beni İsrail’e gazap ettiği gün Amos Peygamber’in ağzıyla şöyle buyurdu: ‘Kurban sofrasının üzerindeki boynuzlar yere atılacak, mazgallı saray yıkılacak, fildişi tahtlar parçalanacak!.. Bayramınızdan iğreniyorum, kurbanlarınızdan iğreniyorum, ilahilerinizden iğreniyorum. Artık sazlarınızı işitmek istemiyorum. Sesinizi duymak istemiyorum, yüzünüzü görmek istemiyorum. Akıbetiniz erişmiştir. Cezanızı vereceğim ve gazabımın size eriştiği gün mabetlerinizin kubbelerinde yalnız feryat çınlayacaktır!’ Ey Dimetokalılar!.. Siz de günahkârsınız. Siz de Rabb’inizi unuttunuz, kiliseye hürmet etmez oldunuz. Yanımıza gelmiyorsunuz, ayağımıza kapanıp mağrifet dilenmiyorsunuz. Fısk içinde, fücur içinde, gaflet içinde yüzüyorsunuz. Ben de size Amos Peygamber’in sözlerini tekrar edecektim. Çünkü tehlike yaklaşıyordu. Lakin içinizde masumlar da var. Baba, Oğul, Ruhülkudüs işte o masumlara acıdılar, Dimetoka’yı himaye altına aldılar. Dün gece Aya Andriya’yı, Aya Sergiyos’u, Aya Lavzariyos’u, Aya Nikola’yı, Aya Yani’yi, Aya Teklis’i, Aya Anastasya’yı, Aya Teodozya’yı, Aya Ofani’yi, Aya Marya’yı şehrimize gönderdiler. Hristiyanlığın bu dokuz azizi, dinimizin bu dokuz ulusu, cennet ahırlarından seçtikleri atlara binerek sevgili prensimizin bahçesine geldiler, kendisiyle uzun uzun görüştüler. Sizin himayeye layık olduğunuzu prens hazretleri de lütfen teyit ettikleri için, yine göğe çıkıp icap edenleri gördüler ve sonra döndüler. Meryem’in bugün tam zeval vakti Dimetoka önündeki büyük tarlayı teşrif edeceğini müjdelediler. Biz bu gece kilisemizde birtakım ışıklar, gölgeler dolaştığını görmüştük. Meğer evliya efendiler ve evliya kadınlar kasabayı şereflendiriyorlarmış. İşte size de haber veriyoruz: İki üç saat sonra gözlerinizle Meryem’i göreceksiniz, kulaklarınızla onun sesini işiteceksiniz!”
Üstü altını tutmayan bu nutuk üzerine halkın gösterdiği coşkun sevinç gerçekten hayrete değer bir şeydi. Kadınlar “Anamız geliyor!” feryadıyla erkeklerin boynuna sarılıyorlardı. Delikanlılar “Ne bahtiyarlık ya Rabbi!” naralarıyla kızları kucaklıyorlardı. Koca kilise buse şakırtısı içinde inliyordu. Öpmeyen dudak ve öpülmeyen yanak yoktu.
Papazlar bu çılgın sahneyi, imrene imrene bir müddet seyrettiler. Sonra halkı sükûta davet için el çırptılar, çan çaldılar, avaz avaz haykırdılar. Fakat halk, Meryem’in teşrifi müjdesini, İsa’yla bütün azizlerin resimleri önünde, prensle karısının ve papazların karşısında, alabildiğine tesit edip gidiyordu. Nihayet yoruldular ve başpapazı dinlemeye razı oldular.
Rahip efendi, halkın sevincine bol öpüşler alıp vermek suretiyle iştirak edemediğinden dolayı biraz sinirliydi ve sesine sitemli bir eda bulaşmıştı.
“Kızlar, delikanlılar! Kadınlar, erkekler!” diyordu. “Meryem Ana böyle karşılanmaz. Müjdemi işitir işitmez istavroz çıkaracaktınız, yüzünüzü yerlere sürecektiniz, şükran yaşları dökecektiniz. Hâlbuki siz, kiliseyi düğün evine çevirdiniz. Bunu ben beğenmedim, Meryem de beğenmeyecektir. Onun için nedamet getiriniz, diz çöküp secde ediniz, af dileyiniz.”
Halk, “Meryem, Meryem!” sayhasıyla yerlere kapandılar, yanık yanık hırladılar, hatta ağladılar. Bu gözyaşları deminki çılgınlığın yüzlerde, dudaklarda bıraktığı izleri silen bir su oldu, çehreler tabii rengini aldı, kulaklar tekrar başpapaza dikildi. O, hikâyesine devam etti:
“Biliyorsunuz ki bir Türk akını vardır. Bu tehlike ırmağı ne set tanıyor ne duvar. Köyleri, kasabaları, şehirleri birer birer yıkıyor. Dağlar bile bu alev dalgalı ırmağın önünde boyun kırıyor, yol veriyor. Bizler, biz papazlar, Mesih’in sadık hizmetkârları, yıllardan beri fal açıyoruz, murakabe geçiriyoruz. Türk’ün akıbetini ve bizim akıbetimizi anlamaya çalışıyoruz. Ayasofya patriği de dâhil olduğu hâlde kilise mensuplarının şimdiye kadar elde ettikleri iki keşif vardır. Bunlardan biri, sizce de malum olduğu üzere, Türklerin Boğameydanı’nda ceza göreceklerine dairdi.[22 - Boğameydanı, bizim İstanbul’umuzun Tavukpazarı’dır. Bizanslılar, Türklerin İstanbul’a da gireceklerine, fakat o meydanda ihata olunarak imha edileceklerine, papazların kehanetiyle, iman getirmişlerdi. Yıllarca devam edip İstanbul’un Türkler tarafından alınmasıyla kofluğu tahakkuk eden bu itikadı, o devrin meşhur tarihçilerinden Kalkondil uzun uzun anlatır. (y.n.)] İkinci keşif de bir melek tarafından getirilecek kılıca aitti. Bu keşfe göre bir gün o melek, elindeki semavi kılıçla İstanbul sokaklarını dolaşarak Konstantin sütununa gidecek ve sütun dibinde oturan bir gence kılıç vererek, ‘Yürü, korkma!’ diyecekti. İlahi ümmetin (Bizanslılar demek istiyor.) intikamını almaya memur edilen o delikanlı da Türklere hücum edip onları İran hudutlarına kadar sürecekti.[23 - Bu gülünç akideyi de yine Bizans müverrihlerinden Ducas yazar. (y.n.)] Bu iki keşifte de şeref, kiliseyi kurtarmak şerefi, Bizans şehrine veriliyor. Fakat bugün o şeref Dimetoka şehrine intikal ediyor!.. Şüphe yok ki yanımıza gelecek Meryem, bir kadeh şarap içmek için bu zahmeti ihtiyar etmiyor. Bize vereceği emirler vardır ve bu emirler, kiliseyi nasıl kurtaracağımızı tespit edecektir. Demek ki Dimetoka, imparatorluğun hamisi vaziyetine girmek üzeredir. Biz, bu şerefi kutlayalım, yeni baştan secdeye kapanalım.”
Bu emir de yerine getirildikten sonra prens cenapları ayağa kalktı, yüksek bir sıranın üstüne çıktı, yüzünü halka çevirdi, şöyle bir tavsiyede bulundu:
“Muhterem piskopos efendi, ne mühim bir gün geçirmeye namzet olduğumuzu söylediler. Bütün Hristiyanlık tarihinde böyle bir günün eşi yoktur. İsa göğe çıktıktan sonra anası da görünmez oldu. Bin üç yüz küsur seneden beri o aziz kadın ilk defa olarak Allah’ın ve oğlunun yanındaki iskemlesini bırakıyor, yere iniyor ve bunu da bizimle görüşmek için yapıyor. Evliyaların bana söylediklerine göre Meryem Ana’yı karşılarken birtakım hazırlıklarda bulunmak lazımdır. Gökte yaşayanların teşrifatı bizim teşrifatımıza uygun değildir. Onlar, bambaşka şeyler istiyorlar. Mesela Meryem Ana, Dimetoka’nın en güzel çocuğu tarafından karşılanmak arzusundadır. Ben onun yerinde olsam birkaç düzine kız tarafından istikbal olunmayı tercih ederdim. Bununla beraber biz onun emrine göre hareket etmek mecburiyetindeyiz. Programda değişiklik yapamayız. Sonra iki at, iki de keskin kılıç lazım!.. Bunları ben hazırlatırım ama çocuğu kendiliğimden seçmek istemem. Gürültü etmeden düşününüz, kasabanın en güzel çocuğu kimse haber veriniz.”
Prens cenapları bu sözleri söylemekle meşgulken Sevindik ve Emanoel yavaş yavaş yürümüşlerdi, herifin sağını solunu işgal etmişlerdi. Sevindik, hakiki bir melek gibi pırıl pırıl parlıyordu ve halkın gözünü kendi üstüne çekiyordu. Nutuk biter bitmez yüzlerce insan ağzından aynı cümle fırladı:
“Dilsiz İlya, dilsiz İlya, Dimetoka’nın en güzel çocuğu odur.”
Sevindik’in bir gün önce gösterdiği hünerden husule gelen heyecan bütün yüreklerde tazeliğini muhafaza ediyordu. Güzelliğiyse o dakikada Dimetokalıları âdeta cezbelendiriyordu. Prens cenapları bu umumi dil birliği üzerine gözlerini Sevindik’e çevirdi ve dudaklarını ısırdı. Evet, halkın hakkı vardı. Kasabanın ve belki bütün Bizans ülkesinin en güzel çocuğu dilsiz İlya’ydı. Lakin soyu sopu belirsiz bir dilsizi, yüzü güzel diye, Meryem Ana’nın karşısına çıkarmak kumandanın azametine dokunuyordu. Onun fikrince güzellik asaletle birleşince bir mana ifade edebilirdi. Asil olmayan güzel, iyi yapılmış bir çanaktan başka bir şey değildi.
Prens cenapları, Sevindik hakkında böyle düşündü. Lakin halkın intihabını reddetmeyi göze alamadı, düşünmeye daldı ve nihayet bir hal sureti buldu.
“Bizim İlya…” dedi. “gerçekten güzeldir, fakat dilsizdir. Meryem Ana’yla konuşamaz. Hem bu mahzurun önüne geçme hem de Mesih’in anasını kendi dileğinden fazla bir itinayla karşılamış olmak için veliahdım Emanoel’i de bu işe memur ediyorum. Oğlum ve soytarısı birlikte Meryem Ana’yı istikbal edeceklerdir.”
Halk, prensin kendi çocuğunu da ortaya atmasına ses çıkarmadı. Çünkü istenilen şey, kasabanın en güzel çocuğunu seçmekti ve onlar bu işi dil birliğiyle yapmışlardı. Meryem Ana, dilsiz İlya’yı görecek olduktan sonra yanında bir veya iki çocuk daha bulunmasının ehemmiyeti yoktu. İsa’nın anası bu tufeylilere isterse iltifat ederdi, istemezse etmezdi. Lakin dilsiz İlya’yla alakalanacağı muhakkaktı.
Prens, küçük Emanoel’in de istikbale gönderilmesine ilişik edilmediğini görünce son emirlerini söyledi:
“Şimdi evinize gidiniz, temizleniniz, süsleniniz, kokular sürünüz, zevale yarım saat kala büyük tarlaya geliniz. Ben askerlerimle, kilise erkânıyla ve çocuklarla aynı zamanda oraya gelmiş bulunacağım. Meryem Ana, bütün Dimetoka halkını orada görmelidir. Hastalar bile sedyelerle tarlaya getirilecektir. Kasabada kalanların burnunu keserim!”
***
Manzara, her bakımdan, tasvire değer. Her bakımdan diyoruz. Çünkü sahnenin ruhiyatla olduğu kadar şiirle de alakası vardır. Bir taraftan da tarihe temas ediyor. Ruhi cephe, Dimetokalıların o geniş tarlada aldıkları vaziyettir. Dişi ve erkek, genç ve ihtiyar birkaç bin kişinin derin bir sessizlik içinde gök kapılarını beklemeleri kolay kolay tesadüf olunabilir hadiselerden değildir. O gün bu birkaç bin vücut tek bir yürek hâlindeydi. Zengin ve yoksul, aç ve tok herkes aynı emeli taşıyordu, aynı ümide bağlanmıştı, aynı şeyi bekliyordu. Güneş, öğle güneşi, bu gafil insanların boş beyinlerini yakından görmek ister gibi biraz alçalmıştı, ateşten istihzalarını bütün kalabalığa püskürüyordu. Herkes ter içindeydi. İhtiyarlar göğüslerini açarak, gençler gömleklerinin yakalarını kıvırarak serinlemeye çalışıyorlardı.
Sahnenin şiir tarafı, bu renk renk insanların tek bir göz gibi göğe gönül açmalarındaydı. Evet, orada semalara açılmış bir yürek manzarası vardı. Bu yürek, hadiselerin kendisinden esirgediği neşeyi gökten bekliyordu. Gerçi beşer dediğimiz fâni zümre, sık sık göğe el kaldırmaktan geri kalmamıştır. Bu, yerde sürünen aczin gökte gürleyen kudrete hayranlığını ifade eden bir durumdur. Fakat hiçbir şehrin gökten gelecek misafiri karşılamaya çıktığı görülmemişti. Dimetokalılar şiir sayılacak bir iman ve yine şiir sayılacak bir heyecan içinde işte bu garabeti gösteriyorlardı.
Muhterem okuyucular arasında “gök kapısının açılması” hurafesini bilenler elbette çoktur. Senenin bir gününde gök kapısının açılacağına, vaktiyle inanılırdı. O gün, her hurafede bulunması şart olan terdid kaidesi mucibince, sarih olarak belli değildi. Filan ayda bir gün!.. Efsaneye inananlar, işte o ayın birçok gecelerinde uyumazlardı, sabaha kadar gözlerini göğe dikip beklerlerdi. Gök kapısının açıldığını görebilecek olanlar, bütün dileklerini elde etmekle mübeşşer[24 - Mübeşşer: Tebşir olunmuş. Kendisine müjde verilmiş. (e.n.)] idiler. Bu sebeple binlerce ve binlerce insan, bu semavi hadiseye şahit olmak, sonunda da hazinelere ve her şeye kavuşmak hırsıyla uykularını feda edip yüksekteki boşluğa gözlerini hapsederlerdi. Eğer onlar, sema denilen ve sayısız âlemlere cevelan sahası teşkil eden o hudutsuz boşluğun mahiyetini bilselerdi elbette bu manasız imana kapılmazlardı. Fennî hakikatleri bilmedikleri için bu gülünç akideyi besliyorlardı ve yeryüzündeki tek bir adamın gök kapısını açık görmüş olmamasına rağmen akidelerini muhafazada ısrar ediyorlardı.
Dimetokalılar da yaşayanlar için ölümün mukadder olduğunu, ölenlerin toprağa münkalip olacaklarını ve hiçbir ölünün gömüldüğü yerden, etiyle, buduyla göklere çıkmasına imkân bulunmadığını bilselerdi, Meryem Ana’yı istikbale elbet çıkmazlardı. Fakat onlar ölünün dirileceğine ve dirildiğine inandıkları gibi, gökten yere adam ineceğine de iman beslemekten geri kalmıyorlardı.
Dimetokalılar, zevalden yarım saat evvel tarlaya gelmişlerdi. Prensle karısı, başpapazla maiyeti, şehrin nüfuzlu aileleri, elli altmış kişilik bir grup hâlinde halktan ayrı bir mevki almışlardı. Bu gruba dâhil olanlar Meryem Ana’nın huzurunda da halkla bir seviyede bulunmak istemiyorlardı.
Dinî akideler ne şekilde olursa olsun dünyevi mertebeler yaşar. Beşerî düşüncelere kıymet verip de sandalyesinden vazgeçen patrik yoktur. Nitekim peygamberler de ümmetlerinin önünde yürürlerdi. İnsanların kardeş olduklarını haykıran bugünün mütefekkirleri de aç kalmış kardeşlerle birlikte oruç tutmaya razı olamazlar. Demek isteriz ki açlığa ağlayanlar ekseriya toklardı. Bu merhamet, bir nevi hazım işidir, tamamıyla midevidir. Fakat fikri görünür!..
Asilzadelerin ve papazların halktan uzak durmalarına rağmen tarladaki şeref mevkisi Sevindik’le Emanoel’e tahsis olunmuştu. Onlar, bir büyük ağaç altındaydılar. Halktan da kibar takımdan da ayrı bulunuyorlardı. Yanlarında iki süslü at vardı ve hayvanların eyerlerinde birer güzel kılıç asılıydı. Çocuklar, gölgeli yerde bulundukları için terlemiyorlardı. Lakin bu toplanışın sırrını pek de kavramış değillerdi. Atlar, hoşlarına gidiyordu. Kılıçlar, gözlerine şık bir oyuncak gibi cazip görünüyordu. Ne çare ki gümüş gemli, gümüş üzengili, sırma eyerli hayvancıklara el vuramıyorlardı, altın kabzalı kılıçları bellerine bağlayamıyorlardı. Prens, kendilerini sıkı bir dilsizliğe mahkûm etmişti. Azar işitmemek için heveslerini içlerinde saklayarak o canlı ve cansız güzellikleri ancak gözleriyle okşuyorlardı.
Zeval vakti yaklaştıkça halkın heyecanı ziyadeleşiyordu. Gözlerin göğe dikilişi de bir kat daha sabitleşiyordu. Kalabalık içinde sabırsızlığın doğurduğu görüş bozukluğuyla güneşin kımıldanır gibi olduğunu sezenler vardı. O gibiler, güneşin âdeta yırtılmak, yarılmak üzere bulunduğuna zahip oluyorlardı. Bu dalaletli görüşlerini bir parça kuvvetlendirseler güneşin içinde Meryem’in doğuverdiğini haykırmakta tereddüt etmeyeceklerdi.
Bununla beraber ruh şaşkınlığına uğramayanlar, hayale kapılmayanlar da vardı. Bu takım, gökyüzündeki durgunluğa bakarak üzülüyordu. Çünkü o mavi enginlikte Meryem Ana alayından henüz eser yoktu. Ne süvariler yüz göstermişti ne mehterhane!.. Zaten bu da bir meseleydi. Gözleri göğe dikili olan halkın hemen hepsi, Meryem’in nasıl bir alayla teşrif edeceğini düşünmekten geri kalamıyorlardı. İsa’nın aziz anası sellemehüsselam[25 - Sellemehüsselam: Ulu orta, çekinmeden, destursuz. (e.n.)] mı inecekti?..
Böyle bir gelişi o büyük şahsiyetin şerefine layık göremiyorlardı. Mutlaka ve mutlaka bir alay bekliyorlardı. Mesela en önde düdük öttüren kızlar, arkada davul ve dümbelek çalan, yine kanatlı oğlanlar, onların ardında güvercinlerin çekip yürüttükleri nurdan yapılma bir araba ve arabanın içinde Meryem!..
Dimetokalıların çoğu böyle bir alay bekliyordu. Pek zühdi telakkiler besleyen bir zümreyse o aziz kadının temiz bir kaftana sarılarak tek başına teşrif edeceğini umuyordu. Bütün hayatını yalın ayak ve yarı çıplak geçirmiş olan Meryem Ana’nın gökte âdetini bozmuş olmasına, o zümre, ihtimal veremiyordu. Onların kanaatine göre Filistin çöllerini yıllarca lagar bir eşek üzerinde dolaşan, üstüne kara bir gömlekten başka bir şey giymeyen, beline ancak bir ip kuşak saran İsa gibi anası da sade görünmeye mecburdu.
Nihayet güneş tam zeval noktasına geldi ve o birkaç bin insan tamamıyla sessizleşti. Kimse artık nefes almıyordu. Yüreklerin çarpması bile o dinî ve büyük dakikanın şerefine sanki durmuş gibiydi. Orada, o geniş tarlada yalnız gözler yaşıyordu ve bu gözler, en derin bir heyecan içinde gökleri emiyordu.
Prens boynunu bükmüştü, ellerini birbirine kilitleyerek tuhaf bir vaziyet almıştı. Prenses Mari, solgun dudaklarını ısırarak gökyüzünü gözetliyordu, papazlar, dillerinin ucuna dua sıralıyordu. İşte bu dekor içinde boğuk bir ses duyuldu:
“Yere yatınız, duaya başlayınız.”
Prensle prenses bu sesi tanıdılar ve tereddütsüz, yüzlerini toprağa yapıştırdılar. Papazlar biraz şaşırmış olmakla beraber asil kumandanla karısını taklit etmekte gecikmediler, sakallarını yere yaydılar. Bir kısmı sesin garabetinden şaşalayan ve bir kısmı o sesi duymayarak kumandanla papazların durumundan belinleyen[26 - Belinlemek: Birden uyanarak çevresine korku ile şaşkın şaşkın bakmak, irkilmek. (y.n.)] halk, bir müddet ayakta kaldılar. Sonra önlerindeki örneğe uyup ve birbirlerine de örnek olup toprağa uzandılar.
O kalabalık arasında ayakta kalan üç kişiydi: Kara Abdurrahman, Sevindik, Emanoel. Abdurrahman’ın secdeye düşmemesi tabiiydi. Çünkü vazife görüyordu. Sevindik o emrin kendisine taalluk etmediğini biliyordu. Emanoel’se Sevindik’e uyarak ayakta kalıyordu.
Abdurrahman, kısa bir lahza, bu alık kütleye baktı ve şimdiye kadar yaptığı gibi karnından konuşmayı bırakarak kendi gür sesiyle haykırdı:
“Meryem, beş dakika secdede kalmanızı istiyor. Onun sesini işitir işitmez kalkınız, mübarek yüzünü görünüz.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/m-turhan-tan/krallar-avlayan-turk-69429013/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Teeddüp etmek: Utanmak, sıkılmak. (e.n.

2
Tenezzüh etmek: Gezinti yapmak, gezinmek. (e.n.)

3
Gülbank: Bir toplulukça hep bir ağızdan ezgili biçimde söylenen kalıplaşmış tekbirlere, dualara verilen ad. (e.n.)

4
Hamaset: Yiğitlik, kahramanlık, cesaret. (e.n.)

5
Palaz: Kaz, ördek, güvercin vb. bazı kuş yavrularının civcivlikten sonraki durumu. (e.n.)

6
Eski Türklerden birçoğunun “Kara” lakabıyla anılmalarına belki hayret eden bulunur. Bunun sebebi esmerliğin şarkta pek makbul olmasından başka bir şey değildir. Türk kudretinin nüfuzu altında yetişen meşhur Acem şairi Hafız bile sevgilisinin esmerliğiyle iftihar eder ve şöyle der:
An siyeh çerde ki şirini-i âlem ba ôst
Çeşm-i mey-gün leb-i handan dil-i hurrem ba ôst
Birçok Türk uluları bu lakabı -kıvanç duyarak- taşımışlardı. Karesi (Kara İsa), Kara Yusuf, Kara İskender, Kara Yülük gibi. Türkler bu sıfatı araziye ve kasabalara vermişlerdir: Karacadağ, Karahisar gibi!
Kızgın güneşler altında -bütün bir hayat- pala sallamış ve gaza aşkıyla, ülke ülke dolaşmış olan kahramanlara, esmerlikten başka renk nasıl yakışmazsa halkın idraki için de bu renge hayran olmamak yakışık almazdı (Kara şiddet, ululuk, büyüklük ifade ettiği gibi yön de gösterir: Karadeniz). (y.n.)

7
Tarraka: Gümbürtü. (e.n.)

8
Dümdar: Artçı. (e.n.)

9
Çempe yahut Çempi veya Çemni, Nara Burnu’nun karşısındadır. İlk fatihler devrinde bu kaleye verilen isim Virancahisar’dı. Sonraları orada Gündüz Alp’in oğlu Akbaş’ın (Akdemir Bey) defnolunması üzerine köyün ismi Akbaş’a çevrilmiştir.
Çempe’nin alınışı kitaplarda başka türlü yazılıdır. Tam tarih bakımından -evvelce de söyledik- Türklerin Rumeli’ye geçişleri hem tekerrür etmiş bir hadisedir hem gemi iledir. Salla geçiş son müverrihlerce kabul olunmuyor. Fakat o devrin gaza iştahından ilham alınarak ve müspet harikalar göz önünde tutularak o iştaha ve o harikalara mülayim surette ileri sürülen tasavvurlar hoş görülmelidir. (y.n.)

10
Savlet: Şiddetli saldırı, hücum. (e.n.)

11
Feridun Bey münşeatı, c. 1, s. 71.

12
Mahruti: Konik. (e.n.)

13
Tegaddi etmek: Gıdalanmak, beslenmek. (e.n.)

14
Bürhan: Delil. (e.n.)

15
Melahat: Güzellik, yüz güzelliği. (e.n.)

16
İsterato pedark, eski Bizanslılarda başkumandan, serdar demekti. (y.n.)

17
Şeamet: Uğursuzluk, kademsizlik, nuhuset. (e.n.)

18
Beşaret: İyi haber, müjde, muştu, erim. (e.n.)

19
Hazer etmek: Çekinmek, sakınmak, uzak durmak. (e.n.)

20
Z’um: Batıl zan, şüphe, yanlış zan. (e.n.)

21
Efendinin Rumcadan Türkçeye geçtiğini unutmamak lazımdır. Aslında sahip, malik, rab manasını taşırdı. Türkçede okuryazarlara verilen bir unvan olarak kullanıldı, bir müddet şehzadelere, fakat tazim kastıyla, efendi denildi.

22
Boğameydanı, bizim İstanbul’umuzun Tavukpazarı’dır. Bizanslılar, Türklerin İstanbul’a da gireceklerine, fakat o meydanda ihata olunarak imha edileceklerine, papazların kehanetiyle, iman getirmişlerdi. Yıllarca devam edip İstanbul’un Türkler tarafından alınmasıyla kofluğu tahakkuk eden bu itikadı, o devrin meşhur tarihçilerinden Kalkondil uzun uzun anlatır. (y.n.)

23
Bu gülünç akideyi de yine Bizans müverrihlerinden Ducas yazar. (y.n.)

24
Mübeşşer: Tebşir olunmuş. Kendisine müjde verilmiş. (e.n.)

25
Sellemehüsselam: Ulu orta, çekinmeden, destursuz. (e.n.)

26
Belinlemek: Birden uyanarak çevresine korku ile şaşkın şaşkın bakmak, irkilmek. (y.n.)
Krallar Avlayan Türk М. Турхан Тан
Krallar Avlayan Türk

М. Турхан Тан

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Türk sadece askerî gücüyle topraklar fetheden bir fatih midir yoksa bu gücün yanında ince zekâsını da ustalıkla kullanarak kaleler zapt eden, krallar avlayan bir cihangir midir? Tarih bize gösteriyor ki Türk’ün askerî kabiliyetinin yanında incelikli bir zekâsı da vardır. Türk bu incelikli zekâsını en çok da Anadolu topraklarına girdiğinden bu yana sürekli batıya ilerleyerek ve en sonunda Rumeli’ye akınlar düzenleyerek göstermiştir. Türk’ün bu ilerleyişinde nice akıl dolu fetihler olmuş, nice krallar avlanmış, kan dökmeden nice kaleler zapt edilmiştir. Üç bölümden oluşan “Krallar Avlayan Türk” eserinde Türk’ün bu incelikli zekâsına şahit olacaksınız. Türk okuyucusu tarafından pek bilinmeyen M. Turhan Tan, tarihî roman geleneğimizin en önemli isimlerinden biridir. Birçok önemli memuriyetlerde bulunduktan sonra Sivas mebusluğu da yapmış ve 1922 yılından itibaren kendini tamamıyla yazı hayatına adamıştır. En önemli eserlerini ise tarihî romancılık alanında vermiştir. Bazı eserleri Almanca, İngilizce ve Yunanca gibi dillere çevrilen, tarihî gerçeklikleri berrak ve sürükleyici bir üslupla aktaran Tan, Türk tarihinin zengin mirasını eserlerine ustalıkla taşımış ve okuyucusuna tarihî romanları keyifle okutan bir yazar olarak Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Turhan Tan’ın ölümünden sonra unutulan ve Türk yazın hayatından çekilen eserleri, Türk okuyucusunun özellikle son zamanlarda ilgisini çeken ve neredeyse güncelleşen konulara değinip ele aldığı dönemlere ışık tutmakta, günümüzdeki kimi tartışmalara cevaplar getirmektedir.

  • Добавить отзыв