Kadın Avcısı

Kadın Avcısı
M. Turhan Tan
“Kadın Avcısı”nda, hiç görmediği genç kızlara mektup yazma hastalığına tutulmuş olan halı tacirleri Yadigâr ve Süruri Bey adındaki iki gencin bu yolla adreslerine eriştikleri kızlar ile zamanla görüşmelerini ve bu görüşmeler neticesinde meydana gelen kargaşa ile bu hasta ruhlu beylerin cezalandırılmaları kimi zaman güldürerek kimi zaman da hüzünlendirerek hikâye ediliyor. Türk okuyucusu tarafından pek bilinmeyen M. Turhan Tan, tarihî roman geleneğimizin en önemli isimlerinden biridir. Birçok önemli memuriyetlerde bulunduktan sonra Sivas mebusluğu da yapmış ve 1922 yılından itibaren kendini tamamıyla yazı hayatına adamıştır. En önemli eserlerini ise tarihî romancılık alanında vermiştir. Bazı eserleri Almanca, İngilizce ve Yunanca gibi dillere çevrilen, tarihî gerçeklikleri berrak ve sürükleyici bir üslupla aktaran Tan, Türk tarihinin zengin mirasını eserlerine ustalıkla taşımış ve okuyucusuna tarihî romanları keyifle okutan bir yazar olarak Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Turhan Tan’ın ölümünden sonra unutulan ve Türk yazın hayatından çekilen eserleri, Türk okuyucusunun özellikle son zamanlarda ilgisini çeken ve neredeyse güncelleşen konulara değinip ele aldığı dönemlere ışık tutmakta, günümüzdeki kimi tartışmalara cevaplar getirmektedir.

M. Turhan Tan
Kadın Avcısı

M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…

1
(Az çok tahsil görmüş insanlar arasında, sık sık görülen marazi bir iptila vardır. Bu iptilayı taşıyan adamlar, yüzlerini değil resimlerini bile görmedikleri, asla tanımadıkları kadınlara mektup yazarlar, ilanıaşk ederler. Bazen de işi azıtırlar, mektuplarında, hayâsızlığın şaheseri sayılacak kadar küstah bir dil kullanarak hitap ettikleri kadınları baştan çıkarmaya savaşırlar.
İnsanların binbir çeşit deliliklerini tetkik ile uğraşan fen, şu yazdığımız iptilayı, bir nevi dalalet olarak kabul ediyor ve hayâsızca yazılan mektuplara da “Hetkiruhî-Defloration psychique” diyor. Bu hikâyede, böyle bir hastanın güldürürken acındıran ve acındırırken güldüren hayatı ve hadiselerin o hastayı nasıl cezalandırdığı tasvir olunmuştur.)
“Tatlıdil” mecmuanın son çıkan nüshasını eline aldı. Ne kapaktaki güzel resme, ne iç sayfalardaki yazılara baktı. İki formalık zarif mecmuanın bütün yapraklarını asabi bir hızla çevirdi ve sabit bir düşünce taşıyan tuhaf bakışlı gözlerini müsabaka sütununa dikti. O sütunda geçen nüshadaki bilmeceyi halledenler arasında çekilen kuranın neticesi ilan olunuyor ve birinciliği kazanan Nadire Hanımefendi’ye şık bir tuvalet takımı verileceği bildiriliyordu.
Süruri Bey’in dudakları hafifçe açıldı, dişleri arasından garip bir çıtırtı dökülmeye başladı:
“Nadire, Nadire, Nadire!”
Sanki bir bilinene dayanarak iki üç bilinmeyenli denklemi halletmek istiyormuş gibi boyuna o ismi tekrar ediyordu. Tatlıdil müsabakasını kazanan şu kadın; mahallesiyle, sokağıyla, evinin numarasıyla adresi de isminin üst tarafında ilan edilmiş olan bu bilmece birincisi, Süruri Bey’in kafasında büyük bir kargaşalık yaratmışa benziyordu. Onu tanıyor muydu? Hayır! Onun resmini görmüş müydü? Hayır! İsmini işitmiş miydi? Hayır! Fakat bu isim, kendisine enikonu tanıdık geliyordu. Müsabakanın filan mahallede, filan sokakta, filan numaralı hanede oturan Nadire Hanımefendi tarafından kazanıldığını okur okumaz beyninde birtakım hareketler, oynaşmalar hissetmişti. Bir olimpiyat birincisi gibi ansızın kıymetlenen şu ismi hiç de yadırgamıyor, yabancı görmüyordu.
Süruri Bey, o ismin, kendisine gelişigüzel tanışık gelmediğine emin idi. Nadir, ender, nevadir,[1 - Nevadir: Az olanlar, nadirler. (e.n.)] nedret[2 - Nedret: Az bulunan. (e.n.)] ve nihayet Nadire, bir nevi tedai addolunabilirdi. Fakat o, katiyete yakın bir kanaatle şu isme karşı bir tanışıklık sezinliyordu. Gözleri, mecmuanın bilmece sütununda ve o sütunun birinciyi gösteren satırlarında dikili olarak, derin derin düşünüyordu.
Bu ismi sık sık işittiğine, sahibini de mutlaka gördüğüne kendisini inandırmak için garip bir üzüntü geçiriyordu. Siyah bıyıklarını kıvıra kıvıra, kara gözlerini süze süze beynini zorluyor ve hafızasından bu hasta sanıyı kuvvetlendirecek yalancı bir şahitlik dileniyordu.
Lakin düşünüşler ve çırpınışlar bir türlü meyve vermiyordu. Şu pek tanır gördüğü isim, kendi kendini zorlamasına rağmen, mülhem renkler ve şekillerle bile sıkıntılı kafasında bir şekil alamıyordu. Bir dostun ismini hatırlayamamak Süruri Bey’in de sık sık başına gelirdi. Fakat ismi bilinen bir dostun yüzünü bulamamak tuhaflığını ilk defa görüyordu. Bu hâl, nihayet sinirlerine dokundu. Tatlıdil mecmuasını bir tarafa attı, ellerini pantolununun cebine sokarak oda içinde dolaşmaya başladı. Hem geziyor hem o isme zihnî bir anlam, somut bir kavram çizmeye uğraşıyordu.
Yalancı şahitlik yapmamakta ısrar eden hafızanın üzücü pintiliğini muhayyile telafi etmekte gecikmedi ve genç adamın kafasında yavaş yavaş bir kadın belirmeye başladı. Bulutlar arasından nazlı nazlı sıyrılan ay gibi, onun da deminden beri zifirî siyah görünen beyninde yapyap, münevver bir hayal yüz gösteriyordu.
Bu, cidden güzel bir doğuş idi. Tatlıdil mecmuasının bilmece birincisi olarak ilan ettiği Nadire Hanım, ilk önce dumanlı ve akışkan bir hat kümesi ve sonra şeffaf tüllere sarılı belirsiz bir gölge, nihayet sarı saçlı, iri mavi gözlü, çekme burunlu, inci dişli, billur gerdanlı, dolgun göğüslü genç bir kadın olarak Süruri Bey’in kafasında resimlendi ve ete kemiğe büründü! Delikanlı, kapalı gözleriyle ve ter döktüren bir helecanla bu değişiklikleri takip ediyordu. İşte biraz sıkılmış, biraz üzülmüş ve nihayet şu bilmece birincisine bir şekil vermişti. Artık Nadire Hanım’ın ismini değil, cismini de biliyordu. Bu, yeni ve yeniliği nispetinde de tatlı kuruntulara zemin olabilecek bir muvaffakiyetti!
Nadire Hanım, işte bu sarı saçlı kadındı, başkası olamazdı. Aynı zamanda bu kadar latif ve bu kadar alımlı bir kadını sevmemek, çıldırasıya sevmemek alıklıktı, “hüsn ü aşk” namına affı müşkül bir suçtu!
İki keser darbesiyle yapıverdiği putlar önünde diz çöken bir zavallı gibi o da muhayyilesinden doğan çehrenin bir hakikat olduğuna inanıyordu. Bu gülünç imanını başkalarına itiraf etmekten belki sıkılacaktı. Lakin o dakikada; hayretle, hazla ve istiğrakla[3 - İstiğrak: Kendinden geçercesine sessiz bir coşkuya dalma. (e.n.)] dolu olan o mahrem dakikada hayalindeki güzel kadından ve hızlı hızlı çarpan yüreğinden başka hiçbir mevcut ile alakadar değildi.
Süruri Bey, kendi eserini, Nadire ismini verdiği o muhayyel güzeli uzun uzun temaşa etti. İlk hayret ve ilk istiğrak yavaş yavaş alevli bir arzu, göz karartıcı bir iştah hâlini alıyordu. Süfli dileklerden doğan yakıcı bir sinir gerginliği, hülyalı delikanlının iradesini zerre zerre eritiyordu.
Bir müddet, bu güçlü karışıklık içinde çırpındı ve sonra alnında dizi dizi ter, dudaklarında perişan bir titreme, bütün vücudunda dalga dalga ateş olduğu hâlde yerinden kalktı, aynanın önüne gitti, hummalı gözleriyle kendini tetkike girişti.
Ne gariptir ki Nadire Hanım, “onun” Nadire Hanım’ı, aynada görünüvermişti. Şimdi âşık ve maşuk, daha doğrusu Halik ve mahluk yan yana duruyordu ve Süruri Bey, cam safha üstünde kendisine temas edecek kadar yaklaşan bu zarif kadının önünde reveranslar yapıyor, diz çöküyor, neşideler okuyordu.
Hemen söyleyelim ki hikâyemizin kahramanı deli değildir. Nitekim aynada resimlenen akisleriyle kucaklaşmaktan tam bir vuslat zevki aldıklarını, yataklarında kendi fotoğraflarını koklaya koklaya baygınlığa daldıklarını tıp kitaplarında okuduğumuz hastalar da deli değildir. Bu hazin veya çirkin iptilalar, mütereddilerde,[4 - Mütereddi: Soysuzlaşmış, alçalmış. (e.n.)] saralılarda, felç ile karışık bunamalarda, yaradılışlarında delilik nüvesi bulunanlarda görülüyor. Süruri Bey de, irsen mütereddi bir gençti ve en büyük zevki, muhayyel aşklar yaşatmaktı!
Ayna önündeki ibadet merasimi biraz sonra bitti. Delikanlının sinirlerindeki ateşli gerginlik, bu garip ibadetle ortadan kalkmıştı. Şimdi biraz yorgun, biraz mahmurdu. Gene koltuğuna gömülerek düşünmeye başlamıştı. Bilmece birinciliği yüzünden Tatlıdil okuyucuları arasında, komşuları ve tanıyanları içinde birdenbire yükselmiş, ismine şöhret gelmiş olan Nadire Hanım’ın güzelliğinden, zarafetinden birçok erkeğin istifadeye kalkışacağına şüphe yoktu. Kimi el yazısını isteyecek, kimi resmini dilenecek, kimi sesini işitmek niyazına girişecek, kimi de kendisine evlenme teklifinde bulunacaktı.
Bal, sinek; yağ, karınca çağırır! Parayla şöhrette de biraz yağ, biraz bal bulaşıklığı vardır; etraflarına daima koyu bir kalabalık toplarlar. Süruri Bey, bu hakikati bilenlerdendi. Binaenaleyh, vakit geçirmeyi zararlı gördü. Hayalinde yaratıp yaşattığı güzel kadına hemen bir mektup yazmayı tasarladı.
Bir işi tasarlamak kolay, yapmak, ekseriya güçtür. Böyle olmasa hayal ile hakikatin farkı kalmaz ve tabiatın insanlara hülya gibi bir teselli hazinesi vermesinde hikmet bulunmazdı. Süruri Bey de, bu ölmez hakikatle karşılaşmıştı. İsmini ilk defa gazete sütunlarında gördüğü bir kadın için mizacına uygun bir şekilde çarçabuk bir yüz ve bir endam yarattığı, o hayalî mahluk ile enikonu alışkanlık tesis ettiği, hatta öpüşüp koklaştığı hâlde mektup yazmak meselesine gelince bocalamıştı.
Ne yazacaktı, nasıl bir yol bulacaktı ve bilhassa coşkun aşkını nasıl tasvir edecekti? İlk lahzada zihnine çarpan bu müşküllerin arkası da vardı. Nadire Hanım, kızoğlankız mıydı, evli miydi yoksa dul muydu? Bakire ise babasını, kardeşini; evli ise kocasını, dul bulunduğu takdirde de işine bakan erkeği hesaba katmak icap ediyordu. Yazılacak mektup o çeşit çeşit erkeklerden herhangi birinin eline geçerse bir rezalet kopabilirdi. Kızına veya karısına damdan düşer gibi, name gönderen erkeğin bu hareketini hoş görecek baba veya koca nadir bulunurdu. O hâlde şu ilanıaşk işinde bu mühim noktayı da düşünmek lazımdı.
Süruri Bey hayli düşünüp taşındıktan sonra, mektubu yazmak işini daha mühim gördü, o sıkıntılı noktaları bir tarafa bıraktı ve yazı masasının başına geçti. Şimdi yazıyor, durmadan düşünmeden yazıyordu. Kelimelerden bir hamlede satırlar ve satırlardan üç beş dakika içinde sayfalar vücuda geliyordu. Sanki beyninde bir ilham şelalesi infilak etmişti ve o feyyaz çağlayanın berrak suları, tükenmek bilmeyen bir akışla kâğıtların üstüne dökülüyordu.
Bu suretle, yirmi yirmi beş kâğıt doldurmuştu. Güneş batarken bu akış kesilmiş ve mektup bitmişti. Muhteşem eserini gurur ile temaşa eden kudretli bir mimar gibi o da memnun ve bahtiyar, önündeki kâğıt yığınına bakıyordu.
Müsveddelerini gözden geçirmekte acele etmiyordu. Sıra sıra kelimeler, nefis bir sanat eserinin etrafındaki zarif nakışlar gibi gözlerine haz ve yüreğine sevinç veriyordu.
Süruri Bey, uzun bir müddet, bu vaziyeti muhafaza etti ve sonra yazdıklarını yüksek sesle okumaya başladı. Kelimeler, şakrak birer nağme gibi, kulağında hoş bir yankı uyandırıyordu. Okuduğu sanki bir mektup değil, ayrıntılı bir beste idi. Musikinin bütün incelikleri işte bu şatolarda, samimi ve mütecanis[5 - Mütecanis: Bir cinsten olan, diğerleriyle aynı cinsten olan, bağdaşık. (e.n.)] bir çalkanışla akıyor, akıyor, akıyordu.
Delikanlı, bu eserini de beğendi. Artık şu mektubu Nadire Hanım’a göndermekten başka bir kaygısı yoktu. Tatlıdil mecmuasının bilmece birincisine herkesten evvel bir kaside takdim etmek, bir gönül musikisi dinletmek istiyordu. Mecmuanın Nadire Hanım’a hediye edeceği şık tuvalet takımının yanında bu mektup ne kadar yakışık alacaktı! Sarışın güzelin, zekâsına mükâfaten verilen hediyeye baktıkça haklı bir gurur ve güzel kokulu bir çiçek demetini andıran bu hoş mektubu eline aldıkça da derin bir iftihar duymaması mümkün müydü?
Süruri Bey, şimdi sabırsızlanıyordu. Her kelimesinde ahenkli bir nükte titrediğine kanaat getirdiği “name”sini hemen sevgilisine yollamak istiyordu; fakat gün batmış, posta gişeleri çoktan kapanmıştı. İster istemez sabahı beklemek lazımdı. Ancak gün doğduktan, resmî daireler açıldıktan sonradır ki bu aşk delili, bu nağme buketi yola çıkarılabilecekti.
Delikanlı, içini çeke çeke bir tarafa oturdu. Sarı saçlı Nadire Hanım’ı kafasının içinde ayağa kaldırıp gezdirerek ve onun zarif kıvranışlarını yutkuna yutkuna seyrederek güneşin doğmasını beklemeye koyuldu. Bütün bir gece süren bu buhranlı bekleyiş devresinde sık sık mektubunu da okudu. Her okuyuşunda eserinin yüksek bir kıymet taşıdığına inanışı ziyadeleşti, bu suretle ızdırabına biraz sükûn, hülyalarına kuvvet geldi; bazen koltukta, bazen ayakta ve bazen ayna önünde sevgilisiyle latifeler yaparak, yazdığı mektubu birkaç defa da ona okuyarak oyalandı.
İlk horoz sesiyle beraber o, sokaktaydı, en yakın posta gişesinin önünde kaldırım kulaçlıyordu.
***
Hacı Hafız Nesimi Efendi, Sahaflar Çarşısı’nda ele geçirdiği -baş tarafı kopuk, son sayfaları düşük- bir kitabı okumakla meşgul idi. Bu eksiklikler, kitabın eskiliğine adil bir delil idi. O, böyle bir kitap yakaladığından dolayı ne kadar memnun ise kitabın gayet garip şeylerden bahsettiğini görmekle de o derece şaşırmış idi. Kır kaşlarını çatmış, gözlüğünü burnuna yerleştirmiş, merak ile incelemeye dalmıştı.
Kendisi ilm-i sima,[6 - İlm-i sima: Yüz okuma ilmi. (e.n.)] ilm-i simya, tarih, hikmet gibi şeylerle senelerce uğraşmış, yüzlerce kitap okumuş, bilgisine ve bilgiçliğine itimat hasıl etmiş bir adamdı. Fakat insanların nasıl türediğini, nasıl ürediğini ispata yeltenen bir ilmin tedvin olunduğundan o güne kadar bihaberdi. Şimdi bu küçük cehlini de gidermek fırsatını buluyordu. Çünkü elindeki kitap, öyle bir ilme ilişkindi ve o dakikada okuduğu satırlar, “mebhas ül-kıhıf”ı[7 - Mebhas ül-kıhıf: Kafatası ilmi. (e.n.)] ihtiva ediyordu.
Mebhas ül-kıhıf, yani kafatası bahsi! Yetmişlik ihtiyar satırları süzdükçe ciddileşiyor ve saniye başına çoğalan bir merak içinde düşünüyordu. Kafaların şekil ve hacmiyle zekâ arasında bir münasebet bulunduğunu öteden beri kendisi de biliyordu. Büyük baş, ya kemik iriliğine ya beynin sululuğuna yahut da zekâ çokluğuna delalet ederdi. Ancak kafataslarının istiabi[8 - İstiap: İçine alma, sığdırma. (e.n.)] hacimlerinin ölçüldüğünü işitmemiş, hele kafaların darlığından, genişliğinden milletlerin ırki kabiliyetlerine, manevi fazilet veya alçaklıklarına intikal edilebileceğini asla düşünmemişti. Lakin elindeki kitap, bu hususta tecrübeye dayanan hükümler veriyor, deliller gösteriyordu. Kafalarının ilmî vasıtalarla ölçülebileceğini, her kafanın istiap hacminin tayin edileceğini söylüyor, sıra sıra misaller zikrediyordu. Meçhul müellif, kafa ölçmek usullerini de sayıyordu. Bir kuru kafatasının su ile yahut kumla, bazen de hardal tanesiyle doldurulup istiabî hacminin tayin olunacağını anlatıyordu. Gene o meçhul müellifin rivayetine göre medeni ırkların kafalarıyla vahşilerin kafaları arasında genişlikçe büyük bir fark vardır. Vahşilerin kafaları ya pek büyük ya pek küçüktür. Vasati hat, “1400” santimetre kare olması lazım gelirken bazı vahşilerin “1800” ve bazılarının da “1000” santimetre kare büyüklüğünde kafa taşıdıkları görülmüştür!
Hacı Hafız Nesimi Efendi, pek tuhaf şeylerden, pek ince hesaplardan bahseden kitabı dizlerinin üstüne koydu, okuduğu sayfanın arasına bir kâğıt yerleştirdi, gözlüğünü alnına kaldırdı:
“Acayip!” dedi. “Cevherin kıymeti mahfazasının şekliyle, hacmiyle mi ölçülür? Mahfaza ister büyük ister küçük olsun iş cevherde! Ya kafanın hacminden seciyeleri istidlal etmek[9 - İstidlal etmek: Kanıtlara dayanarak bir sonuca varmak. (e.n.)] ne gülünç!” Müteakiben gülümsedi:
“Mamafih.” dedi, “Düşündürücü bir mesele, ihmal etmeye gelmez, hemen tecrübe etmeli. Bakayım, vasati hat, bizim evde hangi kafaya nasip olmuş ve aşçı Karanfil’in başıyla bizim kafalar arasındaki fark, kaç santim? Bilahare seciyeler üstünde de tetkikat yaparım.”
Otuz seneden beri o evde boğaz tokluğuna çalışan zenci Karanfil Kalfa’yı çağırmak için ellerini çırpmaya hazırlanırken o, beyaz dişlerini göstererek odaya girdi, “Bir mektup!” dedi. “Postacı getirdi.” Nesimi Efendi, gevrek gevrek mırıldandı:
“İti an sopayı hazırla! Ne doğru söz…” Karanfil Kalfa, Türkçesi değil Arapçası yâd olunan bu tekerlemeyi bir dua sandı. Ezelî kırmızılığı artık solmaya başlayan dudaklarında sessiz bir “âmin” titredi ve yavaş yavaş ilerleyerek getirdiği mektubu efendisine uzattı.
İlmî bir tecrübeye hazırlanan ihtiyar, uzatılan mektupla alakadar olmadı, açıp okumak şöyle dursun, zarf üstündeki yazıya bile bakmadı, iki parmağıyla kayıtsızca tutup bir tarafa attı ve heybetli bir seda ile hizmetçisine emir verdi:
“Hanımı, Nadire’yi, oğlumu, beslemeyi çağır, buraya gelsinler. Sen de biraz sicim al, çabuk gel.”
Nesimi Efendi’nin tuhaf işleri çoktu. Tek dürbünle gökte yıldız aramak en hafifi olmak üzere bir sürü garibeler gösterirdi. Kedilerin kuyruk sallayışından havalar hakkında kehanette bulunur, kuzu melemesinden komşularda lohusa bulunduğunu anlardı. Kalaydan altın, Alemdağı kömüründen elmas vücuda getirmek için yüz türlü alaşımlar icat eder, günlerce ocak başında kazan kaynatırdı. Evin küçüğü büyüğü, gördükleri rüyaları gözlerinin çapağını silmeden kendisine söylemeye mecbur idi. O, bütün bu rüyaları tabir için saatlerce didinir, ciltlerle kitap karıştırır ve binnetice rüya görenlerin her birini ya üç gün oruç tutmaya veya hamama gidip kırk tas su dökünmeye yahut on bin “Ya sabır!” çekmeye zorlardı.
Karanfil Kalfa, her gün bir başka çeşidini gördüğü bu deliliklere yeni bir numara daha ilave edileceğine hükmetti. Sessizce odadan çıktı. Ancak, ev halkının toptan huzura davet olunmasını biraz garip ve sicim istenilmesini de biraz tehlikeli buluyordu. Bununla beraber ne hanımlara ne küçük beye düşüncesini belli etti; sadece efendisinin emrini bildirdi ve bir yumak sicim alıp kendisi de alelacele kalabalığa iltihak etti.
Şimdi bütün ev halkı, odada toplanmış bulunuyordu. Başta evin hanımı Dürdane Hanım, yanında kızı Nadire, onun ardında oğlu Nimetullah, daha arkada besleme Nevcivan, efendinin emirlerini bekliyorlardı. İki günden beri o evde dikiş diken Matmazel Aleksandra Diplaraku da kalabalığa uyarak sıraya katılmıştı.
Nesimi Efendi, mebhas ül-kıhfın ölçü faslını ağır ağır bir kere daha gözden geçirdi ve kapı yanında mevki tutan Karanfil Kalfa’ya hitap etti:
“Sicimi getir ve diz çök!”
Zencinin yüzünde bir beyazlık belirdi, efendinin bu sicimle bir ameliye yapacağı yahut elini ayağını bağlayıp uzun bir zaman için kendisini kömürlüğe hapsedeceği vehmiyle titredi. Bununla beraber, endişesini içinde saklayarak yalancı bir tebessümle ilerledi, tecrübe meraklısı ihtiyarın önünde diz çöktü.
Dürdane Hanım’la çocukları ve Rum kızı, büyük bir dikkatle efendinin hareketini takip ediyorlardı. O, vaziyetini bozmadan biraz eğildi, sicim yumağının uç tarafını Karanfil Kalfa’nın başına sardı, kendince gerekli olan haddi bu suretle tespit ettikten sonra terzi kıza döndü:
“Makasını ver!”
Aleksandra, şuh bir tebessümle cevap verdi:
“Makas öbür odada. Emrederseniz getireyim.”
Nesimi Efendi, fersiz gözlerini büze büze genç matmazeli süzdü:
“Senin gibi kızlar…” dedi. “Makasını yanında taşımalı. Dem olur, ansızın ihtiyaç görülür. Haydi git, getir. Bir daha da yanından ayırma.”
Terzi kız, kahkahasını zapt için dudaklarını goncalaştırdı, hemen odadan çıktı. Dönüşünde hem makas hem de bir mezura getirmişti.
“Buyurun, ölçü için mezura ipten iyidir. Ne ölçecekseniz bir bakışta boyunu, enini anlarsınız.”
Nesimi Efendi, takdirkârâne başını salladı:
“Amelî şeysiniz vesselam. Kolayını bulmadığınız iş yok. İşte makasa da lüzum kalmadı.”
Karanfil Kalfa’nın kafası bu sefer mezura ile ölçüldü ve bulunan rakamlar, gene Aleksandra’nın delaletiyle okunarak bir tarafa yazıldı.
Sıra, Nevcivan’ındı. Üvey ana yumruğundan kurtulmak için el evine atılan bu köylü kız bahtının çirkinliğini yüz güzelliğiyle telafi edebilen dilber hizmetçilerdendi. Gözlerinden neşe, yanaklarından sıhhat ve bütün vücudundan oynaklık fışkırıyordu. Henüz elleri nasırlanmamış, topukları dilimlenmemişti. Önünden kirli önlüğü alınsa saçları temizlenip taransa biraz itinalıca giydirilse pek alımlı bir kız olacaktı. Bakımsızlık, onun taşıdığı güzellik cevherine hüzünlü bir toz tabakası örtüyor gibiydi.
Nesimi Efendi, henüz on yedi yaşında bulunan bu köy güzeline öpücü bir bakışla bakmayı müteakip ciddileşti ve mezurayı onun da başında çevirdi. Matmazel Aleksandra şeridin gösterdiği rakamı, mühim bir şifre hallediyormuş gibi çalımla okudu:
“48!”
Efendi, kurşun kalemde bu rakamı da, mebhas ül-kıhfın kenarına yazdı ve oğlunu çağırdı:
“Gel bakalım Nimetullah!”
Henüz yirmi beş yaşında bulunmasına rağmen üç seneden beri sakal bırakmış olan evin küçük beyi, besleme Nevcivan’ın sıcak dizine dizlerini yapıştırdı, başının ölçüsünü aldırdı.
Nadire Hanım davet beklemeden koştu, babasının önüne oturdu. O, otuz yaşında çirkinler çirkini bir mahluk idi. Gözlerinde kertenkele bakışı, yanaklarında matem solgunluğu, dudaklarında hazan pejmürdeliği yaşıyordu. Güldükçe iskeletlerin sırıtışını, konuştukça bir alay cırcır böceği zırıltısını hatırlatıyordu. Nesimi Efendi, beşeriyete hediye ettiği bu çirkin yadigâra merhametle karışık bir ızdırapla baktı ve mezurayı onun da kayık biçimi kafasına geçirdi.
Kafanın biçimsizliği hesapta yanlışlık yapılmasına sebebiyet vereceği için itina göstermek lazımdı. Bu sebeple efendi, bağdaş kurmaktan vazgeçerek diz üstüne gelmişti ve mezurayı Nadire’nin önü de arkası da çıkık olan kafasına iyice yapıştırmak, kafanın yüz ölçümünü bihakkın[10 - Bihakkın: Hakkıyla. (e.n.)] tespit etmek istiyordu. O, bu işle uğraşırken çirkin kızın soğuk mavi gözleri ansızın sedire ilişti ve kendi namına yazılı olan zarfı gördü.
Posta ile geldiği üzerindeki puldan anlaşılan bir mektup, “Nadire Hanımefendi Hazretlerine” ibaresiyle kendisine hürmetkârane, tazimkârane, tebcilkârane hitap eden bir mektup? Çirkin kızın zihni altüst olmuştu. Mucizeli bir el sanki gözlerini güzelleştirmiş, yanaklarına renk vermiş, dudaklarını nazikleştirmiş, kemiklerine yumuşak ve dolgun bir deri geçirmiş gibi haz ve hayret içinde idi. Yüreğinde helecanlar, göğsünde kabarışlar duyuyordu.
Terzi kızın “66!” demesini müteakip babasının, “Haydi kalk. Sıra bizim hanımın!” diye bağırdığını işitmemişti. Minimini gözleri, mahut zarfın üstünde sabitleştiği hâlde diz üstü oturup duruyordu. Nesimi Efendi, çirkin kızın tuhaf bir değişiklik içinde alık alık bakmadığını, sık sık soluduğunu görünce haykırdı:
“Ne oluyorsun be, güzellik müsabakasına girdiğini mi sanıyorsun? Korkma, seni öyle sıkıntılı imtihanlara sokmam, senin numaranı eben alnına yazmış. Ne silinir ne aşınır. Haydi sallanma da ayağa kalk.”
Kızından farkı, yirmi beş yaş büyük olmaktan ibaret bulunan Dür-dane Hanım, dişsiz ağzında karanlık bir tebessüm, tecrübe mevkisine dizlerini koyarken Nadire, mahir bir hareketle sedire yanaştı ve bir “kleptoman” zaruretiyle âdeta gayrimeşru bir el uzunluğu ile zarfı aldı. Nesimi Efendi, karısının başını ölçmekle; terzi kız, numarayı okumaya hazırlanmakla; Nimetullah ile Karanfil, efendinin gülünç ölçülüsüne bakmakla meşgul oldukları için bu hırsızlığın farkında olmamışlardı. Yalnız Nevcivan, neşeli gözlerde hadiseyi görmüş ve hafifçe kaşlarını çatmıştı. Nadire’nin muvaffakiyeti bu gülüşle bittabi bozulmadı ve matmazel Aleksandra “43!” diye tebliğ vazifesini ifa ederken Süruri Bey’in küçük bir risaleye benzeyen mektubu, ait olduğu ele geçmiş bulunuyordu.
Nesimi Efendi, mahut kitabın kenarına kaydettiği rakamları yüksek sesle tekrar ediyordu:
“34, 48, 46, 66, 43!”
Matmazel Aleksandra, cilveli cilveli kırıttı:
“Efendim…” dedi. “Benimkini ölçmediniz.” Yetmişlik ihtiyar, gözlüğünü gene alnına kaldırdı, içinde kim bilir ne fasit düşünceler kaynayan kafasını rızasıyla ölçtürmek isteyen Rum kızını uzun uzun süzdü:
“Yavrum!” dedi “Bu ölçülerin bir sebebi, bir de gayesi var! Bizim hanımla çocuklar, besleme Nevcivan, anha minha[11 - Anha minha: Aşağı yukarı, yaklaşık olarak. (e.n.)] Türk’tür. Karanfil de halis ül-ayar zencidir. Ben bunların kafaları arasındaki farkı arıyorum. Seni hangi tarafa koyayım? Türk değilsin, zenci değilsin.”
“Ben de Rum’um.”
Nesimi Efendi, sağ elinin şehadet parmağını başının hizasına kadar kaldırdı:
“La, la la! Sizin beşeri ırklar, medeni ve vahşi kavimler arasında muayyen bir mevkiniz yoktur. Siz, Rumca konuşursunuz; fakat Rum değilsiniz.”
Matmazel Aleksandra Diplaraku’nun gözlerinde alaycı bir şimşek titredi:
“Ya neyiz efendim?”
“Hiçbir şey yahut sade bir kalabalık!”
“Aman efendi hazretleri, nasıl olur? Dilimiz var, dinimiz var, istuvarimiz[12 - İstuvar: History, tarih. (e.n.)] var, literatürümüz var. Bize kuru kalabalık denilir mi?”
İhtiyar, iki diz üstüne geldi, yumruklarını kasığına dayayarak kollarına yay biçimi verdi:
“Bana bak terzi!” dedi. “Hacı Hafız Nesimi Efendi ne söylerse doğrudur. Çünkü bilerek söyler, düşünerek söyler, her kelimeyi tartarak söyler. Buna sen de inanmalısın, iman getirmelisin.”
Aleksandra, kızgınlığını hazmederek eğlenmek istedi:
“Hay hay efendi hazretleri. Sizin büyük bir savan olduğunuzu bilirim. Fakat ‘Rum yoktur!’ deyiverdiğiniz için şaşaladım. Kendimden şüphe ettim. Sözünüze bakınca ben ‘yok’ oluyorum. Var ve yok! İşte beni düşündüren bu.”
“Uzun yavrum, uzun. Bu mesele çok uzun. Müşterinin ölçüsünü alıp makasa yapışmaya benzemez ki! İşin içinde tarih var, felsefe var, tababet var, var oğlu var. Ben bunları sana nasıl anlatayım?”
Dürdane Hanım sık sık esniyor, Nimetullah Efendi yumuşak kıllı sakalcağızını karıştırıyor, Nevcivan düşünüyor, Karanfil Kalfa, efendisiyle çene yarışına çıkan terzi kızının bu cüretine alıklaşarak için için bir şeyler geveliyordu. Nadire Hanım ortada yoktu. Babasının münakaşaya başladığını görür görmez yavaşça savuşmuş, tavan arasına kapanarak biraz evvel çaldığı mektubu hecelemeye girişmişti.
Nesimi Efendi, karısının ayakta sallana sallana esnediğini, oğlunun yüzünde de uyku alametleri belirdiğini görünce onlara izin verdi:
“Haydi siz odanıza gidin, beni şu kızla yalnız bırakın!”
Dürdane Hanım oğlunu, beslemesini ve siyah kalfayı ardına takıp çıktı. Geveze ihtiyarla eğlenerek biraz vakit geçirmek, iş görmeden yarım gündelik olsun almak, Matmazel Aleksandra Diplaraku’nun hoşuna gidiyordu. Binaenaleyh, Nesimi Efendi ile baş başa kalınca, çapkınca gülümsedi:
“Beni okutunuz.” dedi. “Sizden ders almak tatlı bir şey olacak!”
İhtiyar, ciddi bir çehre ile homurdandı:
“Pek sevinme. Dersin tatlısı olduğu gibi acısı da vardır. Sen dikkatini topla, yanıma çömel.”
Terzi kız sedirin kenarına ve Nesimi Efendi’nin yanı başına ilişti:
“Aklım işte ama kulağım sizde!”
“Ne işi o?”
“Hanımın entarisi biçilecek, küçük hanımın şal hırkası prova edilecek, küçük beye gecelik dikilecek!”
“Onları yarın da başka bir gün de yapabilirsin. Fakat beni neşeli bulup da dinlemek her vakit mümkün olmaz.”
“Buyurun efendim, dinliyorum.”
“Sen, mürekkep yalamış bir kızsın. İlmî hakikatlere boyun eğmek lazım olduğunu bilirsin. O hâlde dinlemek var, darılmak yok.”
“Estağfurullah efendim, ben size nasıl darılırım, büyükbabam yerindesiniz.”
“O kadar ihtiyar olduğumu sanmıyorum ama aksini iddiaya lüzum görmüyorum. Bahsimiz daha mühim.”
Nesimi Efendi, birkaç kere öksürdü ve şöyle bir izaha girişti:
“Sana ‘Rum değilsin…’ dediğim zaman, birdenbire şaşırdın. Hâlbuki elini şakağına koyup şöyle bir düşünseydin hiç de şaşılacak bir şey söylemediğimi anlardın. Sözümün ne kadar basit bir hakikat taşıdığını ispat için şu senin ‘istuvar, istuvar’ dediğin tarihi göz önüne alalım. Dizimizde sanki bir kitap varmış gibi Rumluğun geçmişini okuyalım. İşte birinci sayfayı açıyorum: Gotların istilası! Bu, ne demektir? Binlerce ve binlerce silahlı ecnebi elbette Rum memleketlerinde Aynaroz Papazı gibi ömür geçirmemiştir. Kanları kaynadıkça, gözleri kızardıkça Rum kadınlarının lütfuna müracaat etmişlerdir. Kadınların bu kabil lütufkârlıklan ekseriya canlı hatıralar bırakır! Gotlar işte bu suretle, bir hayli günlerini eski Rum diyarında geçirdikten sonra kendi yurtlarına gittiler… Şimdi ikinci sayfaya geçiyorum: Ostrogotların hücumu! Bu hücum, çekirge salgını değil, iri yarı ve dipdiri insanların saldırışıdır. Onlar da öbek öbek köylere dağılıyorlar, şehirlere yayılıyorlar, kendilerinden evvel gelen Gotlar gibi dilediklerini yapıyorlar, can sıkıntılarını giderecek, garipliklerini kendilerine unutturacak yumuşak göğüsler bulmakta güçlük çekmiyorlar. Bir gün, onların da avdet ettiklerini görüyoruz.
Fakat Rumların talihi tuhaf. Yurtlarını muhafaza etmeyi mi bilmiyorlar yoksa aralarında yabancı bulunmadıkça rahat mı edemiyorlar, ne oluyorsa bu sefer Avarlar geliyorlar, onların dönmesini müteakip Hunlar boy gösteriyor. Artık sayfaları sık çevirelim: Islavlar, Kadıköy’e kadar gelen Acemler, İstanbul etrafında senelerce çadır kuran Araplar, Latinler ve nihayet Türkler!
Görüyorsun ya, Rumluk denilen kütle, bütün tarihinde tek bir sene bile hür kalmamıştır. Bir istilacı ordu aralarından çekilir çekilmez yerine daha kuvvetlisi gelmiştir. Demek ki asırlarca, Rum evlerinde o evin erkeklerine yabancı erkekler ortaklık etmiştir.
Şu hâle nazaran, sizin kendinize Rum demeniz nasıl mümkün olur? Sizde Got kanı, Ostrogot kanı, Hun kanı, Islav kanı var!
Bu kan bozukluğu, sizde biraz da fıtridir. Eski Spartalıları, Atinalıları düşünerek ne demek istediğimi anlarsın. Meşhur, Herodot Efendi, Spartalılarda nikâh olmadığını söylüyor. Orada her yetişkin erkek, her yetişkin kızla göz göre göre ve enine boyuna görüşür, sonra kuyruğu omuzlayıp işine gidermiş! Gene o eski müverrih Atina kadınlarının ancak ‘erkeklere hoş görünmek’ terbiyesini aldıklarını ve o terbiyeye göre yaşadıklarını anlatıyor!
Bütün bu hakikatlere, bu bozuk kanlılığa rağmen size Rum olduğunuzu telkin eden kilisedir. Hâlbuki kiliseler, vicdanlarda karışıklık yapabilseler bile kanlarda tasfiye yapamazlar. Papağanlara hangi dilde kelime öğretirseniz öğretiniz, zavallılar gene kuştur; siz de Rumca konuşuyorsunuz ama tuhaf bir alaşımdan başka bir şey değilsiniz. Ne kadar yazık ki bu alaşımın adı henüz konulmamıştır ve siz, un çuvalı üstüne başka bir yafta yapıştırmak kabilinden kendinizi Rum olarak tanıtmaya çalışıyorsunuz. Lakin küçük bir fiske çuvalın hakikatini meydana çıkarır.
Bu sebeple terzi hanım, zatıalinize Aleksandra Diplaraku demekte beis görmem, fakat Rum kızı demek için çok düşünürüm, ilmen ortaya çıkardığım kanaatime göre dünya yüzünde asırlardan beri Rum yoktur, Rumca konuşan insanlar vardır.”
Terzi kızı, hiddetini güçlükle yenebiliyordu. İhtiyar adamın itiraz kabul etmeyen bir katiyetle söylediği sözlerden fena hâlde sıkılmıştı. Ancak, tarihe istinat ettirilen bu hükümleri, alelade sözlerle, manasız tehevvürlerle[13 - Tehevvür: Çok kızma, öfkelenme, köpürme. (e.n.)] reddetmeye kalkışmayı da kendi bilgiçliğine yakıştıramıyordu. Binaenaleyh kızara bozara, parmaklarını çatırdata çatırdata hayli düşündü ve nihayet bir müdafaa noktası buldu:
“Sel gider, kum kalır efendim. Biz de kendimizi kum sayarız.”
Nesimi Efendi, güldü:
“Kumu götüren sel de vardır, onların yerinde ancak çamur kalır!”
“Çamur olalım fakat güzel kokulu bir çamur! Rumların güzelliğine de diyeceğiniz yok a!”
Efendinin yüzünde küçümsemeye, hor görmeye benzeyen bir mana belirdi:
“Güzellikten bahsedilmek için güzelliği bilmek lazımdır. Bana ‘güzel’in tarifini yapar mısın?”
“Benim Türkçem kıt, söyleyemem ki, Biz ‘tokalon’ deriz, siz güzel diyorsunuz. Onu görürüz, sezeriz, anlarız, anlatamayız. Bizim Sokrat, ‘kalokagasiya’ için çok hoş şey söylemiştir. Biliyorum ama dilim dönmüyor, söyleyemiyorum.”
“Senin söylemene hacet yok. Sokrat’ın ne demek istediğini ben senden çok iyi bilirim. O adam, daha güzelle iyinin farkını anlamamış, ikisini birbirine karıştırmıştır. Güzel başka, iyi başkadır!”
Ve birdenbire kaşlarını çattı, sesini yükseltti:
“Sen, Rumların güzel olduğunu söylemekle aklınca güzelliğin sizde irsî olduğunu anlatmaya yelteniyorsun. Sizlerin, yani kendi kendilerine Rum diyen insanların güzelliği, şu bizim evlerde yüz çeşit parçadan yapılan bohçaların güzelliğine benzer. O bohçaların da birdenbire göze çarpmaması mümkün değildir. Fakat bu göz kapış, hakiki bir güzellikten ileri gelmiyor, birbirine uymayan renklerin yan yana dizilmesinden doğuyor. Şayet bugünkü Rumlarda bir güzellik tevehhüm[14 - Tevehhüm: Kuruntuya düşme. (e.n.)] olunuyorsa sebebi budur, ayrı ayrı ve birbirine karşı tamamen aykırı parçalardan yapılma bohçalara benzemelerindendir! Bu hakikat, münakaşaya değmez ama bazı zirzopların da senin gibi düşündüklerine yüz yılda, beş yüz yılda bir tesadüf olunmuyor değil. Mesela İngilizlerin Lort Byron’u! O da senin kafanda bir adamdı. İki bin sene evvel Atina’da, Sparta’da ‘güzellik’ bulunduğuna inanmış ve onu diriltmek için bir sürü çılgınlıklar yapmıştı. Mademki sen de benim huzurumda aynı saçma fikri ileri sürüyorsun, hakikat namına kuruntunu tashih edeyim:
Güzellik denilen şey, dört suretle tetkik olunur. Bir kere, güzelin ve güzelliğin vicdanlarda heyecan uyandırması nedendir, o cihete bakılır. Sonra ‘güzel’ dediğimiz şeyin niçin güzel olduğu, yani hangi şeklin, hangi vasfın bizde cazibe uyandırdığı düşünülür. Sonra, güzelliğin çeşit çeşit cilveleri, ansızın ayrı görünüp de bir gülün yaprakları, bir zincirin halkaları gibi gene bir bütün teşkil eden lemaları[15 - Lema: Parıltı, ışıltı, parlamak, şimşek gibi çakmak. (e.n.)] ayırt edilir. Sonra, güzelliğin nelerden doğup nelere bağlı olduğu derinleştirilir! Güzeli ve güzelliği böyle dört cepheden tetkik edebilen adamlardır ki ‘filan şey güzeldir’ demek hakkını kazanır. Her tesadüf ettikleri nesne karşısında ağızları sulananların, burunları gıdıklananların, ötesi berisi kaşınanların güzelden bahsetmeye salahiyetleri yoktur.
Sokrat, ‘kalokagasiya’ yani ‘güzel ve iyi’ demiş. Siz bu sözlerle yahut sekiz on numunesiz heykellerle o devir insanlarının ‘güzel’i anladıklarına ve ‘iyi’ye hürmet ettiklerine mi inanıyorsunuz? Eğer kendilerine zorla yamanmak istediğiniz o eski adamlar ‘iyi’ olsalardı bizzat Sokrat’ı öldürmezlerdi. Onların güzellikleri de iyiliklerde mütenasiptir.”[16 - Mütenasip: Orantılı, oranlı, uygun. (e.n.)]
Burada Nesimi Efendi’nin yüzüne bir azamet geldi, sesini birkaç perde kuvvetlendirdi: “Terzi kızı, terzi kızı!” diye haykırdı. “Güzel, ne Sokrat’ın ‘kalogasiya’sıdır ne Eflatun’un ‘Görülür, işitilir, koklanır!’ dediği maddedir! Eflatun Efendi de hocası gibi bu bahiste piyadedir. Bazen ‘Prostekala izafi güzellik’, bazen de ‘kala kasafta mutlak güzellik’ demiş, sapıtmış! Hâlbuki Türkler, bu hususta da bocalamışlardır. Güzelliği hem anlamışlar hem anlatmışlardır. Bizde güzellik, ‘yaratıcı, türedici ve mahvedici kuvvet’tir. Bizim bir Kudadgu Bilig’imiz var. Orada bak ne deniyor: ‘Yaratkan, tüzetken, yiğitken idim!’ İşte güzellik budur. Güzellik vicdanlarda heyecan, muhayyilede ilham yaratmalı; elemleri gidermeli, çirkin ve kasvetli düşünceleri, endişeleri söndürmeli, silip süpürmeli! Bu kuvveti taşıyan her şey, yalnız güzel değil, aynı zamanda ulvidir. Elbet anlarsın ki güzelliğe yakışan yüksekliktir, ulviyettir. Süfliyette güzellik olmayacağı gibi sefil güzel de olmaz. Binaenaleyh, yaşayışları sefil, düşünüşleri sefil ve tarihleri sefil olan kütlelerin kızına güzel, karısına güzel diyemeyiz. Anladın mı Matmazel Diplaraku?”
Aleksandra, bu coşkun talakat[17 - Talakat: Kolayca düzgün söz söyleme durumu. (e.n.)] önünde âdeta küçülmüştü. Nesimi Efendi’nin başını kitaptan kaldırmaz bir adam olduğunu bilmekle beraber onun Sokratları, Eflatunları beğenmeyecek kadar kendine güvenen bir dilbaz olduğunu bilmiyordu. Kendisi bir “Kalokagasiya”dan bahsetmişken o, “Prostakala”lardan, “Kalakasafta”lardan dem vurmuştu. Bu sebeple ne diyeceğini şaşırmış ve ihtiyarla münakaşaya girdiğine pişman olmuştu.
Hacı Hafız Nesimi Efendi, terzi kızının hayran ve perişan sustuğunu görünce iltifat etti.
“Ben size acı bir hakikatten bahsettim. Hâlbuki siz; kendinizi hakikatle beslemezsiniz, sizin gıdanız hayaldir, masaldır. O hâlde üzülmeye mahal yok. Güzellik hakkındaki sözlerimden de yeise düşmenizi istemem. O derecede ki bir gün bizim memlekette de güzellik müsabakaları tertip olunursa ‘Rum güzeli’ sıfatıyla hemen iştirak etmenizi tavsiye ederim. Çünkü Lort Byron gibi ters düşünceli ve ters meşrepli insanlar henüz vardır ve onlar reylerini mutlaka sizin gibilere verirler. Şu takdirde somurtmak manasız. Güle güle git de dikişlere bak!”
Matmazel Aleksandra alı al moru mor, yerinden kalktı. Şu cüretkâr adama hiç olmazsa ağır bir kelime söylemek istiyordu. Bedenine tasarruf olunduğu hâlde eline ücreti verilmeyen bir fahişe gibi müteessirdi. Bu teessürünü karşısındaki erkeğin çehresine kusmak için müthiş bir ihtiyaç duyuyordu. İşte bu ihtiyacın şevkiyle kekeledi:
“Hepsi iyi, hepsi iyi, fakat karşınızda bir kadın bulunduğunu unuttunuz ve çok ağır şeyler söylediniz.”
Nesimi Efendi, yüzünü ekşitti:
“Hakikatin dişisi erkeği yoktur ve tarih, bildiğini söylerken erkeği ısırmak, kadını öpmek zaruretini duymaz. Bak, Fransa’nın kadınları mabut ittihaz etmeye yeltendiği yılların arifesinde gene bir Fransız filozofu o meşhur Voltaire ne diyor: ‘Kadınlara saygı göstermeli; çünkü layıktırlar. Fakat onları yükseltmemeli; çünkü liyakatleri yoktur!’ Saygı meselesi de mutlak değildir. Kadınların kabiliyetine, eğilimlerine göre değişir. Mesela ben seni fırsat elverirse hoşuna gidecek şekilde ağırlarım. Lakin benden soyunu sopunu büyütmemi beklemen doğru olamaz ve ben o haltı yapamam!”
Terzi kızı, bu son izah ve ihtar üzerine sersem sersem odadan ayrıldı, hanımların yanına girdi. Nesimi Efendi kimini üç, kimini dört köşeli bulduğu, bir kısmını daireye veya başka bir geometrik şekle benzettiği kafaların o vehmi hususiyetlerine göre hacmi istiabîlerini[18 - Hacm-i istiabî: Bir şeyin içine alabildiği miktar. (e.n.)] tayine başladı. Her kafa için elinde bulunan ölçü tek bir rakamdan ibaret iken o bu rakamlardan kıyas suretiyle çaplar, yükseklikler buluyor ve muhayyel rakamlarla bir üçgen veya karenin hacmini hesap eder gibi ev halkının kafalarına birer enginlik tespit ediyordu. Bu karışık hesaplar bittikten sonra, her kafanın kaç hardal tanesi alabileceğini tayin edecekti. Koca ihtiyar, bu derin meşgale arasında biraz evvel kendisine bir mektup getirildiğini hatırlamıyordu bile.
***
Hanımların odasında her çene bir çeşit düşünce öğütüyordu. Dürdane Hanım, şu ölçü işinin yeni bir başlık yaptırılmak maksadından doğduğunu, efendinin kendilerine mutlak bir külah giydireceğini iddia ediyordu:
“Bu yaştan sonra…” diyordu. “Konu komşuya maskara olacağız. Allah yokluğunu göstermesin, bel kemiğimizdir, evimizin temel taşıdır filan ama densizliklerine dayanmak da müşkül; aklına ne eserse yapıyor. Şimdi de başımızla uğraşmaya başladı.”
Nimetullah Efendi, yapma sakal takmış bir çocuk saflığıyla annesine cevap veriyordu:
“Babamın fikri, olsa olsa sizin başlarınızı dibinden tıraş ettirmek, bana da kulaç kulaç sakal bıraktırmak olacak. Zaten sokağa çıktığım yok ya… Fakat dört örgü saç sahibi olursam ele güne görünmeye hiç yüzüm kalmayacak.”
Karanfil Kalfa’nın endişesi daha büyüktü. Efendinin kafalar arasında bir değişiklik yapmaya kalkışacağından, bir çaresi bulunup kendi siyah tenine beyaz renkli bir baş geçirilmesinden korkuyordu. Yalnız Nevcivan aldırış etmiyordu, iradesine sahip olduğunu bilmekten gelme bir güvenişle bu işe ehemmiyet vermiyordu. Efendinin herhangi uygunsuz bir teklifini hiç düşünmeden reddedebileceğine kani idi. Beslemelik ettikten sonra ev köküne kıran düşmemişti ya, bu ev olmazsa başka evde çalışabilirdi.
Matmazel Aleksandra, enikonu heyecanlıydı. Hacı Hafız Nesimi Efendi’nin pervasız bir ısrar ve acı bir alay ile söylediği sözler, hele şahsi ve ırki güzelliğine karşı tevcih ettiği hücumlar, son derece sinirine dokunuyordu. Odadakilerin ne konuştuklarından âdeta bihaberdi. Zihninde bir sürü düşünce dönüp dolaşıyordu. Şu insafsız ihtiyardan insafsızca intikam almak için çareler arıyordu. Nesimi Efendi, erkeklik kuvvet ve harareti sönmüş bir bunak olmasa kendisini tuzağa düşürmek Matmazel için kolaydı. İki küçük tebessüm, minimini bir göz cilvesi, bu mühim maksadını temine kifayet ederdi.
Ne çare ki Nesimi Efendi kadın yüzünden gelebilecek her türlü sıkıntılara karşı artık sigortalı idi. Bütün dünya güzelleri bir yere gelse onun buz tutan yüreğine bir kıvılcım düşüremezlerdi.
Terzi kız, bu karışık düşüncelerle ve Nesimi Efendi hakkında beslemeye başladığı hınç ile ne yaptığını bilmiyordu. Büyük hanımın topuk döven çeşitten olması lazım gelen entarisini baldır açan şekilde biçmiş, Nimetullah Efendi’nin bedeninde bir kadın geceliği makaslamıştı.
Gerek o gerek diğer kadınlar, Nadire’nin aralarında bulunmadığını henüz anlamamışlardı. Sıra, şal hırkanın provasına gelince onun yokluğu gözlere çarptı ve hepsinin gözlerinde aynı sual parladı:
“Kız nerede?”
Nevcivan, hayli zamandan beri aralarından ayrılmış olan küçük hanımın babasından çaldığı mektubu okumaya gittiğini biliyordu. Fakat onun da içini kemiren kurtlar vardı. Mektup neydi, kimdendi, küçük hanımı neden alakadar etmişti ve bilhassa o, niçin hırsızlığa lüzum görmüştü? Güzel besleme de işte bu meçhulleri hal için kafasını yoruyordu.
Terzi Aleksandra’nın ihtarıyla Nadire’nin odada bulunmadığı anlaşıldıktan sonra Dürdane Hanım emir verdi:
“Nevcivan, koş, Nadire’ye bak. Vakitsiz uykuya mı daldı, ne oldu? Şayet uyumuşsa uyandır.”
Besleme odadan çıktı. Ayaklarından ses çıkarmamaya çalışarak yatak odasına, sandık odasına, misafir odasına, helaya ve her yere baktı, Nadire’yi bulamadı. Bu hâl, güzel beslemenin merakını büsbütün kımıldattığından çirkin kızın saklandığı yeri bulmak için evin üst katında bir duvara yaslandı, düşünceye daldı. Odalarda ve helada bulunmayan küçük hanım, dolaplara ve sandıklara saklanmamışsa evden çıkmış olması icap ederdi. Acaba, çalınan mektup böyle bir hadiseyi mi doğurmuştu?
Gerçi, komşulardan bir genç kızın, seviştiği delikanlıdan aldığı mektup üzerine bohçasını koltuklayıp evden kaçtığı, son günlerin en dağdağalı haberlerindendi. Fakat Nadire Hanım’ın evden kaçmaya hazır bulunduğu kabul edilse bile böyle bir davetname almasına imkân yoktu. Çirkinliği dillerde destan olan kalık kıza hangi bir erkek dönüp de bakar ve hele mektup yazardı?
Nevcivan, bir aralık, küçük hanımın kendisini kuyuya atmış olması ihtimalini düşündü. Çalınan mektubun acı bir haber getirmiş, Nadire’nin evlenme ümidini tamamen öldürmüş olması, onun da yeise düşerek canına kıyması mümkündü. Lakin bu ihtimal üzerinde de durmadı. Görenleri iğrendirecek kadar çirkin olmasına rağmen Nadire’nin kendisinde bazı güzellikler tevehhüm ettiği ve o vehmini kimseye kabul ettiremediğini sezince de, ‘Yüz güzelliği kalay gibidir, bir gün olur silinir, altından kızıl zehir çıkar. Asıl güzellik yürek güzelliği!’ diye kırıttığını biliyordu. Böyle düşünen bir kız, kolay kolay kuyuya atılmazdı. O hâlde neredeydi?
Besleme Nevcivan, bu müşkülü hal için derin derin düşünürken kulağına bir ses, yakından gelen bir inilti çarptı. Tavan arasından sızan bu acıklı seda, boğazı sıkılan bir kedinin ızdıraplı miyavlamasını andırıyordu. Fakat Nadire Hanım’ın sesine de pek benziyordu.
Nevcivan kulağını kabarttı ve ikinci bir inleyiş üzerine mırıldandı:
“Sansar gibi tavan arasına girmiş, gamlı gamlı ağlıyor. Bu işte büyük bir sır var!”
Ve hemen merdiveni tırmandı, orta boylu bir adamın emeklemeksizin yürüyemeyeceği kadar dar ve o nispette de kirli olan tavan arasına çıktı. Nadire, o daracık yerin biricik penceresi önünde tozlu tahtalar üzerine çömelmiş, başını ellerinin içine almış, ağlamaya koyulmuştu. Çaldığı zarfın içindeki kâğıtlar darmadağın, kucağında duruyordu. Ara sıra onlardan birini alıyor, ötesine berisine bakıyor ve müteakiben iniltili ağlamasını tazeliyordu.
Nevcivan bir müddet bu manzarayı seyrettikten sonra seslendi:
“Küçük hanım, anneniz sizi istiyor!”
Nadire vaziyetini bozmadı, gözyaşlarını silmedi, kâğıtlarını toplamadı, çirkin çehresini büsbütün berbatlaştıran tuhaf bir kişilikle beslemeye baktı ve birdenbire tüyler ürpertici bir çığlık kopardı:
“Nevcivan, gül yüzlü Nevcivan! Gel de beraber ağlaşalım.”
Genç kız, elleri dizlerine yapışık bir hâlde, küçük hanımın başı ucuna kadar sürüklendi:
“Nedir efendim!” dedi. “Ne oldu, böyle izbe yerlerde farelerle baş başa verip de ağlamanızın sebebi ne?”
“Ben ağlamayayım da kim ağlasın kız? Beni sevenler, boyuma bosuma vurulanlar, adımı ana ana inleyenler, hasretimden yüzleri limona dönenler varmış da haberim yok. Aslan gibi delikanlıların, kaleminden kan damlayan altın bilezikli kâtiplerin kanına girmişim de taş olası yüreğimde sızı bile duymuyorum. Ana kuzuları benim yüzümden verem döşeklerine düşüyor da ben burada salına salına geziyorum. Bu fenalıkların hesabı benden sorulmaz mı, uğrumda çekilen ahlar ayağıma dolaşmaz mı?”
Nevcivan, bu deli saçmaları, bu gülünç söyleniş karşısında alıklaştı:
“Bayılıp ayılanlar, ölüp de dirilenler kim? Rüya mı görüyorsun küçük hanım?”
Nadire, umulmaz bir bahtiyarlığın akıttığı gözyaşlarını kolunun tesiriyle sildi, inleyen kelimelerin gürültüsü ile örtmek istediği sevincini daha fazla saklamaya lüzum görmedi, çelimsiz göğsünün kemiklerini çatırdatarak kâğıtları gösterdi:
“İşte bir tanesi bu!”
Nevcivan, anlamamış göründü:
“Bunlar kâğıt, hanımım!”
“Evet kâğıt fakat içinde hasta bir yürek yatıyor.”
“Kimin yüreği bu?”
“Süruri Bey’in!”
“Tanımadım.”
“Ben de tanımıyordum ama şimdi tanıdım. Çocukluğumuzu beraber geçirmişiz, birlikte kaydırak oynamışız gibi kendini ayan beyan tanıyorum.”
“Peki, bu adam size ne yazıyor?”
“Ne yazacak kız? ‘Ölüyorum, merhamet!’ diyor.”
“Bu koskoca kâğıt yığınının içinde başka söz yok mu?”
“Çok şey var ama hülasası bu! Zavallı delikanlı evirmiş çevirmiş, sözü oraya bağlamış.”
“Darılma küçük hanım, bir şey zihnimi bulandırıyor. Süruri Bey bu mektubu nasıl göndermiş? Kapıya mı bırakmış, pencereden mi atmış yoksa aranızda postacı mı var?”
“Orasını sonra anlatırım. Şimdi sen otur da Süruri’mizin; şey, Süruri Bey’in neler yazdığını dinle. Hangi vicdanlı kız bu acıklı sözlere dayanır?”
“Aman küçük hanım, namenin okunacak sırası değil. Anneniz sizi bekliyor. Bana söylediğinizi çocukluk edip onlara da söylerseniz evin içinde kızıl kıyametler kopar. Siz bu kâğıtları toplayıp bir tarafa saklayın, terzi işini savın, geceleyin fırsat bulup birleşiriz, Süruri Bey’i dinleriz!”
Nadire Hanım isteksiz isteksiz kâğıtları topladı, zarfa koydu.
“Haklısın Nevcivan.” dedi. “Annemi birdenbire huylandırmayalım. Bu zarf sende kalsın. Terzi gittikten sonra bana verirsin. Herhâlde senin dostluğuna muhtacım. Beni dertli günlerimde yalnız bırakma. Bugün Süruri’nin sevdasını haber aldık. Yarın bir başkasının; öbür gün bir üçüncüsünün bana gönül verdiklerini öğrenmeyeceğimiz ne malum? Onun için seninle dertleşmek, senden yardım görmek isterim.”
Süruri Bey’in o uzun mektubu, şimdi Nevcivan’ın koynuna geçmişti ve iki kız tavan arasından iniyorlardı. Terzinin bulunduğu odaya yaklaştıkları sırada Nadire döndü, helecanlı bir sesle sordu:
“Mektup nerede?”
“Koynumda!”
“Öyle ise göğsünü aç da biraz koklayayım. Başka türlü yüreğimin çarpıntısı durmayacak.”
Nevcivan, ister istemez enterasinin düğmesini çözdü, küçük hanımın burnuna yumuşak göğsünde bir lahza yer verdi. Şu süreksiz temas besleme kızın tüylerini dikenlendirmeye, yüreğini tiksindirmeye kâfi gelmişti. Çirkin Nadire, benliğinin bütün hararetiyle mektubu ve dolayısıyla mektubun yaslandığı nazik deriyi koklarken besleme de, bu çirkinler çirkini mahluka “name” yazan erkeğin kör mü aptal mı yoksa deli mi olduğunu düşünüyordu.
Her iki kız dalgındı. Kendi düşüncelerine kapılmış bulunuyordu. Bu sebeple tavan arasından hayli toz ve hayli örümcek ağı getirdiklerini görmüyorlardı. Fakat bu kir yükleri, odadakilerin hemen gözüne çarptı. Entarisinde pençe pençe toz, başındaki oyalı yemenide salkım salkım ağ sırıtan Nadire’nin yüzü de kurumuş gözyaşlarından arta kalmış kirli izlerle çizik çizik olduğu için bilhassa hayretler uyandırdı. Karanfil, şaşkın şaşkın; terzi kız alaylı alaylı; Nimetullah Efendi bön bön bakışlarla bu kirli girişi karşılarken Dürdane Hanım cıyak cıyak bağırdı:
“Kız, bu ne hâl? Ucu bana dokunmasa kırlara kaçıp tozlara yuvarlanmışsın diyeceğim geliyor. Aynaya bak da utan.”
Nadire’nin kulaklarında lahuti teraneler uçuyordu. Süruri Bey’in mektubundan kafasında yerleşen birkaç cümle, baygınlık verici ılık bir fısıldayışla kulağına dökülüyor ve çirkin kız, bu kutsi zemzemenin uyandırdığı heyecanlar içinde hiçbir şey görmüyordu. Annesinin kaba sözleri bir nağme tufanı arasına karışan hasta bir öksürük gibi süreksiz bir gıcık uyandırmaktan başka bir tesir yapmamıştı. Yularsız sıpalara benzetilerek sözle aşağılanmak değil, ağzına gem, beline çul takılsa gene o mesut heyecandan kurtulamayacaktı. Binaenaleyh üstünde toplanan manalı bakışlara da annesinin sözlerine de aldırmadı, doğruca Aleksandra’nın yanına gitti:
“İşte geldi!” dedi. “Ne yapacaksan çabuk yap!”
Terzi kız, tuhaf bir değişiklik içinde, şal hırkasını prova ettirmek isteyen çirkin mahluku derin, çok derin bir nazarla süzdü. En basit dikiş işlerinde kılı kırk yararcasına titizlik gösteren huysuz kızın birdenbire gösterdiği değişiklik gözünden kaçmadı; daha bir saat evvel şu hırka için çeşit çeşit mülahazalar yürüten, yapılan şey gündelik bir hırka değil de sanki gelinlik entari imiş gibi türlü türlü fikirler geveleyen Nadire Hanım, şimdi tamamen değişmişti. Ne kumaşa bakıyor, ne biçimle alakadar oluyor, ne bir şey soruyordu. Bilakis sıkıntılı bir telaş gösteriyordu. Duruşundan, bakışından, bir an evvel oradan kurtulmak, kalabalıktan uzaklaşmak istediği apaçık seziliyordu.
Seviş ve seviliş işlerinde fıtri ve kisbi[19 - Kisbi: Sonradan edinilen. (e.n.)] büyük bir bilgi taşıyan Matmazel Aleksandra, çirkin kızda beliren şu değişikliğin bir gönül heyecanından doğduğunu keşfetmekte güçlük çekmedi ve hemen hükmünü verdi:
“Yosmam gönlünü kaptırmış!”
Şimdi bu hükmün gerektirdiği teferruatı düşünüyordu. Yarım yamalak dikilmiş olan şal hırkayı Nadire’nin biçimsiz vücuduna geçirip çıkarırken zihninde hep o teferruat dolaşıyordu:
“Evet!” diyordu. “Sevilmeyeceğini düşünmeden, murdarlığını göz önüne getirmeden sevmiş. Fakat kimi sevmiş? Çöpçüyü mü simitçiyi mi, bakkal çırağını mı?”
Ve sonra hain bir düşünce ile titredi.
“Âlâ, çok âlâ! İhtiyardan hıncımı çıkarmak için güzel bir fırsat. Sersem kızı söyletir, bunak babasına iyi bir oyun oynarım.”
Nadire Hanım, provanın uzamasından sinirlenmişti. Gizli bir köşeye çekilip “Süruri’sinin” mektubunu bir daha okumak, o yanık mektubu Nevcivan’a ve kabil olursa Karanfil Kalfa’ya dinletmek için dayanılmaz bir ihtiyaç besliyordu. Aleksandra’nın basit bir işi uzattıkça uzattığını görünce dayanamadı:
“Ne yapıyorsun kız!” dedi. “Dikişi üstümde dikecek, hırkayı tenime yapıştıracak değilsin ya. Bu kadar prova yeter.”
Aleksandra, ikiyüzlü bir tebessümle cevap verdi:
“Güzelin giyeceği şey de güzel olmalı. Hırkanız size yakışmazsa emeklerim neye yarar?”
Başka bir zaman, bu sözler, belki Nadire’yi kızdırırdı. Çirkinliğinin yüzüne vurulması gibi kendisine güzel denilmesi de gücüne giderdi. Fakat şimdi, Aleksandra’nın sözlerinden büyük bir haz alıyordu. Terzi kızın bilmeye bilmeye Süruri Bey’in kanaatine iştirak etmesi, o dakikadaki buhranlı duygularına pek uygun düşüyordu. Bir erkek tarafından kendi güzelliği hakkında verilen hükmün, bir kadın ağzıyla da teyit olunmasında garip bir tatlılık buluyordu. Bu sebeple soğuk mavi gözlerinde sıcak bir neşe parladı:
“İnanayım mı Aleksandra?” dedi. “Beni sen de güzel buluyor musun?”
Çirkin kızın nasıl ruhi bir ihtiyaç ile böyle bir sorguda bulunduğu Aleksandra’nın gözünden kaçmadı. Vesvese, sevginin gölgesidir. Seven behemehâl[20 - Behemehâl: Her hâlde, ne olursa olsun, ne yapıp yapıp, mutlaka. (e.n.)] vesveseli olur ve bu vesvese, sevilip sevilmemek keyfiyetinden ziyade sevilmeye layık bulunup bulunulmadığı noktasında tesirini gösterir. O sebeple sevenlerin gözleri aynadan ayrılmaz. Yine onlar sık sık dost ağzından teselli dilenirler. Tereddütsüz söyleyebiliriz ki sokaklarda gözlerini vitrinlere yapıştıranların yüzde sekseni eşyaya bakmazlar, kendilerini seyrederler ve bunların da yüzde sekseni sevdalıdır, âşıktır!
Aleksandra, bu hakikatleri daha beşikte iken öğrenmeye başlayan ezelî aşüftelerdendi. Çirkin kızın, içten kopan bir bağırış gibi dudaklarından dökülen suali üzerine hiç tereddüt etmedi:
“Siz..” dedi. “Örtülü bir güzelsiniz, her göze görünmezsiniz.”
Bu riyalı hüküm, Nadire Hanım’ın yalnız ağzını değil, yüreğini de salyalandırdı, haz ve gurur içinde kıvrana kıvrana hayalen Süruri Bey’e, lisanen terzi kıza teşekkür etti:
“Değerim yok ama iltifat ediyorsunuz.”
Karanfil Kalfa, için için, “Kâfirin piçi, beş kuruş fazla almak için yüze gülüyor. Bahçe korkuluğuna adam süsü veriyor, üstüne bir de güzellik konduruyor…” diye söylenirken Dürdane Hanım, kalık kızının gülünç endamını alık alık süzerek bahsolunan gizli güzelliklerden bir şeme arıyordu. Nimetullah Efendi, sağ elinin iri parmaklarını ustura değmemiş çehresindeki kıl külçe arasında gezdire gezdire tatlı bir mukayese yürütüyordu. Terzi ile besleme Nevcivan’ın bütün güzellikleri meydanda idi. Bu görünen ve pırıl pırıl parlayan güzellikleri bırakıp da ablasının gizli güzelliklerini aramaya heveskâr değildi. Mamafih, ablasının masum neşesini kaçırmaktan çekiniyordu. Babası gibi okumuş bir adam olmamakla beraber yine onun gibi sert ve hoyrat da değildi, mizaca hoş gelen yalanların yürek yaralayan doğru sözlere tercih edileceğini biliyordu.
Nadire Hanım, güzelliğine dair söylenen sözlerin umumi bir sükût ile karşılanması üzerine tahammül edemedi, “Karanfil…” dedi. “Terzinin şu yalanına sen ne dersin, benim nerem güzel?”
Müşkül bir imtihana girmiş gibi birdenbire şaşıran Arap aşçı, yakayı sıyırmak için atasözlerinin yardımına sığındı: “Gönül kimi severse güzel odur!”
Bu, yapılan sualin cevabı değildi. Fakat Süruri Bey’in aşkını sahih gösteren bir hükmü ihtiva ediyordu. Bu sebeple, alık kızı memnun etmeye kâfi gelmişti. Öyle ya güzelliğin en büyük semeresi “sevilmek”tir. Sevgi ise gönülde doğar. Mademki Süruri Bey onu seviyor, demek ki onun gönlü, kendisini güzel bulmuştur!
Zavallı Nadire, bu çocukça kıyası çarçabuk zihninde yürüttükten sonra anasına döndü:
“Anneciğim! Bari doğrusunu sen söyle. Terzi de Karanfil de yalan söylüyor.”
Biçare valide, meçhul sebeplerle güzelliği hakkında dört taraftan şehadet dilenen kızına acıdı. Kendi çehresinde de yaşayan o derin çirkinliğin acılığını içine sindire sindire cevap verdi:
“Kuzguna yavrusu güzel gelir. Sen benim için dünya güzelisin!”
Dünya güzeli! Bu, sevilen her kızın nefsinde gördüğü bir sıfattır. Nadire Hanım da Süruri Bey’in mektubunu okuduğu dakikadan beri dünyanın en güzeli ve hatta en mesudu olduğuna kanaat getirmişti. Annesinin sözü, bu kanaat dolayısıyla, malumu ilam gibi bir şeydi. Binaenaleyh dudaklarını tuhaf bir şekilde kıvırdı, “Bunlar hep laf!” dedi. “İstediğim şeyi hiçbiriniz söylemiyorsunuz. Ben de artık susuyorum.”
Fakat susmadı. Zihnine ansızın bir fikir doğmuştu. Besleme Nevcivan’la sırdaş olmaktan aşkı için tam bir fayda temin edemeyeceğini hesaplamış ve Süruri Bey’le mektuplaşmak, kabil olursa masum temaslar yapabilmek için Aleksandra’dan istifade etmeyi düşünmeye başlamıştı. Nevcivan, belki sadık bir sırdaş olurdu. Lakin sadakatini, yabancı erkeklere mektup götürmek ve hele onlarla kendi hanımını görüştürmek derecelerine getirmesi pek şüpheliydi. Bu işi ancak Aleksandra becerebilirdi. Şimdiye kadar başından böyle şeyler geçmemesine rağmen Rum kadınlarının az bir para için her şeyi, istisnasız her şeyi kabul edegeldiklerini biliyordu. Kulağına gelen aşk maceralarının hemen hepsinde Rum kızlarının, Rum kadınlarının parmağı görünüyordu.
İşte bu düşünce, Terzi Aleksandra’dan istifade etmek düşüncesi, Nadire Hanım’ın yeni baştan söze girişmesiyle sonuçlandı:
“Terzi hanımı bu gece bırakmayacağım. Sabaha kadar da uyutmayacağım. Ya sözünü geri alır benim çirkinliğimi yüzüme karşı söyler yahut neremin güzel olduğunu ispat eder. Başka türlü elimden kurtulamaz.”
Teklif, Aleksandra’nın canına minnetti. Gönül buhranı geçiren kızın sırrını almak için zaten telaş edip duruyordu. Fakat nazlanmayı elden bırakmadı. Anasıyla babasının merak edeceklerini ileri sürerek biraz kırıttı. Dürdane Hanım hakem vaziyetinde bulunduğu için müdahale gecikmedi, “Kızımı kırma, eve haber göndeririz…” diyerek bahsi kapadı ve bilmeye bilmeye Nadire’nin de Aleksandra’nın da emellerine hizmet etmiş oldu.
***
Nadire Hanım, annesini babasının yanına yolladıktan, kardeşinin yatağını gözden geçirip sürahisiyle şamdanını baş ucuna, gecelik bohçasını yorganın üstüne, terliklerini yerine koyduktan sonra kendi odasına can attı.
Dakikalar, kendisine uzun, çok uzun geliyordu. Beslemenin koynunda kalan mektup, o mübarek aşk vesikası bir an bile gözünden uzaklaşmıyordu. Nevcivan’ın teninden satırlara bir şey buluşması, bir kelimenin soluklaşması, bir noktanın silinmesi ihtimalini düşündükçe göz bebeklerinde yakıcı bir sızı canlanıyordu. Fakat anasını savmadıkça, kardeşinin odasını dolaşmadıkça aşk ile baş başa kalmak imkânı yoktu. Binaenaleyh, heyecanını yenerek, sabırsızlığını içine sindirerek birkaç saat oyalanmıştı.
Nihayet odasına girebildi, uzun bir nefes aldı. Ve kendisine refakat eden Nevcivan’ın üstüne atılarak haykırdı:
“Ver kız, mektubumu ver!”
Terzi Aleksandra, hain ve sessiz bir hızla bu çılgın telaşı gözden geçiriyordu. Tahmininde isabet ettiğini bir kere daha anlayarak seviniyor, insafsız ihtiyarın canevine kundak koymak için eline geçmek üzere bulunan fırsatı kaçırmamak azmiyle zekâsını seferber ediyordu. Nadire Hanım, bu yeni sırdaşına izahat vermeye lüzum görmedi. Beslemenin koynunda hayli ısınmış olan mektubu öpüp koklamakla meşguldü. Neden sonra, biraz aklını başına topladı, “Oturun…” dedi. “İkiniz de oturun, zavallı adamı dinleyin!”
Aleksandra, bir iskemleye oturdu, Nevcivan kilimin üzerine diz çöktü. Nadire Hanım, lambanın dibine bağdaş kurup titrek elleriyle kâğıtları çıkardı, kelimeleri okumaya başladı.
Mektup, “Nadire!” diye başlıyordu. Hülyalı delikanlı, meşhur Namık Kemal’in Abdülhak Hamid’e yazdığı bir mektupta “Sana hitap etmek için isminden büyük kelime bulamıyorum!” demesinden ilham almışa benziyordu.
Onun mektuba bu şekilde başlamakta isabet gösterdiğine de şüphe yoktu. Çünkü başlangıçtaki teklifsizlik, okuyanın da dinleyenlerin de ayrı ayrı alakalarını uyandırmıştı. Hacı Hafız Nesimi Efendi’nin çirkin kızı, kendi adını değil de kutsi bir kelime telaffuz ediyormuş gibi sesine bambaşka bir eda vermiş ve kelimeyi söyler söylemez de gözlerini kızlara çevirerek manalı bir istizah[21 - İstizah: Herhangi bir konuda açıklayıcı bilgi isteme, bir sorunun açıklanmasını isteme. (e.n.)] yapmıştı. Zihninde bir hayli mülahazalar dolaşan Aleksandra, ilk aşk mektubunun böyle sade bir hitap ile başlamasını büyük bir kabalık saymakla beraber Nadire’nin sesindeki heyecan ve başındaki sevinç hasebiyle hükmünü belli etmeyerek alkışladı:
“Güzel!”
Nevcivan, dudaklarını kıvırmıştı. Hanımının yüzünü görüp görmediği henüz belli olmayan şu yabancı erkeğin onu kırk yıllık dost gibi adıyla çağırmasını tuhaf bulmuştu. Mamafih o da bir şey söylemedi ve gülümsedi.
Nadire, başlangıcın kızlar üzerinde kuvvetli bir tesir yaptığı fikrine kapılarak satırları hecelemeye başladı. Süruri Bey, Kemal’den aldığı ilhamdan sonra alıntılarına devam ediyordu. O derecede ki her cümle bir muharririn veya bir şairin fikrini taşıyordu. Zavallı adam üst üste okumak kuvvetiyle hafızasına nakşettiği parlak sözleri, öz malı imiş gibi sayfalara sıralamıştı.
Fakat kelimeler çok çetrefil idi. Nadire, gülünç bir heceleyişle o garip terkipleri, o acayip lügatleri okumaya çalışıyor ve çoğunun manasını anlamadığı hâlde okumaktan gene bir haz alıyordu. Dinleyenlerin hissî vaziyetleri kendisinden çok farklı idi. Besleme Nevcivan, bu sözlerden ne zevk ne mana alabilmişti. Küçük hanımı tavan aralarında inleten, şimdi de ateşlendiren bu mektup, kendisine hiçbir şey ilham etmiyordu. Bir koyun melemesi, bir kedi miyavlaması, onun için şu çetrefil kelimelerden daha çok anlamlı gelecekti. Gerçi Süruri denilen yabancı adamın aşktan ve âşıklıktan bahsettiği anlaşılıyordu. Fakat sözleri deli saçmasına benziyordu.
Aleksandra, bilakis, muhabbetnameye gittikçe çoğalan bir alaka gösteriyordu. O, İstanbul’un çirkinler kraliçesine name yazan adamın ya aldanmış bir sersem yahut aldatmaya hazırlanmış bir sahtekâr olduğunu anlamıştı. Lakin onu dilbaz buluyordu. Arapça, Acemce kelimeler, onun da kafasında zevksiz bir gürültü yapmıyor değildi. Şu kadar ki bazı sözlerden gene bir şeyler idrak edebiliyordu. Okuyabildiği kitaplar, karıştığı sevdalı münakaşalar kuvvetiyle mektup sahibinin neler söylemek istediğine biraz intikal ediyordu. O sebeple, Nadire’nin hecelemesini bir aralık kesmekten de geri kalmadı; “Hızlı geçiyorsun!” dedi. “Sözlerin tadını adamakıllı alamıyoruz. Biraz daha yavaş okusanız fena olmaz.”
Bu alaka, çirkin kızın neşesini ve heyecanını artırdı. Artık kelimeleri üçer, satırları da ikişer defa tekrar etmeye başladı. Zaten uzun olan mektubun bu suretle üç kat daha uzaması, besleme Nevcivan’ın hiç hoşuna gitmemişti. Fakat Süruri Bey’in, “Güzellik gibi aşk da gizli kalmaya mütehammil değildir, tanınmak ve bilinmek ister!” girişiyle kendisini tarife tahsis ettiği sayfalar nispeten sade olduğu için, yavaş yavaş onun da merakı uyandı, esnemeyi bırakarak âşık efendiyi dikkatle dinlemeye koyuldu.
Mektup, hakikaten incelmişti. Süruri Bey, nefsini tasvir etmekte aşkı ve güzelliği tariften daha büyük bir kudret göstermişti. Saçlarından başlayarak topuğuna kadar kendisini mükemmelen resmediyordu.
Bu tasviri yalnız dudaklarında değil gözlerinde de canlandıran ve okuyuş tarzına şimdi yayvan bir öpüş şekli bulaşan Nadire Hanım gibi Aleksandra da, Süruri Bey’i âdeta karşısında görüyor gibi oluyordu. Koyu siyah saçlarıyla, gür kaşlarıyla, kara gözleriyle, kıvrık bıyıklarıyla, buğday rengiyle, uzunca ve ince boyuyla mektup sahibi onların da karşısında canlanıyor ve tebessüm ediyordu!
Şimdi sıra aşkın dileklerine gelmişti. Süruri Bey, bu pek nazik ve pek tehlikeli noktayı da cesur bir hamle ile apaçık izah edivermişti. Onun pervasız bir açıklıkla yaptığı açıklamaya göre “sevgililerin yekvücut olması” lazımdır. Bununla beraber o, sadece yekvücut olmak gerekliliğini ileri sürmekle yetinmiyordu, ezeli bir güzelliğin gerektirdiği bedenî birleşmenin âşık ve maşuk arasında “ayniyet” teşkil etmesi icap edeceğini de söylüyordu.
Sonra, iki sevgili arasında “ayniyet”in ne demek olduğunu anlatıyordu. Nadire Hanım, şevk ile hecelediği bu çok üryan tahlillerden iliklerine kadar tat almakla beraber kızarmaktan geri kalmıyordu. Yanındakilerden de utandığı için bir ağız yapmak istedi, mırıldandı: “Kalbi gibi kalemi de hasta. Ne yazdığını bilmiyor. Fakat aşağı tarafları daha usluca!”
Çirkin kızın “aşağı tarafları” dediği sayfalar hicran ve arzu terennüm eden basmakalıp sözlerle dolu idi. Âşık efendi, hicran gecelerinin tükenmek bilmeyen uzunluğunu anlatırken ayları, yıldızları söyletiyor; sevgilisini bazen aya bindirerek meçhul ufuklarda dolaştırıyor, bazen yıldızların başına geçirerek zeybek oyunu oynatıyordu. Bu gevezelikler arasında rüyalarını hikâye etmeyi de unutmuyordu. Alelade sekiz, on saat uzayıp giden geceler, Süruri Bey’in tarifine nazaran, binlerce sene uzunluğunda olduğu için o geceler içinde görülen rüyalar da sonu gelmeyen masallar gibi bir şey oluyordu.
Nadire Hanım, kendi yüzünden uzayıp giden gecelerin hikâyesini, mektubun hayli ağdalı olan diğer sayfalarından daha iyi anladığı için hecelemeyi bırakmıştı. Kelimeleri artık kekelemeden okuyor ve satır başına biraz daha sarhoş oluyordu.
Nihayet mektubun sonu geldi ve Nadire Hanım, dinlediği tatlı masalın biteceğini anlayarak yüzünü buruşturan bir çocuk acınışıyla içini çekti, “Artık bitiyor.” dedi. “İki yaprak kaldı!”
Bu iki yaprak, garip bir tavsiye ve hazin bir feryat taşıyordu. Sayfa sayfa aşktan, güzellikten, hicrandan, rüyadan bahseden Süruri Bey, şimdi sevgilisine tuhaf bir tavsiyede bulunuyordu:
“Güzel mahluk!” diyordu. “Seni yordum, sinirlerini oynattım. Bu günahımı tamir için sana bir zevk, lahuti bir zevk takdim etmek isterim. Hemen kalk, soyun! Mektubumu gümüş göğsüne bas, yatağına gir, gözlerini kapa ve beni düşün! ‘Gönülden gönüle yol var’, demezler mi? İşte, göze görünmez perilerin eliyle yapılan bu yoldan benim yanına geldiğimi göreceksin. Fakat acele etme. Gözlerin gene kapalı dursun. Ta ki orada, senin ayaklarının ucunda uzun bir neşide okuyayım! Aşkımın azametini, hicran günlerinin elemlerini sana dilimle anlatayım. Beni dinledikten sonra emir senindir. Dilersen evindeki kedi gibi başımı göğsüne koyarak sana yoldaşlık ederim. Dilersen okuduğu ilahilere rağmen sadaka alamayarak eli boş dönen bir dilenci gibi sesimi kesip geri dönerim. Bu zıt neticeler, sana takdim etmek istediğim zevki ihlal edecek değildir. Beni yanında alıkoysan da geri göndersen de sesimin aksi kulaklarında titreyecek ve göreceğin rüya gene benden ibaret kalacaktır. Rica ederim, çok rica ederim, bu büyük rüyayı elde etmek fırsatını kaçırma!
Ve sonra, çığıra filan lüzum görmeden bir sürü çığlıklar sıralıyordu:
“Nadire, güzel Nadire, güzeller güzeli Nadire, ezeliyetin kızı Nadire, ebediyetin kızı Nadire! Seni seviyorum, çıldırasıya seviyorum, ölesiye seviyorum, ağlaya ağlaya seviyorum, güle güle seviyorum, düşüne düşüne seviyorum, çırpına çırpına seviyorum, seviyorum, seviyorum.”
Mektup bitmiş, Nadire Hanım’ın da kuvveti tükenmişti. O sıra sıra “seviyorum”ları tekrar ederken önce kızarmış, sonra sararmış ve müteakiben bembeyaz kesilmiş, nihayet ıspazmoz[22 - Ispazmoz: “Aşırı titreme, kasılma.”] geçirir gibi zangır zangır titremeye başlamıştı. Son kâğıdı elinden bırakırken acınacak bir hâlde idi. Sanki bizzat aşkını haykırmış, hüsranını inlemiş, merhamet dilenmiş gibi yorgundu. Mavi gözlerinde donuk bir ızdırap, dudaklarında soluk bir titreyiş vardı, önüne bakıyordu.
O, iki kelimenin kulaklarında çınladığını duyuyordu: “Kalk, soyun!” Şu odada bir aşk mektubunu tahlil etmek için toplanıldığını hemen hemen unutmuştu. Kalkmak, soyunmak ve bu suretle Süruri Bey’in emrini biihtiyar[23 - Biihtiyar: Elinde olmadan. (e.n.)] fakat bahtiyar yerine getirmek istiyordu.
Şüphe yok ki bu dilek, bu istek, o kelimelerin vücuda getirdiği bir telkin neticesi idi. Basit dimağların en göze çarpan hususiyeti, telkine kabiliyettir. Herkes, az veya çok telkine kabiliyetli olmakla beraber bu yetenek, Nadire ayarındaki kadınlarda son derece yüksektir. Bununla beraber terzi kızla Nevcivan da ayrı ayrı tesirler altında düşünüyorlardı.
Bin dereden su getirdikten sonra bir mitralyöz silsilesi ve şiddetiyle muhabbetini püsküren meçhul erkeğin yaptığı bu bombardıman, onları da şaşırtmıştı. Nevcivan, birer ateşli tane gibi arka arkaya kulağına çarpan o “seviyorum” kelimelerinden garip bir eza duymuş; Aleksandra, yanlış bir hedefe tevcih edilen bu aşk kurşunlarının taşıdığı tatlılıkla sarsılmıştı.
Hülasa: Üçü de dalgındı. Ani bir yaylım ateşine uğradıktan sonra sığındıkları yerde heyecanlarını gidermeye çalışan askerler gibi karışık bir hâletiruhiye geçiriyorlardı. Sinirlerine ağır bir bulut sarılmış gibiydi. Dakikalardan sonradır ki bu bulut çözülmeye ve kızlar kendilerini toplamaya başladılar. İlk uyanıklığı gösteren gene Aleksandra idi. Evvelce eğlene eğlene dinlemek istediği mektubun yüreğinde uyandırdığı kıskançlıkla sarsılıyordu ve yine ikiyüzlü konuşuyordu:
“Tebrik ederim, Nadire Hanım! Değerli bir âşık bulmuşsunuz.”
Çirkin kız, tatlı bir uykudan uyanır gibi silkindi ve mırıldandı: “Ben onu bulmadım, o beni buldu!”
“Seviştikten sonra hepsi bir kapıya çıkar. İster siz onu bulun, ister o sizi bulsun, ne farkı var?”
“Sevişmeyi de birdenbire nereden çıkardın? Süruri Bey beni sevdiğini söylüyor, bakalım ben onu sevecek miyim?”
“Nazlanıyorsunuz, böyle bir delikanlıyı sevmeyip de kimi seveceksiniz. Sözü güzel özü güzel bir adam.”
“Sözünü güzel buldun diyelim. Özünün güzelliğini nasıl anladın?”
“İyi söz, iyi özden çıkar. Öyle değil mi, Nevcivan?”
Nevcivan, dalgın dalgın cevap verdi:
“Siz, düş görüp el çırpıyorsunuz. Kendi kendinize dernek yapıp gerdeğe giriyorsunuz. Bir kere işi kökünden taraklasanıza!”
Nadire de, Aleksandra da sordular: “Neyi kökünden taraklayalım?”
“Süruri Bey mi, Süruri Efendi mi, nedir, işte o adam küçük hanımı nerede görmüş?”
Aleksandra, Nadire’den evvel atıldı: “Elbet bir yerde görmüş. Bu kadar bilgili, görgülü bir delikanlı, görüp tanımadığı kızlara mektup yazacak değil a.”
“Hayır! Mektupta hanımı gördüğünü söylemiyor yahut söylüyor da ben anlamıyorum.”
Sual, mühimdi. Süruri Bey’in Nadire Hanım’ı şahsen görüp beğendiği tahakkuk etmedikçe[24 - Tahakkuk etmek: Gerçekleşmek. (e.n.)] iddia ettiği aşkın doğruluğuna inanmak safdillik olacaktı. Gerçi onun Nadire’yi tanıdığına delalet eden emareler yok değildi. Mesela kızın, babasının isimlerini, mahallelerini, sokaklarını, evlerinin numarasını biliyordu. Demek ki Nadire Hanım’ın pek de yabancısı mevkisinde bulunmuyordu. Fakat hanımı nerede gördüğünün bilinmesi gene lazımdı. Aksi takdirde onun muziplik yaptığından, alay olsun diye böyle bir mektup yazdığından gerçekten şüphe edilebilirdi.
Nevcivan, sualinin uyandırdığı tereddütten cüret alarak fikrini izah etti:
“Dost var, düşman var… Komşulardan birinin eğlenmek için böyle bir düzen kurmadığı ne malum? Bunu düşünmek lazım değil mi?”
Besleme kız, kendi de bilmediği hâlde, hakikatin bir kısmına temas etmişti. Filhakika Tatlıdil mecmuasına Nadire imzasıyla gönderilen kupon, komşu kızlardan biri tarafından doldurulmuştu. “Çirkinlerin bahtı iyi olur!” kanaatini besleyen bu komşu çocuğu, Nadire’ye söylemeye lüzum görmeden bilmece kuponuna onun imzasını koymuş ve tesadüf de kanaatini tasdik edivermişti. Bu zararsız hileyi yapan kız, Nadire namına verilecek hediyeyi bile almıştı ve hilesini çirkin komşusuna söylemeyi hatırına getirmiyordu. Şu hâle göre, Nevcivan, kısmen bir hakikate temas etmiş oluyordu.
Aynı zamanda Aleksandra’nın da zihninde lemalar uyanmıştı. Mektup sahibinin her şeyden bahsettiği ve kendi şahsını uzun uzun tasvire kalkıştığı hâlde Nadire’nin ne saçı ne kaşı için tek bir kelime yazmamasını şimdi garip buluyordu. Süruri Bey, hakikaten mevcut ve Nadire Hanım’a da söylediği gibi tutkun ve bağlanmış ise onun boyuna bosuna dair bir hayli şeyler söylemesi, sevgilisinin nesine ve neresine gönül verdiğini anlatması icap ederdi. Böyle bir kızın sevilmesi esasen mümkünsüz olduğuna ve mektubun da en mühim bir noktayı sessiz bırakmasına göre işin içinde tatsız bir latife, hain bir alay bulunduğu açığa çıkıyordu.
Terzi kızı, bu umulmaz âşığın zaten bir sersem veya sahtekâr olduğuna kani idi. Lakin iki surette de Nadire’yi şahsen tanıdığını sanıyordu. Şimdi bu sanı sarsılıyordu. Besleme Nevcivan, dürüst bir görüşle parmağını hadisenin en canlı yerine basmıştı. Eğer Nadire Hanım, beslemesinin fikrini kabul ederek bu aşk oyununu başlangıcından bozarsa Aleksandra için büyük bir fırsat, intikam fırsatı heder olacaktı. O takdirde, meseleyi sıkı yakalamak, pişmek üzere bulunan aşa su katılmasına mâni olmak gerekti.
Terzi kız, bu düşünce ile sahte bir ciddiyet takındı:
“Nevcivan!” dedi. “Kısa düşünüyorsun. Eğlence için düzinelerle kâğıt doldurulmaz. Sonra, mektuptaki iniltilere baksana! Boş yürekten bu yanık sesler çıkar mı? Ben, işin doğru olduğuna hiç düşünmeden yemin ederim. Süruri Bey’i tanımıyorum. Fakat şu mektup sahibinin küçük hanıma gönül verdiğine işte istavroz çıkarıyorum.”
Besleme kız, ısrar ediyordu: “Peki ama küçük hanımı bu adam nerede görmüş?”
“Ne bilelim biz! Belki çarşıda, belki sokakta gördü, belki bir evde rastladı da anahtar deliğinden gözetledi. Dünya bu, olmaz olmaz ki?”
Nadire Hanım, yüreği sıkıla sıkıla konuşmayı dinliyordu. Utanmasa beslemeyi azarlayacak, odadan kovacak, terzi kızı da kucaklayıp dudaklarından öpecekti. On beş yaşına girdiği günden beri için için doğumunu beklediği muhabbet güneşi, işte otuz yaşına ayak bastıktan sonra ilk nurunu yüreğine dökmüştü. Besleme Nevcivan, bu mukaddes doğumu âdeta söndürmek, o mübarek ve sıcak ziyayı henüz yüreğine yayılırken söküp atmak istiyordu. Aleksandra ise bu zalim taarruzu defe çalışıyordu. Besleme, bir gaddar; terzi kız, müşfik bir dost görünüyordu.”
Fakat ne ötekini azarlamaya ne berikini okşamaya bir müddet cesaret edebildi… Derin bir eza içinde, münakaşanın neticesini bekledi, Aleksandra’nın son sözü üzerine ise artık dayanamadı:
“Mektup…” dedi. “Bana yazılıyor, tasası Nevcivan’a düşüyor. Ben bu işe inandıktan sonra başkasının şüpheye düşmesi saçma olmaz mı?”
Nevcivan, saffetli bir inat ile hanımına da karşılık vermekten çekinmedi:
“Ben sizin için tasalanıyorum, işin sonunda bir maskaralık çıkar da el diline düşerseniz iyi mi olur? Ortada dönüp dolaşan zaten bir avuç kâğıt. Onu da kimin yazdığı belli değil. Hele biraz ağır olun. Suya yanaşmadan paçaları sıvamayın, çorbayı görmeden kaşığı hazırlamayın.”
Şimdi münakaşa hararetlenmişti. Süruri Bey’in mevcut bir şahsiyet mi yoksa muhayyel bir şey mi olduğu esası üzerine görüşler, düşünceler üretiliyordu. Nadire Hanım, kelimelerinde abıhayat dalgalanan âşığının varlığına ve yokluğuna dair söylenen sözleri, müthiş bir azap içinde dinliyordu. Sözün uzadığını görünce bağırdı:
“Ben sizi değil gönlümü dinliyorum. Süruri Bey’i de düpedüz karşımda görüp duruyorum. Zaten Halep orada ise arşın burada! Kendisine kısa bir cevap yazar, göndeririz. Karşılığını alırsak kimsenin diyeceği kalmaz.”
Nevcivan, gene bir müşküle işaret etti:
“Yazacağınız cevabı nereye göndereceksiniz? Süruri Bey, sarı çizmeli Mehmet Ağa gibi bir şey. Evi belli değil, yeri belli değil!”
Aleksandra, bu noktayı deminden beri zihninden geçirip duruyordu. Sayfalar dolusu yazı yazan meçhul erkeğin adres göstermemesi dikkatinden kaçmamıştı. Fakat o, garip görünen bu eksikliği, âşık efendinin ihtiyatperverliğine yormak istiyordu. Nadire’nin böyle bir teşebbüsten kızarak ters bir cevap vermesi, hatta mektubun Nadire’den evvel babasının eline geçerek polise yollanması muhtemeldi. Süruri Bey, şüphe yok ki, bu ihtimalleri göz önüne almış ve ihtiyat gösterip adresini vermemiş olacaktı. Nadire Hanım’ın birdenbire gösterdiği çılgın sevince nazaran lüzumsuzluğu meydana çıkan şu ihtiyatın şimdi zararı da hissolunmaya başlıyordu. Kızcağız, hemen cevap vermeye hazır fakat bu emeli tatmin etmek vasıtasından mahrum bulunuyordu.
Terzi kız bütün bu noktaları çarçabuk tahlil ve terkip etti:
“Sarı çizmeli Mehmet Ağa’mızı…” dedi. “Bulmak kolay!”
Nadire coşkun bir arzuyla, Nevcivan da gizli bir alay ile sordular:
“Nasıl?”
“Beklemekle!”
“Anlamadık!”
“Anlaşılmayacak bir şey yok. Sevdalanan yürek, ateş püskürmeye başlayan dağlara benzer. İçini adamakıllı boşaltmadıkça, lavlarını dökmedikçe dinmez, rahat etmez. Süruri Bey de, sade bu mektubu göndermekle susmayacaktır. Bir daha, bir daha yazacak, derdini anlatıncaya kadar çalakalem inleyecektir. Bu mektupların birinde olmazsa öbüründe adresini görürüz.”
Aleksandra planını çizmişti. Nevcivan’ın zannettiği gibi bu mektup, komşulardan birinin muzipliği eseri olsa bile, kendisi o latifeyi uzatacaktı. Aynı imza ile aynı vadide mektuplar gönderecek, kızın masum zevkini körükleyecek ve icap ederse bir de erkek kiralayarak bu oyunu dilediği noktaya kadar götürecekti. Süruri Bey’in hakikaten mevcudiyeti hâlinde ise bu külfetlere hacet kalmayacaktı. Oyun, kendiliğinden ve pek kolaylıkla cereyan edecekti.
Nadire Hanım’la Nevcivan, Aleksandra’nın neler düşündüğünü bilmedikleri için, ortaya attığı fikrin yalnız görünüşüne bakıyorlardı. Daha doğrusu Nevcivan, bu fikri sadece doğru buluyordu. Nadire Hanım ise doğru bulmakla yetinmiyor, Süruri’nin sık sık kâğıt yazacağını düşündükçe istiğraklar geçiriyordu. Şimdiye kadar kimsenin dikkatini celbetmeyen güzellikleri için kibar bir delikanlının her gün bir kaside göndereceğini düşünmek, zavallı kızcağızı kabına sığmaz bir hâle getiriyordu.
Bu coşkun sevinç arasında ani bir düşünce kafasında titredi. Şu kutsi aşk vesikasını ne suretle elde ettiğini ilk defa olarak hatırlamak mecburiyetinde kaldı. Babasının meşguliyeti sırasında âşığının mektubunu çalabilmişti. Bundan sonra gelecek mektupları o suretle elde etmek imkânı yoktu. O hâlde sevgilisinin ikinci, üçüncü, dördüncü mektupları babasının eline geçecek, kendisi o güzel sözleri, o ateşli çığlıkları, o tatlı iltifatları, o sarhoşlatan tavsiyeleri işitemeyecekti.
Babasının mektuplara karşı alacağı vaziyeti hiç düşünmüyordu. Onları görememek, okuyamamak ihtimaliyle ruhunda uyanan azap, yüreğinde kıvranmaya başlayan ızdırap o kadar büyüktü ki diğer ihtimallerin yaratacağı elemler için benliğinde yer kalmıyordu. Çirkin kız, işte bu azap ve ızdırapla inledi:
“Mektuplar gelecek diyelim. Biz nasıl alacağız? Bunu bile nasılsa gördüm, babamın yanından hırsızlama aldım.”
Aleksandra, bu büyük mahzura da hemen çare gösterdi:
“Evinize gelenlere ya Nevcivan kapıyı açar ya Karanfil. Onlar bundan sonra bütün mektupları getirsinler, siz de kendinizinkileri alınız.”
Nadire, dalgın ve mahzun başını salladı:
“Nevcivan bu işi hatırım için belki yapar. Fakat Karanfıl’e güvenemem.”
Çirkin kızın acıklı bir sıkıntı içinde söylediği bu söz biter bitmez odanın kapısı açıldı. Zenci aşçı içeriye girdi, ellerini kalçasına dayadı, “Vay!” dedi. “Benim neyimi gördün de için bulandı? Rabb’im yüzümü karaya buladı ama yüreğimi gümüşle kapladı. Nevcivan daha dün geldi, ben senin beşiğini salladım, bezlerini yıkadım, hâlâ tırnaklarımda çocukluğunun kirleri duruyor. Ona bel bağlayıp da benden işkillenmekten utanmıyor musun?”
Karanfil Kalfa, hayli zamandan beri başını eşiğe koyup içerideki muhavereyi[25 - Muhavere: İki kişi arasında karşılıklı olarak yapılan konuşma. (e.n.)] dinliyordu. Yatak komşusu Nevcivan’ın birkaç saat küçük hanımın yanında kalışı kendisinde şüpheler uyandırmış, şu üç kızın baş başa verip neler konuştuklarını anlamak emeliyle kapı dibine gelmişti. Mektubun ancak sonuncu sayfalarını işitmekle beraber vaziyeti tamamıyla kavramıştı. O da, Süruri Bey isminde birinin küçük hanıma name yolladığını, terzi kızla Nevcivan’ın bu sevda işinde müşavirlik rolü yaptıklarını artık biliyordu.
Bu öğrenişin zenci kızda ilk hasıl ettiği intiba, derin bir yürek ezintisi olmuştu. Nadire’nin ayıla bayıla okuduğu mektubun sevgiye taalluk eden parçaları, onun da doktor eli değmeyen sıtmalı yüreğinde ani bir sarsıntı uyandırmıştı. Irkına has olan ebedî kan iltihabı, yeni baştan kıvılcımlanmıştı. Mektuptaki o sürekli “seviyorum”lar, kömür kümelerini çarçabuk ateş hâline getiren kuvvetli bir yelpaze gibi zavallının siyah tenini alevli bir mangala çevirmişti!
Terziye, besleme Nevcivan’a yürek sırrını açmakta mahzur görmeyen küçük hanımın kendisini yabancı tutmasına canı sıkılmıyor değildi. Fakat küçük hanım gibi bir maskaraya bahtın layık gördüğü bu aşkın kendisine nasip olmayışını düşünüp üzülmekten, o sıkıntıyı pek de hissetmiyordu. Nadire’nin, mahremiyet kadrosuna kendisini asla sokmak niyetinde olmadığını anlayınca düşüncesi değişmiş, bu mahremiyeti cebren kazanmak için odaya atılarak sitemlere girişmişti.
Sevilmeyenler, sevilenlerin sırdaşı olmaktan zevk alırlar. Başkalarının aşk yolunda elde ettikleri hazlar, onların hüsranını sanki tedavi eder. Aynı ihtiyaç, Karanfil’in ruhunda da uyanmıştı. Küçük hanımın aşkına mahrem olmakla kendi mahrumiyetine merhem sürmüş olacaktı!
Terzi kızı, sahnenin yeni bir aktör kazanmasından memnundu. Zihnindeki hıyanet tohumu gittikçe büyüyor, filizleniyordu. O, fasit planını yürütmek için Karanfıl’den de istifade etmeyi tasarlıyordu.
Bu sebeple kendisini okşadı:
“A, güzel bacı!” dedi. “Küçük hanım sana saygı gösterdi de o sözü söyledi. Birdenbire celallenme, ya!”
Saygı! Beşeri duyguların en renksizi veya en çok renklisi saygıdır. Bazen korkudan, bazen sevgiden, bazen şaşkınlıktan, bazen de hilekârlıktan doğan bu duygu, insan ruhunda yaşayan hakiki bir bukalemundur. Saygının en garip bir hususiyeti de kavilerle zayıfların müştereken işlerine yaramasıdır. Gün olur ki zayıflar saygı maskesine bürünerek kavilerin zekâsına gem vururlar. Gün olur kaviler, isyan etmek temayülü gösteren zayıfların taşkınlığını boğmak için aynı boyunduruğu kullanırlar. Karanfil de, küçük hanımın kendisine saygı gösterdiği söylenilince yumuşadı:
“Var olsun ama…” dedi. “Söylediği söz yutulur şey değil. Nevcivan’a güvenirmiş de bana güvenemezmiş. Hâlbuki ben ser veririm de sır vermem. Bakalım, Nevcivan’ın ağzında bakla ıslanır mı?”
Kızların anlaşması uzun sürmedi. Meselenin mahiyeti Karanfil’e anlatıldı. Bu vesile ile mahut mektubun en oynak parçaları bir daha okundu ve sonunda müzakereye, münakaşaya girişildi.
Bahsi idare eden hep Aleksandra idi. Kendi planına uymayacak düşünceleri seri bir zekâ darbesiyle hemen çürütüyor, Süruri Bey’le Nadire arasında mektuplaşma vukua gelmesi için hummalı gayretler gösteriyordu. Nadire’nin iradesi zaten erimiş gibiydi. Kafasında, hep meçhul âşığının, “Kalk, beni düşün!” emri dolaşıyordu. Besleme Nevcivan’ın saf fakat zayıf bir dil açıklığıyla ortaya sürdüğü namus önermesi, haysiyet meselesi, kulağına bile girmiyordu.
Bu işten nihayet bir düğün çıkacağını, bu suretle de evlenme işine ait olarak evde yerleşip giden uğursuzluğun ortadan kalkacağını, binaenaleyh kendisine de sevilmek fırsatı, evlenmek imkânı elvereceğini düşünen Karanfil de, olanca saffetiyle düzenci terzi kızına yardakçılık ettiği için, Nadire’nin düşünme kabiliyeti kökünden kırılıyordu. Nihayet Aleksandra’nın fikirleri kolaylıkla galebe etti. Süruri Bey tarafından takdim olunan aşkın kabulüne ekseriyetle karar verildi ve vazifeler şu suretle taksim edildi:
Nadire Hanım, ilk fırsatta gönderilmek üzere Süruri Bey’e cevap hazırlayacak.
Aleksandra, her gün eve uğrayıp maceradan malumat alacak. Süruri Bey’in adresi öğrenilir öğrenmez Nadire’nin cevabını eliyle götürecek.
Karanfil, kulağını kapıdan ayırmayacak, gelen mektupların Hacı Hafız Nesimi Efendi’den evvel küçük hanımın eline geçmesini temin edecek.
Besleme Nevcivan, “Ben bu işi beğenmiyorum, sonunun kötü çıkacağından korkuyorum. İçinizde sanki yokmuşum sayınız, beni hesaba katmayınız…” diyerek bu aşk alışverişinde vazife deruhte etmeyeceğini[26 - Deruhte etmek: Üstlenmek. (e.n.)] söylemişti. Şu kadar ki işittiklerini unutacak, büyük hanıma ve efendiye bir şey sezdirmeyecekti.
***
Süruri Bey, pek nefis bir sanat eseri olduğuna kuvvetle kani bulunduğu mektubun müsveddesini koynunda taşıyor, fırsat buldukça arkadaşlarına okuyup duruyordu.
“Ağlayanı tanıdık, ağlatan kim?” diyenleri çalımlı çalımlı süzerek kısa bir cevap veriyordu: “İstanbul’un gülü, sarı bir gülü!”
Meçhulün meçhul ile tarif olunmasından huylanarak izahat isteyenlere sükût ile karşılık veriyordu.
Hayalinde yarattığı uzun boylu, sarı saçlı nefis kadın hakkında fazla söz söylemekten çekiniyordu. Daha doğrusu sevgilisini, kendi eseri olan sevgilisini herkesten kıskanıyordu. Lakin mektubunun Nadire Hanım’a varıp varmadığını takdir edemediği için üzülmekten de geri kalmıyordu. Rüyalarında yaptığı sorgular ve aldığı müspet cevaplar, kendisini tatmin etmekten çok uzaktı.
“Evet. Bugün için erkekliğin cazibeleri, tüccar zümresinde toplanıyor. Herhangi bir kadın yüreğine emniyetle ve kolaylıkla girebilmek için bir ticarethane firması göstermek lazım. Evvelce yanık bir şiir, parlak bir mahmuz, tumturaklı bir unvan Havva kızlarının yüreğini oynatabiliyordu. Şimdi moda yahut hayat değişti. Aşk mektuplarının banknotlara yazılması ve hiç olmazsa yazılabileceğinin ihsas olunması icap eder.”
“Ya şu kızcağız, aklına uyup da ticarethaneni görmek isterse?”
“Yazıhanem Konya’da! Ben, getirdiğimi satmak, götüreceğimi almak için burada bulunuyorum. Bu hanımı nasılsa görüp taaşşuk[27 - Taaşşuk: Âşık olmak. (e.n.)] ettim. İşimi komisyoncularıma gördürüyorum. Kendim de aşk tezgâhında bahtiyarlık kumaşı dokumak istiyorum.”
“Kızı nasıl buldun, adresini nasıl öğrendin?”
“Bu basit bir tesadüften ibaret.”
Delikanlı, bir çayhanede oturduklarını henüz hatırlamış gibi etrafına göz gezdirdi, lakin sesini tamamen hafifletmeye lüzum görmeden devam etti:
“Bir gün postanede ayaküstü mektup yazıyordum. Masanın yanıma tesadüf eden kısmına minyon bir kızcağız geldi. Elindeki zarfın arka tarafına, gönderici sıfatıyla adresini yazmaya başladı. Kız hoşuma gitmişti, hele masaya abanarak ve harflere tuhaf tuhaf kıvrıntılar vererek yazı yazışı içimi gıcıklamıştı. Yan gözle yazdığını okudum ve… Belledim!”
“Sonra?”
“Sonrasını keşfedemiyor musun?”
“Belki anlıyorum, fakat senin söylemeni istiyorum. Sözlerin, pek tatlı!”
“Tat, sözümde değil hikâyede. Onun için mersi demeye lüzum görmüyorum.”
“Canım, bahsi değiştirme. Kızın adresini belledikten sonra ne yaptın?”
“Ne mi yaptım? Aklın emrettiği şeyi yaptım. Sıcağı sıcağına bir mektup yazdım. Ertesi gün bir daha, iki gün bekledikten sonra bir daha… Mektupları fasılasız göndermekte büyük bir hikmet vardır! Hücuma uğrayan kız veya kadın, aşk taarruzunun ardı arkası kesilmediğini görünce şaşırır, düşünmeye kudret bulamaz. Bununla beraber ben, hücumlarıma ara da versem gene muzaffer olacağıma kani idim.”
“Bu kanaat nereden geliyor?”
“Çünkü kızın hâlinde, tavrında tuhaf bir şey vardı. Nasıl tarif edeyim bilmem ki. Bakışlarında ümit veren bir parıltı, dudaklarında ‘Beni öpün!’ diyen bir haykırış seziliyordu. Böyle bir kızın önüne atılan yürekleri çiğneyip geçeceğini ummuyordum. Sonra, ilk mektubumda da öbürlerinde de kızın gözünü, kaşını, dudaklarının inceliğini, hatta boynundaki beni uzun uzun tasvir ettiğim için kendisini yakından tanıdığıma şüphe edemeyecekti. Benim bilinmeyişimin hasıl edeceği tereddüdü de halı tacirliği giderecekti. Tüccardan bir âşık! Şu para darlığı sırasında herhangi bir kız için bundan büyük ikramiye mi olur? Nitekim tahminlerim doğru çıktı ve üçüncü mektubuma cevap geldi.”
“Sen kendin için neresini adres göstermiştin?”
“Beyoğlu’nda Şule Gazinosu’nu! Fakat kız evine mektup yazılmasını istemiyor, yeni bir adres veriyor: ‘… Postanesi Postrestant Nermin!’ diyor. Bu uydurma çekingenlik umurumda değil. Benim yapacağım şey muayyendir.”
“Ne yapacaksın?”
“Onun izdivaç teklifini ümitsizlik vermeyecek şekilde atlattıktan sonra kendisini parkta bir gezintiye çağıracağım.”
“İlk ağızda gezinti teklifi ürküntü vermez mi?”
“Aman azizim! Sen hâlâ klasik muhabbetler, köhne usuller sayıklıyorsun. Paranın her şey olduğuna inanılan bir zamanda vaktin kıymeti bilhassa nakitleşmiştir. Küçük hanımlar, bu büyük hakikati erkeklerden daha iyi anlamışlardır.”
“Diyelim ki davetini kabul etti. Parka gelince seni nasıl tanıyacak?”
“Gayet kolay. Gelecek salı günü saat üçte musiki barakasının karşısındaki kanepede kendisini bekleyeceğimi, elimdeki ‘Hüsnü Niyet’ gazetesinden beni tanıyabileceğini yazdım. Bu, fazla bir tekellüftür. Onu aramak zevkine meylettirmek için ihtiyar ediyorum. Yoksa kendisini tanıdığım için yalnız oturacağım yeri söylemek de kâfi! Ben, sevgilimi görür görmez eteklerine kapanmayı bilirim.”
Muhaverenin büyük bir kısmı, Süruri Bey’in kulağından kaçmamıştı. Ortadaki mektubun -sersem bir sanıya kapılıp da şüphelendiği gibi- Nadire Hanım’dan gelmediğini anlayarak sevinmiş, “… Postanesi Postrestan Nermin” adresine gönderilecek herhangi mektubun güzel, genç ve minyon bir hanım tarafından alınacağını öğrenmiş, bu genç adamın yaptığı gibi sahte bir isim ve sahte bir sıfat takınarak kendi maşukasına bir adres göndermediğine de yeni baştan pişman olmuştu.
Çayhaneden çıktığı vakit, zihninde küme küme düşünceler bulutlanıyordu. Şu tesadüften ne şekilde ve kaç türlü istifade edebileceğini dalgın dalgın tasarlamaya uğraşıyordu. Nadire Hanım’a bir daha ve bir daha mektup yazmayı kararlaştırmakla beraber minyon kızı da düşünüyordu. Kızlardan aldığı mektupları tıpkı gazete okur gibi çayhanelerde yüksek sesle okumaktan, sevmek ve sevilmek hakkındaki fikirlerini konferans verir gibi bağıra bağıra anlatmaktan çekinmeyen o gence bir ders vermek için “Minyon Nermin Hanım”a bir nasihatname yazmayı elzem buluyordu.
Süruri Bey, bilhassa bu nasihatname meselesine ehemmiyet veriyordu. Evceğizinde işiyle dikişiyle uğraşan masum bir kızı baştan çıkarmak, kırlarda, bayırlarda gezdirip dolaştırdıktan sonra yüzüstü bırakmak isteyen delikanlıya fena hâlde kızmıştı. Kendisi de gerçi Nadire Hanım’a hatta yüzünü görmediği hâlde mektup yazmıştı ve yine yazacaktı. Fakat bu harekette ahlaksızlık addolunacak bir nokta yoktu. Bütün emeli, hayalinde canlandırdığı o nefis kızı sevmekten ve onun tarafından sevilmekten ibaretti!
Hâlbuki o adam, o meçhul delikanlı, efsaneler devrinin bazen öküz, bazen yılan, bazen keçi şekline girerek bütün küre üzerindeki kızları ana yapan namussuz Jüpiterlerine benziyordu, isim ve sıfat değiştire değiştire İstanbul’un dört köşesinde kız ve kadın ağlatıyordu. Bu, göz yumulur cüretlerden değildi! Süruri Bey, “Minyon Nermin Hanım”ın felakete uğramasını istemiyordu. Duyduğu sözler, damarlarında galeyan uyandırmıştı. Aldatmaya hazırlanan erkeği teşebbüsünde hüsrana uğratmak, aldanmaya namzet kızcağızı düşmekten, incinmekten, berelenmekten korumak istiyordu. Erkeklik haysiyeti, kendisine böyle bir vazife yüklüyordu!
Şimdi onun yüreğinde iki büyük duygu çalkalanıyordu: Nadire Hanım için derin bir arzu, Nermin için nihayetsiz bir merhamet! Zihninde ise bu duyguların uyandırdığı çiçekli fikirler ve o fikirlere yakışık alan parlak cümleler dalgalanıyordu. Bu vaziyette sinirleri gevşediği için evine kadar gidemedi, Beyazıt’taki kahvehanelerden birine girdi, kuytu bir köşeye çekilerek kâğıt ve zarf getirtti, bir şeyler çiziktirmek istedi.
O, Minyon Nermin Hanım’ın nasihatnamesini öbür mektuptan evvel yazmak azminde idi. Çünkü masum kızcağızı baştan çıkarmak isteyen hain erkeğin zalim teşebbüsüne karşı önce davranmayı lazım görüyordu. Fakat kendisine arz olunan muhabbeti esas itibariyle kabul etmiş, evlenme teklifinde bulunmak suretiyle bu ciheti apaçık bildirmekten de çekinmemiş olan o zavallı kızı tehlikeden haberdar etmek için iyi bir yol bulamıyordu. Maksat, sade bir ilanıaşk olsa hafızasında sıralanan beylik sözlerden istifade edebilirdi. Lakin ona, o facialara namzet yavruya muhabbetname değil, nasihatname yazacaktı. Bu sebeple iyi, çok iyi cümleler bulmak istiyordu.
Süruri Bey bıyıklarını kıvırdı, başını kaşıdı, çenesini okşadı, karihasını[28 - Kariha: Düşünme gücü. (e.n.)] harekete getiremedi. Gözlerini yeis içinde tavana dikerek yıllanmış sinek kirlerinden, nargile ve sigara kokan duman kümelerinden ilham aradı ve birdenbire mırıldandı:
“Buldum!”
Bulduğu şey, Beyazıt’taki umumi kütüphaneye gitmek, birkaç kitap karıştırıp emeline uygun numuneler toplamaktı. Hemen, ağzına koymaya lüzum görmediği kahvenin parasını vererek çıktı, hızlı hızlı yürüyerek kütüphaneye girdi.
Bütün masalar işgal olunmuştu. Orta mektep talebesinden oldukları önlerine koydukları kasketlerdeki sırmalardan anlaşılan on beş, on altı yaşlarındaki çocuklar tatil günü olmadığı hâlde koca kütüphaneye sıralanmışlar, tatlı tatlı roman okumaya koyulmuşlardı. Güneşli gök altında dolaşmak zevkini seve seve feda ederek kütüphanenin serin ve nemli salonlarında kendilerini -yine kendi istekleriyle- hapseden bu bilgi toplayıcıların hemen hepsi toy mekteplilerdi. Yalnız bir iki efendi, üç beş ciltlik eski kolleksiyonlara kapanarak not topluyorlardı.
Zamanımız matbuatının sermayesini işte bunlar, bu eski mecmualar ve kitaplar temin ediyor. Geçim buhranının midelerde yaptığı boşluk, kafalara da sirayet etmiş olmalıdır ki gazete sütunlarının çoğu kütüphanelerden getirilen malzeme ile doluyor! Bu zahmetsiz yazıcılık, okuyucuların yaşlı kısmına bir nevi temcit pilavı yemek zevkini veriyor. O pilav, beş on kere ısıtılıp da sofraya konurmuş. Yaşlıca okuyucular da birçok hikâyeyi, muhtelif başlık ve muhtelif imza altında sekizer onar defa okumak zevkine eriyor!
Bu noktadan düşünülünce bizim kütüphanelerimizi satıcısı ölü, alıcısı diri bir fikir borsasına benzetebiliriz. Üzerlerinde hakiki sahiplerinin adı yazılı olmasına rağmen bütün tahviller, bu borsadan bedelsiz toplanmakta ve başka pazarlarda pervasız satılmaktadır; işte yazı âlemindeki ölüm kokusunun sırrı!
Süruri Bey, ne roman okuyan mekteplilerle ne de eski yazılara yeni bir imza koymak gayretiyle çalakalem kopyacılık eden efendilerin hummalı gayretiyle alakalandı. Doğru fihristlerin bulunduğu yere gitti, isimleri delaletiyle işine yarayacağını umduğu birkaç kitap seçerek numaralarını memur efendiye verdi ve boş bir sandalyeye gömülüp okumaya başladı.
Delikanlının bahtı yaver imiş ki ilk okuduğu kitap zihninde bir açıklık vücuda getirdi. Deminki kariha darlığı, ilham yoksulluğu, bu okuduğu kitap sayesinde kayboluvermişti ve Minyon Nermin Hanım’a sunulacak öğütler için önünde iyi bir zemin gülümsüyordu: Ruh!
Evet! Ruh kelimesinden ve ruha ilişkin dedikodulardan ilham alarak mektubunu yazacaktı. Okuduğu birkaç sayfa yazı, kendisine bu parlak mevzuyu hatırlatmıştı. O, ruhun eski felsefede ve bugünün materyalistlerinde fizyoloji âlimleri nazarında nasıl telakki olunduğunu izah edecek değildi. Ruh, cismani ve müstakil bir cevher midir? “Ahlat-ı erbaa”nın[29 - Ahlat-ı erbaa: İnsan vücudunda varlığı kabul edilen dört unsur. (e.n.)] kemiyet ve keyfiyet itibariyle itidali midir? Bir heykel midir? Yoksa dimağın bir vazifesi midir? Bunlar ve bunlara benzer laflar, Süruri Bey’in ne kulağında yer ne önünde iz bırakıyordu. Bu mühim bahiste onun yakaladığı uç, ruhun adından ibaretti!
Koca âşık bu biricik kelimeden geniş bir çığır kurmuş ve şu mektubu bir hamlede karalayıvermişti:
Nermin!
Sana herhangi bir fabrikada yapılmış basit bir kâğıdın üstüne herhangi bir dükkândan alınmış bir mürekkeple yazılmış satırlar göndermiyorum. Elinde tuttuğun kâğıt, seninle ezelden alakadar olan bir ruhun yeni kostümüdür!
Ruhî bazen beyaz bir gölge olur, karanlıklarda dolaşır. Bazen rüzgâr olur, fezalarda inler. Bazen nur olur, yıldızlarda uyur, bazen güvercin şekline girer, ağaçlarda tüner. Büyükannenin ruhu da işte şu mektup kâğıdının elyafı arasında saklanarak senin yanına geliyor!
Bu gelişim, zorunlu olduğu kadar ızdıraplıdır da! Çünkü ten kafesinden kurtulduktan sonra çok rahattım. Ne yiyecek düşünüyor, ne giyecek derdi çekiyor, ne de konu komşu zırıltısı dinliyordum. Şimdi şu yüzyılda, beş saniye geçmeden diğer bir gezegende uçuyordum. Ruhlar âleminde erkeklik, dişilik, küçüklük, büyüklük, âlimlik, cahillik olmadığı için adap ve merasim de yok. O haki ayrılıklar, gayrılıklar, tahakkümler ve mahkûmiyetler -cesetlerle beraber- yeryüzünde kalıyor. Arzın maverasında ne salta ne tasallut var. Her ruh hür ve her ruh bikayt.[30 - Bikayt: Kayıtsız, şartsız. (e.n.)] Zaman mefhumu gibi mekân mefhumu da aramızda meçhul. Gecesi ve gündüzü olmayan bir cihan içindeyiz ve nihayetsiz ebat arasında dolaşıyoruz. Kanadımız olmadığı hâlde düşmeden ve hatta düşmek endişesine uğramadan uçup duruyoruz…
İşte bu hayat arasında sen, evet sen, beni bir an için yeryüzüne inmeye mecbur bıraktın. Ruhlar, dünya sakinlerinin her şeyini görür ve bilirler. Mikropların tenasül edişlerinden tut da pencereleri kapalı odalara sığınan çiftlerin dudak dudağa mırıldandıkları esrara kadar bütün hakî hadiseleri, konuşmaları seyrederler ve işitirler. Bu kudret sebebiyle ben de senin bir tuzağa düşmek üzere bulunduğunu gördüm.
Adını değiştiren, kendine halı taciri süsünü veren çapkının biri, seni baştan çıkarmak istiyor. Süslü kelimelerle, yaldızlı sözlerle iffetini lekelemeye, hayatını zehirlemeye çalışıyor. Sen, zavallı çocuk; bu ahlaksız adamın mektuplarına kapılıyorsun, gözü kapalı uçuruma doğru gidiyorsun.
Bugün yarın yeni bir mektup alacaksın. Gülhane Parkı’nda gezinti yapmaya çağrılacaksın. Şayet, oraya gidersen felakete uğrarsın. Büyükannenin ruhu sıfatıyla seni tehlikeden haberdar etmek istedim, mektup şeklinde sana temas ettim. Sözümü dinlemezsen kâbus olur, uykunu sarsarım; sıtma olur, damarlarına yayılırım, seni her suretle rahatsız ederim, cezalandırırım. Ruhların şakası olmaz.
Şayet, bir sözün, nasihatime karşı söylemek istediğin bir şey varsa Divanyolu’nda Diyarbekir Kıraathanesi vasıtasıyla “Süruri Bey” namına bir mektup yaz.
Bu zat, Cabelsa[31 - Cabelsa: Malum olduğu üzere ruh ile rüya arasında öteden beri bir münasebe tasavvur veya tevehhüm olunur. O sebeple rüyayı tarif ederken: “Ruhun bir müddet bedeni terke dip seyahata çıkmasıdır!” derler. Bu akide, bilhassa şarkta taammüm etmiştir. Bir çok mütefekkirler, rüyayı o şekilde tarif ediyorlar ve: ruhun bedeni muvakkaten bırakıp Cabelsa ve Cabelka hıttalarında dolaştığını ve bu dolaşma sırasındaki müşahedelerin rüyayı teşkil ettiğini söylüyorlar. Erzurum’lu meşhur İbrahim Hakkı’nın Şark âleminde pek maruf olan Marifetnamesinde bu bahse müteallik hayli tafsilât ve izahat vardır. (y.n.)] diyarında sık sık tesadüf ettiğim soylu bir ruhun kalıbıdır. Ben o temiz ruh ile görüşerek yazdığın şeylerden haberdar olurum.
Son sözüm, ailemizin haysiyetini yaralayacak en küçük hafifliklerden sakınmandır yavrum.
Süruri Bey, bir büyükannenin ruhu sıfatıyla kaleme aldığı bu nasihatnameden sonra Nadire Hanım’a göndereceği mektubu yazdı. Ona karşı da coşkun aşkından, kızıl elemlerinden uzun uzadıya dem vurdu, Kumkapı İstasyonu yanındaki bir gazinoyu da bu maşukasına adres gösterdi.
***
Nermin namıyla kendisine mektup gönderilmesine rıza gösteren kız, üç seneden beri tenini satmakla geçinen orta malı bir mahluk idi. Henüz sokaklarda zıpzıp oynarken “Sümüklü Hacer” diye anılırdı. Biraz büyüyünce sümüğü silindi, sıfatı da değişti, “Edepsiz Hacer” diye yâd olunmaya başlandı. Arkadaşlarına çirkin pusulalar yazmak, çantasında münasebetsiz resimler ve namına yazılmış mektuplar bulunmak, abdesthane duvarlarına müstehcen vecizeler karalamak gibi suçlardan dolayı devam ettiği ilk mektebin son sınıfından tardolunduktan sonra şu kucaktan bu kucağa geçerek az zamanda usta bir fahişe payesine erişmişti. Fıtri ve pek süfli bir yetenek ile ortaya koymuş olduğu sanatta ananeperverliği bir lahza bırakmazdı. Gönül için, geçim için, kaza ve bela için unvanları altında daima üç âşık taşırdı. Bunların birincisini sever, ikincisinden para sızdırır, üçüncüsüne ise hürmet ederdi. Sevmekten bıktığı, para sızdırmakta da müşkülata uğradığı vakit, gönül ve geçim için koynuna aldığı âşıklarına hemen yol verirdi. Kaza ve bela için seçilen âşık, mevkisini biraz daha ziyade muhafaza ederdi. Onun değişmesi, Hacer Hanım’ın arzusundan ziyade hadiselere bağlı idi. Dayak atmak lazım geldiği sırada dayak yiyen kaza ve bela siperi kendiliğinden düşer ve yerini ekseriya galip rakibine terk etmek mecburiyetinde kalırdı.
İşte Nermin, böyle bir kızdı. Alüftelik yoluna girdikten sonra ismini beğenmeyerek “Melahat” adını takınmıştı. Sürtük kadınların hemen hepsi, isimlerini değiştirmekten zevk alırlar yahut böyle bir değişikliğe lüzum görürler. Çok kere de, bununla iktifa etmeyerek birer de lakap takınırlar. Sabık Sümüklü Hacer’in alüfteler âlemindeki lakabı da “Kızgın”dı. Onu, erkekler ve kadınlar, “Kızgın Melahat” diye çağırırlardı. Ateşli bir varlık, yanan ve yakan bir hüviyet ifade ettiği için Sümüklü Hacer, bu lekeli lakaptan memnundu!
O, bir halı taciri imzasıyla süslü bir mektup alınca kahkahalarla gülmüş ve önüne gelen alüfteyi keyfiyetten haberdar ederek günlerce eğlenmiş, arkadaşlarını da eğlendirmişti. Bir fahişe için sevmeden sevilmek kadar gülünç bir şey yoktur! Onlar, bi-n-nefs[32 - Bi-n-nefs: Kendi kendisi. (e.n.)] sevmedikçe sevilmeyi alıklık sayarlar ve kendilerini sevmek alıklığını gösteren erkekleri tahammül kabiliyetlerine göre derece derece haysiyetsizliğe sürüklerler. Bir fahişe, seyyar satıcı mevkisindedir, ancak malını satmak ister. Her müşteri ile çene yarışına, fikir güreşine, gönül mübadelesine çıkmak işine gelmez.
Sahte halı tacirinin ikinci ve üçüncü olarak yazdığı mektuplar, Kızgın Melahat’te bir heves, garip bir emel uyandırdı. Şimdiye kadar bir hayli macera geçirdiği hâlde evlenmeyi tecrübe etmemişti. Alüftelikte sonuna kadar ısrar etmeyi “hayati” bir zevk meselesi sayanlar için kocanın adı “kapı mandalı”dır. Kızgın Melahat, bu mandalın nasıl asılıp nasıl oynatıldığını henüz öğrenmemişti. Birtakım meslektaşlarının kocalarını aldatmak için başvurdukları çareler, çevirdikleri dolaplar, heyecanlı şeylerdi. Kendisi bazen bu heyecanlı hadiselere imrenir, namuskâr bir kadın maskesi altında koca aldatmak zevkini tatmak için derin bir heves duyardı.
Halı tacirinin üst üste gönderdiği mektuplar, işte bu hevesini tazelemişti. Mektupların yazılışına göre, tacir beyin kime hitap ettiğinden haberi olmadığı muhakkaktı. Bu meçhul erkek, sürtük bir kadına değil, bir aile kızına söz söyler gibi lisan kullanıyordu. Kendisinin asıl ismini, ara sıra uğrayageldiği baba yadigârı evini de öğrenerek -Hacer Hanım’a hitaben- nameler yollayıp duruyordu. Bir tacir için orta malı bir kadını, ilk tesadüf ettiği meyhaneden veya kaldırımdan yakalayıp götürmekten kolay bir iş olmayacağına nazaran, mektup sahibi, Kızgın Melahat’i tanımıyor demekti.
Bu düşünceler üzerine Sümüklü Hacer, kuvvetli bir kaprise kapıldı. Kendisine taaşşuk etmiş görünen adama bir oyun oynamayı ve onunla evlenmeyi tasarladı. Emeline muvaffak olduğu takdirde arkadaşlarına da bir sürpriz yapmış olacaktı. Şöhretli ve kirli bir alüffe mevkisinden zengin bir halı taciri karısı mevkisine atlamak, büyük bir muvaffakiyetti ve meslektaşlarının hepsini ayrı ayrı hasetten kudurtacak bir zaferdi.
Bu sebeple, bol rakı içip zihnini canlandıra canlandıra bir iki gece düşündükten sonra cevabını yazdı; “evine mektup gönderilmesinin haysiyetine leke getireceğinden” tutturarak uzun boylu namusluluk tasladı ve “Namuslu bir kıza aşk değil, izdivaç takdim olunur!” diye bir çırpıda bir de evlenme teklifinde bulundu.
Hacer, vesikalı bir kahpenin mahiyetini anlamayacak ve ona gönül verecek kadar kısa görüşlü ve kısa düşünüşlü olan bir erkeğin pek kolaylıkla tuzağa düşeceğini umuyordu. Bu maksadı temin için biraz masum görünmeyi, temiz bir kız rolü oynamayı kâfi buluyordu. Şu kadar ki fahişeler için namuskâr kadın vaziyeti takınmak ağırdır. İğreti namus bile namussuzları sıkar! Sümüklü Hacer de hayli rahatsız olacağını takdir ediyordu. Fakat meseleyi çabuk yürüterek bu sıkıntıdan bir ayak evvel kurtulacağını umuyordu. Halı tacirini görüp yola getirdikten, nikâh ve zifaf işini bitirdikten sonra arkadaşlarını maceradan haberdar etmeyi ise katiyyen kararlaştırmıştı.
Artık sükûn ve ümit içinde günleri hesaplıyordu. Mektubuna alelacele cevap verileceğine emin olduğu için fazla beklemeye lüzum görmüyordu. Bu sebeple, cevabını gönderdikten iki gün sonra adres gösterdiği posta şubesine uğradı. Yol boyunca ve bilhassa posta şubesi civarında etrafını tetkik etmekten geri kalmadı. Âşık beyin oralarda dolaşması, sevdavî bir gözlemde bulunması ihtimalini göz önünde bulunduruyordu.
Posta şubesinde tek bir memurdan başka kimse yoktu, o da para saymakla meşguldü. Sürtük kadın, kıvrak bir sesle memur efendiyi paralardan ayırdı:
“Nermin ismine bir mektup bekliyorum. Postrestandır, var mı efendim?”
Memur efendi, yorgun başını arka taraftaki kafesimsi rafa çevirdi, bir hücreden elli altmış mektup aldı, sessizce gözden geçirmeye başladı, sekizinci zarf, Nermin ismini taşıyordu. Memur efendi o zarfı ayırdı.
“Varmış, Melahat Hanım.” dedi. “İsminizi değiştirmişsiniz ama sesinizi muhafaza etmişsiniz.”
Hacer dudaklarından ayırmadığı boyalı tebessümü biraz genişletti:
“Demek ki beni tanıyorsunuz.”
“Ben, Divanyolu, Sirkeci, Eminönü yoluyla evime giderim.”
“Bu söz neyi ifade eder?”
“Her akşam size tesadüf ettiğimi!”
“İsmimi de kaldırımlarda mı okudunuz?”
“Hayır arkanızdaki fısıltılardan ve sizi oyalayanların hikâyelerinden öğrendim.”
“Bu kadar şöhretli olduğumu bilmiyordum. Âdeta koltuklarım kabardı.”
Memur efendi eğlenerek gülümsedi:
“Henüz…” dedi. “Şöhretiniz tam değil, hele iki, üç zabıta vakası ihdas ediniz. Bir delikanlıyı kandırıp felakete sürükleyiniz, arkasından siz de tentürdiyot filan içip bir aşk fedaisi rolü oynayınız. Bu suretle gazetelerin birinci sayfasına resimleriniz konsun, maceralarınız yazılsın. İşte o zaman, en meşhur kadınlar sırasına girersiniz.”
“Aman, Allah esirgesin. Öyle hayırsız şöhretleri istemem!”
“İstersiniz küçük hanım, istersiniz. Melahat Hanım otomobile binerken, Melahat Hanım ifade verirken, Melahat Hanım paltosunu çıkarırken, Melahat Hanım muhabirlerle tokalaşırken gibi radyum kâşifine, Flammarion’un karısına, Monako Prensi’ne bile layık görülmeyen itinalarla resimlerinizin gazetelere konulmasını istemez misiniz?”
“İstemem memur bey, istemem. Ben alçak gönüllü bir kadınım.”
“Ben kibirlisiniz demedim. Alçak gönüllü olduğunuz yaşayışınızdan belli!”
“Herhâlde şakacı bir beysiniz, tanıştığımıza memnun oldum.”
Memur efendi, bu memnuniyete mukabele etmek zahmetini göstermedi. Önündeki zarfları tekrar toplayıp yerlerine koymaya hazırlandı. O sırada diğer bir zarfın da Nermin ismine yazılı olduğu gözüne çarptı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/m-turhan-tan/kadin-avcisi-69429010/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Nevadir: Az olanlar, nadirler. (e.n.)

2
Nedret: Az bulunan. (e.n.)

3
İstiğrak: Kendinden geçercesine sessiz bir coşkuya dalma. (e.n.)

4
Mütereddi: Soysuzlaşmış, alçalmış. (e.n.)

5
Mütecanis: Bir cinsten olan, diğerleriyle aynı cinsten olan, bağdaşık. (e.n.)

6
İlm-i sima: Yüz okuma ilmi. (e.n.)

7
Mebhas ül-kıhıf: Kafatası ilmi. (e.n.)

8
İstiap: İçine alma, sığdırma. (e.n.)

9
İstidlal etmek: Kanıtlara dayanarak bir sonuca varmak. (e.n.)

10
Bihakkın: Hakkıyla. (e.n.)

11
Anha minha: Aşağı yukarı, yaklaşık olarak. (e.n.)

12
İstuvar: History, tarih. (e.n.)

13
Tehevvür: Çok kızma, öfkelenme, köpürme. (e.n.)

14
Tevehhüm: Kuruntuya düşme. (e.n.)

15
Lema: Parıltı, ışıltı, parlamak, şimşek gibi çakmak. (e.n.)

16
Mütenasip: Orantılı, oranlı, uygun. (e.n.)

17
Talakat: Kolayca düzgün söz söyleme durumu. (e.n.)

18
Hacm-i istiabî: Bir şeyin içine alabildiği miktar. (e.n.)

19
Kisbi: Sonradan edinilen. (e.n.)

20
Behemehâl: Her hâlde, ne olursa olsun, ne yapıp yapıp, mutlaka. (e.n.)

21
İstizah: Herhangi bir konuda açıklayıcı bilgi isteme, bir sorunun açıklanmasını isteme. (e.n.)

22
Ispazmoz: “Aşırı titreme, kasılma.”

23
Biihtiyar: Elinde olmadan. (e.n.)

24
Tahakkuk etmek: Gerçekleşmek. (e.n.)

25
Muhavere: İki kişi arasında karşılıklı olarak yapılan konuşma. (e.n.)

26
Deruhte etmek: Üstlenmek. (e.n.)

27
Taaşşuk: Âşık olmak. (e.n.)

28
Kariha: Düşünme gücü. (e.n.)

29
Ahlat-ı erbaa: İnsan vücudunda varlığı kabul edilen dört unsur. (e.n.)

30
Bikayt: Kayıtsız, şartsız. (e.n.)

31
Cabelsa: Malum olduğu üzere ruh ile rüya arasında öteden beri bir münasebe tasavvur veya tevehhüm olunur. O sebeple rüyayı tarif ederken: “Ruhun bir müddet bedeni terke dip seyahata çıkmasıdır!” derler. Bu akide, bilhassa şarkta taammüm etmiştir. Bir çok mütefekkirler, rüyayı o şekilde tarif ediyorlar ve: ruhun bedeni muvakkaten bırakıp Cabelsa ve Cabelka hıttalarında dolaştığını ve bu dolaşma sırasındaki müşahedelerin rüyayı teşkil ettiğini söylüyorlar. Erzurum’lu meşhur İbrahim Hakkı’nın Şark âleminde pek maruf olan Marifetnamesinde bu bahse müteallik hayli tafsilât ve izahat vardır. (y.n.)

32
Bi-n-nefs: Kendi kendisi. (e.n.)
Kadın Avcısı М. Турхан Тан

М. Турхан Тан

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Kadın Avcısı”nda, hiç görmediği genç kızlara mektup yazma hastalığına tutulmuş olan halı tacirleri Yadigâr ve Süruri Bey adındaki iki gencin bu yolla adreslerine eriştikleri kızlar ile zamanla görüşmelerini ve bu görüşmeler neticesinde meydana gelen kargaşa ile bu hasta ruhlu beylerin cezalandırılmaları kimi zaman güldürerek kimi zaman da hüzünlendirerek hikâye ediliyor. Türk okuyucusu tarafından pek bilinmeyen M. Turhan Tan, tarihî roman geleneğimizin en önemli isimlerinden biridir. Birçok önemli memuriyetlerde bulunduktan sonra Sivas mebusluğu da yapmış ve 1922 yılından itibaren kendini tamamıyla yazı hayatına adamıştır. En önemli eserlerini ise tarihî romancılık alanında vermiştir. Bazı eserleri Almanca, İngilizce ve Yunanca gibi dillere çevrilen, tarihî gerçeklikleri berrak ve sürükleyici bir üslupla aktaran Tan, Türk tarihinin zengin mirasını eserlerine ustalıkla taşımış ve okuyucusuna tarihî romanları keyifle okutan bir yazar olarak Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Turhan Tan’ın ölümünden sonra unutulan ve Türk yazın hayatından çekilen eserleri, Türk okuyucusunun özellikle son zamanlarda ilgisini çeken ve neredeyse güncelleşen konulara değinip ele aldığı dönemlere ışık tutmakta, günümüzdeki kimi tartışmalara cevaplar getirmektedir.

  • Добавить отзыв