Hürrem Sultan
M. Turhan Tan
Kırım Hanı’nın Osmanlı’ya gönderdiği hediyelerden Sultan Süleyman için en ihtişamlı ve en değerlisi, Rus cariye Alexandra’dır. Saraydan gelip geçmiş tüm kadınlardan ayrı bir cesarete sahip, hırslı, boyun eğmez bu küçük kız, ilk günden yerini sağlamlaştıracak ve yakın gelecekte kendisini Osmanlı imparatoriçesi yapacak Hürrem Sultan adının taşıyıcısıdır. “Hürrem” adı, Osmanlı’da yaşanacak büyük sarsıntıların, mücadelelerin, aşkların ve ölümlerin habercisi olacaktır. “Sultan Süleyman, bakışlarını büyülemiş, yüreğine bir heyecan aşılamış olan şu körpe kızın seksüel bir kudretten ziyade ruhi ve manevi bir kudret taşıdığına iman getirmek üzereydi. Çünkü o, cinsî cazibenin bütün ebadını ölçmüş bir adamdı ve sarayında yaşayan üç yüz kadın da bu ebadı kendisine her gün, her dakika hatırlatıyorlar ve yeni baştan öğretiyorlardı.” Türk okuyucusu tarafından pek bilinmeyen M. Turhan Tan, tarihî roman geleneğimizin en önemli isimlerinden biridir. Birçok önemli memuriyetlerde bulunduktan sonra Sivas mebusluğu da yapmış ve 1922 yılından itibaren kendini tamamıyla yazı hayatına adamıştır. En önemli eserlerini ise tarihî romancılık alanında vermiştir. Bazı eserleri Almanca, İngilizce ve Yunanca gibi dillere çevrilen, tarihî gerçeklikleri berrak ve sürükleyici bir üslupla aktaran Tan, Türk tarihinin zengin mirasını eserlerine ustalıkla taşımış ve okuyucusuna tarihî romanları keyifle okutan bir yazar olarak Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Turhan Tan’ın ölümünden sonra unutulan ve Türk yazın hayatından çekilen eserleri, Türk okuyucusunun özellikle son zamanlarda ilgisini çeken ve neredeyse güncelleşen konulara değinip ele aldığı dönemlere ışık tutmakta, günümüzdeki kimi tartışmalara cevaplar getirmektedir.
M. Turhan Tan
Hürrem Sultan
M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…
KIRIM SULTANI’NIN YOLLADIĞI GÜZEL CARİYE
Hafsa Sultan, oğlunun yanı başında oturuyor, Haseki Mahidevran ayakta duruyordu. Ortada birçok eşya yığılıydı. Genç hünkâr, isteksiz bakışlarla uzun bir lahza bu eşya yığınlarını seyretti, sonra yüzünü anasına çevirdi:
“Valide…” dedi. “Şu samurları hazinedara yolla. Kakumları sen al, zerdevaları Mahidevran’a ver, ipeklileri halayıklara pay et.”
Ve yerinden kalktı, kapıya doğru yürüdü. Geniş ve ileriye doğru çıkık alnı kırışıktı, esmer yüzünde karışık düşüncelerin izleri seziliyordu, gözlerinin üstüne kadar inen -iki balıkçıl kuşu tüyüyle süslüyusufî kavuk bu sert çehreyi enikonu korkunçlaştırıyordu.
Hafsa Sultan, uzunca boyuna mağrur bir edayla bambaşka bir irtifa vererek uzaklaşan oğluna hayran hayran baktı ve seslendi:
“Aslanım, Kırım Hanı’ndan gelme bir de canlı armağan var.”
O, durdu ve yürüyüşünü sendeleten bu haberden hoşlanmadığını hissettirmek ister gibi ters ters baktı:
“Bir halayık değil mi? Görmeye değmez. Kime dilersen bağışlayabilirsin.”
“Fakat güzel kız, hele alımına hiç diyecek yok. Bir gören bir daha görmek ister.”
Haseki Mahidevran kıpkırmızı kesildi, hiddetten titreyen bir sesle Valide Sultan’ın sözünü kesti:
“Çirkinlere güzel denildiğini yeni işitiyorum. Neresi güzel o Moskof tutsağının? Gözü paslı, yüzü yaslı. Üstelik burnu da eğri! O güzel sayılırsa size, bize ne demeli bilmem!”
Genç hükümdar yavaş yavaş geri döndü, gözdesi ve ölü, diri birkaç çocuğun annesi olan kıskanç hasekinin yanına geldi, bir elini onun omzuna koydu:
“Elması…” dedi. “Kuyumcu, altını sarraf anlar. Validemin gözü de güzelliğin mihenk taşıdır. Ne şaşar, ne aldanır.”
Ve annesine döndü:
“Kırım Hanı’nın canlı armağanını görmek isterim. Emret de getirsinler.”
Terbiye hududunu şuursuz bir küstahlıkla aşmış olan hasekiyi cezalandırmak fırsatı yüz göstermişti. Hafsa Sultan, bir kaynana insafsızlığıyla bu fırsattan istifade etti ve Mahidevran’ın kıskandığı kızı yine ona çağırttı:
“Yavrum, dışarı çık da şu Urus kızını istet. Bizi de biraz yalnız bırak.”
Darbe ağırdı, güzel haseki iliğine kadar titriyordu. Fakat ne yapabilirdi? Kendisi, birkaç şehzade doğurmuş olmasına rağmen, nihayet bir halayıktı. Burada, bu sarayda ise söz söylemek hakkı ancak padişahın ve sonra anasınındı. Onlar dil birliği yapınca kendisine susmak, kalbini de susturmak düşerdi.
Bununla beraber yeise düşmüş değildi. Padişahın Kırım’dan gelen kızı beğenmeyeceğini, şöyle bir görüp geri çevireceğini ve geceleyin yine kendine geleceğini umuyordu.
İşte bu ümitle ayaklarını sürüye sürüye odadan çıktı, kapı önünde nöbet bekleyen harem ağasına Valide Sultan’ın emrini tebliğ etti:
“Hani Kırım’dan bir murdar kız gelmişti ya, işte onu istiyorlar. Git, başkalfaya söyle, alıp buraya getirsin. Fakat kahpeyi süsleyip püslemeye kalkışmasın, ne kılıktaysa el değdirmesin, öylece iletsin.”
Zenci hizmetkâr cariyeler koğuşuna doğru yürürken ilave etti:
“Başkalfa odasına dönmeden beni de görsün!”
Şimdi yüreği çimdiklenmiş, idraki yumruklanmış gibi garip bir eza içinde kendi dairesine gidiyordu. Duyduğu azap, yüreğinde ve beyninde kanayan ızdırap büyüktü. Bununla beraber, anasından dayak yerken isteyip de elde edemediği şekerlemenin hayalini nemli gözlerinden uzaklaştıramayan hırçın çocuklar gibi, Kırım’dan gelme halayığın yüzünü göz bebeklerinden kovamıyordu, onunla birlikte yürüyordu.
Odasına da aynı hayali taşıyarak girdi ve bir köşeye yığılarak hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. Kaynağını anlayamadığı bir duygu, on yıldan beri kendinin olan erkekten artık uzaklaşacağını sezdiriyordu ve bu seziş onun gür siyah saçlarının her teline terden birer dizi inci işliyordu.
Bir aralık, yaş dolu gözlerinin önüne oğlu Mustafa’nın sevimli çehresi geldi ve benliğini altüst eden ızdıraplar azalır gibi oldu.
Henüz beş yaşında bulunan bu çocuk, elinden kaçacağını sanarak üzüldüğü tâcidar[1 - Tâcidar: Taç sahibi, padişah. (e.n.)] erkeğin veliahdıydı. Babası ölünce tâc-ü taht ve bütün devlet, saltanat, kudret onun eline geçecekti. Şu hâlde istikbal, Valide Sultan olacağı için, kendisinin demekti ve o mesut günü sabırla, tahammülle, tevekkülle bekleyip şimdi ses çıkarmamak gerekti.
Haseki Mahidevran bu düşünceyle biraz geniş nefes aldı, er veya geç Valide Sultan olduğu gün, kendine şu acı dakikaları yaşatan ve kim bilir daha ne ağular[2 - Ağu: Zehir. (e.n.)] yutturacak olan Rus kızdan hıncını çıkarmayı kurarak gözlerini sildi, dudaklarına -füturla ümidin birleşmesini temsil eden- gamlı ve tatlı bir tebessüm işledi, oğlunun odasına geçti. Hain görünen hâli, kendi odasının eşiğinde bırakıp çok şeyler vadeden istikbalin kucağına koşuyordu. Artık memnundu ve kalbine yayılan sıcak heyecandan saçlarının teri bile kurumuştu.
O, sekiz on yaşlarında yavru bir zenci halayığı yere yatırarak ve kendini harem ağası yerine koyarak kamçılamakla, arada sırada da: “Seni satılık et seni! Kapı dinlersin, söz uğralamaya çalışırsın ha!” diye haykırmakla meşgul olan oğlunu, azat kâğıdını kucaklayan yorgun bir cariye şevkiyle kolları arasına alırken kelimeleri çılgın buselere karıştırarak deli deli söyleniyordu:
“Sen yaşa oğlum yaşa, beni de yaşat. Varsın baban kucaktan kucağa dolaşsın. Bir gün olur, o da yorulur, şu bulanık sular durulur, yeni yeni meclisler kurulur, şimdi vuranlar o gün vurulur!”
O sırada Hafsa Sultan’ın odasında da başka bir sahne görülüyordu. Başkalfa, Kırım Hanı’ndan gelme canlı armağanı odaya getirmiş ve anayla oğul tarafından sorgu yapılmayı beklemeden harıl harıl şikâyete girişmişti:
“Kız değil sultanım, bu bir âfet. Dün geldi, ayağının tozuyla koğuşu fesada verdi. Deli desem bühtan olacak. Çünkü gözlerinde us ışığı yanıyor. Akıllı desem yakışmayacak. Çünkü yaptıklarını hiçbir akıllı yapmaz. Boyuna ağlıyor, boyuna çırpınıyor. Göz yaşlarını sil diye mendil uzatsak alıp yırtıyor, yanağını okşayacak olsak elimizi ısırıyor, koğuşta tırmalamadığı yüz, tekmelemediği bacak bırakmadı. Hani konuktur, yurdundan ayrı düşmüş bir zavallıdır diye düşünüp acımasam ağalara yalvarıp kamçılatacaktım. Yirmi dört saat içinde anamdan emdiğimi burnumdan getirdi. Ya geceleyin yaptıkları? Hepimiz tatlı tatlı uyurken onun boğazlanıyormuş gibi acı acı böğürerek bir sıçrayışı, kapıya pencereye bir saldırışı var ki Edirne tımarhanesindeki zincirli deliler yapmaz. Ferman sultanımın, şevketli efendimindir ama cariyenize kalırsa bu kızı bir baltacıya filan verivermeli, saraydan uzaklaştırmalı. Adam olacağını ummuyorum.”
Bu sözleri, Hafsa Sultan’ı muhatap tutarak söylüyordu ve kendini dinleyen de yine oydu. Padişahın bu gevezelikle alakalandığı yoktu, kulağını sağırlaştırarak bütün hassasiyetini gözlerinde toplamıştı, Kırım’dan gelme canlı armağanı süzüyordu.
Kız, şu soyu sopu belirsiz, İstanbul fatihinin düşüremediği Belgrat Kalesi’ni tahta çıkar çıkmaz zapt eden bu genç hükümdarı, Osmanlı İmparatorluğu’nun henüz yirmi yedi yaşında bulunan yegâne hâkimini derin derin meşgul edecek, oyalayacak ve hatta sağır bırakacak bir değerde miydi?
Görünüşe göre hayır. Kızıl Rusya’nın bir köyünde doğmuş, papaz olan babasının İsa namına verilegelen basit sadakalara müstenit dar bütçesine ağır bir yük teşkil ederek yarı aç ve yarı çıplak yaşamış, kiliseyle kulübesi arasında sürünen kısa yoldan başka bir ufuk görmemiş, yazma ve okuma öğrenmemiş olan bu genç kız, üzerinde uzun uzun durulacak hiçbir güzel nokta, hiçbir güzel hat ve hiçbir güzel cephe taşımıyordu. Çirkin değildi, fakat şahane güzellerden de sayılamazdı. Çok beyazdı, etine dolgundu, endamlıydı. Burnunda garip bir hususiyet vardı, yüzüne çevrilen bakışları daha uzaktan yakalamak ister gibi kalkıktı. Şahlanmış bir gurura, canlı ve duygulu bir kıskaca benziyordu. Saçları kalın ve açık kumraldı. O gün, iyi taranmadığı için bu saçlar, henüz çile hâline konmamış bir ipek kümesini andırıyordu. Kalınca dudaklarında hırçın bir kıvrılış, koyu mavi gözlerinde bulutlanmaya müstait gamlı bir sema hâli vardı. Üstüne başkalfanın zoruyla, Bursa işi hareli kumaştan bir kısa kaftan, onun altına sırmalı kadifeden bir yelek giymişti. Ne bu yelek ne ipekli ve üç yırtmaçlı entarisi gümüş göğsünün lekesiz beyazlığını örtüyordu ve omuzlarından bu yarı açık göğse doğru dökülen saçlar, olgun bir aya sarılmış hafif kehkeşan gölgelerine benziyordu.
O sırada henüz kırk beş yaşında bulunan Hafsa Sultan’la bu on yedi yaşındaki Moskof kızı yan yana konulursa geçkin kadın iyi tıraş edilmiş elmas bir top, genç kız da toprak altından yeni çıkarılmış ve yamruluğu yumruluğu giderilmemiş bir yakut parçası gibi görünebilirdi. Biri o kadar olgun, öbürü o kadar hamdı.
Fakat Rus kızında anlaşılmaz bir hayat sırrı, nereden ve ne suretle fışkırdığı belli olmayan bir cazibe vardı. O dardağan saçlara, o gamlı gözlere, o kalkık burna, o kıvrık ve kalın dudaklara, hatta o mühmel kıyafete rağmen bu sır, bu cazibe işi Sultan Süleyman’ı da büyülemiş, tatlı bir hayret içinde bırakmıştı.
Belgrat’ın genç fatihi, dar görünüp de geçit vermeyen berrak, fakat esrarlı bir dere önünde bulunuyormuş gibi mütehayyirdi. Dalgasız, sessiz, hatta ensiz göründüğü hâlde böğründe aşılmaz, geçilmez bir derinlik saklayan bu derenin sırrını yakalamak, özünü bulup ortaya koymak için zekâsını yoruyor, iradesini zorluyordu.
Bu kızın neresi ve nesi güzeldi? Niçin gözlerini ondan ayıramıyordu ve neden yüreği hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı? Genç hükümdar bakışlarını Kırım’dan gelme canlı armağanın gamlı gözlerinden, kıvrık dudaklarından ve bilhassa kalkık burnundan ayırmamakla beraber hep bu sırrı taşıyordu. Kızı güzel bulamamıştı lakin beğeniyordu, candan beğeniyordu, şu kadar ki beğenişinin sebebini anlayamıyordu ve bu idraksizlik onu üzüyordu.
Sultan Süleyman, bakışlarını büyülemiş, yüreğine -eşini görmediği- bir heyecan aşılamış olan şu körpe kızın seksüel bir kudretten ziyade ruhi ve manevi bir kudret taşıdığına iman getirmek üzereydi. Çünkü o, cinsî cazibenin bütün ebadını ölçmüş bir adamdı ve sarayında yaşayan üç yüz kadın da bu ebadı kendisine her gün, her dakika hatırlatıyorlar ve yeni baştan öğretiyorlardı. Bu sebeple Kızıl Rusya’nın şu kumral gülüne bambaşka bir kıymet veriyordu, onda sınanmış hakikatlerden de, hayalî hazlardan da üstün bir zevk kaynağı, bir neşe pınarı, ilahî deragûşlar[3 - Deragûş: Düşünce. (e.n.)] püskürecek bir zekâ ummanı buluyordu.
Fakat bir şeyler söylemek de lazımdı. Küçük bir mırıldanışı kürenin her bucağında sürekli akisler yapan şu ağız, genç bir esir kızın esrarlı cazibesi önünde uzun müddet kapalı kalamazdı. Krallıkları, imparatorlukları ve koca koca kıtaları karşısında eğilir görmek için yaratıldığına inanan bu kafa uzun dakikalar sersem ve meczup eğilip duramazdı. Mutlaka uyanmak, kudretine ve azametine yakışan durumu anlamak lazımdı.
Biraz geç olmakla beraber Sultan Süleyman bu lüzumu kavradı, görünmez bir sihir ocağından tel tel süzülüp kalbinde teşekkül eden meshuriyet ağından iradesini kurtarmaya çalıştı ve tatlı bir rüyadan sıyrılır gibi gözlerini anasına doğru açtı:
“Hakkın var valide…” dedi. “Küçük Rus çok alımlı şeymiş. Tülle örtülü elmasa benziyor. Cirmi, biçimi pek belli olmuyor ama ışığı göz kamaştırıyor. Bu tülü yırtmalı, cevheri açığa çıkarmalı.”
Kırım’dan gelme halayığı bir saray bostancısına layık gören ve bu fikrini açıkça da söylemiş olan başkalfanın korkudan rengi uçup dudakları titrerken Süleyman şu emri verdi:
“Küçüğün ayrı odası, ayrı sofrası, ayrı kalfası ve lalası olacak. Sandığı sepeti, bir hasekiymiş gibi hazırlanacak, üstüne toz kondurulmayacak. Üst tarafını validemle görüşürüm.”
Başkalfa iliğine kadar yayılan korkudan kendini kurtaramamıştı, deminki patavatsızlığı için tayin olunacağını umduğu cezanın tebliğ edilmesini bekliyordu. Hünkâr, onun alık ve biraz da muzdarip beklediğini görünce sesini sertleştirdi:
“Ne duruyorsun be, eksik etek!” dedi. “Küçüğü alıp götürsene.”
Beriki, yeniden hayat bulmuş bir ölü gibi sersem bir sevinçle eğildi ve kekeledi:
“Ayak öpmesin mi efendim? Ummadığı lütfa erdi, dün gelmişken bugün kereminizi gördü.”
Süleyman omuzlarını silkti, Rusyalı kıza baka baka cevap verdi:
“El öpmeyi, ayak öpmeyi ne bilsin yavrucak! Hele dinlensin, dillensin, yanını yönünü öğrensin ondan sonra kendisini saray âdetlerine alıştırırız. Bugünden zavallıyı sıkmayalım, ürkütmeyelim.”
Başkalfa bir kere daha eğilip hünkârı ve anasını ayrı ayrı selamladıktan sonra esir kıza döndü, bir haseki karşısındaymış gibi saygıyla kapıyı gösterdi:
“Buyurun efendim…” dedi. “Gidelim, odanızı hazırlayalım.”
Türkçe anlamayan kız, yapılan işaretten maksada kısmen intikal etti, odadan çıkmak icap ettiğini sezdi ve oraya girdiği dakikadan beri ilk defa olarak gözlerini padişahın yüzüne çevirdi, uzun bir bakışla o esmer çehreyi süzdü. Padişah da ona baktığı için gözler karşılaşmış, bakışlar çarpışmış ve yürekler selamlaşmıştı. Kızıl Rusya’dan, Galiçya’nın adı anılmaz, sanı bilinmez bir köyünden yakalanıp Tatar akıncılarının haşin pençeleri arasında sürüklene sürüklene ovalar aşmış, dağlar dolaşmış ve denizler geçmiş olan küçük esir, yeryüzünde en büyük kudret diye tanınagelen Türk gücünü şahsında canlandıran muhteşem tâcidarın bakışında yarınki esir kalbin ebedî hayranlığını ve Sultan Süleyman da onun bakışındaki gönül selamında sehhar[4 - Sehhar: Büyüleyici. (e.n.)] bir kudretin mukadder hâkimiyetini sezmişti.
***
İşte Hürrem Sultan’ın Topkapı Sarayı’na gelişi, Sultan Süleyman’la ilk karşılaşması böyle oldu. Hünkâr, Kırım Hanı Mehmet Giray’dan gelen mektubun delaletiyle bu kızın Galiçya köylerinden Rogatino’da doğduğunu, babasının papaz bulunduğunu öğrenmişti. Fakat bu hâl tercümesinin dikkate değer yeri yoktu. Çünkü büyük oğlunun anası Mahidevran Kafkasyalıydı, soy sop bakımından kimin nesi olduğu belirsizdi. Dalmaçya’dan, Macaristan’dan, Almanya’dan, Lehistan’dan, İspanya’dan, Portekiz’den yakalanıp getirilmiş olan bütün öbür kızlar, sayıları üç yüzü bulan o renk renk halayıklar da aşağı yukarı aynı vaziyette bulunuyorlardı. Bu sebeple hünkâr, yeni ve pek körpe esirin nesebiyle, almış olduğu kilise terbiyesiyle ilgilenmedi, onun taşıdığı gizli hüviyete alaka gösterdi. Kızın gözden ziyade yürekle, ruhla sezilen manevi güzelliği, büyüye benzeyen ve eseri hissolunup da mahiyeti sezilmeyen iç kudreti kendini bir lahzada teshir etmiş gibiydi.
Bununla beraber acele etmedi, onun -yılda üç beş kız için yaptırdığı gibi- hemen hamama sokulmasına, güzelce temizlettirildikten sonra yanına getirilmesine emir vermedi. Çünkü tahta çıkmazdan evvel babasından yüksek işler başarmadıkça ve hele mensup olduğu sülalenin en büyük şahsiyeti sayılan Fatih Sultan Mehmet’in mağlup kaldığı yerlerde galip olmadıkça saray eğlencelerine bel bağlamamayı vicdanına karşı taahhüt etmiş bulunuyordu. Hâlbuki saltanata kavuşalı iki yıl olduğu hâlde ahdini henüz yerine getirmiş değildi, bir yıl önce Belgrat’ı almakla Fatih’i bir hatve[5 - Hatve: Adım. (e.n.)] geçmişti lakin kendisine tefevvuk etmek istediği o ünlü hükümdar zamanında vukua gelen Rodos bozgunluğunun intikamı hâlâ alınmamıştı. O ünlü kaleyi düşürmedikçe ve Fatih’in adaya kadar yollayıp da diktiremediği Türk bayrağını şövalyeler sarayının tepesine asmadıkça içmiş olduğu ant yerine gelmiş sayılmazdı.
Bu, vicdani bir kaziyeydi. Fakat kendisini körpe esirden şimdilik uzak tutan başka sebepler de vardı ve bunların başında kızın Türkçe bilmemesi geliyordu. Gerçi aşkın dili beynelmileldir.
Medeni, bedevi ve vahşi her erkek, tesadüf edip de hoşlandığı herhangi bir kadınla anlaşmakta güçlük çekmez. Tabiatın ibramiyle vukua gelen cinsî itilaflarda kelimenin yeri yoktur. Çünkü ağızların vazifesi böyle vaziyetlerde konuşmak değil öpüşmektir. Bunun içinse lügate ihtiyaç duyulmaz.
Sultan Süleyman da bir tek Türkçe bilmeyen birçok kızlara aşkını hissettirmiş ve onların sundukları aşkı, yine kelimesiz bir belagat içinde pekâlâ anlayarak kabul etmişti. Fakat şu Rus kızıyla, beşeriyetin o müşterek dilini kullanarak ve dilsiz kalarak görüşmek, anlaşmak istemiyordu. Çünkü kıza karşı kalbinde uyanan incizap ondaki yüz güzelliğinden, ten tazeliğinden ileri gelmiyordu, anlaşılmaz bir özün eseri bulunuyordu, o özü çözmek ise ancak kelimeli, cümleli bir lisana müstenit uzun muhaverelerle, münakaşalarla mümkün olabilirdi.
Hünkârın nefsine karşı dahi itiraf etmek istememesine rağmen kafasında dolaşan müphem bir düşüncenin de bu teenni meselesinde yeri vardı. O, girdiği kalpte hâkim olmak istidadını sezdiren küçük esirin bu ruhi kudretine karşı kendi benliğinde bir muvazene kurmak, onu mağlup etmese bile nefsini de yendirmeyerek galibi ve mağlubu olmayan bir aşk hayatı yaşamak kaygısına düşmüştü. Babadan, dededen kalma bir kudretin değil, bizzat yaratılmış bir haşmetin sahibi olarak küçük esirle temasa geçmek istiyordu. Bunun için de yeni harpler, yeni zaferler kazanmak lazımdı.
İşte kısmen açık, kısmen müphem olan bu düşüncelerin tesiriyle genç hükümdar iradesine hâkim oldu, kalbine düşen kıvılcımı yavaş yavaş ateş olmak üzere yine kalbinde sakladı, küçük esiri yanından uzaklaştırdı ve sonra annesine döndü:
“Valide…” dedi. “Kızı beğendim. Yakında o da Mahidevran gibi senin gelinin olacak, sana torunlar doğuracak. Fakat şimdilik sana yakın, bana uzak kalsın. Çünkü dil bilmiyor, yol bilmiyor. Benim hatırım için zahmet edip de kendisini terbiye edersen çok memnun olurum.”
Hafsa Sultan, her yıl bir iki yeni gözdenin sarayda yer almasına rağmen hünkâr üzerinde kuvvetli bir nüfuz yürütegelen Mahidevran’ı hatırlamaktan geri kalmadı:
“Başüstüne aslanım.” dedi. “Küçük kızı senin hizmetine layık bir hâle koyarım. Fakat hasekiden korkarım. Biliyorsun ya, o densizdir, huysuzluk eder, senin aziz başını ağrıtır.”
“Sen ona kulak asma, dediğimi yap. Şayet hasekinin bir densizliğini görürsen bana haber ver, haddini bildireyim. On yıldır kahrını çektiğim yetmez mi onun!”
Ve ayağa kalktı, gitmeye davrandı, annesi de genç bir sıçrayışla peşinden fırlamıştı, onu kapıya kadar teşyi etmeye hazırlanıyordu, eşiğin önünde ikisi birden aynı düşünceye kapıldılar ve aynı zamanda birbirlerine sordular:
“Kızın adı ne olacak?”
Bu gerçekten mühim bir meseleydi ve saray hayatında halayık adlarının oynadığı rol büyüktü. Çünkü ismin gökten indiğine, uğur ve uğursuzluk getirdiğine inanılırdı. Gerçi analarından babalarından aldıkları adı unutarak sarayda yeni isimlerle çağrılmaya alışan kadınlar, Arapça ve Acemce kelimelerin birleştirilmesiyle yapılan kendi adlarını doğru söyleyemezlerdi, garip değişikliklere uğratırlardı. Lakin o adın manasını mutlaka bilirler ve bu manadaki kuvvete, zarafete göre övünürlerdi. Adında zarif ve latif bir mefhum bulunmayan kadınlar ise âdeta demlenirler, yeni bir ad almak çaresini aramaya koyulurlardı.
Hafsa Sultan işte bu telakkiye uyarak, hünkâr da yüreğini büyüleyen kızı güzel bir isimle anmak zevkini kuruntulayarak bir anda aynı mevzuya temas etmişlerdi. Anne, mütefekkir bir vaziyet alan oğlunu memnun edeceğini umarak acele etti.
“Yavrucağıza Gülbahar diyelim. Rahmetli büyükannenin, kaynanamın adı. Uğurlu gelir belki.”
Süleyman, dudaklarını büktü, dalgın dalgın mırıldandı:
“Babamın anası Gülbahar ölünce ben on beş yaşındaydım, boyuyla bosuyla, kaşıyla gözüyle kafamda dipdiri duruyor. Güzeldi ama bu Rus kızı kadar alımlı değildi.”
“Talihliydi ya yeter. Baban gibi bir aslan doğurmuştu.”
“Her Gülbahar bir Yavuz doğurmaz anne, başka bir Gülbahar da dedemi doğurmuştu.”
“Yeri nur olsun, dedenin nesi vardı ki?”
“İki büyük arasında bir küçüktü o valide: Fatih’in oğlu, Yavuz’un babası? İkisine de münasebeti yok gibi bir şey!”
“Deme aslanım, böyle deme, dedenin ruhu incinir, bugüne bugün onun kanını taşıyorsun. Ben de duyarak, işiterek biliyorum. Rahmetli deden, cennetlik baban gibi yavuz kişi değildi ama allahlıktı. Ona ‘veli’ diyorlar.”
“Deli dememek için anne, deli dememek için. Sen bu halkı tanımazsın. Onlar, bir kelimeyle koca bir padişahı maskaraya çevirirler. Dedeme veli demelerinin sebebi budur, onunla eğlenmektir. Padişahlardan veli çıkar mı hiç?”
Ve ağzı açık kalan annesinin hayretini mühimseyerek mevzuya döndü:
“Kızın adı…” dedi. “Hürrem olsun.”
“Ne demek Hürrem evladım?”
“Gönül açıcı, yürek ferahlatıcı, sevinçli, mesrur, şâdan demek!”
“Hay ağzını seveyim aslanım. Ne de uzun anlattın bir tek Hürrem’i!”
“Bir tek; doğru anne. Lakin bine bedel!”
Ve hızlı hızlı yürüdü, odadan çıktı, kendi dairesine doğru gitmeye koyuldu. Dalgındı, farkında olmadan boyuna şu beyti tekrar ediyordu:
Eğerçi yeryüzü hurremdir, ey dost
Velî sensiz gönül pürgamdır ey dost![6 - Bu beyit, Sirozlu olup Cem Sultan’ın kâtipliğinde ve nişancılığında bulunan, o talihsiz prensle Avrupa’da dolaşan ve bir aralık derviş kıyafetinde İstanbul’a gelmişken tanınarak Galata’da çuvala konulup denize atılan Sadi’nin bir gazelindendir, gazelin bütünü de şudur:Eğerçi yeryüzü hurremdir ey dostVelî sensiz gönül pür-gamdır ey dostGülü lâle biterse yeryüzündeBenim kanlı yaşımdan nemdir ey dostBu dünyayı seninle sevmişim benBenim sensiz bu dünya nemdir ey dostSenin sevgin benim canım içindeBilirsin kim kati muhkemdir ey dostPerişandır firakında çü SadiAnınçin gözleri pûr-nemdir ey dost.Sadi on beşinci asrın kuvvetli şairlerindendir. Veliyeddin oğlunu taklit eder gibi görünürse de üslubunda -hele sadelik ve tabiilik itibariyle- yine bir hususiyet vardır.]
Yatak odasının eşiği önünde bu terennüm dudaklarından silindi, kelimelerin yerine geniş bir tebessüm geldi ve için için söylendi:
“Küçüğü korumak için büyüğü avutmalı, böyle yapmazsak gülü dalında kuruturlar, yüreğime dert düşürürler.”
Bu söylenişi müteakip odaya girmekten vazgeçti, adımlarını Mahidevran’ın dairesine çevirdi ve onu küçük şehzadenin yanında buldu. Ana, gürbüz yavrusunu dizine yatırmıştı, saçlannı okşuyordu. Karşısında el pençe divan duran başkalfa da alı al, moru mor bir çehreyle bir şeyler anlatıyordu.
Genç hükümdarın odaya girmesiyle beraber kalfanın dili tutuldu, yüzünün rengi değişti, dizlerine titreme geldi. Bayılacak ve bulunduğu yere düşüp yığılacak gibiydi. Süleyman, cürmümeşhut hâlinde yakalanmışa benzeyen bu kadının acıklı telaşını sezmemiş gibi göründü, yavrusunu kucaklayıp yerinden sıçrayan hasekinin yanına gitti:
“Gönlüm…” dedi. “Seni özledi, geldim. Mustafa’yı validemin yanına yolla, biraz baş başa kalalım.”
Ve onun cevabını beklemeden kalfaya çocuğu gösterdi:
“Bunu al götür, soframın da burada kurulmasını kilerci kadına söyle.”
Bir lahza sonra odada yalnız kalmışlardı ve genç hükümdar, on yıllık gözdesinin yanı başına oturarak tatlı tatlı konuşmaya girişmişti. Daha beş dakika önce, Rus halayık için verilen emri haber almış ve ruhundan yaralanmış olan haseki, şu ziyaretin kendini avutmak maksadıyla yapıldığını sezmekle beraber -uyuşturucu ilaç almış bir hasta gibi- ızdıraptan sıyrılıyor, yavaş yavaş neşeleniyordu. Milyonlarca insanın hayatını, mukadderatını tasarruf eden, bir tek sözüyle dilediği adamı alçaltan veya yükselten bu kudretli mahlukun riyali bir hesaba müstenit de olsa -kendi dizinin dibinde- sevgiden, vefakârlıktan bahsetmesi hoşuna gidiyor ve bu yalandan bahtiyar oluyordu.
Hünkâr da gerçekten canlı ve heyecanlı konuşuyordu. Şairliği feveran hâlindeydi, boyuna nükteler sıralıyor ve birbiri ardınca kıvrak beyitler okuyordu. Bir aralık bu heyecan son haddini buldu ve genç tâcidar, Mahidevran’ın ellerini yakaladı, “İnan kadın, inan!” diye bağırdıktan sonra sesini birden yavaşlattı, dudaklarını onun kulağına yaklaştırdı, bayıltgan bir ahenkle fısıldadı:
Harimi cenneti hüsnün yeter penâh hana
Harâmdır dahi bir gayri secdegâh bana
Mahidevran, iç yaralarından tamamıyla kurtulmuştu, beyni döne döne ve kalbi eriye eriye efendisine sarılıyordu. Bu, bir yıkılıştı, bir harap oluştu. Fakat onun için bir saadetti ve birkaç saatten beri çektiği ıstırap hep bu saadeti elden kaçırmamak korkusundan doğuyordu. Hünkâr, muhtemel densizliklerinin önüne geçmek için avutmak istediği kadının -uzun günler ayılamayacak kadar sarhoş olduğunu görünce- yavaş yavaş ciddiyetini ve sertliğini takındı, parmaklarını güzel hasekinin saçlarından ayırmamakla beraber sesine başka bir ahenk verdi:
“Mahidevran!” dedi. “Yüreğimin içini görebiliyor musun?”
Kadın, yarım kalmış tatlı bir rüyanın hasretini taşır gibi şaşkın ve muzdarip başını kaldırdı, efendisinin gözlerine baktı. Oradan, o iki sarı ela köşeden yol ve ışık alıp söylenilen yere, hünkârın kalbine inmek istedi. Fakat umduğu, aradığı yolu ve ışığı bulamadı, sarı ela gözlerde kumral bir çehrenin, beyaz bir endamın yerleştiğini görür gibi oldu, sendeledi ve inledi.
“Yüreğinde o Rus kızı oturuyor!”
Süleyman güldü:
“Demek ki sen bana bakıp onu görüyorsun!”
Ve iki uzun buse arasında ilave etti:
“Ben sana bakıp onu unutmak istiyorum. Buna inanmalısın!”
Tam bu sırada kilerci kadın içeri girdi, sofra kurmaya girişti. Mahidevran, yine füturla ümit arasında sallanıyordu. Fakat yemekten sonra ümit yıkıldı, fütur başladı. Çünkü hünkâr, “İşim var, artık ayrılalım.” deyip dairesine çekilivermişti.
Bu görüşmenin, bu baş başa kalışın son bir telaki olduğunu acaba tahmin etseler böyle mi ayrılırlardı?
ATEŞ HATTINDA AŞK
Sadrazam Piri Paşa, yeri öpüp geri çekildi. Hünkârın yüzünü biraz solgun gördüğü için endişelenmişti, önüne bakar gibi davranarak gizlice bu soluk çehrenin sakladığı düşünceleri araştırıyordu. Süleyman, uzunca bir lahza sessiz kaldıktan sonra eliyle, odanın bir kenarında serili duran Bursa ihramını gösterdi:
“Otur lala.” dedi. “Ayakta durma.”
Piri Paşa, yere kadar eğildi ve telaşla cevap verdi:
“Estağfurullah efendim. Kul haddini bilir.”
“Uzun etme lala otur. Çünkü konuşmamız hayli uzun sürecek. Yorulur, rahatsız olursun.”
Sadrazam bu sefer, “El’emrü fevkaledeb.”[7 - El’emrü fevkaledeb: Emir, edepten üstündür. (e.n.)] dedi, işaret olunan yere oturdu ve hünkârın sorduğu soru üzerine anlatmaya koyuldu:
“Kurtoğlu, Rodos işini dilinden düşürmez oldu, hakkı da yok değil. Mısır’a gidip gelecek gemilerimizin emniyeti için adanın alınması gerek.”
Hünkâr, sadrazamın sözünü kesti:
“Eski hıncı çıkarmak için de bu işi başarmak lazım.”
“Doğrudur şevketli hünkâr. Hınç meselesi de var. Fakat biz öç almak için değil, Akdeniz’i de Türk yapmak için Rodos’a el atmak isteriz. Şövalyeler yolkesenlik ediyorlar, şu koyda, bu koyda pusu kurup silahsız yolcuları yakalıyorlar, küreğe koyuyorlar. Hainlerin elinde binden fazla tutsak bulunduğunu sanıyorum. Onlar, bizim yardıma koşmamızı bekliyorlar.”
“İyi ya, hemen yürüyelim. Ne bekliyoruz böyle?”
“Kurtoğlu kulun da öyle diyor, Vezir Mustafa kölense oturamaz oldu, elinden gelse tek başına Rodos’a koşacak. ”[8 - Kurtoğlu o sırada donanma amirali olup Sultan Süleyman’ın tahta çıkar çıkmaz başını kestirttiği Cafer Bey’in yerine bu işe tayin olunmuştu.]
Hünkârın kaşları çatıldı:
“Ben de telaş içindeyim, bir ayak önce savaşa girişmek istiyorum. Fakat sen, yalnız sen, bıyık falından ayrılmıyorsun.”
“Merhamet buyur hünkârım, celallenme. Maslahat büyüktür, düşünmek ve çok düşünmek ister. Makamı cennet olsun, pederiniz merhum gibi bir sahipkıran Rodos üzerine yürümekte teenni gösterdi, acele eylemedi. Ben kulun o zaman Kurtoğlu gibi, Mustafa Paşa gibi davranıyordum, hemen yürüyelim diyordum. Merhumdan tekdir işittim. Lakin o haklıydı, biz kısa düşünüyorduk.”
Ve mühim bir hatıranın zihninde kımıldanmasıyla vecde gelmiş gibi sesi değişe değişe anlattı:
“Rahmetli efendimin emriyle yüz elli gemi yapmaya başlamıştık. Yüz kadırga da hazırdı, hünkârın küçük bir işaretini bekliyordu, orduyu da hemen sefere çıkacak hâle koymuştuk. Merhum, bu durumda bir gün bizi huzuruna çağırttı, sordu:
‘Beni Rodos’a götürmek istiyorsunuz, değil mi?’ Ben, sevine sevine cevap verdim:
‘İznin olursa öyle hünkârım.’
‘Peki, ne kadar barutunuz var?’
‘Dört ay sürecek bir muhasaraya yeter miktarda!’
‘Bu kadar barutla Rodos alınmaz. Siz ata gemsiz binen, yola azıksız çıkan gafillersiniz. Benim de alnıma kir süreceksiniz. İlkin tedarikinizi görün, sonra orduyu sefere sürün.’ ”
Piri Paşa, Yavuz’la yapılan bu muhavereyi naklettikten sonra -o günün hâlâ yaşayan hicabını silmek ister gibi- elini alnına götürdü:
“İşte…” dedi. “Bu söz bana ders oldu. Bol gemi, bol barut, bol azık tedarik etmedikçe, adayı alacağımıza inanç getirmedikçe bu yaman işe el vurmayı doğru bulmuyorum.”
Süleyman sinirlenmişti, ihtiyar vezirin teenni ve ihtiyat tavsiye eden sözlerinden huylanmıştı. Onun Rodos işini başarılması çok güç bir maslahat şeklinde tasvir etmesi, aynı zamanda, gururuna da dokunuyordu. Bu sebeple hırçınlaştı:
“Kanın…” dedi. “Sulanmış, eski ataklığın kalmamış. Fakat ben henüz gencim, atılganım. Böyle de olmasam Rodos’un Belgrat’tan daha sarp olmadığını biliyorum. Orada Macarları nasıl yendiysem burada da şövalyeleri berbat edeceğime eminim.”
Ve yerinden fırladı, Piri Paşa’yı da sıçrattı:
“Rodos’ta binden fazla Türk’ün küreğe konulduğunu söyleyen sensin. Onların daha birçok günler inlemesini isteyen yine sensin. Bu ne hâldir, ne çirkin duygusuzluktur? Bin Türk zincirde inlesin de sen sarayında güle güle yatasın, öyle mi? Ayıp lala, ayıp!
Sana yakışan küreğe konulmuş Türklerin her biri için bir Rodos yıkmaktır. Şövalyelerin Rodos’unu korumak değil.”
Oda içinde geziniyor, homurdanıyor, eliyle koluyla birtakım işaretler yapıyordu. Piri Paşa, Fatih’in mağlup olduğu ve Yavuz’un gitmek istemediği bir yere esaslı ve etraflı hazırlıklar yapmadan koşmak temayülü gösteren genç hünkârın sinirlerini yatıştırmak için ter döke döke bir çare araştırırken o, ansızın durdu:
“Belgrat dönüşünde ve yan yolda oğlum Murat’ın öldüğünü duydum, İstanbul’a yaklaşınca bir kızımın toprağa verildiğini işittim, saraya adım atınca büyük şehzadem Mahmut’un cenazesiyle karşılaştım. Fakat bu üç ölüm senin şu durumun kadar yüreğimi yaralamadı. Sen bana bu kafayla mı hizmet edeceksin?”
Piri Paşa, kekeledi:
“Maslahatı inceleyelim demek istedim. Yanlış anlamayın hünkârım.”
“Maslahatı incelemek mi? Sen yalnız korkak değilsin ahmaksın da. Çünkü benim ulu orta hareket ettiğimi sanıyorsun. Acaba ben çürük tahtaya basar mıyım, benden evvelkilerin başaramadıkları bir işe el vururken körce davranır mıyım? Senin inceleyelim dediğin maslahatı ben didik didik ettim, özüne kadar inceledim. Rodos’a gitmek istiyorsam kazanacağımı bildiğimdendir: Kale beni bekliyor!”
Piri Paşa, bu sözlerin neye delalet ettiğini anlamaya savaşırken hünkâr, koynundan bir tomar kâğıt çıkardı:
“Bak!” dedi. “Hekim Salamon’la Almaral ne yazıyorlar?”
Sadrazam şaşkın bir tehalükle kâğıtlara el uzattı ve korkak korkak mırıldandı:
“Bu adamları ben kulun tanımıyorum, adlarını yeni duyuyorum.”
“Çünkü uyuyorsun, çünkü seferin yalnız barut işi olduğuna inanmışsın.”
Ve çok şeyler bilen bir adam gururuyla anlattı:
“Salamon, Rodos’un gözü açık, kulağı delik hekimlerindendir. Almaral, şövalye tarikatının başkançılarıdır, asıl adı Andre’dir ama Almaral diye anılıyor. Bunlar, benim Rodos’u şövalyelere bağışlamayacağımı, senden daha iyi anladıkları için hizmetime can atıyorlar, kale hakkında mükemmel malumat veriyorlar ve oraya bir ayak önce varmam için yalvarıyorlar. Sen de gitmeyeyim diye yalvarıyorsun. Anla durumun ne olduğunu!”
Vesikalar gerçekten mühimdi, adanın en ücra noktasına kadar tespit olunmuş haritasını, kalenin planlarını da ihtiva eden bu dosyada şövalyeler elindeki kuvvetin kemiyet ve keyfiyeti, cephane ve zahire miktarı ayrı ayrı mukayyeddi ve her iki muhbir, adaya hücum için en münasip zamanın hulul etmiş olduğunu söylemekte müttefikti.
Piri Paşa, İtalyanca asıllarına Türkçe tercümeleri iliştirilmiş olan bu mühim vesikaları dikkatle gözden geçirdi ve tecrübeli bir vezir gibi davranarak onların ne dereceye kadar itimada layık olduklarını anlamak istedi:
“Kerem buyur, küstahlığımı hoş gör padişahım. Bir noktayı öğrenmek isterim: Bu kâğıtları kim getirdi size?”
“Mısırlı Pir Ali Reis!”
“Efendimi de gördü mü bu Pir Ali?”
“Hayır, bizim Hasodabaşı İbrahim’i tanır o.”
“Demek İbrahim Ağa bu yazıp çizme işini idare ediyor. Ben kuluna da haber vermeye lüzum görmüyor.”
“Vay kıskandın mı İbrahim’i?”
“Kıskanmadım, kıskanmam da. Fakat padişahımın birinci hizmetkârı benim. Devleti harbe götürecek işleri herkesten önce benim bilmem icap eder. Bugün İbrahim, yarın Ahmet, öbür gün Hüseyin devlet işlerine perde arkasından parmak uzatırlarsa düzen bozulur. Efendime bu ciheti arz etmek istedim.”
Süleyman, mahcup ettiğini sandığı ihtiyar vezirin birden taarruza ve tarize geçtiğini görünce kızmıştı fakat onu yerinde ve zamanında cezalandırmayı daha uygun bularak hiddetini yendi, sesini biraz tatlılaştırdı:
“Senden saklı bir iş yapılmış değildir. İşte kâğıtlar hep elinde. Sonra düşün ki İbrahim’in maksadı bana ve devletime hizmettir. Eğer o, adadaki Rum kızlarından biriyle Denizci Mahmut Reis’in seviştiğini haber almasa, Pir Ali Reis’ten de istifade etmeyi düşünmese biz ne Hekim Salamon’u ne Almaral’ı elde edemezdik.”
Piri Paşa, bariz bir hayretle sordu:
“Arada bir Rum kızı da mı var?”
“Evet, var. Bu kız, genç şövalyenin kapatmasıdır. Herifi sever görünür ama bizim Mahmut Reis’ten iki piç kazanmıştır. Şövalye bu çocukları kendinin sanıyor. Varsın, yine öyle sansın. Orası bize gerekmez.”
“Gerçekten kocamışım, bunamışım padişahım. Şu kıssadan bir şey anlamadım.”
“Dur anlatayım lala, kıssa çok nefistir. Mahmut Reis, iyi Rumca bilir. Bizim İbrahim’in de dostu. İbrahim onu Moralı kılığına koydu, bezirgânmış gibi birkaç kere Rodos’a yolladı. O, mal alıp satmak bahanesiyle orada bize casusluk edecek adamlar arıyordu. İlkin bu kızla tanıştı, çarçabuk sevişti, iki yıl içinde onu iki kere ana yaptı. Bir yandan da kılavuzlukta kullanıp Hekim Salamon’la Almaral’ı elde etti.”
“Pir Ali Reis nereden çıktı?”
“Mahmut Reis adadan ayrılışlarında İstanbul’a gelmiyor, hep Mora’ya gidiyor. Çünkü şövalyelerin de İstanbul’da casusları var. Onun için ihtiyat etmek lazım. Pir Ali Reis ise İbrahim vasıtasıyla benden aldığı emir üzerine Mora sularında dolaşıyor, Mahmut Reis döndükçe kendisiyle görüşüyor, getirdiği kâğıtları alıp buraya yolluyor.”
“Şu hâlde kale içinden alınmış demektir. Ferman buyurursanız harekete geçelim.”
“Kabilse şimdi!”
Piri Paşa yer öpüp çıktıktan sonra Sultan Süleyman, Manisa’da dul bir kadından satın alıp kendine nedim edindiği, tahta çıktıktan sonra da hasodabaşı yaptığı İbrahim’i çağırttı:
“Sadrazam…” dedi. “Rodos’a seferin vakti geldiğini anladı. Fakat kendinin atılma vakti geldiğini anlamadı. Bu işi hemen yapayım mı yoksa Rodos dönüşüne kadar bekleyeyim mi? Sözü sana bırakıyorum.”
O, sevinçten kıpkırmızı kesilmekle beraber hırsını tatmin etmekte ve ettirmekte acele etmedi, efendisinin elini öperek yalvardı:
“Beni şimdi vezir edinirsen kem nazara uğrarım, hizmetinde bulunmak şerefinden uzak kalırım. Belki sen de dile gelirsin. Onun için kerem et, Rodos dönüşüne kadar beni yerimde bırak.”
***
Rodos’a gidecek ordu ve donanma hazırlanıncaya kadar Süleyman, hareme girmedi, kadınlarla temas etmedi, hasodabaşıyla baş başa yaşadı. Birlikte yiyor, birlikte içiyor ve birlikte yatıyordu. Harp hazırlıklarının tamamlanması işini Piri Paşa’ya bırakmıştı, kendisi zeki ve sanatkâr nediminin yanık sesini, kıvrak sazını dinlemekle ve şarap içmekle vakit geçiriyordu. Hürrem adını taktığı körpe halayık hakkındaki duygularını, düşüncelerini İbrahim’e de anlatmıştı. Artık o isim, Hürrem ismi, âşık padişahın ağzında efsunlu bir meze bir çerez mahiyeti almıştı. Her şarap kadehi sonunda bu ismi çiğniyordu, şarap zevkini onunla olgunlaştırıyordu.
Yalnız şarap değil, saz da Hürrem’i anmak ve andırmak için vesile olup gidiyordu. İbrahim, yaya el vurup sazının tellerini:
Beni senden sanema kimse cüda eyleyemez
Meğer ol gün ki gele, canı yerinden ayıra
diye yanık yanık söyletince, Süleyman padişahlık vakarından sıyrılır gibi oluyordu:
“Öyledir İbrahim öyle. Teller doğru söylüyor.” diye inim inim inliyordu. Bazen yüreğinde alevlenen aşkın ibramiyle çılgına döner, İbrahim’in terennüm ettiği besteyi yarım bıraktırarak haykırırdı:
“Bırak dedikoduyu, bırak ruhsuz sözleri. Bana benim anlayacağım ‘kelamı’ oku.”
Hasodabaşı bu emri alır almaz nağmeyi değiştirir ve gözlerini efendisinin süzgün gözlerine dikerek sazını şu biçimde ağlatırdı:
Dağı gamin ki mihrü muhabbet nişânıdır
Sinemde saklarım ki saadet nişânıdır
Pargalı sanatkâr, efendisinin ara sıra pek üzüntü gösterdiğini görünce ayaklarına kapanıp yalvarırdı:
“Sana bir değil, bin değil, yüz bin can feda, niye gam çekersin. Çekil halvete, dilediğin kâmı al. Önünde engel mi var?”
O vakit hünkâr, acı acı gülümserdi:
“Bu bir sırdır, ruh sırrıdır. Ben ona başka türlü âşığım. ‘Gel!’ desem geleceğini bilirim, hatta ‘Öl!’ desem öleceğini bilirim. Çünkü ben padişahım, o bir halayıktır. Fakat bu, kaziyenin dış yüzüdür. İçyüzüne gelince yerlerimiz değişiyor. O sultan oluyor, kölelik bana düşüyor. Böyle olunca da gel demek, öl demek onun hakkı!”
“Siz işaret buyurun, o ‘gel’ demekten çekinmez, çünkü haddine düşmez hünkârım.”
“Çekinmez, belki. Fakat âşıklar mezhebinde teklife cevaz yoktur. Maşuk, zamanında merhamet eder, âşığı ölümden kurtarır.”
Ve kendi kendini teselli etmek istiyormuş gibi davranarak şöyle bir misal gösterdi:
“Biz, rahmetli pederimizle elbette ölçülemeyiz. Onun kadar ne cebbar, ne de kahharız. Hâlbuki aşk o gerçekten yavuz kişiyi de nâleden nâle (çöp demektir) çevirmiş, zârü nizar etmişti.
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek
diyen babam değil miydi?”
Hasodabaşı İbrahim, bu gamlı gamlı söylenişlere, bu acı acı dert yanışlara karşı yine efendisinden dinlediği ve onun meclislerinde duyduğu felsefi sözlerle karşılık verirdi:
“Haklısın hünkârım.” derdi. “Aşk önüne geçilmez bir kudrettir. Allah’ın azametinden süzülüp yüreklere sinen bir nur zerresidir. İmansız vicdan gibi aşksız irfan da karadır, kapkaradır. Sevin, daima sevin. Fakat: Aşk odu evvel düşer maşuka andan âşıka/Şem’i gör kim yanmadan yandırmadı pervaneyi sözünü unutmayın. Sizi yakan güzellik, güneş de olsa mutlaka sizden önce yanar. Buna inanın!”
İbrahim, çok zeki bir gençti. Kürenin yarısını elinde tutan, öbür yarısını da haşmetinin velvelesiyle sersemleştiren şu tâcidar âşığın ruhunu kavramıştı. Huyunu bütün incelikleriyle öğrenmişti. Kendi vazifesi onun nabzına göre şerbet vermekti. Çünkü yarı kürenin -Süleyman’dan sonra- en kudretli adamı olmak için böyle davranmak gerekti. Lakin nabza göre şerbet vermek, hakikatlerden tegafül etmek değildi. O, vereceği şerbetin şekerini sezdiği hakikatin rengine ve mahiyetine nazaran tayin etmeyi de gerekli bulurdu.
Aşk işinde de bu yolu tutmuştu. Padişahın mizacındaki feveranı gözeterek dil kullanıyordu. Yoksa tahtın güzellik önünde hasıra çevrilmeyeceğini, yerlerde sürünmeyeceğini biliyordu. Taç, bir küme altın saç önünde belki eğilir, fakat bu eğiliş o saçı kendine tuğ yapmak içindir! Taht da müstesna bir güzelliğe karşı duygu gösterir, incizap gösterir ve açılır. Lakin maksadı o güzelliği içine atmak ve eritmektir.
İbrahim bütün bu hakikatleri biliyordu hatta Sultan Süleyman’ın Hürrem’e gösterdiği çılgınca bağlılığın neden ileri geldiğini de anlıyordu. Sarayında üç yüz kadın bulunduran ve binlercesini daha bulundurmaya da kadir olan bu genç hükümdarın Rusya’dan getirilmiş esir bir kıza ilk görüşte bu kadar bağlanması başkalarını hayrete düşürse bile hasodabaşıya taaccüp vermezdi. Zira o, padişahın hudutsuz bir kudretten, her dilediğine ermekten, her istediğini yapmaktan, her aradığını bulmaktan bıkarak acze, ızdıraba teşne kaldığını, kolaylıklardan usanıp güçlükler aradığını çoktan sezmiş bulunuyordu. Zeki gencin kanaatine göre padişahın Hürrem’e yanıp yakılması ve hele onu hemen kendine mal etmeyerek uzakta bulundurmak suretiyle ortaya suni bir hicran koyması hep o ruhi sebepten, acı duymak ve güçlüklerle pençeleşmek ihtiyacından ileri geliyordu. Şu hâlde kendisine düşen vazife padişahın bu ruhi hâletini okşamak, muhayyel elemlerini körüklemek, şimdilik uydurma olan aşkını beslemekti.
İbrahim, kendi ikbalini ve istikbalini düşünerek nedimlik vazifesini ince bir maharetle yaparken Sultan Süleyman’ın arızi ve gelip geçici temayüllerinin yanında yaşayan öz benliğini de gözden uzak tutmuyordu. Ne şarap ne saz o özü, uzun müddet sarhoş tutamazdı. Aşk da -şimdi görünen marazi şekilde de olsa- o benliği boyuna uyutamazdı. İbrahim, bu sebeple hiçbir fırsatı kaçırmıyor, şaraptan biraz gına hasıl oldukça, saza biraz ara verildikçe sözü devlet işlerine ve o günün en büyük maslahatı olan Rodos seferine intikal ettiriyordu.
Sultan Süleyman, savaş için ata bineceği güne kadar Hürrem’in hayaliyle oyalanmak, yakınlık içinde halk olunmuş şu hicran âleminin üzücü zevkine benliğini vakfetmek istemekle beraber nediminin temas ettiği mevzulara alaka göstermekten geri kalmaz ve hemen tasavvurlarını, kararlarını sıralamaya koyardı. Fakat o halvet demlerinde bu çeşit musahabeler, iki kadeh arasındaki fasıla kadar kısa sürerdi ve söz yine saza verilerek mevzu hızla değiştirilirdi.
Bir hayli günler işte bu biçimde geçti, genç tâcidar genç nedimiyle uzun bir halvet âlemi yaşadı, yüreğini bütün genişliğiyle kendisine verdiği kız, yanı başındayken onu görmedi, fakat adını da dilinden düşürmedi. Emeli uçar bir pervane gibi değil, ruhu dudağına gelmiş bir hasta hâlinde ona yaklaşmak ve bu muhtazır ruhu sevgilisinin tebessümünden alacağı şifayla yerine çevirmekti.
Piri Paşa, bütün hazırlıkların tamamlandığını bu vaziyette hünkâra haber verdi:
“Padişahım.” dedi. “Üç yüz gemi yelken açmak, yüz bin asker de yürüyüşe geçmek için emrini bekliyor!”
O, uzun sürmüş bir rüyadan uyanır gibi şöyle bir silkindi, ruhi zindeliği bir anda gözlerine toplandı, herhangi bir zaafın izlerini taşımayan gür sesiyle kararını tebliğ etti:
“Yarın ordunun başındayım. Donanma iki gün sonra çıksın!”
Hafsa Sultan, “Bize duayı unutmayın.” diyerek elini öpen oğlunun alnına dudaklarını koyarken fısıldadı:
“Hürrem’i bir kez görmek istemez misin aslanım?”
“O yüreğimde ve göz bebeklerimde. Demek ki her saniye kendisini görüyorum. Hüner, beni ona göstermektir. Sen kendisini yanına al, Üsküdar’a geç, Doğancılar Sarayı’ndan onunla birlikte alayı gör.”
Ve annesinin kulağına eğildi:
“Hürrem’in beni tanımasını, ilkin padişah ve sonra âşık olarak tanımasını isterim. Bu zahmet de sana düşer.”
Ve Haseki Mahidevran başta olmak üzere birkaç saraylıyla konuşmadı, oğlu Mustafa’yla da ancak bir saniye oyalandı, doğru kıyıya indi, kayığa bindi. Bu inişte ve binişte, saraydan kaçış gibi bariz bir istical seziliyordu. Mahidevran, yüreğini bastıra bastıra, şehzade Mustafa nemli gözlerini aça aça bu hâle hayretini izhar ediyorlardı. Yalnız Hürrem, Valide Sultan dairesinin bir köşesinde onu, kayıtsız gibi görünen bakışlarla, takip ve teşyi eden Hürrem, şu kaçışa benzeyen uzaklaşıştaki sırrı apaçık görüyordu. Henüz on yedi yaşında bulunan esir, bu kudretli erkeğin kendisiyle karşılaşmaktan korktuğunu anlamıştı ve için için gülmüştü. Çünkü aşktan kaçanların maşuklarını daha çabuk bulmak için koştuklarını, her kadın gibi o da biliyordu.
Hürrem’in böyle görüp böyle düşünmekte hakkı vardı. Süleyman onunla yüz yüze ve göz göze gelmekten, bütün manasıyla, korkuyordu. Tanınmamış âlemlerin esrarını taşıyan o gözlerin önünde, sınanmamış zevklerin tadını vadeden o dudakların karşısında sersemleşip kalıvermekten ve padişahlık vakarına yakışmaz tenezzül irtikâp etmekten ürküyordu. O sebeple gözlerini önüne eğerek dehlizleri aşmış ve saraydan kaçar gibi uzaklaşmıştı.
Fakat kayığa biner binmez korkudan ve telaştan sıyrıldı, tabii rengini alan gözlerini etrafa çevirdi. Şimdi bir ruh değişikliği geçiriyordu, yeri ve göğü bambaşka görüyordu. İçinde oturduğu saltanat kayığı sanki bir refrefti, onun benliğini berkî bir hızla uçuruyor, yükseltiyor ve baş döndürücü bir miracın heyecanına kavuşturuyordu.[9 - Refref, İslam ananelerine göre Peygamber Muhammet’in göğe çıkışında binmiş olduğu ilahi mahmildir, cennetten gelmiştir.]
Bu değişiklik ve bu hissî yükseliş, deniz üzerinde serilip uzanan haşmetli manzaradan ileri geliyordu. Önünde, ardında; sağında, solunda dizi dizi kayıklar vardı ve onların taşıdığı gök demire bürünmüş alay alay insan, yekpare bir kalp gibi kendini selamlıyor ve apaçık bir köle bağlılığıyla kendine karşı boyun kırıyordu.
Daha ötede filo, renk renk alay bayraklarına sarılarak selam vaziyetinde kendisinin geçmesini bekliyordu. Baştarda, Türk gücünün harekete geçişini seyir için ölçülmez derinliklerin böğründen fırlayıp ortaya çıkmış bir deniz perisi gibi göz alıcı bir ihtişam içinde nazlı nazlı sallanıyor; kapudaneler, patronalar, riyalalar bu sallanışı yelpazeler gibi zarif bir ahenkle yavaş yavaş kımıldanıyordu. Güneş, bu azametli filoyu yakında görmek ve onun bağrından genç tâcidarın köpüklerle bezenmiş yoluna dökülen alkışları yakından duymak için sanki yere ağıyor ve kamaşmış bir göz gibi sahnenin üzerinde yanıyordu.[10 - Eski Türk donanmasında başamiral gemisine baştarda ve onu takip eden birinci, ikinci, üçüncü amiral gemilerine kapitana, patrona, reale denirdi.]
Miğferler, zırhlar, kalkanlar, mızraklar, altın ve gümüş kitabeler, renk renk bayraklar, çeşit çeşit fenerler Türk donanmasına başka bir heybet veriyordu. Süleyman, işte bu haşmetin ve bu heybetin içine getirdiği inşirah içinde hakiki bir miraç zevki alıyordu. Bir aralık gözünü geriye, Sarayburnu’na doğru çevirdi ve mağrur bir itimatla gülümseyerek için için söylendi:
“Hürrem işte bu aynada beni görecek, beni tanıyacak!”
Donanma toplarının velvelesiyle teşyi olunarak Üsküdar’a adım attığı, ordunun alkışlarıyla karşılandığı anda yine Hürrem’i düşünüyor ve onun hayalini selamlaya selamlaya ata binerek asker safları arasından otağına doğru yürüyordu.
Üsküdar o tarihte pek bakımsızdı. Ne bugünkü camileri, hamamları, ne de yüz yıl önceye kadar yaşayan kervansarayları, imaretleri vardı. Meşhur olan çeşmeleri, sebilleri de o devirde henüz yapılmamıştı. Şemsipaşa, Salacık semtleri de boştu, yaz günlerinde yüzmeye gelen gençlerden başkasının uğrağı değildi. Doğancılar’da bir saray bir de han vardı. Han, doğan besleyip satan kimselerin barındıkları yerdi, saray mirî binalardandı.
Rodos’a gidecek ordu işte bu kasabanın dört yanını işgal etmişti ve Albahadır, Secah, Kadıköy bağlarının çevreleri hep çadırla bezenmişti. Hünkârın otağı da şimdi Orta Valide Camisi’nin bulunduğu bayır üzerine kurulmuştu. Doğancılar Sarayı buradan görülebiliyordu.
Sultan Süleyman yeniçeri ve sipahi alaylarının arasından geçerek otağına ulaştı ve ilk emir olarak sadrazama şu tebliğde bulundu:
“Validem gelecek. Rikâbında bulun, menzile ilet, kendisini iyi gözet. Zinhar sıkılmasın.”
Onun sıkılmamasını istediği mahluk, anası değil, Hürrem’di. Fakat ötekini zikredip berikini kastediyordu ve bu mahrem tahatturdan ayrıca bir zevk alıyordu. Bununla beraber oraya Hürrem’le meşgul olmak için gelmediğini de unutmuyordu. O sebeple Piri Paşa’yı savdıktan sonra iki Mustafalar dediği paşaları yanına çağırttı.
Bunlardan biri vezirdi ve kendisinin eniştesiydi, öbürü henüz vezir değilse de paşa unvanını almış bir yiğitti, Yaylak lakabıyla anılıyordu.
Süleyman, yer öpüp divan duran iki Mustafa’dan ilkin eniştesi olana yüzünü çevirdi:
“Bak paşa…” dedi. “Bu sefere serasker oldun, gözünü dört aç, adımlarını tarta tarta at. Büyük ceddim Fatih, Rodos bozgunundan dönüşte Mesih Paşa’yı asmamış, üç tuğlu vezirlikten çıkarıp Gelibolu’ya yollamış. Ben böyle yapmam, adadan, bozguna uğrayıp dönecek olan paşaların derisine saman doldururum. Bunu bil de iyi davran!”
Ve sonra Yaylak Mustafa Paşa’ya döndü:
“Serasker paşa, hem adaşın hem yoldaşındır. İkiniz de saraydan yetiştiniz. Birbirinize yan bakmayın, kardeş gibi davranın. Donanmayı sana, öncü orduyu da ben gelinceye kadar ona bırakıyorum. El ele verin, candan çalışın, adayı bir iyi sarın.”
Onlar el ve yer öpüp filoya iltihak etmek üzere ayrıldıktan sonra huzura Hasodabaşı İbrahim girdi. Zeki nedim, efendisinin önüne bir yığın kâğıt koyarken çapkın bir tebessümle soruyordu:
“Sofra kurulsun, etraf çevrilsin mi efendim?”
Süleyman bu soruya cevap vermeden kâğıtları gözden geçirmeye koyuldu. Bunlar, menzil cetveliyle Mahmut Reis’ten en son gelen raporlardı. Rodos’ta kalbini ele geçirdiği Rum kızının yardımıyla çok önemli bilgiler toplayan cesur denizci bu sefer, kırk iki yıl önce yapılan Rodos muhasarasına ait krokileri, planları yollamış ve o muhasarada Türklere casusluk edip sonunda birer suretle felakete uğrayanların hatıralarından Hekim Salamon’la Almaral’ın endişeye düştüklerini, kendilerinin dile ve ele verilmemesi için yalvardıklarını da uzun bir mektupla bildirmişti.[11 - Fatih Sultan Mehmet’in son saltanat yıllarında yapılan Rodos muhasarasında Antuvan Meligalo adlı bir İtalyan’la Usta Jorj isimli bir Alman, Türklere casusluk etmişlerdi. Meligalo, ayağında çıkan bir yaranın kangren olmasıyla, Usta Jorj da Rodos’ta şövalyeler tarafından başının kesilmesiyle can verip gitmişlerdi.]
Hasodabaşı İbrahim, hünkârın dikkatini bu mektup üzerine çevirmeye çalıştı:
“Mahmut Reis’in…” dedi. “Hakkı var. Salamon’la Almaral’ın bize yâr olduklarını kimseye sezdirmemek gerekir. Çünkü bu sır faş olursa heriflerin başına bela gelmekle kalmaz, bizim başka yerlerde casus bulmamız da güçleşir.”
Süleyman, bu mülahazanın tamamıyla zıddını ileri sürdü:
“Bence…” dedi. “Bu değersiz bir maslahattır. Casus dediğin bizim kanunnamedeki köftehordan da murdar kimselerdir.[12 - Süleyman’ın “bizim kanunname” dediği, o sırada muteber tutulan ve Fatih tarafından tedvin olunan kanundur. Orada köftehor kelimesi şu ibarede görülüyor:“Zina eden avradı eri kabul ederse köftehor kanlığı yüz akçe alına. Eğer yoksa elli akçe alına…”] Bu gibilerin ademi, vücudundan evladır.
Zaruret hâlinde köftehorun hizmeti kabul olunur lakin eli öpülmez, casusların da hizmeti ödenir fakat gayreti çekilmez. Salamon’la Almaral’ın bize sözleri lazım, kendileri değil. Casuslukları duyulursa bana ne?”
Ve sonra menzil cetvelini gözden geçirdi:
“Kırk günde mi?” dedi. “Marmaris’e varacağız. Uzun, çok uzun yol. Ben şöyle bir ağışta Rodos’a ulaşmak isterdim.”
Hasodabaşı, harp yolculuğunda mesafe meselesinin bahse mevzu olamayacağını herkesten iyi bilmesi lazım gelen hünkârın şu sözünde nasıl bir hayıflanış saklı olduğunu hemen kavradı:
“Sultanım…” dedi. “Sonu hayır olsun da varsın yol uzun sürsün. Donanmayla teşrif buyurulsaydı Rodos’a daha çabuk varılırdı. Fakat karadan gidişin zevki başka. Mülkünüzün bir parçasını göreceksiniz, halkın derdi varsa dinleyeceksiniz ve her gün geriden haber alacaksınız. Valide hazretleri elbette gün başına bir ulak çıkarır, İstanbul ahvalinden size haber ulaştırır.”
Zeki nedim, parmağını hünkârın yüreğindeki sırra basmıştı. O, yolun uzunluğunu ileri sürmekle sarayda kalan Hürrem’den günlerce uzaklaşmanın elemini açığa vurmuştu. Hasodabaşı da, kara yolculuğunda gerilerden sık sık haber alacağını söylemekle o elemin merhemini müjdelemiş oluyordu. Hünkâr, bu ince düşünüşten haz aldı ve nedimini minnettar bir bakışla okşadıktan sonra en büyük takdir kelimesini sarf etti:
“Aferin!”
Şimdi sefere taalluk eden şeyler üzerine konuşuyorlar ve elde edileceğine iman besledikleri zaferden sonra yapılacak şeyleri düşünüyorlardı. Süleyman, bir aralık dalgınlaşır gibi oldu ve gamlı gamlı nedimine sordu:
“Şövalyeler üzerine şu seferi açışımın öz sebebi nedir, bilir misin İbrahim?”
“Eski bozgunluğun hıncını almak!”
“Bu, görünen sebep, sana ben görünmeyen, konuşulmayan sebebi soruyorum.”
“Rodos, Akdeniz’in kilitlerinden biridir. Bizim elimizde bulunması icap eder.”
“Bu da herkesin bildiği bir şey. Bana sen, başkalarının bilmediği sebebi söyle.”
“Başka bir sebep bulamıyorum.”
Hünkâr yerinden kalkmıştı, otağ içinde ağır ağır dolaşıyordu. Uzun müddet bu durumda gezdi, düşündü, bıyığını karıştırdı ve sonra nediminin karşısına dikildi:
“Babam…” dedi. “Yüreğinde olanı diline çıkarmazdı, kimseye sezdirmezdi. Hatta, ‘İçimdekini bıyığım sezse onu kıl kıl yakarım.’ derdi. Ben bu kadar ileri gitmek istemem, bir sırdaş tutmaktan çekinmem. Seni de kendime sır ortağı, dert ortağı yaptım. Onun için Rodos’a gidişimdeki asıl sebebi anlatacağım. Fakat bu, canın gibi gizli kalmalı.”
Ve kulağına fısıldar gibi davrandı:
“Büyük amcamın oğlu Rodos’ta! Onun bir gün olup babası Cem gibi Frengistan’a gitmesinden, başıma dert açmasından korkarım. Babam, Frenklerle hoş geçinmişse bir sebebi bu çıbanın delinmesinden korkmasıdır. Ben, onun gibi hareket etmek istemedim, yılanı saklandığı kovukta yakalamayı kurdum.”
Hasodabaşı, herkes tarafından bilinip de kimse tarafından ağza alınmayan bu sırrı yeni duyuyormuş gibi davrandı, biraz da telaş gösterdi:
“Ya şövalyeler amcanızın oğlunu kaçırırlarsa?”
“Bunu yapmazlar, yapamazlar. Çünkü bana yenileceklerini anlayınca konuklarını adayla değişmek isteyeceklerdir. Kendisini şimdiye kadar alıkoymaları, beslemeleri de hep bu düşünce yüzündendir. Onlar, amcamın oğlunun başını adaya tercih edeceğime inanırlar. Yarın bunun doğru olmadığını anlayacaklar, çünkü ada da, amcamın oğlu da elime geçecek!”
Ve birden sözü değiştirdi:
“Haydi git, validemin Üsküdar’a geçip geçmediğini öğren. Lalama kalırsa bu haberi çok geç alırız. Dönüşte sofrayı kurdur. Yola çıkmadan biraz eğlenelim, ferahlanalım.”
İbrahim, sazıyla beraber beklenen haberi de getirdi, Valide Sultan’ın Salacak yoluyla Doğancılar Sarayı’na geçtiğini “müjde”ledi. Müjde diyoruz, çünkü hünkâr, anasının Üsküdar’a gelişini bir beşaret olarak telakki ediyordu. Nitekim haber alır almaz neşelenmişti. Parlaklığı kuvvetlenen gözlerini süze süze tatlı hülyalara dalmıştı. Burnunda da garip bir hareket belirmişti, havadan bir şeyler emmek ister gibi titreyip duruyordu.
Hasodabaşı, onun Hürrem’den şemme aramakta ve bütün eşyada yine Hürrem’i yaşar görmekte olduğunu sezdi.
“Valide hazretlerine…” dedi. “Selam yollamak gerekmez mi?”
O, hülyalı bakışlarını değiştirmeden cevap verdi:
“Hele Piri Paşa gelsin, Valide’den haber getirsin. Sonra biz vazifemizi yaparız. Sen, telleri söyle de gör.”
O gece de geç vakte kadar saz ve sözle geçti, Valide Sultan’dan selamlar, dualar getiren Piri Paşa çarçabuk savuldu, efendiyle köle baş başa kaldı, kadehler boyuna dolup boşaldı, teller fasılasız inledi ve gece yarısı, feverandan otağa sığmaz hâle gelen hünkâr tarafından Valide Sultan’a uzun bir mektup yazıldı. Yeniden vedalaşmak maksadıyla kaleme alınmış gibi gösterilmeye çalışılan bu kâğıdın hemen her satırında Hürrem’e ithaf olunmuş bir kelime vardı ve sonu da onu, Hafsa Sultan’ın himayesine bırakmaktan ibaret kalıyordu. Mektubu götürmeye memur edilen hasodabaşı, üç sırmalı bohça dolusu armağanı da Doğancılar Sarayı’na taşımak emrini almıştı.
Midesini şarapla şişirmiş, kafasını dumana boğmuş, sinirlerini gerginlikten rehavete ve rehavetten gerginliğe geçirerek harap etmiş olmasına rağmen hünkâr, gün doğmadan önce ayaktaydı, gecesini yatakta sakin bir uykuyla geçirmiş gibi zinde görünüyordu. Otağ kapısına geldikleri haber verilen devlet ricalini huzuruna sokmadan iradeleriyle karşılaştırdı, ordunun hareket ettirilmesini ve kendi atının da hazırlanmasını emretti.
Biraz sonra pırıltılı bir mahşer uğultulu bir akışla harekete geçmişti, çadırlı ordugâh inanılmaz bir hız içinde atlı ve yaya fırkalara inkılap ederek Maltepe istikametinde yol almaya başlamıştı.
Bütün Üsküdar zaten ayaktaydı, İstanbul’dan da binlerce kişi orduyu uğurlamaya geldiğinden yürüyen mahşerin yanı başında sabit görünen ikinci bir mahşer daha peyda olmuşa benziyordu. Kalanlar, gidenleri alkışlarla teşyi ediyor ve avuçlarda alkış olup saygı haykıran yüreklerin sesi, yürüyen mahşerin uğultusu arasında garip bir tınnat aksettiriyordu.
İşte Türk gücünün sayısız canlı sahnelerinden biri de ordunun Üsküdar’dan bu çıkışıdır. Buna çıkış demek gerçekten ayıptır, günahtır. Ordu, bir şehirden çıkıp başka bir şehre giden veya bir noktadan kalkıp başka bir noktaya geçen askerî bir küme değildi, başka ve çok başka bir varlık olup ona yürüyen bir tarih, ayaklanmış bir cihan ve yüz bin yıldızlı bir kâinat demek hiç de mübalağa sayılmazdı. Bu yürüyen tarihin, bu ayaklanan cihanın, bu pırıl pırıl parlayan kâinatın özü Türk, dili Türk’tü. O sebeple yeri ve göğü imrendiriyordu.
Hünkâr, henüz otağındayken ordu harekete geçmişti. Fakat seyircilerden kimse hünkârı aramıyordu, aramaya lüzum görmüyordu. Çünkü her nefer, bir hünkârdı. Bu hakikat eğere şanlı bir taht yüksekliği vererek ve mesafeleri gerçekten şahane bir kudretle devirerek at süren her süvarinin muhteşem endamında, kuvvetle güzelliğin seçme bir numunesi olduklarında şüphe edilmeyen yayaların adımlarında canlanıp duruyordu.
Çamlıca, doğdu doğalı göğe dikilen başını yere eğerek; bütün Boğaz, ezelden beri derinliklere ve enginlere bakan gözlerini Üsküdar sırtlarına yükselterek ordunun bu göz kamaştırıcı yürüyüşünü temaşaya dalarken Sultan Süleyman da çadırından çıktı, sürü sürü peyklerin, solakların, baltacıların, çavuşların vücuda getirdiği bin renkli müteharrik hale içinde orduyu takibe başladı. Atlı, yaya yüz bin, hünkârın yürüyüşünü seyrederek vecde düşmüş olan halk, bütün kudretini yine o ordudan alan padişahın da geçişini alkışlıyordu. Bu alkışlar, uzaklaşmış olan orduya yollanan son selamlardı ve hünkârın şahsına ait olmaktan ziyade önde giden yüz bini hünkârın izlerine dökülüyordu.
Sultan Süleyman, başındaki miğferle üstündeki zırhından daha sert bir çehre taşıyordu. Bununla beraber gözlerinde gururun kapayamadığı bir telaş vardı. Bu peçeli iç endişesi Doğancılar Sarayı’na yaklaşınca büsbütün arttı ve o mağrur gözler, sadaka arayan keşküller gibi açık bir niyaz hâlinde sarayın duvarlarına çevrildi. Hürrem oradaydı fakat görünmüyordu. Padişah ise onu aramakta olup bulamadığı, göremediği takdirde can evinden yaralanmışa dönecekti. Hâlbuki yüksek duvarlar, ardında bulunanları kıskanç bir sertlikle gözlerden saklı tutuyorlardı. Hünkârın kaderi değiştiren, kazayı yenen kudreti şu duvarlara şeffaf bir sima veremezdi.
Süleyman, atını biraz daha yavaş sürmeye başlamış, oradan uzaklaşmamak ister gibi görünür olmuştu. İşte o sırada ve saray kapısının tam önünde ihtiyar bir kadın, kalabalık arasından fırladı, peykleri ve solakları geçerek hünkârın yanına kadar geldi, üzengisine yapıştı:
“Dur!” dedi. “Beni dinle!”
Padişahın, rikabında yürüyenler bu cüretin nasıl cezalandırılacağını tahmin etmeye çalışırlarken Süleyman, dizginleri çekti, kendini orada alıkoymakla bahtiyar eden kadının ellerini öpmek ister gibi davranarak şen şen sordu:
“Söyle anacığım, söyle. Kulağım sende, derdini sıkılmadan anlat.”
Üsküdarlı kadın, elini üzengilerden çekmedi, yanık yanık söylenmeye koyuldu:
“Bu gece yatağıma girerken üç keçim, iki koyunum, birkaç bakırım, bakracım, kilimim, minderim vardı. Uyandığım vakit bunları aşırılmış gördüm. Şimdi ne sağacak malım, ne sarınacak şalım var. Beni soydular, soğana çevirdiler, kuru hasır üzerinde bıraktılar. Elim böğrümde kaldı. Allah, diyorum başka bir şey demiyorum. Erim yok, dölüm yok. Kimsesiz bir eksik eteğim. Ne edeyim, nasıl geçineyim?”
Süleyman, bu saf şikâyeti dinlerken gözlerini saray kapısından ayırmıyordu. Bir aralık kapıdaki kafesimsi işlenmiş iki üç tarassut deliğinin kımıldanır gölgelerle kapanıp açıldığını sezdi, için için titredi. Demek ki kapının ardında insanlar vardı ve bu minimini deliklere gözler yapışıktı. Kendisi Hürrem’in -alay seyretmek üzere- bu saraya getirilmesini emrettiğine göre deliklerde oynaşan gözlerin bir çifti de onun olsa gerekti. O hâlde Hürrem, oradaydı ve kendini görüyordu, dinliyordu.
Bu seziş onu sarhoş ettiğinden şikâyetçi kadınla latife etmek istedi. Maksadı kapı önünde biraz daha gecikmek ve Hürrem’e biraz daha yakın kalmaktı. O emelin ibramiyle sordu:
“Evine giriyorlar, koyunlarını keçilerini melete melete alıp götürüyorlar, ne bulurlarsa bohçalayıp aşırıyorlar. Sen duymuyorsun? Bu kadar ağır uyku olur mu ya?”
Latifeyi tekdir olarak telakki eden bağrı yanık kadın, ellerini üzengiden çekti, gözlerini hünkârın yüzüne dikti:
“Uyuyordum.” dedi. “Çünkü seni uyanık sanıyordum!”
Sert ve yüksek bir sesle savrulan bu cevabın ağırlığı dinleyenlerin başlarını göğüslerine eğdirirken Sultan Süleyman sürekli bir kahkaha patlattı:
“Hakkın var.” dedi. “Biz uyumasak bu işler olmaz. Suç hırsızlarda değil bizdedir. Çalınan malı ödemek de bize düşer.”
Ve harem ağalarından birine emir verdi:
“Bu kadını valideme götür, bir kese altın versin, bir de ev alıp bağışlasın.”
Süleyman, Hürrem’e doya doya yüzünü göstermiş olmaktan ve minimini deliklere yapışık gözlerinden sızan ışığı ruhuna sindirmekten doğma bir inşirah içindeydi, evi soyulan kadına bir ev değil, bir ülke bağışlasa azımsayacaktı. Kadın da memnundu, dili döndüğü kadar dua ve teşekkür ediyordu. Halk ise hünkâra vazife dersi veren kadını imrene imrene alkışlıyordu.
***
Ordunun Üsküdar’dan sonra ilk menzili Maltepe’ydi. Sultan Süleyman orada donanmanın Marmara’ya süzülüşünü seyretti. Üç yüz parça gemi, şişirilmiş yelkenlilerle bir sürü kuğu kuşu gibi denizi yarıp gidiyordu. Bu gidişte, yarın alev olup düşman kalelerini yakacak beyaz ve kudretli bir tebessümün uçuşu seziliyordu. Ordu, o her neferi bir hükümdar kadar heybetli görünen ordu, kendilerinin ardından koştukları zafer perisinin konakladığı bucakları denizden sarmaya giden gemileri “Yaşa!” sesleriyle Maltepe zirvelerinden teşyi ederken padişah otağına çekildi, menzil cetvelini bir daha gözden geçirdi, sonra başını ellerinin içine aldı, uzun uzun Hürrem’i düşündü ve birden vecde gelerek kaleme sarıldı, anasına heyecanlı bir mektup yazdı, küçük kıza iyi bakmasını rica etti ve kâğıdın sonuna şu satırları kondurdu:
Yeniçeri kullarım, sipahilerim, bütün askerî tayfa sevinç için de. Yarın yapılacak savaşlar bu yiğitleri şimdiden mest ediyor. Ben de sabırsızlanıyorum, bir ayak önce Rodos’a varıp düşma na saldırmak istiyorum. Fakat yarını bugüne getirmek iktidarı mız dâhilinde değil. Biz güne hâkim olamıyoruz, günler bize ta hakküm ediyor. Bundan da canım sıkılıyor, içime gazel düzmek hevesi çöküyor. Bizi duayla anmanıza vesile olsun diye kaleme aldığımız beyitlerden birini işte yazıyorum. Hürrem Türkçe öğ renmiş olsaydı sizinle bile okur ve şevke gelirdi. Bununla beraber kendisine beytimizin tadını hissettirmeniz münasip olur. Yüreği mize gaybi ilhamla sanih olan söz şudur:
Sûrei velleyl okurdum dün nemazi şâmda
Zülfün andım dilberin, nittim, ne kıldım bilmedim
O, dilber kelimesi yerine Hürrem kelimesini açıkça kullanamadığından dolayı enikonu hayıflanıyordu. Fakat Yavuz’un karısı olmak haysiyetiyle şiir inceliklerini kavrayabilecek kadar olgunlaşan annesinin dilberden maksat ne olduğunu anlayacağını umarak müteselli oluyordu.
Bir yükten kurtulmuş gibi seviniyordu. Çünkü yazdığı şu beyitle Hürrem’e aşkını ilan etmişti. Bir aşkın itirafı ise bir hükümdar için bile büyük bir yükten kurtuluş demekti. Söylenilmeyen, açığa vurulmayan aşk, ışığı hapsolunmuş aleve benzer. O alevin hür bir inkişafla yanması ve bulunduğu yeri yakması için mahpusluktan kurtulması gerekir. Aşkların itirafı işte bu neticeyi verir ve sevgilisine aşkını itiraf edebilen adam, bir yükten kurtulmuş gibi sevinir.
Süleyman da seviniyordu, hürriyete kavuşmuş gönül alevinin yaktıkça bahtiyarlık doğuran ateşini doya doya duyarak tatlı bir ızdırabın zevkini yaşıyordu. Annesinin, kendi hislerine tercüman olacağına ve mektuba sarılı iştiyaklarını Hürrem’e katre katre tattıracağına emindi ve bu emniyetle müphem hülyalara doğru kollarını açarak geriniyor, geriniyordu.
Bununla beraber üzerinde yürüdüğü yolun kendisine tahmil ettiği vazifeleri de unutmuyordu. Her gün Piri Paşa’yı huzuruna kabul ederek ordu işleri hakkında görüşüyor, en basit meselelere kadar malumat alıyor ve zapturapta taalluk eden önemli emirler veriyordu. Yine her gün köylülerle temas ediyor, onların dertlerini dinliyor ve bol bol para dağıtıyordu. Saray adamları, biraz fazlaca yapılan bu bahşişleri onun cömertliğine, fukara severliğine hamlederek taaccüple karışık bir sevinç duyuyorlardı. Hâlbuki o, eski Süleyman’dı, para işlerinde muvazeneli davranmayı ihmal etmezdi. Fakat: “Hürrem’in sıhhati, kalbinin saadeti” için müstesna bir semahat gösteriyordu.
İşte bu suretle Maltepe’den Çukurçayır’a gelindi, oradan Hereke’ye varıldı. Süleyman bu menzilde sabırsızlık gösterdiğinden iki günlük yol bir günde alınarak Çınarlı’ya ulaşıldı, sonra sırasıyla Yıldızköprüsü, Kazıklı, Dikilitaş, Pamukçu, Yenişehir, Akbıyık, Zincirliköy, Derbent, Kızılkaya ilçesi aşıldı, Kütahya ovasına konuldu. Hünkârın titizliği ve sabırsızlığı ara sıra nüksettiğinden bir kısım konak yerleri tayyolunuyor ve iki menzil bir ediliyordu.
Savaş kokusu, zafer kokusu, şeref kokusu bütün orduyu kanatlandırmıştı. Her neferde uçmak iştiyakı ve istidadı görünüyordu. Bundan ötürü hünkârın iki konaklık yeri bir günde aşmak için sık sık gösterdiği arzuya hemen iştirak olunuyordu.
Kütahya ovasında geçit resmi ve zor oyunlar yapıldı, bu münasebetle bir gün duruldu. Sonra Altıntaş Ovası, Pınarbaşı, Ece köyü, Sıçanlıdüzlüğü geçildi, Sandıklı Ovası’na varıldı. Burada donanmayla Rodos’a ulaşarak yanındaki fırkaları adaya çıkarmış bulunan Serasker Mustafa Paşa’dan uzun bir rapor geldi.
Cenk eri vezir, şövalyelerin uzlaşmaya yanaşmadıklarını bildiriyordu. Bu haber, bilinen bir şeyi tekrarlamaktan ibaret gibi görünmekle beraber Süleyman’ın dikkatini celbetmekten geri kalmadı. Hele seraskerin, “Adadan artık kuş dahi uçup kaçamaz, kafeste kalanlar yine kafeste can vereceklerdir.” şeklinde bir cümle yazmış olması o dikkati çoğalttı. Çünkü bu rapordan o, Cem Sultan oğlunun adadan kaçırılmadığını ve şövalyelerin de ondan istifade etmeyi henüz düşünmediklerini anlamıştı.
Süleyman şimdi daha sabırsızdı, durmadan yürümek ve orduyu da yürütmek istiyordu. Hâlbuki yol güçleşmişti, geçilmesi kolay olmayan bir bataklık hâlini almıştı. Her güçlüğü yenmek kudretini taşıyarak doğan Türk dilaverleri o sıra sıra bataklıkları, o dizi dizi uçurumları ve bayırları da yaman bir süzülüşle aşmayı başardılar, üç gün ağızlarına bir katre su koymadan, koyamadan yürüdüler, İlpınar önüne vardılar. Artık yolun çoğu alınmış, azı kalmıştı.
Rodos, İstanbul’dan daha yakındı ve asker neşe içinde zafer destanları terennüm etmeye koyulmuştu. Ladikya’yla Tunca merhaleleri aşılıp Çoban ılıcasına varılınca tatlı haberler de yağmaya başladı. Bunların, bu haberlerin başında Hersek Beylerbeyi Mahmut’un Dalmaçya’da Scardoma Kalesi’ni, kanlı bir baskınla zapt etmiş olması vardı. Akdeniz’in en büyük zümrütlerinden birini Türk hazinesine mal etmek için merhaleler aşan dilaverler, Adriyatik kıyılarında at oynatan kardeşlerinin kazandığı zaferlerden kıvanç duyuyorlar ve bayram yapıyorlardı. Rodos ve Dalmaçya? En küçük bir harita üzerinde bile bu iki noktayı birbirine yaklaştırmak imkânı yoktur. Fakat Türk gücü o imkânsızlığı işte gideriyor ve Dalmaçya’da koşma okuyan Türklerden Rodos’ta şarkı ırlayan kardeşlere zafer müjdeleri gelmesini mümkün kılıyordu. Ordu, selim bir sezişle bu hadisedeki inceliği kavradığından haklı bir gurura kapılıyordu, Dalmaçya kahramanlarına Çoban ılıcası karargâhından selamlar uçuruyordu.
Sultan Süleyman da bu menzilde bir gönül muhasebesi yaptı, anasına yazdığı mektuplarla ondan gelen kâğıtları karşılaştırdı. İstanbul’dan çıkalıdan beri kendisi tam yirmi yedi mektup yollamış ve o kadar da mektup almıştı. Şu hesaba göre her gün karşılıklı olarak birer mektup alınmış ve verilmiş oluyordu. Bu, Hürrem’in bütün yol merhalelerinde anıldığını ve Hürrem tarafından da her gün doğuşunda Rodos yolcusunun hatırlandığını gösteriyordu. Demek ki yürekler durmadan işliyordu ve gönül işleri yolunda gidiyordu.
Bununla beraber İstanbul’dan gelen mektuplarda henüz sarih bir işaret, aşka taalluk eden bir kayıt yoktur. Valide Sultan bütün kâğıtlarında ilkin kendinin sıhhatinden ve oğluna karşı taşıdığı hasretten bahsediyor, sonra Hürrem’le candan alakalandığını, onu yanından ayırmadığını, Türkçeyi çabuk öğrenmesi için zorlamaktan geri kalmadığını anlatıyordu. Hürrem ne diyor, ne yapıyor ve vaziyetini nasıl telakki ediyor? Valide Sultan hiç bu noktalara temas etmiyordu. Yalnız, son mektuplarının birinde: “Küçük Rus çok akıllı. Leb der demez leblebiyi anlıyor. Türkçeyi çabuk öğrenecek. Şimdi ‘efem’ filan demeye başladı. Aslanımın mübarek adını öğrendi. Bana her gün: ‘Aslanınızdan ne haber?’ diye soruyor. Galiba düşünde de sizi görüyor ki dün: ‘İyi, o çok iyi.’ diye sevinç gösteriyordu.” şeklinde bir izah yapmıştı.
Süleyman, edebî bir bilmecenin özünü açmaya çalışır gibi Hürrem’den uzunca bahseden satırları on kere, yüz kere okumuş ve her kelimeden bir mana çıkarmaya savaşmıştı. Kızın kendisini anarken Valide Sultan’a karşı: “Aslanınız” demiş olmasında tadına doyulmaz bir incelik buluyor ve şimdi “aslanınız” diyen ağzın bir gün alevli bir iştiyakla “aslanım” diye inleyeceğini düşündükçe sürekli heyecanlara kapılıyordu.
Sözün kısası Hürrem ve harp, Süleyman’ın yüreğini paylaşan iki büyük kuvvetti. Biri harekete geçince öbürü susuyor ve müteakiben susan taraf ortaya çıkarak berikini sükûta davet ediyordu. Toplar gürlemeye, kılıçlar işlemeye başlayınca Hürrem’i temsil eden kuvvet belki uzun bir zaman hareketsiz kalacaktı. Süleyman, pek yakınlaşan o dakikaları düşündükçe üzülüyordu. Lakin harp sonunda kalbini tamamıyla Hürrem’e tahsis edeceğini hatırladıkça üzüntüsü geçiyor ve benliğine garip bir rehavet geliyordu.
Süleyman, ordu ve hükûmet işleriyle beraber bu gönül muhasebesini de nizam içinde yürütmekten geri kalmayarak hedefe doğru yürüdü, yol aldı, Kırksöğüt menziline vardı. Orada akrep çoktu ve bir çocuk pençesi büyüklüğünde bulunan bu muzır mahluklardan hayli sıkıntı çekildi. Onun için çadırlar erken yıktırıldı, iki menzil bir yapılarak Bozdoğan suyuna gelindi.
Süleyman, bu konak yerine gelinceye kadar merhametli, şefkatli, cömert bir hükümdar görünmüştü. Herkese karşı nazikti, çünkü gün doğarken Hürrem’i anıyor ve bu anışla neşeleniyordu. Gün batarken ise mutlaka İstanbul’dan bir ulak gelip “yârıcan” dediği kızın sıhhatini müjdeliyordu. Bozdoğan suyu menzilinde bu haber gelmedi ve Süleyman’ın da rengi değişti, tavrı değişti, hâli değişti.
İlk defa olarak o, gurubu tatsız, geceyi tatsız ve hayatı tatsız buluyordu. Annesinden gelen ve Hürrem’den bahseden her yeni mektubu okuya okuya dolaşırken engin sahalar kadar geniş bulduğu otağ, o gün gözüne mezarlar kadar dar ve karanlık gelmişti. İpekli ve yaldızlı perdeler, benliğini sarmaya savaşan kefen parçaları gibi sinirine dokunuyor, zarif oymalı direkler bağrına saplanmak için hazırlanmış birer mızrak gibi gözüne hain görünüyordu.
Genç hünkâr eski mektupları okumakla bu sinir buhranından kurtulmak istedi, muvaffak olamadı. Geriye sıra sıra atlılar çıkararak İstanbul’dan gönderildiğine emin olduğu ulağı arattı ve gidenlerin geri gelmesini ümit içinde bekleyerek oyalanmaya çalıştı, yine buhrandan sıyrılamadı. İçinde kırmak, yıkmak ve devirmek ihtiyacı hâkimdi, zincirden boşanmış fakat yine kafeste kalmış bir pars hırsıyla otağında dolaşıyor, boyuna homurdanıyordu.
İşte bu sırada Piri Paşa huzuruna geldi:
“Kocaları seferde olan eksik etekleri rüşvet alıp başkalarına nikâhlayan, akçesiz hüküm vermeyen, koca bir vilayeti haraca bağlayan Kara Kadı Konya’dan geldi. Şikâyetçileri de beraber. Ne ferman buyurulur?”
Süleyman, şöyle bir duraladı, nefsiyle mücadele eder gibi göründü ve sonra gürledi:
“As bir ağaca teresi, sallansın dursun!”
“Ordu kadısından fetva alsak, münasip olmaz mı?”
“İlkin herifi asarsın, sonra kendine gerekse fetvasını alırsın.”
Kara Kadı’yı itham eden Piri Paşa’ydı. Fakat o, suçlunun mesleğinden çıkarılmak ve bir yere sürülmek suretiyle cezalandırılacağını umuyordu. Hünkârın ulu orta idam hükmü vermesi üzerine koca vezir şaşırdı, bir şeyler söylemek istedi, beceremedi, süklüm püklüm huzurdan çıktı, mahkûmu cellatlara yolladı. Süleyman onun arkasından homurdanıyor ve hayaletlere hitap ediyormuş gibi boşluklara baka baka söyleniyordu:
“Hele ulaklar geciksin, hepiniz, hepiniz Kara Kadı’ya dönersiniz, ağaç dallarında sallanırsınız.”
Onun bu zalim infiali, hiç şüphe yok hain neticeler verecekti. Bereket versin ki beklenilen ulak geldi, Valide Sultan’ın küçük bir rahatsızlık geçirmesinden dolayı günlük raporu yollamadığı anlaşıldı ve mektuplaşma meselesi yine nizamına girdi. Süleyman, Hürrem’in sıhhat haberini almadan Bozdoğan suyunu terk etmemiş ve bir gün orada kalmak Kara Kadı’nın idamına halkın verdiği manayı anlamak bakımından faydalı olmuştu. Ordu ve civar köyler ahalisi bu hadisede, adalet kaygısının her şeye tercih edildiğini görerek hünkârı takdir ediyordu. Bir ağaç dalında cüppesiyle, kavuğuyla sallanıp duran ölünün şahsında rüşvetçiliği, haksızlığı, zulmü cezalandırılmış bularak vakıayı candan alkışlıyordu. Yalnız Hasodabaşı İbrahim, işin içyüzünü anlıyor ve Kara Kadı’nın Hürrem’den haber gelmemesi uğrunda gittiğini apaçık seziyordu.
Yine bu Bozdoğan suyu menzilinde Rodos’u uzaktan yakından beneklemekte olan küçük adalardan Halke’deki Herek hisarının lağımlar yürütülmek suretiyle düşürüldüğü haberi alındı ve hayra yorularak şenlikler yapıldı. Her çadırda şu ilk muvaffakiyet şerefine meşale yakılıp destanlar ırlanırken Süleyman kendi otağı önüne çıkmıştı, askerin pırıltılı ve gürültülü neşesine gözünü, kulağını vererek Hürrem’i düşünüyordu ve bu nurlu sevinç içinde can dediği, canan dediği mahlukla kendi kalbini kucaklaştırıyordu.
Bozdoğan suyu, ordu için uğurlu gelmekle beraber harp sahnesine bir ayak önce varılmak iştiyakı da bütün gönüllere hâkimdi. Bu sebeple İstanbul’dan gelen ulağın uzun bir mektupla geri çevrilmesini müteakip göç borusu çalındı, kösler inledi ve çadırlar yıkılarak yola çıkıldı. Tamla, Şah Medresesi, Şahna Ovası, Gökbeli derbendi ve Bozöyüğü geçildi, Muğla civarındaki Karabağ sahrasına gelindi. Orada Menteşeoğullarından İlyas Bey, hünkârın şerefine büyük bir ziyafet hazırlamıştı ve uzunca bir yola kıymetli kumaşlar, şallar, halılar döşemişti.
Süleyman, Belgrat seferine giderken yoluna dökülen bütün peşkeşler için yaptığı gibi İlyas Bey’in sunduğu armağanları da, “Aldım, kabul ettim, yine sana bağışladım.” sözleriyle geri verdi. Lakin Muğla mıntıkasında bir zamanlar hüküm süren Menteşe Bey’in bu civanmert varisine bol bol iltifat etti. Vaktiyle tahtta oturmuş, taç giymiş, sikke kestirmiş ve saltanat sürmüş olan bir adamın torunuyla yüzleşmek onu heyecana düşürmüştü, tefelsüfe sevk ediyordu. İlyas Bey’e yurduna dönmek emrini verdikten sonra nedimi İbrahim’e içini açtı:
“Biz…” dedi. “İki yüz elli yıldan beri tahtlar deviriyoruz, hanümanlar söndürüyoruz. Tanrı’nın yardımını gördükçe bundan sonra da oğullarımız, torunlarımız bu yolda yürüyecektir. Fakat ikbalin maklubu labekadır, her kemalin bir zevali vardır. Bir gün bizim soyun da sonu gelir, yarattığımız saltanatın yerinde yeller eser.”
Ve biraz düşündü, sonra içini çekti:
“Şu Menteşe oğlunu görünce işte böyle düşündüm. Onun dedesi bir hükümdardı. Kendisi şimdi çiftçilik ediyor. Dünyanın kararı yok İbrahim, dönüyor, boyuna dönüyor. Veyl[13 - Veyl: Yazık, vah vah. (e.n.)] bunu anlamayanlara, fani bir ikbale bel bağlayanlara!”
İhtimal ki hakiki ikbalin aşkta tecelli edeceğini, sevip sevilmenin ve kendi gönlünde bir güzele taht kurup karşılığında da o güzelin yüreğinde tahta oturmanın hükümdarlıktan, tâcidarlıktan değil cihangirlikten daha yüksek bir bahtiyarlık olacağını söyleyecekti. Fakat bu derece hayıflanmayı vakarına yakıştırmadı, kendi şiirlerinden olan şu beyti okumakla iktifa etti:
Mülkü dünya kimseye kalmaz sonu berbad olur
Ey Muhibbi, şöyle farz et kim Süleyman olmuşuz! [14 - Sultan Süleyman şiirlerinde Muhibbi mahlasını kullanırdı. Harp yolculuklarında beyler, paşalar tarafından çekilen peşkeşleri iade etmeyi de âdet edinmişti. Bu işi ilkin, Belgrat seferine giderken Edirne’de yaptı, orada Rumeli beylerbeyiyle sancak beyleri tarafından sunulan armağanları geri verdi ve bütün hayatında âdetini bozmadı.]
Zeki nedim, efendisinin böyle acı acı söylenmesindeki hakiki sebebi kavramakla beraber tecahül ediyordu, zemine ve zamana münasip sözler bulup hünkârın coşkunluğunu gidermeye çalışıyordu. Fakat padişah, kendi hayalinin geniş ufuklarında dolaşarak nedimini dinlemiyordu. Nitekim elemden kurtulmak çaresini de yine o ufukların bir köşesinde buldu ve birdenbire sordu:
“Son menzile hangi gün ulaşacağız?”
İbrahim, hayalden hakikate, aşktan harbe bir lahzada geçiveren hünkârın bu garip istihalelerine alışkın olduğu için hayret göstermedi, hemen cevap verdi:
“Yarın değil, öbür gün!”
“Öyleyse yüreğimizi kapayalım, gözümüzü açalım. Kalemi bırakalım, kılıca yapışalım.”
Ve dediğini hakikaten de yaptı, Gökova ve Kargasekmez yoluyla Marmaris limanına varıldığı gün o, tamamıyla değişmişti, aşkını ve ızdırabını kalbine hapsederek bütün benliğini harp işlerine vermişti. Marmaris’ten Rodos’a geçen büyük ordunun her neferi onu, yük hayvanlarının ve sayısız denklerin arasında dimdik durmuş görüyor ve bu duruşta adayı uzaktan yakalamak isteyen kudretli bir ihtirasın azametini seziyordu.
***
Rodos Adası’nı bademe benzetirler, görünüş de gerçekten öyledir. Fakat herhangi bir Türk için bu ada, evini bulamayıp avare kalmış bir göz bebeğine benzer. Çünkü Anadolu’nun yanı başındayken o mübarek buradan ayrı düşmüştür. İşte bu ayrılık ona, evsiz bir göz bebeği yetimliği verir. Marmaris de bu vaziyette, bebeksiz bir göz gibidir. Adayla liman, birbirini tamamlamak için yaratılmıştır ve Marmaris, adayı bağrına basmak iştahıyla daima açık duran bir kucağı andırır.
Dört yüz on beş yıl evvel de vaziyet böyleydi. Ada, yerleşmek için muhtaç olduğu evi arayan bir göz bebeği gibi acıklı bir durumdaydı. Marmaris, bebeğini kaybetmiş bir göz gibi görünüyordu. Üsküdar’dan yürüyüşe geçip şimdi Marmaris’ten kayıkla, çektirilerle fevç fevç Rodos’a dökülen ordu, işte bu birbirine müştak ve birbirine muhtaç iki coğrafya yetimini aynı bayrak altında birleştirmek ülküsünü taşıyordu.
Anadolu’yu ezelden beri ellerinde tutan Türklerin Rodos’u da benimsemek istemeleri tarihî bir zaruretten doğuyordu. Anadolu’ya hiçbir zaman ayak atmalarına imkân olmayan -Kudüs’ten kovulma-şövalyelerin Rodos’ta oturmalarıysa korsanlık yapmak için orayı müsait bulmalarından ileri geliyordu. O hâlde Türk ordusu hakkın silahı, şövalyeler haksızlığın siperiydi ve o silahın bu siperi parçalaması insanlık haysiyetini yükseltecek bir hadise olacaktı.
Fakat hakkın tahrik ettiği kol kadar hırsın, menfaatin harekete getirdiği bilek de hassastır. Ondan ötürü şövalyeler yaman davranmayı tasarlamışlardı. Adanın biricik kasabası ve kalesi olan Rodos’u aşılmaz istihkâmlarla çevrelemişlerdi. Her istihkâm, yekpare bir ehram gibiydi. Bununla beraber şövalyeler Türk gücünün taşı toza çeviren yüksekliğini de düşünmüyor değillerdi. O sebeple başlarına topladıkları kalabalığa manevi bir kuvvet aşılamak isteyerek hurafeler tarihinden destanlar tertip ve bunları birer ilahî gibi kiliselerde terennüm ediyorlardı. Yürekleri birer istihkâm hâline koymak için uydurulan bu destanlara göre Rodos, güneşle denizin sevişmesinden doğmuştur ve daima onların himayesi altında kalacaktır.
Güneş ve deniz, şüphe yok, yenilemez. Lakin on altıncı asırda Avrupa, bütün Asya ve yarı Afrika, Türklerin güneşe de, denize de tahakküm edeceğine kanaat besliyordu. Şövalyeler, kendi askerlerinin idrakini de senetleten bu kanaati gidermek için Rodos’un birçok istila ordularını geri çevirdiğini ileri sürüyorlardı. Kırk iki yıl evvel Mesih Paşa kumandasındaki Türk muhasara ordusunun ricatı da bütün bu masalları ciddileştiriyordu. Rodosluların bir kısmı o inanılmaz ricatı gözleriyle görmüşlerdi, görmeyenler de analarından, babalarından dinleyerek hakikati öğrenmiş bulunuyorlardı. Bu, şövalyelerin uydurdukları hikâyelerin doğru olabileceğini zannettiren bir amildi ve halk, istihkâmlardan ziyade o ricatı düşünerek Türklerle harbe hazırlanıyordu.
Yaylak Mustafa Paşa kumandasındaki Türk donanmasının 7 Haziran 1522’de ada önünde görünmesi üzerine şövalyelerin harp bayrağını çekmeleri, İkinci Vezir Mustafa’nın karaya asker dökmesine ehemmiyet verilmemesi, hatta Sultan Süleyman’ın 8 Temmuz 1522’de muhteşem bir ordunun ardında adaya çıkmasından da telaşa düşmemesi bundandır, şövalyelerin masallarla halkı kandırmış olması yüzündendir.
Eğer adada oturanlar, Mesih Paşa’nın şövalyeler tarafından ricat ettirilerek değil, askeri yağmadan alıkoyduğu için umumi bir infiale hedef olarak çekildiğini bilselerdi muhakkak bir felaketin gafil kurbanları mevkisine düşmezlerdi, şövalyelerin elinde oyuncak olup kırılmazlardı.[15 - İlk Rodos muhasarasında Türkler şanlı bayraklarını mazgallar üzerine dikmişlerdi. Hatta kalenin iç tarafında da merdivenler kurmuşlardı. Mesih Paşa işte bu nazik dakikada “Yağma yoktur!” diye tellallar haykırttığından asker kızdı ve avuçlarında bulunan zafer kuşunu bıraktı.]
Hakikatin yanlış tasvir ve halkın da tağlit olunması yüzünden güzel Rodos acı günler geçirdi, Türk’ün gazabına uğrayıp temeline kadar sarsıldı.
Burada harbin tam bir tarihçesini yapacak değiliz, yalnız romanımıza taalluk eden sahneleri sıralamakla iktifa edeceğiz. Lakin Türk kılıcının, taş, mermer ve demir de olsa önüne çıkan her engeli nasıl tarumar ettiğini anlatmış olmak için Rodos’un müdafaa tertibatını kısaca anlatmayı gerekli buluyoruz.
Türklerin Rodos’a gelecekleri duyulur duyulmaz şövalyelerin “üstadıazam” diye anılagelen reisleri Villier de L’isl Adam bütün köyleri ateşe vermiş, kale varoşlarını yıkmış, ada halkını şehre toplamıştı. Büyük istihkâm manzumelerinden her biri sekiz lisan şövalyeleri arasından seçilmiş bir cenk erinin kumandasına verilmiş bulunuyordu. Bu suretle sekiz milletin haysiyeti, şerefi ortaya atılmıştı. İstihkâmlardan hangisi iyi müdafaa edilmezse bir milletin namusuna kir getirilmiş olacaktı. Şu hâlde Türk ordusunun karşısına yalnız müstahkem bir kale değil, Fransa’nın, Almanya’nın, İngiltere’nin, İspanya’nın, İtalya’nın, Portekiz’in, Provans’ın “izzetinefsi” de dikilmişti. Her istihkâm manzumesinin başında bu milletlerden birine mensup ünlü bir şövalye vardı ve bunlar, kaleyle beraber kendi milletlerinin şerefi için de harp edeceklerdi.
Üstadıazam Villier de L’isl Adam, Meryem’e mensup zafer kilisesinin yanı başındaki galipler kapısında yer almıştı. Şehrin şimal methalini teşkil eden bu kapının solunda Alman, biraz ilerisinde de Fransız burcu bulunuyordu. İngiliz burcu şarktaydı, Sen-Ambrovaz kapısının yanındaydı. Cenup cephesini Provans ve İtalya şövalyeleri, deniz kapısını da Portekizliler müdafaa ediyorlardı. Liman zincirlerle kapalıydı ve iki büyük kulenin himayesi altındaydı.
Serasker Mustafa Paşa, muhasara için gerekli olan istikşafları yapmış, gelecek askerin barınacağı yerleri hazırlamış, fakat hücuma kalkışmamıştı. Toplar bile gelişigüzel dağıtılmıştı. Süleyman, işte bu durumda adaya çıktı, yüz bir pare top atılarak selamlandı ve seraskerle karşılaşır karşılaşmaz fırkaların muhasara planına göre yer almaları emrini verdi. Bu plan icabınca Fransız ve Alman burçları karşısında Rumeli Beylerbeyi Ayas, İspanya ve Portekiz burçları önünde Üçüncü Vezir Ahmet, İngiliz burcuna muvazi vaziyette ve merkezde Serasker Mustafa Paşalar bulunacaktı. Sol cenahta Anadolu Beylerbeyi Kasım ve bu cenah solunda Sadrazam Piri Paşalar yer almakta olup karşılarına Provans ve İtalya burçları düşüyordu. Hünkârın otağı, serasker karargâhının arkasına düşen bir tepe üzerindeydi.
Türkler Alman burcuna yirmi bir, Sen Nikola kulesine yirmi iki topla ateş açacaklardı. İngiltere ve İspanya burçlarına karşı da her biri üç toptan mürekkep on dört batarya tabiye etmişlerdi. Şövalyeler, bütün ümitlerini Venedikli mühendis Gabriyel Martinengo’ya bağlamışlardı. Bu adam sanatında çok mahirdi, bir yığın ilmî projelerle Girit’ten Rodos’a gelmişti. O asırda Türklerin lağım yürütmekte ve yer altı yoluyla kale devirmekte büyük bir şöhreti vardı. Gabriyel Martinengo, işte bu şöhreti kendi zulmünce köreltecek bir alet keşfetmişti, onu Rodos savaşlarında tecrübe etmek istiyordu.
Bu mühendisten sonra şövalyelerin bel bağladıkları askerî zekâlar Topçu Generali Guyot de Marselle ve Alemdar Hanri Mauselle’ydi. Onları mitolojik devirlerin yarı ilah tanrıları gibi tabiattan üstün kudret sahibi tanıyorlardı ve kendileri de Türkleri denize dökmeyi taahhüt etmiş bulunuyorlardı.
Türk ordusu ne topa ne mancınığa bel bağlamıştı. Bunların muhasarada gerekli olduğunu bilmekle beraber bütün güvençleri kendi nefislerindeydi. Her nefer, gülleye karşı göğüs gerebilen duvarların da sırası gelince aşılacağına emindi. Onun için palalarını, yatağanlarını, kılıçlarını, baltalarını bilemişlerdi, metrislere yan gelip uzanmışlardı, hücum emrini bekliyorlardı.
Sultan Süleyman, harp fenni dairesinde hareket olunmasını kumandanlara bırakmış ve kaledeki casuslarla temas çareleri aramaya da Hasodabaşı İbrahim’i memur etmişti. Kendisi, hâkim bir noktaya kurulmuş olan otağından metrisleri, top yerlerini ve bilhassa kaleyi temaşayla vakit geçiriyordu.
En çok meşgul olduğu yer, kaleydi. O sıra sıra duvarlar, o yüce yüce burçlar, o dizi dizi hendekler, kendisine varılması, ulaşılması ve kazanılması güç bir kadın kalbi gibi karışık, derin, geniş ve korkunç görünüyordu. Bununla beraber ordusunun şu kaleyi devireceğine imanı vardı. Bu iman ona, herhangi mağrur, lakayıt ve hırçın bir kadın kalbinin de er geç elde edileceğine itimat telkin ediyordu.
İlk ateş emrini verdiği dakikada bütün ömrünce unutamayacağını sandığı bir heyecan duymuştu. Topların ağzından kızıl bir fırlayışla çıkıp dumanlı bir uçuşla burçlara doğru süzülen güllelerde, ateş kesilmiş gönül dileklerinin ahlara, oflara sarılarak kayıtsız güzellerin taş gibi ruhsuz yüreklerine çarpmasını andıran bir hâlet seziyor ve için için titriyordu. Aşk kabul etmeyen bir kadın yüreği gibi hain bir durum taşıyan kaleyi bazen kendi eliyle yumruklamak hevesine kapılıyor ve o vakit otağında duramayarak metrisler arasına iniyordu.
İlk müsademeden sonra harp kızışmıştı, top düellosu cehennemi bir şiddet almıştı. Rodoslular gerçekten iyi nişan alıyorlardı, Türk siperlerini altüst ediyorlardı. Süleyman, aşk tecellilerine timsal olarak kabul ettiği bu mübarezede kendi lehine hızlı bir inkişaf vukua gelmemesinden dolayı sinirlendiğinden sık sık vezirleri azarlıyor, hücum imkânlannı çarçabuk yarattırmak için korkunç titizlikler gösteriyordu.
Onun boyuna sarf ettiği sert sözlerden Hasodabaşı İbrahim de bol bol hisse alıyordu. Herif, İstanbul’a bir ayak önce dönmek isteyen efendisinin teveccühünü kaybetmemek için geceyi gündüzüne katıyordu, kaledeki casuslarla münasebet tesisine savaşıyordu. Evvelce kararlaşmış parolalara, işaretlere rağmen bu iş kolaylıkla yapılamadığından İbrahim’in telaşı, Süleyman’ın da titizliği artıp duruyordu.
Nihayet bir gün kaleden ilk dost selamı alındı. Hekim Salamon Sen Jan Kilisesi’nin çan kalesinden top ateşlerini daha müessir bir sıhhatle idareye medar olacak işaretler vermeye başladı. Almaral da, Sultan Süleyman’a bir kadın göndermek yolunu buldu ve müdafaa planlarının sakat taraflarını bildirdi. Ufak tefek çarpışmalarda, kaledekilerin ara sıra sınamaya yeltendikleri çıkış hareketlerinde ele geçirilen esirlerden alınan haberler de casusların temin ettiği bilgiyi kuvvetlendirdiğinden muharebe şekli şövalyelerin aleyhine olarak değişmeye başladı. Bu değişikliğin ilk eseri, Rodoslularca yüz batarya toptan daha kıymetli tutulan Mühendis Gabriyel Martinengo’nun vurulması oldu. Casusların verdikleri haberle onun hangi mazgal deliğine gözünü dayayarak top ateşini idare ettiği öğrenildiğinden nişancı bir Türk neferi eliyle o deliğe yağlı bir kurşun yollamış ve mühendis tam gözünden vurularak öldürülmüştü.
İcat ettiği hassas davullarla Türklerin yeraltından yürüttükleri lâğımları kolaylıkla keşfeden zeki ve cesur mühendisin ölümü şövalyelerin gözlerini açtı ve kale içinde casus bulunup bulunmadığı aranılmaya başlandı. Hekim Salamon’un böyle bir kuşkulanma ve uyanma vukusundan haberi yoktu, yine çan kulesinden işaretler vermeye devam ediyordu. Bir gün bu vazifeyi daha cesur bir şekilde yapmak istedi, bir oka mektup sararak Türk siperlerine atmaya kalkıştı ve yakalandı.
Üstadıazam ve bütün şövalyeler, Türk zaferine kılavuzluk etmeye çalışan Yahudi’yi didik didik didiklemek istiyorlardı. Fakat suç ortaklarını meydana çıkarmak için teenni gösteriyorlar, herifi ağır işkencelere sokup söyletmeye çalışıyorlardı. Salamon, casusluk yaparken gösterdiği cesareti işkence çekerken gösteremezdi, Almaral’ı ele verdi ve onunla birlikte parçalandı.
Her iki mahkûm, kendilerini baştan çıkarmış olan Rum kızının adını dile almamışlardı. Bu sebeple casusluk yine devam edebilirdi, lakin bir hadise bu imkânı da ortadan kaldırdı.
Pek garip ve o nispette de acıklı olduğu için izah edeceğiz; bu Rum kızı, malum olduğu üzere, gemi süvarilerinden Kara Mahmut’a âşıktı. Rodos’un sükûtuyla beraber onunla evlenmek hülyasını taşıyordu. Kara Mahmut ise, Hekim Salamon’la Almaral’ın parçalandıkları sırada, Poskopya Adası’ndaki Illık Hisarı’nı zapta memur edilmişti. Yiğit denizci, mert bir hamleyle vazifesini yaptı, Illık Kalesi’ni ele geçirdi, lakin yaralanıp öldü. Üstadıazam, bütün şövalyeleri ve halkın ileri gelenlerini Elemonitra Kilisesi’ne toplayarak casusların nasıl ele geçirildiğini, nasıl cezalandırıldığını tebliğ ederken Piskopya Adası’nın Türkler tarafından zapt olunduğunu da söylemiş ve nutkunu şu kelimelerle bitirmişti:
“Piskopya düştü, fakat Kara Mahmut da düşürüldü. Bu adam Türklerce bin kaleye bedel tutulurdu. Demek ki biz küçük bir palankadan mahrum kaldık, Türkler bin kale kaybetti. O hâlde acınmayalım, sevinelim. Rodos elimizde kaldıkça Piskopyaların yine bizim demek olduğunu unutmayalım!”
Kara Mahmut’un âşığı olan Rum kızı da, metresliğini yaptığı İngiliz şövalyesiyle beraber bu toplantıda hazırdı. Üstadıazam’ın nutkunu dinliyordu. O, kendisine candan bağlı olduğu Kara Mahmut’un ölümünü duyunca çıldırayazdı, müthiş bir sinir buhranına tutuldu, ağlaya ağlaya ve çırpına çırpına evine geldi, aziz sevgilisinden yadigâr kalan iki çocuğunu kucakladı, “Sizin artık neyiniz kaldı?” diye kendilerini öpüp koklamaya koyuldu. Gözlerinde cinnet parlıyor, sözlerinde cinnet çınlıyordu.
Kadının kiliseden saçlarını yolarak çıkması, sokakları inleye inleye aşıp evine gitmesi şüphe değilse bile dikkat uyandıracak bir işti. Fakat kimsenin bu hâlle alakalanmasına vakit kalmadı, Türklerin İngiliz burcuna hücum ettikleri haberi kilisedekilerin akıllarını başlarından aldığından bu çıkış ve gidişi düşünen olmadı, herkes savaş yerine koştu.
Rum kızının âşığı olan İngiliz şövalyesi de korku ve telaş içinde metresini unutmuştu, müdafaasına memur olduğu burca gitmişti. Orada vaziyeti kavramaya bile zaman bulamadan bir Türk kurşunu geldi, beynini parçaladı. Şimdi Rum kızı hem Kara Mahmut’tan, hem İngiliz şövalyesinden dul kalmış oluyordu. O, burçlardan sokaklara ve sokaklardan evlere yayılan felaket haberini alır almaz büsbütün fenalaştı, tam manasıyla delirdi, bir aşk gecesinde Kara Mahmut’un belinden alıp evinin bir köşesinde saklayageldiği hançeri yakaladı, iki çocuğunun kalbine soktu ve onların ölülerini bir yana bırakarak İngiliz burcuna koştu, kendini erkek tanıtmak fikriyle beyni parçalanmış âşığının mantosunu sırtına geçirdi, kılıcını eline aldı:
“Kara Mahmut’un diliyle konuşanların eliyle ölmek ve ona kavuşmak isterim!” diye haykırdı, burcun hendeklerinde pala sallayıp duran Türklerin arasına atıldı.
Bir lahza sonra o da ölmüştü. Fakat yere düştükten sonra saçlarının dağılıp açılması, hakiki hüviyetini meydana çıkardı ve Türk hücumunu sendeletti. Yiğit Türkler, bir kadının kendilerine saldırmış ve kendi palalarıyla ölüp gitmiş olmasını üzerinde durulacak bir mevzu gibi telakki etmişlerdi, hücumu bırakarak kadının cesedi etrafında kümelenmişlerdi, münakaşa yürütmeye koyulmuşlardı. Bu duruş, o gün için İngiliz burcunun kurtulmasına vesile teşkil etti ve âşığına kavuşmak emeliyle ölümü göze alan kadın, şövalyelere de hizmet etmiş oldu.[16 - Hammer, Rodos muharebelerinde bizzat hazır bulunan Mühendis Constanus’un eserinden iktibasla bu vakıayı yazarsa da Rum kızının âşığı olan İngiliz şövalyesini kaybetmekten müteessir olan çocuklarına ve nefsine kıydığını söyler.]
Sultan Süleyman, tahakkuk etmiş bir zaferin elden kaçırıldığını görünce küplere binmişti, dört yanına ateş püskürmeye koyulmuştu. Kalenin günlerce, haftalarca, hatta aylarca düşmemesinde, kendi aşkının güçlüklerle karşılaşacağını temsil eden bir uğursuzluk seziyordu. Hürrem’in kalbiyle bu kale arasında bir benzerlik tevehhüm edegeldiği ve ateş hattında hep aşkını düşündüğü için İngiliz burcunun şövalyelere bağışlanmasını bir türlü hazmedemiyordu. Bu teessürle Rumeli Beylerbeyi Ayas Paşa’yı azlederek mahbese attı, donanmayı harp üzerinde müessir vaziyete sokamayan Yaylak Mustafa’yı bir kazığa bağlatıp kepazeye çevirdi, amiralliği Behram Bey’e verdi.
Fakat İngiliz burcu önünde öldürülen Rum kızının, ele geçmiş esirlerin sorguya çekilmesi suretiyle hüviyeti anlaşılınca o da hadiseyi tuhaf buldu, Ayas Paşa’yı yine yerine geçirdi, Yaylak Mustafa’yı da kazıktan çıkarttı. Yalnız eniştesini seraskerlikte bırakmadı, Mısır valisi yaparak adadan uzaklaştırdı, muhasarayı idare etmek mesuliyetini Üçüncü Vezir Ahmet Paşa’ya yükletti.
Hekim Salamon’un, Almaral’ın parçalanması, Kara Mahmut Reis’in ardınca denilecek kadar kısa bir zamanda Rum kızının ölüme kavuşması hünkârın kafasında bir kargaşalık yaratmıştı. Bütün bu hadiselerde kötülüğe istinat eden işlerin uğursuzluğunu gösteren bir işaret bulunuyordu. Düşüncelerini sevgili nedimine de açtı:
“Bak İbrahim!” dedi. “Casusluk edenler birer birer cezalarını görüyor ve onların yüzünden bize de zarar geliyor. Zaten casus dediğin gidiler haber verebiliyorlar ama kale veremiyorlar. Bunu şu sınayışla da anladık. Şimdi gayret bize düşüyor. Göreceksin ki casuslarımız varken başarılmayacak işler kolaylıkla yürüyecektir. Bu, kulağına küpe olsun. Bir daha casus yardımına bel bağlama. Onları kullan, fakat kuvvetine güvenme!”
Hünkârın görüşü doğruydu. Salamon’dan işaret, Almaral’dan haber beklemek kumandanları serbest hareket etmekten alıkoyuyordu. Kaleyle ordu arasındaki gizli münasebet kesilince vaziyet değişti ve harp, Türk’e yakışan ahengi buldu. Artık her gün bir burcun temeli Türk yumruğuyla sarsılıyor ve kalede barınmak imkânı gittikçe azalıyordu.
Bununla beraber hiçbir burç henüz düşürülmemişti, denizle güneşin çocuğu Rodos, bu muhasaradan da kurtulmak ümidini yine kuvvetle taşıyordu. İkinci Vezir Mustafa, kolayca zapt olunacağını söylediği adadan uzaklaştığı için padişahın sillesinden şerefini kurtarmış sayılabilirse de onunla fikir ortağı olan Kurtoğlu hünkârın gözü önünde bulunuyordu ve her saniye ölüme mahkûm edilmeyi bekleyip duruyordu.
Padişahın sabırsızlık yüzünden birçok hırçınlıklar göstermesi gerçekten umulabilirdi. Fakat onun ateş hatlarında dolaşırken de küllenmeyen aşkı bir yandan sabırsızlık doğursa bile öbür yandan ruhuna tahammül aşılıyordu. Çünkü kaleyi düşürmekle kudret ve şöhret bakımından Fatih Sultan Mehmet’i geçeceğine, Hürrem’in de kalbine hâkim olacağına kanaat besliyordu. Kaleyi düşürmek için ise densizlik, titizlik ve terslik değil, tedbir ve tahammül gerekti. O sebeple bazen sert, bazen mülayim davranıyordu. Gönül kıracak taşkınlıklardan uzak kalmaya çalışıyordu.
Yalnız mektup işinde son derece titizdi. Her gün İstanbul’a kâğıt yolluyordu ve her gün kâğıt bekliyordu. Anasının mektubu bir saat gecikse sinir buhranları başlıyor ve işte o vakit vezirlerin, yeniçeri ağasının, topçubaşının vaziyetleri güçleşiyordu.
Şurası muhakkak ki o, marazi denilebilecek bir ısrarla halketmeye muvaffak olduğu “sabit fikir”i artık mantıki muhakemelerle makul bir şekle de sokmuştu. Hürrem’e tasarruf etmek her zaman elindeyken suni bir hicrana katlanması zevke kanıksamış bir kalbin kaprisi sayılabilirdi. Kaprisler, biraz aşermeyi andırır ve ekseriya “gayritabii” olur. Fakat Süleyman, yarı vehmî, yarı suni olan aşkını şimdi mantığa da istinat ettirmek yolunu bulmuştu.
Ona bu imkânı veren Kara Mahmut’un aşkına kendini ve iki çocuğunu feda etmiş olan kadındı. Süleyman, Hekim Salamon gibi, Kançılar Almaral gibi bir casus olduğu için bu kadının da ölümüne ilkin o kadar alaka göstermemişti. Fakat gün geçtikçe telakkisi değişti ve bu macerada “aşkın kahir kudretini” görmeye başlayarak âdeta imrenir oldu. Artık açıkça görülüyordu ki kendisinin de istediği, aradığı aşk, böyle ölümü yerinde nimet saydıracak bir bağlılıktır!
Süleyman suni olarak yaratıp yaşattığı aşkın nasıl bir ihtiyaçtan doğduğunu böylece anladıktan sonra Hürrem’i daha fazla sever olmuştu. Çünkü kendini Kara Mahmut Reis’ten aşağı görmüyordu ve onun bir anayı evlat katili yapacak ve bu katili güle güle ölüme koşturtacak kadar aşkta muvaffak olmasını kıskanıp aynı kudreti Hürrem üzerinde canlandırmak istiyordu. Genç tâcidarın düşünmediği, düşünemediği nokta, kaderdi. Acaba, perdeler arkasında boyuna hadiseler işleyen o gizli kuvvet, Osmanlı imparatorunun hayatına neler takdir ediyordu? Süleyman, bu ciheti hiç düşünmüyor ve Hürrem’e, her çılgınlığı kabul ettirecek bir aşk telkin edebilmek hülyasıyla nefsini her çılgınlığı kabule müsait bir vaziyete sokuyordu.
Bununla beraber yerinde kalbini kapamayı, gözünü açmayı, harp ve devlet işleriyle samimi surette alakalanmayı ihmal etmiyordu. O korkunç savaşlar, o cehennemi top ateşleri arasında bir gün bile divan kurdurmamazlık yapmamıştı. Sabah namazı kılınır kılınmaz divan, kendi gözü önünde, kurulur, imparatorluğun dört yanından gelen kâğıtlar okunur, mühim davalar görülür ve yığın yığın emirler verilirdi. Bu toplantıların birinde rüşvetçiliklerinden şikâyet olunan yirmi beş kadıyı birden azletmiş ve Piri Paşa’ya bu mürtekip adamları Kara Kadı gibi astırmadığının sebebini şu sözlerle izah etmişti:
“Dedem Yıldırım merhum, bütün kadıları yakmak isteyince mahkemeler için kâfiristandan papaz getirilmek lazım geleceği kendisine anlatılarak emri geri aldırılmıştı. Bana da böyle bir mülahaza sunmanızı istemedim, heriflerin ekmeklerini ellerinden alıp canlarını bağışladım.”
Süleyman, harp sırasında tenezzühten de geri kalmıyordu. Sık sık Saint Eremo bahçesine gidiyor, Hasodabaşı İbrahim’e orada saz çaldırıyordu. Cem Sultan’ın adını taşıyan mesireyi de birçok defa ziyaret etmiş ve onun Rodos’ta bulunan oğlunu yakalarsa bu bahçeye gömdürmeyi tasarlamıştı. Aynı zamanda bayındırlık işleriyle meşgul oluyordu. Şövalyeler, eski Rodos köyünü -taş taş üstünde kalmamacasına- yıkmışlardı. Süleyman bu harabeden Türk zevkini temsil edecek bir mamure çıkarılmasını istedi ve Defterdar Abdüsselam’ı memur ederek yapıya başlattı. Türk topları Rodos Kalesi’ni aman bilmez bir hırsla yıkarken Türk mimarları eski Rodos’u yeniden canlandırıyorlardı.
Uzun günler işte bu şekilde ve daimî savaşlarla geçip dururken bir yağmur afeti yüz gösterdi, metrislerde değil, çadırlarda bile barınmak imkânsızlaştı. Bütün ordu bu tatsız ıslaklığın uyandırdığı hoşnutsuzlukla homurdanıyordu. Yalnız Süleyman, gökten yağmur değil de katre katre nur yağıyormuş gibi sevinç içindeydi, ruhi bayramlar geçiriyordu. Çünkü anasından son gelen mektubun yanında: “Ayaklarınızı öperim.” kelimeleri vardı ve bunları Hürrem yazmıştı.
Ayağına bir taç kıymeti getiren bu sözler genç hükümdarı gerçekten sevinç delisine çevirmişti. Hürrem’in Türkçeyi okuyup yazacak kadar öğrenmiş olması zaten kendini mesut etmeye kâfiyken onun ilk selamını bir buseyle göndermesi içine enikonu sarhoşluk getirmişti. Hep o kelimeleri tekrar ediyor ve “Ayaklarınızı öperim.” diyen dudakların tadını bulmaya çalışarak boyuna mektubun o parçasını yüzüne, gözüne sürüyordu.
O gece teşrinisaninin sonuydu ve muharrem ayının onuncu günü akşamına tesadüf ediyordu. Orduya, anane mucibince aşure dağıtılmıştı. Şövalyeler de Sent Andre yortusunu kutlulamaya hazırlanıyorlardı, kilise çanlarını boyuna haykırtıyorlardı. Süleyman, fasılasız düşen yağmurda, kendi saadetini gülsuyuyla yıkayan ananevi bir alaka, çanların sesinde yine kendini, bilerek veya bilmeyerek, çağıran bir davet nidası sezdi. Hürrem’in selamını bir hamle işareti saydı ve bütün kumandanları otağına çağırarak umumi hücum emrini verdi:
“Artık…” diyordu. “Yeter. Düşmana insaf bu kadar olur. Onlar bizim yavaş davranmamızı galiba kudretsizliğimize veriyorlar. Yarın bu zan giderilmeli, kaleye ne pahasına olursa olsun girilmeli.”
Siyasi hesaplar, idari mülahazalar bu suretle bir yana bırakılıp da orduya dilediği gibi yürümek imkânı verilince tabii olan netice gecikmedi, Türk şahbazları -tarihçi Hoca Sadettin- bütün Frenk müverrihlerince iktibas olunan tabiri vecihle zincirden boşanmış aslanlar gibi ileri atılarak hendekleri aştı, duvarları tırmandı, burçlara yükseldi ve İspanyol, İtalyan, İngiliz şövalyelerinin müdafaa ettiği istihkâm manzumeleri birer birer düşürüldü, kalenin muhtelif yerlerinde Türk bayrağı dalgalandı.
Türk gücünün Rodos semalarına astığı bu bayraklar, o yağmurlu havada -Tanrı’nın bile eşini henüz yaratmadığı- birer kavsi kuzah gibiydi ve şimdi yağmur, Türk gücünün azametini toprağın göğsüne nakşetmek için süzülen tarih satırlarını andırıyordu.
Süleyman, kalenin bağrına el sunulduğunu ve Türk kılıcının hâkim mevzilerde yer alarak şövalyelerin diz çöker vaziyette dövüştüklerini görünce hücumu durdurdu:
“Kale…” dedi. “Bizimdir. İstediğimiz anda içeri girebiliriz. Bu durumda boş yere kan dökmeyelim. Heriflere teslim olmalarını teklif edelim.”
Bu mülahaza yerindeydi. Çünkü bir tepeye teşbih edilmesi mümkün olmayan kalenin aylardan beri eteğinde duran Türk ordusu şimdi zirveye yükselmişti ve şövalyeler ordusu tepenin öbür tarafındaki eteğine sürülmüştü. Etekten zirveye yükselen aslanların aşağı süzülmeleri kısa bir zaman işiydi ve bu süzülüşe hiçbir kuvvet engel olamazdı. Bu vaziyette son bir şefkat hamlesi yapmak Türklüğün uluvvücenabına uygun düşecekti.
Ordu, kendi özündeki insani kemale, medeni olgunluğa pek yakışan tevakkufu memnuniyetle kabul etti ve yeni mevzilerine yerleşerek intizar durumuna geçti. Fakat şövalyeler, şaşkınlıktan doğma bir inatla şehri teslime yanaşmamışlardı ve Cem Sultan’ın oğlu Prens Murat’ı da bir pazarlığa mevzu yapmak için Türk karargâhına yollamamışlardı. Bunun üzerine Süleyman şu ültimatomu gönderdi:
“Üç gün daha beklerim. İrademe uyulup da şehir kapıları orduma açılmazsa Rodos’un insanları değil kedileri de ölüme mahkûmdur.”
Şövalyeler dilediklerini yapmak kudretini taşıyan Türklerin bu korkunç tebliği karşısında bütün ümitlerini kaybetmişlerdi, iliklerine kadar titremeye koyulmuşlardı, lakin diplomasi entrikaları çevirmeye yeltenmekten yine geri kalmıyorlardı. Çünkü papadan yardım bekliyorlardı. Avrupa’nın harekete geçeceğini umuyorlardı. Bu sebeple iki yüzlü davranmak yolu tutuldu, Sultan Süleyman’dan beş on gün daha mühlet istendi ve bu müsaade alınır alınmaz, henüz Türkler tarafından işgal olunmayan yerlerin tahkimine girişildi.
Şövalyeler, Cem Sultan’ın oğlu Murat’ı Rodos Adası’yla değiştirmek istiyorlardı. Hünkârın buna muvafakat etmeyeceğini ve etse bile ordunun adadan çıkmayacağını sezince fikirlerini değiştirmişlerdi, prensin adadan kaçırılması çaresini aramaya koyulmuşlardı. Tahakkuk eder gibi görünen felaketin katileşmesi hâlinde bu prensten istifade edilerek Türklerden intikam almayı tasarlıyorlardı.
Her gün Hürrem’den mektupla bir buse alarak yaman bir vuslat iştiyakına kapılan hünkâr, mühlet devresinin sonunu iple çekiyordu. Şövalyelerin işi yine savsaklamak ve yeniden mühlet almak istediklerini görünce, soğukkanlılığını muhafaza edemedi, haykırdı:
“Söz artık ordunundur. Ben susuyorum, şövalye gidilerle gaziler konuşsun.”
Gaziler, düşmanla konuşmak için zaten küçük bir işaret bekliyorlardı. Hünkârın şu sözüyle o işaret verilmiş oldu ve ordu zafer yoluna atıldı. Şimdi yükseklerden aşağıya doğru bir süzülüş başlamıştı. Evvelce yerden göğe çıkar gibi imkânsızlıklar yene yene kalenin hâkim noktalarına yükselen şahbazlar, bu sefer gökten yere ağıyorlardı. Manzara, bir baş üstünde kümelenmiş bulutların kalbe doğru inişini andıracak biçimdeydi ve kale şeklinde tecessüm eden bu kalp, çarçabuk yıldırımlarla örülüvermiş bulunuyordu.
Ortada artık ne burç, ne hendek vardı. Türkler şehrin kapılarına dayanmışlar ve bu kapıların gerçekten mucizeler halkeden Türk kılıcına dayanmasına imkân yoktu. Üstadıazam, bu durumda -yarım ilah çalımı satan- General Guyot de Marsehac’la kendi alemdarı Hanri Mauselli’ye yalvararak onlardan inhizamı zafere çevirecek besalet harikaları bekliyordu. Türklerin sert bir hamlesi onun yalvarışlarına ve umuşlarına da nihayet verdi, generalle alemdar, başlarında bulundukları fırkalarla beraber bir çukurun içine gömüldü. Rodos artık düşüyordu. Bunu yüksek bir noktadan heyecanla seyreden hünkâr da, sığındığı son siperden ağlaya ağlaya temaşaya dalan üs-tadıazam da anlamıştı. Fakat beklenen hadise, umulan anda vukua gelmedi ve binbir renkli dalgalarla kabara kabara, önüne tesadüf eden her şeyi parçalaya parçalaya yürümekte olan coşkun su, ansızın durdu. Dalgalar yine kabarıktı, lakin yürümüyordu.
Hünkâr, şehre girmek üzere bulunan ordunun birdenbire duraladığını görünce şaşırmıştı, yanı başında yer alıp kendisi gibi hayret içinde kalan Hasodabaşı İbrahim’e telaşla soruyordu:
“Ne oluyor böyle?”
İbrahim’den önce rikâb ağalarından biri cevap verdi:
“Beyaz bayrak çekildi, ordu yürüyemez artık.”
Doğru söylenmişti, şövalyeler taştan, demirden, kazıktan, zincirden yapılmış bütün engelleri silip süpürerek, canlı ve cansız tesadüf ettiği her seddi söküp atarak ilerleyen Türk dilaverlerine karşı konulmayacağını anlar anlamaz yer yer beyaz bayrak çekmişlerdi. Galip ordu, işte bu durumda önüne aşılmaz bir uçurum açılmış gibi hareketten kalmıştı, yerinde sayıyordu.
Yekpare taşlardan yapılma ehramvari duvarların, içi su dolu geniş hendeklerin yürümekten alıkoyamadığı bir orduyu üç beyaz bayrağın hareketsiz bırakması garip görünür. Fakat bu hâlde garabet değil azamet ve haşmetli bir rikkat vardı. Çünkü zaafa, acze ve yalvarışa değer veren insan kuvveti, haki ve fani olmaktan çıkar, semavi ve lahuti bir kıymet alır. Türk ordusu da Rodos kıyılarında yıkıcı, ezici, mahvedici bir coşkun sel olmaktan ansızın uzaklaşmış, her zerresinde medeni olgunluğun ışığı yanan bir ulüvvücenap abidesi hâline geçmişti. Cesur şövalyeler, koca bir bahadırlık tarihi ve bütün Rodos, kendilerini temsil eden, üç beyaz bayrağın gölgesinde diz çökerek bu abidenin eteklerini öpüyordu.
Hünkâr, hiçbir kuvvetin, zaafa, acze ve yalvarışa karşı şefkat gösteren orduyu artık yürütemeyeceğini takdir ettiği için sadrazama bir çavuş yolladı, şövalyelerin teslim olmak hakkındaki ricalarını dinlemesini emretti. Rodos burçlarını yıkan, hendekleri aşan Türk ordusu, şimdi şövalyelerin hayatını tekeffül etmiş oluyordu ve sadrazam, kalelerden gelen murahhaslarla görüşürken o alicenap kefilin haysiyetine hürmet etmeyi borç tanıyordu.
Rodos’a ilk Türk güllesi 8 Temmuz 1522’de düştü, beyaz bayraklar ise 21 Kanunevvel 1522’de çekildi. Demek ki kale tam beş ay Türklere karşı koydu ve Türkleri yordu, bu yüz elli gün içinde Kara Mahmut Reis gibi, Elbasan Alay Beyi Murat gibi her biri bir Rodos değerinde birkaç düzine kahraman Türk şehit olmuştu. Yeniçeri Ağası Bali Bey gibi tek katre kanının değeri yüzlerce şövalye eden yiğitler ağır yaralar almışlardı. Yakılan burçların yanında Türk şehitlerinin mezarları yükseliyordu. Harcanan para hesapsızdı, kantarlarla barut sarf olunmuş ve binlerce gülle heder edilmişti. Şövalyelerden diri kalanlar ve şehir halkından onlara uyanlar bütün bu hesapları ödemeye mahkûm bulunuyorlardı. Fakat düşmanı yenen ordu düşmanı affetmek büyüklüğünü de gösterdi ve Rodos’u müdafaa edenlerin hayatını bağışladı.
Teslim mukavelesini hazırlayan Sadrazam Piri Paşa gibi o mukaveleyi imzalayan padişah da ordunun dileğine boyun eğmek mecburiyetindeydi. Bu sebeple mukavele, mağlupların lehine oldu ve Türk ulüvvücenabı, resmî vesikalarla da tespit edildi. İmza edilen vesikalara göre bütün şövalyelerin -eşyalarıyla beraber- adadan çıkmaları için Türkler tarafından gemiler tedarik olunacaktı. Adada kalacak Rum ve Latinlerin şahıslarına, mallarına, mülklerine ve mezheplerine hürmet edilecekti. Herhangi bir korkuya mahal verilmemek için ordunun eşiğinde bulunduğu şehir kapılarından bir mil geri çekilmesi de ayrı bir maddeyle taahhüt edilmişti.
Hünkâr, ada murahhaslarıyla müzakere sırasında Cem Sultanzadeden bahis olunmamasını sadrazama emretmişti. Adadan yalnız şövalyelerin çıkmasına rıza gösterdiği için prensin nasıl olsa elegeçeceğini tahmin ediyordu. Şövalyelerse onun adını ağza almaktan tamamıyla çekinmişlerdi. Çünkü hünkârın, amcasının oğlunu bağışlamayacağını biliyorlardı ve şehzadeyi gizlice kaçırmaya hazırlanıyorlardı.
Ordu, siyasi konuşmalarla, senetleşmelerle alakalanmıyordu. Fakat Rodos’ta esir hayatı yaşayan binden fazla Türk’ün hürriyete kavuşabilmeleri için şövalyelerin selamete ermelerinin şart koşulduğunu duyunca bu alakasızlık heyecana münkalip oldu, müthiş bir feveran yüz gösterdi. Yiğit askerler, merhamet edip de canlarını bağışladıkları mağlup şövalyelerin, mazlum Türk esirlerini beş on gün daha zincirde inletmek gibi gerçekten çirkin bir hareketi ihtiyar etmekten çekinmediklerini görmekle son derece müteessir olmuşlardı.
Şehbazların yerden göğe kadar hakları vardı. Çünkü Rodos’u almak emeli oradaki Türk esirlerini kurtarmak kaygısından doğduğu gibi bu uğurda aralarında binlerce kurban vermişlerdi. Yeryüzünde ancak hür olarak yaşamaya alışkın olan Türklerin ırktaşlarından hatta bir tekini esir durumunda görmeye tahammül etmelerine imkân yoktu. Ordu işte bu imkânsızlığın kudretli bir timsali hâlinde Rodos’a gelmiş, burçlar devirmiş, hendekler aşmış ve halaskârlarını bekleyen ırktaşlarına kurtuluş müjdesini muhteşem bir zaferin kucağına sarıp sunmuştu. Bu hâle rağmen mağlupların şöyle hoyrat bir vaziyet almaları elbette infial uyandıracaktı.
Başta yeniçerilerle sipahiler olmak üzere bütün ordu, mağlup düşmana gösterdikleri şefkati yine muhafaza etmekle beraber, esir Türkleri hemen hürriyetlerine kavuşturmak için harekete geçmiş, şehre doğru yürümüştü. Hepsi silahsızdı ve bu hâlleriyle mağlup düşmanı[17 - Bu hadiseyi Spandoçino adlı İtalyan tarihçi yazar Hammer da, Türk ordusunun silahsız olarak şehre girişini yağmacılığa atfederek ulvi kıymetinden tecrit etmeye yeltenir. Yağmaya silahsız mı gidilir?] ezmek için değil, millî bir borcu yerine getirmek için hareket ettiklerini göstermek istiyorlardı. Lakin şövalyeler, bu silahsız yürüyüşten de telaşa düştüklerinden bütün şehir kapılarını kapamışlar ve ellerinde bulundurdukları esirleri de -ayaklanmalarına meydan vermemek için- Aziz Yahya Kilisesi’ne doldurmuşlardı.
Silahsız askerin şehir kapılarını kırmaları beş on dakikalık bir iş oldu ve ırktaşlarına hürriyet getiren dilaverlerle bu hürriyeti sarsılmaz bir imanla bekleyen esirlerin kavuşması Tanrı’yı da sevinçten ağlatacak bir manzara teşkil etti. Kurtaranlarla kurtulanlar boyuna kucaklaşıyorlardı. O sırada bir sipahi, Türk’ün hiçbir yerde esir kalmayacağını bir kere daha ispat eden bu tarihî sahnenin heyecanını şehir dışına da aksettirmek istedi. Aziz Yahya Kilisesi’nin çan kulesine çıktı, gür sesle ezan okudu. Bir yeniçeri de Sen Nikola Kulesi mazgallarında bulduğu davulu çalarak manzaraya şen bir ses daha kattı ve o ezanı tarihin kulağına haykırmış oldu.
O gün Noel’in sabahıydı. Papa Ardiyen, Sen Piyer Kilisesi’nde kutsi dualar okuyordu. Pencere kenarından ansızın bir taş düştü. Yuvarlana yuvarlana papanın ayağı altına geldi. Kardinaller ve kilisede bulunanlar hayret ve dehşet içinde kalmışlardı. Yazısız bir mektuba benzeyen taşa bakıyorlardı. Papa, acı acı gülümsedi:
“Evlatlarım…” dedi. “Kilisenin istinat noktalarından biri bugün düşmüş olacak. Bu taş, o sukutu haber veriyor.”
Ve sonra ellerini yüzüne kapayarak ilave etti:
“Rodos için kana kana ağlayalım!“
Şövalyeler, çektikleri korkunun yersiz olduğunu anlamışlardı. Çünkü şehre, ellerinde sade birer değnek olduğu hâlde giren askerler, kimsenin burnunu kanatmamışlardı. Bu da gayet tabiiydi. Türk, kendi dileğiyle verdiği sözden dönmez. Askerler de, evvelce bağışladıkları ve hünkâra da bağışlattıkları canları incitmeyi hatırlarına bile getirmemişlerdi. Emelleri, esir Türkleri kurtarmaktı. Bu emele erince sevinmişler ve ezanlı, davullu bir nümayişten sonra geri dönmüşlerdi.
Bununla beraber, hünkâr üstadıazamın büyük korkular geçirdiğini düşünerek ona tesliyet ve emniyet vermek istedi, kendisini huzuruna davet etti. Haçı kılıca eş yapmış, dini silah kuvvetiyle yaşatmayı ülkü edinmiş bir tarikatın reisi olan üstadıazam, kendi karakterine göre kıyas yürüterek korktuğundan mı, yoksa şaşkınlığından mı, bilinmez, bu davete icabetten çekinmişti. Fakat şehri değnekle işgal edip de bırakan ordunun ne kendisine, ne başkasına eza etmediğini düşünerek akıllı davranmak yolunu tuttu, Türk ordugâhına gitti.
Hünkâr, divana riyaset ediyordu, memleket işleriyle meşgul oluyordu. Büyük otağın kapısı önünde on beş gemici, zincirler içinde titreşip duruyordu. Bunlar Rodos halkından birkaç kişiydi, Anadolu yakasına geçmeye teşebbüs eden bedbahtlardı. Üstadıazam, uzun müddet onların yanında kaldı, divanın dağılmasını bekledi. Fasılasız dökülen yağmura rağmen o, içine düştüğü sahneyi hayran hayran tetkik ediyordu. Kapıcılar, çavuşlar, divana girmek nöbeti bekleyen beyler, paşalar hep yağmur altındaydı. Fakat kimse, yüzünü ekşitmiyordu, açık havada bulunuyorlarmış gibi sakin görünüyorlardı. Yağmur, ehramlar üstüne düşen jaleler gibi bu demir vücutlu Türkler üzerinde hiçbir ıslaklık vücuda getiremiyor gibiydi. Üstadıazam bu hâle ve her Türk’ün endamında beliren azamete, celale karşı derin bir imrenti seziyor ve bu imrenişin hararetiyle kış yağmurunun soğuk temasını duymaz oluyordu.
O sırada divanda heyecanlı bir münakaşa geçiyordu. Vezirlerden bir kısmı suçlu gemicilerin üçer yüz değnek vurulmak suretiyle cezalandırılmasını, bir kısmı da küreğe konulmalarını istiyorlardı. Hünkâr, iki tarafın da fikrini anladıktan sonra kaşlarını çattı:
“Onları…” dedi. “Kendi kadırgalarının serenlerine asmalı!”
Sadrazam Piri Paşa, sıkıla sıkıla mülahazasını ortaya attı:
“Tanrı’nın merhameti gazabından yüksektir. Efendimin de şefkati hiddetinden galip olmalıdır. Bu bedbahtlar gerçi ağır suç işlemişlerdi. Fakat bizi beş ay burada alıkoyan, binlerce askerimizi şehit eden düşmanın hayatını bağışladınız. Bunların da kuşça canlarına kıymayın.”
Hünkâr, sert bir işaret yaptı:
“Lala…” dedi. “Yanlış düşünüyorsun. Acze düşen düşman affolunur. Lakin bizi acze düşürmek isteyen dost affolunmaz, olunamaz. Bu gemiciler, adadan adam kaçırıyorlardı. Henüz zapt olunan bir yerden adam kaçırmak kazanılmış zaferi küçültmeye çalışmak demektir. Asılmalı hainler!”
Süleyman’ın bu ağır hükmü niçin verdiğini divanda oturanların hepsi seziyordu. O, adadan adam kaçırmak yolunun kapanmaması hâlinde amcası oğlunun da bir yol bulup savuşacağını düşündüğünden sert davranıyordu. Bununla beraber istinat ettiği mantık da yerindeydi. Henüz düşman vaziyetinde bulunanlara el uzatılmak ve onları Anadolu’ya kaçırmak gerçekten müsamaha olunur cürümlerden değildi. Piri Paşa, bir söyleyip de iki dinlemişti, yersiz bir mülahaza yürüttüğünü de anlayarak sıkılmıştı. Hünkâr:
“Düşünüp durma lala.” dedi. “Mahkûmları gidert, kapıda bekleyenleri de yanıma getirt.”
Üstadıazam, on beş gemicinin ölüm hükmünü nasıl bir sükûnetle kabul ettiklerine de şahit oldu. Onlara: “Öleceksiniz!” diyen ağız kadar bu emri dinleyen kulaklar da titremek bilmiyorlardı. Bu, hâkimin kendini adil bulduğu kadar mahkûmun da nefsini haksız ve suçlu gördüğünü gösteriyordu.
Üstadıazam, kılıç vuruşları, kale dervişleri gibi giyinişleri, bakışları ve konuşmaları da ayrı ayrı birer azamet numunesi olan Türklerle nasıl olup da boy ölçüşmeye yeltendiğini kendi kendine soruyor ve yaptığı işi rüyada geçmiş sanarak için için hayret geçiriyordu. İşte o sırada Piri Paşa’nın sesi onunla ilgilendi ve emrin verildiği duyuldu:
“Rodos beyi el öpecektir. Sırtına kaftan geçirin.”
Bizim tarihçilerin hilat, Frenk müverrihlerinin manteau d’honneur dedikleri yakası sırmalı üstlük üstadıazamın omzuna atılırken saray memuru yapılacak rasimeyi de ihtar etti:
“Yakasını öp, sonra sırtına geçir!”
Üstadıazam, dudaklarına temas eden kumaşta galip hükümdarın ayaklarını sezdi ve titredi. Kendisine hilati değil hünkârın ayağını öptürdüklerini anlıyor ve bu zarif tahakkümde bütün ikbalin yerlere atıldığını görüyordu. Bu ruhi görüşün uyandırdığı sersemlik geçmeden iki çavuş kollarına girmişlerdi. Onu otağa sokuyorlardı. Mağlup kumandan ancak şimdi şuurunu toplayabilmişti ve kendini yenen, temsil ettiği tarikatı da tarih avaresi hâline koyan adamı bütün idrak kabiliyetiyle temaşaya çalışıyordu. Fakat galibine dikilen gözlerini o yükseklikte tutamadı, çarçabuk yere eğdi. Çünkü hünkâr kendisine güzide bir yeniçeri, seçkin bir sipahi kadar heybetli görünmüştü. Bu heybet, galibin seferber bir Türk neferi gibi giyinmesinden ileri geliyordu.
O dakikada Süleyman da heyecanlı bir dikkat içindeydi. Türk gücünün mucizevi hamlelerine beş ay karşı durabilen şu adamda iltifata layık bir kıymet arıyor ve nafiz gözlerini kırpmadan mağlup şövalyeyi uzun uzun süzüyordu. Bu araştırmanın sonu acımak oldu. Çünkü onda bir Türk’ü imrendirecek herhangi bir kıymet şemmesi değil, yıkılmış bir kalenin hazin harabesini görmüştü. Bu sebeple hürmetten ziyade rikkat gösterdi:
“Geçmiş olsun.” dedi. “Ağır bir felakete uğradınız. Fakat üzülmeyin, mütehammil olun. Mülkler elden ele gidegelmiştir. Hiçbir mülk, hiçbir hükümdara baki değildir. Hakiki mülk sahibi Tanrı’dır. Bizler birer bekçi durumundayız. Siz, bekçiliğini yaptığınız şu mülkü bana devrettiniz, gidiyorsunuz. Yarın aynı akıbete benim de uğramayacağımı kim temin eder? İşte bunu düşünüp üzüntüden kurtulmaya çalışın.”
Üstadıazam, birkaç teşekkür kelimesi mırıldanırken hünkâr -gerçekten şefkatli bir sesle- sordu:
“Benden bir dileğiniz varsa söyleyin. Mümkün olan her yardımı yapmak, sizi memnun etmek isterim.”
L’isle Adam boynunu büktü:
“Hayatımızın bağışlanmasını dilerim.”
“Ordu zaten bu lütfü yaptı. Size kıymadı ve kıydırtmadı.”
“Teşekkür ederim, başka bir dileğim yok.”
“Öyleyse sarayına dön, yolculuğa hazırlan. Bir kılına ziyan, tek malına zarar gelmeden istediğin yere gideceksin.”
Hünkâr, az kaldı, dayanamayıp soracaktı, amcasının oğlunun nerede olduğunu ona söyletmek isteyecekti. Fakat kendini topladı, dudaklarına kadar gelen bu soruyu dişleri arasında çiğnedi. Bununla beraber bütün adayı sıkı bir ablukaya aldırmaktan geri kalmadı. Cem Sultan’ın oğlunu kuş olsa uçurtmayacaktı. Biricik düşüncesi artık onu yakalamaktan ibaretti. Hürrem’in latif, zarif ve cazip hayalini bile bu emele feda ediyordu, ara sıra gözünden uzaklaştırıyordu.
Üstadıazam da ayak sürüyor gibi bir vaziyetteydi. Bir türlü hazırlığını tamamlamıyordu, yola çıkmıyordu. Hünkâr, onu sezdirmeden zorlamak için şehre kadar gitmekten çekinmedi ve kendisi at üstünde olduğu hâlde şövalyeler evi önünde tembel yolcuyla görüşerek gemilerin hazır bulunduğunu müjdeledi.
L’isle Adam’ın bu vaziyetten ve bu müjdeden sonra ayak sürümesine imkân kalmamıştı. O da vaziyetin nezaketini kavradı, pılıyı pırtıyı topladı, 1523 yılının birinci gününü hareket tarihi olarak tespit edip padişaha bildirdi ve o gün dört altın vazodan ibaret olan hediyesiyle birlikte hünkâr otağına geldi, el öpüp vedalaştı.
Üstadıazam o tarihte henüz altmış yaşındaydı. Fakat son altı aylık hayat onu müthiş surette yıprattığından yetmişini aşmış gibi görünüyordu. Padişahın elini öperken titriyor ve hüngür hüngür ağlıyordu. Süleyman yurdundan ebedî surette cüda düşürülen şu mağlup düşmanın gözyaşlarından müteessir oldu ve iyi Rumca bilen Ahmet Paşa’ya yüzünü çevirdi:
“Bu ihtiyarı…” dedi. “Gurbet illere sürdüğüme müteessifım. Bana değil, talihine küsmesini kendisine tatlıca anlat.”
L’isle Adam bu iltifata da teşekkür ettikten sonra otağdan çıktı, arkadaşlarıyla birleşerek kıyıya indi, gemiye binmeye hazırlandı. Padişah namına bir çavuş onu uğurlamaya memurdu, Mısır gemicilerinden Pir Ali Reis de çavuşa arkadaşlık ediyordu. Bu denizcinin oraya gönderilmesi, Cem Sultan’ın oğlunu şahsen tanımasından dolayıydı. Mısır’ın Yavuz tarafından alınmasından önce Şehzade Murat, kölemenler sarayının konuğuydu. O saray, Yavuz’un hücumuyla ortadan kalkınca -çoluğuyla, çocuğuyla- Rodos’a kaçmıştı. Pir Ali Reis, işte o konukluk yıllarında bu derbeder prensi görmüş, iyiden iyiye tanımış bulunuyordu.
Cemzade hakikaten şövalyeler tarafından kaçırılmak isteniyor muydu? Hünkârın buna tam bir kanaati vardı. Çünkü amcasının oğlunun Rodos’ta kalmak isteyeceğine asla ihtimal vermiyordu. Böyle bir hareket, göz göre göre ölümü beklemek olurdu. Hâlbuki Cem Sultan’ın oğlu, ölüme susamış bir adam değildi. Öyle olsa İstanbul’un fethi sırasında Bizans Sarayı’nda bulunan Şehzade Orhan gibi davranırdı, kendi kendini yok ederdi. Bunu yapmadığına göre halas çareleri aradığına şüphe edilmezdi ve bu çare de şövalyelere katılıp kaçmak olabilirdi. Rodos’tan kovulan müsellah papazların galipten öç almak için bu yurtsuz prensten istifade etmek istemeleri de kuvvetle muhtemel olduğundan Sultan Süleyman ihtiyatlı davranmak zorunluluğunu duymuştu, Pir Ali Reis’i sahile yollamıştı.
Hadiseler, hünkârın doğru düşündüğünü ispat etmekte gecikmedi. Prens Murat, gerçekten kaçmak istiyordu ve şövalyeler de kendisini teşvik ettiklerinden İspanyol papazı kıyafetine girerek göçmenler kafilesine katılmıştı. İki kızıyla bir oğlu ve karısı da beraberdi, kendisi gibi kılıklarını değiştirmişlerdi. Üstadıazam, bu kaçma ve kaçırma işleminde amir bir rol oynadığı hâlde ne olur, ne olmaz mülahazasıyla alarga bir vaziyet almıştı, Prens Murat takımından uzakta bulunuyordu, onlarla ilgili değilmiş gibi görünüyordu. Berikiler de -bütün harp müddetince ve harpten sonraki günlerde kendi adlarının hünkâr tarafından dile alınmamasından doğma bir ümitle- pek telaş göstermiyorlardı, kayığa atlamak üzere sahilde sıra bekliyorlardı.
Rodos’un artık Türk tabiiyetine girmiş sayılan ahalisi, dişili erkekli, hep birden kıyıya dökülmüşlerdi, denizin kucağında yeni bir yurt aramaya giden mağlupları seyrediyorlardı. Bu güzel adaya haksız olarak yerleşmiş ve oradan haklı olarak kovulmuş olan şövalyeler halkın yüreğinde hiç de yer tutmuş değillerdi. Onlar, salibi gösterip kendilerine yol açan ve fakat açılan yolda kılıçla yürüyen müstebit bir zümreydi. Tanrı’ya dua yerine kesilmiş insanlardan küme küme kurban sunuyorlardı. Kiliseleri dindar Hristiyanların gönül hoşluğuyla verdikleri nezirlerle, sadakalarla süslemek istemezlerdi, korsanlık yapıp çaldıkları Türk malıyla doldurmaya savaşırlardı. Kendilerine yer veren, saygı gösteren halkıysa ancak köle gibi kullanırlardı.
Bu sebeple Rodoslular için için seviniyorlardı ve şövalyeleri Rodos’tan atan Türk pençesinde kendilerinin de ruhlarına vurulmuş zincirleri kıran bir halaskâr kudret görüyorlardı. Kıyıya dökülüşleri işte bu kurtuluşu kutlamak ve müstebitlerin denize sürülüşünü sevine sevine seyretmek içindi.
Karadan ayağını ilk çeken üstadıazam oldu. Hünkârın gönderdiği çavuş ona birkaç nazik kelime söyledikten sonra geri çekildi, şövalyelerin kayığa binmelerini seyrediyormuş gibi bir vaziyet aldı. Pir Ali Reis de aynı durumdaydı, fakat gözleri boyuna hareket ediyor, dört yanını tarassut altında bulunduruyordu. işte bu sırada Prens Murat’ın kafilesi göründü. Murat karısıyla çocuklarını ardına takmış olarak geliyordu. Pir Ali Reis, geniş siperli papaz başlığının altında, kiraza ağmış şahin gagasını andıran tarihî burnu daha uzaktan sezdiği için yanı başında duran çavuşa fısıldadı:
“Şehzade geliyor!”
Fatih Sultan Mehmet, taht-ü tacını bırakamadığı oğluna gasbolunmaz bir miras olarak meşhur burnunu terk etmişti. Bu burun Cem’den Murat’a geçmiş bulunuyordu. Ne makyaj, ne başka bir şey bu mirasın yapıştığı yerde delalet edegeldiği nesep alakasını örtemezdi. Prens Murat, sırtına geçirdiği papaz kıyafetine, beline sardığı zünnara, boynuna astığı haça ve taşıdığı serpuşa güveniyordu. Bu kılıkla tanınmayacağını umuyordu. Başta Süleyman olmak üzere o sırada adada bulunan bütün Türklerin de kendisini hiçbir yerde görmediklerini düşünerek bu ümidini kuvvetlendiriyordu. Hâlbuki burun, o gagamsı burun, bir veraset hücceti gibi hakikati haykırıp duruyordu. Nitekim Pir Ali Reis de o hücceti yirmi metre mesafeden okumakta güçlük çekmedi, bulunduğu yerden yavaşça ayrılarak kalabalığa karıştı ve prens kafilesinin arkasına düşecek surette davranarak onlara yetişti ve henüz sekiz yaşında bulunan kız çocuğunun kulağına doğru eğilip Türkçe fısıldadı:
“Nereye gidiyorsunuz sultanım?”
Önde giden prens değil, karısı ve öbür çocukları da kızın kulağına böyle bir şey fısıldandığını sezmemişlerdi. Çocuksa kendi ana diliyle söylenen sözlerden tatlı bir hayrete düşüp hemen cevap vermişti:
“Başka memlekete dostum!”
Tarihî burnun tebarüz ettirdiği hakikati şu üç kelime tevsik etmiş oluyordu. Türkçe konuşan şu yavru, bir şövalyenin veya şövalyeler hizmetinde bulunan herhangi bir rahibin çocuğu olamazdı. Bu sebeple Pir Ali Reis hemen atıldı, Şehzade Murat’ın koluna girdi:
“Şevketli hünkârın…” dedi. “Selamı var, papazlar ardına düşmesin, benim yanıma gelsin, diyor.”
O sırada çavuş da onların yanına gelmişti, prensin eteğini öptükten sonra aynı sözleri tekrar etmiş ve bir de tavsiyede bulunmuştu:
“Sultanım şu halkın saygısızlık göstermesinden korkarım. Sırrınız faş olmadan ben kulunu takip edin, şevketli hünkârın yüce barigâhına sığının. Necat orada, hayat oradadır. Vehme kapılıp cennetmekân pederiniz gibi kâfiristanda zelil olmak, hele şu masumları zelil etmek şanınıza düşmese gerek!”
Şehzade Murat hafakanlar geçiriyordu, bayılmak üzere bulunuyordu. Kurtuluş yolunun eşiğinde ecelle karşılaştığını görerek ruhi bir sendeleyişe uğramıştı, sararıp soluyordu, iki yanına sallanıp duruyordu. Karısıyla yetişkin oğluysa feryadı koparmışlardı, kayığa binenlerin ve kıyıda kümelenenlerin gözlerini kendi üzerlerine çekecek surette haykırmıyorlardı.
Saray çavuşu, işin tatsız bir biçim alacağını anladığından yüzünü ekşitti:
“Sultanım…” dedi. “Sana telaş yakışır mı? Ağyarı hâline güldürürsen babanın ruhunu ağlatırsın, şevketli hünkârın da gazabına uğrarsın. Merdane bas, lütfedip bizimle bile gel.”
Murat’ın gözü denize dikilmişti, kayıklarla gemilere doğru açılan şövalyelerden medet umuyordu. Şuurunun o sırada tamamıyla tarumar olmasına rağmen kayıklarda geri dönmek değil, ileriye doğru çala kürek koşmak durumu sezmişti, tam bir fütura düşmüştü. Pir Ali Reis onun sezişini kuvvetlendirmekten geri kalmadı:
“Şehzadem…” dedi. “Şövalyeler senden uzaklaşmak için küreklere yelken takmışa benziyorlar. Mübarek gözünü onlara dikip durmanın ne zevki var? Yürü, şevketli hünkârın otağına. O, seni bekliyor!”
Murat kendini bekleyen bahtın huzuruna çıkamamazlık edemeyeceğini anlamıştı, füturdan tevekküle geçerek mahzun bir tebessüme bürünmüştü, karısıyla çocuklarına teselli veriyordu:
“Ömür ne azalır, ne çoğalır. Alın yazısı da bozulmaz. Boş yere çırpınmayın, cesur olun, ardımdan gelin.”
Fakat şu kılıkta koca bir ordunun önüne ve amcası oğlunun huzuruna çıkmaktan utanıyordu. Taşıdığı kıyafet, papalara kafa tutan babasının hatırasını da incitecek kadar galizdi. Bu sebeple çavuşa yalvardı:
“Şehre dönüp üstümü değiştireyim. Bu biçimde hünkârla buluşmak doğru değil.”
Çavuş, kendi mülahazasına göre yol gösterdi:
“Hanım sultanlar Pir Ali Reis’le bile saraya dönmek, cenabınız ve oğlunuz doğru otağı hümayuna gitmek gerek. Şevketli hünkâr kıyafetinizi mazur görür. Şövalyeler katında mücevveze, yahut kallavi bulunacak değildi ya. Elbet size zünnar kuşandıracaklar, katrani libas giydireceklerdi. Bunun için üzülmeyin.”
Çavuş da, Pir Ali Reis de bir şehzade huzurunda bulunduklarını unutmuyorlardı, çok hürmetli davranıyorlardı. Fakat o şehzadenin bir siyasi mücrim olduğunu da hatırlarından çıkarmıyorlardı, saygılarını açık bir huşunetle meze ediyorlardı. Murat, divan durur gibi görünen bu ellerin kelepçe olmakta gecikmeyeceklerini takdir ettiğinden yine tevekkül gösterdi:
“Elhükmülillah!” dedi. “Kazaya rızadan gayri elimizden ne gelir!”
Ve Pir Ali Reis’le şehre dönecek olan karısına, kızlarına birkaç tesliyet kelimesi fısıldadı, oğlunu yanına aldı, çavuşun önüne düştü, ordugâha doğru yürümeye koyuldu.
Sultan Süleyman, Hürrem’i kendine bir kere daha unutturan heyecanlı bir telaş içinde çavuşu bekliyordu. Onun geldiğini ve Cem-zadeyi de getirdiğini haber alınca hemen yerinden fırladı, tutsakların yanına sokulmaları emrini verdi. Üç beş saniye sonra Fatih Sultan Mehmet’in iki ayrı babadan üremiş olan üç torunu karşı karşıya gelmiş bulunuyordu.
Süleyman, evvelce de işaret ettiğimiz veçhile, dedesi Beyazıt’ı kıymetsiz bulacak kadar kıymete meftun bir adamdı. Yavuz’un oğlu olmasa kendini pek bedbaht sayacaktı. Büyük amcası Cem’i de bu hissiyat dolayısıyla takdir ediyor ve hatta seviyordu. Fakat tahtın selameti uğruna babası birkaç kardeşini bir düzine yeğenini fedadan çekinmediği gibi kendisi de aynı kaygıyla aynı cinayeti işlemek ıztırarındaydı.
Yalnız utanıyordu, kolu ve kanadı kırık bir adamı yok etmek kendine çok çirkin geliyordu. Hele o adamın bir felaket destanı yaratmış, adı talihsizliğe timsal olarak dillere düşmüş biçare Cem’in oğlu olması, içine bambaşka bir rikkat veriyordu. Ordunun ve memleketin yapılacak cinayeti sükûnla telin edeceğini düşününce tahtın selameti namına cani olmak zaruretinden uzaklaşmayı kabul etmek derecelerinde zaafa düşüyordu. Rodos’u, biraz da bu amca oğlunu yakalamak için aldığını âdeta unutmak üzereydi.
Lakin Prens Murat’ı bir papaz kıyafetinde görünce bütün bu düşünceler zihninden silindi, sinirlerine ateşli bir gerginlik geldi ve amcasının oğluna ilk hitabı bir haykınş oldu:
“Bre sütü bozuk adam, nedir bu kılık, nedir bu kıyafet?”
Ve el öpmek için ilerlemeye yeltenen Murat’ı sert bir işaretle yerinde alıkoydu.
“Düşman ayağı öpen bir ağzın elime değmesini istemem.”
Beriki can havliyle kendini müdafaaya çalışıyor, muvazenesiz bir ifadeyle ayetler, hadisler okuyarak vaziyetini mazur göstermeye savaşıyordu. Pek uzun süren musibetli bir ömrün acılıklarını okumakla geçirdiği anlaşılan Cemoğlu, Tanrı ağzıyla, peygamber ağzıyla konuşarak Tanrı’nın gölgesi, peygamberin vekili olduğunu söyleyen hünkârı merhamete getirmek istiyordu. Onun bu suretle yalvarışı Süleyman’ın rikkatini celbetmekten geri kalmadı, çünkü bilgi sezdiren bir ağlayıştı ve ilmi seven Süleyman, ilmin gözyaşı oluşuna karşı kayıtsız kalamıyordu.
Murat, kudretli amcazadesinin biraz yumuşar gibi olduğunu görünce cesaretlendi:
“İnsaf et ulu hünkâr!” dedi. “İnsaf et. Tehlikeden kaçmanın peygamberler sünneti olduğunu söyleyen, halifesi olduğun zat değil midir? Musa’nın peygamberliği yurdundan firar edişinden sonra vukua gelmedi mi? Muhammed’in kızı Rukiye, damadı Osman, halazadesi Zübeyr, Habeş iline hicret etmediler mi? Halife Osman’ın katli hadisesinde ashaptan bir kısmı Medine’den savuşmadılar mı? Ceddin ve amcam Beyazıt, babamın ölüsüne saygı göstermedi mi ve bir firari olduğu hâlde bütün ülkede adı rahmetle anılmadı mı?”
Murat, ileri sürdüğü hadiselerin çoğunu ayetle veya hadisle tevsik ettiği, Arabi ve Farisi beyitler okuyarak mevzuyu heyecanlandırdığı için Süleyman tatlı tatlı dinliyordu. Fakat Cemzade yere diz çöküp, henüz bıyıkları terlememiş olan oğluna da diz çöktürtüp: “Bir lokmaya razıyım. Göstereceğin yerde yaşayayım, candan duacın olayım. Suçumu bağışla, temiz elini kirli kanıma sokma!” diye yalvarmaya başlayınca vaziyetini değiştirdi:
“İyi ama…” dedi. “Bu saydığın adamlar şerri hayra tahvil için gurbet ellere savuştular, yurtlarından uzaklaştılar. Babanın vatanından çıkışı hayrı şerre çevirmek içindi. Onun ölüsüne saygı gösterilmekle bir fitnenin sönmesi kutlulanmıştı. Sen, yirmi sekiz yıl önce sönen o fitnenin sürünür gölgesisin. Aslına kavuşmalısın ki memleketin rahatı bozulmasın, yüreklerde nifak tohumu kalmasın.”
Ve fitne gölgesi dediği sefil, zelil ve perişan varlıktan üstüne bir şey bulaşmasından korkuyormuş gibi otağın bir kenarına çekildi:
“Kalk bedbaht!” dedi. “Kalk. Boynundaki salibi at, belindeki zünnarı çıkar, ağzını bir iyi yıka, imanını tazele, babanın yanına bir Frenk şövalyesi gibi değil, bir Osmanoğlu gibi git! Tanrı yardımcın olsun.”
Murat da, oğlu da düştükleri yerden kalkabilecek durumda değillerdi. Hünkârın verdiği işaret üzerine, kendilerini otağa getirmiş olan çavuş koştu, her iki prensi ayağa kaldırdı ve dışarı çıkardı. Cellat otağın önündeydi, mahkûmları yere kadar eğilerek selâmlıyordu, “Buyurun sultanım, şu çadıra buyurun.” sözleriyle kendilerini mezara açılan kapıya doğru sürüklüyordu.
Süleyman kendini artık bahtiyar sayıyordu. İstanbul fatihinin mağlup olduğu iki mühim yerde, o galip olmuştu, muzaffer olmuştu Belgrat elinde, Rodos elindeydi. Hükümdarlığa geçer geçmez kazandığı bu iki muhteşem zafer, iki kuvvetli meşale gibi istikbal yolunu aydınlatıyor ve kendisine sayısız zaferlerin hayalini seyrettiriyordu.
Cem Sultanoğlu meselesini kökünden hallettiği, bir tarih pürüzünü temizlediği için de ayrıca memnun oluyordu. Frenkler elinde bir Osmanlı şehzadesi tahtın selâmetini gece gündüz tehdit eden bir kâbus demekti. Şimdi o kâbus, kendine peyklik eden yavrusuyla beraber mezara gömülmüştü. Artık tâcütaht emin ve müsterih yaşayabilirdi. Ne toz, ne bulut onun ışığını incitmeyecekti.
Şimdi sıra kalbin zaferine gelmişti. Rodos’u nasıl topla döve döve, burçları yıka yıka ele geçirmişse “yârican”ının da kalbini ateşli kelimelerle sara sara ve o yürekte bulunması mümkün olan her türlü mukavemet imkânlarını devire devire bir aşk zaferi elde edecekti. O, henüz on üç yaşındayken “kadın” yenmeyi sınamıştı. On dört yıldan beri aynı sınayışı tekrar ediyordu. Fakat zaman geçtikçe anlamıştı ki kadını yenmek başka, kazanmak başkadır. Sayısını pek de hatırlayamadığı mağlup kadınların hepsi kölelerin efendilerine gösterdikleri miskin mütavaatla[18 - Mütavaat: İtaat, baş eğme. (e.n.)] boyun eğmişlerdi. Küçük bir işaret görür görmez diz çöken kadın ise muhasarasız, hücumsuz ve zahmetsiz ele geçen kale gibidir. Galibini mahzuz etmez, belki mahcup eder.
Süleyman da kadınlar üzerine on dört yıldan beri kazandığı zaferlerden haz değil, hicap duyuyordu. Onlar daima etlerini vermişler, gönüllerini kendilerine saklamışlardı. Çünkü kendisi hiçbir kadının yüreğine girmeyi denememişti ve böyle bir zahmete katlanmayı da düşünmemişti. Hürrem’i görüp beğendikten sonra ansızın “mücadele” kararı işte bu sebeplerdendi ve kadın eti üzerinde arsız bir sinek gibi dolaşmaktan artık utanç duyuşundandı.
Evet, aşk sahnesinde sinek rolü oynamaktan bıkıp usanmıştı. Şimdi heyecanlı bir pervane olup Hürrem’in yüreğine kapanmak atıyordu. Bunun için o yüreği evvela açmak lazımdı. Bir kadın yüreğini açabilmekse iyi müdafaa olunan bir kale kapısını açmaktan daha zordu. Belgrat’ı, Rodos’u düşüren genç hükümdar -belki de sınamadığı bir iş olduğu için- bu kanaatteydi ve kendini tahayyül yahut tevehhüm ettiği güçlüklere karşı hazırlamak kaygısına kapılmıştı.
Her şeyden, her hamleden önce şiiriyle Hürrem’i ateşlemek azmindeydi. Bütün şairler gibi o da şiirin sihir olduğuna inandığı için her kelimesinde gönül ateşinden bir kıvılcım yanan gazellerle sevgilisinin kalbinde sönmez yangınlar tutuşturabileceğini umuyordu. O güne kadar yendiği kadınlara yalnız elini ve ağzını uzatmıştı. Hürrem’e kalbini, ruhunu, vicdanını uzatmak ve onların sesini de şiir hâlinde kıza duyurmak istiyordu.
Fakat heyecanı daima feveran hâlindeydi, dudaklarını ve düşündüklerini bir türlü kâğıda geçiremiyordu. Bu sebeple Rodos’un alındığını, Cem Sultanzadenin -yetişkin oğluyla birlikte- giderildiğini anasına müjdelerken Hürrem’e okunmak için yepyeni bir şiir yazamamış, eski şairlerden birinin şu gazelini mektubuna ilave etmişti:
Sernamei muhabbeti cânâne yazmışam
Hasret risalesin varakı câne yazmışam
Nâlişlerini derd ile biçâre bülbülün
Bâdisabâ elile gülistâne yazmışam
Zülfün hikâyetini gönülde misal edip
Gam kıssasını levhi perişâne yazmışam
Resmetmişem gözümde hayalini güyâ
Nakşi nigârı sağari mercane yazmışam[19 - Bu gazel, Bursalı Veliyeddinzade Ahmet Paşa’nındır.]
Lakin kanmıyor, kanamıyordu. Gözünü kapayarak Hürrem’i, kendinden gelen mektupları dinler vaziyette tahayyül ederken onun bu şiirdeki tahassür ateşini azımsadığını, dudağını büküp durduğunu görür gibi oluyor ve bu vehmi müşahededen üzülerek hemen beraberinde taşıdığı divanları karıştırmaya, aşkını ve hicranını daha canlı surette hissettirecek şiirler aramaya koyuluyordu.
Rodos’tan sonra gemilere bindirilerek yollanan müfrezelerin Leryos, İstanköy, Gelmez, İncirli, İleki, Sombeki adalarını işgal etmeleri üzerine anasına yazdığı başka bir mektuba da, işte o arayışlar arasında beğenip seçtiği şu manzumeyi koydu:
Kıldım belâyı aşk ile ben mübtelâ sefer
Meşhurdur ki âşıka ya sabr, ya sefer!
Hayretteyim ki böyle havadar iken sana
Çün erdi kûyine niçin ede saba sefer?
Gitmez kapından ol ki görüp zülfü haddini
Akereb de olsa mâh değildir reva sefer!
Katî alâyık eyleyip bizler gibi kalır
Sevdayi zülfuyâr ile müsgi hatâ sefer!
Bunda, bu şiirde kendi dileğine uygun bir vuzuh görüyordu ve Hürrem’in maksadı sezip mütehassis olacağını umuyordu. Fakat bir yandan da sabırsızlanıyordu. Harp bitmiş, zafer kazanılmış olduğu hâlde henüz Rodos’tan ayrılmamak sinirine dokunuyordu. Gözü ve yüreği İstanbul’da, ayağı Rodos’ta olarak yaşamak neşesini kaçırıyor ve yapılması gerekli işlerin hızla görülmesi için sadrazamı boyuna sıkıştırıyordu.
Nihayet bu işler bitti, fetholunan yerlere muhafızlar konuldu, bayındırlık maslahatıyla uğraşacak memurlar seçildi, Kırım Hanı’na, Mekke Şerifi’ne, Venedik Doçi’ne zafernameler yollandı ve adadan ayrılmak zamanı geldi. Bu, bayram sevinci veren bir hadise olmakla beraber hükümdara ihmali kabil olmayan vazifeler de tahmil ediyordu. Adadan çıkmadan önce orada kalan şehitlere veda etmek lazımdı. Süleyman, bu büyük vazifeyi çok tantanalı bir rasimeyle yaptı. Zaferin bütün şerefi kendine ait olan ölülerin işgal ettiği sahaya, orduyu beraber alarak gitti, Hürrem’i kendisine bir kere daha unutturan uzun bir heyecan saati geçirdi. Sonra Cem Sultanzadeyle oğlunun mezarlarını ziyaret etti, bol bol gözyaşı döktü, avuç avuç para dağıttı ve ayağa kalkıp da ıslak mendilini koynuna koyar koymaz Marmaris’e hareket emrini verdi.
O, orduya karşı büyük bir cemile göstermek istiyordu. Bu maksatla Şehit Kara Mahmut Reis’in kadırgasına bineceğini vezirlere söyledi. Rodos’un alınması için çalışanların başında bu yiğit denizci vardı. O, tam iki yıl, dalgalar arasında mekik dokumuş ve bu adaya gidip gelerek müstakbel harbin planlarını hazırladığı gibi kanını da bu ülkü uğrunda dökmüş, düşmanla çarpışa çarpışa şehit düşmüştü. Süleyman, bu bahadır Türk’ün hatırasına hürmet göstermekle orduyu hoşnut edeceğini düşündüğünden mübarek bir yetim gibi limanda boynunu büküp duran kadırgayı hazırlattı, donattı ve onunla adadan ayrıldı.
İçinde şimdi uçmak ve orduyu da beraber uçurmak ihtiyacı tutuşmuştu. Bu ihtiyacın zoruyla menzil cetveli üzerinde boyuna düzeltmeler yapıyor ve merhalelerin çoğunu hazfederek avdet yolunu -imkân müsait olamayacağı şekilde- kısaltmaya çalışıyordu. Ordu da, kazanılan büyük zaferin şerefine, ona uysallık gösteriyor ve yorucu bir yürüyüşü kabul etmekten çekinmiyordu. Netice gerçekten parlak oldu, Rodos’a gelinirken kırk üç günde alınan yol, bu sefer yirmi günde aşıldı ve Muğla, Kuduş köyü, Alaşehir, Torasili, Torahanlı, Paşaköyü, Susığırlık, Kemede, Subaşı, Anafor, Kurşunlu, Pazarköy merhaleleri -hemen hemen hiç durmadan- geçilerek Dil iskelesine varıldı. Orada hünkârı Sarayburnu’na çıkaracak bir gemi hazırdı. Süleyman, kalbini arayan heyecanlı bir göğüs gibi çırpına çırpına gemiye atlarken bir harem ağası anasının son mektubunu sundu. Bu kâğıdın bir köşesinde şu satırlar ve altında da “Cariyeniz Hürrem” imzası vardı.
“Hoş geldiniz sultanım, velinimetim efendim”
HAVVA ROLÜNÜ DEĞİŞTİRİYOR
Sarı, kumral, kıvırcık ve esmer üç yüz baş kızıl bir iştiyak içinde yerlere kadar eğildi; ela, mavi, yeşil ve kara üç yüz çift göz kapandıkları noktada müşterek bir heyecanla titredi: Hünkâr geçiyordu. Sarı, kumral, kıvırcık ve esmer üç yüz baş, muzdarip bir hayret içinde yükseldi; ela, mavi, yeşil ve kara üç yüz çift göz, nemli bir iştirak içinde saray dehlizlerinin loşluğuna dikildi: Hünkâr uzaklaşmıştı.
Bu üç yüz güzel baş, iki yüz otuz uzun günden beri şu gelişi bekliyordu, bu üç yüz çift göz yedi buçuk aydan beri şu mesut günün doğuşunu tahayyül ediyordu. Barut kokusu, is ve duman içinde aylar geçiren padişahın saraya adım atar atmaz yorgunluk giderici şen bir gece yaşamak ihtiyacına mağlup olarak kendilerine alaka göstereceğini uman bu başlar ve öyle bir gecenin kucağında iki bahtiyar yıldız olmak hülyasını -ayrı ayrı taşıyan bu gözler- ansızın hüsrana uğramışlardı, güzel bir şaşkınlık eseri gibi bulundukları yerde buhran geçiriyorlardı. Çünkü hünkâr, tek bir saniye bile kendileriyle alakalanmamıştı, gül ve sümbül kümelerini okşamadan geçen bir rüzgâr gibi uzaklaşıp gitmişti. O renk renk güller, zarif uğultusunu duyup da serinliğini sezmedikleri rüzgârın arkasından bükük boyunlarını uzatarak bu umulmaz kayıtsızlığın matemini yaşıyorlardı.
Elemin büyüğünü duyan Haseki Mahidevran’dı. O, renkten ve ziyadan yapılmış canlı birer top dizisi gibi yol üstünde uzanan üç yüz başı birer tebessüm sadakasıyla okşaya okşaya geçecek hünkârın kendi yanına gelir gelmez mücessem bir muhabbet, mücessem bir iltifat kesilerek dinleneceğini, bülbülleşeceğini ve sonra açık bir kucak hâline çevrilerek -yan yana durduğu- oğluyla birlikte kendisini sarıp sürükleyeceğini umuyordu. Hâlbuki hünkâr, bütün o başlar gibi kendi başına da gözünü çevirip bakmadan, oğlunu öpüp okşamadan yürümüş, geçmişti, dairesine kapanmıştı.
Bu, bir cilve olabilirdi. Fakat Valide Sultan’la Hürrem’in hünkârla beraber yürümüş ve yine birlikte gözden kaybolmuş bulunması hadiseyi mağrur bir erkek cilvesi olmaktan çıkarıyordu, tehlike hissettiren bir mahiyete sokuyordu. Yedi buçuk aylık bir hicrandan sonra gözdesine göz ucuyla bakmayan, oğlunu okşamayan hünkârın yaman düşünceler taşıdığına şüphe yoktu.
Mahidevran bu durumda ilkin sarardı, ardından iradesini kaybedecek kadar sendeledi, yüzlerine bakılmayan şu halayıklarla bir seviyede bulunmayı nefsine yediremeyerek bir şeyler yapmak istedi ve hemen oğlunun eline yapıştı, hünkârın izine düştü. Onu kapandığı yerde yakalamak, ihmal olunmuş vazifelerini hatırlatmak kaygısıyla hareket ediyordu. Fakat, sonunu düşünmeyerek, ittihaz edivermiş olduğu bu karar da, biraz sonra kırık bir hülyaya münkalip oldu. Çünkü padişahın dairesi önünde duran iki harem ağası, siyah birer uçurum gibi onun önüne dikilmişler ve beyaz dişlerinin ördüğü kısa bir zincirle zavallının adımlarını kösteklemişlerdi.
“Şevketli hünkâr halvette!”
Efendiden sonra kölelerin takındığı ağır tavır, gözdelik ve analık haklarını aramaya gelen sinirli kadını büsbütün kızdırdı ve bağırttı:
“Ayağının tozuyla halvete girmez o. Siz çekilin, benim işime karışmayın.”
Berikiler, aşılmaz birer siyah uçurum gibi görünmekte ısrar ettiler ve yalvardılar:
“Titizlenmeyin sultanım, soğukkanlı olun. İçeride valide hazretleri var. Ferman dinlemeyip halveti bozarsanız gül hatırınıza toz kondurmuş, bizim de ocağımızı söndürmüş olursunuz.”
O da ayak diredi:
“Şehzadem babasını görmesin, mübarek elini öpmesin mi? Valide hazretleri kendi aslanını koklayıp okşarken benim aslanım baba hasreti mi çeksin?”
Münakaşa uzayıp gitmek istidadını gösteriyordu, harem ağaları da müşkül bir mevkiye düşmek üzere bulunuyorlardı. Hünkârın halvete çekildiğini söyleyen Valide Sultan’dı. Onun emrini çiğnemek ve çiğnetmek ellerinden gelemezdi. İçeri girmek isteyen de padişahın o güne kadar göz bebeği sayılan nazlı gözdesi olup yanında şehzadesi bulunuyordu. Bu zorlu ziyaretçileri zorla geri çevirmek de çok tehlikeliydi. Ağalar, her iki tarafı bir anda korumak ve kollamak imkânını bulamadıklarından yalvarmaya germi vermişlerdi, Mahidevran’ın eteğini bırakıp elini, elini bırakıp ayağını öpüyorlardı.
Fakat onun gözleri enikonu kararmıştı, halvet denilen âlemin esrarını yırtmak ve çiğnenmiş gördüğü haklarını elde etmek kayırışıyla ter ter tepiniyordu. Nihayet harem ağalarını mağlup etmek yolunu hatırladı ve Şehzade Mustafa’ya kalın perdeyle örtülü yaldızlı kapıyı gösterdi:
“Gir yavrum…” ded. “İçeri gir, baban orada; koş, ayağına kapan, elini öp!”
Çocuk bu sözlere uyacak, iki seddi aşacak ve anasının işaret ettiği hedefe ulaşacaktı. Yarının efendisine bu zavallı köleler engellik edemezlerdi. Kendisini yolundan çeviremezlerdi. O, hünkârın mukaddes varlığından bir parçaydı, dil ve el uzatılmaktan münezzehti.
Harem ağaları, bu sebeple ince boyunlarını bükmüşler, küçük şehzadeye yol vermeye hazırlanmışlardı. Mahidevran da, her engeli devirmek kudretini taşıyan oğlunun izine basa basa halvet âleminin bağrına sokulmak için sabırsızlanıyordu. Orada nasıl karşılanacağını ve nelerle karşılaşacağını bilmemekle beraber her şeyi göze almıştı, efendisi tarafından tek bir bakışla olsun okşanmamak felaketini tamir uğrunda bütün ömrünü yıktırmaya rıza gösteriyordu.
Fakat oğluna karşı açılacağına emniyet beslediği halvet kapısı, onu ve kendisini içeri almak için değil, belki büsbütün kapanmak için açıldı ve beslenen ümitler, eşik önünde eriyip gitti; Valide Sultan önlerine dikilmişti.
Mahidevran, böyle bir tecelliyi hatırına getirmediği için şaşırmış, küçük şehzade ise büyükannesini görünce geri çekilmişti. Harem ağaları memnun bir eğilişle iki büklüm olmuşlardı, kendilerini muhataradan kurtaran meleği selamlıyorlardı.
Hafsa Sultan ilkin torununun yüzünü okşadı:
“Burada…” dedi. “İşin ne yavrum? Çağırılmadığın yere gelmek sana yakışır mı? Bir daha böyle yapma.”
Ve sonra Mahidevran’a gözlerini dikti:
“Aslanımı rahatsız etmeye mi geldin? Ne cüret, ne cüret?”
Kadının bir şeyler söylemeye yeltendiğini görünce yürüdü, torununu da elinden tutup yürüttü:
“Düş ardıma…” dedi. “Daireme gel. Orada konuşalım. Aslanım sesinizi duyarsa hâlin müşkül olur.”
Mahidevran, bir şehzade doğurmuş bulunmakla beraber “emir kulu” olmak mevkisinden bir parmak bile yükselemediğini anladı, dilediği vakit sormadan, rızasını bile tahsile lüzum görmeden yanına gelen, gelebilen ve bütün benliğini -istediği şekilde- tasarruf eden, edebilen erkekle kendi arasında uzun mesafeler bulunduğunu gördü, gözdeliğin, şehzade analığının şu perdeyi kaldırmak, şu eşiği aşmak hakkını da kendine vermediğini idrak etti, hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. “Her şey” sanılıp da “bir hiç” olmak kalbini, canını, ruhunu yakıyordu. Fakat vaziyeti olduğu gibi kabul etmek zaruretini de seziyordu. Ondan ötürü hıçkırıklarını savura savura Valide Sultan’ın ardına takıldı ve onun dairesine girer girmez yerlere kapanarak yalvardı:
“Haydi o padişahtır, bir kadına değer vermez, acımaz diyelim. Sen ki kadınsın, anasın. Ne çektiğimi anlamaz mısın, bana acımaz mısın? Suçum ne? Kocadım mı, çirkinleştim mi, onu oyalayamaz mıyım?”
Hafsa Sultan, bir mindere bağdaş kurup oturdu, torununu da yanına oturttu.
“Deli kız…” dedi. “Saçmalıyorsun. Sana kocamış, çirkinleşmiş diyen yok. Gençsin, dinçsin, nur gibi kadın, kadıncıksın. Fakat düşüncesizsin. Padişahların bir gülle yaz geçirmeyeceklerini bilmiyorsun. Bırak aslanımı kendi hâline. Varsın, dilediği çiçeği koklasın. Burnu o çiçeğe yapışıp kalacak değil ya. Yarın canı çekerse seni de koklar!”
Mahidevran, kapandığı yerden başını kaldırdı, yaş dolu gözlerini kolunun yeniyle sildi.
“Ya!” dedi. “Arada güller, sümbüller de var ha, demek ki ben suyu sıkılmış limon gibi atılıyorum, şuna buna feda ediliyorum. Bunu şevketli hünkârdan ummazdım, beklemezdim.”
Ve deli gibi sıçradı, ayağa kalktı, oğlunun kollarına yapışıp yanına çekti:
“Aslanınıza…” dedi. “Fare kılıklı Hürrem’i peşkeş çektiniz, değil mi? Tanrı sizi amelinize göre sevindirsin, fakat ben yapacağımı bilirim.”
Salondan, oğluyla beraber uzaklaşırken Valide Sultan sordu:
“Yapacağını da söyler misin hanım sultan?”
O, başını çevirmeden cevap verdi:
“Bana yakışanı!”
Sultan Süleyman, kendini harem dairesinin ilk eşiğinde karşılamaya koşan anasının yanında Hürrem’i görünce tepeden tırnağa kadar titremiş, sendelemiş ve sonra kıpkırmızı kesilmiş olmakla beraber dişili erkekli beş altı yüz kişilik bir cemaat önünde vakarına aykırı düşecek bir iş yapmaktan korunabilmişti. O kalabalık olmasa anasını belki mühimsemeyecek, Hürrem’i çılgın bir tehalükle kucaklayıverecekti, çünkü kızı, kalbinde yaşattığı hayalden daha hoş ve cazibeli bulmuştu. İyi bakım, iyi giyim ve kuşam, Kızıl Rusya dağlarından koparılıp İstanbul Sarayı’na getirilen bu canlı goncaya bambaşka bir inkişaf, bambaşka bir olgunluk vermişe benziyordu. Saçların rengi, eskisine nazaran, iki kat parlak görünüyordu. Endam, bir bakışta sezilecek kadar tenasüp farkı taşıyordu. Evvelce yere eğili ve hırçın duran gözler şimdi munis ve mütebessimdi. Yalnız burun, yine eskisi gibi şahlanmış bir ihtiras işareti hâlindeydi, kalkıktı ve üzerinde bulunduğu çehreye çevrilen gözlerin hayretini uzaktan karşılıyordu.
Süleyman, goncalık taravetini ve letafetini muhafaza etmekle beraber olgun bir gül cazibesi de hissettiren Hürrem’in güzellik bakımından elde ettiği terakkiyi baş döndürücü bir hayretle ve iliğine kadar işleyen bir hayranlıkla anladıktan sonra kıpkırmızı kesilen yüzünü anasının avuçlarına kapadı, kekeledi:
“Çok teşekkür ederim valide. Elması iyi işlemişsin, pırıl pırıl etmişsin. Üçümüz bile gidelim, halvette konuşalım.”
Onun yol boyuna dizilen renk renk başlara ve onların serdarı gibi bir durum alan Mahidevran’a iltifat etmemesi, oğlunu da öpüp okşamak şöyle dursun, hatta görmemesi işte bu sebeptendi. Hürrem’i serpilip açılmış ve gerçekten ilahileşmiş bulmasındandı. Kızın ayak sesini duydukça heyecana kapıldığı ve yirmi adım ötede bekleyen halvet âlemini düşündükçe de heyecana düştüğü için yanını, yönünü görmüyordu, göremiyordu.
Kendi dairesinde anasıyla ve Hürrem’le yalnız kalınca ruhundaki sersemlik geçti, yerine alevli bir iştiha geldi. Küçük Rus kızını, bir cennet elması gibi dilim dilim soyarak yemek, ruhuna hazmettirmek istiyordu. Yedi buçuk ay süren meşakkatli bir perhizin vücuda getirdiği açlık, manevi ihtiyaçları kamçıladığından âşık hünkâr, homur-dayan bir kurt gibi görünüyordu.
Fakat maddeyle mananın birbirini tamamlamak suretiyle kendisine aşılamış olduğu bu kurt ihtirasını yenmekte gecikmedi ve birden soğukkanlılığını ele aldı. Çünkü Hürrem’in parlak bakışlarında aşk yoktu. Yalnız sevinç ve biraz da gurur vardı. Süleyman, damarlarını yakan ateşe ve gözlerini bürüyen dumana rağmen bunu sezince iradesini topladı, aylardan beri taşıyageldiği düşünceye avdet etti. Şimdi, avcunun içinde gibi duran güzellik goncasını ulu orta koklamak hırsından uzaklaşmıştı, onun her yaprağına bir aşk kokusu işlemek ve bir goncadan muattar bir sevda kıvılcımı yaratmak emeline kapılmıştı.
Valide Sultan, henüz seferber kılığını terk etmeyen, zırhı içinde demirden bir heykel gibi görünen oğlunun karışık düşünceler geçirdiğini sezdiğinden şefkatli sesiyle bir muhasebe mevzusu açtı:
“Aslanım…” dedi. “Gazan mübarek olsun. Şanına şan kattın, fakat ben de burada az yorulmadım. Şu küçüğü adam etmek için çekmediğim zahmet kalmadı. Allah’a şükür, emeklerim boşa gitmedi, seni hoşnut olmuş gördüm.”
Ve “Öp, aslanımın ayaklarını!” emriyle Hürrem’i secdeye kapandırdıktan sonra oğlunun zelzeleler geçirdiğini sezmeksizin sözüne devam etti:
“Haspa çok akıllı şey. Mektuplarımda da yazıyordum ya. Bir sözü iki ettirmiyor, şıp diye belliyor. Türkçeyi benim kadar öğrendi. Okumada, yazmada ise beni fersah fersah geçti. Kaleminden kan damlıyor desem yalan değil. Neler yazmıyor, neler!”
Hünkâr, duyan fakat anlamayan bir kulakla anasını dinliyordu. Hürrem’in ayaklarını öpmesi üzerine soğukkanlılığını yeni baştan kaybetmişti, yine aç kurt ihtirasına kapılmıştı. Ayaklarına sürünen dudakların ateşi, ta başına yükselmiş gibiydi, beynini yakıyordu. Bu sebeple yalnız kalmak, ihtirasına biraz sükûn getirmek istedi.
“Tekrar teşekkür ederim valide…” dedi. “Gerçekten iyi bir iş işlemişsin, nurdan oya yapmışsın. İznin olursa onu bir sınayayım, neler öğrendiğini gözümle göreyim.”
Hafsa Sultan afallar gibi oldu, bön bön oğluna baktı. Seferden gelen oğlunun üstünü değiştirmeden, yüzünü yıkamadan, karnını doyurmadan Hürrem’le baş başa kalmak isteyişini garip bulmuştu. Gerçi padişahın bu küçük kıza pek değer verdiğini biliyordu. Ondan dolayı da kendisi gece gündüz demeden Hürrem’i terbiyeye çalışmıştı. Bütün bunlara rağmen oğlunun bu kadar sabırsız davranacağına ihtimal vermiyordu.
Kadıncağızın böyle bir ihtimale zihninde yer vermemekte hakkı vardı. Çünkü saray ananelerine göre padişahların yeni bir gözde seçmeleri hususi merasime bağlıydı. Onlar, o tâcidar hovardalar, kapı artlarında aşk yakalayan tesadüf avcısı çapkınlar gibi ulu orta hareket etmezler ve edemezlerdi. Her bayram gecesi kendilerine anaları tarafından birer halayık sunulmak âdeti o zaman henüz teessüs etmemişse de gözdeyi seçmek usulü çoktan kurulmuş bulunuyordu. Bu usule nazaran hünkâr, kalbi olmayan taze bir aşk yaratmak isteyince harem ağalarının reisine fikrini açar, o da bütün kızları hazırlayıp efendisinin yolu üstüne sıralar ve hünkâr, içlerinden kimi beğenirse onun omzuna mendilini atarak seçme rasimesini tamamlardı.
Süleyman, bu ananeye saygı göstermiyor ve anasının sadece terbiyesini tebarüz ettirmek düşüncesiyle odaya getirdiği bir kızı yanında alıkoymak istiyordu. Fakat ne denebilirdi? Hünkâr, ananeden de üstün bir kudretti. Bu sebeple Valide Sultan, hayretini çabuk giderdi, hatta gülümsemeye çalıştı.
“Allah…” dedi. “Safayı hatır versin. Umarım ki küçükten memnun kalacaksın!”
İşte o sırada Mahidevran harem ağalarıyla dil kavgası yapıyordu, içeriye girmek istiyordu. Hafsa Sultan, dışarıdaki gürültüyü -hassasiyeti bir nokta üstünde toplanmış ve Hürrem’den başka bir şey görmemek mevkisine düşmüş olan- oğlundan önce duydu ve hemen perdeye koştu, vaktinde yetişmiş ve halvetin zevkine balta asılmasına engel olmuştu.
O, hırçın hasekiyi oradan uzaklaştırmakla yine bir ananenin, bir kadınlık ananesinin hükmüne riayet göstermiş oluyordu. Çünkü kendisi Valide Sultan olmakla beraber nihayet bir kaynanaydı. Mahidevran, gözde ve haseki adını taşıyan bir gelindi ve anane, kaynananın her fırsatta gelini üzmesini emrediyordu.
Onlar, beri yanda ve bildiğimiz şekilde karşılaşırken Süleyman da, Hürrem’in karşısına geçmişti, derin bir istiğrak içinde onu temaşa ediyordu.
Gerçekten vecde düşmüş gibiydi, içinde yepyeni bir âlemin safha safha açıldığı ve bu âleme boyuna garip renkler, keskin ışıklar saçıldığını sanıyordu. Karşısında elpençe divan duran kız, bütün bu işleri hareketsizlik içinde yapıyor ve bu yeni âlemi örüyordu.
Süleyman, uzun ve pek uzun bir lahza bu durumda kaldı; yeriyle, göğüyle, yıldızlarıyla, güneşleriyle, çiçekleriyle, kuşlarıyla ruhunda tekevvün eden âlemin inkişafını safha safha seyretti ve sonra harikalar kuruntulamaktan yorulmuş, bunalmış bir hayal avaresi gibi silkindi, hakikatin kucağına atılarak dinlenmek istedi, Hürrem’in iki elini avuçlarına aldı:
“Kız…” dedi. “Sen yaman şeysin. Aslını bilmesem gökten indiğine inanırdım. Bu ne güzellik, ne güzellik!”
Şimdiye kadar hiçbir kadına şu şekilde iltifat etmemişti, “güzelsin” dememişti. Bütün temas ettiği kadınların gördükleri en yüce lütuf ve en yüksek muhabbet nişanesi, yanaklarının okşanmasından, saçlarının biraz karıştırılmasından ibaretti. Sürekli aşk dakikalarının yegâne cümlesini de “hazzettim” kelimeleri teşkil ederdi. Fakat o okşanışı gören, o basit kelimeleri duyan kadınlar, yanaklarını mehtaba değmiş, saçları yıldızlarla örülmüş ve meleklerle dudak dudağa gelmiş gibi ışıklı bir sersemliğe kapılırlardı, gülerek, ağlayarak şükranlarını terennüm ederlerdi.
Hürrem öyle yapmadı, yere kapanmadı, sevinç yaşları dökmedi, şükran kasideleri kekelemedi, sadece gülümsedi:
“İnsanın…” dedi. “Ayna gibi dostu var. Ben de kendi değerimi o dost ağzından her gün dinliyorum, dediğiniz kadar güzel olmadığımı duyuyorum efem.”
Hünkâr, eğilmek bilmeyen güzelliğe biraz hareket olsun vermek istedi. Hürrem’i göğsüne doğru çekti ve gözlerini onun gözlerine dikerek cevap verdi:
“Aynaya benim gözlerimle bakarsan ne kadar yanıldığını anlarsın.”
“Buna imkân var mı efem? Ben sizin gözlerinizi kullanabilir miyim?”
“Aşka düşersen kullanabilirsin!”
“Aşk nedir efem? Yeni işitiyorum bunu!”
Süleyman, ne taaccüp etti ne de hiddet. Kızın aşk cahili olmasını tabii buluyordu. Yeryüzünde herhangi bir kimsenin kendini sorguya çekmesini havsalasına sığdıramamakla beraber yapılan şu sorudan heyecanlı bir haz alıyordu. Ondan ötürü şevkle aşkı anlatmaya koyuldu:
“Aşk!” dedi. “Bir yüreğin başka bir yürekle kaynaşması demektir. Aşka düşüp de ikilikten çıkan yürekler şeker karıştırılmış süte yahut güzel kokulu güle benzerler. O sütte şeker, o güldeki koku neyse birleşen gönüllerde de aşk odur, iki ayrı şeyi bir yapan kuvvettir.”
Hürrem gülümseyerek dinliyordu. Hünkâr yaptığı tarifi eksik ve kendi düşüncelerini hakkıyla ifade etmek kabiliyetinden uzak bularak, kızın da gülümsemesinden ilham alarak sözüne devam etti:
“Yıldızlar…” dedi. “Niçin parlar, bilir misin? Güneşe âşık olduklarından. Ay niçin incelir, solar, erir: aşktan. Çünkü yıldızlar gibi o da güneşe gönül vermiştir. Rüzgârlar, aşkın çocuğu ve aşkın esiri olan tabiatın sesidir. Kuşlar, hep aşk cıvıldar. Bülbülün bildiği tek bir beste varsa aşktır. Aşk olmasaydı yer olmazdı, gök olmazdı, hayat olmazdı, anladın mı küçük?”
Hürrem ellerini hünkârın avuçlarından çekmeden, gözlerini onun gözlerinden ayırmadan bir kelime söyledi:
“Hayır!”
Süleyman, hayretle karışık bir infialle iki adım geri çekildi, kızı serbest bırakarak kollarını göğsüne kavuşturdu:
“Hayır mı?”
“Evet efem, anlamadım. Çok tatlı söylüyorsunuz ama ben bir şey anlamıyorum. Merhamet buyursanız da bana aşkın kendisini gösterseniz.”
Hünkâr, güç bir durumda kalmıştı. Kendisi aşkın illeti tekvin[20 - Caus de la creation.] olduğuna inananlardandı. Bu imanını o devirde pek makbul olan (sofiye hikmeti)[21 - Philosophie mystique.] bakımından izah etmeye muktedirdi. Fakat aşkın sütte şekere, gülde kokuya benzemesini kavrayamayan Hürrem’e, vücudu mutlak, kemali mutlak, cemali mutlak, hayrı mutlak bahislerini nasıl anlatabilirdi?
Hâlbuki şu güç işi başarmaya mecburdu. Yedi, sekiz aydan beri kurduğu hülyalara gerçekleşmek yolunu açabilmek için her şeyden önce yâricana aşkı anlatmak ve tattırmak lazımdı. Şu lüzumla maslahatın ansızın aldığı çapraşıklığı uygunlaştırmak ise kaleler devirmekten çok müşküldü.
Süleyman, yaradılışındaki tahakküm meyline ve aldığı terbiyeye göre davrandığı takdirde bütün güçlüklerin -hatta bir lahza içinde-sönüp gideceğini biliyordu. Aşk nedir diyen kıza bir yastık göstermek kâfiydi ve şimdiye kadar düzinelerle halayığa aşkın kuş tüyü yastıklar üstünde bir nakış olduğunu hissettirmekle iktifa etmişti. Fakat Hürrem’e karşı böyle davranmak istemiyordu. Onun konuşur gibi görünüp de safiyetle karışık masum bir tahakküm göstermesi, kendisini sorguya çekmesi hoşuna gidiyordu. Bu durumda, biraz küçülmek ve değişilmeden taşınılan bir elbisenin ağırlığından biraz kurtulmak zevki seziyordu. Henüz beşikteyken endamına çizilen yaldızlı irtifadan ve ruhuna geçirilen altın zırhtan bıkıp usandığı için Hürrem’in o irtifaı yontup kısaltan, o zırhı hırpalatan tahakkümünden bahtiyar oluyordu. Ona aşkı telkin etmeyi ise zaten emel edinmişti. Bu sebeplerle mesut bir özenişe kapıldı ve aşkı yeni baştan tarife girişti.
“Gündüz.” dedi. “Her yanda ne görürsün?”
“Aydınlık!”
“O aydınlığı avuçlayabilir misin, mendile koyup taşıyabilir misin, teraziye atıp tartabilir misin?”
“Hayır!”
“Aşk da böyledir çocuğum. Kuvvetli bir ışıktır hatta ışıktan da üstün bir şeydir, ateştir. Sezilir, görülür fakat tutulmaz, ölçülmez, tartılmaz.”
Hürrem, anlamıyor gibi görünmekte ısrar etti:
“Güzel buyuruyorsunuz ama efem, gündüzün aydınlığı güneşten geliyor. Aşk ışığı nereden çıkar, nasıl görülür!”
Süleyman, bu çocukça soru üzerine dayanamadı, Hürrem’i yakalayıp bir endam aynasının önüne götürdü:
“Bak!” dedi. “İyi bak. Ne var orada?”
“Cariyeniz Hürrem!”
“Yani bir güneş.”
Ve kızın cevap vermesine meydan bırakmadan başını bir kolunun üzerine yatırdı:
“İşte…” dedi. “Aşk, senin gibi güzellerden doğar, karanlık gönüllere gecesi olmayan bir gündüz işler.”
Birbirlerini göz bebeklerinde görecek kadar yakın bulunuyorlardı. Hünkâr, tantanalı kelimelerle anlatamadığı aşkı, hararetli buselerin belagatiyle ve kulaktan değil, dudaktan kalbe inen yolla Hürrem’e hissettirmek üzere bulunuyordu. Fakat kızın göz bebeklerinde beliren kendi çehresini görünce garip bir ürpertiye kapıldı ve kızı yarı yatar vaziyetten ayırarak geri çekildi. Başındaki tuğla ve üzerinde zırhla aşk yoluna girmekten utanmıştı!
Hürrem, dudaklarına kadar yaklaşan sarhoşlatıcı saadetin ansızın uzaklaşmasından şaşırmıştı, açık bir kızgınlıkla hünkârı süzüyordu. Onda henüz işgal edilmiş ve tadı alınmadan kaybedilmiş bir taht hasreti baş göstermiş gibiydi. Hünkârın göz bebeklerinde kendini seyrederek kürenin en muhteşem bir tahtına yükseldiğini tahayyül ediyordu. Şimdi o yükseklikten ayrıldığını görerek elemleniyordu. Fakat zekâsı hissine galip bir mahluk olduğu için kalbine çöken sızıyı sezdirmemeye muvaffak oldu, tabii bir duruma bürünerek sordu:
“Benim güneş olamadığımı siz de anladınız, değil mi efem?”
Hünkâr, çılgın bir tehalük içinde tolgasını attı, zırhını çözüp çıkarmaya koyuldu ve homurdandı:
“Güneşten de parlak olduğunu anladım ve yandım Hürrem!”
Biraz sonra Kızıl Rusya’dan gelen küçük halayık, Osmanlı İmparatoru Sultan Süleyman’ın göz bebeklerinde yıkılmaz bir taht kuruyor ve bu tahtın temellerini haşmetli hükümdarın kalbine atmış bulunuyordu. O, güzeller güzeli sayılan halayıkların yıllarca beklemek ve birçok üzüntüler çekmek şartıyla ancak erebildikleri bir saadeti yedi sekiz ay içinde ele geçirdiğinden dolayı değil, bu nimetin kolay kolay elden çıkmayacağına kanaat hasıl ettiği için gurur duyuyordu. Tabiatın numunelik yarattığı kadınlardan biri olmak kuvvetiyle hünkârın hissî vaziyetini çarçabuk kavramıştı ve onun aşkı tarif ederken olduğu gibi telkin ederken de samimi davrandığını anlamıştı. Şimdi bu vaziyetten istifade etmek ve bir kalp kazandığını kuruntulayarak zafer sersemliği geçiren padişahı o vehmin ve o sersemliğin hazzı içinde bunaltmak istiyordu.
Tabiatın olgun bir şakirdi olarak hayata gözlerini açmış olan bu çok hassas ve çok dessas kadın, hangi yolun başında bulunduğunu tamamıyla görüyordu. Bu yol, gelişigüzel gözdelik yolu değildi. Eğer kalbini dudaklarına alarak ve o kalbi buse yaparak kendine aşk ilan eden şu erkeği daimî bir heyecan içinde bırakabilirse yarı kürenin hâkimi olacaktı. Önünde işte bu muhteşem hâkimiyet yolu açılmıştı. Hüner, başka kadınların bir türlü aşamadıkları ve ilk merhalesinde sendeleyip kaldıkları bu yolu aşmaktaydı ve bunun için yapılacak şey, öbür kadınları sendeleten sebeplerden uzak kalmaktan ibaretti.
Kızıl Rusya’nın fettan çocuğu, Sultan Süleyman’la vukua gelen ilk mahrem temasının yorgunluğu arasında işte böyle düşündü ve bütün kadınları yorgunluğa düşürüp kendisi dinç kaldığı için gönülden gönüle dolaşmak kudretini muhafaza eden hünkârı o kudretten yaklaştırmayı planına temel yaptı, sunulan gıdayı azımsamış bir kedi sokulganlığıyla, zaferin humarını henüz gideremeyen erkeğe yanaştı:
“Aşk…” dedi. “Rüyaymış efem!”
“Neden?”
“Elde avuçta bir şey kalmıyor da ondan!”
“Yürekte de kalmıyor mu bir şey?”
“Orada tatlı bir sızı var efem.”
“İşte aşk budur Hürrem. Seven yürek daima sızlar. Fakat bu sızlayış, başka yanıklar gibi olmaz. Hoşa gider.”
“Sizin de yüreğiniz benimki gibi sızlıyor mu efem?”
Bunu söylerken Süleyman’ın ellerini yakalamıştı, sezdirmemeye çalışır gibi görünerek boyuna öpüyordu. Hünkâr, böyle sokulganlığı bütün hayatında ilk defa görüyordu. Hiçbir kadın kendisi tarafından işaret edilmedikçe yanına yaklaşmamış, hiçbir dudak böyle müsaadesiz teninde dolaşmamıştı. Hürrem, bu sınanmamış zevki ona tattırıyordu ve bir taraflı aşkların kıymetsizliğine şu hâliyle tatlı bir örnek vermiş oluyordu.
Hünkâr gerçekten sarhoşluyordu. Düşündüğü ve emel edindiği gibi Hürrem’e aşk aşılayıp aşılayamadığını henüz takdir edemiyordu. Daha doğrusu bu işin öyle bir hamlede başarılabileceğine inanamıyordu. Fakat müstesna bir zekâ, müstesna bir hassasiyet ve müstesna bir cilvekârlıkla karşılaştığına iman getirmişti. Düşüncelerini, duygularını, dileklerini hatta yanıp yakılışlarını, sarsılıp yıkılışlarını saklamayı zevk sayan ve aşk mihrabına hislerini kefenleyerek yaklaşan kadınlarla gözünü yüreklerde dolaştırmak, dudağını damarların ta içine sokmak isteyen Hürrem arasındaki engin fark içine hem haz, hem hayret yayıyordu, beynini hoş bir sarsıntıya düşürüyordu.
Berikiler, o Mahidevranlar ve benzerleri nihayet birer kalıptı. Hürrem, coşmaya ve taşmaya müsait bir kalpti. Onun bu hususiyeti Süleyman’ın yüreğindeki kıvılcımı birden yangına çevirdi, ruhundaki iştahı arttırdı ve o yangınla o iştaha bir sayha olup dudaklarında titredi:
“Yüreğimde oturuyorsun da onun nasıl sızladığını görmüyor musun? Gözünü aç Hürrem, kalbime iyi bak. O, yanıyor, senin için yanıyor!”
Kız sanki bu yanan kalbi avucuna alıp oynamak istiyormuş gibi sokuluyor, başını hünkârın göğsüne dayayarak uzun uzun kokluyordu. Fakat hesaplı davranmaktan geri kalmıyordu. Emeli yanmadan yakmak, yıkılmadan yıkmak, incinmeden yenmekti.
Dessas zekâsının bütün inceliklerini kullanarak bu emeline erdi, genç hükümdarı inhizamdan inhizama uğrattı, okşaya okşaya yıprattı, rüyadan rüyaya geçerek tamamıyla sarhoşlattı ve sonra tek bir ter damlası taşımayan zinde alnını onun dizlerine dayayarak sordu:
“Ben sizin nenizim efem?”
“Aşkım.”
“Ya siz benim nemsiniz efem?”
“Aşkın!”
“Valide Sultan efendimiz, hasekiniz, halayıklarınız, köleleriniz, uşaklarınız da beni böyle mi tanıyacaklar?”
Hünkâr sustu ve somurttu. Kendini iliğine kadar teshir eden şu oynak kadına evet diyemezdi çünkü ona sunduğu ve ondan karşılığını aldığına inandığı aşk, hudutsuz bir zevk ifade etmekle beraber ne Hürrem’e bir hak temin ne de kendisine bir vazife tahmil edebilirdi. İkisinin kalbi şekerle süt gibi karışmış da olsa sütün aslı başka, şekerin aslı başkaydı ve herkes Hürrem’i halayık, kendisini padişah tanıyacaktı. Aşk, esirle sahibi arasındaki farkı gideremezdi.
Süleyman, bu hakikati düşünerek susuyordu fakat dizine yapışık duran o parlak alın yavaş yavaş yükselerek gümüş bir levha gibi dudaklarının hizasına gelince dayanamadı, dudaklarını uzattı ve kekeledi:
“Sana hünkârın gözdesi, göz bebeği diyecekler yavrum.”
“Başkalarına da öyle diyorlar efem. Ben, beni size bağlayan zincirin adını öğrenmek istiyorum.”
“Sevgi!”
“Onu yalnız biz görürüz. Beni, sevenlerin, sevmeyenlerin de görecekleri bir bağla bağlamaz mısınız?”
Süleyman, tepeden tırnağa kadar sarsıldı, kızın ne demek istediğini anlamıştı ve bu anlayış onun bütün benliğini hayret içinde bırakmıştı. Aşk yolunun ilk merhalesinde nikâha temas eden Hürrem’i şimdi yalnız güzel, zeki, duygulu değil tehlikeli de buluyor ve bir kat daha meshur oluyordu. Çünkü kendisi yaradılış ve terbiye dolayısıyla harp meftunu bir adamdı, bu meftunluk onu tehlike sever bir insan yapmıştı ve Hürrem’de tehlike sezince ona ait sevgisi de tabiatıyla çoğalıyordu!
Bununla beraber kadının masum bir sadeliğe sarıp ortaya attığı bu mevzu üzerinde durmayı şanına layık bulmadı, bahsi değiştirmek istedi:
“Sen benim aşkımsın, kalbimin ışığısın. Başkalarının ne diyeceğini düşünme, ne yapacaklarını düşün.”
“Ne yapacaklar efem?”
“Önünde eğilecekler, eteğini öpecekler; kulun, kölen olacaklar!”
“Kula kul, köleye köle olmak? Onlara belki hoş gelir ama beni sıkar efem!”
Hünkâr, verdiği hazzın bedelini çok başka türlü ödetmek isteyen zeki kadını bir daha ve bütün idrakini kullanarak süzdü, yeni baştan titredi. Öper gibi görünen, yalvarır gibi görünen o gözlerde derin ve pek derin bir kudret yanıyordu. Hünkâr, bu ateşten idrakine bulaşacak yangından korunmak için gözlerini kapadı:
“Aşk…” dedi. “Dilsizlikten de hoşlanır. Susalım ve sevişelim!”
***
O gece, sarayda mumlar yorulup uyudu; nöbetçiler yorulup uyudu, bütün hayat uyudu; dört kişi uyumadı: Hünkâr, Hürrem, Hafsa Sultan, Haseki Mahidevran! Süleyman’la sevgilisi yemeği unutmuşlar, içmeyi unutmuşlar, hatta kendilerini unutmuşlardı, yüreklerini kanat yaparak istiğrak âleminde yükselmişlerdi, binbir heyecan merhalesi dolaşarak sabahı bulmuşlardı. Güneş iki genci erimiş bir durumda buldu ve onların dirilişi gerçekten yeni bir doğum oldu. İkisi de başka bir hayata göz açıyormuş gibi tatlı bir hayret içindeydi. Süleyman, dedeler mirası tahtıyla ölçülmesine imkân olmayan yüksek ve pek yüksek bir tahta sahip olmuş gibi ruhi bir irtifa sezerek beyin dönmesi geçiriyordu. Hürrem, göz kamaştırıcı âlemlerin bir erkek kılığına temessülle koynuna sığıştığını sanarak benliğinde hudutsuz bir enginleşme, bir genişleme görüyor, gurur buhranlarına kapılıyordu.
Hünkâr, yanı başında uzanan kadının mesut bir sersemlik içinde bulunduğunu gördü, taze bir cezbeye tutuldu:
“Hürrem…” dedi. “Gün doğmuş! Senin yüreğinde bir şeyler doğmuyor mu?”
O, mahmur mahmur gülümsedi:
“Benim günüm dünden doğdu efem, bir daha kararmaz o!”
“Senin günün ne çeşit şey?”
“Göktekinden daha nurlu, daha güzel, daha kuvvetli!”
“Aşk mı bu?”
“Sizsiniz efem! Ben aşkı sizin bakışınızda, sizin konuşmanızda buluyorum.”
“Demek ki aşkı artık gördün, anladın. Memnun musun bari?”
“İnsan, karanlıktan ışığa çıkar da sevinmez mi efem?”
“Sevincini bana da tattır öyleyse!”
Hürrem’i ona eskisinden yüz kat fazla sevdiren de başkalarının sustuğu yerde konuşabilmesi, başkalarının uyuduğu dakikalarda uyanık görünmesiydi. Şimdi de onun bu hissi inceliklerinden katre katre haz almak ve derece derece sarhoşlaşmak istiyordu. Kadın, bu arzuya karşı uysal görünmekle beraber ilk karşılaşma deminden beri tebarüz ettirdiği “maksatlı davranış” sisteminden ayrılmadı. Zevkin yanında fikri de hareket ettirdi ve Süleyman, hayatı kâinatı unuturken o, bir saniye bile emelinden uzaklaşmayarak eski mevzuya geçti:
“Şimdi beni kovacaksınız, odama yollayacaksınız değil mi efem?”
“Odana gideceksin fakat akşama yine gelmek için!”
“Sizden koca bir gün ayrı kalacağım ya. Yeter bu acı bana!”
“Ben yüreğinde değil miyim? Niçin ayrılmış olalım?”
“Ben de sizin yüreğinizde olmalıyım ki üzülmeyeyim.”
“Bu böyledir Hürrem. İnan ve üzülme.”
“Beni avutuyorsunuz efem. Yüreğinizde hasekiler var. Onlar bana yer verirler mi hiç?”
“Aldanıyorsun yavrum. Ben hasekilere şu odada yer verdim ama yüreğime girmelerine izin vermedim.”
“Odanıza giren yüreğinize de girebilir.”
“Şimdiye kadar giremediler, yine giremezler.”
“Buna inanamıyorum, korkuyorum efem?”
“Seni nasıl inandırayım? Onu da söyle, sıkılma.”
“Beni onlardan ayırt ederek!”
“İşte ayırt ettim, seni yüreğime soktum.”
“Teşekkür ederim. Fakat yüreğinize girdiğimi ben bile görmüyorum. Başkaları nice görür?”
“Nasıl gösterelim bunu?”
“Kimseye yapmadığız lütfu bana yaparak.”
Ve Süleyman’ın ellerine yapıştı, uzun uzun öptükten sonra cesur bir hamleyle fikrini büsbütün açığa vurdu:
“Beni ‘halayık’ adından kurtar efem! O vakit aşkın yalnız sevinç değil, saadet de getirdiğine inanırım.”
Kız, kendini azat ettirmek istiyordu, halayık adından kurtulmak için bundan başka çare yoktu. Fakat Hürrem için bin köle ve bin halayık azat etmeyi seve seve kabul edecek olan padişah, onun bu dileğine ulu orta muvafakat edemezdi. Çünkü azat edilmiş bir halayığın gözde mevkisinde kalması kabil değildi. Azat olmak, hürriyete kavuşmak demekti. Hür kadınların ise -meşhur medrese tabirini kullanalım- istifraş edilmeleri caiz olmazdı ve bu gibiler ancak nikâhlanabilirlerdi.
Hünkâr, ya tamamıyla kendinin olmak veya tamamıyla kendisinden uzaklaşmak isteyen Hürrem’in şu dileğini reddedemiyordu, kabul de. Reddederse onu kendi sevgisinden şüpheye düşürmüş ve üzüp incitmiş olacaktı. Kabul ettiği takdirde yıllardan beri devam edegelen bir anane yıkılacak ve sarayda “hak” sahibi bir adam vücut bulacaktı!
Süleyman, bu vaziyette savsaklama yolunu tuttu, kendine aşkın bütün zevklerini vadeden kadını oyalamak istedi:
“Yavrum…” dedi. “Telaş etme, sabırlı ol. Her şeyin çıkar bir yolu vardır. Bir gün, hayırlısıyla, ana olursun, bana senin gibi güzel çocuklar yetiştirirsin. O vakit yakışık alır, dediğin kolayca yapılır.”
Hürrem, ayak dirediği hâlde hünkârı -hiç olmazsa- müteessir edeceğini sezdi ve onun ellerini bırakıp ayaklarına sarıldı:
“Sizi…” dedi. “Sınamak istemiştim. Şimdi inandım ki beni seviyorsunuz. Sözünüzde, haşa haşa, durmazsanız da gam değil. Bana sizin halayığınız olmak, başkalarına sultanlık yapmaktan çok daha şerefli bir nimettir.”
Biraz sonra o, kendi odasına çekilmişti. Hünkâr da anasının yanına giderek şu tebliğlerde bulunuyordu:
“Hürrem’e bir gerdanlık, bir çift bilezik, üç yüzük vereceksiniz. Bunlar, hazinemizin en parlak elmaslarından seçilecektir. Onun hizmetine altı halayık, altı köle ayıracaksınız, sizden sonra sarayda söz Hürrem’indir. Bir dediği iki olmayacak, ne dilerse yapılacak!”
Hafsa Sultan, sabaha kadar uyku yüzü görmeyen gözlerini süze süze sordu:
“Hürrem keşiğe de girecek mi?”
“Hayır valide, girmeyecek. Çünkü gözdelerin nöbetini kaldırdım. Gece hizmetimi yalnız Hürrem görecek. Öbürleri dinlensinler artık.”
“Ya Mahidevran?”
“Şimdilik o da oğluyla oyalansın!”
Hafsa gülümsedi:
“Küçüğü çok beğenmişe benziyorsun. Onun gözünü açan, ağzına dil koyan ben olduğum için kendisinden hazzetmen hoşuma gider elbet. Hatta bir densizlik eder de canını sıkar, emeklerim boşa gider diye bu gece gözüme uyku girmedi. Fakat sen padişahsın, o ‘kul cinsi’! Bu ayrı gayrılığı unutma, ölçülü davran. Çok sevsen bile az sever görün. Böyle yaparsan ona da iyilik etmiş olursun. Çünkü bugün taç, yarın pabuç olmak bir kadını öldürür aslanım.”
Hünkâr, anasının karışık düşüncelere ve duygulara tercüman olan şu öğüdünü geniş bir tebessümle karşıladı:
“Valide…” dedi. “Sen Havva Ana’mızın hikâyesini bilirsin. O, şeytan şerrine uğradı, Âdem Baba’mızı cennetten çıkardı. Bizim Hürrem, Havva kadar güzel ama yaptığı iş başka. Çünkü beni cehennem sıkıntısı vermeye başlayan hasekilerden kurtarıyor, yeni bir cennete sokuyor. Dünden beri cennetteyim, beni oraya ulaştıran da Hürrem’dir. Böyle bir kılavuza eskimiş cananlar değil, can feda, cihan feda!”
Hafsa Sultan, kendi eliyle yetiştirdiği, dillenip güzelleşmesi için emekler sarf ettiği kızın bu kadar sevilmesinden -yine kendi nüfuzu için- tehlike sezinsedi ve şaka yapar gibi görünerek endişesini açığa vurdu:
“Aman aslanım bu ne ateşleniş böyle. Sözlerini dinlerken içime korku çöküyor. Seni cennete sokan melek, bir gün beni senden ayrı düşürmek isterse hâlim nice olur?”
Hünkâr sürekli bir kahkaha savurdu, anasının omuzlarını okşadı:
“Melekler arasında gelinlik, kaynanalık yoktur valide. İkiniz kolay uyuşursunuz.”
Yirmi yedi yıl süren hasekilik hayatında eşi ve efendisi olan Yavuz Sultan Selim’in yüzünü belki yirmi yedi kere görmemiş ve hele oğlunun Hürrem’e gösterdiği alakanın binde birini o sert adamın ağzında bulmamış olan mütekait güzel Hafsa, hayran hayran bakınırken genç hükümdar yürüdü, salondan çıktı. Hasodabaşı İbrahim’i bulmaya ve saadetini ona da hikâye etmeye gidiyordu.
Şimdi Valide Sultan, emeklerinin mükâfatını Hürrem’in dudaklarından almak, onu geçirmekte olduğu rüyadan ayırarak ayaklarına kapandırmak istiyordu. Kendince bu, gerekli bir işti. O, Osmanlı Sarayı’nda esir bir kadına müyesser olabilecek saadetlerin en büyüğüne kavuşan Hürrem’e, bu saadeti kendisinin ihsan etmiş olduğunu ihsas etmek ve aynı zamanda gözde olmakla Valide Sultan’a halayıklık etmekten kurtulamayacağını anlatmak kaygısını güdüyordu. Kızın gerdekten çıkar çıkmaz kendi yanına gelmemesine, etek öpüp şükranını sunmamasına zaten mim koymuştu. Bu kayıtsızlığı biraz acı biçimde tamir ettirecek ve sonra oğlunun yeni gözdeye verilmesini emrettiği elmasları, halayıkları, köleleri kendisinin bahşişleri olarak ona sunacaktı.
Bu düşünceyle odasına bir kız yollayıp Hürrem’i çağırttı. Fakat Kızıl Rusyalı halayığın daha evvel vuku bulan davet üzerine Mahidevran’ın dairesine gittiğini haber alarak şaşırdı. Haseki, bu yeni rakibesini niçin çağırtmıştı ve onunla neler konuşmak istiyordu?
Valide Sultan derin bir merakla bu noktayı tahmin etmeye savaşırken ve Hürrem’i Mahidevran’ın odasından getirmenin uygun olup olmadığını kestirmeye çalışırken başka bir kız koşarak geldi:
“Efem.” dedi. “Hasekinin odasında kan gövdeyi götürüyor. Hürrem’le o, saç saça, baş başa geldiler, dalaşıyorlar. Sultanım lütfedip görünmezse birinden biri ölecektir. Şimdiden ortada kan var!”
Hafsa, ilkin şaşırdı, sonra kendini topladı, “İt dişi, domuz derisi.” diye yavaşça mırıldandı ve şu emri verdi:
“Sen koğuşa git, beni görmemiş ol, böyle kepazeliklerin duyulması, yapılmasından daha kötüdür.”
Ve kız çıkarken sert bir sesle ilave etti:
“Onların dalaştığını benim duymuş olduğumu duyarsam dilini söktürür, köpeklere yediririm.”
Yalnız kalınca uzun uzun gülümsedi, hasekiyle Hürrem’in paylaşamadıkları erkeğin bu dalaşmalardan iğrenerek yüreğini ana kucağında barındırmak isteyeceğini düşünüyor ve seviniyordu. Fakat kaynanalık duygularının yanında kadınlık hisleri de kımıldanıp durduğundan kavganın nasıl başlayıp nasıl bir netice aldığını öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Bununla beraber dişini sıktı ve dövüşün bitmiş olacağını hesapladıktan sonra bir halayık çağırdı:
“Git.” dedi. “Hürrem’e söyle yanıma gelsin!”
Haberci üç beş dakika sonra geri geldi, küçük gözdenin odasına kapandığını, kapıyı açmadığını söyledi. Hafsa Sultan hayret hiddet göstermeden kızı Mahidevran’ın dairesine yolladı, onu istetti lakin davete haseki de icabet etmedi, hasta olduğu cevabını gönderdi.
Valide Sultan bu durumda gururunu değil merakını tatmin etmeyi tercih etti, her iki kızın hadlerini bildirmeyi oğluyla yapacağı görüşmeye bırakarak hadisenin iç yüzünü öğrenmek çarelerini aradı ve Mahidevran’ın ağalarından Sümbül’ü çağırttı. Bu orta boylu, açık kaşlı, boğazı ve ellerinin üstü damgalı bir zenciydi. Validenin emrini alır almaz, siyahlığı beyaza çevirmiş gibi görünen bir yüzle koşarak geldi, etek öpüp divan durdu. Gözleri nemliydi, dudakları titriyordu. Hafsa Sultan, ilkin onun bu hâline ilgi gösterir gibi davrandı:
“Ne o Sümbül…” dedi. “Dayak mı yedin? Rengin bozuk, gözün yaşlı. Kim dövdü seni?”
Köle, hıçkıra hıçkıra cevap verdi:
“Keşke dövülseydim, keşke öldürülseydim de bu günü görmeseydim sultanım.”
“Beni de meraklandırdın herif, ne oldu, çabuk söyle!”
“Hürrem densizlik etti, haseki efendimizi kızdırdı.”
“Tasalandığın şeye bak. Aslanımın iki kedisi hırlaşmışsa kıyamet mi kopar? Varsınlar, dalaşsınlar. Yarın yine yalaşırlar, bir yalaktan su içerler.”
“Öyle deme sultanım. Kavga yaman oldu. İkisi boğaz boğaza geldi. Bir daha barışmazlar.”
“Vallahi tuhafıma gitti. Nasıl dalaştılar bu kızlar? Eksiksiz gediksiz anlat bana!”
Sümbül, pek mühim gördüğü vakayı, bir kitaptan okur gibi itinayla hikâyeye girişti:
“Bu sabah…” dedi. “Erkenden haseki efendimiz beni, Reyhan’ı, İsmail’i, Mercan’ı, Bosnalı Hüseyin’i, Frenk Rıdvan’ı huzuruna çağırttı. Gittik. Yanında Ehlidil, Çilsenem, Macar Ferahşad, Moskof Abide, Boşnak Pervane, Çerkez Emine, Abaza Hümayun, Bodur Zeynep, Kızıl Şakire, Pepe Kamer, Sırık Hurşit, Gökgözlü Dilrüba, Çakır Mehpeyker vardı. Biz de bu halayıkların karşısına sıralandık.
Haseki efendimiz çok titiz görünüyordu. Boyuna homurdanıyordu. Neden sonra yüzünü halayıklarla bize çevirdi
“Siz…” dedi. “Benimsiniz. Canınız elimdedir. Sizi istersem yaşatırım, istersem öldürürüm. Bunu düşününüz, soruma öyle cevap veriniz.”
Biz susuyorduk. O hepimizi ayrı ayrı süzdükten sonra sordu:
“Bir düşmanım var, onu boğmak istiyorum. Bana yardım eder misiniz?”
Kimimiz tınmadı, duymamazlığa geldi. Kimimizin ağzından isteksiz bir “evet” çıktı. Fakat o, kendini dinliyordu, bizim iç yüzümüzü görecek, sesimizi duyacak hâlde değildi. Onun için sık dokuyup ince elemedi, Bodur Zeynep’e emir verdi, Hürrem’i çağırttı.
Hafsa heyecan gösterdi:
“Sonra?”
“Sonra sultanım, küçük Moskof kızı geldi. Lakin ne geliş! Cenabın da görse dayanamazdı, celallenirdin.”
“Allah, Allah. Nasıl geldi bakayım o kız?”
“Salına salına!”
“Genç kız, güzel kız. Elbet salınır. Suç mu bu?”
“Yalnız salınmıyordu sultanım, dudağını da büküyordu. Haseki efendimizi mühimsemiyordu. Köleyiz, kuluz ama bizim bile o geliş gücümüze gitti. Yol var, erkân var. Bir halayık, şehzade anası hasekilerin yanına öyle çalımlı mı gelir!”
“Gevezeliği bırak da dövüşü anlat!”
“Evet sultanım. Hürrem, sanki haseki efendimizle eşitmiş gibi bir durumdaydı. Odaya girer girmez başköşeye gözünü dikti, el öpmedi, etek öpmedi, doğruca beğendiği yere gitti, oturdu, ayağını ayağının üstüne attı, ‘Mahidevran, beni istemişsin. Benden yolda eski, yaşça büyük olduğun için işte geldim. Nedir bakayım dileğin?’ dedi.”
“Sahih böyle mi dedi Sümbül?”
“Evet, sultanım. Böyle dedi, hepimizin ağzını bir karış açık bıraktırdı.”
“Mahidevran ne yaptı?”
“O da ilkin belinledi, bön bön bakındı, sonra gazaba geldi, köpürdü, ‘Bre kaltak, bu ne çalım? Sen kendini adam mı oldum sanıyorsun? Gözünü iyi aç terbiyeni takın. Senin şu halayıklarımdan farkın yoktur. Karşımda onlar gibi ayakta duracaksın!’ diye haykırdı.”
“Hürrem ne dedi ona?”
“Ne diyecekti sultanım. Elbette teşekkür etmeyecekti, karşılık verecekti. Nasıl ki verdi, hem de bol bol verdi. ‘Kaltak sensin!’ dedi. ‘Hoşt murdar!’ dedi. ‘Halt etmişsin kepaze!’ dedi, ağzına geleni söyledi.”
“Sonra?”
“Sonra sultanım. Haseki efendimiz deliye döndü, ‘Vay satılmış et, bana dil de uzatıyorsun ha!’ diye bir nara savurdu, Hürrem’in üzerine atıldı, yüzünü tırmaladı, saçlarını yolup kopardı, ellerini ısırdı, belini tekmeledi, iler tutar yerini bırakmadı.”
“Siz, put gibi duruyor muydunuz?”
“Hürrem, haseki efendimize el kaldırmadığı için bize karışmak düşmedi sultanım.”
“Haseki, dövülmedi, dövdü. Öyle mi?”
“Dövülmedi amma sövüldü sultanım.”
“Onun zararı yok. Eğer dayak yeseydi hâli yaman olurdu, aslanımın yanında değeri çok küçülürdü.”
Ve birden ciddileşti, kaşlarını çattı:
“Haydi git, geçmiş olsun dediğimi Mahidevran’a söyle. Yoldaşlarına da tembih et, gevezelik edip bu sırrı faş etmesinler. Gördüklerinizi, duyduklarınızı unutun.”
Sümbül çıktıktan sonra ellerini ovuşturdu, kendi kendine söylendi:
“Bu iş çok iyi oldu. Aslanım Mahidevran’a kızacak, yüzü gözü tırmık içinde kalan Hürrem’den soğuyacaktır. Bir yenisi daha gelinceye kadar at benim, meydan benim.”
Fakat oğlunun emirlerini de unutmadı, Hürrem’e verilecek elmasları hazırlattı ve onun hizmetinde bulunacak halayıkları, köleleri seçtirdi, beklemeye koyuldu. Hasekiyle Hürrem’in hünkâr tarafından sorguya çekilişlerini seyretmek için hazırlanıyor ve o muhakemenin heyecanını şimdiden hissediyordu.
***
Hünkâr, Hasodabaşı İbrahim’e kendi bahtiyarlığını kısa bir cümleyle müjdeledi:
“İyi bir gece geçirdim, sefer yorgunluğunu giderdim. Hayatın tatlı tarafı da varmış İbrahim.”
Ve şu cümlenin delalet ettiği kıvrak sahnelere geçit resmi yaptırmak ister gibi gözlerini kapadı, uzun bir tahayyül dakikası geçirdi. Sonra şen bir tebessümle başını doğrulttu:
“Şimdi.” dedi. “Sıra iş görmeye geldi. Ne var, ne yok bakalım!”
Zeki nedim, bir devlet adamı ciddiyetiyle anlatmaya koyuldu:
“İran elçisi Üsküdar’a geldi. Piri Paşa kulun telhis sunuyor, beş yüz atlıyla gelen elçinin hangi gün İstanbul’a geçmesine ferman buyuracağınızı soruyor.”
“Beş yüz atlıyla mı gelmiş elçi?”
“Evet padişahım!”
“Bir sulh mektubunu, bir dost selamını taşımak için bu kadar atlı fazladır. Lalama söyle, elçiyi yirmi atlıyla yarın İstanbul’a geçirsin, kalabalığın üst tarafı Üsküdar’da kalsın, başka ne var?”
“Şirvan Şahı’ndan name!”
“Cülusumuzu mu kutluyor? Biraz geç kaldı. Biz de cevabımızı geç verelim. Ödeşelim. Başka?”
“Moskova Knezi bir elçi yollamış, adı Jan Morosof. Vezir kulunla görüşmüş. Efendisinin efendimle ittifak etmek istediğini söylemiş.”
“İttifak mı? Neye iyi bu?”
“Kulun da anlamadım. Kazan’ı, Ejderhan’ı paylaşmak için olsa gerek.”
“Gülünç bir teklif, lalam herifi yürütsün ve zayıflara yardım seversem de onlarla ava çıkamayacağımı anlatsın. Şahinle serçenin uçuşu bir olmaz. Knez Vasili’ye bu nükte tatlılıkla anlatılmalıdır! Başka?”
“İkinci Vezir Ahmet kulun, ben kölene uzun bir mektup gönderdi.”
“Lalamı çekiştiriyor, değil mi?”
“Keramet buyurdunuz padişahım, öyle yapıyor.”
“Ne diyor?”
“Cennetmekân pederiniz Mısır’dan İstanbul’a sürgün ettiği adamlardan rüşvet aldı, kendilerini serbest bıraktı, diyor.”
“Bu eski hikâye. Ben tahta çıkınca bir iyilik yapmak istedim, o altı yüz Mısırlıyı yurtlarına yolladım. Lalama sormadım bile.”
“Ahmet Paşa, Rodos’a gidişi sadrazamın hoş görmediğini hatırlatıyor.”
“Bu da ‘malumu ilam’ değil mi ya? Adaya gitmezden önce lalamla konuşan benim. Herifceğiz, gizli kapaklı davranmadı ki. Ne düşünüyorsa yüzüme karşı açıkça söyledi. Fakat ben kendisini azarladım, seferi açtım. Allah göstermesin, ceddim Fatih devrinde olduğu gibi elimiz boş dönseydik ne olacaktı? Lalamı, iyi gördün diye asacak mıydık? Devlet işidir bu, herkesin düşüncesi bir olmaz. Hüner önümüze açılan sekiz on yoldan en temizini, en kısasını ve doğrusunu seçmektir. Bu da bize düşer. Ahmet zırvalıyor.”
“Ben kulun da öyle görüyorum. Fakat bana yazılanı efendimize arz etmek borcumdur. O sebeple Ahmet’in dediklerini birer birer dile alıyorum.”
“Başka ne diyor o?”
“Rodos’tan Anadolu’ya, Anadolu’dan Rodos’a geçirilecek halk işinde de para dönüyormuş, lalanız hayli çimleniyormuş!”
“İşte bu, yeni bir iftira, taze bir bühtan. Fakat sükûtla geçiştirilemez. Kazasker Fenarizade Muhittin’e haber yolla Ahmet’i görsün, dinlesin. Bir ipucu, bir tutamak bulursa maslahatı incelesin, sonunu bana bildirsin.”
Ve birden deli gibi gülmeye başladı, İbrahim mütehayyirdi, efendisinin savurduğu kahkahalar arasında belinlemişti. Bön bön bakıyordu. Hünkâr, uzun bir müddet güldükten sonra sert bir çehre aldı.
“Bre İbrahim!” dedi. “Kendi kendimizi niçin aldatıyoruz? Daha Manisa’da bulunurken sana söz vermiştim, tahta çıkar çıkmaz seni vezir edineceğimi söylemiştim. Rodos’a gitmeden önce teklif ettim, erkendir dedin temkin gösterdin. Şimdi acele ediyorsun, sözümü yerine getirtmek istiyorsun. Fakat beni haksızlıktan güya korumak kaygısını da atamıyorsun. Ahmet kepazesinin yalanlarını ele alıp lalamı kündeden attırmaya çalışıyorsun. Hâlbuki bunlar boş şeyler, Piri Paşa ben padişah olmadan azle mahkûm edilmişti. Bu hüküm şimdi yerine getirilecek sadrazamlık sana verilecektir. Lakin açık olalım, adamcağızı hem mesnedinden, hem şerefinden mahrum etmeye çalışmayalım. Fenarizade kılı kırk yarsa dahi, göreceksin ki lalama töhmet bulaştıramayacaktır. Hiç Yavuz gibi bir padişaha bir buçuk yıl sadrazamlık yapan adam, kolay kolay tuzağa düşer mi?”
Hasodabaşı, lütufla kahrın bir arada sunulmasından gelme neşeli bir ızdırapla kekeledi:
“O hâlde lalanız yerinde kalsın, Fenarizade de teftişe çıkmasın efendimiz.”
“Olmaz, İbrahim, olmaz. Ben sözümü tutacağım. Halkın dedikodusuna yer vermemek için de böyle teftişler yaptırmak, göz boyamak lazımdır. Yalnız aramızda riya istemem. İkimiz de lalamı niçin feda ettiğimizi biliyoruz. Bildiğimizi bilmez görünmek neye iyi?”
Ve adalete çok mail olan vicdanını susturmak için tefelsüf etti:
“Ahmet, lalamı düşürüp kendisi sadrazam olmak istiyor iftiralar düzüyor. Kötü maksatla yapılmak istenilen iyilikler bile kötüdür. Bu sebeple Ahmet gözümden düşmüştür. Mevkisinden de düşecektir. Lalama gelince: Ona acımıyor değilim lakin benim vezirim olarak kalmasına imkân yok. Yavuz’un beğendiği bir adamda Yavuz’u biraz olsun andıran huylar ve görünüşler bulunması tabiidir. Nitekim ben lalamda bu varlıkları seziyorum ve babamı görmüş gibi karşısında küçülüyorum. Onu azletmek isteyişimin hakiki sebebi işte bu küçülüşten kurtulmak kaygısıdır. Tahtın hakkı yalnız azamet, yalnız ceberuttur İbrahim, veyl bu hakkı bilerek bilmeyerek tanımayanlara!”
Nediminin bu felsefeyi tamamıyla kavramadığını zannederek izaha girişti:
“Lalamda babama benzer görünüşler bulduğumu söylerken şaşırdın, değil mi? Hâlbuki şaşılacak bir şey yoktur. Ben insanların ancak kendilerine benzeyenleri, benzer görünenleri ve hiç olmazsa benzeyecek olanları sevdiklerine, sevebileceklerine inanırım. Fikir uygunluğu denilen hâlet de bundan başka bir şey değildir. Eğer babam kendi düşüncelerinin, kendi duygularının birçoğunu Piri Paşa’da bulup sezmeseydi onu vezir edinmezdi ve hele kafasını koparmadan yıllarca yanında bulundurmazdı. Ben de senin şahsında bana biraz benzerlik bulmasam nedim olmak şerefini sana vermezdim, sadrazamlığı da omzuna yükletmeyi düşünmezdim.”
İltifat büyüktü, bunu İbrahim kadar Süleyman da kavradı ve tadile lüzum gördü:
“Senin bana benzerliğin yaş bakımındandır. İkimiz yaşıtız ve bu seni bana yaklaştırıyor: İhtiyarlığın lalamı benden uzaklaştırması gibi!”
Hasodabaşı kıymeti büyük mikyasta küçültülmüş olmakla beraber yine cihan değer bir mahiyette kalmış olan şu iltifattan dolayı şükranını sunmak istedi, efendisinin ayaklarına kapandı:
“Ben…” dedi. “Senin kölenim, azat kabul etmez kölenim. Emrinle, lütfunla yedi düvele birden hükümdar olsam eşiğinde hizmetkâr olmaktaki saadeti bulamam, yine kapından ayrılmam.”
Süleyman, gerçekten beğenip takdir ettiği kölesinin sözlerini bariz bir kayıtsızlıkla dinliyordu. Çünkü topuklarına kasideler işlenmesini ve eteğine neşideler asılmasını kanıksamıştı. Aynı zamanda zihnini Piri Paşa meselesi işgal ediyordu. Onu azletmekte kendince ıztırar vardı. Fakat adalet bakımından bu işi mazur gösterecek sebep yoktu. İleri sürmek istediği “ihtiyarlık” sudan bir bahane oluyordu. Çünkü zekâsı yerinde, sıhhati yerinde, çalışma kudreti yerinde olan bir adamı, hele bir veziri ihtiyarlık yüzünden atmak, yaş olgunluğunu ulu orta suç saymak akidesine yol açacaktı. Bu akidenin umumileşmesi hâlinde bir gün kendisini de tahttan atmak isteyenlerin çıkmayacağını kim temin edebilirdi?
Hünkâr, işte bu mülahazaları zihninden geçiriyor ve nediminin sözlerini duymuyordu. Neden sonra kendini topladı:
“Teşekküre lüzum yok.” dedi. “Kader böyle istiyor. Yeni idareye yeni adamlar gerek.”
Bunu söylerken Hürrem’i hatırlamaktan geri kalmadı ve tatlı bir heyecan geçirdi. O da şüphe yok ki, gönül bakımından bir yenilik teşkil ediyordu. Demek ki taht üzerinde vukuya gelen değişiklik teselsül edip gidiyordu ve bu kaderin cilvesinden başka bir şey değildi.
Süleyman, bu kuruntuyla vicdanında kımıldayan teessürü giderdi, kararını katileştirdi. Tahtta kendisi, kalbinde Hürrem, Kubbealtı’nda İbrahim, yeniliğin timsali olacaklardı ve bu suretle her şey yeni bir kuvvet, yeni bir kudret, yeni bir macera alacaktı. O, zihninde canlanan bu yenileşme sahnesinin mesut neticelere varacağına da kanaat getirdiğinden neşelenmişti, nedimine yeni baştan iltifat ediyordu.
“Bana sadakatle hizmet edeceğine, devletime yarar bir vezir olacağına kuşkum yoktur. İyi ve akil bir vezir, kuvvetli bir ayak demektir. Hükümdar o ayakla yorulmadan yürür, durmadan yol alır.”
Ve İbrahim’in yine bir şükran kasidesi okumasına meydan vermeden kapıyı gösterdi:
“Sen git, dediklerimi yap. Ben de biraz kitap okuyup eğleneyim. Akşama doğru yine gelirsin, sazını bile getirirsin.”
Biraz sonra eline bir mecmua almıştı, dalgın dalgın sayfaları çeviriyordu. Gözünün önünde hep Hürrem dolaştığı için kimi kırmızı, kimi siyah mürekkeple yazılmış, kimi de yaldızlanmış satırlar, hiçbir şey ifade etmeden silik bir akışla yapraklar arasından süzülüp geçiyorlardı. Fakat sık sık tekerrür eden bir kelime hünkârın dalgın bakışlarına bir uyanıklık getirdi ve gözü bir sayfa üzerinde dikili kaldı. Piri Paşa adının birkaç yerde yazılı bulunması bu uyanıklığı yapmıştı.
Süleyman, göz bebeklerinde alevlenip duran Hürrem’in hayaline bile tahakküm eden şu arsız kelimeyi ulu orta geçemedi ve mecmuaya ünlü vezirin olmak üzere kaydedilmiş olan şiirleri dikkatle okumaya koyuldu. Bunlar, âşıkane yazılmış gazeller olup şimdi padişahın hoşuna gidiyor ve her mısra, dudaklarında besteli bir ahenk alıyordu.
O güne kadar şairliğine hiç de değer vermediği sadrazamın yanık yazar bir ehlidil olduğunu anlamak Süleyman’ı âdeta sevindirdi, kıymetli birkaç elmas elde etmiş gibi hazla bu şiirleri tetkike koyuldu. Gazelin birisi şöyleydi:
Şebi zülfünde kalanlar zulûmat ile yürür
Erişen lebleri âbine hayat ile yürür
Zâhidi hasreti mey şöyle zayıf eyledi kim
Elde tesbihü asâsı salevat ile yürür
Remziya! Kaddine benzer nice serv ola ki ol
Salınır şiveler ile, harekât ile yürür[22 - Piri Paşa şiirlerinde “Remzi” mahlasını kullanırdı.]
Süleyman bu gazeli birkaç kere okudu ve birkaç kere içini çekti:
“Herif…” dedi. “Âşık. Öyle olmasa böyle söylenmez, söylenemez.”
Yine Piri Paşa’nın olmak kaydıyla mecmuaya geçirilen şu beyti daha çok beğendi:
Ney yine feryada başlar her nefes
Var iken la’lin gibi feryâd-res!
Şimdi, azletmek istediği, ihtiyar vezir için yüreğinde bir acı duyuyordu, onu incitmemek ve yerinde bırakmak arzusuna kapılıyordu. Lakin mecmuayı kapayıp da düşünmeye dalınca o dilek söndü, eski azmi tazelendi ve dudaklarında bir felsefe belirdi:
“İhtiyar kadın dudağında tebessüm ne ise kocamış şair ağzında da şiir odur. Biri gözü, biri de kulağı incitir. Ben gencim ve yanımdakileri de genç isterim. Koca Piri’ye yakışan bir köşeye çekilmek, kendi kendini avutmaktır.”
***
Mufassal, hayli mufassal bir saz âleminden sonra hareme giren Süleyman, henüz gerdek görecek toy bir güvey gibi heyecan içindeydi. İbrahim’in yayı, o gece teller üzerinde değil onun yüreğinde kıvranmış ve bu yüreği inim inim inletmişti. Şimdi o iniltilerin yorgunluğunu Hürrem’in berrak sesiyle yıkamak istiyordu.
Özlemek haddini birden aşarak tahammül olunmaz bir iştiyak derecesi alan feveranlı bir halet içinde bulunduğu için anasını görmeyi ihmal etmişti, doğruca kendi dairesine girip Hürrem’i çağırtmıştı. Ellerini ovuşturarak odada dolaşıyor ve yâricanının eşikte görünmesiyle beraber söyleyeceği tahassür şiirinin temrinini yapıyordu. Hürrem’in bir gece evvel tattığı saadetin humarını taşıyarak, o gün nail olduğu şahane bahşişlerin şükranını terennüm ederek koşa koşa geleceğini kuruntuluyor ve onu konuşturmadan yeni bir haz âlemine sürüklemek için planlar hazırlıyordu.
Fakat beklenen güneş doğmadı. Hürrem gelmedi ve ona davet müjdesini götüren kadın, iliğine kadar işlemiş bir hayretin sersemliğini kekeleye kekeleye şu haberi getirdi:
“Küçük cariyeniz gelmiyor, gelemem diyor.”
Süleyman, yanlış duyduğunu sandı, alıklaşacak kadar şaşırdı ve kadının otuz iki dilime ayrılmış saçlarını yakalayarak haykırdı: “Gelmem mi diyor, gelemem mi diyor? Bir daha söyle bakayım melun, bir daha söyle.”
Kadıncağızın aklı birkaç bin zerreye ayrılmış ve her zerre bir katre ter olup saçlarından bir kılın dibine akmış gibiydi. Muzdarip ve perişan tekrar ediyordu.
“Gelmiyor, gelemem diyor.”
Hünkâr, bileğine doladığı otuz iyi örgüyü hırsla çekti, kadının başını insafsızca sarstı:
“Nasıl gelmez kâfir, nasıl gelemem der habis. Ona iftira edip kanına girmek istiyorsun, değil mi? Dur öyleyse sana iftiranın ne demek olduğunu öğreteyim.”
Gözü dönmüştü, belinden hançerini çıkarmaya savaşıyordu fakat kırılmış hülyalardan yüreğine ve sarsılmış sinirlerinden bütün benliğine bulaşan ızdırap sebebiyle eli ayağı titrediği için hançeri kınından çıkaramıyordu, gülünç bir telaş içinde bocalıyordu. Kadın, hayatının gerçekten tehlikeye düştüğünü sezerek ağlıyordu, yalvarmaya savaşıyordu.
İşte bu sırada Valide Sultan içeri girdi, delirmiş gibi görünen oğlunun hançer kabzasına yapışık elini yakaladı.
“Aman aslanım.” dedi. “Nedir bu hâl? Şimdi inmeye uğrayıp ayaklarının dibine yıkılacağım. Kendinden geçmişsin, sararıp solmuşsun. Cihan bir yana sen bir yana. Bu fani dünyada ne olabilir ki seni böyle zıvanadan çıkarsın, sağken hasta etsin.”
Süleyman, hızlı bir aksülamele kapıldı, aşkta uğradığı inkisarı ana şefkatiyle tamir etmek ıztırarına kapıldı, ölüm teri döküp duran kadının saçlarını bırakarak Hafsa Sultan’ın ellerine yapıştı:
“Buraya gelmesini söyletmiştim. Güya gelmem, gelemem demiş, hiç Hürrem bu haltı eder mi? Ben gel derim de koşarak gelmez mi? Şayet gelmezse başının kopacağını bilmez mi?”
Hafsa Sultan, gamlı gamlı başını salladı:
“Şu halayığın boş yere kalbini kırmışsın aslanım. Çünkü sana duyduğunu söylemiştir. Hürrem gelmez, gelemez!”
Süleyman, yeniden alevlenmek üzereyken Hafsa, yüzünü halayığa çevirdi:
“Hürrem, niçin gelemeyeceğini de söyledi mi?”
“Söyledi efem!”
“Ya sen aslanıma niçin söylemedin?”
“İzin vermediler, celallendiler efem.”
“Haydi ayak öp, suçunu bağışlat!”
Hünkâr, yürekleri altüst edecek bir sesle gürledi:
“Ben kabıma sığmıyorum, yerimde duramıyorum, sen edep, erkân sayıklıyorsun valide. Şimdi ayak öpmenin, öptürmenin sırası mı? Bırak şu uğursuzun yakasını. Ne bilirse söylesin, ben de ne yapacağımı bileyim.”
Kadıncağız, ölümden kaçar gibi bir telaşla anlattı:
“Hürrem kız, ‘Efendimizin huzuruna çıkacak yüzüm kalmadı. Ben satın alınmış et parçasıymışım. Öyleyse şevketli hünkârın yanında işim ne? Yüzüm, gözüm de yara içinde, bere içinde. Saçlarım yoluk kopuk. Bu biçimle efendimin yanına gitmekten utanırım. Mübarek gözlerini kanlı yüzümle, hırpalanmış saçlarımla niçin inciteyim?’ dedi.”
Padişah, hayretten ızdıraba, ızdıraptan hiddete geçiyordu. Bu sözleri dinlerken sararıp kızarıyor, kızarıp bozarıyordu. Hürrem’in ağır bir hakarete uğradığını artık anlamıştı. Müthiş bir kızgınlık buhranına istidat gösteriyordu. Fakat hakaretin derecesini henüz takdir edemediği için köpürüp coşmakta, ihtiyarsız bir teenni gösteriyordu. Zihninde zalim bir endişe de yüz göstermişti. Anasının davetsiz yanına gelişini, haberci kadını öldürmekten kurtarışını, Hürrem işini bilir görünüşünü düşünerek kendini zıvanadan çıkaracak olan vaziyette onun alakası bulunduğundan kuşkulanmaya başlamıştı. Eğer Hürrem’i döven, inciten ve ağlatan anasıysa ne yapacaktı!
Hünkâr bu çok zalim endişeden hızla kurtulmak istediğinden Hürrem’in ne suretle değil, kimin tarafından dövüldüğünü anlamayı tercih etti ve korka korka sordu:
“Onu kim dövdü valide?”
Alacağı cevabın kendisini bütün ömründe ve hatta ahirette bedbaht edecek bir şekilde olmasından ürktüğü için kulağını tıkayacak gibi davranıyordu ve bunu yapamayınca gözlerini kapamıştı. Valide Sultan’ın:
“Mahidevran!” demesi üzerine içi ferahladı ve dudaklarından bir sevinç sayhası fırladı:
“Oh, hele şükür.”
Artık kızmakta, dilediği gibi kızmakta hürdü. Hürrem’i inciten anası olmadıktan sonra tertip edeceği cezanın azametinden endişelenmeye mahal yoktu. Bu sebeple soğukkanlılığını ele aldı benliğindeki coşmak, taşmak ihtiyacını yendi, masum olduğu anlaşılan halayığın küçük bir tebessüm sadakasıyla yüreğini okşadıktan sonra şu emri verdi:
“Hürrem’e söyle, mutlaka gelsin!”
Fakat kadın çıkarken bir şey hatırlamış gibi davrandı, “Gel bre alık!” diye geri çağırdı. Sert ve pek sert bir ihtarda bulundu:
“Demin, Hürrem’e ‘Hürrem kız’ dediğin kulağıma çarptı. Bir daha bu haltı edersen dilini koparırım. Hürrem, kadın efendidir. Ona göre davran, yanına varınca da eteğini öpmeden konuşma. Anladın, değil mi? Haydi yürü!”
Beş on dakika sonra Kızıl Rusyalı fettan halayık eşiğin önünde göründü. Ne kılığını düzeltmişti, ne saçına başına düzen vermişti Yüzündeki tırmıklardan sızan kanları da yıkamadığı için semavi bir çarpışma sonunda berelenmiş, kızıl çizgilerle bezenmiş aya benziyordu. Fakat bu ay ağlıyordu da. Odaya girer girmez bir elini en yakın bulunduğu duvara dayamış, bir elini kalbine basmış, hıçkırıksız bir ağlayışla gözyaşı dökmeye başlamıştı. Kurumuş kanları sile sile dökülen yaşlar, o beyaz çehreye soluk mürekkeple yazılmış hazin bir arzuhâl biçimi veriyordu. Süleyman, felaketini takrir, uğradığı hareketin tamirini rica için en yüksek kâtipler kaleminden dahi çıkması imkânsız böyle beliğ bir arzuhâl sunan gözdesini kucaklamamak, göğsüne bastırmamak ve yaman bir belagatle derin bir mazlumiyet hikâye eden o seyyal incilerden yapılma satırları diliyle, damağıyla okumaya koşmamak için büyük bir iç zahmeti çekti, yerlere kapanmak isteyen iradesini üzüle üzüle zorladı:
“Gel bakalım Hürrem…” dedi. “Beri gel.”
Anasının ve henüz huzurunda bulunan davetçi kadının yanında bir âşık gibi değil, bir padişah gibi konuşmak istiyordu. Fakat sevgilisinin yüzüne baktıkça hele o sessiz gözyaşlarını gördükçe yüreği şahlanıyor, iradesi sarsılıyor ve benliğinde lavlarını püskürmeye müheyya bir yanardağ tekevvün etmeye başlıyordu. Hürrem’in dağınık saçları gibi onun da beyin hücreleri darmadağın olmak üzereydi ve kızın yüzündeki kızıl izlerin her biri yüreğinde kanayan bir eş yaratıyordu.
Bununla beraber nefsini, hayrete değer, bir ısrarla zorladı, metin ve mekin görünmekte devam etti, üç beş adım ilerleyerek karşısında divan duran sevgilisinin yoluk saçlarını okşamadı, yırtık yüzünü öpmedi, ağlayan gözlerini silmedi, gamlı bir sekinete bürünerek sordu:
“Ne oldu, neler oldu, seni bu hâle kim koydu?”
Hürrem, derin ve çok derin bir bakışla efendisini süzdü, elinin tersiyle gözlerini sildi:
“Ne olacak efem…” dedi. “Aşkın cezasını çektim. Meğer size kul olmak, size gönül vermek suçmuş. Hele sizden iltifat görmek masum bir kıza ölüm getirirmiş. Bunu dün bilmiyordum, bugün öğrendim Sövülerek öğrendim, dövülerek öğrendim. Kaderimde efendimi dünya gözüyle bir daha görmek olmasaydı çoktan geberip gitmiş olacaktım. Size kulluğumu suç sayanlar yanlışlıkla canımı bağışladılar. Niyetleri beni döve döve öldürmekti. Nasılsa işi yarım bıraktılar, beni yarı ölüye çevirmeyi yeter buldular. İşte olan, biten bu!”
Hürrem bu nutku on saatten beri kelime kelime hazırlamıştı, ayna önünde okuya okuya ezber etmişti. Lakin yüreğinden taze kopmuş bir feryat gibi tabii olarak söylüyordu, dinleyenlere heyecan veriyordu. Süleyman, yumruklarını sıkarak, dişlerini dudaklarına geçirerek içinden yükselip gelmekte olan feveranı hapse çalışıyordu. Kızın sustuğunu görünce sorusunun cevapsız kalan kısmını tekrarladı:
“Kim yaptı bu işi?”
“Mahidevran!”
“Ya sen, eli kolu bağlı kurban gibi durdun mu, ona haddini bildirmedin mi?”
Hürrem, güzelliğinin en şuh silahını kullandı, dudaklarını kendine gerçekten bir sihirbaz kudreti veren biçimde büktü:
“Ben bir halayığım, o bir haseki. Üstelik oğlunuzun anası, nasıl olur da ona dil uzatırım, el kaldırırım, kendimi tutmayıp da Mahidevran’a karşılık verseydim efendimi de gücendirmiş olmaz mıydım?”
Süleyman, hükmünü ihsas etmemek isteyen bir hâkim gibi davrandı, Hürrem’e cevap vermedi, sahneyi korkak bir hayretle temaşaya dalan halayığa döndü:
“Git.” dedi. “Mahidevran’ı çağır. Fakat yanımda kimler bulunduğunu zinhar söyleme.”
Şimdi yapacağı işi kararlaştırmak için kafasını yoruyor ve yorula yorula odada dolaşıyordu. Aşkını silleleyen, aşkını tırmalayan, aşkına gözyaşı döktüren Mahidevran’ı, işlediği suça uygun düşecek biçimde cezalandırmak istiyordu. Macerayı duyar duymaz hatırına ilk gelen yol, bu yolsuz kadını zenci kölelere dövdürtmek ve onun çıplak sırtına inecek kamçıların sesiyle Hürrem’e bir tarziye teranesi dinletmek olmuştu. Lakin yıllarca sevip okşadığı ve bu suretle kıymetlendirdiği bir vücudu kölelerin gözü önünde açmak içine bulantı getirdiğinden o şekli beğenmedi, başka bir ceza tarzı aramaya koyuldu. Hürrem’in acıklı hâli hele ağlayışı ve felaketini yana yakıla anlatışı, bütün benliğini ateşli bir kızgınlığa sürüklemiş olmakla beraber tertip edeceği cezanın, mahkûm kadına şerefsizlik getirmesini istemiyordu. Çünkü mücrim; oğlunun, yarın tahta çıkması çok muhtemel bir şehzadenin anasıydı. Onu şerefsizlendirmek oğlunu da kirletirdi. Bu sebeple muzdarip bir asabiyetle zihnini zorluyordu. Hürrem’le beraber kendi vicdanını da memnun edecek bir hâl sureti arıyordu.
Bir aralık gözünün önüne oğlu Mustafa geldi. Bu tecellide çocuk, anasına şefaat eder gibi yalvaran bir sima taşıyordu ve o hâliyle padişaha hiç tanımadığı, daha doğrusu tatmadığı bir duygu aşılıyordu: Evlat sevgisi! Birinci Murat’ın oğlu Savcı Bey’i öldürdüğü günden beri Osmanoğulları sarayında evlat muhabbeti, çekinilecek, ihtiraz olunacak bir afet gibi telakki olunuyordu. Kardeş katilliği kanun hâline konulduktan sonra evlat sevgisi dahi kayda, şarta bağlandı. Padişahlar, kardeşleri kadar evlatlarından da kuşkulanıyorlardı. Yavuz, babasına karşı silah çekmekle ve onu tahtından, hayatından mahrum etmekle bu kuşkunun boş olmadığını ispat ettiğinde Süleyman, evlat sevgisini hesaplı ve ihtiyatlı olarak yaşatmayı şiar edinmişti. Ölen çocuklarını yaşayanlardan daha çok severdi. Mustafa’yı ise kendi yerine geçmeye namzet olduğu için hiç sevmezdi.
Onun minimini şahsiyetinde Yavuz gibi davranması muhtemel bir ihtilalci evlat hüviyeti düşünmemek için çocuğu sık görmekten çekinirdi. Makul ve insaflı düşündüğü zamanlarda da Mustafa’nın varlığında kendi ölümünü ve saltanatın ona geçişini gördüğünden yine huylanırdı, babalık şefkatine kapılmaktan uzak kalırdı.
Fakat ömrünün en ızdıraplı ve belki en heyecanlı dakikasını yaşarken gözlerinin önüne dikilen çocuk hayali, kendine çok sevimli geldi, saltanat hırsıyla uyutulan babalık şefkati ayaklandı ve içine bir rikkat yayıldı. Şimdi Mahidevran’ı oğluna bağışlamak istiyordu.
İşte bu sırada mücrim haseki odaya girdi. Hürrem’in darmadağın bir kılıkla ve ağlayan bir yüzle ayaküstü durduğunu, padişahın somurtarak dolaştığını, Valide Sultan’ın sinsi sinsi gülümsediğini gördü, hırsından kıpkırmızı kesildi, kısa bir eğilişten sonra soru beklemeden gürledi:
“Bu şıllık, bu şırfıntı, bu süprüntü beni efendime mi çekiştirdi? Eğer bunu da yaptıysa gerçekten yüzsüzmüş, hayâsızmış, yırtıkmış, kepazeymiş.”
Hünkâr hızlı hızlı yürüdü, gözü kararmış, ağzı köpürmüş olan kıskanç hasekinin bir kolunu yakaladı, kıracak kadar şiddetle sarstı.
“Kendini…” dedi. “Külhanda mı sanıyorsun kadın? Ağzını topla, edebini takın. Yoksa denizi boylarsın.”
Ölüm tehdidi değil hünkârın Hürrem’e hak verdiğini hissettirmesi Mahidevran için ruha inen bir kamçı tesiri yaptı ve rakibine karşı yenilirken azametli görünmek istedi:
“Beni…” dedi. “Denize atabilirsin. Fakat şu Urus kızı yine şırfıntı kalır, pis kalır. Beni boğacak olan deniz onun kirini yıkamış olmaz ki.”
Süleyman’ın kuvvetli eli yıkıcı bir sille olmak için kalkmak üzereydi lakin Valide Sultan araya girdi, yalvardı:
“Aslanım, bu bir deli. Hem de zırdeli. Minbere tüküren, güneşe balçık atan divanelere benziyor, ne yaptığını bilmiyor. Kendini üzme, bırak yakasını gitsin, köşesinde çırpınsın.”
Hünkâr sevgilisinin yüzünde sıralanan berelerin iki mislini Mahidevran’ın çehresinde yaratmak, onun siyah ipekten örülmüş taca benzeyen saçlarını tel tel yolmak emelinden nefsini zorlayarak vazgeçti ve biraz geri çekilerek anasına sordu:
“Ya Hürrem’e yaptığı iş bu habisin yanına mı kalsın?”
Valide Sultan, vaziyeti koruyacak birkaç tatlı söz bulmaya çalışırken kolunu cendereden kurtarmış olan çılgın haseki yine şirretliği ele aldı:
“Yaptığım azdır, çok azdır, onu ben çiğ çiğ yemeliyim, murdar vücudunu ortadan kaldırmalıyım. Fakat ben, bu can tende oldukça hıncımı unutmam, efendime göz koymanın, yerimi kapmaya çalışmanın ne demek olduğunu kendisine öğretirim.”
Sultan Süleyman, serçe yerine koyduğu ve her bakımdan o kadar cılız bulduğu eski gözdesinin kartallaştığını görünce, yalınkılıç sipahilerini saldırtmak istediği bir palankanın ansızın geniş hendek-li, yüksek burçlu, kalın duvarlı bir kaleye istihale ettiğini görmüş gibi şaşırmıştı ve o müthiş hiddetinden sıyrılıvererek hayran hayran Mahidevran’ı süzüyordu. Kadının dövülmekten ve hatta öldürülmekten perva etmeyişi hoşuna gidiyordu. Hele o anda, o tehlike anında aşkını ileri sürmesi ve yaptığı işin “yerini korumak” kaygısından ileri geldiğini söylemesi, yüreğine yumuşaklık getirmişti. Hürrem’in öcünü almak kaygısından kurtulamamakla beraber şu kadını da biraz mazur ve biraz mağdur görüyordu.
Evet, bir lahzada düşüncesi yeni bir mecra almıştı. Ortada sürünen suç, onu işleyenden ziyade kendisinin eseri gibiydi. Çünkü mücrimi tahrik eden kendiydi. Hürrem’i sevmese ve Mahidevran’ı aşk dulu, aşk yetimi hâline koymasa bu hadise vuku bulmayacaktı. Tatsızlık, kıskançlık ve rezalet evvelce Mahidevran’a verilmiş olan bir kalbin şimdi ondan alınıp başkasına verilmesinden ileri geliyordu. Gerçi kendisi, hiçbir zaman hasekiye aşktan bahsetmemişti. Lakin bu bahsolunmayan şeyi, canlı bir hakikat olarak ona hissettirmişti, tanıtmıştı, Şehzade Mustafa da bu söylenmeden verilmiş aşkın gezip dolaşan şahidi demekti.
Sultan Süleyman, bu insaflı düşüncelerle vicdanını ve irfanını hissine hâkim etmek yoluna girerken, garip bir zihin akışıyla Rodos’ta kendini aşka feda eden Rum kızını hatırladı. Sevgilisine toprak altında kavuşmak için iki kere evlat katili olmaktan çekinmeyen o kadınla Mahidevran arasında enikonu benzerlik bulunuyordu, o nasıl çocuklarını eliyle öldürmüş ve kendini öldürtmüşse Mahidevran da ikbalini ayaklar altına almaktan, aşkına ortak çıkan kızı öldürmeyi ve sonunda kendini öldürtmeyi gözüne kestirmekten çekinmiyordu. O hâlde ortada suç yoktu, gönülleri ve iradeleri altüst eden bir aşk vardı. Mahidevran’ı cezalandırmak o aşkı kısmen hırpalamak olacaktı.
İnsaflı ve “aşk”a karşı saygılı olmak kaygısı bundan sonra sersemleşiyordu. Hünkârın düşüncelerine bir sendeleyiş geliyordu. Çünkü mantık ve vicdan, seven bir kadının kıskançlığını hoş görmeyi kendine telkin ederken bizzat aşk, yüreğinde yaşayan aşk dile geliyordu ve kendini halk eden güzelliğin elemini haykırmaya başlıyordu.
Hünkâr bu karışık vaziyette Hürrem’den yardım aramak ıztırarını duydu, yavaş yavaş onun yanına gitti, ellerini avucunun içine aldı:
“Görüyorsun ya, bu kadın deli. Delilerle uğraşmak akıllılara yakışmaz. Razı olursan yüzünü öpsün, suçunun bağışlanmasını dilesin, mesele de tatlılıkla kapansın.”
Fettan Hürrem, padişahın “gayrimümkün”lerle meşgul olduğunu hemen sezdi, vaziyetini kuvvetlendirmek fırsatını kaçırmadı:
“Emir…” dedi. “Sizindir. İsterseniz beni döven eli, bana söven ağzı ben öpeyim efem!”
Süleyman, sitemli bir uysallık ifade eden bu cevabın tadını ve acısını bir anda sezdi, sert bir işaret yaparak geri çekildi, homurdandı.
“O kadarı fazla, Mahidevran dediğimi yapsın yeter.”
Ve hiddetinden, hırsından, cinnetinden bir zerre kaybetmemiş olan hasekiye döndü:
“Sağırlaştın mı kadın, ne söylediğimi duymuyor musun? Haydi koş, Hürrem’e sarıl, yüzünü gözünü öp, suçunu bağışlat!”
Hünkâr, büyük bir lütufta bulunduğunu ve ağır bir cezadan kurtulan hasekinin şu şahane yiğitliği takdir ederek hemen Hürrem’e atılacağını, sarılıp öpmeye koyulacağını umuyordu. Ondan sonra sıra tabiatıyla kendi ayağına kapanmaya ve kendi anasının eteğini öpmeye gelecekti. Fakat mücrim kadın, emir edilen ve yapılması beklenen şeyi yapmadı, deli deli hünkârın yüzüne baktı ve birden gülümsedi:
“Bir dakika izin.” dedi. “Emrinizi istediğinizden daha iyi yerine getireceğim.”
Ve salonda bulunanları hayretler içinde bırakarak kapıya doğru koştu, perdeyi koparır gibi açtı. Hâlinde ölüm aramaya giden bir hayat düşmanı hâli vardı. Nitekim Süleyman da, anası da öyle anlamışlardı, düşüncelerini şaşkın bakışlarla mübadele etmişlerdi. Fakat Hürrem, hiç de onlar gibi düşünmüyordu. Rakibinin yaman bir oyun oynayacağını kavrayarak için için kıvranıyordu.
Onlar, düşündüklerini açığa vurmadan ve hele Süleyman, şu vaziyette ne yapılmak lazım geleceğini kararlaştırmaya vakit bulmadan haseki geri geldi, odadan içeri girdi. Başı dikti, boynu gergindi, gözleri sertti, gerçekten haşmetli bir edayla yürüyordu, oğlunu da elinden tutarak birlikte yürütüyordu.
Hünkâr, biraz evvel kafasında beliren hayalin şimdi hakikate çevrildiğini görerek belinlemişti ve Mahidevran’ın, oğlunu şefaate getirdiğini sanarak üzüntüye kapılmıştı. Minimini şehzadenin: “Anamı hor görme, incitme.” diyerek ellerine yapışması hâlinde vaziyetin güçleşeceğini seziyordu, önüne bakıyordu. Valide Sultan da tıpkı hünkâr gibi düşünüyordu. Mahidevran’ın zilletten kurtulmak için oğlunu ortaya koyduğunu sanarak bu zekâ cilvesine parmak ısırıyordu. Fakat Hürrem, bambaşka bir mülahaza içindeydi. Hasekinin yeni bir rezalet çıkaracağını anlıyordu ve böyle bir durumda gafil yakalanmamak için idrakini uyanık tutmaya savaşıyordu.
Mahidevran ne yapacağını tamamıyla kararlaştırmış bir adam pervasızlığıyla yürüdü, doğru Hürrem’in önüne geldi ve oğluna onu göstererek şu sözleri söyledi:
“Oğlum eğil, şu kadının ayağını öp. Çünkü şevketli baban beni ona halayık verdi. Demek ki sen de onun kölesisin.”
Ve çocuk masum bir hayretle dört yanına bakınırken yüzünü padişaha çevirdi:
“Benim başımın eğildiği yerde oğlunuzun da başının eğilmiş olacağını düşünmediniz aslanım. Bunu bari gözünüzle görün de insaf edin.”
Bardak artık taşmıştı, hünkârın sabrı, tahammülü tükenmişti, birden kızıllaşan gözlerini aça aça küstah kadının üstüne yürüyordu. Hürrem işte bu anda inanılmayacak bir hamle yaptı, yere kapanarak küçük şehzadenin ayaklarını öpmeye koyuldu. Dudaklarını hem onun sırmalı çedikleri üzerinde gezdiriyor, hem söyleniyordu:
“Haşa şehzadem, haşa sultanım. Ben senin cariyenim. Canım da, kanım da yoluna feda.”
Mahidevran, davayı kaybettiğini anlayarak ağlamaya koyulmuştu. Hünkârı mahcup, Hürrem’i mağlup etmek için ortaya attığı kozun kendi aleyhine kullanıldığını görünce tabiatın her kadına verdiği keskin silaha, gözyaşına müracaat etmişti, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Süleyman şaşkındı. Hürrem’in takındığı jest, haykırdığı söz, adımlarını sendelettiği gibi hiddetini de hayrete çevirmişti. Mahidevran’ı öldüresiye dövmek için hazırlanan elleri, şimdi okşamaya hazırlanıyordu. Kızın gösterdiği zeki kıvraklıktan sonra o kadar memnun, o kadar hoşnuttu.
O, işte bu hissi hâlet içinde hırçın hasekiyi hırpalamaktan vazgeçti ve Hürrem’e “Berhudar ol yavrum.” diye iltifat ettikten sonra Mahidevran’ın omzuna elini koydu, istinaf ve temyiz kabul etmeyen kararını bildirdi:
“Ölüme bir değil, on kere layıksın. Şu küçük kızı hakkın ve haddin değilken dövdün, incittin. Sonra karşımda densizleştin, kepaze-leştin. Üstelik oğlumu yüz tutamağı yapmaya kalktın, çirkin bir duruma sürükledin. Bunların cezası ölümdür. Fakat eski hizmetlerini düşündüm, divaneliğine acıdım, kuşça canını bağışladım. Seni öldürmüyorum, hapse mahkûm ediyorum. Odadan sofaya dahi çıkmayacaksın, mezara atılmış bir ölü gibi yaşayacaksın. Yüzünü gören sesini duyan olmayacak. Bir gün yanılır da bana yüzünü gösterir yahut sesini işittirirsen babamın ruhuna yemin ediyorum merhamet etmem seni o anda çuvala koydururum, denize attırırım. Haydi yıkıl, mezarına gir!”
Mahidevran, kasırgaya tutulmuş bir fidan gibi hıçkırıklar içinde sallanıyordu. Hünkârın susup da sırtını çevirmesi üzerine çılgın bir sayha kopardı:
“Ya oğlum? Onu da görmeyecek miyim?”
Hünkâr, yüzü Hürrem’in yüzüne ve arkası mahkûma dönük olduğu hâlde cevap verdi:
“Halayıkların ancak efendileri olur, evlatları olmaz. Mustafa da benimdir, senin değildir!”
Haseki, bu zalim hükmün ağırlığına dayanamayarak bayıldı, yere yığıldı. Valide Sultan -kendine de hakiki mevkisini hatırlatan- son hükümden hicap ve ızdırap duydu, başını önüne eğdi. Hürrem, sevincini kalbinde saklayarak gülümseyen gözlerini kapadı. Yalnız Mustafa, o küçük çocuk, anasının yanına koştu ve baygın kadının yüzünü, gözünü öperek ağlamaya başladı. Hünkâr kollarını kavuşturmuştu, düşünen anasını, bereli yüzüyle ve darmadağın saçlarıyla perişan bir güzellik temsil eden gözdesini, hüngür hüngür ağlayan oğlunu süzüyordu.
Biraz sonra bu sahnenin başka bir sahneyle değiştirilmesi vaktinin geldiğini hatırladı, yerdeki halı veya kapıdaki perde gibi cansız bir şey sayılarak kendine hiç ilgi gösterilmeyen ve bir köşeye büzülüp duran halayığa emir verdi:
“Bir iki kız çağır, şu divaneyi sırtına yükle, odasına götür.”
Annesine döndü:
“Siz de Mustafa’yı avutun, uyutun!”
Hürrem, gözlerini kaldırmadan bu emirleri dinliyor ve yine kapalı gözlerle, çok geçmeden açılacak halvet âlemini temaşa ediyordu.
O velveleli gecenin sabahı fettan Hürrem için yeni bir saadet şafağı oldu. Hünkâr, yorulmak bilmeyen bir ihtimamla onun berelerini tımar etmiş, saçlarını tarayıp örmüş, elemini gidermiş neşesini tazelemiş ve “kadın efendi” olacağını da yeni baştan müjdelemişti. Sultan Süleyman, aşk yüzünden dayak yiyen, hırpalanan sevgilisinin gönlünü hoş etmek için bu müjdeyi verirken üzüntü içindeydi. Çünkü kaynana, kaynata, kayınbirader gibi akraba vücuda gelmemesi, saltanat hanedanına yakınlık iddia edecek kimseler peyda olmaması için Türk kızı almayı yasak eden saray kanunu, Osmanoğulları sülalesini yaşatacak esir kadınlara çocuk makinesi olmaktan fazla bir kıymet vermiyordu. Makinelik rolünü iyi yapan bir halayık -bahtiyâr olursa- Valide Sultan olabilirdi, lakin padişah karısı olamazdı. Yetmiş yıllık bir teamül bu yazısız kanunu yaratmış, Fatih devrinden beri sarayda nikâh yapılmasını imkânsızlaştırmıştı. Hünkâr, işte bu sebeple üzüntü duyuyordu, babasının, dedesinin tuttukları yoldan ayrılmayı acı buluyordu fakat uğrunda oğlunun anasını kurban ettiği Hürrem için garip bir zevk duyuyordu. Onun düşünüşüne göre Hürrem, bir cennet çiçeğiydi. Böyle bir lahuti çiçeği eğilerek koklamak günahtı, yerden kaldırıp göğse iliştirmek ve kokusunu kalbe attırmak lazımdı. Nikâh, işte bu vaziyeti temin edecekti, onu halayıklıktan uzaklaştırıp padişahlığa yaklaştıracaktı.
Bununla beraber nikâh gününü tayin etmiş değildi. Yalnız söz veriyor ve ilk fırsatta sözünü yerine getireceğine ant içiyordu. Mahidevran’a karşı kazandığı zaferle sarhoş olan Hürrem, efendisinin bütün gece ibzal ettiği nüvazişlerle, çeşit çeşit iltifatlarla kendinden geçecek hâle geldiği için nikâh meselesi üzerinde ısrar edecek kudreti kaybetmişti. Padişah bu lütfu da kendiliğinden yapıyor ve istenilmeyen şeyi vermeye kalkışıyordu. Fettan kız, şöyle durumda gaflet veya müsamaha göstermenin doğru olmadığını kavradığından yorgunluğunu, ruhi hazlardan doğan sersemliğini gidererek nazlı nazlı sordu:
“O güzel gün çok uzak mı efem?”
“Değil, çok uzak değil. Ana olmadan kadın efendi olacaksın. Yalnız biraz bekleyeceksin. Çünkü yapılacak işlerim var.”
“Beni size unutturacak işler de var demek efem?”
Sultan Süleyman, kelimelerinin bir kısmını sıcak bir sokulganlıkla kalbine fısıldayan Hürrem’in saçlarını okşayarak anlattı:
“Seni ben ateş hattında unutmadım, düşündüm. Bundan sonra ateşin içinde olsam unutmam. Fakat halk bizim adımlarımızı sayar, ağzımızdan çıkan her söz teraziye vurularak miskal miskal tartılır. Hele vezir gidileri fırsat bulunca kâhya kesilir, yaptıklarımıza ve yapmak istediklerimize karışmaya kalkışır. Onun için biz, hesaplı davranmaya ve bir kanunu yıkarken yeni bir kanun kurmuş olacağımızı düşünmeye mecburuz.”
Hürrem, maddi bir varlık olmaktan çıkıp da bir tutam ışık olmak ve efendisinin yüreğine akmak istiyormuş gibi biraz daha sokuldu:
“Size…” dedi. “Kim karışır? İstemezsen güneş doğmaz, hoşlanmazsan yel esmez.”
“Öyle değil Hürrem, öyle değil. Bize gün ışığını göstermeyecek, yelin estiğini sezdirmeyecek kuvvetler var. Mesela ocaklı! Onların her biri benim kulumdur, kölemdir. Fakat hepsi bir araya gelince durum değişiyor, kuvvet bizden onlara geçiyor. Ben dilediğim işi yaparım. Hakkımdır. Lakin ocaklının hoşuna gitmeyecek bir iş yaparsam sıkıntıya düşerim. Ben sıkılırsam elbet sen de üzülürsün. Onun için ihtiyatlı davranmak gerek. Ne yaparsam ses çıkarmayacak bir vezir buluncaya kadar sabredeceksin. Öyle bir vezir, ocakları da idare eder.
“El altında böyle bir köle var mı efendim?”
“İbrahim var, hasodabaşı. Onu vezir edineceğim, ardından seni nikâhlayacağım. İbrahim, bana candan bağlıdır. Kendisini yoktan var ettiğim gibi varken yok edeceğimi de bilir, her işime göz yumar, her dedikoduya siper olur.”
“Ona çok güveniniz var efem? Sevginiz de güveniniz kadar çok mu?”
“Severim külhaniyi Hürrem çünkü akıllıdır, anlayışlı da, okuyup yazması kuvvetlidir. Birkaç dil bilir. İyi keman çalar, güzel şarkı söyler.”
Hürrem yüzünü ekşitti:
“Demek, yüreğinizde bu çalgıcıya da yer veriyorsunuz. Hani o yürek bitevi benimdi efem?”
Sultan Süleyman, bütün hassasiyetiyle sevip de riyasız ve hudutsuz bir samimiyetle okşayıp durduğu kadın tarafından şu soruyla istikbalin büyük bir faciasına temel atıldığını sezemedi, sürekli bir kahkaha kopardı:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/m-turhan-tan/hurrem-sultan-69429004/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Tâcidar: Taç sahibi, padişah. (e.n.)
2
Ağu: Zehir. (e.n.)
3
Deragûş: Düşünce. (e.n.)
4
Sehhar: Büyüleyici. (e.n.)
5
Hatve: Adım. (e.n.)
6
Bu beyit, Sirozlu olup Cem Sultan’ın kâtipliğinde ve nişancılığında bulunan, o talihsiz prensle Avrupa’da dolaşan ve bir aralık derviş kıyafetinde İstanbul’a gelmişken tanınarak Galata’da çuvala konulup denize atılan Sadi’nin bir gazelindendir, gazelin bütünü de şudur:
Eğerçi yeryüzü hurremdir ey dost
Velî sensiz gönül pür-gamdır ey dost
Gülü lâle biterse yeryüzünde
Benim kanlı yaşımdan nemdir ey dost
Bu dünyayı seninle sevmişim ben
Benim sensiz bu dünya nemdir ey dost
Senin sevgin benim canım içinde
Bilirsin kim kati muhkemdir ey dost
Perişandır firakında çü Sadi
Anınçin gözleri pûr-nemdir ey dost.
Sadi on beşinci asrın kuvvetli şairlerindendir. Veliyeddin oğlunu taklit eder gibi görünürse de üslubunda -hele sadelik ve tabiilik itibariyle- yine bir hususiyet vardır.
7
El’emrü fevkaledeb: Emir, edepten üstündür. (e.n.)
8
Kurtoğlu o sırada donanma amirali olup Sultan Süleyman’ın tahta çıkar çıkmaz başını kestirttiği Cafer Bey’in yerine bu işe tayin olunmuştu.
9
Refref, İslam ananelerine göre Peygamber Muhammet’in göğe çıkışında binmiş olduğu ilahi mahmildir, cennetten gelmiştir.
10
Eski Türk donanmasında başamiral gemisine baştarda ve onu takip eden birinci, ikinci, üçüncü amiral gemilerine kapitana, patrona, reale denirdi.
11
Fatih Sultan Mehmet’in son saltanat yıllarında yapılan Rodos muhasarasında Antuvan Meligalo adlı bir İtalyan’la Usta Jorj isimli bir Alman, Türklere casusluk etmişlerdi. Meligalo, ayağında çıkan bir yaranın kangren olmasıyla, Usta Jorj da Rodos’ta şövalyeler tarafından başının kesilmesiyle can verip gitmişlerdi.
12
Süleyman’ın “bizim kanunname” dediği, o sırada muteber tutulan ve Fatih tarafından tedvin olunan kanundur. Orada köftehor kelimesi şu ibarede görülüyor:
“Zina eden avradı eri kabul ederse köftehor kanlığı yüz akçe alına. Eğer yoksa elli akçe alına…”
13
Veyl: Yazık, vah vah. (e.n.)
14
Sultan Süleyman şiirlerinde Muhibbi mahlasını kullanırdı. Harp yolculuklarında beyler, paşalar tarafından çekilen peşkeşleri iade etmeyi de âdet edinmişti. Bu işi ilkin, Belgrat seferine giderken Edirne’de yaptı, orada Rumeli beylerbeyiyle sancak beyleri tarafından sunulan armağanları geri verdi ve bütün hayatında âdetini bozmadı.
15
İlk Rodos muhasarasında Türkler şanlı bayraklarını mazgallar üzerine dikmişlerdi. Hatta kalenin iç tarafında da merdivenler kurmuşlardı. Mesih Paşa işte bu nazik dakikada “Yağma yoktur!” diye tellallar haykırttığından asker kızdı ve avuçlarında bulunan zafer kuşunu bıraktı.
16
Hammer, Rodos muharebelerinde bizzat hazır bulunan Mühendis Constanus’un eserinden iktibasla bu vakıayı yazarsa da Rum kızının âşığı olan İngiliz şövalyesini kaybetmekten müteessir olan çocuklarına ve nefsine kıydığını söyler.
17
Bu hadiseyi Spandoçino adlı İtalyan tarihçi yazar Hammer da, Türk ordusunun silahsız olarak şehre girişini yağmacılığa atfederek ulvi kıymetinden tecrit etmeye yeltenir. Yağmaya silahsız mı gidilir?
18
Mütavaat: İtaat, baş eğme. (e.n.)
19
Bu gazel, Bursalı Veliyeddinzade Ahmet Paşa’nındır.
20
Caus de la creation.
21
Philosophie mystique.
22
Piri Paşa şiirlerinde “Remzi” mahlasını kullanırdı.