Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-
M. Turhan Tan
624 yıllık Osmanlı tarihinin en köklü kurumlarından Yeniçeri Ocağı, Osmanlı fetihlerinde en önemli rolü oynamıştı. Fakat Osmanlı güçten düştükçe yeniçeriler yıkıcılıklarını, zorbalıklarını yavaş yavaş dıştan içe, gâvur ellerinden İstanbul sokaklarına çevirmeye başladılar. Artık haraç kesiyorlar, ev basıyorlar, adam kaçırıyorlar, ırza tecavüz ediyorlardı. Saraya karşı da ferman dinlemez bir eşkıya hüviyetine bürünüyorlardı. Öyle ki ellerine padişahların kanı dahi bulaşmıştı. III. Selim, IV. Mustafa ve II. Mahmut devirlerinde ise yıkıcılıklarının son haddine varmışlardı. Daha şehzadeliğinde yeniçerilerin bu zorbalıklarına diş bilemeye başlayan II. Mahmut, yeniçerileri ortadan kaldırmak niyetindeydi. Saray ile Ocak arasındaki bu savaşta halkı yanına alan kazanacaktı. Ve aslında son zamanlarında iyice azgınlaşan yeniçeri zorbalığına karşı halkın tercih ettiği taraf belliydi… Türk okuyucusu tarafından pek bilinmeyen M. Turhan Tan, tarihî roman geleneğimizin en önemli isimlerinden biridir. Birçok önemli memuriyetlerde bulunduktan sonra Sivas mebusluğu da yapmış ve 1922 yılından itibaren kendini tamamıyla yazı hayatına adamıştır. En önemli eserlerini ise tarihî romancılık alanında vermiştir. Bazı eserleri Almanca, İngilizce ve Yunanca gibi dillere çevrilen, tarihî gerçeklikleri berrak ve sürükleyici bir üslupla aktaran Tan, Türk tarihinin zengin mirasını eserlerine ustalıkla taşımış ve okuyucusuna tarihî romanları keyifle okutan bir yazar olarak Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Turhan Tan’ın ölümünden sonra unutulan ve Türk yazın hayatından çekilen eserleri, Türk okuyucusunun özellikle son zamanlarda ilgisini çeken ve neredeyse güncelleşen konulara değinip ele aldığı dönemlere ışık tutmakta, günümüzdeki kimi tartışmalara cevaplar getirmektedir.
M. Turhan Tan
Devrilen Kazan-Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-
M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…
Kara Süleyman, sızılı dizlerini bir yün sıcaklığı ve bir pamuk yumuşaklığıyla ovuşturan karısı Seher’in alnında -bu sürekli zahmet saatinin saniyelerini tespit eden bir dizi nokta gibi- ter taneleri sıralandığını görünce insafa geldi.
“Yeter.” dedi. “Yoruldun. Cezveyi mangala sür de kahve pişir. Karşılıklı höpürdetelim. Biraz çene çalalım.”
Seher, tombul ellerini kalın ve kıllı bacaklardan çekti, mangalın kenarına çömeldi, çift gözlü ceviz kutudan bakır cezveye iki kaşık kahve attı, ateşe sürülü minimini güğümden su doldurdu, kısa bir lahza içinde kocasının emrini yerine getirdi, iki kulpsuz tiryaki fincanına boşalttığı köpüklü kahveden birini ona sunup birini kendi aldı ve kilimin üzerine bağdaş kurarak dalgın dalgın içmeye koyuldu.
Kocasının bakışları onun koyu kumral saçları üzerinde dolaşıyor ve ara sıra bu bakışlar -yuvalarını dar bularak geniş bir ufuk arayan avare kuşlar gibi- daha aşağılara süzülüyordu. Kadın, tepeden tırnağa kadar kendini saran bu iştahlı bakışları sezmiyor gibiydi. Gözlerini kara ve sıcak bir gözeceği andıran fincandan buğulu bir nefes hafifliğiyle yükselen cılız dumanlara kaptırmıştı ve onları yudum yudum içmekten ılık bir zevk alarak dudaklarını şapırdatıp duruyordu.
Kara Süleyman, uzunca bir lahza, genç ve dinç eşinin kumral, kara, kırmızı ve beyaz renklerden her birine bir köşe ayıran güzel vücudunu seyrettikten sonra, bir höpürdetişte fincanını boşalttı.
“Ölmüşlerinin…” dedi. “Canına değsin. Yahşi pişirmişsin. Zaten sen ne yaparsın da iyi olmaz.”
Seher’in kara gözleri, kumral saçlarının altında mahzun bir uyanıklık gösterir gibi oldu, uzun kirpiklerinin gölgesi kırmızı yanaklarına halecanlı çizgiler çizdi, beyaz dişlerinde inciden bir tebessüm resmi belirdi ve bu resimden billur bir ses döküldü:
“Gene dilbazlığa başladın kişi!.. Gecenin sözünü gündüz konuşuyorsun. Yersiz ötmeyi bırak da dereden tepeden söz aç.”
Kara Süleyman gevrek gevrek güldü:
“Leb demeden leblebiyi anlıyorsun. Ne keskin ferasetin var.”
“Görünen köye kılavuz istemez ki.”
“Demek köy görünüyor. Nerede bu konak yeri?”
“Gözlerinde!..”
“Hay aklınla yaşayasın. Öyleyse gel, bu konak yerinde konuk ol!”
Seher, bu çapkın merama ram olmadı, fincanları alıp odadan uzaklaşmaya hazırlandı. Dizlerinin sızısı tazelenen altmışlık hovardada eşini kovalayacak derman yoktu. Oturduğu yerden ağız bombardımanı yapmakla iktifa ediyordu.
Genç kadın, bir bulut rolü oynamak isteyen kocasının bir damla yağmur dökemeyeceğini bildiği için telaş göstermiyordu, dar entari içinde hür bir inkişaf iştiyakıyla dalgalanan tenine bedii bir irtifa çize çize kapıya doğru yürüyordu. Eşiğin önünde, hatırına bir şey gelmiş gibi durdu, tepsi ile fincanı bir yana bırakarak geri döndü.
“Kişi!” dedi. “Tophane yangını yaman olmuş diyorlar. Sahih mi?”
Kara Süleyman, yüzünü ekşite ekşite doğruldu, diz üstü oturdu ve sızılarına eşinin güzelliğinden deva arar gibi uzun uzun bakındıktan sonra cevap verdi:
“Karşıma doğ da anlatayım.”
Seher gülümsedi:
“Doğdum işte. Doya doya bak. Tatlı tatlı anlat.”
İhtiyar erkek, önünde kümelenen genç güzellikten aldığı yanık ilhamla belki ateşten kelimeler bulmaya çalışacak ve tutam tutam sıhhat fışkıran karısına gönül yangınlarını anlatacaktı.
Fakat onun latifeye, manasız gevezeliğe ve yersiz dil sarkıntılığına müsamaha etmeyeceğini durumundan anladığı için bu emelini yendi, Seher’in merakını gidermek yoluna girdi:
“Yangın…” dedi. “Gerçekten yamandı. Firuzağa Camii’nin yanı başından çıktı, iki kola ayrılarak bir kral ülkesi kadar yer yaktı. Ben dün sadrazam efendimizin emriyle Tophane’ye gittim, yanan yerleri gözümle gördüm. On yedi saatte belki on yedi bin ev küle dönmüş. O koca topçu kışlasının, o koca arabacı kışlasının, o koca dökümhanenin yerinde şimdi yeller esiyor. Cihangir Camii bile kurtarılamadı.”
Ve birden kaşlarını çattı, sesine başka bir ahenk verdi:
“Yangın yamandı filan amma işin içinde bir yamanlık daha var. Bunu sadrazam efendimiz de duyunca şaşırdı, belki yüz kere ‘Garip şey, garip şey!’ dedi.”
Seher sabırsızlık göstererek sordu:
“Neymiş bu garip şey?”
“Evinden ateş çıkan eksik eteğin gördüğü düş!”
“Düş mü görmüş o hatuncağız?”
“Evet. Bütün mahalle halkı ant için tasdik ediyor, kadının kerametini söylüyor. Erkeğinden, dişisinden; gencinden, ihtiyarından dinledim. Ben de inandım.”
“Peki ağam, neymiş bu düş?”
“Dişilerden peygamber çıkmaz amma o eksik etek bu mucize ile nübüvvet taslasa başına hayli kalabalık toplar. Enikonu ümmet sahibi olur.”
“Canım şu düşü söylesene!”
“İçime ürperme geliyor da söyleyemiyorum.”
“Sen söyle ki, benim de söyleyeceğim var.”
“Sen de mi düş gördün?”
“Düşün âlâsını gördüm. Şimdi bile gözümü kapayınca gördüklerim tazeleniyor.”
“Hayırdır inşallah! Gördüğün düş Yusuf Aleyhisselam’ın rüyası gibi mübarek olsun. Anlat da dinleyeyim.”
“İlkin sen söyle.”
Uzun bir münakaşadan sonra Seher, kara gözlerinin ve kızıl dudaklarının yardımıyla kocasını yendi, evinden ateş çıkan Tophaneli kadının düşünü söyletti. Kara Süleyman’ın yağlandıra ballandıra anlattığına göre, bu kadıncağız rüyasında et pişirirken tencerenin devrildiğini, ateşin parlayarak ocağı sardığını görür. Ertesi gün bir parça et alıp ocağa koyar ve biraz sonra komşusunun kapısını çalarak “Bu gece şöyle korkunç bir düş gördüm. Şimdi de ateşe et koydum, ekmek almak için fırına gidiyorum. Sen zahmet et de bize git, ben gelinceye kadar ocağa mukayyet ol.” der. Komşu bu ricayı kabul ederek feracesini giyer, bitişik eve gider. Fakat kapıyı açar açmaz, tencerenin devrildiğini, ocaktaki kurumların tutuştuğunu görür. Arası çok geçmeden de ateş saçağı sarar.[1 - Esat Efendi tarihinden alınmış olarak Cevdet Paşa tarihi, C. 12, s. 71. (y.n.)]
Kara Süleyman inana inana söylüyordu. Seher de inana inana dinliyordu. Erkek sözünü bitirince karısının ellerini tuttu, hiçbir şair kaleminden eşlerinin çıkmasına imkân olmayacak kadar mevzun[2 - Mevzun: Biçimli, düzgün, oranlı, uyumlu. (e.n.)] birer gümüş mısra hâlinde sıralanan o güzel parmakları okşadı.
“Haydi…” dedi. “Sıra şimdi senin. Söyle gördüğün düşü!”
Seher’in yüzü belli belirsiz kızarmıştı, daha doğrusu yanaklarındaki yarı kırmızı, yarı beyaz renk yerine tam bir kızıllık gelmişti. Yüzündeki benler bu geniş kızıllık arasında minyatürleştirilmiş bir şafak üstüne serpilmiş gece kırıntılarını andırıyordu ve siyah kaşlar, aynı şafağa açılmış minimini iki zarif kemer gibi parlak görünüyordu.
Söylemek ihtiyacı yüreğinde, söylememek kaygısı kafasında şahlanarak birbirine saldırır gibi olduğundan kelimeler boğazında düğümleniyordu, garip bir iç meddücezri geçiriyordu. Nihayet kadınlığından imdat gördü, hızlı bir zihin ameliyesi yaptı, nakledeceği hikâyeden bir kısmını sır olarak kendine alıkoydu, üst tarafını kocasına dinletti:
“Rabb’im hayırlara tebdil etsin, düşümde seni gördüm. Telaşlıydın, sağa sola koşuyordun. Bir aralık sadrazam efendimiz ortaya çıktı. Sarığı dardağandı, kılığı perişandı. Dayak yemişe benziyordu. Yorgundu, bitkindi. Ağlar gibi bir sesle sana bir şeyler söyledi. Sonra duman olup uçtu. Sen yalnız kaldın. Biraz daha dolaştın. Sonunda yanıma geldin, ahlayıp pufladın. Ağlayıp sızladın. Benim yüreğim kabardı, içime hafakan bastı. Nefes alamıyordum. Sen bu sefer kendi derdini unuttun, beni elimden tutup bahçeye çıkardın. Bir ağaç altına oturttun. Yüzümü okşadın, parmaklarını taraklaştırıp saçlarımı düzelttin. O sırada, nasıl oldu bilmem. Bir yabancı peyda oldu. Altında oturduğumuz ağacın kökünü kazdı, koca bir küp çıkarıp önümüze koydu. Küpte sarı sarı altınlar, yeşilli kırmızılı taşlar, dizi dizi küpeler, bilezikler vardı. Sen de ben de sevinç içindeydik. Altınları, yakutları avuçlayıp duruyorduk. Fakat onlar ansızın canlanıverdi, kovandan fırlayan oğul arısı gibi vızlayarak uçtu, kayboldu. Sonra sen de uçtun, o adam da uçtu, bahçe de uçtu. Ben ıssızlıklar içinde yapayalnız kaldım. Titreye titreye uyandım. Şimdi bile söylerken titriyorum.”
Seher, rüyasından bir kısmını değiştiriyor ve bir kısmını saklıyordu. O, sihirli küpü yerden çıkaran adamın çok güzel bir delikanlı olduğunu ve altınlarla elmasların, yakutların, küpün, bahçenin, Kara Süleyman’ın uçup gidişinden sonra onunla baş başa kaldığını görmüştü. Uyanınca da delikanlının kendi yüreğine yaslanıp durduğunu sezmişti. Fakat bunları söylemeyerek sadece zihninden geçiriyordu ve kocasının yırık yırık olmuş porsuk yüzüne bakarken gene o delikanlıyı görerek iliğine kadar kızarıyordu. Geçip giden rüya, bu genç ve dinç kadın için şimdi silinmez bir hülya mevzusu olmuştu. Uyandığından beri onunla oyalanıyordu ve yüreğinde adını sanını bilmediği taze bir erkeğin sıcaklığını duyup boyuna terliyordu.
Kara Süleyman, Tophaneli kadının gördüğü rüyanın tesiri altında bulunduğundan adamakıllı heyecanlanmıştı, karısının sözlerini kelime kelime tartarak bir mana çıkarmaya savaşıyordu. O, rüyalara inanan bütün çağdaşları gibi, tabir denilen, rüyaya mana vermek keyfiyetinde beyazı kara, ölümü hayat, soğuğu sıcak olarak almak, yani düşte ne görülmüşse onun tersi çıkacağına hükmetmek lazım geldiğine kanaat besliyordu. Lakin Tophaneli kadının rüyası, tam bir hakikat hâlini aldığı için karısı tarafından görülmüş olan şu rüyanın da birtakım hadiselere işaret teşkil edebilmesi ihtimalini kabul etmek zorunda kalıyordu, için için üzülüyordu.
Bu üzüntü biraz sonra vesvese derecesine yükseldiğinden yerinde duramadı:
“Pirelendim Seher.” dedi. “Gördüğün düş, boşa benzemiyor. Beni giyindir de Babıali’ye gideyim, etrafı kollayayım. Belki bir değişiklik vardır.”
Kara Süleyman, Sadrazam Deli Abdullah Paşa’nın baştebdili idi. Bu unvan, o devirde muhtelif manalar ifade ederdi. Mesela tebdil hasekisi sözünden saray seyislerinin başı olan adam anlaşılırdı. Sadrazam tebdilleri ise şimdiki taharri memurları gibi bir şey olup icabında kılık değiştirerek vazife görürlerdi.
Yalnız şu var ki, Tanzimat Devri’ne kadar hükûmet memuriyetleri makama değil eşhasa bağlıydı. Söz gelimi sadrazam tebdilleri hükûmet memurları olmayıp kapısında çalıştıkları kimsenin adamları sayılırlardı. Çünkü devlet hazinesinden aylık almazlardı, efendilerinin verdiği para ile geçinirlerdi. Bundan ötürü de sadrazam değişince onların vazifeleri bitmiş olurdu.
Şu bakımdan Kara Süleyman’ın gösterdiği telaş yerindeydi. Karısının düşü doğru çıkıp da sadrazamın başına bir felaket gelirse kendisi açıkta kalacak ve yeni bir kapı buluncaya kadar sıkıntıya uğrayacaktı. Gerçi o, cebi deliklerden değildi, haylice dünyalık sahibiydi.
Fakat genç ve güzel Seher’e “sadrazam baştebdilinin karısı” denilmesindeki zevkin sönüp gitmesini istemiyordu. Bu sıfatı o, oynak ve kıvrak eşinin başına konmuş bir taç saymaktaydı. Bu tacın düşmesiyle o nefis başın biraz kel kalacağına inanıyordu. Onun için sadrazamın yerinde kalmasını gerekli buluyordu ve efendisinin bir kazaya uğraması ihtimalini düşündükçe hafakanlar geçiriyordu.
Bu karı koca Üsküdar’da eski Valide Camii’ne yakın bir sokakta oturuyorlardı. Evleri, içtimai seviyelerine uygun olup beş odalı ve bahçeliydi. Yuvalarına yabancı sokmak istemeyen kuşlar gibi onlar da aralarına hizmetçi almıyorlardı. Kadın bu yalnızlıktan muzdaripti, kendisini deveye eş olmuş ceylan yerine koyup hayıflanıyordu. Erkek, tabiatıyla bahtiyardı. Renk ve koku bakımından güle, şakraklık bakımından da bülbüle benzettiği karısıyla baş başa yaşamakta sonsuz bir saadet duyuyordu, dünyada cennet hayatı geçiriyordu.
Bu ömrün herhangi bir suretle lekeleneceğini düşünmek bile Kara Süleyman’ı çıldırtabilirdi. Onun için çarçabuk giyindi, yüreğine yapışan vesvese kurdunu bir ayak önce söküp atmak ihtiyacıyla kamçılana kamçılana kıyıya indi, bir kayığa atladı, üç akçe bahşiş vaadiyle kürekçiyi hırslandırarak kayığa azami hızı verdirdi ve karaya çıkar çıkmaz da sızılı dizlerinin tahammülünü düşünmeden tırısa kalkıp Babıali’ye ulaştı.
Felaket!.. Eşiğinde en cesur başların eğildiği, en gür seslerin kısıldığı o büyük daire acıklı bir kargaşalık, elemli bir vaveyla içindeydi. Katar katar atlar, küme küme insanlarla karışmıştı. Kimin kişneyip tepindiği, kimin ağlayıp sızladığı seçilemiyordu. Şurada bir adam, sandığını yükletecek hayvan; beride bir at, yularını tutacak insan arıyordu. Merdivenlerden inenler çıkanlarla göğüsleşiyor, sofalarda karamboller yapılıyor, eşya denkleri köşeden köşeye sürükleniyor, tasviri güç bir hercümerç Babıali’nin temelini sakfine[3 - Sakf: Dam, çatı, tavan. (e.n.)] ve sakfini temeline çıkarıp indiriyordu.
Kara Süleyman daha uzaktan, yıkılmış bir ikbalin ahuvahını sezdi, henüz üç beş saat önce her şey olan efendisinin şimdi bir hiçe munkalip olduğunu anladı, ruhi ıspazmozlar içinde yıkılıp kalkarak o canlı girdap içine girdi ve ilk rastladığı adama sordu:
“Ne var, ne oluyor?”
Dolgun bir heybeyi o kasırgalar âlemi arasından çekip kurtarmaya savaşan adam homurdandı:
“Deli Abdullah Paşa sürgüne gitti!”[4 - “Sadrazam Deli Abdullah Paşa’nın rıza-yı hümayuna uymaz hareketleri yoksa da yangınlar o zaman İstanbul ahalisinin indinde sadrazamın beceriksizliğine alamet sayıldığından on yedi saat süren Tophane ve beş saat sürmüş olan Sultan Hamamı yangınları akabinde kendisi azil ve İzmit’e nefyolundu.” (Cevdet Paşa tarihi, c. 12, s. 71) (y.n.)]
“Niçin?”
Herif omuzlarını silkti, yürüdü ve kalabalık arasında kayboldu. Kara Süleyman karısının hayaliyle baş başa kalmıştı ve öksüz bırakılan sualine o hayalin cevap verdiğini duyuyordu:
“Duman olup uçtu, duman olup uçtu!..”
Fakat o hayal yalnız bunu söylemiyordu, boyuna anlatıyordu:
“Sen de uçtun, bahçe de uçtu, ev de uçtu!..”
Mutlak bir hakikat ifade eder gibi sert ve inandırıcı bir sesle sersemleşmiş idrakine fısıldanan bu sözler Kara Süleyman’ın ruhunu sağırlaştırıyor, kalbini felce sürüklüyor, gözlerini yavaş yavaş perdeliyordu. Sadrazamın azledilip sürgüne gönderilmesiyle doğruluğu tahakkuk etmeye başlayan düşün son kısımlarını da gerçekleşmiş zannederek evinin ve… eşinin elden çıktığını kuruntulayarak için için yıkılıyordu.
Uzun ve pek uzun bir zaman sonra o iç yıkılışı durdu, gözlerindeki perde hafifledi, şuuru işlemeye başladı. Şimdi bir tesadüfün o düşe gerçeklik çeşnisi getirdiğini ve sadrazamın aradan kalkmasıyla düşün de hükmü kalmamış olacağını düşünüp kendini teselli etmeye savaşıyordu. Bununla beraber hakiki tesliyeti karısının gülen gözlerinde bulmak istedi. Tebdiller koğuşundaki eşyasını tesadüflere emanet ve daha doğrusu feda ederek Babıali’den ayrıldı.
Bir serap kovalayan çöl avareleri durumundaydı. Beyninde bir susayış, bir kavruluş duyarak ve uzak bir serap hâlinde benliğini çeken karısının billur endamını hedef tutarak şuursuz adımlarla koşuyordu. Sokağı görmüyordu, evleri fark etmiyordu, insanların geçişini sezmiyordu. Hummaya tutulmuş bir dimağın yangınını taşıyarak göz bebeklerinde beliren seraba doğru uçuyordu. Dizlerinin sızısı da sanki dinmişti. Beynindeki ateş o sızıya merhem olmuşa benziyordu.
Bu hâlle bahçe kapısına geldi ve burnuna deniz kokusu çarpınca yüreği ferahladı. Kovaladığı serap işte bu geniş suyun ortasındaydı; kendisi kuru, kupkuru bir kum deryasını aşar gibi denizi -yana yana-geçerek o seraba, hakiki suya kavuşacaktı. Bu düşünce ile adımlarını biraz daha genişletti, kayıkların bulunduğu yere doğru kıvrıldı.
Artık şuuru aydınlanıyordu, eşyayı ve eşhası seçebiliyordu. Serap, o muattar ve ilahi hedef gene göz bebeklerinde nazlı nazlı açılıp kapanmakla beraber biraz evvelki idrak durgunluğu ve körlük silinmişti. Düşünüyor, görüyor ve adımlarının nereye gittiğini biliyordu. İşte bu sırada kulağına genç bir ses çarptı:
“Uğurlar ola Süleyman Ağa. Ne bu dalgınlık?”
Mukaddes serabı kaybetmeden durdu, gözlerinin nurunu ve şuurunu o serabın şeffaflığı arasından geçirerek önüne dikilen adama baktı. Bu, on yedi on sekiz yaşlarında bir delikanlı olup genç irisi denilen soydandı. Ziyası bol, suyu bol topraklarda yetişen fidanlar gibi tabiatın çizdiği çerçeveyi ve zaman mefhumuna bağlı nispetleri aşarak yaşına sığmayan bir olgunluk elde etmişti. Boyu, omuzları, boynu kemale ermiş bir erkek kuvveti teressüm ettiriyor, fakat yüzünde masum bir gençliğin tatlı saffeti gülümsüyordu. Onda yazılmadan ciltlenmiş bir kitap hâli vardı. Kabına aldananların, kalın bir hacim taşıyan sahifelerini açınca beyaz bir boşluk görüp şaşmaları muhakkaktı.
Kara Süleyman, hummalı dimağına şifa verecek, ruhundaki susuzluğu giderecek seraba bir ayak evvel kavuşmak ihtiyacıyla için için kıvranmasına rağmen duralamaktan geri kalmadı:
“Sen misin Hüseyin?” dedi. “Ne işin var burada?”
“Dolaşıyorum, hava alıyorum.”
“Gene Gülhane’de misin?”
“Evet, oradayım.”
“Rahatsın, değil mi?”
“Rahatlığım yerinde amma gönül şen değil!”
“Neden?”
“Boyuna çapa sallıyorum, toprak belliyorum. Neredeyse ellerim nasırdan çorapsız ırgat tabanına dönecek.”
“Çalışmak iyi şeydir Hüseyin. Ya işsiz kalıp sürünsen niderdin?”
“Beni anam, Arnavut beli, bostan beli, sakız beli sallamak için doğurmadı ağa. Boğazımda binbir çeşit rüzgâr dizili duruyor. Ben, dinleyecek kulak bulursam, onları üfürmek, boyuna şarkı ırlamak isterim. Kör talih, sesimi boğazımda mahpus tutuyor, beni bahçe belletmekte kullanıyor.”
“Sesin o kadar güzel, öyle mi?”
“Bana öyle geliyor. Gülhane’de dinleyenler de aşka gelip karşımda göbek atıyor. Gelgelelim ki öttüğüm yer uşak koğuşu, dinleyicilerim saksağan.”
Kara Süleyman bir nebze dalgınlaştı, kaşlarını çatarak düşündü. Bu genç irisini iki yıl evvel Gülhane’ye yerleştiren kendisiydi. Onu kapı tokmaklarını çala çala iş ararken görmüş, gençliğine ve güzelliğine acıyarak bir dostuna tavsiye etmek suretiyle sürünmekten kurtarmıştı. Bu yüzden aralarında baba-oğul münasebetine yakın bir alaka vardı. Çocuğu böyle serpilip gelişmiş, bir aslan yavrusu hâlini almış görünce sevindiği gibi, onun şarkı ırlamak hevesiyle yanıp tutuşmasına da acımıştı.
Kendisi -altmış yaşına vardığı, bir düzine kadar kadın alıp boşadığı hâlde- henüz babalık zevkine ermiş değildi. Şimdi bu zevke karşı daha acıklı bir tahassür duyuyordu. Hüseyin’e kalbinde yer vermek ihtiyacına kapılıyordu. Aynı zamanda onun sesini de merak ediyordu ve efendisiyle işini kaybetmekten doğma elemini güzel karısıyla paylaşmaktan ise o elemi şu gencin tatlı terennümleriyle avutmak istiyordu.
Bu mülahazalar sonunda kararını verdi:
“Zabitlerin darılmazsa bize gidelim, bu geceyi beraber geçirelim. Zaten canım da sıkıntılı. Sadrazam sürüldüğü için işsiz kaldım. Evde kötü kötü düşüneceğime seni dinlerim, sesin iyi ise şevke gelip derdimi unuturum.”
Hüseyin, izinli olduğunu söylediğinden tereddüde yer kalmadı, genç ve ihtiyar yoldaşlar kol kola girdi, bir kayık tutuldu, konuşula konuşula Üsküdar’a ulaşıldı.
Seher, kocasının bir misafirle geldiğini görünce mutfağa kapanmıştı, düşüne ait haberleri orada bekliyordu. Kara Süleyman sıkı bir deraguş ve sürekli bir buse sağanağı arasında felaketi anlattı, rüya keyfiyetine temas etmeyerek sadece sadrazamın azlini söyledi.
“Tasalanma.” dedi. “Allah büyüktür. Bugün bir kapı kaparsa yarın bin kapı açar. Elverir ki, sen ve ben sağ olalım.”
Güzel kadın, o devrin tevekkül felsefesine candan bağlı olduğu için bu gibi sözleri dinlemekten müstağni idi. O sebeple kocasının sözünü kesti:
“Bir Köroğlu bir avradız, nasıl olsa geçiniriz. Köşemizde üç beş kuruşumuz da var. İlegüne yüzsuyu dökecek değiliz. Hiç üzülme, keyfine bak. Fakat biraz paça ile pilavdan başka yemeğimiz yok. Getirdiğin konuğa ne yedireceğiz?”
“Konuk dediğin, bizim Gülhane’deki Hüseyin’dir. Maşallah büyümüş, yiğit olmuş. Biraz ırlasın diye aldım, getirdim. Önüne ne koysak yer. Hazırdaki yemeklere bir de kaygana kat, hepimize yeter!”
Bir iki saat sonra Süleyman’la Hüseyin sofradan kalkmışlardı, birer mindere bağdaş kurup dertleşiyorlardı. Seher de ayaküstü üç beş lokma atıştırıp ve bulaşıkları yüzüstü bırakıp hırsız yürüyüşüyle sofaya çıkmıştı, gözünü anahtar deliğine uydurarak onları gözetliyor, sözlerini cankulağıyla dinliyordu.
O, garip bir heyecan içindeydi. Şu memnu[5 - Memnu: Yasak. (e.n.)] temaşadan hem haz hem elem duyuyordu. Üç mumlu bir şamdanın aydınlatmaktan ziyade soluk gölgelerle beneklediği geniş oda içinde hasta bir hazan ile dipdiri bir baharın konuştuğunu görmekten haz alıyordu. O hazanın kendi koynunda yaşadığını düşünmüyordu. Yalnız ötekinin, o genç misafirin, kocasıyla karşılaşmak yüzünden bambaşka bir dirilik, bir tazelik ve güzellik tecelli ettirdiğini seyrederek mahzuz bir heyecana kapılıyordu. Fakat bir gece evvelki düş de kafasında canlanarak o tatlı heyecana elem katıyordu. Çünkü sadrazamın duman olup uçuşundan düşün doğruluğu seziliyordu. Şu konuğun da o rüyanın sonunu gerçekleştirmek için evlerine gelmiş olması, acaba muhtemel değil miydi?..
Gülhaneli Hüseyin, gerçi düşte gördüğü delikanlının aynı değildi, lakin onun gibi gençti, onun gibi güzeldi ve bilhassa onun gibi içine sarsıntı, iliklerine yanıklık veriyordu.
Seher, o günün sabahından beri yüreğinde erinip gerinen ve beynine tatlı bir karışıklık getiren hayalin o dakikada silindiğini, yerine Gülhaneli Hüseyin’in geçtiğini sezerek bir iç sarhoşluğuna uğrarken Kara Süleyman misafirine teklif etti:
“Irla artık. Söz tükendi, sıra sese geldi!”
Bu teklifi duyan Seher, hemen durumunu düzeltti, ellerini biraz daha sıkarak dizlerine perçinledi, gözünü tam bir intibakla deliğe yapıştırdı, nefesini kesti, dışarı fırlamasından korktuğu yüreğini hapis için dudaklarını sıktı, canlı bir bahar numunesi sayarak, tepeden tırnağa kadar her yerini beğendiği gencin sesine ruhunu açtı, dinlemeye koyuldu.
Hüseyin ne naz etti ne niyaz ettirdi. Kara Süleyman’ın ırla demesiyle beraber, başından börkünü attı, perişan kâküllerini bir el darbesiyle düzeltti.
“Benim bildiklerim…” dedi. “Hep çalıp kapmadır. Üstümde hoca hakkı yok. Onun için usulde kusur edersem hoş görün.”
Ve birden Derviş Ömer bestesi diye meşhur olan şu varsağıyı terennüme girişti:
Yola düşüp giden dilber
Musa’m eğlendi gelmedi,
Yoksa yolda yol mu şaştı,
Musa’m eğlendi, gelmedi.[6 - Evliya Çelebi bu varsağıyı Dördüncü Murat’ın -yeniçeriler elinde can veren gözdesi Musa Çelebi için- yazdığını söyler. O çelebinin nasıl bir hilkat bediası olduğunu da şair Nefi, şu manzumesinde tebarüz ettirir:Yusuf’u İsa şiyem Musa ağa kim tal’atiGün gibi bir şu’ledir gûya çırağı Tûr’danTineti hâkinde yok asla kuduretten eserCismini halk eylemiş barî taalâ nur’danBöyle ziba suretü pakîze siret görmedimBir melektir gûyiya etmiş tevellüd Hûr’danCebhei berrak ile ol gerdeni kâfûr – renkZahir oldukça giribani siyah sammûr’dan:Seyreden kimse tulû etti kıyas eyler hemenÂfitabı âlem ârâyi şebideye deycûr’dan!]
Ağzıyla değil, ruhuyla ırlıyordu. Ses, hançeresinden değil, yüreğinden çıkıyordu. Bundan ötürü güfte dayanılmaz bir feryat, beste de gönüllere hercümerç veren bir fırtına oluyordu.
Süleyman, vect içinde sallanıyor, rüzgâra tutulmuş kalın bir dal gibi garip sesler çıkara çıkara kıvranıyordu. Fakat Seher ona nispetle yüz kat daha fazla heyecanlanmıştı. İdraki titreyerek, kalbi titreyerek ve bütün vücudu titreyerek eşiğin önünde gözyaşı döküyordu.
Hüseyin, başka bir âlemde bulunuyormuş ve yalnız duygularıyla baş başa kalmış gibi görünüyordu. Karşısında sallanıp duran adamı görmeyerek, gece veya gündüz içinde mi bulunduğunu sezmeyerek, muhitle ilgilenmeyerek, sanat aşkını terennümde devam ediyordu. Varsağıdan sonra, gene bir kayabaşı bestesiyle şu parçayı ırlamaya başlamıştı:
Sevdiğim cemalin çünkü göremem,
Çıkmasın hayalin dili şeydadan,
Eşiğine çünkü yüzler süremem,
Alayım kokunu bâdi sabadan!
Bu şiiri okurken göremediği, doya doya seyredemediği sevgiliyi odanın boşluklarında arar gibi yanık bir avarelikle gözlerini sağa sola çeviriyor ve ara sıra yetim bakışlarını eşiğe koşturarak görünmez bir hayalin izini araştırıyordu. Onun rüzgârlardan sevgiliye ait bir koku aradığını söylerken takındığı hasta vaziyet, bilhassa samimi idi. Kara Süleyman bile coşkun bir tahassüs içinde bulunmasına rağmen, o hâlin farkında oldu:
“Be oğlum!” dedi. “Tutkuna benziyorsun. Yalnız sesin değil, her yanın ağlıyor!”
Heyecanını damla damla gül yanaklarında şebnemleştiren Seher de Hüseyin’in boşluklarda avare avare dolaşan gözlerini, ara sıra eşiğe dökülen bakışlarını görerek buhranlar geçirmekte idi. İçinden yükselip gelen bir ses ona “Gir, odaya gir. Bu yetim bakışları okşa!” diyor ve kadınlığının bütün ihtirasları ayağa kalkarak kendisine çılgınlıklar teklif ediyor gibiydi.
Bu hâl, belki bir saat, belki iki saat sürdü. Hüseyin’in hançeresi yoruldu, sesine mecalsizlik geldi ve ırlama faslı kendiliğinden kesildi.
Kara Süleyman da karısı da uzun süren bir yürek kasırgasından kurtulmuş gibi, sersem bir haz ve mahzuz bir hayret içinde idraklerini toplamaya çalışıyorlardı. Yorgun yorgun, bulundukları yerde düşünüyorlardı. Süleyman, uzun bir sükûttan sonra, derlenip toplandı:
“Eh!” dedi. “Hakkın varmış. Sesin Davut Peygamber’inki kadar güzel. Hocalar o ırlarken demirin eridiğini söylüyorlar. Sen, adamın yüreğini eritiyorsun. Tanrı kem nazardan esirgesin. Bir gün bu sesle sen saraya meyzinbaşı olursun!”
Ve Hüseyin’in cevap vermesini beklemeden ilave etti:
“Beni şevke getirdin amma yoruldun. Döşeğini sereyim de yat. Yarın gene görüşürüz.”
Seher, yüreğini eşikte bırakarak ve genç misafirin hayalini kucaklayarak başka bir odaya kaçarken Hüseyin ev sahibine cevap verdi:
“Yatalım ağa. Uyumak, uyanık durmaktan iyi. Çünkü bahtı kara olanlar yalnız uyurken gülerler!”
Kara Süleyman, alık bir tebessüm içinde hayretini haykırdı:
“Neler de biliyorsun, neler, seni dinleyenler Gülhane’de bel sallayan toy bir delikanlı değil de güngörmüş müderrislerle konuştuklarını sanacaklar. Şu küçük ağıza bu büyük sözler hiç yakışmıyor!”
Biraz sonra güzel sesli misafir, temiz bir yatağın içinde mışıl mışıl uyuyor, Seher de kocasının horultuları arasında sevimli konuğun hayaline yüreğinin bestelediği ninnileri fısıldıyordu.
***
Seher, şafağı yüreğinde bularak uyandı, geceyi yatağında uyur bırakarak sofaya çıktı, ayağının ucuna basa basa beriki odanın eşiğine yanaştı, gözlerini mahut deliğe yapıştırdı, içeriyi görmeye çalıştı. Onun uykuda nasıl göründüğünü anlamak ve mehtabın yatağa nasıl uzandığını seyretmek istiyordu. Fakat misafiri uyanmış ve giyinip kuşanmış gördü. Telaşa düşerek hemen merdivene atıldı, koşar gibi inerek mutfağa girdi, bir sabah çorbası hazırlamaya koyuldu. Eli işte, kulağı kirişte, gözü ise hep onun hayalindeydi.
Sabahın serin beyazlığından bir göl okşayışı sezinsiyordu ve ruhunun bu gölde yıkandığını kuruntulayarak tatlı ürpermeler geçiriyordu. Fakat içinde anlaşılmaz bir kaynayış, bir yanış vardı. Ziyayla, seherî serinlikle yıkanmak, o iç ateşine sükûn veriyordu. Hüseyin’in, o genç kudretin kollarında sallana sallana serinlemek için dayanılmaz bir iştiyak duyuyordu.
Kocasının kalın sesi, bu dalaletli kuruntulardan onu çekip çıkardı. Herif, merdiven başından emirlerini haykırıyordu:
“Hu, küldöken.[7 - Küldöken: Kadın, eş. (e.n.)] Sofrayı bahçeye kur. Biz bir ağaç altı sohbeti yapacağız.”
Yüreğini yakan güneşi doya doya seyredebilmek ümidiyle hırslanan kadın, bu emri çarçabuk yerine getirdi, bir badem ağacının altına iki minder koydu, Eyüp işi sofra altlığı üzerine siniyi yerleştirdi, uçları işlemeli kenar havlusunu fırdolayı siniye iliştirdi, un çorbasıyla baldan, kaymaktan ibaret olan kahvaltıyı ayrı bir tepsi içinde sofranın yanına bıraktı, kahve takımını ve küme küme ateş dolu mangalı bahçeye indirdi, sonra yukarı çıktı, kocasıyla konuğun oturdukları odanın önüne geldi, kapıya üç fiske vurdu. Bu, kadın sesinin yabancılara duyurulmasına müsaade edilmeyen bir devirde o sese vekâlet eden işaretlerdendi. Fakat Seher o gülünç âdete uyarak sofranın hazır bulunduğunu hafif üç fiske ile kocasına haber verirken tabii olmaktan çok uzaktı. Parmaklarının kapıya değil, genç misafirin tenine temas ettiğini zannederek titriyordu ve o işaretten bir gönül selamı sezinseneceğini kuruntulayarak mahzuz bir sarsıntı geçiriyordu.
Erkekler bahçeye inerken o, içine kapandığı odanın kapısını aralık bırakarak Hüseyin’i uzun uzun teşyi etti. Sonra kafesin arkasına oturup delikanlıyı -ferih ve fahur- temaşaya daldı. Sofrayı böyle bir seyre müsait olacak yere kurduğu için dilediği kadar ve doya doya genç konuğu tetkik edebiliyordu.
Onlar neşeli bir iştiha içinde çorbalarını içerken, genç ömrünü sızılı bir çift bacağa bakıcı yapmak felaketiyle iki üç yıldan beri inleyip duran kadın, karmakarışık düşünceler geçirip duruyordu. Güzelliklere alışıldığı gibi, çirkinliklerle de ülfet husule gelir. Seher, bu tabiat kaidesi dışında kalmış değildi. İlk izdivaç günlerinde tiksine tiksine yanına yaklaştığı geçkin ve hasta kocasına yavaş yavaş alışmış bulunuyordu. Evvelce onun sızılarını avuçlarında dindirmeye uğraşırken parmaklarının, kalbinin ve gözlerinin sızladığını hissederdi. Gene evvelce onun yorgun gözlerine bakarken içine elem dolar ve ömründen parça parça bir şeyler döküldüğünü sanarak ağlamak ihtiyacını duyardı. Sonraları bunlar, bu demlenmeler geçmiş ve kocasıyla münasebeti tabiileşmişti.
Fakat şimdi ilk günlerin tiksintileri, acıları -hem de toplu olarak-içinde şahlanıyordu. Hatta eşinin bacaklarındaki o dinmek bilmez sızıları da kendi parmaklarında -sabunla yıkanmaz, dağlanmakla çıkmaz bir kir gibi- kümelenmiş görüyordu.
Bu hissî değişikliği yapan, kocasıyla konuğunun yan yana bulunuşuydu. Seher, kendine tasarruf eden erkekle, kendisinin tasarruf etmek istediği erkeği mukayese ettikçe fenalaşıyor ve ömrünün nasıl heder olduğunu bütün fecaatiyle kavrayarak için için ağlıyordu.
Onu, en ziyade üzen ümitsizlikti. Düşünde görüp de ruhi bir ızdırapla kalbine geçirdiği erkeğin yerini şimdi şu delikanlıya vermişti. Lakin ona ne kucağında ne dudağında bir yer veremeyeceğini biliyordu. Biraz sonra genç adam, talihsiz bir kadın kalbinde nasıl bir yangın tutuşturduğunu sezmeden, hatta böyle bir kadın bulunduğunu anlamadan ayrılıp gidecekti ve o yanık kalp, gene beriki hasta adamın sızılı bacaklarına takılı kalacaktı.
Seher bir yandan Hüseyin’in olgun güzelliğinden aldığı hazzı iliklerine nakşederken, öbür yandan da bu düşünceyle elemleniyordu, bahtına lanet okumak zorunda kalıyordu.
Düşüncesi garipti: Saçları dökük, göğüs düğmeleri çözük bir vaziyette aşağı inmeyi tasarlıyordu. Böyle bir durumda Gülhaneli Hüseyin’e görünür görünmez vukuya gelecek şaşkınlıkları düşündükçe iradesi sarsılıyor, yerinde duramaz oluyor ve saçlarını çözmeye, göğsünü açmaya hazırlanıyordu.
Kendi güzelliğine güveni vardı. Hüseyin’i, bir lahzada teshir edeceğine şüphe etmiyordu. Fakat kocasının böyle bir hareketi insafsızca cezalandıracağını da biliyordu. Onun için beyninde kımıldanıp duran çılgınlığı yendi, mahzun mahzun içini çekti ve gene temaşasına daldı. En nefis bir gülü, yalnız uzaktan görüp koklayamamaktan burnu sızlıyor, her şeyi vadeden şu gençlik pınarına dudağını uzatamamaktan yüreği yanıyor ve gözleri sık sık yaşlanıyordu.
İşte bu sırada kocasının gülerek bir şeyler söylediğini ve yerinden kalkıp eve doğru geldiğini gördü. Acaba gitmek üzere bulunan misafiri kıyıya kadar götüreceğini söylemeye mi geliyordu, yoksa kendisine bir emir mi verecekti?.. Muzdarip bir merakla hemen minderden fırladı, merdivene koştu, kocası da mutfağı dolaşıp merdivenin dibine gelmişti, sesleniyordu:
“Hu, Seher!.. Bizim bel nerede?”
Kadın şaşırarak sordu:
“Ne beli kişi?”
“Canım, bahçe için yeni aldığım bel!”
“Nideceksin onu?”
“Bizim Gülhanelinin adamlığı tuttu, bahçeyi belleyeyim diye tutturdu.”
“Konuğa zahmet verilir mi ağa? Bırak yakasını çocuğun!”
“Ne dedimse dinlemedi. Bahçenin bakımsız olduğunu söyledi, illa belleyeceğim diye ayak diredi. Ant da verdiği için peki dedim, varsın biraz yorulsun. Sonra da tatlı tatlı ırlayıp dinlensin.”
Seher’in gözlerinde, bir gece evvel görmüş olduğu düşün son safhaları dolaşıyor ve boğazına dizi dizi düğümler sıralanıyordu. Acaba bu güzel konuk, düşte gördüğü gibi, yerden bir şeyler çıkaracak, sonunda kendisiyle baş başa kalacak mıydı?
Kocasına belin bulunduğu yeri -boğuklaşan bir sesle- söylerken, zihninde bu düşünce vardı, eli ayağı titriyordu. Aynı zamanda kocasının tabii davranışına ve duyduğu düşü unutmuş görünmesine şaşmaktan kendini alamıyordu. Sadrazamın sürgüne gitmesiyle bir yanı doğru çıkan o düş nasıl unutulur ve bahçe bellemeye kayıtsız kayıtsız nasıl girişilirdi?..
Seher, cinsî ve dalaletli ihtiraslarına da sükûn getiren yepyeni bir merak içinde tarassut[8 - Tarassut: Gözleme, gözetleme. (e.n.)] noktasına döndüğü vakit, güzel delikanlının saltasını atarak, kollarını sıvayarak bele yapıştığını, edalı bir tutumla toprağı kazmaya giriştiğini gördü.
Hüseyin’in kolu kalkıp indikçe Seher’in de yüreği kalkıp iniyor ve sıvalı kollarda uzanan beyaz kudretten, yarı açık göğüste gülümseyen şen gençlikten gözlerine garip bir kamaşma geliyordu. Fakat sinirleri değil, şuuru hareketteydi. Boyuna, gördüğü rüyayı düşünüyordu.
Hüseyin aşkla, şevkle çalışıyordu. Genç ruhunda kaynayan müphem ihtirasları birer ter tanesine kalbedip damla damla toprağa gömmek ister gibi davranarak bahçenin kabza kabza altını üstüne getiriyordu. Gülhane’de eline eza veren bel, şimdi parmaklarına bir altın asa tadı vermişe benziyordu. Çünkü orada ırgattı. Emir altında çalışıyordu. Burada keçeye kılıç çalan bir yeniçeri neferi durumundaydı. Pazısını hoşnut etmek, içini serinletmek düşüncesiyle bel sallıyordu.
Kara Süleyman, çubuğundan ciğerine geçirdiği dumanları öksürüklerinin yarattığı salyalara sararak buram buram savururken ve Seher, sarsak bir kucakta nazlı bir bebek olmaktansa genç bir pençede bel olup topraklara girip çıkmanın bir kadına daha tatlı geleceğini hesaplayarak sarhoşlarken Hüseyin hayli iş görmüştü, bahçenin genişçe bir kısmını nadas edilmiş tarla biçimine sokmuştu. Güçlü kuvvetli üç işçinin belki üç saatte başaramayacağı bir işi, bir saat içinde yapmasını Kara Süleyman Ağa takdire layık gördüğünden öksüre tıksıra duygusunu açığa vurdu:
“Yaşa be Hüseyin!” dedi. “Beli tırpan gibi kullanıyorsun, kuru toprağa duman attırıyorsun. Fakat yoruldun. Beli artık bırak, saltanı sırtına al, bir çubuk tüttür.”
Genç adam, sadece gülümsedi ve belin dilini gene toprağa daldırdı. Hayret!.. Onun kudretli pençesinin zoruyla yağ gibi mukavemetsizleşen toprak, o noktada sertleşmişti, bağrına sokulan demir dili geri itiyordu. Hüseyin, bir taşa tesadüf ettiğini sanarak, tazyikini çoğalttı, lakin toprağın mukavemetini kıramadığından homurdandı:
“Burada kaya var!”
Şimdi o kayayı, yanlarını açarak açığa çıkarmak istiyordu, hızlı hızlı uğraşıyordu. Kara Süleyman da ihtiyarsız bir davranışla yerinden kalkmıştı, onun yanı başına gelerek ameliyeyi tarassut ediyordu. Toprak, sinirlenen delikanlıyı pek fazla üzmedi, taşıdığı sırrı üç beş dakika içinde açığa vurdu. Bu sır, küçük bir küp hacminde iri bir bakır kavanozdan ibaretti ve ortaya çıkmasıyla beraber kafes ardında sahneyi seyreden Seher’in dudaklarına şu sayhayı getirmişti:
“Düşümün sonu, düşümün sonu!..”
Kadının hayran ve perişan bağırmakta hakkı vardı. Çünkü Hüseyin, mahut rüyanın en heyecanlı parçasını topraktan çıkarmış bulunuyordu. Nitekim Kara Süleyman da -ilk sersemliğini giderdikten sonra- bu hakikati kavramaktan geri kalmadı:
“Bre Hüseyin!” dedi. “Bu kavanozun çıkacağını biz biliyorduk. Fakat unutmuştuk.”
Delikanlı, define keşfettiğini sezinseyerek heyecana kapılmıştı. Ev sahibinin bir tekerleme ile bu keşfin temin edeceği kazancı nefsine hasretmek istediğine zahip olduğu için de sinirlenivermişti. Sert sert yanı başındaki erkeğe bakıyordu. Kara Süleyman onun bir mücadeleye hazırlandığını sezince ellerine yapıştı:
“Belinledin.” dedi. “Çünkü topraktan define çıkacağını bildiğime kolay kolay inanamazsın. Fakat üçten dokuza şart olsun ki doğru söylüyorum. Bizim küldöken, daha dün sabah böyle bir küp bulacağımızı söylemişti.”
Delikanlının cevabı kısa ve sarih oldu:
“Olabilir Süleyman Ağa. Lakin küpü ben buldum. Payımı alacağım.”
Ve ev sahibinin cevabını beklemeden kavanozu gömülü olduğu çukurdan çekip çıkardı, ağzındaki tıkacı bir hamlede söküp attı ve defineyi baş aşağı yere döktü: Seher’in düşü küme küme altın, dizi dizi inci, tutam tutam elmas hâlinde bellenmiş toprağın bir parçasını renk içinde, ışık içinde bırakmıştı ve büyük bir servet, iki adamın gözü önünde çeşitli bir tebessümle pırıldayıp duruyordu.
Onlar renk içip, nur içip sarhoşlanan iki idrak avaresi vaziyetinde bulunuyorlardı. Altınların ışığı, incilerin pırıltısı, elmasların nuru zavallıların damarlarında seyyal bir hâl alıyor ve bu akıp giden rengünur seli yavaş yavaş alevleşerek ikisinin de idrakini tutuşturuyordu.
Seher de on on beş metre geride ve iki üç metre yüksekte aynı idrak yangınına tutulmuştu. Gözleri açıla açıla, yüreği kabara kabara, toprağa serili güneş kırıntılarını, mehtap zerrelerini seyrediyordu.
Kara Süleyman, genç dostundan önce kendini topladı:
“Paylaşalım.” dedi. “Fakat hak terazisiyle.”
Dili harekete gelen genç adam sordu:
“Hak terazisi nedir?”
“Bahçe benim mülkümdür. Ağaçlarında çıkan yemişler, çiçekliğinde yetişen güller, sümbüller gibi bu define de benim mülküm sayılır. Sana elinin emeğini, gözünün hakkını veririm, üst tarafını ben alırım.”
“Ne verirsin ağa, açık söyle?”
“Mesela bin kuruş!”
Hüseyin güldü:
“Şu taşlardan biri bin kuruş eder. Beni çocuk yerine mi koyuyorsun ağa!”
“Ya ne istersin oğul?”
“Yarısını!”
Seher tehlikeli bir durum tekevvün etmek[9 - Tekevvün etmek: Meydana gelmek, olmak. (e.n.)] üzere bulunduğunu sezdi, vaziyetten kendi yüreği hesabına da istifade etmek isteyerek yerinden fırladı, yarım yamalak örtündü, bahçeye çıktı, dostlukları kırılmak ve elleri birbirinin boğazına geçmek üzere bulunan iki erkeğin arasına girdi.
“Definede…” dedi. “Benim de payım var!”
Kara Süleyman bu müdahaleden ilkin sinirlenecek, karısını yumruklaya yumruklaya geri çevirecek oldu. Fakat ortada yatan muazzam servetin cazibesinden kurtulamadığı gibi defineyi genç adamın eline bırakıp oradan uzaklaşmayı da doğru bulmadı. Izdıraplı bir tahammülle karısının -başörtüsü altında açık duran- yüzüne baktı.
“Ağzının payını…” dedi. “Almadan çekil, elinin hamuruyla er işine karışma. Biz baba oğul uzlaşırız.”
Kadın aldırış etmedi, yerdeki pırıltıları gölgede bırakacak kadar ışık püsküren gözlerini delikanlının yüzüne dikti, iki parça kızıl yakutun otuz iki inciye dayanarak dile geldiği zehabını uyandıran billur bir eda ile yalvardı:
“Dalaşmayın, anlaşın, bir dost yüreği, yerinde bin hazineden daha çok işe yarar. Siz de iki üç akçe için yüreklerinizi değiştirmeyin!”
Hüseyin, sersem ve perişan, ona bakıyordu. Hayran hayran onu dinliyordu. Genç iradesine çelik bir ihtiras işleyen define şimdi bir moloz gibi yüzüne çirkin görünüyordu ve karşısında lahuti teraneler püsküren güzellik hazinesindeki rengi, nuru, ıtırı ölçmeye savaşıp bön bön yutkunuyordu.
O, kadının bekâr erkeklere ancak rüyada göründüğü bir devre mensuptu. Henüz evlenmemiş gençler o devirde dişinin kokusunu belki alırlar, lakin bu nefis ıtırın kaynağını hep örtülü görürlerdi. Hemen her bekâr erkek, ruhunda zulümat[10 - Zulümat: Karanlıklar. (e.n.)] âlemlerine dalıp abıhayat arayan efsanevi insanların tahassürü yaşardı. Masallarda bu tahassür, acıklı bir hüsran ile nihayetlendiği gibi hakikatte de kadın iştiyakı müspet bir netice vermezdi. Bekârların çoğu kadın elinden içilen aşk zemzeminin tadını bilmezdi. Vaizler, cehennemi ağızlarında dolaştırarak; asesler, subaşılar, kadılar baskın, tomruk, falaka ve recm cezalarını sokak sokak gezdirerek kadından aşk kevseri içmek isteyenlerin ödlerini koparırlardı. Bu yüzden memnu aşklar kahramanlık mevzusu oluyordu ve âşıkların menkıbeleri dillerde dolaşıyordu.
Hüseyin de kadını buluta sarılı meçhul bir yıldız gibi daima örtülü görenlerden biri idi. Anasının, kız kardeşlerinin ve mahremlerinin şahıslarında bir kadın simasının nasıl olabileceğini, bir kadın sesinin nasıl bir tınnet taşıdığını görmüş ve duymuştu. Lakin aşk kadınının ne yüzünü görmüş ne sesini işitmişti. Ondan ötürü Seher’e bakarken, Seher’i dinlerken beyninin bütün hücreleri yerinden oynuyor, yüreğinin altı üstüne geliyordu.
Onda, yalnızlığa mahkûm bir ömrün uzun ve yetim uykularından birini bitirip de gözünü açtığı zaman yanı başında Havva’yı görerek beşeriyetin ilk kutsi heyecanını duyan Âdem şaşkınlığı vardı. Din kitaplarında bir rivayet olarak okunan bu ezelî hayranlık Hüseyin’in masum benliğinde bir hakikat olmuştu ve genç adam, tabiatın insanlara layık gördüğü en büyük hazza -fakat şaşıra şaşıra- kavuşuyordu.
Seher, şuurlu bir ateş hâlindeydi, nereye temas ettiğini ve nasıl bir yangın tutuşturduğunu seziyordu. Aynı zamanda mesut bir gurura kapılmıştı. Genç ve bakir bir kalbe alev dökmekten sevinç duyuyordu. Lakin vaziyetinin nezaketini de unutmuyordu. Para hırsıyla kocalık duyguları arasında bocalayan eşinin bir lahzada tekevvün etmek üzere bulunan sevda âlemine karşı kayıtsız kalamayacağı belliydi. Onun için gözlerinin ışığını Hüseyin’in üzerinden çekerek Kara Süleyman’a döndü.
“Haydi…” dedi. “Paylaşın. Benim de payımı verin!”
Kadın, ortada sürünen servetin üçte ikisini eve mal etmek suretiyle kocasının emeline çok uygun ve çok yakın bir uzlaşma teklif ediyordu. Hüseyin’in bu teklife rıza göstermesi, büyük bir fedakârlık olacaktı ve Kara Süleyman böyle bir neticeyi umamıyordu. Lakin delikanlı, yaradılışındaki hovardalık seciyesine kapıldı, cenneti Havva’ya feda eden Âdem gibi davrandı:
“Hayır, hayır.” dedi. “Sizin dediğiniz gibi olmaz. Ben ağaya karşı yüzsüzlük ettim. Suçumu bağışlatmak için bölüşmeyi kendim yapacağım.”
Ve yerdeki elmasları, incileri, yakutları, zümrütleri avuç avuç ayırarak Seher’e gösterdi:
“Bunlar hep sizin. Paralardan da ağa ne verirse o kadarı benim, üst tarafı kendinin olsun!”
Çıldırasıya seven kadınların bile aşk dolu yüreklerinde satılacak ve satın alınacak köşecikler bulunur. Hüseyin, şuur ile değil, tabiatın ruhuna nakşettiği hovarda uyanıklığıyla bu hakikate uyuyordu, gençliğine gençliğini sunmaya hazır görünen kadının iradesini tamamıyla sarsmak için bu nümayişi yapıyordu.
Seher, koca bir definenin nasıl bir maksatla feda edildiğini anlamaktan geri kalmadı, bakışlarını bir şükran busesi hâline koyarak fedakâr delikanlının dudaklarına bıraktı. Kara Süleyman da gafil bir telaşla hemen altınların üzerine kapandı, üç bin kuruş kadar bir şey ayırıp Hüseyin’e verdi:
“İşte…” dedi. “Hak yerini buldu. Haydi Seher, şimdi sen mutfağa gir. Bize öğle yemeği hazırla!”
Yürekleri, ilk hicran dakikasının acısıyla burkulan gençlerin gözleri kucaklaştı ve yüzleri kızardı. Seher, bu ruhi musafaha sırasında “beklerim” diyen yanık bir bakışla yüreğini Hüseyin’e okumuş, o da gözlerine “gelirim” kelimesini söylemekte güçlük çekmemek yolunu bulmuştu!..
***
O günün gecesini karı koca uykusuz geçirmişlerdi. Kara Süleyman, sadrazam kapısında baştebdillik ederek değil, kapıcıbaşılık ve hatta kâhyalık yaparak on yıl har vurup harman savursa, gümeç gümeç bal tutup gece gündüz parmak yalasa, bu mesut günde eline geçen serveti toplayamazdı ve karısına şu küme küme elmasları, incileri, zümrütleri veremezdi.
Herif, bu sebeple çılgın bir sevinç içindeydi, boyuna söyleniyordu, hiç durmadan projeler yaparak istikbalin safalı günlerini sayıklıyordu. Seher de buhranlar geçirdiğinden kocasına uykusuzlukta yoldaş oluyordu, müşterek hazinelerinin pırıltılarını seyrede ede gözlerini açık tutuyordu.
Düşünceleri ayrı idi. Erkek, tesadüfün kendisine getirdiği büyük servetle yeni bir hayat kurmak ve karısını o hayatın elmaslarla bezenmiş güneşi hâline koymak hülyasıyla uykusunu feda ediyordu. Kadın, keşfettiği gençlik hazinesindeki güzelliklerle aç yüreğini doyurmak, susuz ruhunu kanıksandırmak, yetim ömrünü sevindirip neşelendirmek kaygısındaydı. Hüseyin’ini göz bebeklerinden kaybetmemek için uykusuz kalıyordu.
Düş mevzusuna temas etmekten ikisi de çekiniyordu. Sadrazamın azlolunup sürgüne gitmesiyle, definenin meydana çıkmasıyla gerçekleşen rüyanın geri kalan kısmı üzerinde durmaktan ürküyorlardı. Bununla beraber, o mevzu kafalarında dimdik duruyordu ve hülyalarının ahengini bozmaktan geri kalmıyordu. Kara Süleyman, gelecek günlere ait düşüncelerini, emellerini sekiz on defa bozup düzelttikten sonra şuurundaki rahatsızlığın ibramına[11 - İbram: Zorlama. (e.n.)] dayanamadı, düş meselesine temas etmek zorunda kaldı:
“Canımın içi!” dedi. “Gün doğar doğmaz Mahmut Efendi, Ceylani, Divitçioğlu, Karacaahmet, Miskinler, Şücababa tekkelerine birer kurban götürüp kestireceğim. Gördüğün düşün sadakası olsun.”[12 - Evliya Çelebi bu tekkelerin her biri hakkında malumat verir. (c. 1., s. 478) (y.n.)]
Seher, uğrunda ömründen birçok yılları kurban etmeye hazırlandığı aziz sevgiliyi düşünerek mırıldandı:
“İyi edersin. Belki keseceğin kurbanlar makbule geçer de dileklerimiz yerini bulur.”
Bu suretle o ağır mevzunun vesvesesinden kendini kurtaran eski baştebdil, günün sevincini bir de gönül safasıyla tamamlamak istedi, bahsi aşka çevirdi ve gülünç bir gayretle gençleşmeye yeltenerek dilbazlığa girişti. Fakat ruhunu başkasına nikâhlayan Seher, meşru bir ağızdan çıkmasına rağmen, bu sözleri aşkının ismetine tecavüz saydı, pervasız bir isyanla yerinden fırladı:
“Rahat dur!” dedi. “Dilini de kes! Ben artık uyumak istiyorum!”
Uyumadı, uyuyamadı. Kendisi gibi uyanık duran kocasına sırtını çevirdi, tan yeri ağarıncaya kadar Hüseyin’i düşündü: Kocasından esirgediği tebessümleri ona sundu, kocasından bulamadığı hazları ondan aldı ve ilk ışığın kafeslerde gülümsemesiyle beraber, yataktan çıktı, Kara Süleyman’ı da çıkardı:
“Haydi…” dedi. “Abdest al da tekkeleri dolaş. Adak eskitmek iyi değil. Hocalar öyle diyor.”
Aşkını ifşa için değilse bile, ihsas[13 - İhsas: Üstü kapalı anlatma, sezdirme, ima. (e.n.)] için kalbinde dayanılmaz bir ihtiyaç vardı. Duvarlara dilini yapıştırarak “seviyorum” diye bağırmak, gül veya sümbül, eline geçecek her çiçeği derin derin koklayıp “Hüseyin, Hüseyin!” feryadıyla çırpınmak istiyordu. Kalbindeki sevgi, bir tutam su iken ilk hicran gecesinin sonunda coşkun bir ırmak hâlini almıştı. O minimini yürek, bu dalga dalga kabaran suyu, artık taşıyamıyordu, yer yer yarılıp parçalanacakmış gibi bir vaziyet hissettiriyordu.
Onun için şefkatli bir kulak arıyordu ve aşkını ona fısıldamakla kalbindeki tuğyanın[14 - Tuğyan: Coşma, taşma. (e.n.)] önüne geçeceğini umuyordu. Kocası gider gitmez ilk iş olarak yük dolabına koştu, Hüseyin’in bir gece önce içinde yattığı döşeği çıkardı ve onun kokusunu bulmak iştiyakıyla burnunu yastıklara sürdü, yorganda dolaştırdı, şiltede gezdirdi.
Çılgın gibiydi, Hüseyin’den başka bir şey düşünmüyordu ve benliğini yakan hayalin gölgesini bulup kucaklayamayınca büsbütün zıvanadan çıkıyordu. Tatmin olunmayan, daima yetim bırakılan cinsî ihtiraslar, bu kanı bol genç kadını tam bir dalalete sürüklemekteydi. O, hasta bir akbaba pençesinde kıvranan bir güvercin ızdırabı yaşıyordu. Şimdi nazik fakat kudretli bir şahinin cazibesine tutulmuştu. Yüreğini onun tatlı tatlı ısırmasını istiyordu ve bu şahine bir hamlede kavuşamamak yüzünden sürekli buhranlar geçiriyordu.
Seher, işte bu hissî durum içinde bir sırdaş aradı, aşk ehli geçinen ve binbir erkekle düşüp kalktıktan sonra -kadınların kullanageldikleri tabire göre- başına kırk tas su dökerek, hoca önünde tövbe ederek havsalası geniş biriyle evlenen komşusuna içini açmaya karar verdi.
O güngörmüş kadınla evleri karşı karşıya idi. Seslerini biraz yükseltince bir odada bulunuyorlarmış gibi konuşurlardı. Dar sokak da daima ıssızdı, komşuların birbirleriyle yaptıkları çene yarışına hiçbir zaman ayak sesi karışmazdı. Seher, bu kolaylıklardan istifade ederek bir kafesi kaldırdı, şen şen seslendi:
“Hu, hu, komşu, hu!”
Kaşları rastıklı, gözleri sürmeli, yüzü düzgünlü, gerdanı altınlı, başı yemenili bir yosma eskisi, beline kadar pencereden sarkarak bu sesi karşılamakta gecikmedi ve Seher’e sordu:
“Hayır ola civanım, diyeceğin mi var?”
Âşık kadın -sağa sola bakarak, sokağın ıssızlığına emniyet hasıl ettikten sonra- hemen anlatmaya koyuldu:
“Bir değil, bin diyeceğim var. İlkin mübarek olsun de!”
“Kocan yeni bir mansıp[15 - Mansıp: Makam, yüksek dereceli memuriyet. (e.n.)] mı aldı?”
“Daha iyi, çok daha iyi bir iş!”
“Herifin sızıları geçti galiba!”
“Yok canım, başka bir şey!”
Komşu kadın sinirlenir gibi oldu. Seher’i azarladı:
“Ben Hazreti Rabia mıyım be, ne bileyim sizin evinizde olup biteni imtihanı bırak da diyeceğin neyse onu söyle.”[16 - Rabia, yedinci asırda keramet sahibi olarak şöhret alan ve bu şöhretini bütün İslam kadınları arasında asırlarca muhafaza eden Basralı bir bayandır. Tacürrical unvanını almıştı. İyi bir şair olarak da meşhurdu. (y.n.)]
Kara Süleyman’ın eşi fıkır fıkır güldü:
“Zengin olduk.” dedi. “Düzoğlu kadar zengin olduk.”[17 - Düzoğlu Kirkor, İkinci Mahmut devrinde darphane kuyumcusu idi. Müesseseyi kendi hesabına işler bir ticarethane hâline koyduğu anlaşılınca kardeşi Serkis’le beraber -kafaları kesilmek suretiyle- idam olundu. İki küçük kardeşi de Yeniköy’deki yalılarının pencerelerine asıldı. Bunların ev, yalı, dükkân, hamam vesaire olarak belki bin parçaya yakın mülkleri vardı. Tasmaları inci, zümrüt ve yakut ile süslü hamam nalını kullanırlardı. (y.n.)]
“Saraydan ihsan mı aldınız?”
“İhsan aldık amma saraydan değil, ulu Tanrı’dan!”
“Şakayı bırak Seher, doğru söyle. Nen var, ne oluyorsun, gözlerin niye gülüyor?”
“Dedim ya, zengin olduk!”
“Gökten kucağınıza altın mı yağdı?”
“Ona benzer bir şey: Define bulduk!”
Seher, kendi evlerinin köşesinden kıvrılan sokaktan bir başın uzanıp çekildiğini görseydi, şüphe yok ki susardı. Fakat heyecanından mahalle bekçisinin duvara yaslanarak kendilerini dinlemeye koyulduğunu sezmedi, hikâyesini tamamladı:
“Evet, define bulduk. Bulan da Gülhaneli Hüseyin. Bu delikanlı evvelki akşam bize geldi, geceyi bizde geçirdi. Delikanlı dediğime bakıp da bizim bakkalın çırağı gibi gözü çapaklı, çakşırı pasaklı bir şey sanma. Halis ay parçası!.. Onun bulunduğu odada geceleri mum yakmak günah. Çünkü oğlanın yüzünden nur dökülüyor. Ya sesi kardeş, ya sesi?.. O şarkı okurken insanın uçacağı geliyor!”
Komşu kadın bir kahkaha savurdu:
“Hay…” dedi. “Allah iyiliğini versin. Define bulduk deyince ben de inanmıştım, elinize birkaç avuç altın geçti sanmıştım. Meğer bu define bir çift süzgün gözle birkaç düzgün sözmüş. Eri atehlenmiş,[18 - Ateh: Bunama, bunaklık. (e.n.)] erlikten çıkmış genç kadınlar için, böylesi delikanlılar da bir define sayılır amma bu kadar sevinmeye değmez. Çünkü güzellik yürek doyurur, karın doyurmaz.”
Seher de bir kahkaha patlattı:
“Ben Gülhaneli Hüseyin’in yüzünü de sesini de çok beğendiğim için methini yapıyorum. Yoksa define dediğim o değildir, koca bir bakır kazandır. Topraktan çıktı. İçi de tıklım tıklım altın dolu, elmas dolu!”
“Sahih mi kız?”
“Elbette sahih. İşim yok da sana yalan mı söyleyeceğim! İstersen örtün bize gel. Defineyi gözünle gör. Fakat boşboğazlık etme, bu sırrı erine bile söyleme. Ben seni kardeş saydığım için saklamadım, birden zengin oluverdiğimizi müjdeledim.”
Yosma eskisi merak içinde kaldığından Seher’i uzun bir sorguya çekti, definenin nasıl bulunduğunu ve Gülhaneli Hüseyin’le nasıl paylaşıldığını eksiksiz, gediksiz söyletti. Kara Süleyman’ın karısı, muhakemesiz bir gevezelikle olup biteni anlatırken sık sık fırsat düşürüyor, Hüseyin’in güzelliği üzerinde tevakkuf ederek yüreğini ferahlandırmaya çalışıyordu.
Komşu, bu gönül istitratlarının da sebebini kavradığından latifeye girişti:
“Ramazan içinde değiliz amma…” dedi. “Siz gök kapısının açıldığını görmüşsünüz, karı koca bütün dileklerinizi Rabbiteala’ya kabul ettirmişsiniz. Başka türlü hem sen hem kocan birer define sahibi olamazdınız.”
Seher, utanma taklidi yaptı, dudaklarını bükerek cevap verdi:
“Çok kötü yüreğin var kardeş. Sıkılmasan Gülhaneli Hüseyin’e gönül verdiğimi de söyleyeceksin.”
Öbürü omuzlarını silkti:
“Ben söylemiyorum, sen kendin anlatıp duruyorsun.”
“Ne anlatıyorum ki?”
“Hüseyin’e tutulduğunu!”
“Amma yaptın ha. Ağzımdan öyle bir söz çıktı mı?”
“Hüseyin dedikçe yüreğin dudaklarına geliyor. Daha ne diyecektin ki?”
“Tövbe estağfurullah, tövbe estağfurullah. Elin delikanlısından bana ne?”
“Kadını çileden çıkaranlar hep bu eloğullarıdır kızım. Boşuna inkâra sapma da ayağını tartılı atmaya bak. Sevda dediğin bir kızıl gömlektir. Ya kolundan ya boynundan bir ucu görünür!”
Ve Seher’in cevap vermesini beklemeden belini doğrulttu:
“Ateşte tencere var. Ben mutfağa ineyim, yemeği pişirip kotarayım. Sonra size gelirim, şu tatlı masalı bir daha dinlerim.”
Kafesi indirirken de ilave etti:
“Canlı defineni başka bir gün bana göstermelisin. Malum ya, ben insan sarrafıyım. Hele erkek takımının ayarını nefes alışlarından anlarım. Bakalım, sana geviş getirten Hüseyin Çelebi ne çeşit mal?.. Geçer akçe mi, yoksa kalp yaldız mı?”
***
İki kadının konuşmalarını kelime kelime dinleyen mahalle bekçisi birbirini silip bozan ve birbirine hiç uymayan karışık duygular içinde bunaltılar geçiriyordu. Güzelliği dillerde gezen Seher’in sesi, rüyasız gecelerini kalın sopasının ucuna takarak sokaklarda süründürmeye mahkûm olan bu adamı iliğine kadar tatlı tatlı titretirken o sese, yabancı bir delikanlı sevgisinin karışması vaziyeti değiştirmiş ve neşeden sarhoşlayan bekçiyi, hiddetten kabına sığmaz bir hâle getirmişti.
Malları, canları gibi ırzları, namusları da kendi himayesine bırakılmış sandığı şu geniş mahallede evli bir kadının kötü hülyalar taşımasını düpedüz nefsine hakaret sayıyordu. Kocasının konuk diye getirdiği bir gencin güzelliğini konuya komşuya anlatmaktan çekinmeyen kadın, bu hareketiyle o hakareti katmerleştirmiş ve her türlü cezaya liyakat kazanmış oluyordu. Yaz ve kış uykusuz kalarak, çeşit çeşit sıkıntılara katlanarak kalın sopasının korkunç gürleyişi sayesinde rahata, emniyete ve sükûnete kavuşturduğu şu mıntıkada bir kadın fuhşa meyledemezdi ve herhangi bir erkek onun himaye ettiği evlere girerek gönül çalamazdı.
Seher, işte bu suçu işlemiş, Gülhaneli Hüseyin işte bu günahı irtikâp eylemişti. Vazifesinin geniş hudutlarını kavradığı kadar, o hudutlara bağlı haklarını da gurur ile idrak etmekten geri kalmayan bir bekçi için, bu durumu müsamaha ile geçiştirmek mümkün değildi. Mutlaka ve mutlaka bir şeyler yapmak, memnu aşklara temayül gösteren bu günahkârları vakit geçirmeden cezalandırmak lazımdı.
Eğer define meselesi olmasa mahalle bekçisi, sopasını koltuklayıp Kara Süleyman Ağa’yı bulacaktı ve kulağına çarpan çirkin hakikatleri ona anlatarak Seher’le sevgilisi hakkında baskın tertibi yahut kadının mufassal bir dayak atılarak evden kovulması, erkeğin de bir tuzağa düşürülüp memnu aşklara tövbe edecek vaziyete getirilmesi gibi işler yaptıracaktı.
Fakat ayrıca bir suç teşkil eden define işinde Kara Süleyman o iki aşk günahkârıyla ortaktı. Bekçinin düşüncesine göre, bulunan defineyi hemen hükûmete haber vermek gerekti. Kara Süleyman’la suç ortakları ise bu gereği yerine getirmek şöyle dursun, kendisine bile haber ve… hisse vermemişlerdi. Şu hâlde Kara Süleyman’ı da cezalandırmak bir hak ve bir haysiyet meselesi oluyordu.
Bekçi işte bu mülahazalarla kararını verdi, kalın yumruklarını Seher’in evine doğru uzattı.
“Sana…” dedi. “Gününü gösteririm! Canlı define, cansız define nidüğün belletirim. Kocana da bu iş us pahası olsun. Bir dahi evine delikanlı getirmeye tövbe etsin.”
Kararı kati idi. Azmi yaman görünüyordu. Bununla beraber ayakları köstekli gibiydi, sendeleyerek yürüyordu. Çünkü Seher’in sesinden aldığı tat, bal şerbeti içmiş gibi, içine ezinti veriyordu. Kadın, herhangi bir ilham ile o sırada pencereden görünse ve o şerbetten kulaklarına bir nebze daha dökse tasarladığı işten belki vazgeçecekti.
Bu ilham vaki olmadı. Seher’in sesi onun ardına düşmedi ve mukadderat -bir bekçinin iradesine takılarak- yürüdü. O basit adam, çok mühim hadiselerin temelini kurmak vazifesini omuzladığından tamamıyla bihaber, İstanbul yolunu tutmuştu. Ara sıra Seher’in sesini yüreğinin derinliklerinde canlandırarak cezbeleniyor ve bu cezbe sırasında vicdanının muvazenesizliğini şu sözlerle kayıkçıya hissettiriyordu:
“Kelle götürmüyoruz hemşehri. Yavaş çek!”
“Geri dön” diyemediği için “yavaş çek” diyordu. Seher’in sesi billur bir zincir gibi onun benliğini geri çekiyordu. Lakin o sese sarılı bir genç çehre de aynı benliği ileriye itiyordu.
Bu tereddütler, bu iç kargaşalıkları İstanbul’a varıncaya kadar devam etti. Fakat karaya adım atar atmaz bekçinin durumu değişti, gözleri parladı, yüzü sertleşti, adımları kuvvetlendi ve herif, tasarladığı plana göre, hareket ederek Gülhane’ye gidip Hüseyin’i buldu.
“Oğul!” dedi. “Ardıma düş. Seni defterdar efendi ister!”
Mahalle bekçisi gibi değil, bir saray uşağı veya Babıali hizmetkârı gibi davranıyordu. Çünkü katlandığı zahmetin ücretini bolca almak için buna lüzum görüyordu. Hüseyin, dünya işlerine karşı cahil olduğundan ve define meselesinin heyecanından da henüz kurtulamadığından önüne dikilen meçhul kimsenin amir vaziyetine kapıldı, masum bir uysallıkla boyun kırdı.
“Peki ağa.” dedi. “Gidelim.”
O devirde maliye vekillerine defterdar deniliyordu ve devlet erkânından bulunan defterdarlar, Topkapı Sarayı’nın Ayasofya yanındaki kapısından girilince sağa tesadüf eden büyük bir binada iş görürlerdi.
Hazine denilen vezne de o kapının üstündeydi.[19 - Defterdarlık Dairesi -Maliye Nezareti adını aldıktan sonra- 1866 yılında yandı. Kapının üzerinde bulunan ve vezne olarak kullanılan köşk daha önce yıktırılmıştı. Meşhur Nafiz Paşa’nın maliye nazırlığı sırasında bu hazine dairesinin, içindeki paraların ağırlığına dayanamayarak yıkılacağı hakkında Babıali’ye tezkere yazıldığı tarihlerde görülüyor. Fakat bu paralar beşlik ve metelikti!.. (y.n.)] Bekçi, önemli bir suç sahibi olarak -kendi dileği ve kararı ile- yakaladığı Hüseyin’i işte o daireye götürdü, Defterdar Tahir Efendi’nin huzuruna çıkardı.
“Efendim!” dedi. “Eski Baştebdil Kara Süleyman’ın evinden bir define çıktı. Ev sahibiyle şu delikanlı arasında paylaşıldı. Ben işi bugün duydum, hemen İstanbul’a geçip genç suçluyu yakaladım. Ferman senindir.”
Parasızlıktan ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette bulunan defterdar efendi bu haberi duyar duymaz şahlandı, “Berhudar ol oğlum!” diye bekçiyi dille okşadıktan sonra Gülhaneli Hüseyin’i sorguya çekti, vakıayı başından sonuna kadar söyletti.
Delikanlı, özü ve sözü doğru bir insan gibi davranmıştı, tehdide veya işkenceye mahal bırakmadan her şeyi apaçık söylemişti. Hükûmetin bu işe niçin karıştığını takdir edemiyordu. Seher’e bağışladığı servetin tehlikede bulunduğunu kavrayamıyordu. Yalnız yaradılışının ibramına uyarak samimi konuşuyordu. Tahir Efendi bu mertçe harekete meftun olduğundan Hüseyin’in koynundan çıkararak teslim ettiği üç bin kuruşu almadı.
“Bu…” dedi. “Senin hakkındır. Güle güle harcet. Biz kendi hakkımızı Kara Süleyman’dan alırız.”
Ve başbakı kulunu[20 - Başbakı kulu: Maliye başmüfettişi. (e.n.)] çağırtarak emir verdi:
“Tiz, Üsküdar’a geç. Şu bekçinin sana göstereceği adamı bul. Hık mık demesine meydan verme. Topraktan çıkardığı defineyi elinden al, buraya getir!”
İki saat sonra Kara Süleyman çalyaka edilerek Üsküdar mahkemesine getirilmişti. Başbakı kulunun önünde uzun uzun isticvap ediliyordu. O, felaketin nereden geldiğini kavrayamadığı ve Gülhaneli Hüseyin’in ele geçip her şeyi açığa koyduğunu da bilmediği için tegafül[21 - Tegafül: Anlamazlıktan gelme. (e.n.)] yolunu tutmuştu, hakikati boyuna inkâr ediyordu. Fakat bekçi ortaya getirilerek duyduğu muhavere[22 - Muhavere: İki kişi arasında karşılıklı olarak yapılan konuşma. (e.n.)] hikâye ettirilince ve hele Hüseyin’le yüzleştirilince sarsıldı, derin ve ızdıraplı bir hayret içinde yutkunmaya koyuldu. O iki şahit kendisini pek müşkül bir duruma düşürmüşlerdi. Bununla beraber para hırsından aldığı kuvvetle gene inadında ısrar etti.
“Bunlar…” dedi. “Yalan söylüyorlar. Ben ne define buldum ne hazine! İsterseniz evimi arayın. Kendi paramdan gayri bir nesne bulursanız ananızın sütü gibi helal olsun.”
Başbakı kulu kötü kötü güldü:
“Evini arayacağız, gerekli görürsek temelini bile kazacağız. Lakin sana düşen doğruyu söylemektir, bizi yormamaktır. Gel, insaf et, beytülmalin hakkını gene beytülmale ver. Mümkün ki, defterdar efendi merhamet buyurur, sana defineden bir hisse verir. Eğer inadından dönmezsen büsbütün sıfrül’yed (eli boş) kalırsın.”
Kara Süleyman, koca bir defineyi kuru bir yaygara ile elden çıkarmaya yanaşmadığından başbakı kulu dört beş muhzırla[23 - Muhzır: İlgililerin mahkemede bulunmalarını sağlayan görevli.] kendi muavinlerinden birini eve yolladı, Gülhaneli Hüseyin’in delaletiyle bakır kavanozun çıktığı yeri keşfettirdi ve Kara Süleyman’ı yeni baştan sıkıştırdı. Şimdi vaziyet büsbütün ciddileşmişti, araya işkence girmesi ihtimali de yüz göstermişti. Bu sebeple adamcağız bahtına boyun eğdi, içi yana yana ve gözleri sulana sulana hakikati söyledi:
“Evet, bir define bulduk. Lakin bulduğumuz mal benim için helaldir. Çünkü bahçemden çıkmıştır. Tanrı armağanıdır. Defterdar efendinin ona el koymaya hakkı yoktur. Eğer definemi gasp ederseniz şevketlu hünkâra arzuhâl sunup adalet isterim; başınıza felaket getiririm.”
Bu sorgular, bu çekişmeler ve Kara Süleyman’ın evinde yapılan incelemeler sırasında Gülhaneli Hüseyin’in idraki derece derece aydınlandığından o da azap ve ızdırap duyuyordu. Çünkü kim olduklarını ve nasıl bir hakla şunun bunun malına el uzattıklarını kestiremediği maliyecilerin Kara Süleyman’dan bir define gasp etmekle kalmayıp Seher’in süsünü, neşesini, belki gözündeki tebessümleri çalmak üzere bulunduklarını anlıyordu.
Definenin çıktığı yeri tespit için eve gittikleri sırada Seher’in sesini duymuş ve evden ayrılırken mutfak kapısı aralığından onun kendisini uzun bir bakışla kucakladığını görüp bahtiyar olmuştu. Şimdi o sese bulaşacak elemi düşünerek üzülüyor, başbakı kuluna karşı isyan etmek istiyordu.
Fakat azabı içinde, ızdırabı içinde kaldı. Ağzını açıp tek bir kelime söyleyemedi. Hatta “define” diye anılan servet, Kara Süleyman’ın evinden -gene mahut kavanoza doldurularak- mahkemeye, oradan da İstanbul’a taşınırken aklını kaybetmek derecelerine gelmiş olan eski baştebdil zavallısını teselli bile edemedi, başını göğsüne eğerek ve artık gamlı bir simaya bürülü imiş gibi tahayyül etmeye başladığı Seher’i mahcup bir vicdanla seyre dalarak Üsküdar’dan uzaklaştı. Damarlarında dolaşan kanın her katresini bir yakut tanesi yaparak, genç ömrünün her saniyesini bir elmas parçasına çevirerek Seher’e sunmak ve onun kaybettiği servetle şetareti bu suretle geri getirmek istiyordu. Lakin dileğinin neticesiz bir hayal olduğunu düşününce iliğine kadar melale kapılıyordu, avare avare sokakları aşıyordu.[24 - Cevdet Paşa bu define vakasını kendine has olan üslupla şu biçimde anlatıyor: “Eski Sadrazam Abdullah Paşa’nın baştebdili Kara Süleyman Medine-i Üsküdar’da Valide-i Atik Camii Şerifi civarında kain hanesinin bahçesini garsi eşçar garazile bir bağcıya belletirken bir kavanoz dolusu altın zuhur ettikte sahibi hane kavanozu ihraçta istical ve bağcı dahi hakkı sükût talebinde olarak biraz niza ve cidalden sonra üç bin kuruşa muadil altına ikna ederek bakisini alıp ve derunü haneye getirip, zevcesiyle birlikte ket-mü ihfa etmişler. Kadınlar ise ekseriya sır saklamadıklarından Kara Süleyman’ın zevcesi dahi bu sırrı ketmedemeyerek ferdası komşusu bir kadına pencereden hitap ile ‘Canım hanım, sakın kimseye söyleme. Bizim bahçeyi kazdırırken define bulduk.’ diye yüksek sesle kaziyyeyi hikâye ederken mahalle bekçisi işittikte ol bağcıyı bulup, birlikte defterdar efendiye götürmekle başbaki kulu ağa Üsküdar mahkemesine varıp Kara Süleyman’ı ihzar ve iptida tenhaca ve badehu bekçi ve bağcı müvacehelerinde istintak eyledikte, inkâr eylemiş ise de hanesine varılıp, kavanoz mahalli muayene olundukta, inkâra mecali kalmadığından, kavanoz defterdar efendi huzuruna götürülerek zeri mahbup ve yaldız ve Macar cinslerinden zuhur eden altınlarla birkaç kıt’a murassa hulyi nisa tadat olundukta, yüz elli bin kuruşa (kuruş bugüne göre lira demektir) muadil gelerek darphaneye gönderildi. Bağcıya ve bekçiye münasip miktar atiyye verildi.” (Cevdet tarihi, c. 12, s. 140)]
Kara Süleyman, dağbaşında soyulmuş bir adam şaşkınlığı geçiriyordu. Gerçi çakşırı üstünde, saltası sırtında, külahı başındaydı. Fakat çıplak, tamamıyla çıplak kalmış gibi titretici bir hayretle Üsküdar mahkemesi önünde sendeleyip duruyordu. İstanbul’a götürülen hazinede ömrünün insafsızca yüzülmüş derisine sarılı saadetini metfun görüyor ve kendisini derisiz bir et kütlesine benzeterek acip illüzyonlara kapılıyordu.
Neden sonra aklını biraz başına devşirebildi, olup biten işleri nispi bir soğukkanlılıkla muhakemeye girişti ve kendini bedbaht eden şu umulmaz hadiseye karısının sebep olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Ne bekçi ne Hüseyin bu işte mesul olamazlardı. Aile saadetinin temeli demek olan bir sırrı -gafil bir boşboğazlıkla- komşusuna söyleyen Seher’den başka yakasına yapışabilecek ortada bir suçlu yoktu.
Fakat o da bir başka hazineydi. Defterdar kapısına götürülen definenin on mislini feda etmek suretiyle bile Seher ayarında bir güzellik hazinesi elde etmek -hele altmışından sonra- mümkün değildi. Kızgınlığa, ümitsizliğe kapılarak onu da elden çıkarırsa ömrünün son günleri, şüphe yok, büsbütün yetim ve yoksul kalacaktı. O hâlde şimdilik “kazaya rıza” demek, Seher’i incitmemek ve münasip kapılara başvura vura mahut defineden bir hisse koparmaya çalışmak gerekti.
Kara Süleyman, ruhunun en duygulu noktasından aldığı yaraya bu mülahazayı merhem yaptı. Sersem ve muzdarip evine geldi. Uçup giden definenin matemiyle bir anda tulu ve bir anda gurup eden Hüseyin’in hicranını birbirine karıştırarak ağlamakta bulunan karısının karşısına dikildi.
“Düşün…” dedi. “Dosdoğru çıktı, işte define de uçtu. Sen henüz uçmuyorsan, ben de yerimde duruyorsam kanatsız kalışımızdandır. Koca bir hazine kaybettik. Tüyü yolunmuş tavuklara döndük. Bu felaketin biricik sebebi, senin boşboğazlığındır. Kadın ağzında bakla ıslanmaz, diyenlerin hakkı varmış. Bir define verip o sözün gerçekliğini öğrendik. Fakat iki el bir baş içindir, sözü de doğrudur. Er olan hakkını korumalıdır. Ben de her taşa başvuracağım, definemizi kurtarmaya çalışacağım. Sen dul Emine’yi çağır. Kendine can yoldaşı yap, ben İstanbul’dan dönünceye kadar onunla bile otur.”
Duman olup uçan servetini bir Hızır bularak onun delaletiyle yakalamak ihtiyacı önünde, altın kıymetli karısının gümüş vücudundan birkaç gece uzak kalmaya rıza gösteriyordu. Seher de yatağını harharalı bir soğuktan iki üç gece olsun kurtararak yerine Hüseyin adlı bir bahar sabahının hayalini geniş geniş yaratmak iştiyakıyla bu kararı -saklamaya lüzum görmediği yahut muktedir olamadığı bir tehalük içinde- teşvik ediyordu.
Bununla beraber karı kocanın ayrılışı kolay olmadı. Kara Süleyman, garip bir pressentiment (hissikablelvuku) ile şu ayrılıştan uğursuzluk sezinsiyordu, “Gidip gelmemek, gelip görmemek var!” demek ister gibi davranıp boyuna manasız kelimeler geveliyordu. Seher, hep o bahar sabahını kuruntuladığından kocasının ayak sürümesine için için kızıyordu. Veda sahnesi nihayet sona erdi. Kara Süleyman, harap olmuş ümitlerimin iniltisini karısının dudaklarında uzun uzun besteledi. Seher de Hüseyin’in hasretini bu soğuk busede boşuna arayarak gene uzun uzun inledi ve iki eş ayrıldı.
Seher, evinden bir kâbus uzaklaşmış gibi, tatlı bir inşirah duyuyordu. Hüseyin’i tanımazdan önce kendisine hiçbir hususi mana ifade etmeyen şu yalnızlıkta şimdi renk buluyor, ses buluyor ve neşe buluyordu. Ev, o ıssız ev, tavanından temeline kadar sanki nurla, nağme ile doluydu. Nereye baksa Hüseyin’in ışığını görüyor, Hüseyin’in sesini duyuyordu. Elinden çıkıp giden altınların, elmasların elemi de bu ziya ve sada tufanı içinde silinip uçmuştu. Yüreğindeki elmas hayal, ruhundaki yakut alev, dimağındaki incili hülya, o kaybolan serveti bol bol telafi ediyordu.
Fakat konuşmak, içindeki ateşi kelimeleştirip açığa dökmek ihtiyacından kendini bir türlü kurtaramıyordu. Bunun için bir muhatap, samimi bir kulak aradı. Emekli yosmaya, mahut komşuya kızgındı. Kocasının, can yoldaşı diye tavsiye ettiği dul Emine’yi de böyle bir mahremiyete layık görmüyordu. Uzun bir mülahazadan sonra kendi aşkını, kendi ihtiraslarını, kendi hülyalarını gene kendine anlatmayı muvafık buldu, aynanın karşısına geçti, deli deli söylenmeye koyuldu:
“Dinle Seher!” diyordu. “Sana sevdalanmanın ne olduğunu anlatıyım: Sevda, çıplak bir yüreğe lahuri şal örtmek demektir. Sevda, durmuş kanı dalgalandırmak demektir. Sevda, yerde sürünürken kanatlanıvermek demektir. Sevda, kısırların, ansızın doğurması demektir. Sevda, yoksulluktan zenginliğe geçmek demektir.”
Bu sözlerin, içindeki şevki, şetareti, sevinci ifade edemediğini anlayarak bağırıyordu:
“Sevda, Gülhaneli Hüseyin demektir! Onu biliyorsun, tanıyorsun, değil mi?.. O hâlde ne bön bön bakınıyorsun. Gülsene, oynasana, sıçrasana alık!”
Gerçekten oynuyordu da. Gözlerini sık sık aynaya çevirerek belinin bükülüşünü, kalçalarının titreyişini, gözlerinin süzülüşünü kontrol ediyor ve kulaklarında Hüseyin’in sesini canlandırarak cezbeden vecde, çeşitten çeşide geçe geçe ruhunun ateşini topuklarında yarattığı rüzgârla yelpazeliyordu.
Bir aralık kendi güzelliğini Hüseyin’ine seyrettirmek hevesine kapıldı, onu aynanın ortasına yerleştirerek saçlarını dağıttı, göğsünü çözdü, kollarını çıplaklaştırdı:
“Nasıl?..” dedi. “Beğeniyor musun? Sana layık mıyım? Yoksa etim fazla mı, yağım çok mu?.. Şu ‘ben’ hoşuna gitmiyor mu? Şu çene çukuru fena mı?”
Lakin çılgın muhayyilesinden aynaya aksettirdiği hayale dudaklarını uzattığı vakit aklı başına geldi, gamlı gamlı güldü.
“Çocukluk!” dedi. “Ayakta rüya görüyorum. Hüseyin bu hâlimi görse belinler, bana deli der.”
Bu uyanıklık ona tatsız geliyordu. Kendini avutmak için iş arıyordu. Odada kasnak vardı, gergef vardı, öreke vardı. Fakat bunlarla oyalanmak istemiyordu. Mutfağa inmekten âdeta iğreniyordu. Nihayet saatlerini tatlı tatlı eritecek meşgaleyi buldu, Hüseyin’in yattığı yatağı çıkardı, yere serdi ve ayna önündeki dardağan kılıkla içine uzandı, birçok şeyler düşüne düşüne uykuya daldı.
Gözünü açtığı zaman, koca bir gecenin geçtiğini, yeni bir günün başladığını gördü. Karnı aç, yüreği toktu. Hülya ve rüya, o deli gönlü doyurmuş gibiydi. Fakat biraz sonra mide ile kalbin vaziyeti birleşti ve âşık kadın muhtasar bir kahvaltı ile midesini hoşnut ederken eski hülyalarına dönerek yüreğine de mufassal bir ziyafet çekmek yolunu buluyordu.
Lakin içinde delice bir dilek vardı: Kendini gelin, yeni bir gelin yerine koyduğundan ve bu vehmî sıfatla alevli heyecanlar geçirdiğinden hamama gitmek istiyordu. O, yaşlı ve bacakları sızılı kocasından benliğine bulaştığını kuruntuladığı kirlerden kurtulmak için sık sık hamama giderdi. Şimdi boyuna devam edecek olan hayalî zifaf sahnelerinde Hüseyin’ine karşı temiz bulunmak kaygısıyla aynı ihtiyacı duyuyordu.
Hamam, o devirlerde bir eğlence âlemiydi. Yarı mahpus hayatı geçiren eski kadınlar, ancak hamamlarda hür bir hava teneffüs ederler ve göbek taşlarında, kurna başlarında diledikleri gibi soyunup dökünerek eğlenirlerdi.
Bu eğlenceler, daima “dört başı mamur” denilecek bir biçimde yapılırdı. Çünkü hamamlarda her şey, kahveden saza ve raksa kadar her şey, bulunurdu. Yemeklerini -tabak tabak ve hatta lenger lenger- birlikte getiren zevk öksüzü kadınlar göbek taşlarını ilkin lokanta salonuna çevirirler ve sonsuz bir iştiha ile yalancı dolma, börek, baklava yiyip karınlarını alabildiğine şişirirlerdi.
Nemli birer ibrişim çilesi hâline gelerek tatlı bir dardağanlıkla kıvrılıp bükülmesi, renk renk saçların boy boy bedenler üzerinde ve ince dokunmuş ipek örtülerin iltizami müsamahalarla yavaş yavaş küçülüp mendilleşmesi ter içinde, duman içinde kurulan bu çıplak sofraya biraz cinnet çeşnisi katar gibiydi.
Kadınlar bu müphem delilik havasına kahkahadan örülme pencerelerden ciğerlerini açarlar ve birbirlerinin benlerini sayarak, saçlarını ölçerek, yağlarını tartarak boyuna lokma atıştırırlardı.
Yemekten sonra sıra içmeye gelirdi. O vakit ana kadın denilen hamam sahibinin mahir işaretiyle harekete geçen natırlar,[25 - Natır: Kadınlar hamamında hizmet eden ve müşterileri yıkayan kadın. (e.n.)] yüksek topuklu nalınlarına besteli bir ahenk çize çize göbek taşı etrafında hizmet raksına girişirler, büyük tepsilere dizili fincanlarla, bardaklarla çıplak müşterilere kahve, şerbet ve ayran verirlerdi.
Hamamlarda zümre farkı hem vardı hem yoktu. Bu fark, kadınların kulaklarında, bileklerinde, topuklarında pırıldayan küpelerden, gerdanlıklardan, bileziklerden, halkalardan sezilebilirdi. Lakin her kadın, yeni doğmuş bir mahluk durumunda olduğu için bütün kurnadaşlarıyla eşit gibi görünürdü. Birinin öbürüne tahakküm etmesi veya etmek istemesi çok seyrek görünür hadiselerden olup böyle bir densizlik vukusunda bütün hamam halkı, o mütecaviz kadını kahkaha sağanağına tutardı.
Bununla beraber hamamlarda servet teşhir etmek âdet hâlindeydi. Zengin kadınlar, en kıymetli taşlarını göbek taşında pırıldatırlar ve en iyi elbiselerini hamamda giyinmek için yaptırırlardı. Lakin kadın gözü elmastan ziyade ete kıymet verdiğinden güzel vücutlar parlak süslerden çok daha ziyade haset uyandırırdı.
Natırlar ve hamamlarda daima hazır bulunan hanendeler, bu hakikati kavramış olduklarından, daha doğrusu kadın olmak dolayısıyla aynı hakikate meclup[26 - Meclup: Tutkun. (e.n.)] bulunduklarından terennüm ve raks arasında seslerinin tebessümünü, kıvrılıp bükülüşlerindeki heyecanı tercihen güzel gözlere, mütenasip vücutlara dökerlerdi.
Hamamlarda küçük mikyasta orta oyunu da oynanırdı. Bu oyunları erkeklerinkinden ayırt ettiren nokta, kadının erkek rolü almasıdır. Malum olduğu üzere, umumi orta oyunlarında erkekler, zenne adı altında kadın rolü yaparlar. Hamamlarda bunun tersi yapılarak kadınlar erkek kılığına girerlerdi. Fakat sade bir peştamala bürünerek erkek rolü yapan kadınların teşahhus ettirilmesi için, bir hayli gülünç külfete katlanmak lazım gelirdi ve bıyık takmak, erkeğimsi kâkül sarkıtmak gibi tamamıyla müşahhas olan bu külfetler -oyunun mevzusundan belki yüz kat fazla- neşe uyandırırdı.
Seher, işte böyle bir âlemin kucağına atılmak istiyordu. Hamamda göreceği bütün kadınlarla kendisini mukayese edecek, onlardan birinde herhangi bir surette üstünlük bulursa noksanını telafi için çareler bulmayı düşünecekti. Fakat bir mülahaza neşesini bozuyordu: Hamam dönüşü kocasıyla birleşmek!.. Kara Süleyman, birkaç gün eve gelmemek ihtimalini ileri sürmüşse de bu ihtimal suya düşebilirdi. O zaman Hüseyin’in şerefine yapılan itinalı temizlik heder olup gidecekti.
Seher, bu acıklı akıbetten korunmak, benliğini hayalindeki sevda tosununa tertemiz sunmak için bir yol aradı ve yalandan hastalanmayı tasarladı. Evet. Hamam dönüşünde kocasını eve gelmiş bulursa hasta olduğunu söyleyecekti, Hüseyin’in hayalini kocasının sızılı bacaklarına çiğnetmeyecekti.
Seher, bu kararı aldıktan sonra bohçasını hazırladı, en şık elbisesini giydi, altın halhallarını gümüş topuklarına taktı, büyük hamama gitti.[27 - Halhal, eskiden topuklara takılan bileziklerin adıdır. Şair Nedim, halhal kullanan sevgilinin ayak sesini şöyle tavsif eder:Pür etti kûçeyi sıyti feşafeşi dâmanİrişti zirvei nahide çin çini halhal!]
Yolda, Hüseyin’le sanki yan yana yürüyormuş yahut topuklarını onun gölgesi okşuyormuş gibi heyecanlanıyordu. Hamamda da gene onun eliyle peçesi alınıyor, yeleği çıkarılıyormuş gibi, mahzuz istiğraklar geçirdi ve sevgilisinin mermer kucağına atıldığını kuruntulayarak göbek taşına yığılıp uzandı.
Yiyenleri, içenleri, gülüşüp şakalaşanları, birbirlerine tas tas soğuk su dökenleri ve birbirlerinin örtülerini kapıp kaçanları dalgın dalgın seyrederken hamamın buğuları arasında Hüseyin’in uçtuğunu tevehhüm ediyordu ve garip bir kıskançlıkla bütün kadınları koyu dumandan bir örtüye sararak görünmez hâle koymak istiyordu.
Fakat güzelliğine güveni yerindeydi. Ne şişman ne zayıf, ne esmer ne beyaz, hiçbir kadın vücudu o güveni sarsamıyordu. Orada, o göbek taşında, kendini insanlar arasına karışmış bir peri sanarak gurura kapılıyordu.
Hakkı da vardı. O an için gerçekten bir peri güzelliği taşıyordu. Sayıları yüzü aşan ve bütün kadınlık cazibeleri açıkta bulunan şu renk renk ve çeşit çeşit mahluklardan hiçbiri -bilhassa manalı, edalı, hareketli olmak bakımından- onunla boy ölçüşemezdi. Çünkü âşıktı ve çirkinleri güzelleştiren aşk, bu mümtaz kadın simasına, bu müstesna kadın endamına bambaşka bir cazibe veriyordu.
Bu üstünlüğünü, bu herkesten güzel olmak bahtiyarlığını Hüseyin’e -kendi dileğine göre- seyrettirip tattıramadığından ötürü de mahzundu. Derece derece artan sevimli bir dalgınlık içinde hüznüne şifa arıyordu.
Bir aralık hatırına natırlardan birine başvurmak geldi. O devirlerde bohçacı adı verilen ayak satıcısı kadınlardan çoğu aşk müvezziliği yaptığı gibi, natırlardan bir kısmı da itiraf olunamayan aşkları ustalıkla açığa vurdurarak sevdalı kadınlara vuslat yolu gösterirlerdi. Seher, işte bunlardan birine dert yanmak ve onun kılavuzluğuyla Hüseyin’i bulmak istiyordu.
Fakat hangi natıra ve nasıl bir ağızla yanaşacağını kestirmeden bir kargaşalık yüz gösterdi. Kapılar, kubbeler seslerini aksettirerek birbiri ardınca açılıp kapanmaya, soğuk ve sıcak hava cereyanlarının boğuşmasından göbek taşına bir serinlik yağmaya başladı. Sofra safası yapanların ağızlarındaki lokmalar dondu, şarkı okuyanların sesleri kesildi. Suların şırıltılarına kendi tınnetlerini karıştıran taslar kurnalara gömüldü, her tarafta korkulu bir hayret belirdi ve hamama yaslı bir sima çöktü.
Ana kadın telaşla içeri girip çıkıyor, natırlar şuraya buraya koşuşuyor ve kulaktan kulağa bir şeyler fısıldanıyordu. İlkin mahrem bir dedikodu gibi cereyan eden bu kulak sohbeti kısa bir müddet içinde velvele biçimini aldı ve nihayet her dudakta aynı kelimeler inledi:
“Hamamı basmışlar!..”
Seher de yanı başındaki kadının kısa bir izahı üzerine dişlerine bu feryadı takmış ve bağıra bağıra yerinden fırlamıştı. Zaten oturan, su dökünen, taranan, lif süren, keselenen kimse kalmamıştı. Herkes ayaktaydı ve herkes haykırıyordu.
Bununla beraber vakıanın mahiyetini anlayan yoktu. Yalnız baskından bahsolunuyordu, yalnız telaş gösteriliyordu, yalnız gözyaşı dökülüyordu. Muslukların susup da gözlerin sıcak sıcak yaş dökmesi -hele bir hamam içinde- çok garip bir hâletti. Tarakların bir yana atılıp saçlarda parmakların oynaması ve o saçların düzelecek yerde tel tel yolunması ise bu garabete yaman bir acıklılık getiriyordu.
“Karılar hamamı” tabiri ancak şimdi hakiki mefhumuna kavuşmuş gibiydi. Çünkü yüzden fazla kadın şuursuz bir kaynaşma içinde manasız iniltilerle kubbeleri inletiyorlar, nemli duvarları titretiyorlardı. Kimsenin kimseye bir şey sorduğu, kimsenin kimseyi dinlediği yoktu. Şu kadın “Kocam!” diye haykırıyorsa beriki “Babam!” diye inliyordu. Beriki “Kardeşim!” diye ağlıyordu. Bir başkası oğlunu çağırıyordu. Seher de bu hengâmeye, farkında olmadan “Hüseyin’im!” feryadıyla karışmış bulunuyordu.
Onlar yangının yalnız haberini almış olmalarına rağmen alev içinde kaldıklarını sanarak çırpınmaya koyulmuş bir alay avarelerdi. Hamamı kimin bastığını, baskından maksadın ne olduğunu bilmedikleri hâlde kalçalarına kızgın nal basılmış gibi ağlaşıyorlardı. Daha doğrusu kulaklarına fısıldanan “baskın” kelimesi şuurlarını ihtilale vermişti. Çünkü hamamda basılmak, dağbaşında eşkıya eline düşmekten de ağır bir felaketti. Zavallılar bu felaketin akıbetlerini bir lahzada düşündükten sonra inleyip sızlamaya koyulmuşlar ve işin içyüzünü unutmuşlardı.
İçlerinden en zekisi yahut baskında en zarar göreceğini anlayanı -neden sonra- bu durumu kavradı, göbek taşının ortasına gelerek çıplak bir talakatle hemcinslerini hakikati görmeye davet etti:
“Yahu!” dedi. “Ayağımız kurudayken boğulduğumuzu sanıyoruz, bağırıp duruyoruz. Ne olmuş, ne oluyor, içimizde bilen yok. Biraz temkinli olalım, işi anlayalım. Eğer canımız, ırzımız gerçekten tehlikedeyse baş başa verip kurtuluş yolu arayalım. Böyle kör körüne ağlamaktan ne çıkar?”
Çıplak hatip, kadınların şuurundan ziyade merakını tahrik ettiğinden ağlamalar kesilmiş ve yerine çeşit çeşit suallerin doğurduğu yeni bir velvele gelmişti. Şimdi herkes soruyordu:
“Hamamı kim bastı?”
“Niçin basıldık?”
“Basanlar kaç kişi?”
“Nerede bu haydutlar?”
“Kolluklara haber uçurulmamış mı?”
Baskının duyuluşundan beri hayli zaman geçtiği hâlde, içeriye hayırlı ve hayırsız bir kimsenin girmemesi de yürekleri kuvvetlendirdiğinden kadınlar soğukkanlılıklarını ele alarak natırları sorguya çekmişlerdi, kendilerine sunulan ızdırabın hesabını araştırıyorlardı.
Nihayet ana kadın ortaya çıktı:
“Hanımlar!” dedi. “Dört yeniçeri geldi. Hamamı tutan Hafız’ı külhandan alıp köşe başına götürdü. Bunların meramı hamamcıyı sızdırmaktı. Külhancıların dediklerine bakılırsa bin kuruş istiyorlarmış. Bu para verilmezse hamama girip birkaç kadını omuzlayacaklarmış. Hamamcının da kulağını burnunu keseceklermiş. İşte baskın dediğimiz budur. Biz belki acele edip sırrı faş eyledik, sizi vakitsiz telaşlandırdık. Lakin yeniçerilerin bir halt etmeleri de beklenmez değil. Hafız Efendi henüz yakasını kurtaramadı, külhandaki yerine dönmedi. Onun için yüreğim hâlâ hoplamaktadır. Siz de dua edin, Allah’a yalvarın, içinizde helal süt emmişler elbet vardır. Allah, onlara acır da belki bizi şu sıkıntıdan kurtarır.”
Gözler yeni baştan nemleniyor, göğüsler bir daha kabarıp inmeye başlıyor, telaş ve yaygara tazeleniyordu. Çünkü dört yeniçerinin -istedikleri parayı alamadıkları takdirde- hamamı basacaklarını söylemiş olmaları, vaziyetin çok ciddi olduğunu herkese öğretmişti.
Yeniçeri?.. Bugün sade bir kelime olan bu sekiz harf, o devirde kışlalara, sokaklara, şehirlere, ülkelere, kıtalara değil, muhayyilelere bile sığmayan korkunç bir mefhum taşıyordu. Tarih, hikâyemizin cereyan ettiği yıllarda yeniçeriliği belki istihfaf ediyordu, küçük ve aciz bir teşekkül sayarak kendi sahifelerinde ona şerefli bir satır dahi tahsis etmiyordu. Lakin yeniçeriler, tıpkı mecrasından ayrılıp günde bir yatak değiştiren tabiat dışı bir nehir gibi devirici, yıkıcı bir coşkunluk içinde cinayetlerle, fezahatlerle, şenaatlerle dolu bambaşka bir tarih işliyorlardı.
Onlar vaktiyle şarkın ve garbın tarihini değiştiren kuvvetli bir inkılap unsuru idi. Hint Denizi’nden Azak Denizi’ne kılıçlarının parıltısı içinde selam getirip götürürlerdi. Kafkaslar’ın, Karpatlar’ın serinliğini gene kılıçlarının ucuyla hattıistiva[28 - Hattıistiva: Ekvator. (e.n.)] halkına tattırırlardı. İran sahralarından Fas çöllerine zafer menkıbeleri taşırlardı.
Üç yüz yıl Avrupa, Asya, Afrika onların gür sesini duydu. Düzinelerle taht onların palalarına kurban oldu ve beşeriyet tarihi, o üç asır içinde yalnız yeniçeri destanlarını kaydetmekle oyalandı.
Sonra disiplin bozuldu, ahlak bozuldu. Yeniçeri palası, keçeden başka bir şeyi kesmez ve yeniçeri kurşunu testiden gayri bir nesneye işlemez oldu. Kafanın kola, nizamın anarşiye, ilmin cehle hâkimiyeti başlayınca yeniçeriler için tutulacak tek bir yol vardı: Zamana uymak!.. Fakat onlar ocak tarihinin şerefiyle tagaddi etmeyi tercih ettiler, zamana tahakküm edeceklerini sandılar, kör bir gafletle nuru kovup zulmete saldırdılar ve asırlarca yendikleri milletler tarafından yenilir oldular.
Evvelce her zafer bu büyük kütlenin gururunu artırdığı gibi, şimdi de her yeniliş, gafletini çoğaltıyordu. Niçin yenildiklerini düşünmeyerek sadece yenmek zevkini arıyorlardı. Fakat bu zevk artık sınır boylarında, yabancı ülkelerde ele geçmiyordu. Onun için, gözler içeriye, öz yurdun bağrına çevrildi ve yeniçeri palası -daha ziyade-İstanbul sokaklarında işlemeye başladı.
Saray da aynı tereddi[29 - Tereddi: Yozlaşma. (e.n.)] içindeydi. Padişahlar, artık Viyana önlerinde, Tebriz bağlıklarında avlanamıyorlardı, kendilerinden evvel bu nimete erenlerin neşesini bulmak için öz yurdun böğründe hırslarını tatmine çalışıyorlardı.
Ocakla saray bu durumda dost olamazdı. Çünkü ikisi de aynı musluğa uzanan kör iştahlı ve rakip dudaklar gibiydi. Önlerindeki suyu birbirlerine kaptırmadan içmek istiyorlardı.
Bu vaziyetten bir saray-ocak savaşı çıktı. Fakat her kapışmada galebeyi ocak kazandı. Pala, padişah kellesi bile uçuruyordu. Hatta ölüme mahkûm ettiği tacidarlara -Genç Osman vakasında olduğu gibi- hamam oğlanı muamelesi yapmaktan da çekinmiyordu.
Saray, bu suretle teessüs eden ocak tahakkümünden öç almak için zahirî bir korku altında planlı bir tahrip politikası gütmeye koyuldu. Ocağı -bakımsız ve başıboş bırakarak- içinden yıkmaya girişti. Artık askerî bir teşekkül olmaktan çıkmış, hovardalar ve soyguncular karargâhı olmuştu.
Kuvvet, adil ve insaflı oldukça asil görünür. O sıfatlardan uzaklaştığı gün hem iğrenç hem korkunçtur. Çünkü zalim olmuştur. Yeniçeri ocağı da işte bu mahiyetteydi ve vatanı korumak, vatandaşların malını, ırzını, hayatını emniyet altında bulundurmak vazifesiyle mükellefken, bu vazifelerin tamamıyla tersini yapıyordu.
Halk bu hakikati her gün başına tazelenen kanlı ve çirkin hadiselerle çok iyi kavradığından yeniçerilikten nefret ediyordu. Ocağı sevenler, ancak halkı soymak için ocağa girenlerdi. Irz ehli takımı o nizamsız, fakat menfaatte ortaklığın doğurduğu zaruretle pek mütesanit kütlenin adını iğrenerek anardı ve yeniçeri yüzü görmektense ölümle karşılaşmayı tercih ederdi.
Hamamdaki kadınlar da bu umumi telakkiye kanaatlerini uyduran bir halk parçasıydı. Dört yeniçerinin hamamcıdan para istemelerini hiç de aykırı görmüyorlardı ve güpegündüz soygunculuğa çıkan bu adamların bir lahzada küstahlıklarını artırarak kendilerine de taarruz edebileceklerini hesaplıyorlardı. Fakat baskın haberi üzerinden hayli zaman geçmesine rağmen, hamamda yeniçeri narasının duyulmaması ve yeniçeri palasının görülmemesi, bu çıplak kümeye biraz geniş nefes aldırmıştı. Şimdi hepsi, kirlerini gene üstlerinde taşıyarak oradan uzaklaşmak ihtiyacını duyuyordu. Yeniçerilerle hamamcı pazarlık ederlerken onlar bohçalarını koltuklayıp ıslak ıslak evlerine kaçmak istiyorlardı.
Bu ihtiyaç kendilerini dışarıya sürüklemişti, sessiz bir telaş içinde harıl harıl giyinmeye çalışıyorlardı. Başına bir tas su dökmemiş, saç örgülerini açmamış, hatta peştamalını ıslatmamış olan Seher de aynı telaşla bohçasının başında bulunuyordu. Natırlar, kaybolmuş kazançlarının matemini yüzlerinde somurtuyorlardı. Ana kadın, hamamın adını kötüye çıkaracak olan bu hadisenin sonunu hesaplayarak sinir buhranı geçiriyordu.
İşte bu sırada hamamın dışında bir gürültü koptu, yüzlerce ağızdan çıktığı sezilen bir velvele yüz gösterdi ve kadınların heyecanı tazelendi. Sokakta yaman savaş yapılıyor gibiydi. Yakası yırtılmadık küfürler, manası anlaşılmayan sayhalar birbiri üstünde yükselerek hamamın içine bir harp ahengi sızdırıyordu.
Yarı giyinmiş, yarı giyinmemiş bir durumda bulunan kadınlar, o dakikaya kadar sade bir haber derecesini geçmeyen baskının hayat ve hareket aldığını görerek ayılıp bayılıyorlardı, feryadı ayyuka çıkarıyorlardı. İçlerinde çocuk düşürenler bile vardı. Lakin herkes nefsini düşündüğü ve nefsi için ağladığı cihetle felakete uğrayanların yardımına koşan yoktu. Kimi ölü kimi diri doğan yavrular ezelî bir öksüzlüğün sıkleti altında sürünüp gidiyordu.
Garip olan nokta, dışarıdaki gürültünün müsellah ve mütearrız bir hareket hâlinde hamam eşiğini aşmamasıydı. Cereyan ettiği, gözle görülür derecede hissolunan savaş ancak küfür, nara, sayha hâlinde kalıyordu. Hamam, sihirli bir kale gibi taarruzdan uzak duruyordu.
Kadınlar, bu garabetin farkında değillerdi. Yalnız kaçış ve kurtuluş yollarının kesildiğini anlayarak dövünüyorlardı, saçlarını yola yola bağırıyorlardı.
Nihayet dışarıdaki korkunç gürültü kesildi ve onunla muvazi olarak kadınların da vaveylasına sükûn geldi. Şimdi muzdarip kulakların hassasiyeti merak bulutlarıyla dolu gözlere geçmişti, herkes hamam kapısına şuurunu dikerek akıbetlerini tayin edecek olan haberi bekliyordu.
Haber gecikmedi ve halas müjdesi şeklinde kadınların yüreğine döküldü. Feveranlı bir heyecan ve savaştan muzaffer çıkmanın verdiği haklı bir gururla “kaçgöç” ananesini -şuursuz olarak- çiğneyip kadınların ortasına kadar giren hamamcı Hafız, terli yüzünü koca bir mendile öptüre öptüre hadiseyi anlatıyordu:
“Dört it paçama sarıldı, beni ısırmak istedi. Meramları para!.. Yalvardım olmadı, yakardım olmadı. Heriflerin gözü dönmüş. Yumuşak davransam hamama da girecekler, içinizden dişlerine uygun görünenleri omuzlayacaklar. Bu da benim ırzımı yele veren bir iş olacak. Onun için ayak diredim, sert davrandım. Onlar da seslerini perde perde yükselttiler, palaya davranacak oldular, bu durumda kan başıma sıçradı. ‘Can kurtaran yok mu, nedir bu rezillerden çektiğimiz?’ diye bir haykırdım. Konuyu komşuyu, bakkalı, çakkalı ayağa kaldırdım. Bir odun, bir sopa, bir bıçak, bir balta yakalayan Üsküdarlı sesime koşuverdi, heriflerin etrafını sarıverdi. Onlar, bu yığıntıyı mühimsemiyorlardı. Kuru bir gözdağı sanıyorlardı. Fakat küfürler başlayınca işin şaka olmadığını anladılar, can kaydına düştüler, yalın pala halkın üstüne saldırdılar. Artık kıyasıya vuruşuyorduk. Herifler ne olsa yeniçeri!.. Atılmayı da korunmayı da biliyorlardı. Bizimkileri hırpalıyorlardı. Bereket versin ki kalabalıktık, bire karşı yüz kişi idik. Bu sayede dayandık, haydutlardan ikisini geberttik. İkisini kaçırttık. Kaçanlar Atpazarı yanındaki bostana girmişlerdi. Halkın ayranlığı kabardığından aman vermediler, onları da saklandıkları yerde sardılar, tabancalarıyla ateş etmelerine aldırış etmeyip üzerlerine çullandılar, birini öldürüp öbürünü bitkin bir durumda yakaladılar. Şimdi herif kumlukta baygın yatıyor. Ben size müjde vermeye geldim. Hepimize geçmiş olsun. Haydi, rahat rahat giyinin, evinize gidin, yolunuz açık olsun!..”[30 - Cevdet tarihinde bu hadise şu suretle hikâye olunuyor: “Dört nefer şekavetpişe Üsküdar’da büyük hamamın müsteciri Hafız’a gelip bin kuruş metalibesinde tehdit ve ihafe ettiklerinde Hafız Ağa “Ümmeti Muhammed yok mu?” deyu nida etmekle bu sesi duyan ahali sopa, balta ve kazmalarla seğirdip eşkıyayı merkumeden ikisini katlettiler. Diğer ikisi Atpazarı semtine firar ve orada bir bostana girip tüfek ve tabanca ile müdafaaya iptidar ettiklerinde birini ahali orada tüfek ile urup idam ve diğerini hayyen ahz ile Üsküdar kulluğuna teslim ettikten sonra maktullerin ayaklarına ip takıp tahkir ve teşhir ederek İskele Meydanı’na nakl ile saire ibret gösterdiler.” (y.n.)]
Kadınlar korkunç vakıanın hakikatini öğrendikten sonra hemen sokağa atılmışlardı, dedikodu faslını evlerinde yapmak üzere yelyeperek koşuyorlardı. Seher, tehlikenin giderilmiş olmasına kapılarak ve yıkanmadan evine dönmeyi kendince doğru bulmayarak sürüden geri kaldı, yeni baştan soyunup içeri girdi, uzun uzun sabun süründü, liflendi, keselendi, geç vakit hamamdan ayrıldı.
Bu geri kalışta natırlardan biriyle dertleşmek arzusu bilhassa amil olmuştu. Lakin onlar henüz heyecandan kurtulmadıkları gibi bayılan, çocuk düşüren müşterilerle uğraştıklarından meramına eremedi, sadece temizlenip sokağa çıktı.
Baskın heyecanından tamamıyla sıyrılmıştı. Benliğini gene aşk heyecanına vermişti. Gözü kapalı imiş gibi yürüyordu ve bu kapalı gözlerle hep Hüseyin’i görüyordu. Dökündüğü bol sıcak suyun, uzun uzun süründüğü kese ile lifin gençliğine kalın bir kir tabakası şeklinde sarıldığını kuruntuladığı evlilik alakasını silip çıkardığını sanarak derin bir haz duyuyordu.
Evet. Kocasına ilişkin her hatıranın pıhtı pıhtı kir gibi üzerinden düşerek hamamda kaldığını tevehhüm ediyor ve seviniyordu. İçinde bakir bir ruh tekevvün ettiğini seziyor ve göğsünde yepyeni bir yürek doğduğuna inanarak “Hüseyin, Hüseyin!” diye çırpınan o taze kalbin neşesine kulağını ayna yapıyordu.
Ne önünü ne yanını görüyordu. Sokakta değil de yüksek bir boşluk içinde yürüyor gibi adım atıyordu. Evinde sevgilisinin hayalini bütün incelikleriyle tecessüt ettireceğine, o hayale hayat ve lisan vereceğine inandığından bu şevk ile sık sık sendeliyordu.
Bir aralık şuurunda bir uyanıklık belirdi, gözlerini yüreğinden ayırıp etrafa çevirdi, günün bitmek ve güneşin batmak üzere bulunduğunu gördü. Geç ve çok geç kalmıştı. O devirde ve hele küçük mikyasta sokak muharebesi görmüş bir günde genç bir kadının tek başına dolaşması tehlikeli bir hareketti.
Seher de bu durumunu sezdi, bir ayak önce evine kavuşmak için adımlarını sıklaştırdı. Her yer ıssızdı, evler bile âdeta boş görünüyordu. Bu sessizlikte ve bu ıssızlıkta sabahki çarpışmaların, şüphe yok ki tesiri vardı. Çünkü halk, öldürülmüş yeniçeriler yüzünden yeni yeni baskınlar ve tecavüzler vukuya gelmesinden endişelenerek evlerine kapanmış bulunuyordu.
Seher şimdi korkuyordu, koltuğundaki bohçayı düşürecek derecede telaş içinde evine doğru koşuyordu. O ev gözüne cennet kadar güzel ve gene cennet kadar uzak geliyordu. Yirmi otuz adım daha yürüyünce sol köşeyi kıvrılacak ve bitmez görünen mesafelerin ızdırabından kurtulup rahata kavuşacaktı. Fakat o yirmi adımı atamadı, o köşeye varamadı, o cenneti göremedi, üç korkunç adamla karşılaştı. Bunlar, yeniçeri kılıklı kimselerdi, tepeden tırnağa kadar silahlı olup durumlarından yaman kişiler oldukları anlaşılıyordu.
Seher, cennet yolunu kesen cehennem zebanileri gibi birdenbire önüne çıkan bu üç adamı görünce iliğine kadar titredi, dizlerinin bağı çözülüyormuşçasına bir sarsıntı geçirdi ve şuursuz bir telaşa kapılıp geriye döndü. Onların yanından geçmemek, nefeslerini duymamak, silahlarına gözlerini kaptırmamak için -düşünmeden- böyle hareket etmişti. Onda düşmanını ve düşmanının pençesinde sırıtan ölümü görmemek kaygısıyla başını kumlara sokan bir devekuşu alıklığı vardı. Tehlikeden kaçtığını sanarak tehlikeye sırtını çeviriyordu.
Yeniçeriler, yüzü görünmemekle beraber, güzelliğine mevzun endamını tahammül olunmaz bir belagatle şahit gösteren avare yolcuyu ilk bakışta beğenmişler ve bir lahzada kararlarını vermişlerdi. Onun yüz geri etmesi üzerine içlerinden biri kötü kötü güldü:
“Bre tornacı!” dedi. “Atıl. Şu kekliği yakala!”
Kendine hitap olunan adam, gerçekten bir torna süzülüşüyle fırladı, koşar görünüp de ancak sendeleyen Seher’in koluna yapıştı ve onu serçe yakalayan hoyrat bir kartal çevikliğiyle sırtlayıp hızlı hızlı kıyıya doğru yürümeye koyuldu. Kadın, ensesinde aslan nefesi duyan bir ceylan gibi, kısa bir titremeden sonra bayılıvermişti, yükseldiği omuzlar üzerinde uyuyordu. İki yeniçeri de -elleri palalarının kabzasına dayalı olarak- çatık kaşlı bir sükût içinde onları takip ediyordu.
***
Hüseyin, define davasının Kara Süleyman aleyhinde neticelendiğini görerek yola düştükten sonra garip bir iç bocalayışına tutulmuştu. Yüreği evinden fırlayıp geriye, Seher’in eşiğine doğru yuvarlanmak istiyor, ayakları da bedenini iskele tarafına sürüklüyordu. Ömrünün ilk aşkıyla idrakinin ilk sersemliği mücadele hâlindeydi. Aşk ona çılgınlıklar telkin ediyordu. Muvazenesini kaybetmeye başlayan idraki ise uçuruma gitmekten kendini alıkoymaya savaşıyordu.
Delikanlı, bu iç bocalayışı arasında sarsıla sarsıla kıyıya vardı, kollarını göğsüne kavuşturarak gamlı gamlı, denizi seyre daldı. Büyük su, çerçevesiz bir firuze ayna gibi gözünün önünde mavi bir imtidatla uzanıyor ve yer yer ona Seher’in berrak tebessümünü temaşa ettiriyordu. Onda, sabun köpüğünden yarattıkları balonu yakalamak için çırpınıp duran ve o balona parmakları değer değmez emellerinin kaybolduğunu görerek elemli bir hayrete kapılan çocukların masum saffeti vardı. Denizde teressüm ettiğini gördüğü kızıl tebessümleri tutmak iştiyakına kapılıyor, fakat onların bir ayna üzerinde gülümseyen gölgelerden başka bir şey olmadığını anlayınca hüzne kapılıp içini çekiyordu.
Fakat bir karar almak lazımdı. Üsküdar kıyılarında böyle dimdik durarak saatlerce kalamazdı. Onun için iradesini zorladı, uzun uzun düşündü, nereye gideceğini tespit etmeye savaştı.
Seher’in evine gidemezdi. Kara Süleyman’ı matemli bir gününde bir daha görmekten çekindiği gibi, onun kapı açacağını da ummuyordu. Define işinde kendisinin kabahatli olmadığına eski dostunu inandırarak eve girse bile, Seher’i göremeyeceğine emindi. O hâlde geri dönmek manasız bir iş olacaktı.
Lakin Gülhane’ye gitmeyi de istemiyordu. Seher’i düşünürken, Seher’i göz bebeklerinde ninni söyleye söyleye sallayıp uyuturken koğuş arkadaşlarının kendisiyle istihza etmelerinden korkuyordu. Onun için ıssız yerlere gitmek, Seher’le baş başa kalarak ona yanık şarkılar okumak azmine kapıldı ve başını gerilere çevirip hasretli bakışlara sardığı yürek selamını Seher’in evi istikametine uçurduktan sonra bir kayıkçıya seslendi:
“Beni Ortaköy’e ilet!”
Denizi aşarken gözleri gene gerideydi. Seher’in evleri, sokakları ve her engeli aşan bakışlarıyla kendini takip ve teşyi ettiğini sanarak oturduğu yerde duramaz oluyordu. Ortaköy’e çıkınca da bir müddet kıyıda kaldı, Üsküdar ufuklarında Seher’i aradı ve sonra sokaklara dalarak avare avare dolaşmaya koyuldu. Maksadı ortalıktan el ayak çekilinceye kadar vakit geçirmek ve her taraf ıssızlaşır ıssızlaşmaz yüreğini yıldızlara açıp Seher’i terennüm etmekti.
Midesi boştu, lakin açlık duymuyordu. Yalnız Seher’i düşünerek ve onu yanı başında bularak tepelere tırmanıp iniyordu. Sahille çıplak yamaçlar arasında mekik dokuyordu. Bu serseri gezinti kendine uygun görünen vaktin hululüne kadar sürdü ve o devirde zaten birkaç sıra evden ibaret olan köyde ışıklar sönünce Beşiktaş yolunu tuttu.
Hem yürüyor hem yıldızlara aşkını duyurmak ister gibi gür bir sesle şarkı okuyordu. Hafızasından ilk seçtiği terane kendi durumunu belirten bir Köroğlu güftesi olup şu biçimdeydi:[31 - Bu Köroğlu, Çamlıbel kahramanı olarak halk arasında şöhret alan yarı masal şahsiyet değildir. On yedinci asırda yetişen halk şairlerinden biridir. Onu ilk tanıyan ve tanıtan Evliya Çelebi’dir. Köprülü oğlu üstat Fuat, Muallim Agâh Sırrı ve daha birkaç güzide kalem sahibimiz, ondan bahsettikleri gibi, kıymetli muharrir Sadettin Nüzhet de şairin hayatı ve eserleri hakkında bir broşür neşretmiştir. (y.n.)]
Dağlar başı oldu yurdum
Ağlayıp gezer yürürüm
Günden güne arttı derdim
İnleyip gezer yürürüm
İşte firkatinle yandım
Kendimi engine saldım
Muhabbet suyuna daldım
Boylayıp gezer yürürüm
Boyu uzun, ince bellim
Ay yüzünde çifte benlim
Seninledir deli gönlüm
İnleyip gezer yürürüm
Sonra kuvvetli gazeller, semailer, koşmalar, varsağılar terennüm etti. Her güfte, her beste, hatta her mısra yüreğine yeni bir kıvılcım katmış gibi ona taze bir hareket, derece derece çoğalan bir alevlenme verdiğinden sesine mütezayit[32 - Mütezayit: Artan, çoğalan. (e.n.)] bir dokunaklık, bir yanıklık geliyordu.
Dünyayı unutmuştu, yıldızlarla konuşuyordu, yeşil örtülerine bürünerek uyuyan yamaçları uyandırmak ister gibi davranıyordu, ara sıra denize hitap ediyordu. Fakat göğe baktıkça, yere baktıkça, denize baktıkça hep Seher’i görüyordu.
Böyle yanıp tutuşarak, coşup kabararak, inleyip haykırarak yürüye yürüye Çırağan Köşkü’nün önüne gelmişti. Bu köşk Lale Devri’nden kalma çiçeklerden biri olup henüz zarif rengini ve kıvrak ıtırını muhafaza ediyordu. Ohrili Hüseyin Paşa’nın Mevlâna Celaleddin’e armağan ettiği büyük mevlevihanenin yanı başında yükselen köşk, taç ile sikkenin biri dünyevi, biri uhrevi saltanatını temsil eden iki abide gibi birbirini manalı bakışlarla tarassut eder sanılırdı.[33 - 1910’da yanıp da şimdi mermer bir harabe hâlinde duran Çırağan Sarayı işte bu köşk ile mevlevihanenin arsaları üzerine 1866’da yapılmıştı. (y.n.)]
Hüseyin ne mevlevihanenin bir yaprak Mesnevi gibi uzanan bedii üslubuna ne Çırağan Köşkü’nün elmaslı bir sorgucu andıran o kıvrım kıvrım pırıltılarına alaka gösterdi, yüreğini gene hançeresine getirerek Hümayun Kasrı’nın tam önünde avaz avaz şu şarkıyı haykırdı:
Çözülme zülfüne ey dürüba dil bağlayanlardan
Kaçınma âteşi aşkınla bağrın dağlayanlardan
Düşer mi böyle yan çizmek seninçün ağlayanlardan
Bu kanlı yaşların bak farkı var mı çağlayanlardan[34 - Bu şarkı Enderunlu Vasıf’ındır. Şair, o sırada henüz sağdı. (y.n.)]
Farkında olmadan orada durmuştu, elini kulağına koyarak kalbini söyletiyordu ve kendi zu’münce[35 - Zu’m: Batıl zan. Şüphe. Yanlış zan. (e.n.)] feryadını Seher’e dinletiyordu. Bu hâl ve bu vehmî visal ile kendinden o kadar geçmişti ki, köşkün içinde ışıklı bir hareket uyandığını görmüyordu. Bu hareket, nurlu bir kaynayış hâlindeydi ve şamdanların şuradan buradan taşınmasından ileri geliyordu.
Hüseyin gözlerini yıldızlardan, idrakini Seher’in hayalinden ayırmayarak beş on adım daha attı, köşkün biraz ilerisinde durup Şeyh Galip’in meşhur şiirini terennüme girişti:
Döktü omuzdun puşu saçağını
Açtı gönüller deli bayrağını
Gök sürünüp gözlemişken özleyüp
Ayağının izinin toprağını
Gene yürüyecek, gene durarak inleyecekti. Fakat şarkıyı henüz bitirmeden birkaç ayak sesinin birbirini sendeleterek karanlığa karıştığını duydu, korku ile karışık bir hayretle terennümü yarı bıraktı ve… bekledi. Devletlilerden yahut heybetlilerden birinin uykusunu rahatsız etmiş olacağını ve şu koskoca ayakların kendini tekmelemeye geldiğini sanarak endişeleniyordu.
Ayak seslerini sokağa bırakan kapı ile kendi arasındaki mesafe azdı. O sebeple çok beklemedi ve bir iki dakika geçmeden yarım düzine kadar adamın çizdiği müsellah halka ortasında kaldı.
Bunlar saray bostancıları olup sakin bir hiddetle kendini süzüyorlardı. Durumundan baş olduğu anlaşılan biri nihayet dile geldi:
“Delikanlı!” dedi. “Burada ne dolaşıyorsun?”
O, korka korka cevap verdi: “Hiç, havalanıyorum.”
“Havalandığın belli amma sebep ne?”
“Canım sıkıldı. Şöyle bir dolaşayım dedim.”
“Neye bar bar bağırıyorsun?”
“Şarkı söylüyorum.”
“Şevketlu hünkârın sarayı önünde şarkı söylenir mi?.. Gençliğine yazık değil mi?”
Hüseyin’in rengi sarardı, eli ayağı buz kesildi, aynı zamanda göz bebeklerinde Seher’in hayali titredi. Bilmeyerek büyük bir suç işlediğini anlıyor ve oracıkta kurban edileceğini düşünerek hafakanlar geçiriyordu.
Ölüm, o dakikada kendine ansızın ihtiyar olmak, çirkinleşmek kadar korkunç geliyordu. Çünkü ölümde tıpkı ihtiyarlık gibi nefsini Seher’e uzak bırakacak bir mahiyet görüyordu. Hâlbuki o, Seher’e hoş görünmek için nasıl genç kalmaya muhtaç ise ona kavuşmak, ona tasarruf etmek, onun gül yüzüne baka baka bahtiyar olmak için de yaşamak ıztırarındaydı. Bu sebeple müthiş ızdıraplar duyuyor ve beyninin altüst olduğunu seziyordu.
Fakat ne yapabilirdi?.. Ömrünün en taze deminde, yüreğine ilk şafak ışıkları yayıldığı sırada, işte ölümle yüz yüze geliyordu. Kasabına tüküremeyen ve boğazını parçalayacak bıçağı ısıramayan bir kuzu acziyle bu felakete boyun eğecekti.
Hüseyin muzdarip bir teslimiyetle ruhunu Seher’e açıp, gözlerini hayata yummaya hazırlanırken saray uşaklarının başı halkadan ayrıldı, yanına sokuldu.
“Arayan…” dedi. “Mevla’sını da bulur, belasını da. Senin neyi arayıp neyi bulduğun biraz sonra belli olacak. Haydi, bizimle bile yürü. Şevketlu hünkâr seni istiyor.”
Delikanlının ilikleri şimdi buz kesilmişti. Padişahın yanına götürülmeyi mezbahaya götürülmekten daha korkunç buluyordu. Ölmek, bütün acılığına rağmen, ona böyle bir şereften çok tatlı geliyordu. Çünkü hünkârın, ölümü işkenceye sararak sunacağını kuruntuluyordu.
Bununla beraber yürüdü. Her adımında şuurundan bir zerre kaybederek saray uşaklarının izinde ilerledi, köşke girdi. Toprak, birdenbire ipeğe, karanlık da göz kamaştırıcı bir aydınlığa munkalip olmuştu. Ayakları halıların yumuşaklığını okşuyordu; gözleri sayısız avizelerin, şamdanların ışığını öpüyordu. Ceviz tavanlarda yaldızlı bir sema hâli vardı. Duvarlar, şeffaf kadın göğüslerinden yapılmış gibi sıra sıra aynaydı.
Hüseyin ne ayaklarına yapışan ipek dişleri ne kendi endamını kucaktan kucağa devreden aynaları ne yaldızlı tavanlarda gülümseyen yıldızları görüyordu. Siyah ve simsiyah bir dehlizde yuvarlandığını kuruntulayarak kılavuzlarını takip ediyordu.
Sofaları bu kör adımlarla geçti, merdivenleri bu ızdıraplı sezişle tırmandı, ne renk ve ne nur hissetmeden yürüdü, büyük bir salonun kapısına kadar cesedini sürükledi. Önünde girdaplar, uçurumlar açılsa farkında olmayacaktı ve damarları yarılıp bütün kanı akıtılsa belki duymayacaktı. Şuuru dumur hâlindeydi, beyni kurumuş gibiydi.
O büyük salonun kapısı önünde kendisine “Dur!” denildi. Bu kelime, buz üzerine düşen bir ateş damlası gibi, onun müncemit[36 - Müncemit: Buz hâlinde bulunan, donmuş, donuk. (e.n.)] dimağında bir uyanıklık yarattı, kurumuş görünen hücrelere hareket geldi, korkunun perdelediği gözler açıldı ve âşık delikanlı muhitini gördü.
Nur içinde, yaldız içinde, sırma içinde, ipek içinde kurulu bir yuva!.. Fakat bu yuvada gezen, dolaşan, yatıp kalkan ve kükreyen mahluku düşündükçe gene şuurunu kaybetmeye başlıyordu, için için titriyordu.
Bir aralık göz bebeklerinde Seher belirdi, yüreğine -ölüm endişesinden de üstün görünen- bir acı çöktü. Onun sesini bir kere daha duymadan ebedî sessizliğe düşmek idrakini sarsıyor, kanına zehir bulaştırıyordu. Sevdiği kadın orada bulunup da mukadder görünen ölümü bir buse hâlinde dudaklarına bıraksa belki gençliğine acımayacak ve o busenin tadını taşıya taşıya sonsuz uykunun şafağını beklemeye dayanacaktı.
Şimdi bu hüsranın, bu mahrumiyetin de elemini yaşıyordu. Nemlenen gözlerini kalbine çevirerek yaşlarını orada oturan Seher’in gül yanaklarına akıtıyordu. İşte bu sırada bir adam geldi:
“Delikanlı!” dedi. “Ardıma düş. Şevketlu hünkârın huzuruna çıkacaksın. Alıklık edip de kelleni tehlikeye düşürme. İlkin yer öp, sonra efendimizin mübarek ayaklarına yüz sür. Kulağını da aç. Ne sorarlarsa edeple cevap ver!”
Kurtla kuzunun, şahinle serçenin, aslanla tavşanın karşılaşması neyse Hüseyin’le Sultan Mahmut’un yüz yüze gelmesi de oydu. Yahut âşık delikanlının kanaati böyleydi. Onun için bir kuzu gibi büzüldü, bir serçe gibi küçüldü, bir tavşan gibi sersemleşti, titreye titreye salona girdi.
Önüne, daha doğrusu ayaklarının dibinde derinleşe derinleşe açılan uçuruma bakıyordu, gözü karara karara adım atıyordu. Arkasında bulunan uşak “Yer öp.” diye fısıldayınca ihtiyarsız diz çöktü, kenarına çömeldiğini kuruntuladığı uçurumun kenarını öper gibi dudaklarını halıya sürdü. Sonra sendeleyerek kalktı, bir fısıltının sevkiyle ilerleyerek padişahın ayağını öptü, geri geri çekildi. Şimdi uçurumu arkasında ve kendini oraya itecek adımı önünde görerek sukut[37 - Sukut: Düşme, düşüş. (e.n.)] dakikasını bekliyordu.
Fakat bu korkular, bu endişeler, bu öldürücü telaşlar boş çıktı. Kurt, şahin ve aslan sanılan mahluk nazik bir insan ağzı kullandı, tatlı bir dille konuştu:
“Adın…” dedi. “Nedir delikanlı?”
Ensesinde dolaştığını kuruntuladığı ölümün birdenbire uzaklaştığını sezen Hüseyin, sevimli bir hayretle gözlerini açtı, mesut bir bönlükle hünkârın gülümseyen yüzüne baktı ve cevap verdi:
“Hüseyin!”
“Nerelisin?”
“Anadolu uşağıyım.”
“Ne iş yapıyorsun?”
“Gülhane’de bahçıvanım.”
“Şarkı okumayı kimden öğrendin?”
“Şundan bundan.”
“Demek üzerinde hoca hakkı yok. Buna acıdım. Eğer ders alıp terbiye görseydin, bu yaşta yüksek bir hanende olurdun. Çünkü sesin güzel, hem de çok güzel.”
Ve bir nebze düşündükten sonra Hüseyin’e odanın bir köşesini gösterdi.
“Bunlarla alışverişin var mı?”
İşaret ettiği yerden şahtan girifte kadar boy boy neyler, renk renk tamburlar, çeşit çeşit defler vardı. Hüseyin, başını salladı:
“Hayır efendim. Saz bilmem.”
“Bu da senin için bir eksikliktir. Tanrı’nın verdiği nimetin kadrini bilmek, üşenmeden çalışmak gerek. Saza uymayan ses, tene yakışmayan yelek gibidir. Güzel de olsa hoşa gitmez. Seni ben yetiştirmek isterim.”
Hüseyin saray âdetlerini bilmediği için bu büyük iltifata karşı usulü dairesinde teşekkür edemedi, sadece gülümsedi. Sultan Mahmut da onun masum cehlini gözden kaçırmayarak tebessüm etti ve emir verdi: “Haydi bir şarkı oku. Bakalım sesin sokaktan aksettiği gibi güzel mi?”
Delikanlı, gene göz bebeklerine yapışan Seher’i bir ruh kucaklayışıyla sarıp yüreğine yatırdıktan sonra birkaç gece evvel Kara Süleyman’ın evinde okuduğu Derviş Ömer bestesini -fakat halk şairi Âşık güftesiyle- terennüme girişti:
Kuğumu yâre gönderdim
Kuğum eğlendi, gelmedi
Selâmetle gelir, dedim
Musa’m eğlendi, gelmedi.
Hep kuğusun buldu eller
Gözetir gözlerim yollar
Issız kaldı bizim yerler
Musa’m eğlendi, gelmedi.
Hünkâr hem şevkle hem hüzünle dinliyordu. Şevk, Hüseyin’in gerçekten latif olan sesinden; hüzün de okunan bestenin bir saray faciasını hatırlatmasından ileri geliyordu.
Hikâyemizin başlangıcında işaret edildiği üzere Musa Çelebi, Dördüncü Sultan Murat’ın gözdesiydi, askerî bir ayaklanma sırasında öldürtmüştü. İkinci Mahmut, ocaklının padişah yüreğindeki aşklara kadar el uzatabileceğini kanlı surette ispat eden bu vakıayı şu saf gencin ağzından canlanmış görerek elemli bir heyecana kapılmıştı. Sesin güzelliğinden aldığı hazla bu elem birbirine karışarak onu garip bir sarsıntıya uğratıyordu. Şu varsağıyı başka birisi okusaydı Sultan Mahmut, şüphe yok ki, gazaba gelirdi. Çünkü kazanın tahta tahakkümünü tevsik eden[38 - Tevsik etmek: Belgelendirmek, ispatlamak, kanıtlamak. (e.n.)] herhangi bir sözü ona işittirmek, kendisinin de ocaklıya mahkûmiyetini sezdirmek demekti. Padişahlık gururunun ise böyle bir telmihe, imaya ve işarete tahammül etmesi imkânsızdı.
Fakat o, sokaktan yakalatarak huzuruna getirttiği şu delikanlının Dördüncü Murat’la ocaklı arasındaki çarpışmalardan, Musa Çelebi’nin ölümünden bihaber olduğuna şüphe etmiyordu ve Hüseyin’in tekellüm değil, terennüm ettiğini apaçık görüyordu. Bununla beraber, içinde bir feveran ihtiyacı uyanmış gibiydi. Dördüncü Murat’ın kalbinden bir aşk söküp çıkaran yeniçerilerin kendi ömründen de birçok şeyler koparmaktan çekinmeyeceklerini düşünerek için için köpürüyordu.
Ses, Hüseyin’in sesi, derece derece gürleştiği için bu elemli mülahazalar da yavaş yavaş söndü ve padişah yalnız sanat sevgisinden doğan şevke mağlup kaldı.
İkinci Mahmut, sırası geldiği için söyleyelim, musikide üstat menzilesine erenlerdendi. Üçüncü Sultan Selim’den tambur, Kazasker Mustafa İzzet’ten ney çalmayı öğrenmişti. Dede Efendiler, Tellalzadeler, Müezzinbaşı Şakir Ağalar onun devrinde kıymet ve şöhret bulmuşlardı. Rahmetli Rauf Yekta, İkinci Mahmut’un musikideki mevkisini tahlil ve tespit için yazdığı uzun bir bentte onun yirmi bir bestesinden bahseder ve muhtelif makamlarda vücuda getirilmiş olan bu eserlerin – tavru seyr bakımından- çok parlak olduklarını söyler.
İşte bu sanat sevgisi yüzündendir ki o, Gülhaneli Hüseyin’i de candan bir incizap ve hakiki bir istiğrakla dinliyordu. Gene bu sevgi sebebiyle delikanlı hakkında lütufkâr olmayı tasarlayarak ilk okuduğu varsağı ile tel kırmış olmasına müsamaha gösteriyordu.
Hüseyin bir iki terennümden sonra birden hüzzam makamına geçerek kendisinin bestelediği “Gülizara gel ey servinaz / Gül koncasın açıl biraz” nakaratlı şarkıyı okumaya başlaması üzerine şevkine neşe, neşesine şetaret karıştı ve kendini tutamayarak bağırdı:
“Pir ol be çocuk, enikonu bülbülleştin, benim şarkımla beni sarhoşlattın!”
Hüseyin bu iltifatları duyacak durumda değildi. Dudağını gene Seher’in dudaklarına kapamıştı, onun nefesini içtiğini tevehhüm ederek ve her nefeste biraz daha alevlenerek boyuna beste haykırıyordu. Terennümde hiçbir usule bağlı görünmüyordu. Yerden göğe çıkar ve gökten yere iner gibi uçuşlar ve inişler ile makamdan makama geçiyordu. Fakat bu avarelikte en şuh bir kanaryanın, en aşüfte bir bülbülün kıvraklığı belli oluyordu ve İkinci Mahmut’u mest eden de onun sesindeki nizamsız ahenkti.
Delikanlı işte bu durumda birçok şeyler okudu, kana kana kalbini söyletti. Padişah da o kalbin gamlı iniltilerini sönmez bir şevk, doymak bilmez bir iştiha ile dinledi ve gencin yorulduğunu sezince yerinden kalktı.
“Bu gece için…” dedi. “Bu kadar yeter. Sesini insafsızca israf etmeyelim. Tanrı’nın günü de gecesi de çok. Seni gene getirtirim, söyletirim. Şimdi var, dinlen.”
Ve el çırparak bir harem ağası çağırdı, emir verdi:
“Ömer Ağa’yı çağır!”
Biraz sonra sert yüzlü, hoyrat bakışlı, geçkince bir adam içeri girdi. Laubalice selam verdi.
“Neredeyse…” dedi. “Horozlar ötecek. Siz gene ayaktasınız. Şarkı okutuyorsunuz. Hiç mi canınıza acımazsınız. Hiç mi vücudunuza bakmazsınız. Nedir nefsinize bu zulüm?”
Hünkâr gülümsedi, kaba adamı okşamak ister gibi davrandı, tatlı bir sesle cevap verdi:
“Eğlenmek de lazım ağa. Padişahlar dahi dünyaya bir kez geliyor. Fırsat elde iken, can tende iken biraz gülmeyelim mi?.. İşte bu geceyi de şu gencin sesine feda ettik.”
Sultan Mahmut üzerinde çok büyük nüfuz sahibi olan Başçuhadar Ömer Ağa sert gözlerini Hüseyin’in üzerine çevirdi, uzun uzun süzdükten sonra padişaha döndü:
“Sokaktan ses devşirmek bidatini de siz çıkardınız. Evvelden bu şeref has odalılara verilirdi. Şimdi dağdan gelen, bağdan gelen huzura çıkıp şarkı okumak yolunu buluyor, ağlamamak kabil mi?”
Hünkârın kaşları çatıldı, bakışı tatsızlaştı:
“Ben ne dilersem kanun odur! Sen boş lafı koy da emirlerimi dinle!
Ve Hüseyin’i göstererek sözüne devam etti:
“Bu delikanlıyı yetiştirmek isterim. Yüzü temiz, sesi temiz bir genç. İyi terbiye görürse pırlantalaşır, hizmetime layık bir kıymet alır. Onu sen, seferli koğuşuna yazdır. Ehliyetli bir eskiye yamak ver. Terbiyesine dikkat edilmesini tembih et. Ben de Dede Efendi’ye söylerim, sesini terbiye ettiririm.”
Hoşnutsuzluğunu saklayamayan başçuhadarla eğlenmek istediğinden gülümseye gülümseye ilave etti:
“Hoşuma giden şu genç, senin himmetinle yetişirse seferliden has odaya geçer, bir gün çuhadarlığa yükselir. Bu suretle kanun dediğin, usul dediğin köhnelik de bozulmamış olur. Haydi al emaneti götür!”
Bu, gerçekten umulmaz bir ikram idi. Çünkü çuhadarlar, rikaptarlar, tülbent ağaları, peşkir ağaları gibi padişahın en hususi hizmetlerini gören ve onunla gece gündüz temasta bulunan kimseler has odada yetişirlerdi. Has odaya ise sarayın seferli ve kilerli koğuşlarından terbiye görenlerin seçkinleri alınırdı. İkinci Mahmut, şu iradesiyle güzel sesli Hüseyin’i işte böyle parlak bir istikbale namzet kılıyordu ve bu lütuf, değme bahtı yâr olanlara o devirde nasip olan nimetlerden değildi.
Seher’in âşığı -Gülhane’de çalışmak dolayısıyla- seferli koğuşuna yazılmanın ne demek olduğunu bilirdi. Ondan ötürü mütehayyir bir sevinçle hünkârın iradesini dinledi, başçuhadarın gayrimemnun bir sesle “Yürü bakalım delikanlı. Seni de bir sınayalım.” diyerek kapıyı göstermesi üzerine, sessiz bir sevinç içinde ayrıldı.
Sevinç saray adamları arasına karışmasından değil, bu haysiyetle Seher’e daha hoş görüneceğini tahmin etmesindendi. Sevgilisi eski bir baştebdilin karısıydı. Yarın mabeyinci ve belki mutasarrıf, vali olabilecek bir gençle işsiz bir baştebdil arasında ise -her kadın beynini döndürecek- mesafeler vardı. Hüseyin, işte bu uzun mesafeleri şişkin bir Hint kumaşını arşın arşın çözer gibi Seher’in gözü önüne yayarak yepyeni bir kıymet ve taptaze bir ehemmiyet almak istiyordu.
Bu hülya ile hünkârın huzurundan çıktı, bu hülya ile Çırağan Köşkü’nde gösterilen köşeye büzüldü, bu hülya ile gecenin son saatlerini geçirdi ve gene bu hülya ile Topkapı Sarayı’na giderek yeni hayata atıldı.
Kendisini seferli koğuşuna yollayan Başçuhadar Ömer Ağa’dan küçük bir nezaket görmemiş, tek bir tatlı söz işitmemişti. Herif, sokaktan alınmış bir avuç toprağın asil özlü elmaslar arasına konulmak istenmesini bir türlü hazmedemeyerek boyuna homurdanmıştı. Hüseyin, hayalinde açılan ufuklara ruhunu kaptırdığı için sert ve kaba mabeyincinin bu durumuyla ilgilenmedi, hep o ufukları dolaşarak Çırağan’dan Topkapı Sarayı’na geldi.
Koğuş hayatı, başçuhadarın yüzü gibi, sertti. Orada ulu orta gülünemezdi, hatta gelişigüzel yürünemezdi. Bakmanın, konuşmanın, yürümenin, oturup kalkmanın muayyen[39 - Muayyen: Belirli. (e.n.)] usulleri, madde madde kanunlaştırılmış ve mikyasa bağlanmış şekilleri vardı.
Hüseyin daha ilk saat içinde o hayatın sertliğini anladı. Bacaklarına al çakşır, sırtına entari, onun üstüne göğsü düğmeli kaftan, başına yaldızlı takke giydirilip, beline som sırma kemer bağlanıp da koğuş eskilerinden birinin önüne oturtulduğu, saray ananelerine taalluk eden ilk dersi aldığı dakikada vaziyeti kavramıştı. Fakat memnundu, mesuttu, sevincinden kabına sığamıyordu. Çünkü Seher’ine bu yeni hayat ile mutlaka şirin görüneceğini umuyordu.
Tarih kitaplarında yazılı olduğu üzere, seferli koğuşu “Enderun” denilen saray mektebinin iptidai sınıflarını ihtiva eden bir müessese idi. Evvelce bu koğuşa küçük oda denilirken Birinci Ahmet devrinde “seferli” adı verildi. Koğuşlular, müsamahasız bir disiplin altında din dersleri alırlar ve ayrıca Arabi, Farisi okurlardı. Yazıya bilhassa ehemmiyet verilerek şakirtlerin usta bir hattat gibi yetişmesine çalışılırdı.
Seferlilere davul çalmak, sarık sarmak, eşya temizlemek, berberlik yapmak da öğretilirdi. Yere tükürenlerin, öksürürken mendillerini ağızlarına götürmeyenlerin, elbiselerini kirletenlerin cezalandırılmasında hiç ihmal edilmezdi. Bu cezalar azarlamadan başlayarak falakaya kadar çıkardı.
Hüseyin’e, mürebbi olarak seçilen ağa bütün bu esasları anlattı, bir saraylının kendinden bir derece yüksek olana karşı köle durumunda bulunduğunu -unutulmasına imkân olmayacak şekilde- öğretti, sonra elinden tutup yatacağı yere götürdü.
“Burada…” dedi. “Uyuyacaksın. Lakin biz bir anda yatar, bir anda kalkarız. Düşünmekte, duymakta, görmekte olduğu gibi, yemekte, içmekte, yatıp kalkmakta da ayrılık gayrılık yoktur. Gözlerimiz beraber kapanır, beraber açılır. Anladın mı ağa?..”
Ağa?.. Başlı başına bir kıymet ifade eden bu kelimenin kendine hitap edilerek söylendiğini ilk defa duyuyordu. Daha dün “Hüseyin” diye çağırılıyordu, eline bir bel verilerek sabahtan akşama kadar adi bir ırgat gibi çalıştırılıyordu. Cismi gibi ismi de kıymetsizdi. Fakat şimdi padişah sarayında “ağa” olarak tanılıyor ve anılıyordu.
Hüseyin bu neşe ile bütün gece uykusuz kaldı. Fakat yalnız olmadığı için neşesine öksüzlük bulaşmadı. Uzandığı yerden Kervan yıldızını seyir ile oyalandı. Bu yıldız ona Seher’in yüzüyle görünüyordu ve bir aşk tebessümü hâlinde pırıldıyordu.[40 - Arapların Zühre, Acemlerin Nahid dedikleri yıldız. Biz Türkler Çoban veya Kervan yıldızı deriz. Malum olduğu üzere bu yıldız güneş manzumesinin ikinci seyyaresidir, aşağı yukarı bizim küremiz kadar büyüktür ve onunla güneş arasında bulunduğu için bazen batı, bazen de doğu tarafında görünür. (e.n.)]
Sabah namazına kalkan koğuşlular, yeni arkadaşlarını kendilerinden daha diri, daha şen bulmuşlardı. Çünkü bütün gece batıda ışıldayan Seher yüzlü aşk tebessümü şimdi doğuda açılıp saçılıyordu ve Hüseyin, gökyüzünde dolaşarak, kendisine arkadaşlık eden bu yıldızdan aldığı şevk ile kıvrak bir kıvılcım neşesi gösteriyordu.
Hüseyin o gün yeni hayatına biraz daha ısındı. Hele öğleden sonra “gidiş” olacağı haberi gelmek yüzünden Enderun’da başlayan hummalı hazırlıkları seyre fırsat bulduğundan heyecanlı bir saat yaşadı.
O devirlerde padişahların geziye çıkmalarına “gidiş” denilmekte olup bu münasebetle tantanalı merasim yapılırdı. Enderun takımı o tantananın en canlı unsurları idi. Başlarına, tepeleri eğri ve kafaya geçecek tarafı kırmızı çuhayla kaplı, üstü dört parmak sırma işlemeli ve bir karış uzunluğunda beyaz tüylü külah, sırtlarına parlak geziden yapılma entari, ayaklarına kırmızı çakşır ve sarı çizme giyen, bellerine kırmızı poşu sarınan, omuzlarına birer yeşil şal atan solaklar; gümüşten yaldızlı taslarıyla, derviş teberleri biçimindeki iki taraflı uzun kılıçlarıyla, etekleri saçaklı telli su kaftanlarıyla, mavi çakşırlarıyla, değirmi paftalı som gümüş kemerleriyle peykler; mahrut biçiminde sivri külahlı, kırmızı dolamalı, şeştari kumaştan entarili, gümüş değnekli hasekiler ve her biri başka biçimde giyinmiş olan silahtar, rikaptar, çuhadar, hazinedar ağalar, zülüflü ve zülüfsüz baltacılar, kozbekçiler, kapıcılar gidiş merasimine çeşitli bir pırıltı ve pırıltılı bir dalgalanış verirdi.
Hüseyin Topkapı’dan Çırağan’a giden bu alayı hayran hayran seyretti. Bir gün kendinin de şu yaldız seli içinde bir parlak katre, bu canlı akış arasında görülüp sezilecek bir nokta olacağını düşünerek heyecanlandı. Sonra bir yol bularak kiler ve hazine koğuşlarında ağaların yaptıkları okçuluk temrinlerini, binicilik talimlerini, testiye nişan alma hünerlerini seyretti ve mesut bir gün geçirdiğine iman getirerek, yarın için geniş ümitler besleyerek yerine döndü.
O gece Kervan yıldızını rüyada gördü. Yatağa girer girmez maddi ve manevi yorgunluktan gözleri kapanmıştı ve hemen rüya başlamıştı. Gökten yere süzülüp kendi yanına gelen ve bir çırpınışta Seher kıyafetine giren Kervan yıldızı boyuna konuşuyor ve boyuna çılgınlıklar yapıyordu.
Arkadaşlarından birinin sert bir dokunmasıyla gözünü açtığı vakit bitkin bir durumdaydı, erinip gerinerek rüyasının tenine sardığı haz zincirinden kurtulmaya çalışıyordu. Hamama güçlükle gitti, mescitte güçlükle ibadetini yaptı, sofrada güçlükle midesine ilgi gösterdi ve mürebbisinin verdiği dersi güçlükle dinledi. İdraki hep gökten yatağına düşen Kervan yıldızına bağlıydı.
Şimdi ağalık zevki, saray hayatındaki çeşitli ve haşmetli renk, yarından umduğu kademe kademe kazanç gözünden silinmişti ve bütün benliği Seher’in cazibesine kapılmıştı. Yalnız onu düşünüyor, onu özlüyor, onu istiyordu.
Öğleye kadar böyle melul ve müştak dolaştı. Üsküdar’a geçerek Seher’in kapısını çalabilmek hülyasıyla köşeden köşeye süründü, izin alabilmek için çareler aradı ve bir şeye karar veremeyince kuytu bir noktaya çekilip ağlamaya koyuldu.
Artık solaklara, peyklere, hasekilere, kapıcılara, rikap ağalarına imrenmiyordu. Dün el değdirmekten iğrendiği bahçıvan beli, şimdi kendine bu saray adamlarının taşıdıkları gümüş değneklerden, zarif kılıçlardan çok daha cazip ve tatlı görünüyordu. Enderun’da salına salına gezmektense Gülhane’de terleye terleye toprak bellemeyi nimet telakki ediyordu. Çünkü o beli bırakıp Seher’in eşiğine koşmak mümkündü, Enderun’dan çıkmak müşküldü.
Hüseyin, marazi bir teheyyüçten başka bir şey olmayan bu sinir bozukluğu içinde uzun bir müddet uğundu, bol bol gözyaşı döktü ve bir seferlinin “Hüseyin Ağa, Hüseyin Ağa, seni Çırağan’dan istiyorlar!” diye bağırdığını duyuncaya kadar kapandığı köşede münzevi kaldı.
Verilen haber doğruydu. Çırağan Kasrı’ndan gelen bir baltacı, Hüseyin’in hemen kendine katılarak oraya gönderilmesini söylemişti. Delikanlı, bu davetin huzurda şarkı söyletilmek için yapıldığına zahip olduğundan ilkin somurttu. Çünkü terennüm için yüreğinde küçük bir istek yoktu. Şen şen bağırmak değil, bağıra bağıra ağlamak ihtiyacı duyuyordu. Lakin padişahın önünde üç beş şarkı okuduktan sonra Üsküdar’a geçmek için izin koparabileceğini düşününce somurtkanlığı geçti, çarçabuk hazırlandı, baltacının yanına katılıp yola düzüldü.
Fakat Çırağan’da hünkârın huzuruna çıkarılmadı, Başçuhadar Ömer Ağa’nın yanına götürüldü. Sert saraylı üç gece evveline nispetle daha hoyrat görünüyordu, dudakları -kirli bir kin vesikası gibi, sırıtan deve dudaklarını andırır şekilde- sarkıktı. Hüseyin’i görür görmez çöktüğü yerden yamrı yumru bedeninin nispetsizliklerle dolu eğri büğrülüğünü çalkalandıra çalkalandıra kalkmaya çalışan bir deve gibi uzanıp kısıldı, kısalıp uzandı, sonra boynunu gerdi, böğürdü:
“Bre düztaban, beğendin mi başımıza açtığın işi?”
Delikanlı bön bön baktı, garip garip yutkundu ve sustu. Şu deve dudaklı, deve bakışlı ve deve sesli adamın böğürüşünden bir mana çıkaramamış, hakiki bir sersemliğe kapılmıştı. Ömer Ağa, üzerine yayıldığı minderde gene kıvrılıp yayılarak ve yayılıp kıvrılarak böğürmekte devam etti:
“Başı kesilecek horozlar gibi gece yarısı ciyak ciyak ötersin, şevketlu hünkâra sesini acındırırsın, saray kanunlarını bozdurup kendini Enderun’a kapılandırırsın. Bizi de derde sokarsın.”
Ve birden sesini yükseltti:
“Enderun ayaktakımı yeri değil. Oraya soyu sopu belli olanlar, kişizadeler girer. Sen dağdan inip o güzel bağa sokuldun. Ocaklıyı homurdattın. Şevketlu hünkâr senin bir pul etmeyen hatırın için kullarını gücendirecek değil a. İşte ferman buyurdu, pabucunu eline veriyoruz.”
Hüseyin yabancı bir dille konuştuğunu sandığı başçuhadarın yüzüne bakmakta ve yutkunmakta devam ediyordu. Herif, yersiz ve sebepsiz kinini doya doya tükürdüğüne kanaat getirdiği için şimdi hain bir neşe sezdiriyordu, böğürmeyi bırakarak sükûnetle konuşmaya başlamıştı. Onun, tatmin olunmuş bir hıncın hazzını sezdire sezdire anlattığına göre, yeniçeri ustaları bir bahçıvan yamağının Enderun’a alınmasını kanuna aykırı gördüklerinden padişah nezdinde teşebbüsler yapmışlar ve bu hatanın düzeltilmesini iştemişlermiş. Padişah da ocaklı kullarının dileklerini reddetmeyi şanına layık görmeyerek Hüseyin’in Enderun’dan çıkarılmasını emretmiş imiş!
Başçuhadar Ömer Ağa hikâyesinin bu noktasında gene can sıkıntısına kapıldı, yüzünü ekşitti.
“Fakat…” dedi. “Yıldızın gene uyanıkmış, şevketlu efendimiz seni bir ip, bir külah bırakmıyorlar. Merhamet buyurup sana yüz kuruş aylık bağlıyorlar. Defterdara git, dirlik tezkeresini al. Koğuştan da yatağını sırtla. Bir köşeye çekilip efendimizin sağlığına dua eyle.”
Ve eliyle kapıyı göstererek haykırdı:
“Haydi, yürü! Bir daha buralarda görünme!”[41 - Cevdet Tarihi’nin 11’inci cildine ilave olunan vesikalar arasında bu hadiseyi tenvir eden iki tezkere sureti vardır. Nişancı Hâlet Efendi’den Berberbaşı Ali Ağa’ya yazılan birinci tezkerede şöyle deniliyor:“Çırağan önünden güzel sada ile geçerken çağırılarak kendisine birkaç beste şarkı okutulan Gülhane hademesinden Hüseyin nam kimsenin Enderunu Hümayun ağaları zümresine ithal ve seferli koğuşuna çırağ buyurulması yeniçeriler tarafından duyulmakla böyle bir adamın Enderun’a alınmasına Sultan Süleyman kanununun müsait olmadığı beyanile bir fesat tohumu çıkarılmak istenildiği anlaşıldı. Aman efendim. Şu fesadın def’i için ne yapılmak lazım ise yapılması.”Berber Ali Ağa da şu cevabı veriyor:“Tezkerenizin vürudundan önce Serçukadar Ömer Ağa işin bu şekil alacağını kavrayarak şevketlu efendimizin huzuruna çıkmışlar ve barit muamelelerle meseleyi açıp ve padişaha yakışacak kelamlar bulup kendilerini kandırdıkta: ‘Benim pederim. Sen ne veçhile münasip görürsen sana izin verdim, öyle yap.’ buyurulduğundan sezilen fesadın önü kestirilmek için mezkûr Hüseyin’in yüz kuruş maaş ile yatağını verip saraydan çıkarmış olduğu malumunuz olmak üzere…”Not: Bu vesikalar uzundur: Tahammül olunamayacak kaba bir üslupla yazılmıştır. Biz telhis ettik. (y.n.)]
Hüseyin sersem sersem Çırağan’dan çıktı, sersem sersem Topkapı’ya geldi, üç gün süren ağalığının yadigârı olarak ihsan olunan yatağı omuzlayarak ve bir lahzada hazırlanan aylık beratını koynuna koyarak gene sersem sersem sokağa düştü.
O sabah Enderun gözüne kasvetli görünüyor ve oradan ayrılıp Seher’e kavuşmak için yol arıyordu. Fakat şimdi elemli idi. Çünkü nefsini Seher’e şirin gösterecek ağalık elden gitmişti. Kapı dışarı edilmiş bir uşak durumundaydı. Nefsinde sönmüş bir mum, durmuş bir yürek meskeneti seziyor ve utanıyordu.
Bununla beraber, yürümek, bir yere sığınmak ihtiyacını da duymaktan geri kalamıyordu. Sırtında döşek, saray kapısı önünde direnip duramazdı. Onun için, gözleri nemlene nemlene Ayasofya istikametinde yürüdü, Divanyolu’na kıvrıldı.
Bir bekâr odası bulmak yahut bir kahve köşesi kiralamak istiyordu. Irgat pazarında böyle odalar, köşeler bulunduğunu duyduğundan yatağını, yorganını sürüye sürüye o tarafa doğru gidiyordu.
İşte bu gidiş sırasında sokakların birinden Divanyolu’na bir kalabalığın dökülmeye başladığını gördü, Firuzağa Camisi’nin dış kapısı içine yükünü bırakarak seyre daldı.
Bu bir alaydı. Lakin Hüseyin’in görmediği, adını ve mahiyetini bilmediği alaylardan olup daha dün seyrettiği gidiş mevkibine benzemiyordu. Onun gibi vakur, süslü ve tantanalı değildi. Lakin hareket ve canlılık bakımından daha üstün görünüyordu. Belki heybet itibarıyla da saraylıların cemiyetinden üstündü. Zira bu alayda ses vardı, heyecan vardı ve bilhassa silah vardı.
Delikanlı, duvar diplerine sıralanarak geçenleri seyre girişen halkın gözünde merakla korkunun iştirakini sezdiğinden alaya daha fazla ilgi gösterdi, bütün idrakini şahlandırarak kalabalıktaki sırrı keşfe savaştı. Önde, en önde iki sıra üzerine yürüyen yüz yeniçeri ona bir mana ifade etmedi. Lakin kollarında deveden file kadar birçok hayvan ve çadırdan gemiye kadar birçok eşya resmi işlenmiş olan bu adamların tepeden tırnağa silahlı bulunmaları, bakışlarında yürekler titreten bir heybet pırıldaması hoşuna gitti. Yeniçerilerin elbiseleri saraylılarınki kadar zengin ve rengin değildi. Fakat o üsküfler, o kalafatlar, o börkler, o sarıklı kavuklar, o renk renk kaftanlar, entariler, şalvarlar, saltalar, tozluklar, yemeniler bu gürbüz insanların sırtında tunçtan, çelikten dökülmüşler gibi bambaşka bir mana alıyordu.
Yeniçerilerin arkasından gene ocaklı oldukları anlaşılan dev cüsseli iki adam göründü. Bunlar, iki elinin üstünde sekiz on renge boyanmış, bol yaldıza bulanmış bir tahta taşıyan başkarakullukçu kılıklı bir adama yol açıyorlardı. Tahtanın üzerinde keskin yaldızla işlenmiş bir merdiven resmi, onun alt yanında da 50 rakamı görülüyordu.
Fakat garabet tahtada, resimde, rakamda olmayıp onu taşıyan başkarakullukçunun takındığı tavırdaydı. Herif mukaddes bir kitap veya aziz şahsiyetlere ait bir nesne götürüyormuş gibi bariz bir huşu içindeydi. Mukaddes bir emaneti gene mukaddes bir makama götürdüğünü hissettire ettire ve mabette yürüdüğü zehabını uyandıra uyandıra adım atıyordu.
Başkarakullukçuyu üç Bektaşi dedesi takip ediyordu. Bunlardan birinin öbürlerinden mertebece üstünlüğü iki adım kadar ileri yürüyüşünden, berikilerin de biraz büzülerek ve küçülerek onun arkasında bulunmalarından anlaşılıyordu. Fakat dedelerin üçü de bir tipteydi. Başlarında iki köşeli birer taş, bellerinde birer kemer, ellerinde birer teber bulunuyordu.
Babaların ardından bir düzine kadar genç geliyordu. Hepsi seçme güzel olan bu delikanlılar, kadınları imrendirecek derecede şık giyinmişlerdi. Başlarında, bellerinde çok kıymetli Kişmir şalları, sırtlarında kadife saltalar, keskin renkli ipek kumaştan kesilme yelekler ve entariler vardı. Kuşaklarının arasında kabzaları görünen hançerler elmaslıydı ve hepsi şuh bir salınışla yürüyorlardı.
Daha geride gelenler kuru kalabalıktı. Nizamsız bir akışla delikanlıların izleri üzerinde dalgalanıyorlardı. Hüseyin’in dikkatini en çok çelen nokta: Alayın önünde, sağında, solunda ve ardında hiç kesilmeden, hiç kısılmadan muttarit bir sayhanın yükselmesiydi. Birçok ağızlardan çıkan, fakat tek bir ağızdan çıkıyor gibi görünerek alayın imtidadınca gürleyip duran bu sayhada hep aynı kelimeler beliriyordu:
“Savulun, nişan geliyor!”
Hüseyin, belki yirmi dakika kulağında uğultulu akisler yapan bu cümlenin neyi ifade ettiğini bir türlü kavrayamadı. Onun bildiğine göre nişan, evlenecek adamların gelin olacak kıza gönderdikleri eşyaya denirdi. Yeniçerilerin şu yürüyüş sahnesinde ise nişan denilebilecek bir şey görünmüyordu. Başkarakullukçu kılıklı adamın âdeta dini bir hürmetle taşıdığı boyalı, yaldızlı tahtanın da nişanla alakası yoktu.[42 - Bu nişan taşıma merasimini Vakanüvis Esat Efendi Üssü Zafer adlı eserinde müstehzi bir lisanla hikâye eder. Daha fazla tafsilat almak isteyenlere o kitabı okumalarını tavsiye ederim. (y.n.)]
Delikanlı, iliğine kadar yayılan merakı gidermek için konuşacak bir adam arıyordu. Fakat sokağı dolduran halk, ağızları mühürlenmiş gibi umumi bir sükût içindeydi, kimsenin kimseye tek bir kelime söylediği duyulmuyordu.
Korkudan mı susuyorlardı, saygıdan mı?.. Kendisi de dilsiz duran Hüseyin bu ciheti henüz kestiremeden seyircilerin sükûtu bozuldu, uzaklaşan alayın ardından bir fısıltı, bir dedikodu başladı. Biraz önce söz perhizine girmiş gibi dudaklarını yumulu tutan halkın dili şimdi bir karış uzamıştı ve herkes konuşuyordu.
Hüseyin bu durumdan istifade ile tatlı yüzlü bir adama sokuldu:
“Ağa!” dedi. “Bu alay neyin nesi?”
Bu suale muhatap olan kimsenin yüzünde bir hayret belirdi, gözlerinde bir tebessüm parladı ve dudaklarından alaylı bir cümle döküldü:
“Sokağa yeni mi çıkıyorsun evlat?..”
“Hayır. Her gün sokağa çıkarım.”
“Öyleyse benimle eğlenmek istiyorsun?”
“Neden?”
“İstanbul’da yaşayıp, İstanbul’da dolaşıp yeniçerilerin nişan götürmelerinin ne demek olduğunu bilmemek olur mu?”
“Bilmiyorum işte!..”
“O hâlde gözünü kapayarak, kulağını tıkayarak geziyorsun. Bu gördüğün işe nişan alayı derler. Yeniçeri kabadayılarından biri kahve işletmek isterse oraya kendi ortasının nişanını böyle alayla getirip asar.”
“Sonra ne olur ağa?”
“Ne olacak oğul! O kahve de artık ‘melek girmez’lerden olur, içinde adam kesseler kimse dönüp bakmaz, bakamaz.”[43 - Hikâyemizin cereyan ettiği tarihlerde Bahçekapısı’ndaki bekâr odalarına “melek girmez” derlerdi. Bu odalar yeniçerilerden otuz bir cemaatin idaresi altındaydı. Bu cemaat mensubu olan külhaniler, yakaladıkları kadınları “melek girmez” mıntıkasına aşırırlar ve akla sığmaz edepsizlikler yaparlardı. Şanizade tarihinde okunduğuna göre, büyük bir taun hastalığından istifade olunarak yerine şimdiki Hidayet Camisi yapılmak üzere bu odalar yıktırıldığı vakit birçok kadın ölüleri bulunmuştu. Nitekim Üsküdar’daki bekâr odaları kaldırılırken de piçlendirilmiş kadınların kullandıkları sayısız beşiklere tesadüf olunmuştu!.. (y.n.)]
Hüseyin, kendisini saraydan kovduran yeniçerilerin ne korkunç bir kuvvet olduğunu artık daha iyi anlıyordu. Bu anlayış onda garip bir merak uyandırdı. Şimdi ocağı ve ocaklıyı yakından tanımak istiyordu. Birden yüreğine düşen bu merakla muhatabına sordu:
“Nişanı hangi kahveye götürüyorlar dersin?”
“Bir aydır dedikodusu oluyor: Nefes tornacısı Ömer’in kahvesine!”
“Kim bu Ömer?”
“Meşhur Nakilci’nin kardeşliği!”
“Nakilci de kim?”
“Sen gerçekten körmüşsün, sağırmışsın evlat. İstanbul’da gezip de Nakilci’yi tanımamak olur mu?.. Şu yaslandığın taşa sorsan dile gelir, sana Nakilci’nin, Tornacı Ömer’in, Eğinli Karakulak Bekir’in kim olduklarını söyler!..”
Ve Hüseyin’in kulağına eğilerek fısıldadı:
“İyi saatte olsunlar neyse bu adamlar da odur, hatta daha uğursuzdur. Çünkü dinleri yoktur. Sırtlarını ocağa dayayıp eşkıyalığa çıkmışlardır. Kestikleri kestik, kırdıkları kırdık. Önlerinde vezirler boyun kırar, padişahlar susar. Sen de sık dokuyup ince eleme. Dilini kıs. Belki çarpılırsın.”
Hüseyin merakına meclup ve mağlup olarak yalvardı:
“Nerede bu Ömer’in kahvesi?”
“Irgat pazarında. Eğer başına bir çorap ördürtmek istiyorsan durma, oraya git!”
Yeniçeriler hakkında derin bir nefret taşıdığı şu sözlerden anlaşılan adamın ayrılmasıyla beraber Hüseyin yatağını sırtladı, Irgat pazarına doğru yollandı. Ocaklının kendisine kaybettirdiği saadeti gene onlara iade ettirmek emeline kapılmıştı. Ne pahasına olursa olsun, yeniçeri eşbehleriyle temasa geçmek, dert yanıp kendisini acındırmak ve bu suretle yeniden saraya girip ağa olmak azmindeydi. Çünkü Seher’e yaklaşmak, Seher’e görünmek, Seher’e nefsini beğendirmek için başka bir yol bulamıyordu.
Kahvenin önü kalabalıktı. Tornacı Ömer -kendi şahsına müstesna bir saygı gösterilmiş yahut ocak tesanüdü bir kere daha tebarüz ettirilmiş olmak için- her orta namına bir neferin iştirakiyle ve bizzat Hacı Bektaş’mış gibi ocaklıyı nefesine bağlayan Haydar Baba’nın ve ünlü dedelerden Kıncı ile Hüseyin’in huzuruyla kurulan alayı -yanında Nakilci ve Karakulak Bekir olduğu hâlde- yüz adım ileride karşılamış, babalarla orta mümessillerinin ad sahibi olanları, alaya genç bir sima çizmiş olan delikanlıları içeri alarak geri kalanları sokak ortasında baklava sinileri etrafına oturtmuştu. Etraftaki hanların pencerelerinden, mescitlerin minarelerinden yüzlerce baş caddeye eğilerek, küme küme insan köşe başlarına sığınarak bir kahve ocağının bir hükûmet dairesi hâline geçmesi için yapılan şu tagallüp merasimini seyrediyordu.
Hüseyin -sırtındaki yükün uçlarını yerlere süre süre- kalabalığın sınırına yaklaştı, iri bir baklava dilimini büzük parmakları arasında muvazenelendirdikten sonra -gözlerini bol bir işitiha içinde süzerek-yutmaya hazırlanan bir yeniçerinin yanına sokuldu.
“Ağa!” dedi. “Nakilci kande ola?”
Kolunda 41’inci orta nişanı olan makas resmi görünen yeniçeri sert sert baktı, ısırır gibi homurdandı:
“Onunla kazanı şerif dibinde çorba mı içtin, yoksa omuz omuza yürüyüp serdengeçtilik mi yaptın?.. Adını teklifsiz andığına bakılırsa Nakilci’ye el öptürmüş bir yiğit olacaksın. Bari kim olduğunu açığa vur da biz de karşında boyun kıralım.”
Ve birden gözlerini fal taşı gibi açtı, haykırdı:
“İşte bak, hırlayışına bak. Ulan sen ne yürekle Nakilci Ağa’yı uşağınmış gibi salt adı ile sorarsın! Yoksa ağzını mı yırttırmak istersin?”
Hüseyin renkten renge girip yükünün altında soğuk soğuk ter dökerken kolunda taşıdığı bir servi ve iki zürafa resminden 58’inci ortalı olduğu anlaşılan gür kaşlı, pos bıyıklı bir başka yeniçeri arkadaşının omuzuna elini koydu:
“Celallenme!” dedi. “Bu bir peçesiz civelek[44 - Tüysüz, bıyıksız yeniçerilere civelek derlerdi ki, aşağı yukarı yaver demektir. Bunlar külahlarının üstüne çaprazvari sarık sararlardı, arkalarına kırmızı salta, bacaklarına mavi şalvar, ayaklarına kırmızı yemeni giyerlerdi. Bellerine madenî kemer bağlarlardı. Civelekler ocak mutfağında çalıştırılır ve sokağa çıkışlarında -taarruza uğramamak için-yüzlerine peçe örterlerdi. Ocağın tefessüh devresinde kabadayı ağaların her biri, üç beş civelek istihdam etmeye başlamıştı. (y.n.)] olacak. Belki Nakilci Ağa’yla dosttur. Yol verelim de kahveye girsin, oradaki canlara can katsın…”
Hüseyin, kendini himaye eder gibi görünen şu müdahalenin nasıl çirkin bir ima taşıdığını kestirememekle beraber baklava sinileri arasından geçti, kahvenin eşiğine vardı, yükünü yere koyup içeri girdi. İlk mangayı aşmış olmak yüzünden daha ileride bir engele tesadüf etmemiş ve hedefine kadar ulaşmıştı.
Kahvede yirmi otuz kişilik bir cemaat vardı. Haydar Baba bu kümenin kalbi gibi ortada oturuyordu. Kıncı ile Hüseyin Baba onun sağında ve solunda yer almışlardı. Mahut delikanlılar, yarım bir halka hâlinde babaların arkasında sıralanmışlardı. Ağalar, kapıya doğru birer mevki işgal ediyorlardı.
Hüseyin’in sellemehüsselam içeri girmesi üzerine bütün gözler onun üzerine çevrildi ve ilk soruyu Haydar Baba yaptı:
“Ne o oğul, yol mu şaşırdın?”
Delikanlı, bir köy odasında veya herhangi bir mecliste küçüklerden büyüklere karşı yapılan muameleyi hatırlayarak süklüm püklüm yürüdü, babalarla ağaların ayrı ayrı ellerini öptü:
“Nakilci Ağa’yı görmek dilerim. Kendisine dert yanacağım.”
Haydar Baba sakalını parmaklarıyla tarakladı, kötü kötü güldü, çirkin çirkin mırıldandı:
“Yanacak mısın, yakacak mısın? Açık söyle can!”
Ve Hüseyin’in yüzü allaşıp morlaşırken Nakilci Mustafa’ya yüzünü çevirdi:
“Kendi gelen kurban uğrunda yüz can tığlansa revadır. Kadrini bil de sıkı tut. Kem gözden koru.”[45 - Bektaşiler kurban kesmeye tığlamak derlerdi. (y.n.)]
Nakilci, çam azmanı tabirini endamında canlandıran heybetli bir adamdı. O günkü rasime şerefine resmî giyinmişti. Başında çorbacılara mahsus kırmızı renkte değirmi bir kalafat vardı. Arkasına kırmızı çuhadan uzun kollu bir cübbe, altına kızıl entari ve kızıl şalvar giymişti. Fakat silah bakımından resmî çerçeveyi aştığı görülüyordu. Belinde çifte piştov, koca bir pala ve elinde de yaman bir şeşper bulunuyordu.
Meçhul gencin kendi adını vererek içeri girmesi üzerine ilkin belinler gibi olmuştu. Çoluk çocuğun -hele laubali tavırlarla- şahsına alaka göstermelerini saygısızlık telakki ediyordu. Onun kanaatine göre fili fil, kaplanı kaplan arayabilirdi. Örümceklerin aslan yuvalarında görünmesi, o yuva sahibi için şerefsizlikti.
Fakat toy delikanlının babalara yaklaşıp el öpmesini seyrederken ince bir nokta gözünden kaçmadı. Genç adam, ananeye ve usule göre avucun içini öpecek yerde “ham ervah” gibi elin dış tarafını öpüyordu. Onun, kendisini ve öbür ağaları selamlaması da tam başıbozukvari idi. Çünkü ocaklılar ve ocaklıyla temas etmek isteyenler kollarını kavuşturarak, başlarını vücutlarının göbekten yukarı kısmıyla beraber eğerek selam verirlerdi. Hâlbuki şu nidüğü belirsiz delikanlı bayramlarda büyüklerin elini öpen çocuklar gibi davranmıştı.
Nakilci, bu hâllerden onun ne sofa tezkeresi almış ne de ikrar vermiş olduğunu anladı.[46 - Yeniçeriliğe intisap edenlere sofa tezkeresi adı verilen bir vesika verilirdi. Bektaşi tarikatına girmek için yapılan ilk ayine de ikrar vermek denilirdi. İleride bu merasimi de anlatacağız. (y.n.)] Bu sebeple edebe riayetsizliğini mazur gördü. Fakat kendisini böyle bir sekinetli hükme sürükleyen hakiki sebep delikanlının toyluğundan, tekke ve ocak merasimine vukufsuzluğundan ziyade güzelliğiydi. Nakilci Mustafa, büyücek düğünlerde nakil yahut nahil denilen süslü mumları yapmakla geçinir bir adamken bileğindeki ve yüreğindeki peklik yüzünden Yeniçeri Ocağı’nda seçkinleşmiş, o günün en ünlü şahsiyetleri arasında yer almıştı. Şimdi mum yapmıyor, mum satmıyordu. Para toplamak, zevk sürmek hırsıyla, hanumanlar söndürüyordu.
O, yalnız cesur değildi. Şeytana ters külah giydirecek kadar da zeki idi. Esnaf loncasından ocağa geçerken ve ocak kuvvetiyle İstanbul’u haraca keserken Bektaşiliğe candan bağlanmayı da gerekli görmüştü. Gerçi yeniçerilerin hepsi o tarikata mensuptu. Acemi oğlanlardan katar ağalarına kadar herkes “Hacı Bektaş köçeği” olmakla iftihar ederdi. Lakin Nakilci, kalabalığa uymak kabîlinden Bektaşiliğe intisap etmemişti. O, yolun girdisini çıktısını kavrayarak babaların can yoldaşı, sırdaşı ve sözünden geçilmez arkadaşı olmuştu. İnsan gözünün, kaşının, kirpiğinin ve hatta mafsallarının lahuti âlemlerden birine delalet ettiğine, güzelliğin “Cemalülallah” güneşinden bir zerre bulundurduğuna -bu Bektaşilik yüzünden-imanı vardı. “Âdem’in” mescud[47 - Mescud: Secde edilmiş. Kendisine secde edilmiş olan. (e.n.)] ve Âdem’in mabut olduğunu kabul edenlerdendi.
Gene bu imana ve bu akideye bağlı bir kanaatle güzelliğin ancak erkeklerde ilahi bir mana alabileceğine şüphe etmezdi. Peygamber Yusuf’a ayla güneşin secde ettiği hakkındaki rivayeti tam bir hakikat olarak telakki eder ve hiçbir kadına böyle bir semavi ikram yapılmadığı için erkek güzelliğinin kadın güzelliğinden üstün bulunduğuna iman beslerdi.[48 - Bektaşiliğe hurufilik de derin surette karışmıştır. Aşkname, Hakikatname, Mahşername, Hidayetname gibi hurufiliğe ait kitaplarda tekâmül etmemiş vicdanları kaba bir anthropomorphisme’e sürükleyen bu gibi telkinler çoktur. (y.n.)]
Kadına karşı kayıtsız değildi. Hatta hovardalıkta bütün İstanbul külhanlarına taş çıkarıyordu. Lakin kadın güzelliğini bir gülün yaprağına, bir bülbülün ağzına benzetirdi. Gülün ıtırını, bülbülün sesini erkek güzelliğinde arardı.
Onun için meçhul delikanlının kusurunu hoş görmüş ve ondaki bedii tenasübe kıymet vermişti. Haydar Baba’nın da aynı düşünce ile heyecanlanarak toy delikanlıya alaka gösterdiğini görünce yataklı bıyıklarını sıvazladı.
“Nakilci benim.” dedi. “Dileğin neyse söyle!”
Hüseyin, o meclisin mehabetinden doğma şaşkınlığını artık gidermişti. Yaradılışındaki safiyete yakışan bir sadelik içindeydi. Gene o sadelikle babaların yanından çekildi, Nakilci Mustafa’nın önüne gelip diz çöktü, anlatmaya koyuldu:
“Ben Gülhaneliyim. Adım Hüseyin’dir. Yetim doğdum, öksüz büyüdüm. İki yıldır toprak belleyip karnımı doyuruyordum. Üç gün önce bahtım açılır gibi oldu. Şarkı okuyarak Ortaköy’den Beşiktaş’a doğru inerken şevketlu hünkâr tarafından Çırağan’a çağrıldım, seferli koğuşuna çırağ edildim. Bu sabah da kovuldum. Kusurum olsa gam yemezdim. Lakin bir suç işlemeden kapı dışarı edilmek gücüme gitti. Hele beni saraydan yeniçeri ağalarının kovdurduğunu öğrenince yüreğim bir kat daha incindi. Ben ağaları tanımam. Ağalar beni bilmez. Neden lokmamı ağzımdan aldırdılar? Senin ününü duyunca işte bunu sormaya geldim. Mert bir adamsan elimden tut, beni hakkıma kavuştur.”
Babalar da ağalar da onu cezbeli bir zevk içinde dinliyorlardı. Onların her biri belki yüz delikanlıya şarkı okutmuş ve o gençlerin tekellüm yahut terennüm ederken seslerinde beliren -tiz veya pest- ahengi derece derece ölçmüş kimselerdi. Fakat hiçbiri bu kadar candan konuşan, kelimeyi nağme yapan bir ağız görmemişti. O sebeple mütezayit bir hazza kapılmışlardı, yüreklerini kulaklarına takarak vakur bir hıçkırık gibi dökülen bu sesi ruhlarına geçiriyorlardı.
Nakilci, heyecan bakımından berikileri çok geçmişti. Delikanlının sesine kulağını değil, ruhunun en derin köşesini açmış gibiydi ve o sesi âdeta katre katre içiyordu, sarhoşluğa yakın bir neşe alıyordu.
Hüseyin susunca o, babalara söz söylemek fırsatı vermedi. Muhitin yegâne fermanferması, yegâne hüdası olduğunu hissettiren bir gururla boynunu dikti, kaşlarını çattı.
“Anladım delikanlı!” dedi. “Anladım. Sen bizim Ceb Odabaşı’nın haber verdiği sesi güzel Gülhanelisin. Bilmezlikle sana gadretmişiz. Lakin kötü görünen işlerden çok kere iyilik çıkar, sen de sarayda kaybettiğin kazancı ocakta bulacaksın.”
Ve bir nebze düşünür gibi davrandıktan, dört yanına bakındıktan sonra ilave etti:
“Saray köleler ocağıdır. Ocağımız ise erler yatağıdır. Padişah katında bürüneceğin sırma, sümüklü böceklerin duvarlara işlediği yaldıza benzer. Çünkü sürünerek gezeceksin. Ocağa girersen boyun uzayacak, boynun dikleşecek, sesin gürleşecek. Onun için saraydan kovulduğuna tasalanma. Sen düşmedin, kalktın. Padişahı kaybettin amma Nakilci’ye kavuştun. Bundan geri sırtın yere gelmez.”
Hüseyin bön bön sordu:
“Ne olacağım ağa? Anlamadım…”
Nakilci, gözlerini onun yüzünde gezdire gezdire cevap verdi:
“Ocağın tosunu!..”
Ve münakaşa kabul etmeyeceğini hissettiren bir sesle istikbalin krokisini çizdi:
”Bugünden tizi yok, sofa tezkeresi alacaksın. Benim yanımda kalacaksın. Sultan Mahmut’tan üç umuyorsan benden beş um. Seni kuş sütüyle beslerim, âleme tanıtırım. Padişah da varsın, kaybettiği sesi sokaklarda arasın. Biz ondan adam alırız amma o bizden eski bir pabuç alamaz. Anladın, değil mi?.. Öyleyse geç yanıma otur. Bismillah deyip bir kayabaşı oku!..”
Nakilci, vaktiyle İkinci Selim’i İstanbul sokaklarında bahşiş için sıkıştıran ve herife at üstünde saatlerce ter döktüren yeniçeriler gibi pervasız konuşuyordu.[49 - Yeniçerilerin padişahları mühimsemediklerini belirten ilk hadise olmak itibarıyla kısaca anlatalım: İkinci Selim tahta çıktığı vakit ocaklıya bahşiş vermekte tereddüt göstermişti. Babasının cenazesiyle beraber Belgrad’dan İstanbul’a gelip de şehre girince yeniçeriler saflarını sıklaştırarak, onun yürümesine engel olmuşlardı. Beyazıt Meydanı’nda vezirlerden Pertev Paşa ileri geçerek, safları yürütmek ve zemheri soğuğu altında sıkıntıdan terleyip duran padişaha yol açmak istedi. Yeniçeriler “Bre mastibacak fitne. Biz senin kölen miyiz!” diye bağırdılar ve bir harbi darbesiyle onu attan düşürdüler, biraz sonra boy gösterip “Yoldaşlar, ayıptır!” demek isteyen Kaptan Piyale Paşa’yı da “Yıkıl be züğürt gemici!” diye attan yıktılar, bir hamam külhanına sığınmak zorunda bıraktılar. Nihayet Sultan Selim, aczini anladı, yeniçerilerin dileklerini yerine getirdi. (y.n.)] Çünkü aynı ruhu taşıyordu. Gene o, eski padişahlardan Genç Osman’ı -öldürülmek üzere Yedikule’ye götürüldüğü sırada- güzel bulup çirkin bir iştiha ile baldırlarından okşayan Altıncıoğlu gibi gem almaz bir ihtirası temsil ediyordu, çünkü aynı takımdan ve aynı soydandı.[50 - Genç Osman, isyan başlayınca, ağa kapısına iltica etmişti. Yeniçeriler, ağayı parçalayarak, kendisini oradan aldılar, adi bir beygire bindirdiler. İlkin kışlalarına, sonra Yedikule’ye götürdüler. Sırtında sade bir entari vardı. Başı açıktı. Yolda “Canım Osman Çelebi. Meyhane basıp yeniçeri yakalamak, onları denize atmak hoş muydu?” diye kendisiyle eğleniyorlardı. Bu arada Altıncıoğlu denilen biri de “Ne yumuşak etin var!” sözüyle baldırlarını sıkmıştı. (y.n.)] Gene o, Dördüncü Murat’ı zorla ayak divanına çıkararak apaçık tahkir eden, hatta üzerine saldırarak, vurmak için el kaldırarak korkunç sözler püsküren ocaklılar gibi tahtı, üstüne tükürülebilir bir tahta yerine koyuyordu. Çünkü aynı karakter sahibiydi.[51 - Sadrazam Hafız Paşa’nın ve on yedi saray adamının idamını isteyerek kazan kaldıran ocaklılar, o sırada henüz pek genç olan Dördüncü Murat’ı ayak divanına çıkarmışlar ve etrafını sararak “Ya istediklerimizi verirsin yoksa iş başkalaşır!” dedikleri gibi bir aralık yumruklarını sıkarak üzerine de hücum etmişlerdi. (y.n.)]
Hüseyin -bütün saffetine rağmen- nasıl bir adamla karşılaştığını anladı. Kendini seferli koğuşuna çırağ eden padişahla bu işi beğenmeyerek bozduran ocak arasındaki kuvvet farkını da bütün genişliğiyle gördü. İkinci Mahmut’un nazik sesi, gönül okşayan durumu kısa bir lahza kulağında ve gözünde canlanmış, sonra bu hatıralar Nakilci’nin gürleyen sadası, öd koparan heybeti karşısında silinip uçmuştu. Artık kudretin -babadan, dededen kalma bir miras olarak-sürülen saltanatta değil, silahın ve cesaretin yarattığı pervasızlıkta bulunduğunu gereği gibi anlamış bulunuyordu.
Korkmuyordu, yalnız düşünüyordu. Nakilci’ye uyup yepyeni bir hayata atılmak mı, yoksa koynundaki beratın temin ettiği lokmaya kanaatle bir han köşesine çekilerek saraya da ocağa da yabancı kalmak mı doğruydu? Korkunç yeniçerinin emrini yerine getirmek için hafızasından şarkı seçiyor gibi görünerek bu düşünceyi geçiriyordu. O arada Seher’in yüzü yüreğinden kalktı, göz bebeklerine geldi ve muhakemesini altüst etti. Şimdi kararını kendi iradesinden değil, Seher’in hayalinden alıyordu ve onu bulmak için ocağa yaslanmak ihtiyacını duyuyordu.
Hüseyin bu ıstırara çarçabuk boyun eğdi, dünü ve o günü unutup yarının -Seher hâlinde temessül eden- cazibesine kapıldı ve bu ruhi hâletin şevkiyle terennüme başladı. Ortaköy’den Beşiktaş’a doğru yürürken olduğu gibi, gene coşuyor, taşıyor ve sesine dalgalı bir aşk denizi yükleyerek dinleyenlerin kulaklarına köpük köpük ahenk döküyordu.
Babaları görmüyordu, ağaları görmüyordu, kendini kıskana kıskana süzen delikanlıları görmüyordu. Muhitin üstünde, belki hayatın ve kâinatın üstündeydi. Yalnız Seher’i görerek, yalnız Seher’in nurunu içerek ve yalnız ona sesini işittirmek isteyerek yüreğini inletiyordu.
Kahvedekiler sikkelerini yere atacak, silahlarını bırakıp soyunacak ve hep birden raksa kalkacak kadar cezbelenmişlerdi. Babalar bu cezbe içinde Hacı Bektaş’ın ruhunu imrendirecek bir ayin-i cem kuruntuluyorlardı. Ağalar bu cezbe içinde bir günah gecesi düşünüyorlardı. Delikanlılar bu cezbe içinde bir aşk dakikası tasarlıyorlardı. Hüseyin, eşsiz sesiyle ve sesine yüklediği gönül ihtirasıyla herkesin ihtirasını ayağa kaldırmıştı.
Bir aralık -Seher’i ruhuyla selamlayarak- sustu ve Nakilci’nin yüzüne baktı. Herif enikonu değişmişti. Dalgalar arasında kalmış gibi ıslak bir yorgunlukla oturduğu yerde küçülmüş görünüyordu. Ses, silahı yenmişti ve aşk nağmesi pars dişli ağızları acze düşürmüştü.
Hüseyin bu sahneden haz aldı. Padişahı mest eden sesiyle padişahlara kafa tutan bu adamları da her zaman sendeleteceğini düşünerek sevindi ve yeni bir beste okumaya hazırlandı. Fakat Haydar Baba, şu kısa fasıla sırasında kendini toplamıştı, gözlerini süze süze yalvarıyordu:
“Bir nefes oku can, bir nefes oku.”
Babanın niyazı ocaklılar için reddolunmaz fermanlar kadar kıymetliydi. O niyaza karşı naz edilemezdi. Fakat Hüseyin, içine düştüğü muhitte yalnız Nakilci’ye değer veriyordu. Onun için Haydar Baba’nın dileğini hemen yerine getirmedi, henüz dalgın görünen ünlü yeniçerinin gözlerine gözlerini çevirerek tatlı bir bakışla fikrini sordu. Nakilci de bu nezaketten son derece mütehassis olarak diz üstü çöktü:
“Mademki…” dedi. “Baba emrediyor. Okumalısın.”
Malum olduğu üzere Bektaşi şiirlerine nefes denilirdi ve bunlar en çok on bir hece üzerine söylenirse de içlerinde yedi sekiz hecelileri de bulunurdu. Hele nefeslerin “ilahi” takımından olanları ekseriya kısa heceli olarak vücuda getirilirdi.
Bektaşi edebiyatı -başka tarikatlarınkiyle divan edebiyatına bakılırsa- öz Türk edebiyatı sayılabilir. Vezni ve dili bilhassa Türk’tür. Bu haysiyetle halk arasında büyük bir kıymet almış ve nefesler, en ücra köylerde bile teneffüs olunan bedii bir hava yaratmıştı.
Hüseyin, yaradılışındaki yüksek kabiliyet sevkiyle birçok güzel şarkılar bellediği gibi, beş on nefesi de öğrenmişti. Şarkıların hangi şair ve hangi bestekâr elinden çıktığını bilmemesine rağmen, makamlarını nasıl sesine yakıştırıyorsa ne gibi bir felsefeye istinat ettiklerini kavrayamadığı nefesleri de olgun bir Bektaşi ağzıyla terennüm edebiliyordu. Nakilci’nin dinlemeye hazırlanarak yaptığı ihtar üzerine diz çöktü, okumaya koyuldu:
Gel benim sarı tamburum
Sen niçin inilersin
İçim oyuk, derdim büyük
Seher diyu inilerim.
Koluma taktılar eli
Söylettiler binbir dili
Oldum muhabbet bülbülü
Seher diyu inilerim.
Başıma koydular perde
Uğrattılar türlü derde
Kim kala, kim göçe burda
Seher diyu inilerim.
Gel benim sarı tamburum
Dizler üstünde yatırım
Gene kırıldı hatırım
Seher diyu inilerim.
Babalar, gene cezbeye kapılmakla beraber, garip bir uyanıklık göstermekten geri kalmıyorlardı. Nakilci de gözlerini açıp kapayarak, kaşlarını çatıp açarak bu nefese karşı bambaşka bir tahassüs belirtiyordu. Hüseyin susunca Haydar Baba -yarı somurtkan, yarı güleç bir yüzle- sordu:
“Seher’i nereden çıkardın can? Bu nefes Ali içindir.”
Nakilci, tereddüt ifade eden bir sesle bambaşka bir soruda bulundu:
“Seher adlı tanıdığın mı var? O adı öterken sesinde seher yeli esiyordu, gözün sulanıyordu.”
Toy delikanlı, tutkun kalbinin ibramı önünde kendinden geçerek nasıl bir pot kırdığını anladı ve bilmeye bilmeye sevgilisinin aziz adını yabancılara duyurduğundan dolayı ızdıraplı bir nedamete kapıldı, kızara bozara cevap verdi:
“Bu nefesi ben böyle duydum, böyle belledim. Ne Ali için yapıldığını bilirim ne Seher’i tanırım. Bilmezlikle suç işledimse kusura kalmayın.”
Yalana alışmayan bu temiz ağız, Seher’in adına ve aşkına kir bulaştırmamak kaygısıyla ilk günahı işliyordu, hakikati saklıyordu. Fakat beceriksizliğini hissettirmekten de uzak kalamıyordu. Nakilci, saklanmak istenilen gönül sırrını sezememekle beraber, saklanamayan ızdırabı apaçık gördü ve yere göğe karşı himaye etmeyi kararlaştırdığı delikanlıyı sıkıntıdan kurtarmak istedi.
“Üzülme babayiğit.” dedi. “Ortada suç yok. Yalnız bir tuhaflık var. Haydar Baba, nefesteki ‘Ali’nin ‘Seher’ oluşuna şaştı. Ben de o adı yadırgamadığım için belinledim. Şimdi anladık ki, bu ad değişikliğini yapan sen değilsin. Sıkılmayı bırak da tatlı tatlı öt!..”
Onun terennümü, kahvedekilerin teheyyücü geç vakte kadar sürdü. Baklava safası yapan yeniçeriler de lokmalarının bir kısmını güzel sese ağızlarını açarak midelerine indirmişler ve hazım saatlerini eşik önünde üst üste kümelenerek geçirmişlerdi.
Ancak ikindiden sonra Hüseyin’e susmak hakkı verildi, nişan getiren cemaat gene çalımlı bir alay hâlinde dağıldı. Babalar, onunla çok candan vedalaşmışlardı. Hele Haydar Baba, belki on kere “lahmike lahmi, cismike cismi – etin etimdir, cismin cismimdir” diyerek kendisiyle Hüseyin’in artık zarfla mazruf, sütle şeker, çiçekle koku gibi birleşik bir duruma girdiklerini anlatmaktan kendini alamamıştı.
Babalara büyük bir saygı gösteren Nakilci, onların bu yılışıklıklarından sinirleniyordu ve sert bir hamle yapmamak için nefsini zorlayıp duruyordu. Haydar Baba’nın delikanlıyı bağrına bastırıp da birtakım tekerlemeler savurduğunu görünce gözlerini kan bürüdü, burun delikleri hızla açılıp kapanmaya başladı. Bu vaziyette onun ters bir iş yapması âdeta tabii görünüyordu. Fakat kahve sahibi Tornacı Ömer sezişli davrandı, yavaşça arkadaşına sokuldu, fısıldadı:
“Aklını başına devşir. Gözün kızarıyor.”
Bu öğüt onu soğukkanlılığa çevirdi ve hoyrat adam gülümseyerek Ömer’e cevap verdi:
“Korkma, tel kırmam. Fakat herifleri yürütmezsen kendimi tutamamaktan korkarım.”
Bu fiskos, sikkeye karşı silahın homurdanması demekti. Silah, kendi meramına ram olan taca veya sikkeye kavuk sallar. Yahut öyle görünür. O merama saygı gösterilmediğini sezer sezmez, kudretini hissettirmekten çekinmez. En koyu taassup günlerinde ve haçın taca hâkim göründüğü bir devirde İngiltere krallarından İkinci Hanri’nin iki kardinal, üç metropolit, on sekiz piskopos, altı yüz papaz asması, asabilmesi işte bu yüzdendir. Daha doğrusu göze görünen, elle tutulan ve varlığı üzerinde hiçbir suretle münakaşa edilemeyen kuvvetlerle şekli tespit, sesi tayin, ebadı tevsik edilmeyen kudretlerin -yeryüzünde- çarpışmalarından çıkacak netice daima birincinin lehindedir. Bunu bir zamanlar Bağdat’ta yaptıklarıyla Türk Vasif, Boğa, Tizun ispat ettikleri gibi, asırlarca imparatorlara pabuçlarını öptüren papalardan birini Roma’dan kaldırıp Fransa’da hapsetmek suretiyle Birinci Napolyon da velveleli surette vesikalandırmıştır.
Sık dokuyup ince elemeye lüzum yok. Dünya var olalıdan beri hak kavinindir, kuvvet ise -şuura istinat eden- silahtadır. Bu hakikati hayata -yerde, gökte ve denizde- kabul ettiren tabiattır.
Demek oluyor ki, Nakilci, için için homurdanmakla tabiatın sesini veriyordu. Fakat onu sikkeye karşı harekette pervasız yapan silah meş’ur[52 - Meş’ur: Şuurlu. Kendini bilen. (e.n.)] bir kuvvet olduğu için sinirli kabadayının hiddeti şimdilik peçeli kaldı ve bu gizli homurdanışı Tornacı Ömer’den başka sezen olmadı.
Babalar da umumi gaflette müşterek olduklarından deve kini güden cesur bir yürekte nasıl bir buhran uyandırdıklarını fark etmeden kahveyi terk etmişlerdi. Lakin ayaklarında geri geri giden adımlar görülüyordu ve başları sık sık kahveye dönüyordu. Zavallılar Hüseyin’i arıyorlardı ve aralarında gene onu konuşarak istemeye istemeye uzaklaşıyorlardı.
Nakilci, belki nefsine kıyas ederek, belki tecrübelerinden ilham alarak, babalarının bu ruhani sendeleyişlerine de mim koydu, kuvvetli elini Tornacı’nın omzuna yerleştirerek mırıldandı:
“Haydar Baba’ya artık göç borusu çaldırtmak gerek. Bugün çok ileri gitti, yolsuzluk etti.”
Ömer, sesini nefes hâline koyarak sordu:
“Ne yapmak istiyorsun?”
“Padişaha onu kurban vereceğim.”
“Ayıp olmaz mı?”
“Bizden olduğu anlaşılmaz ki ayıp olsun.”
Ve zeki bir tebessümle ilave etti:
“Gülhaneli Hüseyin’i saraydan çıkartmakla hünkârı gücendirdik. Haydar Baba’yı kurban vermekle onu sevindirmiş oluruz. Teraziyi denk tutmak, işimizi tartılı yürütmek için de böyle yapmak münasiptir.”
Tornacı Ömer, başlı başına bir beliye[53 - Beliye: Felaket, keder, tasa. (e.n.)] olmakla beraber, Nakilci’ye nispetle ikinci derecede sayılan zorbalardandı. Birçok işlerde ondan öğüt alırdı, onun emriyle hareket ederdi. Bu sebeple itiraz etmedi, münakaşaya girişmedi, kulağını ustanın ağzına vererek talimatını dinledi. Nakilci susunca ocaklıvari bir reverans yaptı:
“Başüstüne yoldaşım. Şimdi giderim, dediğini yaparım.”
Nakilci, Hüseyin’e göz koyan Haydar Baba’nın gözlerine toprak doldurmak çaresini bulmaktan doğma hazla sinirlerini yatıştırdığından gene eski durumuna büründü, Tornacı Ömer’e veda etti:
“Neredeyse gün batacak. Artık ayrılalım. Canımız sağ kalırsa yarın görüşürüz.”
Ve Gülhaneli Hüseyin’e de yeni hayatın ilk merhalesini gösterdi:
“Haydi can, evimize gidelim.”
Evimiz?.. Bu kelime Hüseyin’e ilkin manasız görünmüştü, yüzüne bir belinleme getirmişti. Üç beş saniye sonra o şaşkınlık geçti, idrakine açıklık geldi ve Enderun’daki koğuşla Nakilci’nin evi arasında talihinin bir mübadele yaptığını kavradı, zaruri bir tevekkülle mırıldandı:
“Peki ağa, gidelim.”
Saraydan onun omzuna yükletilen yatak henüz kahve kapısı dışında duruyordu. Hüseyin, saffetli bir ilgi ile eğildi, Enderun ağalığı günlerinden yadigâr kalan yükü sırtlamak istedi.
Güvercin tarassut eden şahin gibi onu gözlerinin ışığı içinde tutan Nakilci bu hareketi görünce gülümsedi.
“Ne o…” dedi. “Bu pılı pırtıyı bize mi götüreceksin?”
“Evet ağa.”
“Vazgeç çocuk, vazgeç. Bizim kulübede konuk açıkta kalmaz, içine uzanılacak döşek bulur. Kaldı ki sen konuk değilsin, evin çocuğusun. Bu paçavraları Ömer’in uşaklarına bırak.”
Şimdi yan yana yürüyorlardı, Sultanahmet Camisi’ne doğru -Çemberlitaş karşısındaki sokaktan kıvrılarak- iniyorlardı. Arkalarında -derecelerine göre kademeli nizam alarak- bir kullukçu çavuşu, iki harbeci, iki keçeli yeniçeri, üç acemi oğlanı vardı. Bunlar, şöhretli zorbanın günlük mevkibini teşkil ediyorlardı ve onun, herhangi bir taarruza karşı korumak için, daima izinde koşarlardı.
Hüseyin, ömründe ilk defa olarak böyle renkli bir cemiyetin arasına katılmış bulunuyordu. Onun için sık sık başını sağa, sola ve geriye çevirerek Nakilci’nin rikabında yürüyen ocaklıları gözden geçiriyordu. Delikanlının şaşkın bir meraka kapılmakta hakkı da yok değildi. Çünkü başında kahverengi astar,[54 - Astar, ocaklı kavuklarından birinin adıdır. Buna “nefer kalafatı” denir ve astar adı da verilmesinin sebebi kavuğun üstüne açık kahverenginde bir astar sarılmasıdır. Bu astar, toplu iğnelerle kavuğa tutturulurdu. (y.n.)] arkasında kırmızı salta ile siyah mintan, ayağında beyaz tozlukla kırmızı yemeni, belinde pirinç paftalı kemer bulunan karakullukçu çavuşu, o pirinç kemere soktuğu çifte bıçakla ve madenî levhacıklarla süslü önlüğüne asılı zillerle, çanlarla temaşasına doyulmaz bir manzara teşkil ettiği gibi, kaplan postuna bürünmüş, beline balta takıp eline de harbe almış olan mavi şalvarlı, kırmızı çizmeli harbeciler; dar şalvarlı, çifte tabancalı, bir eli değnekli ve bir eli yalın kılıçlı keçe külah yeniçeriler; tepesi sivri börk, kırmızı cübbe ve mavi şalvar giyinen gürbüz acemiler sokaklardan gelip geçenleri de yürümekten alıkoyan göz kamaştırıcı bir renk kümesiydi.
Hüseyin, pırıldaya pırıldaya yürüyen bu alacalı mevkibin önünde bulunmaktan enikonu gurur duyuyordu. Halktan çoğunun Nakilci’yi -boyun kırmak, rükûya varmak, yere kadar eğilip temenna savurmak suretiyle- selamlamalarında kendini de yükselten bir saygı hissesi kuruntuladığından o çocukça gurur adım başına çoğalıyordu.
Nakilci ardında yürüttüğü iri boy adamların hepsinden yüksek görünüyordu ve yaya bulunmasına rağmen alay atına binmiş bir hükümdar durumundaydı. Pek çalımlı yürüyordu, hiç konuşmuyordu. Yüzde birini bile tanımadığı adamların telaşla verdikleri selamların hepsini karşılıksız bırakan bu adamın o vecibeyi -dalgınlıkla yahut kayıtsızlıkla- yerine getirmeyen kimselere yan gözle bakışı bilhassa yamandı. O bakışı görenler, durumlarını muhafaza edemiyorlardı ve hemen telaşa düşüp kendisini -hatta uzaklaştıktan sonra- selamlamak ıstırarında kalıyorlardı.
O, çatık bir kaşın yalın bir kılıçtan -yerine göre- daha müessir olacağını bilenlerdendi. Çünkü birinde maskeli bir kudret, öbüründe çıplak bir kuvvet belirir. İnsanlar ise kapalı kudretlerden daha çok ürkerler. Gene o, vakur bir sükûtun en beliğ konuşmalardan -yerine göre- manalı düşeceğini sınamışlardandı. İnsanlardan çoğunun o manaya değer verdiklerini biliyordu.
Bununla beraber kalabalık yollardan uzaklaşılıp da Nakilbend semtinin ıssız sokaklarına varılınca çatık kaşlılığı ve sert somurtkanlığı bıraktı. Gülümseyen bir sesle konuşmaya başladı:
“Oğul!” dedi. “Bizim ev burada. Kendim Nakilci olduğum için, Nakilbend’de oturmaktan haz alıyorum.”
Ve uzun uzun anlattı:
“Evim konak yavrusudur. On on beş odası vardır. Sıkıntı, üzüntü, ezinti büzüntü bu evin eşiğinden geçemez. Taşlıkta pabuçlarımızı bırakırken, onları da içimizden sıyırıp çıkarırız, kapı dışarı ederiz. Sonra bizim evde yobazlık da yoktur. Nasıl düşünüyorsak öyle konuşuruz. Özümüzle sözümüz birdir. İkiyüzlülük yapamayız. Ne kendimizi ne başkasını aldatmayız. Dem tutarız, saz çalarız, oynarız, oynatırız. Günahımızın hem tadına hem vebaline katlanırız. Sen de kendini buna göre hazırla. ‘Ham ervahlar’ gibi soğuk olma, alık olma, tutuk olma.”
O sırada arkadaki acemi oğlanlardan biri yan yan geçti, açık adımla yürüdü, büyücek bir evin kapısı önünde durdu. Nakilci de Hüseyin’e o evi gösterdi.
“İşte…” dedi. “Bizim tekke. Sen de artık postu oraya sereceksin!”
Evin selamlık kısmına girmişler ve kölemsi bir durum taşıyan üç beş uşak tarafından karşılanmışlardı. Ocak bu evde saraylaşıyordu, ocaklı da enikonu hükümdarlaşıyordu. Orhanlar, Muratlar, Fatihler, Kanuni Süleymanlar devrinde sekiz on yara taşımak şartıyla ancak sekiz on akçe gündelik alabilen, kışla köşelerinde bir koyun postu kadar yer işgal eden eski ustalarla, İkinci Mahmut asrının bu zorba ustası arasındaki fark, o iki devri birbirinden ayıran büyüklükler ve küçüklükler kadar açıktı. Devlet küçüldükçe, ocağın nizamsızlığı genişlemiş ve büyümüş olduğundan işte, bir usta, şahinşah durumu alıyor ve nefsinde şahinşahlığa liyakat tevehhüm eden Osmanoğulları da ona boyun eğiyordu. Bu, alabildiğine miskinleşen istibdatla, alabildiğine küstahlaşan köle ruhunun yerlerini değiştirmelerinden başka bir şey değildir. Tarihi bütün incelikleriyle kavrayamayanlar, bu manzarada tırnağı dökülmüş, dişleri düşmüş bir aslanın tavşanlar tarafından ısırılışını görürler. Hâlbuki hakikat, bu zannın tamamıyla hilafınadır ve ocakla sarayın kudretlerini mübadele ederek birincisinin hâkimiyetten mahkûmiyete, ikincisinin de kölelikten efendiliğe geçmesinde yalnız kan bozukluğu amil olmuştur.
Kan, hayatın ta kendisidir. İdrak, duygu, zevk ve hayat adı altında tecelli eden her şey ondadır. Fasit tesalüplerin kana verdiği şuriş[55 - Suriş: Karışıklık, kargaşalık.(e.n.)] idraki, duyguyu, zevki ve her şeyi teşviş eder.[56 - Teşviş etmek: Karıştırmak, karmakarışık etmek, bulandırma. (e.n.)] Saray böyle bir şurişin -tabir caizse- mahşeriydi. Yetmiş iki buçuk milletin kanı o mahşerde damardan damara geçiyordu ve bu vaziyet cehlin karanlığı içinde tekevvün ettiği için tereddi, tefessüh, taaffün[57 - Taaffün: Kokuşma. (e.n.)] en koyu bir renk alıyordu.
Yeniçerilikteki kan bozukluğu ise maddi tesalüpler yüzünden değil, birbirleriyle telifi mümkün olmayan çeşit çeşit kanların bir mecrada akıp gitmeye başlamasından ileri geliyordu. İlk devirlerde ocak, genç damarların taşıdığı hayat cevherini bir renge boyayan makine rolünü oynuyordu. Kuvvetli bir terbiye ve bilhassa kuvvetli bir disiplin düşünceleri, duyguları, ülküleri birleştiriyordu. Sonra o terbiye ve o disiplin ortadan kalktı, yerine ayrı düşünceler, ayrı duygular, ayrı ülküler besleyen bir kan kalabalığı geldi. Bu vaziyette amir, menfaatti ve ocaklılar ancak menfaat kaygısıyla birbirlerine bağlanıyordu.
İşte ocağı küstah, sarayı miskin ve korkak yapan hakiki sebep. Şu hâlde Nakilci’nin yeniçeriliği kazancına alet yapması, küçük mikyasta bir saray kurup orada şahane yaşaması tabii görülmelidir. Onun nefsinden başka mabudu, zevkinden başka mescudu yoktu. Yalnız şahsına saygı besliyordu. Bunda kendisini mazur da görmek icap eder. Çünkü nefsinden başkasına hürmet göstermek için sebep göremiyordu. Padişah, amcasının parçalanmış cesedine basarak tahta çıkmış ve biraz sonra o tahtın temelini kardeş kanıyla sağlamlaştırmak zorunda kalmıştı.[58 - İkinci Mahmut’un tahta çıkışı, malum olduğu üzere, tesadüfidir. Alemdar Mustafa Paşa, tahttan indirilmiş olan Üçüncü Selim’i gene padişah yapmak istiyordu ve bu maksatla saraya girmişti. O sırada tahtı işgal eden Dördüncü Mustafa, mahpus tutulan Selim’i öldürttü. Veliaht Mahmut’u da öldürtecekti. Muvaffak olamadı ve Mahmut, Alemdar’ın emriyle tahta çıktı. Pek az bir zaman sonra yeniçeriler Alemdar’ı intihara mecbur edip de saraya saldırınca Mahmut, bir dolaba saklanmış olan kardeşi Mustafa’yı yakalattı, anasının gözü önünde yorgan ipiyle boğdurttu. Yoksa yeniçeriler onu atıp yerine gene Mustafa’yı çıkaracaklardı. (y.n.)] Memleketin her yanı kan ve ateş içindeydi. Fakat padişah kendi âleminde har vurup harman savuruyordu, hemen her ay bir çocuk dünyaya getirterek sülalesini genişletiyordu. Onun ne harbe gittiği ne bir isyanı bastırmaya koştuğu vardı. Kullandığı vezirler, yüz verdiği hocalar da günlerini iyi geçirmekten başka bir şey düşünmüyorlardı.
Padişah kellesi düşürmeye alışkın bir ocakta seçkinleşen, zekâsına ve palasına güvenen bir adam için böyle bir durumda saraya saygı gösterip eski devirlerin vazifeye âşık, mesleğine sadık ve ulufesine kani ustaları gibi yaşaması elbette akılsızlıktı.
Nakilci ahmak olmadı, ahmak görünmedi, kuru hükümlere kulak asmadı, kuvvetini verimli biçime sokmaktan geri kalmadı.
O, nasıl yaşadığını kısa bir lahza içinde Hüseyin’e de hissettirdi, delikanlıyı o devre göre en parlak şekilde süslenmiş, büyücek bir odaya soktuktan sonra hareme geçti, elbisesini değiştirerek sade bir entari ve kısa kollu bir haydari ile geri geldi, çarçabuk kurulmuş olan mükellef sofranın başına geçti.
“Di gel can!” dedi. “Yanıma otur. Nakilci’nin ne çeşit eğlendiğini gör!”
Çifte çifte uşaklar tepeden tırnağa göz ve kulak kesilerek onun vereceği işaretleri bekliyorlardı. Hovarda zorba kimini bir göz kırpışıyla, kimini bir parmak şıkırdatışıyla harekete geçirdi, üç beş dakika içinde karşısına bir saz takımı sıraladı, etrafına bir köçek heyeti topladı ve her şey hazırlandıktan sonra, ilk emri gene Hüseyin’e verdi:
“Kızıl suyu kevser et can. Elin nur olsun.”
Ömründe şarabın ne çeşit şey olduğunu sınamamış olan Hüseyin, bu emir üzerine kalktı, bir bardak doldurarak Nakilci’ye uzattı. O, kadehi ayağından tutan ve öyle sunan delikanlının işret işinde de pek toy olduğunu anlayarak gülümsüyordu. Koca bardağı iri pençesinin içine kapadıktan, bir elini yüreğine doğru koyarak boyun kırdıktan sonra duraladı:
“Beraber içelim.” dedi. “Zevk bundadır.”
Hüseyin, biraz kızardı ve kekeledi:
“Ben bunun tadını bilmem. İznin olursa gene bilmeyeyim.”
Nakilci tek bir kelime söyledi:
“İç!”
Fakat bu bir kelime değil, bir gülleydi. Dudaktan değil, top ağzından çıkmış gibi korkunç bir tınnetle saf delikanlının idraki ve iradesi üzerinde gürlemişti. Zavallı, beht[59 - Beht: Şaşkınlık. (e.n.)] içinde ve garip bir durumda yutkunup duruyordu, ikinci gülle o hayreti de tarumar etti. Hüseyin’in eli şuursuz bir hareketle sürahiyi yakaladı, gene şuursuz bir tehalükle kadehi doldurdu ve ağzına götürdü. Somurtkanlığını muhafaza eden Nakilci, onun bu şaşkın tutumunu geniş bir tebessümle alkışladı.
“Kadehleri…” dedi. “Değiştirecektik. Karşılıklı içecektik. Sabırsızlandın, yolsuzluk ettin. Bir dahi böyle etme, yavaş davran!”
Hüseyin ne miskin ne korkaktı. Eskilerin harp ehli, darp ehli dedikleri soydan olmamasına, dövüşme ve vuruşma terbiyesi almış bulunmamasına rağmen, bileği kuvvetli, yüreği kuvvetli bir gençti. Fakat kanına düşen aşk kıvılcımı ona bir yandan feveran, bir yandan durgunluk veriyordu. Seher’i düşündükçe benliğinde ateşli bir tuğyan husule geldiği hâlde, ona taalluk etmeyen şeylere karşı -tabir caizse- daimî bir rükudet[60 - Rükudet: Durgunluk, durulma. (e.n.)] duyuyordu. Aynı zamanda henüz şuurlanmamış bir izzetinefis sahibi idi. Sövülmekten, dövülmekten son derece çekiniyordu. Kendi kuvvetini denememişti. Bu sebeple bakışlarının kuvvetini gözünde büyültüyor ve bizzat taşıdığı kuvvete itimatsızlık gösteriyordu. Onu -şu tereddütlü, şüpheli durumuyla-henüz uçma ve ava atılma tecrübesi yapmamış bir kartal yavrusuna benzetmek mümkündü. Kanadı, pençesi ve gagası vardı. Lakin bunları kullanmamıştı ve kullanmak için rehbere muhtaçtı.
İşte bu toyluk kendisini Nakilci’nin önünde sessiz ve hareketsiz bırakıyordu. Korkunç zorbanın hançer gibi keskin bakışları, sert konuşması, müsellah bir kalabalığa dayanan çalımı, şahsen de silaha bürünmüş bulunması bu sessizliğe ayrıca amil oluyordu.
Bununla beraber Seher’e kavuşmak için, Nakilci’den yardım beklemese ve Seher’e layık olmak imkânını o yardıma bağlı görmese saf delikanlının şu tahakkümlerden bir mert hamle ile sıyrılıvereceğine şüphe yoktu. Lakin Seher’i düşünmekten kurtulamadığı için iradesine sahip olamıyordu, ruhi bir beht içinde yuvarlanıp gidiyordu.
Nakilci, gerçekten zarif elbiselere sardığı köçeklerden her birini sofra başına çağırarak Hüseyin’e şarap verdirdi ve buna mukabil Hüseyin’i de kendine şarap sunmak hizmetinde kullandı. Fasılasız içiriyor ve içiyordu. Bundan ötürü çabuk sarhoşlandı, başından terliğini attı, sırtından haydariyi fırlattı, göğsünde açılmadık düğme bırakmadı ve narayı bastı: “Saz başlasın, köçekler oynasın!”
Şimdi, yaman bir curcuna yüz göstermişti. Ağayı memnun etmek için mızraplar telaş gösteriyor, yaylar uzanıp çekiliyor, teller gerilip esniyor, tefler çırpınıp dövünüyor, köçekler açılıp saçılıyordu. Nakilci ne tizden peste, pestten tize koşan saz takımının feryadına ne gümüş topukları yelpazeleyen renk renk eteklilerin yarattığı kavsikuzahlara[61 - Kavsikuzah: Gökkuşağı. (e.n.)] ilgi gösteriyordu. Bir çift karabulutu andıran gözleri beyaz bir ufukta, Hüseyin’in yüzünde geziniyordu.
Delikanlı, kendi yaşında gençlerin yırtmaçlı entariler içinde şişkin eteklerini aça aça çılgın rüzgârlara tutulmuş yapraklar gibi fırıl fırıl dönmelerini hayretle seyrediyordu ve bu dönüş sırasında uçuşan kâküllerde, seyyal bir tebessüm zehabı uyandırarak açılıp kapanan dilim dilim beyazlıklarda Seher’den parçalar, nişaneler arıyordu.
Manzaradan hoşlanmıyordu. Fakat Seher’i düşünmesinde ahenkli bir vesile teşkil ettiği için gözlerini kapamıyordu. Zaten sahne onun hayatı bakımından bir yenilik teşkil ediyordu. Ömründe köçek görmemiş ve raksın bu kadar renklisini, çılgınını seyretmemişti. Bu sebeple de manzaraya alakalanıyordu.
Nakilci sık sık bu alakaya fasıla veriyor ve onu sakiliğe kaldırıyordu. Hüseyin genç ve dinç kafasındaki mukavemet kabiliyeti sayesinde uzun bir zaman kadehdaşına eş olmaktan geri kalmamıştı. Onunla kadeh tokuştura tokuştura şarap içtiği hâlde henüz sarhoş değildi. Fakat alkole karşı gösterdiği mukavemet gitgide azalmaya başladı, içinde bir değişiklik yüz gösterdi. Şimdi o da dönmek, ruhunu bir kasırgaya kaptırarak şu renkli halka içinde bir yaprak olmak istiyordu. Tavana asılı bir avize gibi yükseklerden ışık püsküren Seher’e doğru uçabilmek için böyle bir dönüşe lüzum görüyordu.
Nakilci ile bir kadeh daha tokuşturduktan sonra, düşüncesini açığa vurdu:
“Ağa!” dedi. “Ben de bu alaya katılacağım.”
Sarhoş zorbanın da düşüncesi zaten buydu, onu raksa kaldırmaktı. Delikanlının kendiliğinden böyle bir dilekte bulunması üzerine geniş geniş gülümsedi, şen şen homurdandı:
“Durduğun kabahat. Dön, sen de dön. Beynim gibi dön, yüreğim gibi dön.”
Şimdi, o, bir düzine yıldız arasında tek bir güneş gibi pırıl pırıl dolaşıyor, kaidesiz sıçrayışlarla ve nizamsız süzülüşlerle durmadan dönüyor, dönüyordu. Fakat her çılgın adım onun kafasında bir hercümerç yarattığı için, çok geçmeden sendelemeye başladı, dönmek kudretini kaybederek yalpalamaya girişti.
Nakilci, tam manasıyla sarhoş bulunmasına rağmen, bu vaziyeti sezmekte gecikmediğinden müdahaleye lüzum gördü:
“Yıkılacaksın Hüseyin. Oyunu artık bırak, yanıma gel.”
Ve ona bir bardak şarap daha sunarak dizlerinin dibine oturttu.
“Bugün…” dedi. “Kahvede okuduğun nefesi üfle.”
Hüseyin, ayılır gibi oldu. Çünkü istenilen nefeste Seher’in adı vardı ve onu benliğinin bütün kudretiyle haykırabileceğini düşünmek kendisine taze bir hayat, yepyeni bir zindelik vermişti. Bununla beraber tereddütten kendini alamadı. Babaların, ağaların yanında Seher’in adını diline almak yüzünden hissetmiş olduğu nedametin hatırası alkol dumanıyla dolu kafasında kımıldanmaya başlamıştı.
Nakilci onun tereddüdünü sezmediği hâlde, başka bir mülahaza ile sabırsızlık göstermiyordu, dalgın dalgın düşünüyordu. Sarhoşluğunu sert bir irade hamlesiyle yenip gizli mülahazalar yürüten korkunç zorba, uzunca bir sükûttan sonra başını kaldırdı ve nedimlerine, musahiplerine, dalkavuklarına yol veren bir hükümdar ağzıyla gürledi:
“Halvet!..”
Bu kelime büyülü bir nefes gibi bir lahza içinde odayı ıssızlattı. Sazendeler neylerini, tamburlarını, utlarını, deflerini, şeştarlarını, kanunlarını yakalayarak, köçekler de eteklerini toplayarak sessiz bir telaşla sofaya döküldü ve Nakilci ile Hüseyin baş başa kaldı. Delikanlı “halvet”in ne demek olduğunu bilmiyordu. Bu sebeple o kalabalığın silinip kayboluşunu hayretle takip ediyordu. Aynı zamanda kaçışa benzeyen şu gidişe kendinin de iştirak edip etmeyeceğini kestiremediğinden üzüntülü bakışlarla Nakilci’den işaret bekliyordu.
Sarhoş zorba, gene dalgın bir durumla, yerinden kalkmıştı. Muvazenesini toplamaya çalışıyordu. Ayaklarının alkol yüklü bedenini taşıyacağına kanaat getirdikten sonra Hüseyin’in ellerine yapıştı:
“Nefesi…” dedi. “İçeride oku. Seni dinlemesini istediğim bir kuşum var. Bu nefesten o da haz alsın.”
Delikanlıyı birlikte yürüttü, iç içe odalardan geçirerek mabeyin adı verilen aralığın eşiğine getirdi. Cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtı:
“Gir!” dedi. “Bu yol bizi hareme götürür!”
Sonra kötü kötü güldü:
“Harem dediğime bakıp da beni evli sanma. Omzuma nikâh yükü almadım. İmam duasıyla şeriat evine girmedim. Yalnız bir kafes kurup adını harem koydum. Kafeste her cinsten kuş bulunuyor: Serçeden bülbüle kadar her kuş!.. Hele kumral bir papağanım var ki eşini ne Hint’te bulursun ne İran’da. Bana mahsus, cenabıma mahsus, zatıma mahsus, Nakilci Hazretleri’ne mahsus!..”
Ve birden vahşileşti, Hüseyin’in ellerini kıracak kadar sıktı:
“Sana yan bakanın gözünü çıkarırım, ciğerini koparıp köpeklere atarım! Eğer sen de papağanıma kem gözle bakarsan aynı şeye uğrarsın! İlkin kör olursun, sonra kara toprağa gömülürsün! Nakilci’nin şakası yoktur! Bunu bil, ayağını denk al.”
O aralığın ilerisinden cıvıltılar duyuluyordu ve Hüseyin’e gerçekten bir kafes önünde bulunulduğu zehabını veriyordu. Delikanlı, Seher’in aşkıyla iliğine kadar dolu olduğu için ne o cıvıldayan ağızları merak ediyordu ne de Nakilci’nin korkunç tehdidinden mana seziyordu. Peri padişahının kızını yanına getirseler yüzüne bakacak değildi, güneşi kadın biçimine sokup önüne atsalar, değer verecek mevkide bulunmuyordu. Bu sebeple ve çok samimi bir sesle ağaya cevap verdi:
“Ne bülbülde gözüm var ne papağanda. Bana kendi gönlümün kuşu yeter!”
Zorba yeniçeri, sesindeki vahşi ahengi bozmadan tekrar etti:
“Benden söylemek, senden dinlemek. Başın sana gerekse sözümü unutmazsın!”
Hüseyin sustu ve koluna yapışan Nakilci’nin kılavuzluğuyla kafese girdi. Selamlık gibi burası da döşeliydi ve çok aydınlıktı. Şuradan buradan körpe körpe kızlar, beyaz ve siyah çehreler görünerek kaçışıyorlardı. Zorba, ilk varılan sofanın ortasında durdu, nara atar gibi bağırdı:
“Hey kızlar, hep çıkın! Yanımdaki yabancı değil. Kaça göçe lüzum yok.”
Evvelce cıvıltılarıyla, sonra da görünüp kaçışlarıyla varlıklarını belli eden halayıklar bu sert haykırış üzerine boy gösterdiler. Yerlere kadar eğilerek efendilerini selamladılar. Sayıları bir düzineden artıktı, renkleri de o kadar çeşitliydi. Fakat beyaz, kumral, sarı, siyah ve Habeşi olsun, hiçbirisi yaşça geçkin değildi ve hepsinde körpeliğin kıvraklığı gülümsüyordu.
Nakilci bu halayık mangasını mağrur bir bakışla süzdükten sonra içlerinden birine doğru parmağını uzattı:
“Nilüfer!” dedi. “Bu gece hizmetimize sen bakacaksın. Sofrayı hazırla. Papağana da söyle, giyinip süslensin. Çağırılır çağırılmaz yanıma gelsin!”
Kız “Başüstüne efem!” deyip süzülürken o, gene Hüseyin’in koluna girdi, büyücek bir odaya götürdü.
“Burası…” dedi. “Kafesin bir köşesidir. Ben kuşlarımı burada havalandırırım, burada sevip okşarım. Sen de burada öteceksin.”
Ve sarhoş bir gevezelikle uzun uzun anlattı:
“Sofada gördüğün kızlar, kul cinsidir. Para ile alınmışlardır. Yumruk hakkı, yiğitlik hakkı olarak kafese sokulan yosmalar başkadır. Onlar ayrı ayrı odalarda yaşarlar. Ben emredince yanıma gelirler. Demin haber yolladığım papağan o yosmaların başıdır.”
Kahkahalarla güldü, kasıklarını tuta tuta güldü, gözlerinden şarap dökülünceye kadar güldü ve kendini güçlükle toplayıp ilave etti:
“Papağanım yamandır. Bu sarayın başkadın efendisidir. Anlıyorsun, değil mi?.. Şevketlu hünkârın nasıl kadın efendileri varsa benim de var. Papağan da o takımın başı. Sultanların sultanı. Canımın canı, Şevketlu Nakilci’nin cananı… Kah kah kah… Kah kah kah… Kah kah kah…”
Nilüfer çevik hareketlerle çarçabuk bir sofra hazırlamıştı ve efendisiyle arkadaşının yeni baştan demlenmelerini mümkün kılmıştı. Nakilci, civelek kızı odada alıkoyarak sakiliğe sevk etti:
“Bu gece…” dedi. “Muhtasar bir ayin-i cem var. Şu oğlanın henüz ikrarı alınmadı amma yabancılığı giderildi. Baba benim, yasacı benim, her şey benim. Sen sade sakilik edeceksin. Sema sırası gelince kimlerin döneceğini gene ben söylerim.”[62 - Ayin-i cem, Bektaşi tarikatında olanların -kaçsız, göçsüz- yaptıkları içkili, danslı toplantılara denilirdi. Bu ayin için en çok kış geceleri seçilirdi. Ayinden önce “gözcü” adı verilen canlar paçaları sıvarlar, mıntıkalarını tarassut altında bulundururlardı. Gece olunca köy, oba veya mahalle halkı, yani ikrarı alınmış Bektaşiler toplantı yerine giderlerdi. Ayine erkekle kadın müsavi haklarla girerlerdi. Yani üstünlük ve ayrılık gayrılık yoktu. Baba, yüksekçe bir mindere oturmuş bulunduğu hâlde cemaati beklerdi. Onun oturuşu da muayyen bir şekilde olurdu. Yani ellerini dizlerine dayar, koltuklarını açardı.Ayin yerine girecek olanlar kapının önünde dururlar, boyun keserlerdi ve baba destur ettikten sonra içeri girerek babanın avucunun içini öperler, geri geri çekilirler ve gene onun desturuyla oturabilirlerdi.Ayinlerde “yasacı” denilen bir adam bulunurdu. Onun vazifesi sakileri, raksa ve semaya çıkacak olanları ayırmak, taşkınlık edenleri terbiyeye davet etmek, yüksek sesle konuşanları susturmaktı. Kadınlar ancak babanın ve yasacının emriyle sakilik yapıp semaya kalkabilirlerdi. Sakiler ilkin dem tablasının kenarına ellerini koyup boyun keserlerdi, sonra dönüp herkese dem sunarlardı.Ayin-i cemlerin sonunda yemek yiyenler, gülbanka çekilirdi. Evlenmeyen erkeklerin ve kadınların ayinlere girmeleri caiz değildi. (e.n.)]
Fakat Nilüfer’in dem tablasına[63 - Dem tablası: İçine içki veya şerbet bardaklarının konduğu, derinliksiz düz kap. (e.n.)] ellerini koyup boyun kestikten sonra sunduğu kadehi içmedi, gene tablaya bıraktı ve birden korkunçlaşan gözlerini Hüseyin’e çevirdi.
“Sen…” dedi. “Gündüz farkında olmadın. Haydar Baba yolsuzluk etti, cezaya hak kazandı. Ben onu ölüme mahkûm ettim. Yakında göç borusunu çalıp yürüyecek!..”
Böğürür gibi gülüyor, öğürür gibi gülüyor ve boyuna gülüyordu. Çakırkeyif olan Hüseyin, gözü kan, dudakları kahkaha savuran bu adama baktıkça yüreğine bir titreme geldiğini seziyordu. Onun -eli öpülen, eteği öpülen- bir babayı ölüme mahkûm ettiğini güle güle söylemesinden bilhassa haşyet alıyordu, iç bulantısı duyuyordu.
Nakilci, neden sonra gülmesini kesti ve gözlerindeki vahşi parıltıyı giderdi.
“Senin yoluna…” dedi. “İlk kurban o oldu. Akıllı davran ki seni de bir başkasına kurban etmeyeyim.”
Mabeyin aralığındaki ihtarı tekrar etmek istiyordu, fakat Nilüfer’in yanında bu mevzuyu açığa vurmadı, kısa bir kahkaha daha savurarak şarap kadehine yapıştı:
“Haydi Hüseyin!” dedi. “Nur olsun. Çek!”
Ve kalın eliyle gür bıyıklarını silerek bir yastığa yaslandı, homurdandı:
“Nefesi oku. Ben ‘yeter’ deyinceye kadar oku!”
Nilüfer, dem tablasının biraz gerisinde el pençe divan duruyordu, Hüseyin de alkol dumanlarıyla dolu kafasının içini buluta sarılı bir mehtap gibi kaplayan Seher’i seyrede ede okuyordu:
Gel benim sarı tamburam
Sen niçin inilersin?
İçim oyuk, derdim büyük
Seher diyu inilerim!
Nakilci, besteden ziyade güfteye alaka gösteriyordu, sesin ahenginden derin surette zevk almakla beraber kelimeleri tartar gibi görünüyordu. Hele Hüseyin’in ağzında Seher ismi belirdikçe garip bir uyanıklıkla gözlerini açıyor ve o kelimenin mefhumunu delikanlının dişlerinde arıyormuş gibi, bakışlarına avcı hassasiyeti takıyordu.
O üç kişilik mecliste şuuruna yegâne sahip kalan saki kız, efendisinin bu durumunu yan gözle murakabeden geri durmuyor ve aynı zamanda Hüseyin’in güzelliklerini derece derece ölçüyordu. Bütün ev halkını -dişili, erkekli- sarhoş etmekten zevk alan Nakilci, bu gece -pek fazla kaçırmış yahut karışık hülyalara kapılmış olmalı ki- oda hizmetine seçerek sakiliğe sevk ettiği şu körpe kıza şarap içirmemişti, öyle bir teklifte bulunmamıştı. Hâlbuki Nilüfer, ömründe belki ilk defa dumanlara bürünmek, idrakini ve iradesini kaybedip yerlerde sürünmek iştiyakındaydı. Hüseyin’in saçlarına baktıkça bu iştiyakı, ta yüreğinin içinde tel tel titremeye başlıyor; Hüseyin’in gözlerine gözleri kaydıkça, gene o iştiyak dudaklarında alevli bir iştiha hâlini alıyor; delikanlının sesi ise o iştihayı yelpazeleye yelpazeleye yangın hâline getiriyordu.
Nakilci’nin tek erkek ve sayısız kadın sistemine bağlı harem eğlenceleri iftarı kıt bir oruç hayatı yarattığından Nilüfer’le arkadaşları hep rüya ile tagaddi etmek mecburiyetinde kalıyorlardı. Lakin o gıda, fâni bir teselli olmaktan ileri gidemiyordu ve zevk sofrasına daima aç oturup gene aç kalkan bu kızlar, bir lokma aşk için manasız hülyalara keşkül uzata uzata ömür tüketiyorlardı.
O evde erkeklerin çoğaldığı da görülmez değildi. Babalar, ağalar ve köçekler ara sıra hareme sokularak âlemler yapılırdı. Fakat Nakilci’nin huzurunda her erkek cinsî vasıflarını inkâr eder gibi bir duruma büründüğü için tek erkek ve sayısız kadın sisteminde değişiklik hissolunmazdı. O sebeple Nilüfer ve arkadaşları misafir ağırlamayı tatsız bulurlar ve yalnız Nakilci’nin sıkletine tahammül etmeyi tercih ederlerdi.
Bu geceki konuk öbür misafirlere benzemiyordu. Güzellik bakımından taşıdığı fevkaladelikle beraber Nakilci’ye karşı serbest de bulunuyordu. Nilüfer, onun ya toyluktan ya nefsine güvenden doğan bu kayıtsızlığını sezdi, ondan bir şeyler ummaya başladı. Başka misafirler gibi cinsiyetini inkâr etmeyeceğine zahip olduğu bu delikanlıya şimdi kendini beğendirmek kaygısındaydı, buna muvaffak olursa kendini aylardan beri rahatsız eden tek erkek ve sayısız kadın sisteminden öç alabileceğini ümit ediyordu.
Bakışlarını, fakat hiçbirine sezdirmeden, iki erkek üzerinde nöbetle dolaştırarak bu hesapları yürütürken Nakilci’nin müsamaha tanımayan vahşi hiddetlerini, şiddetlerini hatırladı, bir günah saati yaratmak emelinden feragat eder gibi oldu. Nakilci, misafirlerden birine gülerek baktığı için bir genç halayığı sepete koyarak yirmi dört saat kuyuda bırakmış, kadeh sunan halayığın parmağını sıktığı için de bir köçeği hadım kılığına sokmuştu.
Şu hâlde sesi güzel, yüzü güzel, endamı güzel delikanlıyı baştan çıkarmaya savaşmak tehlikeli bir işti. Böyle bir teşebbüs hayata mal olabilirdi. Lakin o tehlikenin yanı başında da Hüseyin’in gözlerindeki ışığı içmek, onun endamında uzanan taptaze erkek kudretini tatmak ve onun sesindeki sihri emmek zevki vardı. Nilüfer ceza endişesiyle günah cazibesi arasında bocalayan idrakine sükûn verebilmek için hayli bocaladı ve nihayet Hüseyin’in sesinden benliğine yayılan zelzele ile günah tarafına meyletti.
Artık azmi kuvvetlenmiş, kararı katileşmişti. Fakat Hüseyin’i ve nefsini korumayı da ihmal etmek istemediğinden efendisini sızdırmak yolunu arıyordu. Bu arada “Seher diyu inilerim!” nefesi belki yirmi kere okunmuş ve nefesin her tazelenişinde Nakilci ile Hüseyin birer kadeh boşaltarak sarhoşlukta yeni yeni merhaleler aşmış bulunuyordu.
Nilüfer, işte bu durumdan da istifade etti, kendiliğinden Nakilci’ye şarap sunmaya başladı. Herif hep “Seher” kelimesinin mefhumunu Hüseyin’in ağzında aramakla meşgul olduğundan bu ikramın farkında bile olmuyordu, ağzına verilen zehri şuursuz bir durumda midesine geçiriyordu.
Bu sahne, nefesi okumaktan nefesi kesilen Hüseyin’in, yorgun ve bitkin, susmasına, başını bir yastığa dayayarak dalgınlaşmasına kadar devam etti. Sarhoş delikanlı vect içinde adını haykırdığı Seher’in şimdi hayalini yanına yatırmıştı, hasta bir sükût içinde ona yüreğini seyrettiriyordu.
Nakilci onun bitkinleştiğini görünce Nilüfer’i çağırdı, peltekleşen bir dille emir verdi:
“Ben de yıkılmak istiyorum. Lakin daha vakit var. Sen birbiri ardınca bana üç kadeh sun. Sonra git papağanı çağır.”
Nilüfer üç değil, beş kadeh sundu, korkunç ayyaşın tehlikesiz bir yığın hâline gelmesi için az bir şey kaldığını anlayarak sevindi ve neşeli neşeli sordu:
“Misafiriniz sızıyor. Papağan gelmeden onu örteyim mi?”
Nakilci uzun ve bulanık bir bakışla Hüseyin’i süzdü, homurdandı:
“Sonra örtersin. Yahut örtmezsin. Bu pek gerekli iş değil. Bana papağan lazım. Haydi koş, onu getir.”
Nilüfer çıkınca o, mezeleri dökerek, şişeleri devirerek tablaya yanaştı, üst üste birkaç kadeh daha yuvarladı, beyni ile midesi arasında başlayan meddücezrin sinirlerini uyuşturmasından kurtulmak ister gibi, gözlerini sık sık açıp kapadı ve arkasını duvara dayayarak perişan bir vaziyette beklemeye koyuldu.
Papağanı bekliyordu. Onun rengiyle, sesiyle Hüseyin’in rengini, sesini karşılaştırıp karıştırmak ve kendi yüreğinde bu ameliye ile çifte bir aşkın heyecanını duymak istiyordu. Ona bu dalaletli düşünceyi, dileği Hüseyin’in “Seher, Seher!” diye okuduğu nefes ilham etmişti. Şimdi bu iki genci bir arada bulundurarak yeni ve işitilmemiş bir hazzın sekrini tadacaktı.
Afyonlu bir seyyale hâlini alarak mideden beyine doğru -sinirleri büze büze- çıkan ve orada bir hercümerç yarattıktan sonra, aynı anarşiyi bu sefer midede doğurmak için gene geri inen alkol buharı yüzünden iler tutar yeri kalmamasına rağmen düşüncesinde sabitti. Durduğu yerde sallanarak, için için yıkılarak çağırttığı kadını bekliyordu.
Papağan, beş on dakika sonra geldi. Bu, mahzun yüzlü bir kumral güzeliydi. Sendeler gibi yürüyor, ağlar gibi gülümsüyordu. Kadife yelek, bürümcük gömlek, ipek şalvar giyinmişti. Yeleğin göğsü hayli açıktı ve bu açıklıkta mahpus bir nur küresinin hür kalmış bir dilim beyazlığı pırıldıyordu. Kadın, beline sardığı şalın yana bırakılmış püsküllü ucunu parmakları arasında kıvıra kıvıra içeri girmişti. Boyun kırarak dem tablasının önüne gelip durmuştu. Bakışlarında isyan yoktu. Yalnız elemli görünüyordu. Durumu, mazlum bir tevekkül hissettiriyordu ve bu tevekkülle o, kaplan yuvasına düşmüş ahuya benziyordu.
Nakilci, bütün kuvvetini toplayarak yarı doğruldu.
“Papağan!” dedi. “Ben bir bülbül buldum, getirdim. Otur da ötüşünü dinle.”
Kadın yan gözle sızgın Hüseyin’e baktı, tepeden tırnağa kadar titredi, kızarıp sarardı, kekeledi:
“Beni her erkeğe çıkarmak şanınıza düşer mi?.. Irzımı bıçağınızla delik deşik ettiniz. Ocağımı palanızla yıktınız. Erim varken, evim varken, beni kul cinsi kadınlara benzettiniz, dilediğinizi yaptırdınız. Bari orta malı yapmayınız. Beni çamurdan çamura atmayınız.”
Nakilci duman ve buhran içindeydi. Kadının konuştuğunu -müphem surette- görüyordu. Fakat ne dediğini anlamıyordu. Kafasındaki sabit fikir ise zelzeleli bir mıntıkada dimdik ayakta kalan tek bir ağaç gibi, dumura uğramış hüceyreler arasında şahlanıp duruyordu. Bu sebeple aynı sözü tekrarladı:
“Bülbül bu, bülbül!.. Onu mutlak dinleyeceksin!..”
Ve perişan iradesini bir kere daha zorlayarak doğruldu. Kusar gibi böğürdü:
“Hüseyin, bre Hüseyin, uyuma, gözünü aç! Benim papağanı gör!..”
Delikanlı ilkin tınmadı. Lakin fırsatı ganimet bilerek onun bir yanına elini değdirmek zevkini çalmaya koşan Nilüfer’in -çimdiklemekle gıdıklamak arasında mütereddit bir temas ile- yaptığı tazyik üzerine gözlerini açtı, kör bakışla etrafına bakındı ve papağanı görünce gülümseyip mırıldandı:
“Seher, güzel Seher, canım Seher!..”
Ve gözlerini kapadı. Kadını gene hayal, gene Kervan yıldızı ve sızarken koynuna yatırdığı cesetsiz timsal sanmıştı. Onun bizzat Seher olduğunu, hele o dardağan akıl ile anlamasına imkân yoktu. Ayık bile olsa böyle bir tecelliye, böyle bir tesadüfe belki ihtimal veremeyecekti, vehme kapıldığına zahip olacaktı. Onun için idrakini hakikate yaklaştıramadı, sarhoş bir zehapla mırıldanıp sızdı.
Fakat bu mırıldanış yanı başında duran Nilüfer’le Hüseyin’i göreliden beri korkudan dokuz doğuran Seher’i başka başka ızdıraplara düşürdü. Nilüfer, güzelliğinden birçok şeyler çalmak istediği delikanlının Seher’e yakınlık göstermesinden muzdarip olmuştu. Seher de onun kendisini tanımasından elem duyuyordu. Çünkü birkaç günden beri kötü kadın mevkisindeydi. Nakilci, hamam dönüşünde kendini omuzlatıp bu eve getirdikten sonra pala kuvvetiyle ve kamçı zoruyla ismetine tasarruf ettiğinden nefsini Hüseyin’e artık layık görmüyordu. Aynı zamanda delikanlının başına bir felaket gelmesinden korkuyordu ve aralarındaki masum münasebetin anlaşılmasını istemiyordu.
Münasebet, dedik. Fakat kelimeyi yerinde kullanmadığımızı biliyoruz. Bununla beraber Hüseyin, o sızgın hâlinde tecessüt etmiş bir hayal sanarak sarf ettiği üç aşk lügatiyle Seher’e alakasını açığa vurduğundan, Seher de define hadisesine takaddüm eden geceden beri onu sayıklayıp durdurduğundan bu iki genç arasındaki durumu “masum bir münasebet” diye tarif etmeyi yanlış da bulmuyoruz.
Sadede gelelim: Nilüfer muzdaripti. Fakat Hüseyin’le Seher’in birbirini tanıdıklarından Nakilci’nin bihaber olduğunu bilmediğinden bir mesele çıkarmaya kalkışmadı. Sarhoş adam ise delikanlının ne mırıldandığını duymadı. Yalnız onun yeni baştan sızdığını görerek kızdı:
“Nilüfer!” dedi. “Bu paçavrayı ört. Beni de papağanımın koluna takıp odama yolla. Burada kalırsam ters işler yapacağım, üç buçuk kadehe yenilen şu miskin oğlanı hırpalayacağım.”
Nilüfer, Hüseyin’in dudaklarından dökülen iki üç kelime ile yüreğine açılan kıskançlık yarasını gene o dudaklardan çalacağı merhemle kapamayı tasarlamıştı, yan gözle muzdarip Seher’i süze süze planını zihninde tasnif ediyordu. Nakilci’nin emrini duyar duymaz hemen harekete geçti, sarhoş herifi koltuklayıp kaldırdı ve müstehzi bir sesle Seher’e de vazifesini gösterdi:
“Bir koluna da sen gir. Ne buyurduklarını duymadın mı hanım?”
Üçünün de gözleri Hüseyin’in şaraba mağlup güzelliğine dikilmişti. Nakilci, öfkeyle; Seher, matemî bir tahassürle; Nilüfer, feveranlı bir ihtirasla, bu uyuyan bedii abideyi seyrediyorlardı. Fakat üçü de oradan uzaklaşmak için acele gösteriyordu. Çünkü Nakilci’nin ayakta duracak hâli yoktu. Seher, sevildiğini öğrenmekle mesut ve bu saadete layık olmadığını düşünerek de mahcup olduğu için, genç adamdan uzaklaşıp heyecanını dindirmek, vaziyetini soğukkanla tahlil edip kendine bir istikamet çizmek ihtiyacındaydı. Nilüfer, fırsatın çabuk kaçacağını düşünüyor ve böyle bir ziyana uğramamak istiyordu.
Aynı neticede birleşen bu muhtelif sebepler o üç kişiyi odadan uzaklaştırdı, Hüseyin uzandığı yerde yalnız kaldı.
Ne rüya görüyordu ne bir tahassüs belirtiyordu. Ölü hâlindeydi. Nefesi bile kesilmişe benziyordu. Yoklansa, nabzı tutulsa belki de kalbi durmuş görünecekti. O kadar bitkindi ki, ilk sarhoşluk bu temiz ruhlu delikanlıyı pis bir duruma düşürmüştü. Dayandığı yastık ıslaktı. Mideye sığmayan şarap, kızıl bir köpük şeklinde kapalı dudaklarından sızıyor ve çenesine eğri büğrü hatlar çizerek yastığa dökülüyordu.
Nakilci’nin verdiği emre rağmen üstüne örtü de atılmamıştı. Kaldırımlara devrilmiş bir serseri gibi upuzun ve beyhuş[64 - Beyhuş: Aklı başından gitmiş. (e.n.)] yatıyordu. Uçları kesilmeyen mumlar, kendi böğürlerinden yana yana yükselen islerin siyahlığı içinde yavaş yavaş sönüyorlardı, odaya bir sarhoş beyni örüyorlardı.
Hüseyin, işte bu derece derece artan karanlıkta gene derece derece silikleşerek nihayet hareketsiz bir gölgeye munkalip oldu. Artık ne odada şule ne eşyada vuzuh ne onda benliğini teşhis ettirecek bir nişane seziliyordu. Her taraf karanlıktı ve Hüseyin bu karanlıkta erimişe benziyordu.
Bir ve belki iki saat böyle geçti. Hüseyin, harharasız ve tamamıyla hareketsiz kaldı. Şarap ona ölümün duygusuzluğunu tattırıyordu ve karanlık o muhite geniş bir mezar siması çiziyordu.
Sahnenin, gün doğup da zulmet ortadan silininceye ve delikanlının idraki basübadelmevt sırrına ererek yeniden hayat buluncaya kadar devam edeceğine şüphe yoktu. Fakat bir gölge, beyaz bir gölge, vakitsiz peyda olan bir gün ışığı yahut yürüyen bir mum gibi o koyu karanlığı ansızın yırttı. Sonra nurani bir nefes gibi, sarhoş delikanlının ölgün dudaklarına kapandı ve… bir mucize yarattı.
Hüseyin kımıldanıyordu, konuşa konuşa uyanıyordu. O gölge şimdi bir kulak olmuştu, şarabın sinirlerine ördüğü zinciri gerine gerine kırarak uyanan delikanlının dudaklarındaki kelimeleri dinliyordu.
Dirilir gibi uyanan genç, o müşkül ve muzdarip yakaza deminde gene yârini, yâri canını sayıklıyordu; yorgun, fakat mesut bir sesle mırıldanıyordu:
“Seher, canım Seher, güzel Seher!”
Nurani gölge titredi, üzerine kapanıp da nefes nefes harekete, idrake ve belki heyecana kavuşturduğu dudaklarından uzaklaşır gibi oldu. Fakat bu durumunu uzun bir zaman muhafaza etmedi, garip bir titreyişle gene o dudakları sardı ve inledi:
“Seher benim Hüseyin. Ağzını kapa. Yüreğini aç.”
Delikanlı, mahşer arifesinde ötecek İsrafil düdüğünü duyup da binlerce, on binlerce yıl sürmüş bir uykudan bütün küreye dağılıp ve kalıptan kalıba, renkten renge munkalip uzvi zerrelerini bir anda toplayarak uyanacak ölüler gibi, bütün benliğine, bilhassa aşkına sahip bir durumda gözlerini açtı, Seher’ini görmek istedi.
Fakat onun saçları muattar bir örtü gibi gözlerini örtüyordu, onun dudakları tatlı bir kapak gibi ağzını kapıyordu, onun sıkleti kutsi bir yük gibi vücudunu hareketten alıkoyuyordu. Bu vaziyette yalnız dimağının yandığını, gözlerinin bahtiyar bir körlükle karardığını, kalbinin zelzeleye uğradığını ve iradesinin eridiğini sezdi.
Yıkılıyordu. Lakin uçmak zevki alıyordu. Boğuluyordu. Lakin hayata yeniden doğduğunu sanıyordu. Bir küme saç hâlinde başını, alevli nefese çevirip ağzını, yumuşak bir perdeye dönüp bedenini saran sevgilisini muhtelif mahiyette sezip görmemekten garip bir haz alıyordu.
Bu nefes alıp veren, bu öldürüp dirilten, bu yıkıp kaldıran, bu bayıltıp ayıltan ve bu elle tutulup dille tadılan rüya bazen biter gibi oluyor ve gene tazelenerek Hüseyin’i cinnet buhranlarına sürüklüyordu.
Delikanlı gerçekten çıldıracak bir durumdaydı. Aşkın bütün hazlarını yudum yudum değil, avuç avuç içiyordu. Lakin bu bol kevseri ruhuna döken mukaddes pınarı göremiyordu ve onun sesini de duymuyordu. Yalnız muattar bir nefes ilkin ılık, sonra serin bir su oluyor ve dudaklarından geçerek damarlarına yayılıyordu.
Hüseyin cana can katan; hayır, yudum yudum ruh olup benliğini kaplayan bu aşk şelalesinin kaynağına gözlerini secde ettirmek istiyordu ve buna imkân bulamayınca garip bir eza duyuyordu.
Bununla beraber şikâyet etmiyordu, çünkü hissettiği eza ile haz, kıyas kabul edemeyecek bir nispetteydi. Üzüntüsü nihayet bir meraktı. Sevinci ise en yüksek bir bahtiyarlığın hasılası bulunuyordu.
İşte bu vaziyette odanın iç tarafındaki kapı önünde yürüyen bir ışık belirdi ve Hüseyin’i muattar bir gaflet içinde tutan saç perde, müskir dudak, kutsi yük telaşla yerini bıraktı. Delikanlı şimdi yanı başında küçülüp büzülen Nilüfer’le çıplak ayaklarını halılara öptüre öptüre yanına yaklaşan Seher’i -uzanıp yattığı yerden- vuzuhla seyrediyordu.
Evet, delikanlının yanında oturan Nilüfer’di ve onun maskesini bir mumun yardımıyla düşüren Seher’di. Fakat bu hakikati tenvir eden mum günahkâr bir sahnenin bütün tafsilatını da hem aktörlere hem Seher’e temaşa ettirmekten geri kalmıyordu.
Üçü de şaşkın ve muzdaripti. Nilüfer, o günlerde Nakilci’nin papağan adı vererek candan ilgi gösterdiği Seher’in kendisini gamzedeceğini ve işkencelere uğratacağını kuruntulayarak -hicaptan ziyade- azap duyuyordu. Hüseyin, gökten düşer gibi gece yarısı yanı başında peyda oluveren Seher’in hakikatte canlı bir rüya olduğunu, lakin eşiğine yüz sürmek iştiyakıyla günlerden beri maceradan maceraya atıldığı kadının da aynı sakafın[65 - Sakaf: Çatı, dam. (e.n.)] altında yaşadığını anlayarak derin bir hayret geçiriyordu. Seher, dizlerine kapanıp başına gelenleri anlatmak ve pala zoruyla kendisine irtikâp ettirilen günahlardan dolayı affedilmek için -ömrünü tehlikeye koyarak- yanına geldiği sevgilisini bir başkasına mal olmuş gördüğünden dolayı -şaşkınlıktan ızdıraba geçerek- sendeliyordu.
Tesadüf, masum bir aşkı kolay kolay tamir olunmaz şekilde tahrip etmişti. Hüseyin ile Seher bu harap olan mabedin mahzun ve muzdarip temel taşlarıydı. Gerçekten taş imişler gibi de acıklı bir sükût içinde, hedef oldukları musibetin matemini yaşıyorlardı. Nilüfer’e karşı o sırada aynı duyguyu taşıyorlardı ve ondan iğreniyorlardı. Lakin haris kadının yıktığı mabedi yeniden kurmak kudretini nefislerinde göremedikleri için de öldürücü bir elem duyuyorlardı.
Gözlerin karşılıklı incelemeleri, dudakların titrek sükûtu uzun bir zaman sürdü ve ilk kelimeli inilti Seher’in ağzında belirdi:
“Nilüfer, nedir bu hâl?.. Misafirin yanında ne arıyorsun? Başından da korkmuyor musun?.. Ağa senin şu durumunu görse ne der, ne işler?..”
Aşk hırsızı genç halayık, soğukkanlılığını elde ettiği için pervasız davrandı. Dağınık saçlarını düzeltti, göğsünün açıklıklarını kapadı, sert bir cevap verdi:
“Esir pazarından geldimse yüreğimi de satmadım, sattırmadım ya. O, yerceğizinde duruyor, harıl harıl çarpıyor, sevilmese bile sevmek istiyor. Bu gece onun sesine kulak verdim, bu delikanlının sesiyle de sarhoşladım. Bir halttır işledim. Şahlanan yürek ne ağa tanır ne paşa. Onun için hiçbir şey umurumda değil.”
Ve birden fırlayıp ayağa kalktı, diz kapaklarına kadar açık duran çıplak bacaklarına beyaz bir titreyiş çize çize tepindi:
“Ya sen!” dedi. “Ya sen burada ne arıyorsun?.. Ben ağanın halayığı isem sen de odalığısın. Halayıkların yüreğine kimse karışmaz amma odalıklarınkine efendileri pekâlâ karışır. Çünkü siz yarım nikâhlı sayılırsınız. O hâlde beni değil, kendini düşün. Çalımı bırak da yalvaragör!”
İki kadının bağırır görünüp de yavaş sesle yaptıkları bu sert muhavere, açık gözle rüya gördüğünü sanarak şaşkın ve bitkin yutkunup duran Hüseyin’e ummadığı hakikatleri öğretiyordu ve dimağına işlenen bilgiler, o dimağı kan içinde, yara içinde bırakıyordu.
İdraki gerçekten sarsılmıştı. Üsküdar’da bıraktığı kadını Nakilbend’de bulmak, Kara Süleyman’ın nikâhlısı diye tanıdığı o mahluku Nakilci’nin kapatması olmuş görmek havsalasına sığmayan, sığamayan korkunç bir hakikatti. Nilüfer’in bu hakikati haykırmasına kızıyor, Seher’in bu hakikati tekzip için ortadan kaybolmamasına kızıyor ve Seher’i bir başkasına mal olmuş gördüğü hâlde, kendisinin erimeyişine kızıyordu.
Bir aralık feveran etmek, vefasız ve günahkâr Seher’i hırpalamak istedi. Lakin Nilüfer’in yanında ve onunla birlikte yaşadığı aşk saatinin henüz pek sıcak duran hatırası arasında Seher’i sorguya çekmenin ne gülünç bir iş olacağını kavradığından bu düşünceyi bıraktı. Zaten onun üzerinde ne hakkı vardı ki?.. Kadıncağız Kara Süleyman’ın nikâhlısı idi. Bu durumda kendisine gönül vermek, kendisini düşünmek ve hele kendisini aramak Allah’ın da hoşuna gitmeyecek bir işti. Şimdi Kara Süleyman’ın nikâhlısı, Nakilci Mustafa Ağa’nın kapatması olmuştu. Bu değişiklik de nihayet Kara Süleyman’ı alakalandırabilecek bir hadise değil midir?..
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/m-turhan-tan/devrilen-kazan-bir-yeniceri-ocagi-romani-69428983/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Esat Efendi tarihinden alınmış olarak Cevdet Paşa tarihi, C. 12, s. 71. (y.n.)
2
Mevzun: Biçimli, düzgün, oranlı, uyumlu. (e.n.)
3
Sakf: Dam, çatı, tavan. (e.n.)
4
“Sadrazam Deli Abdullah Paşa’nın rıza-yı hümayuna uymaz hareketleri yoksa da yangınlar o zaman İstanbul ahalisinin indinde sadrazamın beceriksizliğine alamet sayıldığından on yedi saat süren Tophane ve beş saat sürmüş olan Sultan Hamamı yangınları akabinde kendisi azil ve İzmit’e nefyolundu.” (Cevdet Paşa tarihi, c. 12, s. 71) (y.n.)
5
Memnu: Yasak. (e.n.)
6
Evliya Çelebi bu varsağıyı Dördüncü Murat’ın -yeniçeriler elinde can veren gözdesi Musa Çelebi için- yazdığını söyler. O çelebinin nasıl bir hilkat bediası olduğunu da şair Nefi, şu manzumesinde tebarüz ettirir:
Yusuf’u İsa şiyem Musa ağa kim tal’ati
Gün gibi bir şu’ledir gûya çırağı Tûr’dan
Tineti hâkinde yok asla kuduretten eser
Cismini halk eylemiş barî taalâ nur’dan
Böyle ziba suretü pakîze siret görmedim
Bir melektir gûyiya etmiş tevellüd Hûr’dan
Cebhei berrak ile ol gerdeni kâfûr – renk
Zahir oldukça giribani siyah sammûr’dan:
Seyreden kimse tulû etti kıyas eyler hemen
Âfitabı âlem ârâyi şebideye deycûr’dan!
7
Küldöken: Kadın, eş. (e.n.)
8
Tarassut: Gözleme, gözetleme. (e.n.)
9
Tekevvün etmek: Meydana gelmek, olmak. (e.n.)
10
Zulümat: Karanlıklar. (e.n.)
11
İbram: Zorlama. (e.n.)
12
Evliya Çelebi bu tekkelerin her biri hakkında malumat verir. (c. 1., s. 478) (y.n.)
13
İhsas: Üstü kapalı anlatma, sezdirme, ima. (e.n.)
14
Tuğyan: Coşma, taşma. (e.n.)
15
Mansıp: Makam, yüksek dereceli memuriyet. (e.n.)
16
Rabia, yedinci asırda keramet sahibi olarak şöhret alan ve bu şöhretini bütün İslam kadınları arasında asırlarca muhafaza eden Basralı bir bayandır. Tacürrical unvanını almıştı. İyi bir şair olarak da meşhurdu. (y.n.)
17
Düzoğlu Kirkor, İkinci Mahmut devrinde darphane kuyumcusu idi. Müesseseyi kendi hesabına işler bir ticarethane hâline koyduğu anlaşılınca kardeşi Serkis’le beraber -kafaları kesilmek suretiyle- idam olundu. İki küçük kardeşi de Yeniköy’deki yalılarının pencerelerine asıldı. Bunların ev, yalı, dükkân, hamam vesaire olarak belki bin parçaya yakın mülkleri vardı. Tasmaları inci, zümrüt ve yakut ile süslü hamam nalını kullanırlardı. (y.n.)
18
Ateh: Bunama, bunaklık. (e.n.)
19
Defterdarlık Dairesi -Maliye Nezareti adını aldıktan sonra- 1866 yılında yandı. Kapının üzerinde bulunan ve vezne olarak kullanılan köşk daha önce yıktırılmıştı. Meşhur Nafiz Paşa’nın maliye nazırlığı sırasında bu hazine dairesinin, içindeki paraların ağırlığına dayanamayarak yıkılacağı hakkında Babıali’ye tezkere yazıldığı tarihlerde görülüyor. Fakat bu paralar beşlik ve metelikti!.. (y.n.)
20
Başbakı kulu: Maliye başmüfettişi. (e.n.)
21
Tegafül: Anlamazlıktan gelme. (e.n.)
22
Muhavere: İki kişi arasında karşılıklı olarak yapılan konuşma. (e.n.)
23
Muhzır: İlgililerin mahkemede bulunmalarını sağlayan görevli.
24
Cevdet Paşa bu define vakasını kendine has olan üslupla şu biçimde anlatıyor: “Eski Sadrazam Abdullah Paşa’nın baştebdili Kara Süleyman Medine-i Üsküdar’da Valide-i Atik Camii Şerifi civarında kain hanesinin bahçesini garsi eşçar garazile bir bağcıya belletirken bir kavanoz dolusu altın zuhur ettikte sahibi hane kavanozu ihraçta istical ve bağcı dahi hakkı sükût talebinde olarak biraz niza ve cidalden sonra üç bin kuruşa muadil altına ikna ederek bakisini alıp ve derunü haneye getirip, zevcesiyle birlikte ket-mü ihfa etmişler. Kadınlar ise ekseriya sır saklamadıklarından Kara Süleyman’ın zevcesi dahi bu sırrı ketmedemeyerek ferdası komşusu bir kadına pencereden hitap ile ‘Canım hanım, sakın kimseye söyleme. Bizim bahçeyi kazdırırken define bulduk.’ diye yüksek sesle kaziyyeyi hikâye ederken mahalle bekçisi işittikte ol bağcıyı bulup, birlikte defterdar efendiye götürmekle başbaki kulu ağa Üsküdar mahkemesine varıp Kara Süleyman’ı ihzar ve iptida tenhaca ve badehu bekçi ve bağcı müvacehelerinde istintak eyledikte, inkâr eylemiş ise de hanesine varılıp, kavanoz mahalli muayene olundukta, inkâra mecali kalmadığından, kavanoz defterdar efendi huzuruna götürülerek zeri mahbup ve yaldız ve Macar cinslerinden zuhur eden altınlarla birkaç kıt’a murassa hulyi nisa tadat olundukta, yüz elli bin kuruşa (kuruş bugüne göre lira demektir) muadil gelerek darphaneye gönderildi. Bağcıya ve bekçiye münasip miktar atiyye verildi.” (Cevdet tarihi, c. 12, s. 140)
25
Natır: Kadınlar hamamında hizmet eden ve müşterileri yıkayan kadın. (e.n.)
26
Meclup: Tutkun. (e.n.)
27
Halhal, eskiden topuklara takılan bileziklerin adıdır. Şair Nedim, halhal kullanan sevgilinin ayak sesini şöyle tavsif eder:
Pür etti kûçeyi sıyti feşafeşi dâman
İrişti zirvei nahide çin çini halhal!
28
Hattıistiva: Ekvator. (e.n.)
29
Tereddi: Yozlaşma. (e.n.)
30
Cevdet tarihinde bu hadise şu suretle hikâye olunuyor: “Dört nefer şekavetpişe Üsküdar’da büyük hamamın müsteciri Hafız’a gelip bin kuruş metalibesinde tehdit ve ihafe ettiklerinde Hafız Ağa “Ümmeti Muhammed yok mu?” deyu nida etmekle bu sesi duyan ahali sopa, balta ve kazmalarla seğirdip eşkıyayı merkumeden ikisini katlettiler. Diğer ikisi Atpazarı semtine firar ve orada bir bostana girip tüfek ve tabanca ile müdafaaya iptidar ettiklerinde birini ahali orada tüfek ile urup idam ve diğerini hayyen ahz ile Üsküdar kulluğuna teslim ettikten sonra maktullerin ayaklarına ip takıp tahkir ve teşhir ederek İskele Meydanı’na nakl ile saire ibret gösterdiler.” (y.n.)
31
Bu Köroğlu, Çamlıbel kahramanı olarak halk arasında şöhret alan yarı masal şahsiyet değildir. On yedinci asırda yetişen halk şairlerinden biridir. Onu ilk tanıyan ve tanıtan Evliya Çelebi’dir. Köprülü oğlu üstat Fuat, Muallim Agâh Sırrı ve daha birkaç güzide kalem sahibimiz, ondan bahsettikleri gibi, kıymetli muharrir Sadettin Nüzhet de şairin hayatı ve eserleri hakkında bir broşür neşretmiştir. (y.n.)
32
Mütezayit: Artan, çoğalan. (e.n.)
33
1910’da yanıp da şimdi mermer bir harabe hâlinde duran Çırağan Sarayı işte bu köşk ile mevlevihanenin arsaları üzerine 1866’da yapılmıştı. (y.n.)
34
Bu şarkı Enderunlu Vasıf’ındır. Şair, o sırada henüz sağdı. (y.n.)
35
Zu’m: Batıl zan. Şüphe. Yanlış zan. (e.n.)
36
Müncemit: Buz hâlinde bulunan, donmuş, donuk. (e.n.)
37
Sukut: Düşme, düşüş. (e.n.)
38
Tevsik etmek: Belgelendirmek, ispatlamak, kanıtlamak. (e.n.)
39
Muayyen: Belirli. (e.n.)
40
Arapların Zühre, Acemlerin Nahid dedikleri yıldız. Biz Türkler Çoban veya Kervan yıldızı deriz. Malum olduğu üzere bu yıldız güneş manzumesinin ikinci seyyaresidir, aşağı yukarı bizim küremiz kadar büyüktür ve onunla güneş arasında bulunduğu için bazen batı, bazen de doğu tarafında görünür. (e.n.)
41
Cevdet Tarihi’nin 11’inci cildine ilave olunan vesikalar arasında bu hadiseyi tenvir eden iki tezkere sureti vardır. Nişancı Hâlet Efendi’den Berberbaşı Ali Ağa’ya yazılan birinci tezkerede şöyle deniliyor:
“Çırağan önünden güzel sada ile geçerken çağırılarak kendisine birkaç beste şarkı okutulan Gülhane hademesinden Hüseyin nam kimsenin Enderunu Hümayun ağaları zümresine ithal ve seferli koğuşuna çırağ buyurulması yeniçeriler tarafından duyulmakla böyle bir adamın Enderun’a alınmasına Sultan Süleyman kanununun müsait olmadığı beyanile bir fesat tohumu çıkarılmak istenildiği anlaşıldı. Aman efendim. Şu fesadın def’i için ne yapılmak lazım ise yapılması.”
Berber Ali Ağa da şu cevabı veriyor:
“Tezkerenizin vürudundan önce Serçukadar Ömer Ağa işin bu şekil alacağını kavrayarak şevketlu efendimizin huzuruna çıkmışlar ve barit muamelelerle meseleyi açıp ve padişaha yakışacak kelamlar bulup kendilerini kandırdıkta: ‘Benim pederim. Sen ne veçhile münasip görürsen sana izin verdim, öyle yap.’ buyurulduğundan sezilen fesadın önü kestirilmek için mezkûr Hüseyin’in yüz kuruş maaş ile yatağını verip saraydan çıkarmış olduğu malumunuz olmak üzere…”
Not: Bu vesikalar uzundur: Tahammül olunamayacak kaba bir üslupla yazılmıştır. Biz telhis ettik. (y.n.)
42
Bu nişan taşıma merasimini Vakanüvis Esat Efendi Üssü Zafer adlı eserinde müstehzi bir lisanla hikâye eder. Daha fazla tafsilat almak isteyenlere o kitabı okumalarını tavsiye ederim. (y.n.)
43
Hikâyemizin cereyan ettiği tarihlerde Bahçekapısı’ndaki bekâr odalarına “melek girmez” derlerdi. Bu odalar yeniçerilerden otuz bir cemaatin idaresi altındaydı. Bu cemaat mensubu olan külhaniler, yakaladıkları kadınları “melek girmez” mıntıkasına aşırırlar ve akla sığmaz edepsizlikler yaparlardı. Şanizade tarihinde okunduğuna göre, büyük bir taun hastalığından istifade olunarak yerine şimdiki Hidayet Camisi yapılmak üzere bu odalar yıktırıldığı vakit birçok kadın ölüleri bulunmuştu. Nitekim Üsküdar’daki bekâr odaları kaldırılırken de piçlendirilmiş kadınların kullandıkları sayısız beşiklere tesadüf olunmuştu!.. (y.n.)
44
Tüysüz, bıyıksız yeniçerilere civelek derlerdi ki, aşağı yukarı yaver demektir. Bunlar külahlarının üstüne çaprazvari sarık sararlardı, arkalarına kırmızı salta, bacaklarına mavi şalvar, ayaklarına kırmızı yemeni giyerlerdi. Bellerine madenî kemer bağlarlardı. Civelekler ocak mutfağında çalıştırılır ve sokağa çıkışlarında -taarruza uğramamak için-yüzlerine peçe örterlerdi. Ocağın tefessüh devresinde kabadayı ağaların her biri, üç beş civelek istihdam etmeye başlamıştı. (y.n.)
45
Bektaşiler kurban kesmeye tığlamak derlerdi. (y.n.)
46
Yeniçeriliğe intisap edenlere sofa tezkeresi adı verilen bir vesika verilirdi. Bektaşi tarikatına girmek için yapılan ilk ayine de ikrar vermek denilirdi. İleride bu merasimi de anlatacağız. (y.n.)
47
Mescud: Secde edilmiş. Kendisine secde edilmiş olan. (e.n.)
48
Bektaşiliğe hurufilik de derin surette karışmıştır. Aşkname, Hakikatname, Mahşername, Hidayetname gibi hurufiliğe ait kitaplarda tekâmül etmemiş vicdanları kaba bir anthropomorphisme’e sürükleyen bu gibi telkinler çoktur. (y.n.)
49
Yeniçerilerin padişahları mühimsemediklerini belirten ilk hadise olmak itibarıyla kısaca anlatalım: İkinci Selim tahta çıktığı vakit ocaklıya bahşiş vermekte tereddüt göstermişti. Babasının cenazesiyle beraber Belgrad’dan İstanbul’a gelip de şehre girince yeniçeriler saflarını sıklaştırarak, onun yürümesine engel olmuşlardı. Beyazıt Meydanı’nda vezirlerden Pertev Paşa ileri geçerek, safları yürütmek ve zemheri soğuğu altında sıkıntıdan terleyip duran padişaha yol açmak istedi. Yeniçeriler “Bre mastibacak fitne. Biz senin kölen miyiz!” diye bağırdılar ve bir harbi darbesiyle onu attan düşürdüler, biraz sonra boy gösterip “Yoldaşlar, ayıptır!” demek isteyen Kaptan Piyale Paşa’yı da “Yıkıl be züğürt gemici!” diye attan yıktılar, bir hamam külhanına sığınmak zorunda bıraktılar. Nihayet Sultan Selim, aczini anladı, yeniçerilerin dileklerini yerine getirdi. (y.n.)
50
Genç Osman, isyan başlayınca, ağa kapısına iltica etmişti. Yeniçeriler, ağayı parçalayarak, kendisini oradan aldılar, adi bir beygire bindirdiler. İlkin kışlalarına, sonra Yedikule’ye götürdüler. Sırtında sade bir entari vardı. Başı açıktı. Yolda “Canım Osman Çelebi. Meyhane basıp yeniçeri yakalamak, onları denize atmak hoş muydu?” diye kendisiyle eğleniyorlardı. Bu arada Altıncıoğlu denilen biri de “Ne yumuşak etin var!” sözüyle baldırlarını sıkmıştı. (y.n.)
51
Sadrazam Hafız Paşa’nın ve on yedi saray adamının idamını isteyerek kazan kaldıran ocaklılar, o sırada henüz pek genç olan Dördüncü Murat’ı ayak divanına çıkarmışlar ve etrafını sararak “Ya istediklerimizi verirsin yoksa iş başkalaşır!” dedikleri gibi bir aralık yumruklarını sıkarak üzerine de hücum etmişlerdi. (y.n.)
52
Meş’ur: Şuurlu. Kendini bilen. (e.n.)
53
Beliye: Felaket, keder, tasa. (e.n.)
54
Astar, ocaklı kavuklarından birinin adıdır. Buna “nefer kalafatı” denir ve astar adı da verilmesinin sebebi kavuğun üstüne açık kahverenginde bir astar sarılmasıdır. Bu astar, toplu iğnelerle kavuğa tutturulurdu. (y.n.)
55
Suriş: Karışıklık, kargaşalık.(e.n.)
56
Teşviş etmek: Karıştırmak, karmakarışık etmek, bulandırma. (e.n.)
57
Taaffün: Kokuşma. (e.n.)
58
İkinci Mahmut’un tahta çıkışı, malum olduğu üzere, tesadüfidir. Alemdar Mustafa Paşa, tahttan indirilmiş olan Üçüncü Selim’i gene padişah yapmak istiyordu ve bu maksatla saraya girmişti. O sırada tahtı işgal eden Dördüncü Mustafa, mahpus tutulan Selim’i öldürttü. Veliaht Mahmut’u da öldürtecekti. Muvaffak olamadı ve Mahmut, Alemdar’ın emriyle tahta çıktı. Pek az bir zaman sonra yeniçeriler Alemdar’ı intihara mecbur edip de saraya saldırınca Mahmut, bir dolaba saklanmış olan kardeşi Mustafa’yı yakalattı, anasının gözü önünde yorgan ipiyle boğdurttu. Yoksa yeniçeriler onu atıp yerine gene Mustafa’yı çıkaracaklardı. (y.n.)
59
Beht: Şaşkınlık. (e.n.)
60
Rükudet: Durgunluk, durulma. (e.n.)
61
Kavsikuzah: Gökkuşağı. (e.n.)
62
Ayin-i cem, Bektaşi tarikatında olanların -kaçsız, göçsüz- yaptıkları içkili, danslı toplantılara denilirdi. Bu ayin için en çok kış geceleri seçilirdi. Ayinden önce “gözcü” adı verilen canlar paçaları sıvarlar, mıntıkalarını tarassut altında bulundururlardı. Gece olunca köy, oba veya mahalle halkı, yani ikrarı alınmış Bektaşiler toplantı yerine giderlerdi. Ayine erkekle kadın müsavi haklarla girerlerdi. Yani üstünlük ve ayrılık gayrılık yoktu. Baba, yüksekçe bir mindere oturmuş bulunduğu hâlde cemaati beklerdi. Onun oturuşu da muayyen bir şekilde olurdu. Yani ellerini dizlerine dayar, koltuklarını açardı.
Ayin yerine girecek olanlar kapının önünde dururlar, boyun keserlerdi ve baba destur ettikten sonra içeri girerek babanın avucunun içini öperler, geri geri çekilirler ve gene onun desturuyla oturabilirlerdi.
Ayinlerde “yasacı” denilen bir adam bulunurdu. Onun vazifesi sakileri, raksa ve semaya çıkacak olanları ayırmak, taşkınlık edenleri terbiyeye davet etmek, yüksek sesle konuşanları susturmaktı. Kadınlar ancak babanın ve yasacının emriyle sakilik yapıp semaya kalkabilirlerdi. Sakiler ilkin dem tablasının kenarına ellerini koyup boyun keserlerdi, sonra dönüp herkese dem sunarlardı.
Ayin-i cemlerin sonunda yemek yiyenler, gülbanka çekilirdi. Evlenmeyen erkeklerin ve kadınların ayinlere girmeleri caiz değildi. (e.n.)
63
Dem tablası: İçine içki veya şerbet bardaklarının konduğu, derinliksiz düz kap. (e.n.)
64
Beyhuş: Aklı başından gitmiş. (e.n.)
65
Sakaf: Çatı, dam. (e.n.)