Cehennemden Selam
M. Turhan Tan
Elbistan’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Yemen’e uzanan yolda karşılıyor bizi bu kez tarih. Kuyuların acımasızlığını gözlerinde, savaşın zulmetini -ihtiyarsız- ellerinde taşıyan bir gençle, Kör Mahmut’la karşılıyor. Çocukluğun masumiyetini, gençliğin yiğitliğini, kimsesizliğin cesaretini hep savaş meydanlarında yaşamanın zorunluluğu her zamankinden beterdir. Sahranın uçsuz bucaksız sıcaklığını bir kadın nefesine sığdırıp diyar diyar gezerken, oraların güzelliği, büyüleyiciliği kadar yoksulluğu, acıları, âdetleri, acımasızlığı da benliğinde yer edecektir. Türk okuyucusu tarafından pek bilinmeyen M. Turhan Tan, tarihî roman geleneğimizin en önemli isimlerinden biridir. Birçok önemli memuriyetlerde bulunduktan sonra Sivas mebusluğu da yapmış ve 1922 yılından itibaren kendini tamamıyla yazı hayatına adamıştır. En önemli eserlerini ise tarihî romancılık alanında vermiştir. Bazı eserleri Almanca, İngilizce ve Yunanca gibi dillere çevrilen, tarihî gerçeklikleri berrak ve sürükleyici bir üslupla aktaran Tan, Türk tarihinin zengin mirasını eserlerine ustalıkla taşımış ve okuyucusuna tarihî romanları keyifle okutan bir yazar olarak Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Turhan Tan’ın ölümünden sonra unutulan ve Türk yazın hayatından çekilen eserleri, Türk okuyucusunun özellikle son zamanlarda ilgisini çeken ve neredeyse güncelleşen konulara değinip ele aldığı dönemlere ışık tutmakta, günümüzdeki kimi tartışmalara cevaplar getirmektedir.
M. Turhan Tan
Cehennemden Selam-Bir IV. Murat Dönemi Romanı-
Mümtaz Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…
BİRİNCİ KISIM
1
Maraş’la Elbistan arasında bir boğaz vardır ki, kıskanç bir kol gibi Göksün Yaylası’nı muhafaza eder. Bu yayla, yaz günlerinin âdeta zifaf odasıdır. Çiçek, çimen ve ılık bir ziya, hiç dinmeyen nüvazişkâr bir rüzgâr, bütün yaz burada el ele raksan[1 - Reksan: Raks eden, dans eden, oynayan. (e.n.)] olur durur.
Duygulu bir insan, bu güzel yaylada rengin manasını ve kokunun nüfuzunu adım adım anlar ve gayriihtiyari kendinden geçer. Denilebilir ki, Göksün Yaylası, Âdem babamızın yeryüzünde diyar diyar aramış olduğu ve maalesef bulamadığı cennettir.
Üç yüz küsur sene evvel bir gün, yaylanın taze ve nazik çiçekleri, üzerlerinden ölümün uluyarak geçtiğini gördüler. Onların hiç de aşina olmadıkları fena bir koku, ölüm kokusu, zavallıları bir an içinde soldurdu ve yaylaya ezelden beri besteler terennüm eden rüzgâr, ölümün korkunç sayhaları karşısında ağlayan bir sadaya dönüştü.
O gün salı idi ve salı günü, Göksün Yaylası’nın masum Türkmenlerden ve develerle koyunlardan ibaret misafirleri için, o tarihten beri uğursuzdur.
***
Yaylayı mateme boğan o gün, meşhur Kuyucu Murat Paşa için bir düğün oluyordu. Bu doksanlık ihtiyar, Kalenderoğlu’yla kendisine tabi olanları çetin bir harpten sonra o gün tarumar etmişti. Tam yirmi altı bin baş, Türk başı, Osmanlı serdarının önüne yığılmıştı. O şimdi âdeti üzere bir sürü kuyu kazdırmış, kılıçtan kurtulabilip de esir olarak huzuruna getirilen vatandaşları birer birer boğdurarak kuyulara attırmakla meşgul bulunmuştu.
Kendisi bir büyük çadır altında oturuyor, entarisinin açık düğmeleri arasından “yeşil atlas zıbını” görünüyordu. Bazı aziz şeyhler tarafından kendisine ulaşan, doğu ve batı cenklerinde nice zafer ve bereket eserleri müşahede olunan “tig-i mehd-i iman” da her zamanki gibi bir muskayla boynunda asılı bulunuyordu.
Asker, elde ettiği ganimetleri taksime dalmıştı. Mağlupların yırtık donları, kirli külahları elden ele dolaşıyordu. İnsaf hakkına söylenirse ele geçen ganimet çekilen zahmete değmezdi. Kalenderoğlu, hakikaten kalender bir asi imiş. Serdarın muzaffer ordusuna bir sürü kuru kelle ile bir yığın kirli çamaşırdan başka bir şey bırakmamıştı.
Serdarın önündeki, boğulmaya mahkûm tutsakların artık sonu gelmiş, güneş de batmaya başlamıştı. Terkisinde bir çocukla yavaş yavaş çadırlara doğru giden atlı bir sipahi, ansızın Murat Paşa’nın gözüne çarptı. Derhâl adam göndererek çocuğu atından indirtti ve huzuruna getirtti.
Vezirin, çocuğu ne yapacağını merak eden birtakım yeniçeriler, sipahiler büyük çadırın etrafında toplanmışlardı. Çocuğu terkisinde taşıyan zeki ve mert bakışlı sipahi de atını bir panayır kazığına bağlayarak bu kalabalığa karışmıştı.
Henüz on yaşlarında görünen çocuk, dehşetten ziyade hayreti gösteren bir sima ile karşısında durunca paşa mırıldandı:[2 - Konuşma, aynen tarihten alınmıştır. (y.n.)]
“Ne yerdensin? Eşkıya arasına neden düştün?”
Sabi doğru söyleyip “Kırşehir’denim.” dedi. “Kıtlık yüzünden babam beni alıp bunlara katıldı. Boğazımız tokluğunca yanlarında gezerdik.”
“Baban ne idi?”
“Şeştar çalardı, onunla geçinirdi. Amma bir ay evvel öldü.”
Murat Paşa, “ser taaccüb-i tahrik ile zehr hund idüp”, “Hay, Celâlileri şevke getirirdi, öyle mi?” dedi ve çocuğun boğulmasına işaretle emir verdi.
Saatlerden beri güle güle adam boğan cellatlar, bu yetim çocuğu öldüremeyeceklerini pervasız söylemişler ve hemen birer tarafa dağılmışlardı. Murat Paşa, bu hayırlı işi yeniçerilerin yapmasını teklif etti. Birkaç yüz ağız birden “Biz Celâli miyiz? Cellatlar bile bu yetime acıdı. Hiç mi insafın yok paşa?” diye bağırdı.
Kana kanıksamamış olan vezir, bu sitemli ve lügatli bağırışa ehemmiyet bile vermedi. Kendi iç oğlanlarına, çocuğun boğulmasını söyledi. Bu uşak güruhu da efendilerinin emrini dinlememek cüretini göstererek birer tarafa savuştu. İşte o zaman görenleri iğrendiren bir hâl vaki oldu: Doksanlık vezirin, müthiş bir hiddet feveranıyla ayağa kalktığı ve idamına ait hükmü şaşkınca dinleyen çocuğu yakalayarak cesetle dolu bir kuyunun kenarına götürdüğü görüldü.
Serdar, hiddetten büsbütün titreyen kuru parmaklarıyla çocuğun ince boynunu mütemadiyen sıkıyor, zavallı yavru bir taraftan katilin ellerini tırmalamaya diğer taraftan vezirin ötesine berisine tekme atmaya çalışıyordu. Kimi “lanetullah aleyk”[3 - “Allah’ın laneti üzerine olsun!” (e.n.)] diye bağırıyor kimi faciayı daha ziyade görmemek için oradan uzaklaşıyordu.
Muhteşem cellat ile kudretsiz çocuk arasındaki hazin karşılaşma çok devam etmedi. Kanadı ve ayakları serbest bırakılarak kesilen piliçler gibi, çocuk da süreksiz bir çırpınma gösterdikten sonra, katil parmakların gittikçe artan baskısı altında hafif bir harhara çıkararak gözlerini yumdu.
Murat Paşa, verdiği hükmü bu suretle bizzat infaz ederek meramını, bütün bir orduya rağmen tatmin etmiş oldu. Boğduğu yavruyu kuyuya attıktan sonra iskemlesine oturdu. Büyük çadır tarafında henüz toplu bulunan asker ve hademe, kendisini lanetlemeye devam ediyordu. Fakat o, yaptığı işten memnun ve iftiharlı, etrafına hitap etti:
“Kalenderoğlu, Kara Sait, Yağmur Halil ve sair eşkıyalar, analarından at ve mızrak ile doğmadılar. Hep böyle sabi idiler. Sonra büyüyüp âlemi fesada verdiler. Bu oğlan eşkıya ile gezip ‘kendilerin ahlakından terbiye olmuştu’; büyüyünce bu fesadın lezzeti dimağından gitmez. Şimdiden vücudunun ortadan kaldırılması vacip idi.”
Bu garip ve manasız felsefe, hazır bulunanların nefretini gideremezdi. Paşa bunu pek güzel anlıyordu. Binaenaleyh yüzüne karşı hakaret görmemek için çadırına çekilmeyi muvafık buldu ve kuyuların artık topraklanması emrini vererek “otağ-ı zerrin tak”ına doğru yürüdü.
Paşanın uzaklaşması üzerine orada bulunan asker ve saire de çadırlarına yollanmışlardı. Yalnız, elli altmış hizmetçi, ellerinde kürek, isteksiz bir tavırla kuyuları örtmeye uğraşıyordu. Serdarın seher vakti oradan uzaklaşması kararlaştırılmış olduğundan kuyular doldurulmasa da olurdu. Herifleri boğduktan sonra bir de kuşa kurda karşı muhafazalarını düşünmek manasızdı! Kartaldan kargaya kadar binbir çeşit kuş, bu binlerce ölüden mürekkep ziyafeti bir daha güç görürlerdi. Ölülerin donu, gömleği askere nasip olmuştu. Eti, kemiği de yaylanın kuşuna, kurduna gıda olsa ne olurdu?
Bu düşünceyi güden hademe alayı, her kuyuya birkaç kürek toprak atıyor; şuradan buradan görünen kol, bacak gibi şeyleri örtmeye bile lüzum görmüyordu.
Kuyu örtenler, yatsıdan biraz sonraya kadar bu işle uğraşarak yerlerine çekilmişlerdi. Çetin bir harpten çıkmış olan yorgun asker ise çok derin bir uykuya dalmıştı. Yalnız rüzgâr, o günkü mezalimi yâd ile tıpkı bir hasta gönüllü gibi, hafif hafif inliyor; ay, yere düşmek isteyen bir yumruk gibi, mahzun yaylanın üstünde titriyordu.
Mevkinin bu matemî sükûneti arasında ölüm kuyularının şekli çok hazin idi.
Her kuyu susturulmuş bir ağız gibi gerilmiş ve muzdarip sırıtıyordu. Onları susturan kuvvet yüce olsa belli ki hiçbir sazın sinesine sığmayacak binbir feryat, ortalığı velveleye verecekti. Ya o ihmal edilerek örtülmemiş kollar, bacaklar?.. Bunların her biri, gecenin ayla pudralanmış esmerliği arasında garip manalar ifade ediyordu. Şurada açık bir el, sanki can çekişen hayatını tasdik edecek bir mesut tesadüf dileniyor; burada dikilmiş bir ayak, çaresizce gönderildiği ebediyet âlemine son adımını atmak için güya inat etmek istiyordu.
Uykusu kaçan bazı askerlerin çaldıkları bağlama sesleri de yavaş yavaş kesilmiş, koca yayla ölüm kuyularıyla tamamen baş başa kalmıştı. Ansızın gölgemsi bir vücudun, kuyuların arasında hareket ettiği görüldü. Âdeta uhrevi bir reftar ile yürüyen bu gölge, bariz bir itina ile ilerliyor ve bazen durarak ordugâha doğru bakıyordu.
Bu, belki mezar soyucu ve belki bir matemzedeydi. Eğer nebbaş ise zaten birer gömlekle kuyulara atılan ölülerin nesini alacaktı? Canevinden vurulmuş bir matemzede ise hicranını çektiği vücudu, o dilsiz kuyuların hangisinde bulacaktı?
Meçhul adam, hedefinden emin görünerek doğruca bir kuyunun başına gitti ve üstü pek hafif bir tabaka toprakla örtülen, hatta bir kısmı açık bırakılan bir kuyuyu eliyle temizlemeye başladı. İki dakika içinde topraklar kalkmış, kuyudaki cesetler meydana çıkmıştı. Sakallı, sakalsız, genç, ihtiyar, elli kadar ceset, üst üste yığılmıştı. Şu umulmaz akıbetlerine ebedî bir teslimiyet gösterir gibi boynu bükük duran bu cesetlerin en üstünde, serdarın bizzat boğduğu çocuk duruyordu.
Meçhul adam, çocuğun önce gözlerini açtı. Mahnukun[4 - Mahnuk: Boğulmuş, boğazı sıkılmış. (e.n.)] sol gözünden kan sızıyordu. Sağ gözü seçilmez bir renk değişimi gösteriyordu. Bu ilk inceleme, kendisine biraz ümit vermiş olmalıdır ki yüzünde sevinç alametleri belirdi ve hemen çocuğun göğsünü açarak kalbini dikkatle dinlemeye başladı. Biraz sonra meçhul adamın ağzından şu sözler dökülüyordu:
“İhtiyar kurt! Pençende kuvvet kalmamış. İşte, kuzu yaşıyor. Artık kuzumuzu biz paylaşırız.”
Her kelimesinden hınç fışkıran bu söylenişi müteakip, meçhul şahsın, boğulan çocuğu ölüm kuyusundan çıkararak omzuna aldığı ve ordugâhın karşı tarafına, ıssız yaylaya doğru uzaklaştığı görüldü.
Bu, o gün çocuğu atında taşıyan sipahi idi.
2
İSTANBUL’DA BİR GECE
İstanbul’un, sık sık kostüm değiştiren bir süs meraklısı gibi, tarih elinden yeni bir elbise daha aldığı yıllardayız. Hovarda erkeklere yalnız kucaklarını açıp kalplerini kapatan fettan kadınlar gibi, tabiatın bu naz düşkünü kızı da şark ve garbın binbir çeşit cenk erlerine, işte on beş asırdan beri, sadece yüzünü, gözünü öptürmüş, benliğini vermemişti. Fakat şimdi, alnına vurulan tabiat damgasını, tedricî bir teslimiyetle ruhuna da nakşettiriyor, eski Bizans yeni bir “İslambol” oluyordu.
İstanbul’un geçirdiği bu dönüşüm şekli, hicretin on birinci asrına ve bizim hikâyemizin cereyan ettiği senelere tesadüf eder. Herhangi bir ziyaretçi o senelerde İstanbul’a gelse, memleketin havasında bol bir kireç ve taş kokusu dolaştığını hisseder ve adım başında bir çekiç sesiyle karşılaşırdı. Şurada bir mabet, burada bir zaviye, beri tarafta bir çeşme, öbür tarafta bir köprü yapılıyor ve sanki İstanbul’un göğsüne yer yer kürek hâkimiyeti çivilenmek isteniyordu.
Ayasofya’nın karşısındaki altı minareli cami, bu hummalı devrin son mahsulüdür. Bu caminin yerinde vaktiyle üç muazzam saray vardı. Her biri bir vezire ait olan bu saraylar, bedelsiz istimlak edilerek yıkılmaya başlanmıştı. Yüzlerce amele, birer küçük mahalle büyüklüğünde olan bu sarayların yıkımıyla ve enkazıyla uğraşıyordu.
Kimi Tebriz’den kimi Marakeş’ten gelen bu amelelerin rengârenk kıyafetlerini görmek, onların birbirine benzemeyen konuşma tarzını dinlemek İstanbul halkı için tatlı bir eğlence oluyordu. İnsanları, tek bir ana ile tek bir babadan kolayca teselsül ettiren anane-i tarih, ihtilafını da bir esasa rabt için Babil Kulesi hikâyesini tasannu etmekte muztar kalmıştı. Hâlbuki o efsanenin hakikati bu inşaat yerlerinde görülüyordu. Viyana’dan Hindistan’a kadar uzanan altın iz, Türk’ün kılıç izi, tıpkı bir mıknatıs gibi yüz türlü milletin sabırsız fertlerini İstanbul’a sürüklüyordu. Bu ecnebilerin hepsi, dilini bile bilmedikleri bu büyük Türk şehrinde ekmek, elbise ve ekseriya da şeref buluyorlardı.
Amelenin her gün güneşin batışına kadar gösterdiği faaliyet, akşam olur olmaz derin bir sükûnete dönüşüyordu. O zaman, oralardan yalnız bıçağına güvenenler geçerdi. Çünkü yeniçerilerin koydukları bir kaideye göre, gece gezintisi ancak Hacı Bektaş fukaralarına ve onların himaye ettiklerine münhasır bir haktır ve bu hakkın dayandığı kuvvet ise bıçaktır!
Yıldızların bulutlara büründüğü bir sonbahar gecesi, bu inşaat mahallinden uzun boylu bir şahsın, on yaşlarında bir çocuğu elinden tutarak geçtiği görülüyordu. Çocuk, bazen enkaz yığınlarının acayip şekillerine dalarak duruyor, bazen yanındaki adama sualler sorarak oyalanıyordu. Uzun boylu adam, çocuğun her duruşunda “Yürü Mahmut, geç kaldık.” diyor ve onu yürümeye zorluyordu.
İki yolcu enkaz arasından aheste aheste geçerek henüz yıkılması tamamlanmayan sarayın önünde durmuşlardı. Bu sarayın kapıları, pencereleri sökülmüş, üstü açılmıştı. Sade duvarlarıyla bir kısım odalarının tahtaları yerinde duruyordu.
Uzun boylu adamla çocuk, bu delik deşik sarayın karmakarışık dehlizleri arasından geçerek mahzenimsi bir yere kadar gelmişlerdi. Göksün Yaylası’ndaki sipahi olduğunu söylemeye lüzum görmediğimiz uzun boylu adam, orada biraz durakladı ve elini ağzına götürerek mükemmel bir çakal sadası çıkardı. Bu sese iki dakika sonra aynı şekilde mukabele olundu ve müteakiben bir kapı açılarak mü-heykel bir vücut göründü.
Bizim sipahi “Merhaba!” dedi. “Biz geldik, ruhsat var mı?”
Görünen şahıs “Bir eksiktik, tamam olduk.” dedi. “Buyurun.”
Girdikleri yer, bir zemin odasıydı. Minimini bir meşaleden dumanla karışık hafif bir ziya çıkıyor ve oradaki insanlara, isten yapılmış resim şekli veriyordu.
Sipahinin “Esselam!” sözünü altı ağız birden “Ehlen ve sehlen!” diye karşıladı! Şimdiki gelenler, eskileri gibi toprağın üstüne çömelmişlerdi. Çocuk, bellerinde birer yatağan, yerde bağdaş kuran bu acayip kıyafetli adamları, biraz evvel gördüğü enkaz yığınlarına benzetiyor, ortadaki meşaleden daha keskin parlayan bu kıvılcımlı gözlerden âdeta terliyordu.
Eğri sarıklı, kıllı kolları açık biri “Çeşmi Efendi…” dedi. “Hoş geldin. Sözden evvel hele bir yut bakalım. İstersen oğlana da sun.”
Ve cevap beklemeksizin yanındaki iri su testisini alarak büyücek bir toprak çanağı doldurdu ve isminin Çeşmi olduğunu öğrendiğimiz sipahiye uzattı.
Çeşmi Efendi elini göğsüne koyarak “Hu!” dedikten sonra çanağı ağzına götürdü ve son yuduma kadar içerek “Kan gibi şarap!” dedi. “Nemse kralı da bundan âlâsını içemez.”
Şarabı veren mukabele etti:
“Doğru söyledin, kan gibi! Fakat ucuz! Bir sipahi kanı kadar ucuz!”
Oradakiler hep homurdandılar:
“Kanımız ucuzdur amma içene zehir olur. Bunu sen de bilirsin ya, Tanrıbilmez!”
Tanrıbilmez güldü:
“Hele Çeşmi Efendi erkânı yerine getirsin, çanağı üçlesin. Sonra dertleşiriz.”
Çeşmi bu teklifi de tekrar ettirmedi, birer “Hu!” ile iki çanak şarabı daha yuvarladı.
Şimdi hepsi içiyor, iri testiler sık sık dolup boşalıyordu. Aralarındaki konuşma, hep harp ve darp üzerine cereyan ediyordu. Yekdiğerleriyle konuşmalarından bu adamların isimlerini ve kısmen hayat hikâyelerini anlamak mümkün idi.
Aşiret meclisini idare eder gibi görünen Tanrıbilmez, meşhur bir sipahi idi. Sadrazam İbrahim Paşa’yı hicvettiğinden dolayı bir eşek üstüne ters bindirilerek, mahalle çocuklarının hayhayası arasında sokak sokak teşhir edildikten ve eziyet gördükten sonra idam olunan meşhur Şair Figani’nin torunu idi. Figani oğluna ve o da Tanrıbilmez’e, bu zulmün er veya geç intikamının alınmasını vasiyet etmişlerdi. Zalimler, dünyadan gitmişlerse de halefleri duruyordu. Tanrıbilmez, işte bu intikam peşinde gezer ve herhangi bir isyanın içinde mutlaka bulunurdu.
Şu genç adamın ismi, Dağlar Delisi idi. Memleketindeki yavuklusuna o tarafın beylerbeyi göz koymuş ve kızcağızı sekbanları vasıtasıyla saçlarından sürükleterek konağına getirtmişti.
Dağlar Delisi o günden beri her beylerbeyinin af bilmez düşmanıdır.
Şu ince -fakat köküne kuvvetli bir kavak ağacı gibi- dipdiri vücut, Köse Ahmet’tir. Onun tımarını garez sebebiyle septe düşürmüşlerdi.[5 - Septe düşmek, tımar vazifesi mahlul oldu demektir. (y.n.)] Ne kazaskerlere ne de kubbealtına davasını dinletememiş, ecdadından miras kalan tımarını bir türlü septeden çıkartamamıştı. Şimdi vezirler ve beylerbeyleri haslarını[6 - Has, maaş mukabili olarak büyük memurlara tahsis olunan varidatın alındığı yerlere denir ki, hasları ekseriya, livalar ve vilayetler teşkil ederdi. (y.n.)] fırsat buldukça yağma etmeyi nefsi için “meşru bir hak” biliyordu.
Sipahi Çeşmi’ye kapıyı açan iri vücutlu adam, “Ağaçtan Piri”dir. O sadece bir tokat yüzünden derbeder olmuştur: Sinanzade Mehmet Paşa’nın bir muharebe günü cesaretli olabilmek için fazla şarap içerek düşman karşısında ve at sırtında kusmaya başladığını görünce dayanamamış, ordu içinde sarhoş sillelemişti. Ele geçince izalesi musammem olduğundan diyar diyar macera peşinde geziyordu.
Baldırıkısa diye çağrılan şu kalın yapılı sipahi, Tanrıbilmez’in çocukluk arkadaşı; Genç Mehmet de Ağaçtan Piri’nin amca uşağı idi. Bu münasebetle onların davalarına ve maceralarına iştirak ediyorlardı.
Çeşmi Efendi, daha Birinci Murat zamanında sarayın kokuşma kabiliyetini hissederek meşhur “Harname”yi yazan Şeyhi’nin torunlarından idi. Bu kitap, küskünler içinde âdeta bir “Mezamir” idi ve Çeşmi, “Harname” sahibinin torunu olmak itibarıyla bu gibi kişiler tarafından daima hürmet görürdü.
Kendine evlat edindiği Mahmut’u, Kuyucu Paşa’nın boğarak kuyuya atması ve çocuğun mucize nevinden kurtulması üzerine intikam için nefsine karşı söz vermişti. Göksün Yaylası’ndan ayrıldıktan sonra çocuğu bir Türkmen obasında tedavi ettirmişti. Kuyucu’nun sinirli parmakları, boğamamışsa da bir gözünü körletmişti. Çeşmi Efendi minimini Mahmut’u bu hâlde İstanbul’a getirmiş ve Tanrıbilmez’le arkadaşlarına katılmayı, fikrini tutmak için uygun bulmuştu.
Her biri başka bir sebeple intikam arkasında gezen bu yedi kişi, bu gece bir sohbet yapmak için toplanmış bulunuyorlardı. Şu yıkık sarayın gizli bir odasını da toplanma yeri tayin etmişlerdi.
İçmek için şarap ve oynamak için “civelek[7 - Civelek, onuncu ve on birinci asırda başlayan ve çoğalan içtimai ahlaksızlıklardan olup yeniçerilerin, sipahilerin yüzlerine yarım peçe örterek yanlarında gezdirdikleri genç çocukların unvanıdır. (y.n.)]” vardı. Gelmesi beklenen “civelek”, Kuyucu’nun iç oğlanlarındandı. Onu, Baldırıkısa ayarlamıştı. Paşa uyuduktan sonra buraya gelmesi kararlaştırılmıştı.
Yedi arkadaş, civeleğin gelmesini bekleyerek bol bol şarap içiyorlardı. Küçük Kör Mahmut, artık uyuklamaya başlamıştı. Bir parça ekmekle pekmez vererek onu odanın bir köşesine yatırmışlardı.
Tanrıbilmez, biraz sabırsızlanıyordu. Vakit de bir türlü geçmiyordu. Civeleksiz şarap ise hemen hemen acı bir şurup hâlini alıyordu. Genç Mehmet, Tanrıbilmez’i oyalamak için konuşma zeminini değiştirmişti.
“Aman ammi…” diyordu. “Babanın Lütfi Paşa’ya dediğini anlatsa ki, vakit geçer.”
Yediler meclisinin bütün fertleri, Genç Mehmet’e uyarak hep birlikte ısrar ediyorlardı. O, biraz nazlandıktan sonra, nihayet hikâyeye başladı:
“Lütfi Paşa, çok okumuş bir adammış. Hatta bir de tarih yazmış, eşi benzeri yokmuş, sizin anlayacağınız, tam bir Abdurrahman Çelebi imiş. Herifin rızası var mı, yok mu, ister mi, istemez mi sorup dinlemeden günün birinde zavallı adama ‘Seni damat yapıyoruz!’ demişler. Lütfi Paşa biçaresi başından mı korkmuş, tuz ekmek hakkı mı gözetmiş, yoksa bitli Rüstem[8 - Rüstem Paşa damatlığa namzet iken rakipleri “cüzamlıdır” demişlerdi. Kendisi osırada Diyarbakır’da idi. Saraydan mutemet bir memur gönderilerek ansızın don ve gömleği muayene ettirildi. Tesadüfen gömleğinde bir bit bulundu. Cüzamlılarda bit bulunamayacağı halk arasında geçerli olduğundan paşa da damatlığına kabul görüldü. (y.n.)] gibi demirbaş sadrazam olmak hülyasına mı düşmüş, ne olmuşsa olmuş, damatlığı kabul etmiş, bir de gerdeğe girince ne görsün! Kayınbiraderi olacak Kambur Cihangir[9 - Cihangir Camii, bu kambur çocuğun namına izafeten yapılmıştır. (y.n.)] gibi arkası çekmeceli bir sultan! İlim ve irfanı şaha kalkmış amma çare yok! Gel zaman, git zaman Lütfi Paşa’da müthiş bir kadın düşmanlığı baş göstermiş. Elinden gelse Kur’an’dan Nisa Suresi’ni çıkaracak! O sırada bir yeniçeri ile bir kadın basılmasın mı! Yeniçeri palayı çekmiş, bir sağa, bir sola sallayıp baskıncıların elinden kurtulmuş. Kadını, güya koca İstanbul’da yalnız o zina ediyormuş gibi, yakalayarak Lütfi Paşa’nın huzuruna çıkarmışlar, kadın evli olsa recmolunacak, fakat kocası yok. Şeriatın koyduğu ölçü üç beş sopa! Lütfi Paşa Hazretleri bu kadarcık bir cezaya razı olamıyor. Kadıncağızın en lüzumlu yerini şıppadak kestiriyor! Lakin akşam olup da sarayına dönünce kambur sultan karşısına dikiliyor, gözünü yumup ağzını açıyor, sanki bu ceza kendisine yapılmış gibi, paşaya söylemediğini bırakmıyor! En nihayet, ‘Bari kestirdin, kızartıp yiyeydin!’ deyince paşanın da hiddeti kabarıyor. Hançeri çekip kambur sultanın üzerine hücum ediyor. Cariyeler imdada yetişmese sultanın arkasındaki çekmecenin delik deşik olması muhakkak imiş. Kambur kız bir ah çekip bayıladursun, halayıklar sadrazamın üzerine çullanıyorlar; süpürgelerle, terlikle, yumrukla bir güzel ıslatıyorlar, elinden hançeri alıp dışarı atıyorlar.
Babam, Lütfi Paşa mahremi idi. Paşanın öyle kavuksuz, terliksiz, gözü yüzü tırmık, tükürük içinde selamlığa çıktığını görünce hemen yanına koşarak ‘geçmiş olsun’u bastırmış. Lütfi Paşa zavallısı da başından geçeni tamamıyla anlatmış, Figani’nin oğlu değil mi, mazmun[10 - Mazmun: Nükteli, sanatlı, ince söz. (e.n.)] sırası gelince babam durur mu?
‘Aman, paşam…’ demiş. ‘dayak yemektense sultanın dediğini yapmak tatlı olmaz mıydı?’
Bu sözü söylemiş amma soluğu da sokakta almış. Yarım saat sonra, Lütfi Paşa Dimetoka’ya sürülmeseydi babam da ahirete, dedemin gittiği yoldan gidecekti.”
Tanrıbilmez hikâyesini henüz bitirmemişti ki, oda kapısı tıkırdadı. Baldırıkısa hemen yerinden fırlayarak kapıya koştu ve biraz sonra yüzü yarım peçeli bir genç odaya girdi.
Genç misafir, üst dudağına kadar çehresini örten peçeyi kaldırmadan odada oturanların birer birer elini öpmüştü. Sıra Baldırıkısa’ya gelince peçesini açmış ve ona önce sağ ve sonra sol yanağını uzatmıştı. Müteakiben yerdeki şarap testilerinden birini alarak sakiliğe başlamıştı.
Civelek softan kısa bir kerrake[11 - Kerrake bir nevi entaridir. (y.n.)] ve altına mavi atlastan bir don giymişti. Bu donun paçaları diz kapaklarından biraz yukarıya kadar yırtmaçlı olup minimini kopçalarla yırtmaçların açıkta durmasına bir dereceye kadar karşı durulmuştu! Kerrakenin üstünde bir sıkma vardı, bunun omuzlara doğru kayan yakaları, yine yırtmaçlı olan belinin önünü kısmen açık bulunduruyor ve bu açıklıktan çocuğun beyaz teni seziliyordu. Başında kırmızı şeritli şekerci külahlarına benzeyen yaldızlı bir serpuş vardı ve külahın sağ tarafından siyah ve uzun, güzel kokan bir zülfü sallanıyordu.
Çocuk sağ dizini dik tutmak, sol dizini de yere dayandırmak suretiyle oradaki yedi sipahinin birer birer önünde duruyor ve bu vaziyette testiden şarap doldurarak dağıtıyor ve en sonunda aynı çanaktan bir de kendisi içiyordu. Sipahiler, çocuğun yüzüne bakmadan ve parmaklarına filan kendi ellerini temas ettirmeden, uzatılan çanağı alıp bir hamlede içiyorlardı.
Bu sakilik üç defa tekrar etti, civelek her sipahiye üç çanak şarap sundu, kendisi de aynı miktar içtikten sonra testiyi bıraktı, dostunun yanına oturdu.
Sipahiler, sanki iç âlemlerine dalmışlardı; her biri kendi başını almış, düşünüyordu. Kimse civeleğin yüzüne bakmıyordu, âdeta meclise bir sıkıntı çökmüş gibiydi, deminki neşe ortadan silinmişti.
Gelgelelim bu vaziyet samimi değildi. Belki o, âlemlerin adabına riayetten ileri geliyordu. Civeleklere bakmak, onlarla konuşmak ve kendilerinden bir şey istemek, zamanımızda bile Anadolu’nun bazı yerlerinde devam eden oturaklarda, kadın oynatma meclislerinde olduğu gibi, yalnız ve yalnız dildadenin[12 - Dildade: Gönül vermiş, âşık. (e.n.)] hakkı idi. Diğerleri civeleğin karşısında suskun ve sersem oturmak mecburiyetinde bulunuyorlardı. Onun verdiği kadehten alınacak neşe, mideden göze ve ağza yükselemezdi. Onun salınarak yürüyüşü ve konuşması önünde gözlerde uyanan keyif, uyandığı yerde mahpus kalmalıydı. Ateş olup da duman çıkarmamak! Bu, o âlemlerin istisna kabul etmez bir kanunu idi.
Bu sebeple yediler meclisinde derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. Nihayet Baldırıkısa, bu sükûneti bozdu:
“Haydi, can!” dedi. “Kalk, Genç Mehmet bağlama çalacak, sen de biraz dolaş.”
Civelek bu emir üzerine kalkmış, külahı çıkarıp zülfünü düzelttikten sonra pek bariz bir istekle raksa hazırlanmıştı. Yanı başındaki sazı alarak oynak bir mızrap ile telleri titreşime getiren Genç Mehmet’in peşrevden raks havasına geçmesini sabırsızlanarak bekliyordu.
Saz, beklenen ahenge geçer geçmez civelek, kovalanan renkli bir kelebek gibi, kâh eğilerek kâh kalkarak, kaçıyormuşçasına atik, bazen paralanmışçasına ağır ve bezgin dönmeye başlamıştı.
Yediler, payansız bir vect içinde, perestişkâr[13 - Perestişkâr: İbadet edercesine seven, çok ileri sevgi ve hürmet besleyen. (e.n.)] gözle, bu ateşli raksı takip ediyorlardı. Kadına bakmanın günah, kadınlarla temas etmenin cinayet azmi sayıldığı bir devirde civelek raksı âdeta kutsanıyordu.
Memleketteki siyasi ve içtimai her harekete, midevi ve şehevi bir şahsi kaideleri olmak şartıyla, önayak olan ulema zümresi “Allah güzeldir, güzel olanı, güzel yapılanı sever.” diyerek bu çirkin zevkin de genelleşmesine rehber olmuşlardı. Bu söz, ne ayet ne hadis olup kötülüğü mübah kılmak için uydurulmuş ve alabildiğine yorumlanmış bir fetva idi. Rezaletin derecesi düşünülsün ki deli biraderliğiyle namlı bir şair, özellikle bu zevki genelleştirmek için, zamanın ileri gelenlerinin yardımıyla aşk zaviyeleri açmıştı! Rıza gösterme ve razı olma yoluyla cereyan eden kötülükleri bertaraf, zora dayalı muameleler bile devlet büyükleri arasında nükteli söz söylemeye vesile teşkil ediyordu. Nitekim meşhurdur: Kazaskerlerden birinin, bıyığı, sakalı henüz çıkmış bir delikanlıya tasallutu üzerine babası, çocuğunun kana bulanmış tumanını alarak şeyhülislam efendiye şikâyete gitmişti. Mücrim kazasker cehaletiyle, şeyhülislam efendi de aşırı ilim ve irfanıyla tanınmış bulunuyorlardı.[14 - Kazasker, Çivizade’dir. Şeyhülislâm ise meşhur Yahya Efendi’dir. Fetva kapısından adil bir muamele görmeyen mağdur çocuk, bilahare bahtından tavize nail olarak Ahmet Paşa namıyla Mısır valiliğine kadar yükselmişti! (y.n.)] Çocuğun babası, elindeki suç vesikasını şeyhülislama uzatarak ağlaya ağlaya davasını anlatmıştı.
Bu hazin şikâyete karşı şeyhülislamın yaptığı muamele, getirilen vesikaya hayretle bakıp başını sallamaktan ve “Tuhaf şey! Bizim kazasker efendi bu bahiste de cahilmiş!” demekten ibaret kalmıştı.
İşte yedi sipahi de hissî dalaletiyle içinde bulunuyor, ruhen titreye titreye seyrettikleri bu manzarada hiçbir siyah nokta göremiyorlardı.
Civelek, belki bir saat dönmüş ve sipahilerin gözlerini de döndürmüştü. Nihayet saz sustu, çocuk da hiçbir yere konmadan uzun bir uçuş yaparak sonunda bir dalın üstüne düşen yorgun bir kuş gibi Baldırıkısa’nın yanına düştü.
Odadaki saz ve raks gürültüsü, küçük Kör Mahmut’u uyandırmıştı. Yavrucuk, sağlam gözünün mahmur bakışlarıyla bu tuhaf âlemi idrake çalışıyordu. Onun uyanması konuşmaya vesile olmuştu.
Civelek “Aman!” dedi. “Ne güzel çocuk! Bu da kim?”
Baldırıkısa cevap verdi:
“Çeşmi Efendi’nin oğulluğu.”
“Babası yok demek.”
Çeşmi Efendi “Evet.” dedi. “Babası yok. Zeki bir şey, fakat bana ayak bağı oluyor. Bunu bir yerde bırakamıyorum. Birlikte taşımak da müşkül… Kapılanacak bir yer bulsam şu yetimin hatırası için sipahiliği bırakıp yerleşeceğim.”
Civelek, ani bir yufka yüreklilikle müteessir olmuştu, dostuna dönerek “Ne dersin?..” dedi. “Ağayı bizim daireye kapılandıralım mı? Baldırıkısa, Çeşmi’nin bu yolda söze girişmesindeki maksadın bu neticeyi elde etmekten ibaret olduğunu anlamıştı. Diğer sipahiler de bu noktayı derhâl kavramışlardı. Hepsi, candan alakadar olarak, Baldırıkısa’nın cevabını bekliyorlardı. Bu cevap, elbette matluba muvafık olacaktı. Zira yedilerin, iyi ve fena günlerde, yekdiğerine yardım etmeleri aralarındaki misak icabındandı.
Baldırıkısa tereddüt etmedi:
“Çok âlâ olur.” dedi. “Şu işi hemen beceriver, arkadaştan bir gün gelir, paşan da memnun kalır.”
Biraz sonra civelek, Baldırıkısa’dan izin istemişti. Kör Mahmut’un babalığına iş bulunca haber verecekti. Şimdi, Kuyucu uyanmadan saraya dönmeliydi. Baldırıkısa, gözleriyle arkadaşlarının görüşünü aldıktan sonra sadece “Uğurlar olsun, civan!” dedi.
Civelek yine sipahilerin ellerini öperek ve dildadesine yüzünü öptürerek oradan sessizce çıkmıştı. Onun müfarekatını müteakip mecliste velveleli bir şetaret başlamıştı. Arkadaşlar, Çeşmi Efendi’yi tebrik ediyorlardı. Kuyucu’nun kapısına kapılanırsa onun pek yaman oyunlar oynayabileceğini düşünerek bu akşamki tesadüfün kutsiyetine inanıyorlardı.
Şarap testileri ise sürekli dolup boşalıyordu, her sözü bir çanak şarap takip ediyordu. Hepsi çakırkeyifliğin de üstünde sarhoş olmuşlar gibiydi. Ellerinden gelse ve şaraplar bulunsa akşamdan beri içtikleri kadar yine içeceklerdi. Fakat bir testi şarapları kalmıştı, sabah da yaklaşıyordu, amele gelmeden burayı terk etmek lazımdı.
Çeşmi’den başkası, devletçe birer suretle suçlu olan bu adamlar, gerçekten İstanbul’da serbestçe geziniyorlardı. Çünkü kendilerini şahsen, ancak sipahiler tanıyabilirdi. Dergâh-ı Ali kapıcıları, vezir çavuşları, asesler gibi zabıta vazifesi görenler, bu suçluları teşhis edemezlerdi. İsteseler de kolay kolay el vuramazlardı. Yeniçeriler gibi Sipahi Ocağı’nda da henüz “hafiye”lik yoktu. Saraydan veya sadrazam dairesinden, isim tahsisiyle bunlardan birinin takibinde ısrar edilirse ozaman muamele başkalaşır ve suçluların ele geçmeleri ihtimali ziyadeleşirdi. Lakin Karaman’daki cinayet veya Belgrat’taki bir “sille”
meselesi için İstanbul’da ciddiyetle adam aranılması makul değildi. O devirlerde, mekân değiştirmekle suçun mahiyeti ortadan kalkar gibi bir hâl vardı. Bununla beraber kendilerinin topluca bir mahalde görülmesi, derhâl işin şeklini değiştirebilir ve muhakkak hükûmeti ve hele o sırada hükûmetin başında bulunan Kuyucu’yu şüphelendirirdi. Binaenaleyh gün doğmadan dağılmalıydı.
Baldırıkısa, son testiyi de içip dağılmak fikrini ileri sürmüştü. Tanrıbilmez, başını kaşıyarak bağırdı:
“Güzel güzel konuşuyorduk, kardaşça eğlendik, Çeşmi’ye de uçmak için kanat temin ettik. Gelin şimdi bu eğlentiye sipahice bir nihayet verelim.”
Arkadaşlar, “Nasıl verelim? Ne yapalım?” diye soruyorlardı. O, “Siz karışmayın, yalnız testi ile çanağı alın, arkamdan gelin.” diyordu.
Fecirle beraber yedi arkadaş, bulundukları odadan çıkmışlardı. Kör Mahmut çanağı koynuna koymuş, testiyi de sırtlamıştı. Tanrıbilmez’e uyarak Çemberlitaş istikametinde yürüyorlardı. Yol boyunca sarhoşçasına latifeler yapıyorlar, herhangi bir bekçi görünce leventçe bir tavır alarak sipahiliğin haysiyetini muhafaza eder görünüyorlardı.
Bayezid’e geldikleri zaman Tanrıbilmez, Fincancılar tarafına saptı. O sırada da şimdiki Darülfünun’un ve yangın kulesinin yerinde Eski Saray vardı. Binanın etrafı şimdi olduğu gibi parmaklıklı değil, yüksek duvarlarla çevrili idi. Her saltanat değişiminde, müteveffanın terk ettiği kadınlar ve kızlar, esas tabiriyle mahlular,[15 - Mahlu: Reddedilmiş. (e.n.)] Topkapı Sarayı’ndan çıkarılarak buraya naklolunurdu. Binlerce dilrübanın güzelliğini koynunda solduran, kucağına düşen tazeleri ancak bir acuze hâline getirdikten sonra mezara girmek üzere bırakan bu musibetli sarayın, avam arasındaki efsanevi menkıbeleri de deli biraderin âşık zaviyelerine ait hikâyeler kadar çeşitli idi.
Tanrıbilmez, ne yapacağını arkadaşlarına hâlâ söylememişti. Yalnız onları Haliç’e doğru götürüyordu. Sabah ezanından biraz sonra şimdiki Yemiş İskelesi noktasına gelmişlerdi. Tanrıbilmez orada bir dolmuş[16 - Dolmuş, belirli miktarda kişiyi bir mahalden diğer mahalle nakleden büyücek kayıklardır. (y.n.)] buldu, arkadaşlarıyla beraber hemen binerek kayığı Sarayburnu’na doğru hareket ettirdi ve Sarayburnu’na yaklaştıkları zaman, sabırsızlıktan çatlamak derecelerine gelen arkadaşlarına fikrini izah etti: “Şimdi hünkâr, Sinan Paşa Köşkü’ndedir. Her sabah bu vakitler o köşkten denizi seyreder, harem mahmurluğunu burada bozar! Biz köşkün önünden geçeceğiz ve onu sipahice selamlayacağız. Hepiniz orada benim söylediğim sözü tekrarlayacaksınız ve ben ne yaparsam onu yapacaksınız.”
Kayık aheste aheste Sinan Paşa Köşkü’nün önüne gelmişti. Hünkârın gerçekten orada bulunduğu mahsus idi. Tam köşkün önünde, Tanrıbilmez ayağa kalktı ve testiden bir çanak şarap doldurarak bağırdı: “Halayıkoğlu’nun şerefine!”
Altı sipahi, Tanrıbilmez’i taklitte gecikmediler. Her biri diğerini takip edip ayağa kalkarak gür sesleriyle haykırdılar: “Halayıkoğlu’nun şerefine!”[17 - Meşhur Sezar, Gal kıtasını istiladan dönüşünde askerleri dostça bir nümayiş yaparak onun çadırı önünde bağırmışlardı:“Yaşasın Sezar! Her kocanın karısı, her karının kocası Sezar!..”Bizim sipahilerin hareketinde muhabbet değil, nefret görülür. Bazı müverrihler, bu vakanın yeniçeriler tarafından yapıldığını, hünkârın kayıkla Sütlüce önünden geçerken oradaki meyhanelerde dem tutan yeniçerinin ellerinde kadeh sahile koşarak “Senin şerefine! diye bağırdıklarını kaydetmişlerdir. Fakat anane, olup bitenin bizim naklimize uygunluğunu gösteriyor!]
Tanrıbilmez’le arkadaşlarının bindikleri kayık, o devirlerde sipahilerin çok emin ve daimî sığınağı olan Üsküdar’a doğru kayıp giderken hekimbaşı efendinin, bir hafakan hiddeti içinde bayılan hünkârı tedavi için Sinan Paşa Köşkü’ne seğirttiği görülüyordu.
3
Zamanımızda harp, manasına uygun bir facia şeklini aldı; şiiriyetini tamamen kaybetti. Bugün binlerce kişiden mürekkep bir ordunun nakli, herhangi bir noktada toplanmış bir sır hâlinde cereyan eder. Oğlu harbe giden bir baba bile ciğerparesinin katıldığı kıtadan kolaylıkla haber alamaz. Mektuplar, tesadüfen gelmiş gibi mürselünileyh[18 - Mürselünileyh: Kendisine bir şey gönderilen, (e.n.)] bulur. Lakin geldiği yerden hiçbir iz taşımaz. Bütün medeni dünyada hâlen şekil budur.
Pazunun kafaya ekseriya tahakküm ettiği, “Zor oyunu bozar.” meselinin de harp kaideleri arasında hatırı sayıldığı devirlerde hâl, aksine olup harp bir nevi düğün gibiydi. Vatandaşlar, bitaraflar, dostlar değil, bizzat düşman dahi kendisi için hazırlanan darbenin her türlü özelliğinden haberdar olurdu. Bilhassa Türkler, kendi ordularının kemmî[19 - Kemmî: Azlık veya çokluğa dair. (e.n.)] ve keyfi bütün mahiyetinden düşman tarafı haberdar etmekle, erlik borcunu ödemiş olmak kanaatinde bulunurlardı.
Bu itibar ile harbe gidecek ordunun İstanbul’dan hareketi de bir nevi temaşa teşkil ederdi. İlan olunan sefer Rumeli cihetinde ise serdarın tuğları ve otağı Davutpaşa’ya, Anadolu tarafına gidilecekse Üsküdar’a dikilirdi. Günlerce süren hazırlıklardan sonra ordunun harekete gelmesine karar verilince kadın ve erkek binlerce halk, gazileri seyr için belirli yerlere koşarlardı.
Filhakika ordunun her hareketi de temaşaya değerdi. Serdarın önünde sekiz nefer yeniçeri şairi yürürdü. Bunların başında keçe, arkalarından birer kaplan postu bulunurdu. Her biri “kudu kamet” sahibi, “dev endam” heriflerdi! Bir davul kadar ses veren “çöğür”lerini nöbetle çalarak, yüksek sesle okudukları türküleri sazlarının ahengine tuttururlardı. Birer dağ parçasına benzeyen bu ocak şairlerinin bir saatlik yere kadar sadalarının eriştiği sınanmış idi.
Serdar genellikle kırmızı renkte elbise giyer, diğer paşalar siyah samur giyinirlerdi. Yalnız serdarın yanında giden şeyhülislam beyazlar giyinirdi! Yeniçerilerin kazanları, bayrakları, enselerini döven mukaddes keçeleri, sarıkları arasındaki kaşıkları gibi sipahilerin de zırhları, alaca bayrakları, yarım kabza kılıçları, oynak atları ve bir meşin torbayı andıran sakaların ıslak kıyafetleri seyrine doyulmaz bir manzara teşkil ederdi.
Cephane ve erzak taşıyan katar katar develerin öğürtüsü, yedek atlarıyla sayısız katırların gürültüsü, on beşer yirmişer çifti bir arada top çeken mandaların bu görünüşü bu manzaraya ilave olunursa hareket hâlindeki bir ordunun tasviri kısmen tamamlanmış olur.
Kuyucu Murat Paşa işte böyle bir alayla bir bahar günü Üsküdar’dan hareket ediyordu. Ulema ve âyan, serdarı Maltepe’ye kadar uğurlayıp ve sonra el öpüp geri dönmüşlerdi. Hedef, Tebriz idi ve her neferde yaya olarak dünyayı dolaşmaya çıkmış gönüllü bir seyyah tevekkülü görünüyordu.
Ordu, mutat olan yollarda konaklayarak ileri doğru aheste aheste gidiyordu. İzmit Körfezi sahillerindeki her menzil, ordu için taşkın eğlencelere zemin teşkil ediyordu. Buralarda yeniçeriler, sipahilerle yüzme müsabakasına çıkar ve bir yeniçerinin rakibi sipahiyi yüzgeçlikte mağlup etmesine karşılık diğer bir sipahinin denize at sürerek iki yeniçeriyi perçemlerinden tutmak suretiyle birer elma gibi kucağına aldığı ve sahile çıkardığı görülürdü. O vakit bütün ordu, koyu bir bulut gibi gök gürültüsü koparan bir sadayla gümbürdeyerek “Aleyke avn!” diye bağırırdı! Yeniçerilerin testiye kurşun atmaları, keçeye kılıç sallamaları her gün vaki olurdu. Bu, ordunun piyade kısmı için ihmal olunamaz bir spordu. Hataya düşülerek basit görünen bu kılıç eğlencesi aslında büyük bir maharete ihtiyaç gösterirdi. Havaya atılan bir ibrişimi kılıçla kesmek; yerdeki karpuzu, kesildiği belli edilmemek, vaziyeti bozulmamak şartıyla, ikiye bölmek yeniçerilerin sık sık gösterdikleri ustalık eserleri cümlesinden idi. Bazı kişiler, bu tarzda kılıç vurmakta o derece meleke kazanmışlardı ki muharebe esnasında çalımına getirerek salladıkları bir kılıçla karşılarındaki düşmanı ikiye ayırırlar ve maktullere yerde oturur gibi bir vaziyet aldırırlardı!..
Gebze’deki Anibal’ın mezarı işte bu Tebriz seferindedir ki yeniçeriler tarafından nişangâh tutulmuştu. Bu mezar üstünde, kimin tarafından dikildiği bilinmeyen bir taş vardı. Nişancılar, yol ortasında hiçbir mana ifade etmeyen bu işlemeli taş parçasını kısa bir endaht[20 - Endaht: Silah boşaltmak. (e.n.)] neticesinde parçalamışlardı.
Kuyucu Paşa, bu parçalanan taş altındaki ölünün çok yüksek meslektaşı olduğunu bilmezdi. Kan o zaman onun için meçhuldü. Bugün bile Anibal, o gayesiz kurşunların elemsiz yaralarını taşıyarak, unutulmuş ve hakir görülmüş, aynı yerde yatıyor! İstanbul’a gelen sayısız seyyah kafilelerinden bir zümre değil, bir fert bile cihan tarihinin bulanık sayfasını ziyarete tenezzül etmiyor! Çemberlitaş’ın çıplak endamında tefekküre ve maziyi hatırlamaya vesile olacak bir hayli mana gören kadirbilir gözden bir tanesi, meşhur Anibal’ın meçhul mezarı üzerinde bir saniye durmaya lüzum görmüyor!
Yirminci asrın şu kayıtsızlığı düşünülünce, Kuyucu’nun o mezar tarumarı ile alakadar olmaması hiç de ayıplanamaz. Zaten Kuyucu, ölülerle meşgul olacak vaziyette değildi. O, bilakis dirilerden ölüler vücuda getirmekle iştigal ediyordu.
Bu ihtiyar ve hunhar adam, sabahtan akşama kadar adam öldürme ile vakit geçirir ve geceleri pek geç vakit, uyumak için uzanırdı. Altında bir Bursa ihramı, üstünde ya bir şal ya bir yamçı olduğu hâlde genellikle iki saat uyku kestirirdi.
Yegâne zevki, uykusu gelinceye kadar dizlerinin bir genç çocuk tarafından ovulması ve diğer bir adamın da baş ucunda oturarak yavaş sesle Vassaf Tarihi’ni okuması idi.
Bazen dizleri ovuşturulurken hafif bir heyecan, mahiyeti belirsiz bir ihtiras ile sarsılır ve bu sarsıntıdan derin bir haz duyarak gözlerinde garip bir parıltı ile hizmetkârlarının yanaklarını okşardı!..
Ordu Ilgın menziline gelmişti ki İstanbul yolundan atını dörtnala koşturan bir süvari gözükmüş ve doğruca serdarın otağı önünde durarak atından inmişti. Dergâh-ı Ali[21 - Dergâh-ı Ali: Padişah kapısı. Yüksek dergâh. (e.n.)] kapıcıbaşılarından olduğu anlaşılan bu süvari, başındaki makrameyi çıkarıp üsküfünü giymeye lüzum görmeden alelacele serdarın huzuruna çıkmıştı. Hünkârın mahrem bir mektubunu taşımak, onu merasime riayetsizliğe sevk ediyordu.
Kuyucu, verilen mektubu öpüp başına koyduktan sonra yanına bırakmış ve kapıcıbaşıyı ağalarından birinin çadırına misafir göndermişti.
O sırada devletin umumi idaresi gelişigüzel elinde tutan ihtiyar vezirin okuyup yazması yoktu. Zahiren belli etmemekle beraber, böyle acilen gönderilen mektubun ne gibi şeylerden bahsettiğini öğrenmek için kalben büyük bir merak hissediyordu. Kapıcıbaşıyı yolladıktan sonra el çırparak bağırdı:
“Çağırın Çeşmi’yi!”
İki dakika geçer geçmez Çeşmi, bizim Kör Mahmut’un babalığı, serdarın önünde boyun kırmıştı. Kuyucu Paşa, yanındaki mektubu eline alarak Çeşmi’ye uzattı ve “Name-i hümayun!” dedi. “Oku, bakalım.”
Hünkârın bizzat yazdığı bu kâğıt, tarihçe meşhur olduğu üzere, okunmaz bir şekilde idi. Noktaları tamamen silinmiş olan kelimeler birbiri üstüne yığılmış, satırlar birbirine karışmıştı.
Birinci Ahmet’in yazısını okumak, hiyeroglifleri, alfabesini bilmeden okuyuvermekten daha müşkül idi. Gelgelelim Çeşmi, hayli zahmet çektikten sonra bu uğursuz yazıyı kısmen okumuştu. Hele mektuba ilişik olan diğer bir varakanın delaletiyle hünkârın ne demek istediğini pekâlâ anlamıştı.
Birinci Ahmet, Kuyucu Paşa’ya hafiyelik ediyor ve eliyle yazdığı jurnale bir de vesika rabtetmek ihtiyatlığını gösteriyordu.
Şimdi Çeşmi, derin bir huşu içinde anlatıyordu:
“Saadetlü hünkâr, saadetlü efendime dualar ediyor, ‘Kılıcın daima keskin, yüzün iki dünyada ak olsun, ekmeğim sana helaldir!’ diyor. Diyarbakır’da Nasuh Paşa, bir mektup yazıp mührün kendisine ihsanını rica etmiş, karşılığında da kırk bin altın vereceğini bildirmiş. Saadetlü hünkâr onun rikasını[22 - Rika: Üzerine yazı yazılan kâğıt ve deri parçaları. (e.n.)] birlikte gönderiyor ve ‘Bildiğini yap lalacığım!’ buyuruyor!”
İhtiyar serdar, Çeşmi’yi dikkatle dinledi ve mektupları elinden aldıktan sonra “Haydi, yerine git.” dedi. “Bu gece beni görmemiş ol, okuduğunu da unut!”
Kuyucu’nun imrahoruna kâtip olarak bir müddet evvel daireye giren Çeşmi, pek az zaman içinde sır kâtipliğine tayin olunmuştu. Resmî haberleşmeleri her zamanki gibi “Tezkireci” Efendi idare ediyor; mahrem evrakı, Çeşmi Efendi yazıyordu. Artık haysiyetli bir çelebi olmuştu. Kendine mahsus çadıra gelince, mahut civeleği orada buldu. Çocuk seferî kıyafette idi. Melun, don ve entari yerine siyah sıkmalar giymiş, gözlerini serpuşunun altına gizlemiş, beline de bir hançer geçirmişti! Çeşmi girer girmez “Hayrola ağabey?” demişti. “İstanbul’dan mühim bir haber mi var?”
Çeşmi “Hayır!..” dedi. “Fakat sana bir iş düştü. Baldırıkısa’nın hatırı için biraz da benim işimi yapacaksın.”
Kör Mahmut’un babalığıyla Baldırıkısa’nın sevgilisi baş başa uzun müddet görüşmüşlerdi. Çeşmi, ne dediyse demiş, genç çocuğu ikna etmişti. Civelek sabahın ilk saatlerinde bir “ulak” kıyafetinde Diyarbakır’a gidecek, Çeşmi’nin imzasız bir mektubunu Vali Nasuh Paşa’ya verecekti. Daireden gaybubetini Hasan tevil edip mesuliyeti üzerine almak da Çeşmi Efendi tarafından deruhte ediliyordu.
Pek aşikâr idi ki Kuyucu Paşa, Diyarbakır valisinin mühür için hünkâra müracaatını affetmeyecekti. Şimdiden valiyi haberdar etmek, Kuyucu ile onun arasında cereyan edecek çekişmede, vali lehine mühim bir bayram olacaktı. Eğer vali, herkesçe bilindiği üzere, zeki ve cesur bir adam ise kendisini tehdit eden tehlikeye karşı elbette lakayt kalamayacaktı. Zaten Çeşmi, Kuyucu’nun müthiş bir gazap feveranı hâlinde bulunduğunu ve ilk telaki anında tamiri imkânsız bir hata etmesinin katiyen muhtemel olduğunu açıkça yazmıştı. Tabiidir ki Nasuh Paşa, göz göre göre kendisini katlettirmemeye savaşacaktı. İki vezir arasındaki mücadele, “letaif-ül hiyel”le[23 - Letaif-ül hiyel: Kurnazca oyunlar, hileler. (e.n.)] iyi idare olunursa Kuyucu’nun mağlup olması ihtimali galip idi. O vakit, Göksün Yaylası’ndaki cinayetin intikamı alınmış ve aynı zamanda şeref ve zevk de temin olunmuş olacaktı.
Baldırıkısa’nın sevgilisi, meçhul bir maceraya atılmak duygusunun asaba verdiği heyecan arasında seher vakti böyle çıkmıştı. Her menzilde at değiştirme salahiyetini bildiren bir “veziriazam buyrultusu” koynunda, Çeşmi’nin Nasuh Paşa’ya hitaben yazdığı kâğıt da çakşırının ucunda idi.
Mesafeleri, devlet kuvvetiyle, sanki kısalta kısalta katetmeye memur bir ulak gibi zahmetsizce menzilden menzile yorulmaksızın ve dinlenmeksizin koşan bu gencin, daha üç ay evvel bir odada yedi sipahiye sakilik eden bir civelek olduğunu kimse tahmin edemezdi. O gün, bir kadın duygusuyla âşığına yanaklarını uzatan çocuk, bugün çok büyük bir rol üstlenmiş bulunuyordu.
Hayatın felsefesinin en büyük istihzası işte buradadır. Her büyük şahsiyet ve her muhteşem eser, tıpkı bir ehram gibidir. Herkes o ihtişamlı abidenin karşısında derin bir hayret ve belki hürmet hisseder.
Müverrihler, şairler, yazarlar vb. bu muazzam deha eserini asırlarca ve asırlarca takdim ve terennüm eder dururlar. Hiçbir insaflı adam çıkıp da demez ki şu eser, gerçekten muhteşemdir, hayret vericidir ve hatta bir harikadır. Fakat onun taşlarını yontan, geometrik uyumu ile estetik ahengini gözeterek o taşları birbiriyle birleştiren ve hülasa bu abideyi şuraya koyan bir sürü meçhul ameledir!
Onu şu şekilde yapmak fikri, diyelim ki, tek bir adamın dimağına doğmuştur. Ve plan onundur. Lakin ana rahmindeki embriyo kadar bile, maddeten teressüm ve tecessüm kudretinden mahrum olan o fikrî doğuşa şöyle bir teşhis, şöyle bir billurlaşma, kısaca söyleyelim, el ile tutulacak ve görülecek bir mevcudiyet veren kimdir?
Acaba rüyaları canlandırmak, hülyalara hakikat rengi vermek kadar yüksek olan bu iddiasız ve pek sessiz emeklerin hiç mi bir kıymeti yoktur?
Evet, hayatın felsefesine göre her büyük şey bir sürü küçük şeylerin toplamıdır. Herhangi bir binanın küçük küçük taşlardan, tahtalardan, kiremitlerden ve çivilerden mürekkep olması gibi! Her büyük şöhret de muhtelif ebattaki zahmetleri, fedakârlıkları içine çeken ve emen bir varlıktır: Sayısız ırmakları, nehirleri sinelerinde ensap ettiren denizler gibi!
Tahlil neticesi ve hakikatin ta kendisi olan bu hakemin önünde şiir ve tarih mütemadiyen mahcup olsa yeridir.
İşte Diyarbakır’a doğru alabildiğine koşan mahut civelek de bir şöhretin ve bir şahsiyetin yıkılıp yerine diğerinin geçmesine hizmet edecekti. Eğer bu teşebbüs sonuç verirse civeleğin ismi veya cismi kale mi alınacaktı? Elbette hayır… Bunlar, bu gibi işleri yapanlar, dülger elindeki çekiç ve terzilerin kullandığı iğne yerindedir. Bunlar olmasa bina ve elbise vücuda gelmez. Fakat yapılan eser üzerinde de kendilerinin hiçbir hizmet hakları mevzubahis olamaz.
Civelek, süratle istenilen hedefe doğru giderken ordu dahi aheste aheste aynı mahalde mütemadiyen ilerliyordu. Kuyucu’nun her günkü icraatı artık ordu için kabak tadı vermişti. Gelgelelim bu icraat bazen yeni ve işitilmemiş bir şekil alır ve ordu arasında sohbete vesile olurdu.
Mesela Konya menzilinde Siracoğlu Ahmet Bey’in katli hadisesi, hayli dırıltıya, leh ve aleyhte bir sürü dedikoduya sebep olmuştu.
Alelade bir Konyalı olan bu adam, köylü Mustafa ismindeki ırz düşmanı bir herifi, bir gün şehrin ortasında, kendi sarığıyla asarak idam ettirivermişti. Asılanın herkesin nefretini kazanan kötü bir şahıs olması, Siracoğlu’nun bu cüretini hem mazur göstermiş hem de kendisini halkın gözdesi hâline getirmişti.
Ahmet Bey, biraz sonra ikinci bir cüretli hamleyle halkın büsbütün gözüne girdi: Konya şehrini hiç görülmemiş bir rüşvet baskısıyla haraca kesen kadı efendiyi hançerle öldürüverdi!
Artık Ahmet Bey’in Konya’daki mevkisi, hükûmet kuvvetinin çok üstüne çıkmıştı. Siracoğlu, yalnız Konyalıların değil, komşu mahaller halkının da şikâyetini dinler ve cezalandırmaya lüzum gördüklerinin hemen cezasını tertip ederdi. Bu meyanda Karaman Beylerbeyi Ahmet Paşa’yı da sarayı içinde bütün çoluk çocuğuyla, bütün maiyeti ve hizmetkârlarıyla yakmıştı!
Kuyucu, Konya’ya gelir gelmez Siracoğlu’nu yok etmeyi kurmuştu. Memleket âyanı, Ahmet Bey’in memleketi zorbalardan temizlediğini ve ancak hak ve adalet için çalıştığını söyleyerek şefaatte bulunmuşlardı. Bunun üzerine Ahmet Bey’i huzuruna getirterek memleket âyanı karşısında sormuştu:
“Ahmet Bey! Seni Konya’da alıkomak isterim. Ben seferden dönünceye dek şehri bir hoş muhafaza eyle. Ama imdat lazım gelirse ne miktar asker toplamaya kadirsin?”
“O gafil bi-bâk”,[24 - Bi-bâk: Çekincesiz. (e.n.)] “Otuz bin âdem toplamak pek az himmetle mümkündür!” cevabını verince paşa “pesend edip”,[25 - Pesend etmek: Beğenmek. (e.n.)] “Berhudar ol! Var imdi rahat eyle.” demişti. Ahmet Bey çıkar çıkmaz memleket âyanını “Hemen otuz bin âdem toplamaya kadir olan şahsı zinde koyup gittiğimde ol asker ile Konya Hisarı’nı zapt ve tahassun ederse hâl nice olur?” sözleriyle susturmuş ve Siracoğlu’nu da kementle boğdurmak suretiyle idam eylemişti.
Hele Yusuf Paşa’nın katli büsbütün başka şekilde vukuya gelmişti. Kuyucu Paşa, bağlılarını da elde edebilmek için bu suçlu vezirin katlini erteleyerek kendisini has misafiri unvanıyla yanında alıkoymuştu.
Bir seher vakti “Oğlum Yusuf Paşa’yı davet eyle. Gelsin kahve içelim.” emriyle misafiri otağa çağırtmıştı.
Dertli Yusuf Paşa gelince ihtiyar “Behey oğul! Sana muhabbetimi bilirsin. Sensiz kahve içmek olur mu? Gel, çadırın ardına gidelim, tenha oturalım. Geleni dahi komasınlar…” diye babaca iltifatlar göstermiş ve misafiriyle birlikte otağın arkasına geçmişti.
Tam kahvaltıya başlayacağı sırada kapıcılar kethüdası içeri girmiş ve “Avlonya Beyi Hüseyin Bey gelip yetti. Ne cevap edelim?” demişti. Serdar, güya bu haberden hiddetlenmiş gibi başını sallamıştı:
“Ne temaşadır! Bir vakit olmaz ki kendi safamızda olalım. Çare yok, ben taşraya çıkayım. Siz yemekten buyurun.”
Ve sonra musahip nedimlerine “Sizler oturun, paşa oğluma yoldaşlık edip yemek yiyin.” emrini vermişti.
Musahip güruhu, Yusuf Paşa ile oturmuşlardı. Sofraya, ilk yemek olarak, “mertebani[26 - Mertebani: Anadolu’ya Asya’dan getirilen erken tarihli pişmiş toprak eşyalara verilen ad. (e.n.)] içinde” paça gelmişti. Yusuf Paşa, “Buyurun.” diye el sunarken hazır bulunanlardan eline çabuk biri hemen başından tülbentini kaldırmış, çeşnigirlerden kuvvetli bir şahıs da paşayı sofranın kenarına yıkarak ellerini sıkı sıkıya tutmuştu. Artık geri kalanlar için muhterem misafirin üzerine koşuşup hemen başını kesmekten başka yapılacak bir şey kalmamıştı.
Kuyucu’nun bir nevi “fars”ı[27 - Farce, bir perdelik adi ve kaba komedi. (y.n.)] andıran bu gibi icraatı, orduyu çoğunlukla eğlendirir, bazen kızdırırdı. Gelgelelim bu kanlı vakalarda obitmez tükenmez yolların yorgunluğunu azaltan bir mahiyet mündemiç gibiydi.
Her günkü yürüyüş, 20-25 kilometre arasında değişiyordu. Bu mesafe uzundu ve kuvvetli askerler için çok görülemezdi. O zamanki yollardan, taşkın ırmaklarla sıra sıra tepeler vadiler arasından bu mesafeyi katetmek dayanılmaz bir hâl idi. Zaman olurdu ki, asker, koca koca tepeleri sırtlarında taşırdı, mandaların acziyetini gösterdiği yerlerde insanlar ağır yükleri çekmeye girişirdi.
Bu zahmet dolu yolculuğun yegâne zevki, Kuyucu’nun oynattığı bir perdelik “gülünç facialar”la sınırlıydı.
Ordu bu şekilde nihayet Diyarbakır’a yaklaşmıştı. Bir gün sonra meşhur Rumiye Şeyhi’nin bahçeleri görülecek ve Diyarbakır Valisi Nasuh Paşa, meşhur serdarı ve orduyu orada karşılayacaktı.
Nasuh Paşa’nın dairesi, orduda ağızdan ağıza dolaşan mesel hükmüne geçmişti. Sarıca ve sekban olarak beş bin askeri, iki bin mükemmel süvarisi vardı. Kapı ve iç oğlanları, silahtarları, kavasları, şatırları, seyisleri bu yekûnden hariç idi. Nasuh Paşa, bu muazzam kuvveti özel bir intizam içinde giydirmekle ve idare etmekle şöhret kazanmıştı. Bir Nasuh Paşalı, kıyafetçe saray ağalarından daha şık ve zarif idi.
Kuyucu Paşa, Diyarbakır valisinin bu ihtişamını bildiği için onunla buluşma sırasında ordunun da intizamlı bir heybet göstermesini istiyordu. Beylerbeylere, mirimiranlara, alay beylerine, bölükbaşılara, çorbacılara, paşanın arzusu tebliğ olunmuştu. O gece sabaha kadar yeniçeri ve sipahiler elbiselerini temizlemekle, silahlarını bağlamak ve parlatmakla, atlarını, at takımlarını tımarla meşgul olmuşlardı.
Nihayet iki vezir karşılaştı. Rumiye Şeyhi’nin “Kuş Bahçesi” namıyla yâd olunup şöhreti dillerde destan olan bahçesi önünde Nasuh Paşa, serdara doğru atını sürmüştü. Aradaki mesafe, kırk adıma kadar inince hakikaten süvarice bir maharetle atını derhâl durdurup yere atlamış ve “eli göğsünde” Kuyucu’nun tarafına yönelmişti.
Diyarbakır valisinin yaya yürümeye başladığı anda, muhteşem serdar da atını durdurmuş ve Nasuh Paşa ile aralarında beş adım kalıncaya kadar bekleyerek ancak o vakit, atından inmişti.
Nasuh Paşa, Kuyucu’nun huzuruna gelir gelmez hemen eğilmiş ve elini eteğini öpmüş, iki dakika kadar “tahıyyat secdesinde” kalmıştı. Bütün ordu, arkasında en debdebeli bir talihli kafile taşıyan Nasuh Paşa’nın, çelimsiz ve cılız, zayıf ve güçsüz Kuyucu Paşa önünde aldığı zelil duruşu hayretle seyrediyordu.
Kuyucu, devletmeap rakibinin şu alçalışını alay edercesine bir hoşça seyrediyordu. Sonra “Estağfurullah, paşa karındaş!” demişti. “Biz de hoş geldik, sen de… Buyurun, ata binin! Atbaşı beraber yürüyelim.”
İki saat sonra, serdarın ordusu Diyarbakır tarafında çadır kurmaya başlamış, Kuyucu da Diyarbakır nakibüleşrafının konağında istirahate koyulmuştu.
Ordunun saka ve seyis gibi hizmet güruhu, cephane ve erzak kolları, yedek eşya ve hasta fertleri gece yarılarına ve hatta sabaha kadar ordugâha akıp geliyordu. Bu meyanda küçük bir çocuk, düşük kıyafetli bir şahıs tarafından dizgini çekilen bir katar ortasında, yavaş yavaş Diyarbakır’a girmişti. Bu, anlaşıldığı üzere, bizim Kör Mahmut olup katırı yedekleyen şahıs da mahut Tanrıbilmez idi!..
***
“Seni boyunca altına gark etsem yine az! Bu hizmetin unutulmaz. Fakat bana düşünceni de aç, şimdi nidüp nişlemek gerek? Bu ‘Nuhi Koca’ rahat durmaza benzer.”
“Allah efendimi var etsin, senin sağlığından gayrı bir dileğim yok. Senin gibi bir kahramana elem gelmesin diye bu işi işledim. Yanında makbule geçmişsem ne mutlu, ihtiyar kurdun tırnağını sökmekten başka bir tedbir gözümü tutmuyor.”
“Güzel söylersin ama hüner yolunu bulmakta, beni baba bilip de açıl. Sence kolaylık nerededir?”
Ordunun Diyarbakır’a vardığı gece, ortalıktan el ayak kesildiği demlerde, Nasuh Paşa ile Çeşmi’yi karşılaşmış görüyoruz. Civelek vasıtasıyla gönderilen mektup, on gün evvel mürsilünileyhe ulaşmıştı. Şimdi paşa ile Çeşmi, diz dize bir vaziyette, Kuyucu’ya karşı ne gibi tedbirler alınmak lazım geleceğini müzakere ediyorlardı.
Felek kızını aldıktan sonra, milyonlara varan servetine de konan Nasuh Paşa, bol vaatlerde bulunarak Çeşmi’yi kör bir alet hâline getirmek istiyor; Çeşmi ise onu, Kuyucu’nun heyulasıyla büsbütün korkutarak kati bir teşebbüse sevk etmek diliyordu.
Her iki adamın gönlünde, halkaları hınçtan dokunmuş bir yılan kıvrım kıvrım yatıyordu. Fakat her birinin taşıdığı kinin membasının meydana getiricisi başka olduğu gibi, hınçlarının gayesi de farklıydı. Biri, düşmanını baş aşağı ettikten sonra cesedine basarak ikbal yolunda yükselmek, diğeri “Oh olsun!” demek istiyordu.
Çeşmi’nin içinde büyüdüğü muhit, temas ettiği hadiseler ve küçükten beri dimağında yer tutan telakkiler ve intibalar, kendisini mertliğe meyilli bulunduruyordu. Gerçi yaptığı iş, namertçe idi. Lakin hünkârın jurnalinde Nasuh Paşa’yı haberdar etmek meselesinde vicdani bir hayli hafifletici sebepler vardı. Kuyucu’ya arkadan suikast tertibine gelince; bunu kabul etmekte mütereddit bulunuyordu. O, Nasuh Paşa’nın mertçe dövüşerek Kuyucu’yu tepelemesini arzu ediyordu.
Göksün Yaylası’ndaki ölüm kuyusundan Kör Mahmut’u çıkardığı günden beri kurduğu plan tek bir esasa dayanıyordu: Kuyucu’yu bir belaya uğratmak… Evvelleri, onun dairesine girerek yaptıklarını ve hâllerini öğrenmeye çalışmayı ve bir ipucu elde ederse saraya ihbar ederek Kuyucu’yu ezdirmeyi düşünmüştü. Buna imkân bulamayınca yeniçerilerle serdar arasında bir zırıltı çıkarmak emeline düşmüştü. Bu yolda çalışmaya henüz zaman bulamadan, mahut name-i hümayun imdadına yetişmişti.
Nasuh Paşa’nın cüreti ve yiğitliği, kudreti ve ihtişamı dillere pelesenk olduğu için bu fırsatı kaçırmamakta tereddüt etmemişti. Bildiğimiz üzere mufassal bir mektup yazarak onu Kuyucu’ya karşı teheyyüç etmişti.
Babalığın planı bu noktaya kadar meşru olmuştu. Fakat şimdi iş, çapraşıverdi. Nasuh Paşa, kara ve iri gözlerini manalı manalı açarak “Gayret yine dayıya düşüyor. Ne olursa senden olacak. Postumuzu şu bunağın elinden kurtaralım.” diyordu.
Çeşmi “Bu işe yeterse yine sen devletlinin gücü yeter, ben elimden gelen kulluğu gösterdim. Kuşça canıma acıyıp beni artık mazur görün.” deyip yan çizmeye çalıştıkça Nasuh Paşa “Anca beraber, kanca beraber. İyilik edip beni işten haberdar kıldın. Sonunu da getir.” tarzında ısrara başlamıştı.
Eğer, iyi fena bir tedbir gösterip de Nasuh Paşa’yı ikna edemezse yazdığı kâğıdın Kuyucu’ya gösterilmesi imkânı, apaşikâr ortada duruyordu. Bu sebeple çarnaçar, Nasuh Paşa’ya karşı itaatkâr bir duruş alıyordu. Gelgelelim son sözü, yine Diyarbakır valisi söyledi:
“Bu işi paklasa paklasa bir yudum zehir paklar, ‘Nuhi Koca’nın yatarken aldığı bala bir parmak da biz karıştırsak, olur biter. Ne dersin Çeşmi Efendi?”
Kör Mahmut’un babalığı, muhatabının gözlerindeki kanlı parıltıyı artık hayra alamet sanamazdı. Zaten bu çıkmaza kendi ayağıyla düşmüştü. Şimdi oluruna gitmekten başka çare kalmamıştı. Aynı zamanda istediği şey de meydana gelmiş olacaktı. Binaenaleyh fazla tereddüt etmedi, boynunu bükerek “Efendim bilir.” dedi.
***
Ertesi gün Nasuh Paşa, serdarı ikametgâhında ziyarete gidiyordu. Gömleğinin altına iki kat zerre giymişti. En güvenilir adamlarından yüz elli kişiyi refakatine almıştı. Baştan başa demire gömülmüş bu silahşorların, serdara yâr olan bütün cellatlar ile boğuşabileceğine kani idi.
Kuyucu Paşa, Diyarbakır valisini fevkalade bir nezaketle karşılamış, “Gel oğul!..” hitabıyla yüzünü gözünü tekrar tekrar öpmüş ve ta yanına oturtmuştu.
Fakat kahveler içilir içilmez de çehreyi asmıştı. Nasuh Paşa, bu ani sayıklamanın neticesini metanetle beklerken Kuyucu koynundan mahut jurnali çıkarmıştı.
“Paşa oğlum! Maşallah okuryazarlığın var. Şu rika kimindir, söyler misin?”
Nasuh Paşa, kendisinin hünkâra gönderdiği arizayı[28 - Ariza: Büyük bir kimseye hürmetle yazılan veya verilen şey, istirhamname, hediye. (e.n.)] eline almaya lüzum görmemişti ve hiçbir renk değişimi göstermeyerek “Benimdir!..” demişti.
Aslan yürekli bir erkek metanetiyle verilen bu kısa cevap, Kuyucu’yu galiba memnun etmişti!
“Tamam.” diyordu. “Saadetlû hünkâra taahhüt ettiğin kırk bin altını şimdi bize göndermen gerek. Er olan sözünde durur!”
Nasuh Paşa sükûnetle, “Sahib-i devlet babamız ne emrediyorsa yapmak borcumuzdur. Yarın para hazinenize girer.” deyip ayağa kalkmıştı.
Kuyucu şimdi Nasuh Paşa’yı iki adım bile uğurlamaya lüzum görmemişti, herifi mahcup ve mağlup ettiğini zannederek için için gülüyordu. Paşa ise badireyi bugünlük kolayca atlatmaktan memnun bulunuyordu.
Nasuh Paşa’yı, binek taşına kadar uğurlamaya gelen kethüda beyler ve diğer ağalar arasında Çeşmi de vardı.
Paşa, huzuruna yığılan adamlara hafif bir selam verip atını sürerken gözüyle Çeşmi’ye seri ve sert bir işarette bulunmuştu.
***
Kuyucu Paşa’nın vefatı, bütün orduyu ayaklandırmıştı. Her kafadan bir ses çıkıyor, serdarın ölüvermesine türlü mana veriliyordu.
Paşa, öldüğü gece her zamanki gibi gece yarısından sonraya kadar oturmuş, musahipleriyle satranç oynamıştı, neşesi yerinde idi. Hatta bir aralık tezkirecisini çağırarak iç muharebelerde katlettirdiği “Etrakü bi-idrakin”[29 - “İdraksiz Türk” manasında bir söz. (e.n.)] toplamını sormuş ve yüz yirmi beş bin kişiye eriştiği söylenilmesi üzerine tuhaf bir neşeyle “İşte, bir yığın karaçalı! Bıraksaydık vilayetlerde geçilecek yol kalmazdı!” demişti.
O sırada yakınındakilerden biri de yüz bulup, Nasuh Paşa’yı niçin sağ bıraktığını sormuştu ve “Maslahat budur ki, bu münafık nabekârı ölüm kuyusuna atasınız!” demek istemişti.
Kuyucu bu sitemli suale filozofça cevap vermişti:
“Yok, bu herif bir yiğit, namlı, bahadır ve becerikli, devlete gerekli adamdır. Bunu idama ve ortadan kaldırmaya elim varmaz. Belki bu gibileri yerinde bırakmada ve terbiyede nice fayda düşünülür. Ayrıca sadrazamlık makamı vezirlerin kıskandığı bir makam olup o makama istidadı olan taleplileri mahvetmek uygun değildir!”
Bilahare yatmak için yatak odasına çekilmişti. Kâtip Çeşmi, bir müddet yanında bulunarak Vassaf Tarihi’ni okumuş, iç oğlanlarından biri uyuyuncaya kadar dizlerini ovuşturmuştu.
Sabah ezanı okunurken, paşanın alışkanlığının tersine olarak kalkmadığını gören hademe güruhu, odasına gitmişler ve kuru bir cesetle karşılaşmışlardı.
Serdarın yaşı doksanı geçmiş olmasına rağmen bu ölüm, asker arasında hiç de tabii sayılmıyordu.
Nasuh Paşa dairesinden ordugâha doğru, kese kese sarılar akın etmeyip de iş hâle bırakılsaydı, hayli rahatsızlık verici bir vaziyet meydana gelecekti. Yeniçeri ağasının, ordu erkânını toplayarak Nasuh Paşa’yı alelacele serdar seçtirmesi, ortadaki dedikoduları söndürmüştü.
Müteveffanın cesedi tahnit olunup İstanbul’a sevk olunduktan bir gün sonra, Çeşmi Efendi, Nasuh Paşa’nın yanına gitmiş ve elini öperek serdarlığını arkadaşça tebrik etmek istemişti. Fakat paşa, üç beş gün evvelki adam değildi, tamamen değişmişti. Çeşmi’ye teşekkür etmek, iltifatta bulunmak, samimiyet göstermek şöyle dursun, “Otur!” demeye bile tenezzül etmemişti ve sadece “Yarın kethüdayı gör!” demişti.
Çeşmi, işlediği cinayetin vicdanına çöken azabından ziyade suç ortağının vaziyetinden yaralanmış olduğunu gerçi biliyordu. Fakat bu derece adiliği tasavvur etmezdi.
Şimdi kendi kendini kınayıp duruyordu. Manasız bir intikam peşinde aylarca sürüklendikten sonra “efendisini zehirleyen” bir adam mevkisine düşmüştü. Büyük dedesinin hararetli bir üslup ile tasvir ettiği “kibar eşekler” içinde böyle bir kafasızlık gösteren belki yoktu. Kuyucu’ya yutturduğu zehri eliyle hazırlayıp herifin kendisine veren Nasuh Paşa bile cinayetten sonra başkalaşmıştı.
Herifin, kendisini “kana kan, cana can” deyip de kısas yoluna göndermediği kalmıştı. Belliydi ki paşa, yüzünü görmekten memnun değildi. Belki yarın, zehirleme bedeli olarak eline birkaç kuruş verecek “Yürü, artık gözüm görmesin!” diyecekti.
Kuyucu’yu mademki bizzat katledecekti, Arnavutluk’tan çıplak baldırla İstanbul’a gelip de paşalığa yükselen bu sütü bozuk herife açılmanın, onu serdarlığa kadar yükseltmenin ne lüzumu vardı? Oh, şu kuru kafa parçalanmaya layıktı, ne çare ki onu parçalamakla ortadaki kanlı ve katmerli hata düzelemeyecekti.
Katil Çeşmi, bu düşünceler içinde Diyarbakır’ın eğri büğrü, dar ve karanlık sokaklarını irade dışı adımlarla dolaşıyordu. Birdenbire gözlerinin önünde bir manzara canlandı:
Kuyucu Paşa uzanmış yatıyor, gözleri yarı açıktır. Sanki yarım bakış ile bir asırlık ömrünün muhasebe defterini inceliyor. Saçtan tamamıyla temizlenmiş başında beyaz bir takke var. Çehresi ölüyü andırıyor, o kadar renksiz ve zayıf. Beyaz ve seyrek tellerle örtülü çenesinin altında bir çocuk yumruğu kadar sivri bir kemik, gırtlak kemiği görünüyordu. Boynunun koyu esmer derisi pörsümüş, sükûnet hâlindeki bir hindi ibiği gibi katmer katmer sarkmıştı. Ara sıra hareket etmese diriliğine inanılamayacak şu zayıf, şu bir çürük tahtaya benzeyen vücudun, elli milyonluk bir kitleyi yalnız ismiyle ürkütmüş bir şahsiyet olduğuna zerre kadar ihtimal verilemezdi. Yetmiş iki buçuk milletin teşkil ettiği muazzam bir yekûn, elli milyon gibi müthiş bir rakam, bu zayıf adamın nazarında alelade bir sefer gibi hafif ve kıymetsiz oluyordu. Koca koca kıtaları dolduran küme küme insanlar, bu otuz kilo sıkletinde bile olmayan adamın ismi önünde derin bir korkuyla eğiliyordu.
Bu sonsuz kudret, bu zayıf vücudun neresine sığıyordu? İçtimai teşekküllerin izafi kuvvetleri de taalluk ettikleri vücut da aynıyla ruh dediğimiz meçhulü andırıyordu: Varlığı eserleriyle görünen, fakat kendisi görünmeyen bir şey!..
Bir aralık Kuyucu, sekerat anında bir yudum su isteyen dermansız bir hasta gibi, “Bal!..” demişti. Çeşmi, hemen elindeki kitabı bırakarak yanındaki küçük hücreye gitmiş ve küçük bir bal mumunun hafif alevi altında elleri titreye titreye bal hokkasına sarı renkte bir sıvı karıştırmıştı.
Bu zehirli hokkadan üç çorba kaşığı kadar bal alarak birbiri ardınca paşaya verirken yere düşecek gibi bir hâle gelmişti. Âdeta Kuyucu’nun, mezarından kalkan bir ölü gibi, yattığı yerden kalkarak yakasından tutacağını ve yüzüne tüküre tüküre altı ay evvel Kör Mahmut’a yaptığı gibi, boğazını hınç ile sıkacağını zannetmişti. Hatta bir an boğazında bir baskı bile duydu. Fakat bu baskı, derisine dıştan değil, hançeresinden geliyordu. Sanki içinde ansızın harekete gelen bir el, göğsünü tırmalaya tırmalaya yüzüne çıkıyor ve orada yumruklaşıyordu.
Kuyucu Paşa, üç kaşık balı vaziyetini bozmadan, yattığı yerde almıştı. Üçüncü kaşığı yer yemez, gözünü hafifçe açmış ve Çeşmi’ye bakmıştı. Belki, “Kâfi!” demek istiyordu o bakış, katilin ta ruhunda bir alev parlatmıştı. Bilhassa şimdi, ne kadar manalaşıyordu.
Çeşmi’ye öyle geliyordu ki, mezarında ve hatta mahşerde bile Kuyucu’nun o son bakışı kendisinden ayrılmayacak ve onun ruhunda tutuşturduğu kıvılcım, ebediyette de sönmeyecektir.
Kuyucu’nun işaret edip izin vermesiyle, kendisi ve diz ovuşturan oğlan odadan çıktıktan sonra, paşa sabaha kadar uyumamış, kendi odasında başını eline alarak düşünmüştü. Bu düşünce, belirli istikametlere yönelik değildi, bir fikir perişanlığından ibaretti:
“Paşa ölmüş!” sayhalarıyla nakibin konağı, zelzeleye uğrayan çardak gibi zangır zangır titremeye başladığı zaman gayriihtiyari dışarı fırlamıştı. İlk hatırına gelen şey, intizamsız bir velvele içinde çalkalanan konaktan savuşmaktı. Sonradan, katlettiğini görmek için benliklerinde tahammül edilemez bir çekim duyan her katil gibi, o da Kuyucu’nun odasına gitmişti.
Paşa, dört saat evvelki hâlini muhafaza ediyor, yalnız yüzü biraz daha süzülmüş görünüyordu. Sakalında garip bir kıvrılma vardı. Beyaz beyaz kıllar, ateşe gösterilen iplikler gibi garip bir şekilde bükülmüştü.
Çeşmi, harp ve darba alışkın her sipahi gibi, kana ve ölüme kanıksamışlardandı. Fakat sevdalısına kavuşmak için nikâhlısına zehir veren kadınlar gibi, gecelerin himayesine sığınarak adamı zehirlemek karakterine çok ağır gelmişti.
Kuyucu’nun cesedine bakarken kendisini âdeta kan tutacaktı.
Kulağında bir ses uğulduyor, mütemadiyen “Haydi durma, işi senin yaptığını söyle!” diyordu. Görünmez bir el de sanki kendisini bu itiraf için haşince ileriye itekliyordu.
Cesedin başından uzaklaştıktan sonradır ki aklı başına gelmişti. Binlerce ve binlerce adam boğmuş olan bir insafsızın elinden memleketi kurtarmak, aslında fena bir hareket değildi! Nasuh Paşa gibi koca bir vezir, işte, bu işte kendisine ortak olmuştu. Eğer bir vebal, bir günah varsa ancak yarısı kendisinindi.
Bu düşünce ile biraz teselli, biraz sükûnet bulmuştu. Gelgelelim Kuyucu’nun cesedi İstanbul’a sevk olununcaya kadar uyku uyuyamamıştı. Ancak ölü, o muhitten uzaklaştıktan sonradır ki gözlerini oyan, beynini ezen yük hafiflemişti.
Eğer Nasuh Paşa bir suç ortağı değil, adi bir katilden iğrenen bir vicdanlı adam gibi kendisine soğuk davranmasaydı, belki gönlündeki üzüntü büsbütün yok olurdu. Fakat gördüğü muamele, cinayet anından beri, nöbet nöbet asabını saran hummayı tazelemişti. Vücudu acayip titremelerle sarsılıyordu ve ikide bir ellerini başına götürerek “Vah kafa, vah kafa!” diye söyleniyordu.
Şuursuzca, Diyarbakır kasabasını baştan başa katetmişti. Artık kalenin dağ kapısı önüne gelmişti, ancak o vakit kendisini toparladı. Ve Tanrıbilmez’le Kör Mahmut’u görmek için buralara kadar geldiğini hatırladı.
***
Çeşmi’nin bir ruhi bunalım içinde Diyarbakır sokaklarını dolaştığı gece, yeni serdar, sayısız misafirlerini savdıktan sonra uyumak için haremsaraya çekilmeye hazırlanmıştı. Yarına ait emirlerini almak maksadıyla huzuruna gelen kethüdasına “Ha, unutuyordum…” demişti. “Bir veziriazam kimseye borçlu kalmaz. Yarın yanına gelecek bir Çeşmi Efendi var. Sipahi bozuntusu bir şey. Kuyucu’yu öldüren işte odur. Güya bana hizmet için bu işi işledi. Mükâfatta gecikmeyelim. Gizlice icabına bakıver. Varsın cehenneme gitsin, paşasına selam götürsün!..”
4
“Ya Hay! Ya Mevcut! Ya Hak! Ya Ebed! Ya Kadir! Ya Allah! Hu!..”
Ahşap ve basık salon, şeyh vekilinin sıtma görmemiş sesiyle birden inim inim inildemişti. Kiliselerdeki “autel”leri andıran mihrabımsı yerde siyah bir koyun postu serili. Duvarlarda cennet-i âlâ ile cehennemi gösteren iki resim asılı. Dört hurma ağacı ile minimini bir havzadan ibaret olan cennet bahçesinde kimseler yok. Fakat cehennemde birer küçük ve siyah gölge şeklinde tasvir olunan günahkârlar fıkır fıkır kaynaşıyor! Zebani olması lazım gelen birçok yılanlar da ateşle ağzına kadar dolu kazanların etrafında kuyruk sallayarak dolaşıyor.
Meşhur Dante’nin “Cehennem”i, Batı âlemini bir güzellik heyecanına düşüreli belki bir asır olmuştu!.. Doğu’nun ressam namına, fuzuli sahip çıkan nasipsizler ise henüz bu sahada levhalar meydana getirmeye uğraşıyordu.
Keçe külah üstüne yeşil sarık sarmış, göğsü bağrı açık bir adam, salondaki yegâne sedirin, mahut siyah postun sağ tarafına oturmuş, karşısında halkavari dizilen dervişlere, Vacibülvücut’un yedi ismini saydırdıktan sonra uzun bir “Hu!..” çekerek zikir işaretini vermişti.
Dirsek dirseğe dokunacak derecede yan yana diz çöken, bu hepsi çıplak ve hepsi başıboş güruh, sağdan sola, soldan sağa doğru sallanmaya başlamıştı. Güya Allah’ın huzuruna azgın çehre ile çıkmak kulluk usulleri cümlesinden imiş gibi her dervişin yüzünde derin bir elem izleniyor ve gözlerin tamamen kapalı bulundurulması manzaraya bir körler meclisi hâli veriyordu.
Dervişlerin çoğunun, bedenî noksanlıkları vardı. Kimi kel kimi şaşı kimi kambur olup cümlesinin müşterek özelliği kirlilik ve çıplaklık idi.
İptida, bir saat rakkası gibi, ağır ve mevzun bir ihtizaz ile başlayan zikir, biraz sonra seri ve sar’avi bir ihtilaç hâlini almış, başlangıçtaki keskin “hu”lar gittikçe ne olduğu belirsiz bir iniltiye dönüşmüştü.
Dervişler halkasındaki ahengi bozabilecek herhangi yorgunluk alametleri şeyh vekilinin derhâl gözüne çarpıyordu. Hüda’nın huzurunda bulunmakla beraber müritlerini gözden kaçırmayan şeyh vekili, böyle hâl vukusunda hemen ayağa kalkıyor, halkayı devreder gibi görünerek o yorgun dervişlere “Ayıp oluyor ha! Yorulmanın sırası değil!..” demek istercesine gizlice bir şeyler fısıldıyordu. Bu temas ve bu ihtar, yorulmaya başlayan dervişleri tekrar ve daha şiddetli surette harekete getirmeye kâfi geliyordu. Her türlü mimari zevkten mahrum, dervişleri kupkuru bir damın altında, güya öbür dünya namına yapılan bu hareketler, hayli uzamış ve nihayet yine şeyh vekilinin, başka bir makamdan çektiği “Hu!..” ile sallantıya son verilmişti.
Rumiye Şeyhi’nin o sıralarda pek meşhur olan tekkesindeki şu ayin, tam bir zikir olmayıp şeyhin varışına kadar vekili marifetiyle yapılmış basit bir talimden ibaretti. Biraz sonra şeyh efendi gelecek, asıl sallantı o zaman baş gösterecekti.
Bilhassa bu akşam, ordu erkânından birçok muhterem şahsiyet şeyhin ziyafetine davetli olduklarından onların şerefine tekkenin bütün hünerleri gösterilecekti.
Gerçekten yaptıkları alıştırma ile hafifçe terleyen dervişlerin terleri kurumuş ve kuvvetleri yerine gelmişti ki şeyhin teşrif etmek üzere bulunduğu haberi ağızdan ağıza yayıldı.
Şimdi iki yüzden fazla derviş, birbirleriyle yapışık denilecek kadar sıkışık olarak yere uzanmışlardı. Sırtları yukarıda, kolları altında, bir odun parçası gibi hareketsiz yatıyorlardı ve yavaş sesle “Hu!.. Hu!..” diyorlardı.
Kapı cihetinden de şeyh görünmüştü. İki kişinin derin bir dindarca huşu ile dizginini çektikleri bir beyaz ata binmişti. Bu küçük alay, alelade bir sokakta yürür gibi lakaytça, salonun toprak zemini üstünde yatan dervişlerin üzerinden geçmeye başlamıştı. Şeyh efendi, göz kapakları inik, dudakları bilinmez hangi evradın tekrarıyla kıpırdıyor, altındaki mahluklardan bihaber salonu devrediyordu.
Seyisler, dervişlerden kiminin başına kiminin ayağına basarak yürüyor ve şeyhin atını da yürütüyorlardı. Her derviş, atın ön ve arka ayaklarından en az birer darbe yiyor, fakat küçük bir elem sedası bile çıkarmıyordu.
Otuz iki tarikatın o devirlerde yüzlere varan hankâhları,[30 - Hankâh: Allah rızası için ve misafirleri minnet altında bırakmamak ihlası ile fakir ve dervişlere ve talebe-i uluma yemek verilen ve misafir edilen yer.] zaviyeleri içinde bu hüneri gösteren yegâne mürşit, Rumiye Şeyhi idi. Onun babası, semahaneyi[31 - Semahane: Sema ayininin yapıldığı geniş yer, Mevlevi tekkelerinin geniş salonu. (e.n.)] şişelerle doldurtturur ve oynak bir ata binerek, hiçbir tanesini kırmamak şartıyla, şişelerin üstünden dolaşırdı.
Şimdiki şeyh, şişeleri dervişlerle değiştirmişti ve bundan daha açık bir “tasavvuf remzi” vardı: At, hayatın ağırlığını temsil eder!
Alelade insanlar o ağır yüke tahammül edemez; fakat şeyhin temasıyla, o ağırlık, hafiflik kazanmaktadır ve görüldüğü üzere, müridan, atın altında hiçbir elem duymamaktadır. Kısacası fâni hayatın ağırlığını çekebilmek, ruhen temizlenme, batınen incelmeye bağlıdır. Bu dereceye erişebilen mütteki bir derviş, şeyhin atından çifte de yese ses çıkarmaz.
Rumiye Şeyhi’nin kerameti bununla sınırlı değildi. Babasının öldüğü günün yıl dönümlerinde şeyh efendi, bir büyük hüner daha gösterirdi. Her sene o gün, babasının mezarında muhteşem bir ayin yapılırdı. Dört taraftan, senelik vergilerini de yanlarında getirerek, koşuşup gelen müritler, mezarın etrafında toplanır ve o gün tecelli edecek mucizeyi beklemeye başlarlardı. Öğleye doğru şeyh efendi de gelir, yarım saat süren bir duadan sonra türbenin kapısını açar, fakat girmeyerek, elleri göğsünde bir duruşla beklerdi.
İşte bu esnada, şeyhin evi tarafından başıboş bir eşek peyda olurdu. Bu eşek, oradaki kalabalığı mühimsemeyerek, toprağı koklaya koklaya, bazen durarak burnunu havaya kaldıra kaldıra doğruca türbeye gelir ve kuyruğuyla şeyh efendiyi selamladıktan sonra hemen içeriye dalar, oradaki mezarın etrafını üç kere tavaf ederdi. Bir hayvan yavrusunun gösterdiği bu iman eseri, orada toplanan müritleri coşturup taşırırdı. Herkes türbeden evvel eşekle temas etmek için can atar ve ona yaklaşabilenler, muska yapmak emeliyle birkaç kıl koparırdı. Bunun neticesinde zavallı hayvan, cascavlak ve dımdızlak bir hâle gelirdi.[32 - Hikâyemizin taalluk ettiği tarihten iki yüz elli sene sonra Mısır’da da böyle bir garip itikat yüz göstermişti. Tanta’da defnedilmiş Seyyid Ahmed Bedevi’nin özel gününde Şinavî namını taşıyan ve ismi geçen seyidi mukaddes tanıyan dervişler, böyle bir eşeğe keramet ederlerdi. Tıpkı naklettiğimiz şekilde vazifesini ifa eden bu eşekler yıllarca muhterem tanılmıştı. Ahmed Bedevi’ye ait merasim hâlen de Mısır’da yapılmaktadır, fakat eşek meselesinin devam edip etmediği bu satırların yazarınca meçhuldür. (y.n.)]
Gerçi o devirlerde diğer bazı tekkelerde de hünerler gösterilirdi. Özellikle Rufailerin kızgın şişle dağlamak, hançerlenip de yaralanmamak gibi hareketleri meşhurdu. Hele bir şeyhin, katran ve zeytinyağı dolu bir çömleği koltuğunun altına alarak, göğsü, sırtı, başı alevler içinde, zikir ve tehlile[33 - Tehlil: İslamiyetin tevhit akidesini hülasa eden, ancak bir ilah bulunduğunu, onun da ancak ve ancak Allah (c.c.) olduğunu ifade eden “Lailahe illallah!” sözünü tekrar etmek. (e.n.)] devam ettiği hayretle görülüyor ve işitiliyordu. Fakat Rumiye Şeyhi’nin kıymeti başka idi.
Bu adamın babası, vaktiyle başında kirli bir derviş tacı, arkasında lime lime bir aba, boynunda binbir taneli bir tespih, elinde bir keşkül,[34 - Keşkül: Gezici bazı dervişlerin ve dilencilerin ellerinde tuttukları, Hindistan cevizi kabuğundan, metalden veya abanozdan yapılmış dilenci çanağı. (e.n.)] belinde bir çıngıraklı topuz Diyarbakır’a çıkagelmişti. Yanında Şafii köpeğini andıran minimini bir mahluk vardı: Yüzü gözü kir içinde, saçları bitle dolu bir mahluk!..
Bu kirli baba ve oğul, kapısı ve sofrası gariplere daima açık bulunan zengin bir adamın evine postu sermişlerdi. Ahır müştemilatında bir köşede akşam ve sabah verilen bir çorbaya kanaatle yaşayıp gidiyorlardı. Dervişin geceleri ah vah ve zikrullah ile iştigali uşaklarca, gerçekten bakışlarını çekiyordu. Fakat o tehliller, o dokunaklı ibadat, belirlenmiş gıdayı bile artıracak bir tesir yapmıyordu. Her koyun kendi bacağından asılacağına göre dervişin takvadaki aşırılığı, oradaki uşakları elbette alakadar edemezdi.
Baba ve oğul, aylarca bir sığıntı vaziyetinde bir evde yaşamışlardı. Bu uzun müddet zarfında ne kimse bu meçhul dervişe nereden gelip nereye gittiğini sormuş ne kendisi bir kimseyle tanışıklık kurmuştu. Yanındaki kirli mahlukun oğlu mu, oğulluğu mu olduğunu bile bir ferdin merak edip sorduğu vaki değildi. Daha garibi, ev sahibi kendi hanesinde böyle bir Tanrı misafiri olduğundan da haberdar olmamıştı. Yalnız uşaklardır ki misafir dervişin çorbasını ve ekmeğini verip duruyorlardı.
Gülünç bir tesadüf, bu kim olduğu meçhul dervişi birdenbire Diyarbakır’ın en tanınır bir şahsiyeti hâline getirdi. Bir gece yarısı onun misafir kaldığı hanede büyük bir telaş başlamıştı. Uşaklar koşuşuyor, haremden selamlığa ve selamlıktan hareme durmadan haberler gidip geliyordu. Bu telaş ve heyecan, dervişin nazarından kaçamazdı. Nispeten nazik ve yardımsever görünen bir uşaktan bu didişmenin sebebini sordu. Uşak, ilk önce “Senin ne vazifen be herif!” der gibi oldu, sonra gönül kırmaktan kaçınarak hanımefendinin yüzünde müthiş bir çıban çıktığını, çok ızdırap çektiğini, Diyarbakır’daki cerrahların ilacından, hocaların okumasından bir fayda hasıl olmadığını söyledi. O vakit derviş, zeki gözlerini uşağa dikerek inandıran bir sesle “Allah’ın izniyle…” demişti. “Biz bu derde derman oluruz. Var haber götür.”
Yerden ve gökten medet bekleyen hasta ile eşi, dervişin arz ettiği hizmeti büyük bir istekle kabul etmişlerdi. Dervişin tatbik ettiği tedavi tarzı çok basitti, fakat hastayı derhâl sancıdan ve elemden kurtarmıştı.
Hane sahibini, yarı tiksinme ve yarı gücenme ile gözlerini kapamaya mecbur eden tedavi şekli, hanımın rengin bir külü andıran ter-ü taze yüzündeki çıbanı, dervişin pis ve kalın dudaklarıyla emmesinden ibaretti.
Hanım, bu sakallı ve murdar sülüğün gördüğü işi minnettarane karşılamıştı. Bey de bu minnettarlığa katıldığından derviş efendiye bol bol ikramlar başlamıştı. Kendisine derhâl selamlıkta güzel bir oda tahsis edildi. Evin hamamında oğluyla beraber yıkattırılarak üstleri başları değiştirildi. Hanımından, kocasından, kaynanasından, başkalfadan, başağadan ve hülasa bütün hane halkından kese kese sarılar geldi.
İşin en tatlı tarafı, dertli derviş birdenbire şeyhlik payesine erişmişti: Artık şeyh efendi aşağı, şeyh efendi yukarı!..
Nezleden zatülcenbe, beyin zarı iltihabına kadar her hastalık için şeyh efendinin nefesi birebirdi. Hele çıbanları ifşada, kimse bu serserinin kudretinden şüpheye düşemezdi, hane sahibinin şurada burada “Nefes değil, bıçak efendim…” girişiyle başlayan tecrübeyi anlatmada gösterdiği ciddiyet, dervişin şöhretini büsbütün Diyarbakır’a yaymıştı. Güya hanımın yüzündeki şirpençe imiş! Bu çıbanın yüzde çıkması vaki değilse de istisna olarak hanımda yüz göstermiş! Şeyh efendi eliyle temas eder etmez o koca şirpençe, Allah’ın izin ve keremiyle, iz bile bırakmadan ortadan kalkmış.
Hane sahibi, çıbanın emildiğini nedense gizlemeye ve saklamaya lüzum görüyordu. Gelgelelim şeyh efendi bir iki ay içinde elde, ayakta peyda olmuş nice çıbanları emerek iyileştirmişti. Ancak şöhreti kemale yettikten ve hayli dünyalık tedarik ettikten sonra, eşraftan birinin söylenmez bir yerinde çıkan çıbanı da emmek teklifine karşı “Mana âleminde bu işten artık men olunduk!” cevabıyla sülük rolü oynamaktan feragat etmişti.
Şeyhten lütuf görenler bu hastalıklar şifacısı namına bir zaviye yapmakta gecikmediler. Devamlı propagandalar şeyhin şöhret dairesini gittikçe genişletiyordu. Bu şöhrete kapılıp dört taraftan gelen müritlerin adedi de anbean artıyordu. Müritlerin çoğalması servetin tezayüdü demekti. Para çoğaldıkça zaviye genişliyordu. İşte bu gidişle bir gün Diyarbakır’ın en seçkin yerinde, haremli, selamlıklı, mutfaklı, ahırlı, müritlere ve misafirlere mahsus çok daireli koca bir tekke meydana gelmiş ve çıplak ayak Koç Baba’nın, -bu türedi şeyhin ismidir- Kuş Bahçeleri, Bağ-ı İrem kadar şöhretli olmuştu. Koç Baba, ilk şöhret günlerinde koynundan uzun bir şecere çıkararak, soyunun büyük sahabilerden bir yüce zata dayandığını ispat etmeyi unutmamıştı. Bu kutsi asalet olmadıkça nefsindeki şifa verme kudreti ne olursa olsun, kendisine tam bir muhteremlik temin edemezdi.
Diyarbakır’a, bir ip, bir külah giren derviş, uzun senelerden sonra öldüğü zaman oğluna hatırı sayılır bir servet ve o servetten daha mühim olmak üzere de çok değerli bir “post” bırakmıştı.
İtiraf etmelidir ki bu şeyh, oğlunu okutmayı da ihmal etmemişti. Yeni şeyh, Türkçede, iki satır düzgün yazı yazacak kadar sermaye temin edememekle beraber Arapça ve Acemceden hayli şeyler bellemişti. Buhari, Ebu Müslim, Ebu Davud gibi temel hadis kitaplarını tetkik edebilmişti. Bir mecliste bulununca diğer şeyhler gibi sadece istiğraka dalıp kalmıyordu. “Esteizübillah” ve “Habibullah”larla karışık sözlerle, mecliste hazır olanları hayran hayran ağzına baktırabiliyordu.
Bu gece at üstünde sahneye girişini gördüğümüz şeyh, işte bu adamdı ve şimdi “Rumiye Şeyhi” namıyla yâd olunuyordu. Tebriz’den, Revan’dan, Erzurum’a; Musul’dan, Urfa’dan Van’a kadar koca bir diyarın halkı, ayağına akıp büyük bir muhabbetle adaklarını, sadakalarını, zekâtlarını bu zatın rikabına arz edip duruyordu. Gizlice ve pek geniş mukayesede ticaretle de iştigal ettiği için büyük bir servet yığmıştı. Oralardan sık sık geçen serdarlar, paşalar mutlaka tekkeye gelip şeyhin elini öperler ve duasını alırlardı. Bütün o saydığımız diyar ahalisi, en şüpheli işlerde onun “aziz başına” yemin ederlerdi!..
Bugünkü genç nesil, hele bundan sonra gelecek ve yetişecek bahtiyar nesiller, tekke ve şeyh isimlerini ancak tarih kitaplarında göreceklerdir. Tarih, ne kadar hak sözlü olursa olsun tekke hayatının mübarek Türk yurdunda oynadığı meşum rolü gelecek nesillere itiraf ederek anlatamayacaktır. Biz ki o hayatın son günlerine şahit olduk. Ve biz ki bu nimete ermezden evvel ne yaman bir izlal[35 - İzlal: Alçaltmak. Haysiyetsiz ve hakir etmek. (e.n.)] ve iğfal şebekesi olduğunu yakından gördük. Şahit olduklarımızı ve gördüklerimizi yeni nesile intikal ettirmek mecburiyetindeyiz. Bu mecburiyeti tanımak, tekke hayatını kökünden söken vatanperverlere karşı bir nevi iyiliğe teşekkür ve aynı zamanda tarihe bir hizmettir.
Tekkeler, malum olduğu üzere, tarikat teşkilatında birer merkezdir. Her tarikat, siyasi bir dağılmanın neticesidir. Orta Çağ’da, Doğu’nun geçirdiği siyasi buhranlar sayısızdır. Sık sık vukuya gelen yönetim değişiklikleri, birbirini takip eden istilalar, bütün Yakın Doğu üstünde bir kararsızlık havası yaratmıştı ve hava, tam on asır, Doğu’nun her noktasında yüzlerce tarikat zuhuruna sebep oldu.
Bütün tarikat kurucuları, gizli bir siyasi ihtiras ile harekete geçen kimselerdi. Bu kişiler, zemin ve zamanı, ellerindeki vasıtaları müsait gördükçe tabi oldukları hükûmetlere karşı isyan etmekte tereddüt etmediler. İran’da Safeviye, Uzak Batı’da Muvahhidin hükûmetleri, hükümdar tahtına dönüşmüş birer şeyh postundan başka bir şey değildi.
Bu neticeyi, sebeplerden bir sebep olduğu için elde edemeyen tarikat kurucularıyla halifeleri, derisini değiştiren yılan gibi, hedeflerinden dönmeyi becerebilmişlerdi ve manevi bir saltanatın sınırlarıyla çarnaçar yetinmişlerdi. Hükûmet kuvvetleriyle alenen mücadeleden uzak duran bu tarikatlardır ki “tarik-i aliye” namıyla yâd olunur. Karamita, Haşaşin gibi dinî akidelerini siyasi emellerle bilfiil mezceden tarikatlar, sapkın fırka unvanıyla, elimizdeki tarih kitaplarında aşağılanmaya hedef olup gider!
Tarik-i aliyenin özellikle Türk topraklarındaki vaziyeti üzerinde düşünmeye değerdir. Birçoğu okuma yazma bilmeyen şeyhler, asırlarca bu mübarek toprak üstünde hükümdarcasına bir hayat geçirmişlerdir.
Her tekke, tam manasıyla bir ağ idi. Onun ruhani itikatlardan dokunan ince ince telleri geniş ve amansız bir şebeke teşkil ederdi. Şeyhler, işte bu şebekenin tam ortasında oturur, doymak bilmez bir örümceğin zulmetme hırsıyla devamlı işler ve işlerdi.
Şeyhlerin dipsiz bir kuyudan daha tamahkâr, daha kanaat etmez mideleri vardı. Postlarının üstünde “el-kanaatü kenzün layüfna”, “azze men kanaa zellemen zamaa” gibi insanları tamahkârlıktan sakındıracak ve kanaat yoluna şevklendirecek levhalar asılı bulunurdu. Fakat kendileri, kara bir sülük gibi, ümmet vicdanına yapışarak halkın, bazen ırzına kadar, her şeyini emerlerdi.
Bu örümcek ağlarında, düşünme gücünden başlayarak maddi ve manevi bütün varlıklarını emdiren ve bütün günlerini, kanı emilmiş bir sinek gibi cansız ve duygusuz geçiren bedbahtlar, insaflıca düşünülürse mazur idi. Müebbet meçhulün, ölümden sonrasının her insan şuurunda yaptığı zelzele, o asırlar halkının da tabiatlarını sarsıyordu. Bu sarsıntıları dindirecek bir işaret, fen namına bir teselli maalesef yoktu. Din uleması denilen “anlayışı kıt güruh” devamlı olarak perişan edici musibetleri yâd edip duruyorlardı.
İdarenin can bezdiren zulümleriyle içi kan ağlayanlar, sığınmak, biraz teselli bulmak için Hüda’nın mabedinden başka nereye gidebilirlerdi?
Hâlbuki oralarda yalnız ve yalnız kabir korkusundan, cehennemin gazabından, yanmaktan ve yakılmaktan bahsolunuyordu. Bazen cennetten ve oradaki zevkler ve hazlardan bahsolunsa bile Sırat’ı selametle geçip Firdevs-i Âlâ’ya girmek için o kadar ağır şartlar anlatılırdı ki vaazları dinleyenlerden yüzde doksan dokuzu o saadete erebilmek ümidini, gayriihtiyari kaybederlerdi.
İşte bu ruhi vaziyette şeyhler imdada yetişirdi. Onlar, ahiretin hâllerini hiç kale almayarak özellikle dünya elemlerine sabır ve tahammül etmeyi öğretirlerdi. Vahimesi[36 - Vahime: kuruntu kurma hassası. (e.n.)] perişan, vicdanı mütereddit, içtimai yaşayış tarzı kederle dolu insanlar için tekkeler bir sığınak oluyordu.[37 - Bakılırsa Romalıların İseviliği kabul etmelerindeki ilk sebeplerle tekkelerin şu yayılma tarzında garip bir benzerlik görünür! (y.n.)]
Tekkelerin aç mideleri tatmin etmeleri, yersizlere yatacak yer göstermeleri, oralarda görülen toplaşmanın ayrıca ve pek kuvvetli etkenlerinden biridir.
Mescitlerde bu hususiyet yoktu ve ulema efendiler yalnız almayı düşünüyorlardı.
Zarifler gibi, o devrin kuvvetlileri de tekkelere kapılmaktan geri kalamazlardı, çünkü bugün güçlü olan, yarın pek kolaylıkla zaaf ve zillete uğrayabilirdi. Bir el koyma fermanı, en zengin aileleri bir an içinde sefil ve zelil ederdi, aynı zamanda o vakitlerin kibar ve ileri gelenleri de tefekkür kabiliyeti ve aydınlanma kudreti itibarıyla avamdan farksızdı. En sonunda skolastik bir terbiyeden başka ortada bir şey yoktu. Bu terbiyenin en birinci semeresi ise vicdanlara batılın tahakküm etmesinden ibaretti. Hele bazı şeyhlerin, “rütbe ve makamların verilmesi”, “cezaların hafifletilmesi veya yüksek tutulması” gibi işlerde ve genel olarak hükûmet muamelelerinde nüfuz kullanabilmeleri, ileri gelenleri ve kibarı tekke kapılarına tamamen yürekten bağlardı.
Bir romanda ayrıntılarıyla anlatması uygun düşmeyen daha bir sürü toplumsal sebepler, bu örümcek ağlarını memlekette yaşatıyordu. Avam, tekkelerden benliklerine sükûn ve teselli sirayet ettiğini kuruntulardı. Bu mühim mazhariyetin bedelini ödemekte tabii olarak cimri davranmazdı. Zenginler sınıfı, bir şeyhin elini öpmekle, her şeyden evvel dindarlıktaki üstünlüklerini halka göstermiş oluyordu. Yalnız bu fayda için dahi şeyh efendiye bir cizye arz etmekte cimrilik edemezdi! İşte, hep bir yola çıkan bu düşünceler, tekkeler için bitmek tükenmek bilmeyen bir gelir kaynağı olurdu.
Şeyhlerin içinde cin fikirli olanları tabii olarak eksik değildi. O gibiler, kendi ayinlerine diğerlerinden ayrı ve yeni renkler vererek halkın rağbetini tarikatları lehine çevirmeyi ihmal etmemişlerdi.
İnsanların ruhi durumunu çok iyi bilen bu adamlar gitgide ayinleri küçük bir seyir sahnesi hâline getirmişlerdi. Bu sahnede dekor değişmez, piyes de aynı piyestir. Fakat bu düzene rağmen halkın arzusunu zapt eden etkenler eksik bırakılmamış; şehevi bükülüp eğrilmeler, gıcıklayıcı temaslar, dudak dudağa gibi vaziyetler, bazı ayinlere pervasızca dâhil edilmişti.
İsmailiye veya Batıniye namı verilen mezhebin kurucusu, müritlerine bazen uyuşturucu bir madde içirerek kendilerini uyutur ve onları uyku hâlinde, bilmedikleri ve görmedikleri bir bahçeye naklettirirdi. Latif çağlayanlar, zarif heyecanlar, gönül aldatan ağaçlar, rengin çiçekler içinde gözlerini açan dervişler, ilk önce rüya gördüklerini zannederlerdi. Fakat suların nağmesi, kuşların cıvıltısı, çiçeklerin kokusu bu seyirin rüya olmadığını kendilerine hissettirince nasıl olup da bu ruha canlılık katan yere geldiklerini hayretle düşünmeye dalarlardı. O sırada ağaçlar arasından, yarı çıplak kızlar zuhur eder ve dertli dervişlere “Burası cennet! Siz de şeyh-i ekberin misafirisiniz!” derlerdi.
Huri rolü oynayan bu kızların sözlerine inanmamak için hiçbir sebep yoktu ve abdal dervişler, hakikaten cennette bulunduklarına iman ederek vadedilen zevkleri toplamaya başlarlardı. Buse, kucaklaşma ve bir bardak Kevser!.. Hurilerin tam kavuşma anında sundukları Kevser, dervişleri uyandırmaya kâfi gelir ve dertliler, bu sefer gözlerini, şeyh-i ekberin huzurunda açarlardı. Bu müşahedeyle güya alakadar olmayan şeyh, için için güler ve o cennete bir daha gitmek iştiyakıyla artık cayır cayır yanan dervişleri dilediği yere, hatta adam öldürmeye sevk ederdi![38 - Meşhur Nizaraülmülk, işte bu şeyh-i ekberin, Hasan Sabbah’ın dervişleri eliyle katlolunmuştur. Hasan, Batıniye mezhebini henüz tesise çalışırken, Melikşah ile Nizamülmülk’ü kastederek “Elimde iki fedakâr dost olsa dünyayı şu iki Türk’ün elinden kurtarırdım.” demiştir. Sonradan iki değil, yüzlerce fedakâr dost kazandı ve hakikaten de sözünü yerine getirdi! Tarikatların, Doğu’da yaptıkları türlü türlü işler arasında bu gibi cinayetler de vardır ve pek boldur. (y.n.)]
Tekkelerde halkın hayvani duygularına hitap etmek, son devirlerde bilhassa artmıştı. “Bedevi topu” namı verilen garip ayin o cümledendir. Şeyh efendi, mutat tehlillerden sonra sıranın toplaşmaya geldiğini söyler söylemez müritler birbiri üzerine atılırdı. Zaten bu tarikatta, müritlerin bir kısmının ve yeteri kadarının genç olmasına özen gösterildiğinden toplaşma sırasında bir genç ve bir yaşlı derviş yan yana tesadüf eder, manzarası, dağınık bir iplik yumağını andıran bu vaziyet, yarı karanlık içinde, şeyhin ayağa kalkma işaretine kadar sürerdi.
En mühim tarikatların ayin merasimi çoğunlukla üç sahneyi içerirdi ve bu sahnelerin hepsi üç saat uzayıp giderdi. İlk sahne, dervişlerin posta kurulmuş olan şeyhe samimiyetini arz etmeleriyle başlardı. En yaşlılarından dört derviş, evvela şeyhe yaklaşır, sırasıyla onu öperlerdi. Sonra bunların ikisi sağa, ikisi sola otururdu. Diğerleri, kolları kavuşuk, başları ziyadece öne eğilmiş bir vaziyette ilerler, tarikatın kurucusunun ismi yazılı levha önünde ayrı ayrı, rükûdaymışçasına eğilirlerdi. Ellerini yüzlerine ve sakallarına götürdükten sonra, şeyhin önünde diz çökerler; elini, büyük bir saygı ile öperler ve aheste aheste salonun ortasındaki koyun postlarına doğru giderlerdi. Herkes yerini bulunca şeyh tekbir alır ve bütün dervişan şeyhe imtisal ederdi.[39 - İmtisal etmek: Uymak.] Biraz sonra şeyhin yüksek sesle kelime-i tevhidi tilavet etmesi üzerine dervişler ellerini yüzlerine, göğüslerine, karınlarına ve dizlerine vurarak bir taraftan diğer tarafa sallanmaya başlarlardı.
İkinci sahne, şeyhin iki tarafında bulunan ihtiyarlardan birinin terennüm ettiği naat ile başlardı. Bu sefer dervişler, sağdan sola değil, öne ve arkaya doğru sallanarak harekete gelirlerdi; sağ ayak, daima yerinde kalır ve sol ayak vücudun hareket yönüne aykırı olarak mütemadiyen hareket ederdi. Bu sahnede dervişlerden kimi içini çeker kimi hıçkırarak ağlar. Hepsinin beti benzi atmıştır, yüzleri terle örtülüdür!
Üçüncü sahneyi yine şeyhin iki tarafındaki dervişten biri, fakat bir başkası açardı. Bu sahnede dervişlerin sallanması daha seri olurdu.
Nihayet dördüncü sahne başlar ve bu sahnede dervişler başlarını açarlar, bir halka teşkil ederler, kollarını birbirlerinin omuzları üzerine koyarlar ve bu vaziyette ayaklarını vakit vakit yere vurarak yahut birlikte sıçrayarak salonu tekdüze adımlarla devrederlerdi.
Tarikatlar tarihini yazmadığımız için bu beşinci faslı fazla uzatmak istemiyoruz. Yalnız tekkelerin dış yüzünü kısaca tasvir ederken oörümcek ağlarının iç yüzünü de bir nebze açıklamak isteriz.
Tekke hayatında hâkim olan, genellikle riyadır. Zaten halkın vicdani saflığını, mantıksız itikadını istismar için kurulan bu ocaklarda başka türlü bir ayırıcı özellik tasavvur olunamazdı. Dervişlerin alçaltıcı ve iğrendirici bir imani bozulma ile yüce saflıklarını kaybettikleri unutulmamak şartıyla, tekkelere ta gönülden bağlı olduklarını kabul ediyoruz. Bu şuursuz sürü, zaman zaman ve zemin zemin, mezhepleri ve tarikatları uğrunda sevine sevine canlarını feda etmişlerdi. Fakat şeyhler?.. Tereddütsüz denilebilir ki bunlar, istisnasız ikiyüzlü, sahtekâr, hilebaz birer şahsiyet idi.
Bir şeyhin en büyük mahareti ve yegâne kudreti “esrarlı” görünmesindeydi. Bu adamlar, daima muttaki, perhizkâr görünürler, belirsiz sözlerle muhataplarının tecessüs ve merakını celp ve tahrik etmeyi bilirlerdi.
Mesela, bir münasebet düşürerek “Havva, Âdem’in bir kaburga kemiğinden çıkartıldı, ne demektir?” deyiverirlerdi. Fakat bu sorunun cevabını vermezlerdi. Maksat, dinleyenlerde hayret, şaşkınlık, tereddüt meydana getirmekten başka bir şey değildi. Bazen söyledikleri sözü izaha başlarlar, yine tamamlanmamış olarak bırakırlardı. Ve “Din, pek güçtür, pek esrarengizdir; ancak kalbi Allah tarafından ilham nuru ile parlatılan bir imanlı kul, din-i mübinin hakiki manasını anlayabilir.” tekerlemesiyle gerekli buldukları belirsizliğin, muhataplarında irfansızlıktan ileri geldiğini hissettirirlerdi.
Şeyhlerin hususi hayatlarında namaz, zekât, oruç gibi farzların hiçbir mevkisi yoktu. Bütün bu merasim, onlarca timsallerin tasvirlerinden başka bir şey değildi. Ancak avamı itaat altında tutmak için bu ilahi emirlere hürmetkâr görünürlerdi.
Bazen, dinî adap ve erkânı, apaşikâr terk etmekle halkı çileden çıkaran tarikat kurucuları da görülmüştü. Daha Hicret’in üçüncü asrında türeyen “Karmat” lakabıyla meşhur şahsın hareketi bu kabîldendi. Bu adam, binlere varan müritlerini bütün dinî ibadetlerden muaf tutmuştu. Artık hiçbir kimse namaz kılmakla, oruç tutmakla mükellef değildi. Bilakis herkes, mezheptaş olmayanların mallarını yağma etmekte hürdü.
Miladi 14’üncü asrın ortalarına doğru Fransa’nın kuzeyinde meydana gelen çiftçi isyanı gibi “Karamit”in kulları da Doğu âleminde ilk köylü ihtilalini yapmışlardı. Fakat iktisadi değil, mezhebî ve yırtıcı bir hücum ile![40 - Miladi 1305 yılında, Jak Bunom isminde birinin ifa ettiği ihtilal, Kuzey Fransa’yı altüst etmişti. Köylülerle çiftçilerden terekküp eden asiler, son derece hunharca hareket ediyorlardı. Bu isyana, reisin ismine izafetle “Jaklok-Jaequerie” denilmişti. Burjuvalarla asilzadeler birleşerek bu ihtilalin önünü almışlardır. (y.n.)]
Çelebi Mehmet devrindeki Şeyh Bedrettin-i Simavi, aynı yollardan giderek o çok tehlikeli ve çok büyük bir dinî isyanı ilan ve idare edebilmişti. Karmati gibi o da yeryüzünün bütün zenginliğinin kendilerine vadedilmiş ve ait olduğunu müritlerine temin etmişti.
Misalleri çeşitlendirmekten kaçınıyoruz. Gösterdiğimiz örnekler, bir şeyhin ruhunda daima fırsat bekleyen, parlamaya hazır bir itikatsızlık rüyetinin mutlaka yaşadığını lüzumu kadar ispat eder. Yalnız muhterem okuyucunun şuna inanmasını isteriz ki İslam’ın göğsünden doğan “Karamita” mezhebi mensuplarının bir zamanlar Mekke’yi de tahrip ettikleri tarihi bir hakikattir.
Ebu Tahir isminde bir adamın reislik ettiği yeni mezhep salikleri bir hac mevsiminde mukaddes şehre hücum etmişlerdi. Haccac’ın korkutması ve dehşeti tasviri imkânsız idi. Erkekler ağlayarak, dua ederek Kâbe’nin duvarlarına tırmanıyorlardı. Kadınlar, sığınacak bir yer bulamamaktan kederli, ah ve inleme içinde yerlerde sürükleniyorlardı. Fakat saldıranlar aralıksız ilerliyorlardı. Önlerine rast geleni kılıç darbeleriyle öldürüyor, atların ayakları altında çiğniyorlardı. Ebu Tahir dertli hacılarla alay ederek “Siz hakikaten eşeklersiniz. Bu toprağın darülislam olduğuna inanıyordunuz. Bu eman ve selamet nerede?” diye bağırıyordu.
İşte Allah’ı bir, peygamberi hak, Kur’an’ı mukaddes tanıyan bir mezhep ki onun salikleri, Kâbe’yi tahrip etmekte bir sakınca görmemişlerdi. Ve oradan Hacer-i Esved’i ganimet diye alıp dokuz sene yanlarında taşıdıktan sonra, bugünkü evrak-ı nakdiye hesabıyla, iki yüz bin lira karşılığında geri vermişlerdi.
Ruhen böyle alçak bir istidat taşıyan şeyhlerin zevk ve haz namına yapılmadık şey bırakmayacakları kolaylıkla anlaşılır. Gerçekten tekkeler, baştan başa bir zevk ocağı, bir aşk yatağı idi. Her şeyhin mutlak ve mutlak sürülerle sevgilisi bulunurdu. Hariçte tespihi elinden düşürmeyen şeyhin, halvetgâhında meşgalesi pek başka olurdu.[41 - İmam Gazali k.s. Hazretleri’nin Hüccetülislam ve Fart-ı Takva ile memduh has ve am iken İbni Cevri ol zat-ı alişana ta’n iledir ki taze nevreste mahbubları terbiye edib müşahede-i cemal amirane mail idi.–Tacüttevarih’tenNurettin-i Şehit Hazretleri’nin bir mahbub ibrikdarı var imiş. Evkat-ı hamsede ve gecelerde teheccüt vaktinde daima abdest verib hizmetinde olub yanından ayırmayıb hemvare müşahede-i cemal -i pakiyle tahsil-i vücut ve hâl ederlermiş. Musahibanından İsmail bir gün nush u pend edib “Sultanım! Bazı kasır nazarlar hakkınızda suizan edib ibrikdara muhabbeti vardır, derler.” dedikte tebessüm edib “Beli, severiz ve bir katre nutfe-i kudreti bu hüsnü cemale nail ve böyle sıfat-ı cemileye vasıl eden mahbub-u hakikinin pertev cemal sun’ı paki müşahedesine ayinemiz olduğu cihetten, ibrikdarın meftunuyuz.” deyu cevab vermişler!–kezaMevlana-yı müşarünileyhe pak damen ve salah ederler. Lakin müşahede-i huban ile mütelezziz olup sair hüddamdan maada taze rû ve mehpare beş altı tane nazenin hizmetkârı eksik olamazdı. Bunlara eyyam-ı şitada Hint alacası ve mirzai boğası kapama ve şal kuşak eyyam-ı sayfda ince kırım, kesimi beyaz sade ve som sırma kulak kuşak kuşadıb eyyam-ı mutedilede süt mavisi ince bir çentiyanlar giydirib çakşır giydirmez imiş!–Naima’dan-Mezbur bıyıklarını tıraş ve zu’munca her hâlini senet-i nebeviyyeye tatbik davasında idi. Suret-i zahirede de evlat yerine terbiye edilmiş bir nevcivan hizmetkârı vardı. Her bir kumaştan uçkurluk yaptırmıştı. Pir-i müşarünileyh, hin ü salde harir uçkurluğu görüb “Bu haram kumaşı gider. Kâh bigah vücudumuza dokunup bimana-yı muhâlde asim oluruz.” demişti.”–yine Naima’dan]
Aşk denilen şu herkesin bildiği duygu, onlarca hakiki ve mecazi namıyla ikiye ayrılmıştı. Her güzel şey, cansız veya canlı olsun Allah’ın kudretinden bir numunedir. Eserdeki güzellik, eser sahibinin ilahi cemalinden bir zerredir; nasıl ki gök gürlemesi, şimşek ve her türlü afetler de Allah’ın celalinden bir nişanedir.
İnsan mükemmel varlık olduğu için bilhassa ilahi sıfatlara aynadır. Cazibeli bir göz, göz çeken bir sine, güzel bir endam, hep, hep Allah’ın cemalini hatırlatır. İşte böyle, abitçe ve zahitçe bir hatırlatmaya vesile vereceği içindir ki güzel yüzlü gençleri sevmek sırf ibadettir! Gençlerin aşkı ruh rehberi olarak görülerek aşkullaha ulaşılır! Hakiki aşk ile mütehassis[42 - Mütehassis: Çok duygulu, duygulanmış. (e.n.)] olduktan sonra, güzellerle eş olmakta, onları kucaklamakta ve öpüp okşamakta hiçbir mahzur yoktur. Bu kucaklamalar, bu buseler tıpkı bir çiçeği koklamak gibidir.
Çiçeğin koklanırken soldurulması ihtimali, şeyhlerin yanında hatıra getirilemezdi. Bu cüreti gösterenler, derhâl hazret-i pir-i destgirin gazabına havale olunurdu.
Çer çöp ve hatta zararlı haşereler mesabesinde olan avam, hakiki aşka mahrem olamazdı. O zümrenin nasibi ancak mecazi aşktır ki ruh ile alakası yoktur asla, hayvanca bir zevk almadan ibarettir.
Fakat bütün bu tasavvufi masallar, ortadaki hakikati örtemezdi. Tekkelerin pisliği, açık bir lağım gibi berbat bir kokuşmayla durmaksızın taşıverdi. İçlerinde, zikir ve tehlili müteakip, bilinmez nasıl bir cezbedilme ile at seyislerinin koynuna girecek kadar hayvanca alçalış gösterenler görülmüştü. Öyle iken en süfli uzviyetlerinde bir mucizeli hâl tecellisi kuruntu ettirmeye ve bu kuruntuyu keramet şeklinde dillere düşürmeye kalkışanlar vardı. Ne kadar yazık ki bu alçaklık ve sapkınlık bulaşmış rezilce uydurmalara inananlar da eksik değildi!..
Ruhlar âlemi, şüphe yok, bahtiyar eden bir darbe, nurlu ve karanlıkları gideren bir darbe, bu sefil hayatı tarumar etmeye kâfi geldi ve şimdi biz, o rezaletleri, uzak bir tarih efsanesi gibi yâd ederken, bütün o geçmiş yılların ve asırların ruhundaki hüsrana merhamet hissediyoruz.
Rumiye Şeyhi atıyla, dervişlerini çiğneye çiğneye, mihrabımsı yerin önündeki koyun postunun kenarına gelmişti. Orda atından inerek derin bir rükûya vardı, birkaç dakika bu vaziyette kaldı. Onun rükûyu terk etmesi, salonda yatan dervişler için bir ayağa kalkma işareti olmuştu. Hepsi birden kalkarak kerametpenahın önünde eğilmişler, eski yerlerine dönmüşlerdi. Metanetli ve sabırlı, yeni bir tehlil sahnesinin açılmasını bekliyorlardı.
Bu defa şeyhin idare ettiği ayin, pek coşkun bir tarzda cereyan etmişti. O derecede ki, sallanıp sıçramaya idmanlı olan bütün dervişler, sahnenin sonunda dayak yemiş gibi yorgun ve bezgin bir hâle gelmişler ve hücrelerine çekilir çekilmez uyumak zorunda kalmışlardı.
Şeyhin misafirleri de alışkanlıkları üzere, el öperek dönmüşlerdi. Zamanın azizi ordu erkânına gösterdiği hünerden memnun, harem dairesine çekileceği sırada, karşısına pejmürde kıyafetli bir adamın dikildiğini gördü. Güçlü kuvvetli ve hele gözleri pek parlak görünen bu fakir adamın yanında tek gözlü bir de çocuk vardı.
Tanrıbilmez olduğunu kolaylıkla anladığımız şahıs, şeyhin elini hürmetle öptükten sonra Kör Mahmut’u ileri sürerek “Öp efendinin elini!” demişti.
Rumiye Şeyhi, vakitli vakitsiz çok kimselerin ziyaretini kabule alışkındı. İpli ipsiz birçok insanların esrarını dinleye dinleye o zamanki hadiselerin aslına, amellerinden ziyade, vâkıf olmuştu. Gece yarısından sonra karşısına çıkan bu garip kıyafetli adamın da bir sırrı taşıdığını kolayca anlamıştı. Binaenaleyh, azametinden biraz fedakârlık yapmayı uygun gördü ve “Buyurun…” dedi. “Bizim hücreye gidelim.”
Ayine mahsus o berbat ve çıplak salonun yanında, Acem halılarıyla, rengârenk Hint kumaşlarıyla süslü, küçük ve hoş kokulu bir oda vardı. Sanki şeyh, topraklar üstünde sürünmeye layık gördüğü dervişan ile birlikte geçecek saatlerin meraretini[43 - Meraret: Acılık, tatsızlık. (e.n.)] tatmin için bu hücreyi itinalarla süslemişti.
Orada baş başa kalınca Tanrıbilmez, hazin bir talakatle söze başlamıştı:
“Efendime yalan olmaz. Benim adım Tanrıbilmez’dir. Alnımın yazısını okumuşlardanım. Bugün varsam yarın yoğum. Adımız çıkmış eğriye, dönmez doğruya!.. Senden kendim için hiçbir dileğim yok. Fakat bu çocuk bir yetimdir, babasını ecel aldı. Babalığını da dün akşam, yeni serdar zehir verip öldürmüş. Cesedini, kale hendeklerinde güç bela buldum. Kısasa kısas derler, doğru söz bu! Bizim arkadaş Kuyucu Murat Paşa’yı zehirlemişti, fakat o daha eşeğini cehenneme bağlamadan bizimki de arkasından yetişti. Şimdi tepişip dursunlar! Yeni serdarın yakında onlara kavuşacağını babamın adını bilir gibi biliyorum.[44 - Gerçekten üç sene sonra Nasuh Paşa da hassaten Kuyucu’yu zehirletmek töhmetiyle katledilmişti. (y.n.)] Buraya ben işte o arkadaşın vasiyetiyle geldim.
Ölümünden bir gece evvel buluşmuştuk. Bir güzel kavga etmiştik. Biz ahtlaşmıştık, arkadaş hayvanca iş görmüştü. Her neyse, oraları lazım değil. Biçare Çeşmi, sanki ölümünü rüyada görmüş gibi hayıflanıyordu. ‘Tanrıbilmez, sana vasiyetim olsun. Bana bir hâl olursa bizim Kör Mahmut’u şeyh efendiye götür!..’ demişti. İşte ben de getirdim; bu, bir ölünün emanetidir. Ne dilersen yap!”
Şeyh efendi sükûnetle sormuştu:
“Ya sen?”
“Ben kırklara karışıverdim. Allah’ın toprağı geniş. Ya üstünde ya altında elbette yer buluruz.”
“Peki, bu emaneti kabul ettim. Sana da Hak yardımcı olsun, erenler yardım etsin. Tekkenin kapısı açıktır. Yolun düşerse uğramamazlık etme.”
5
KÖR MAHMUT SAHNEDE
Turla suyu, gazilerin selamlarını Karadeniz’e ulaştırmak için koşuyormuş gibi, telaşla akıyor. Hotin, yaklaşmak istenildikçe uzaklaşan bir serap, siyah bir serap gibi üç kurşun atımı yerde teressüm edip duruyor. Nehrin önündeki ormanlık, gecenin esmerliği içinde yoğun bir mızrak yığınını andırıyor. Güya bu mızraklar, arkalarındaki şehri saldırganlara karşı korumak için yerden fırlayıp, aşılmaz bir set gibi, orada donup kalmıştır.
Bir avuç asker, alelacele kurulan köprüden Turla’yı, meşhur Din-yester Nehri’ni, ancak akşama kadar geçebilmişlerdi. Köprünün kurulması, toprakların çekilmesi, mevzi alınması, bu küçük öncü müfrezeyi yormuştu. Süvariler, atlarının eyerine kollarını koyarak, piyadeler toprağa omuzlarını dayayarak uyumuşlardı. Onların nehri geçmesiyle beraber düşman da eski mevzisinden çıkarak ormanlığa çekilmişti. Metrislerin belirli noktalarındaki gözcüler, nöbetçiler de yorgunluğa tahammül edemeyerek durdukları yerde gözlerini kapamışlardı.
Ay, henüz beş günlüktü; endamıyla yıldızlar arasında görünmekten utanıyormuş gibi çarçabuk ufkun arkasına saklanmıştı. Ansızın çıkan boğuk ve titrek birkaç ses, ıssızlığa bürünen siperleri harekete getirmişti. Süvariler atlarına atlıyor, piyadeler baltalarını veya topuzlarını omuzlayarak siperlerinden çıkıyor, paşa çadırında telaşlı gölgeler seziliyordu.
“Şebhun!..”[45 - Şebhun: Gece baskını. (e.n.)]
Sıkılmış boğazlardan son nefes gibi çıkan bu kelime, uğursuz bir sihir nüfuzuyla siperleri altüst etmişti. Şebhun, bu namertçe gece hücumu Türk’ün hiç hoşlanmadığı, daima sakındığı bir hadiseydi. Şebhun yapmak, bir sokak köşesine saklanıp kendi hâlinde yoluna giden dalgın yolcuya çullanmak gibi bir şeydi. Türk’ün yüksek, çok yüksek yaratılışı bu tür harpten iğrenirdi.
Dinyester Nehri’ni, gizli bir noktadan dolaşarak bu minimini müfrezenin karargâhına giren bin kadar düşman askeri, ilk hamlede beş on neferi şehit etmişlerdi. Uyku sersemliğinden kolayca kurtulan gaziler, artık taarruza geçmeye başlamıştı. Karanlıkta dostun dostu öldürmemesi için parolalar sık sık tekrar ediliyor; her ses, yere düşmüş bir bulut gibi gürlüyor; kılıçların, palaların mütemadiyen oynaması, o sahnede yüzlerce ve yüzlerce beyaz şimşeklerin parıldadığı zannını uyandırıyordu.
Düşman, ilk ağızda, aczini hissetmişti. Fakat geldiği gibi dönmek elinde değildi. Kediler arasına düşmüş sıçan yavrusu gibi, bir kurtuluş deliği bulmak için didiniyordu, ta can evine nüfuz eden amansız pençelerden korunmak için boğazlanan bir hayvan gibi uğraşıyordu.
Şafak sökerken mücadele bitmişti! Çünkü ortada kesilecek baş kalmamıştı.
Silahlardan damla damla süzülen kanları, mendilleriyle, memnun ve neşeli bir hâlde silen asker, şimdi ellerindeki başları otağ-ı hümayuna götürerek alışılmış olan bahşişi alacaklardı. Her nefer, sırtında iki veya üç baş, köprüyü geçmeye başlamıştı.
Kanun-ı Kadim,[46 - Kanunname-i Osmani. (e.n.)] her baş için iki ve her dil için[47 - Dil, diri tutulan esir. Bu kelimenin eş anlamlısı, “tutsak”tır. Tutsak, esirin tam karşılığıdır. Dille tutsak arasındaki fark, birincisinin az miktarda elde edilip düşmandan malumat almak için söyletilen düşman kimselere, ikincisinin genellikle esir edilen kimselere mevzu bulunmasından ibarettir. Kısacası ikisi de esir demektir. (y.n.)] dört küçük altın verilmekti. Bugün, şebhundan kurtulan gaziler, mahut otağa yaklaştırılmayarak, kelle başına minimini bir altınla geri çevriliyordu.
Yeni bir zaferin verdiği gurur ile heyecanlanan müfreze, bu bahşişten ve özellikle gördükleri soğuk muameleden gücenerek sitemkârca sözler söylüyordu.
Sıra, bir gencin getirdiği kellelerin hesabını görmeye gelmişti. Para dağıtmaya memur harem ağası, kara yüzünü bir kat daha karartarak sormuştu:
“Kelle kaç?”
Genç muharip, başında sarılı olan şal parçasını çıkarıp yedeğindeki atın üstüne attıktan sonra kara harem ağasını alay edercesine süzmüştü. Kendisinin bir gözü kördü. Fakat bu, çehresindeki yaratılıştan olan bahadırca güzelliği bozmuyordu. Bıyıkları henüz terlemeye başlamış gibiydi.
Yirmi yaşında ancak tahmin olunurdu. Elbisesi, az evvelki kanlı mücadeleye rağmen temizdi. Silahlığı gayet süslüydü. Belinde, kabzası nakışlı, zarif bir pala vardı. Atının eyerinde güzel bir kılıç ve bir okluk asılıydı.
Israrlı ve alaycı bakışlarıyla zenci hizmetkârı hayli kızdırdıktan sonra cevap verdi:
“Bir kere, gazan mübarek olsun, de. Bu kelleleri ağaçtan toplamadık, can pazarından ele geçirdik. Saraylı olmak hüner değil, biraz da hâlden anlamalı.”
Harem ağası müthiş bir öfke feveranı ile köpürmüştü:
“Vay Yezit, vay kâfir, bana dil mi uzatıyorsun?” diye bar bar bağırıyordu. Fakat genç muharip, elindeki üç kelleyi, hemen Arap’ın ağzına yapıştırmıştı. Birer demir kelle gibi birbirini takip eden kelleler, harem ağasının bütün dişlerini boğazına doldurmuştu. Artık o mağrur ağızdan ses değil, külçe külçe kan çıkıyor ve zenci yavrusu yerlerde sürünen bir kara inilti hâlini alıyordu.
Çadırın içinde ve dışında bulunan hademe vesaire güruhu, cereyan eden hadiseyi ilk önce anlamamışlardı. Fakat harem ağasının gülünç ve hazin vaziyetini görünce kimi hançer çekerek kimi pala sıyırarak kimi yumruk göstererek gencin üzerine hücum etmişlerdi.
Genç muharip, bir hamlede atına sıçramıştı ve “Burada da mı baskın!.. Bahtımız açıldı demek, dayan Kör Mahmut!” diye saldıranların üzerine dizgin etmişti.
Güzel talim görmüş, iyi çark yapmayı öğrenmiş olan at, süvarinin küçük bir işaretiyle sıçrıyor, önüne geleni yıkarak, bir arayıcı fişek gibi, oradan oraya atılıyordu. Artık çadır yıkılmış, ortalıkta darmadağın bir vaziyet peyda olmuştu. Çadırın önünde bulunan para keseleri yerlere dökülmüştü. Kör Mahmut’un, birer at darbesiyle yerlere fırlattığı uşak güruhu çadırın ipleriyle sarmaş dolaş, debeleniyorlardı.
Biraz evvel, kırgınca yola düzülen müfreze, Kör Mahmut’un uyandırdığı arbedeyi duyarak geri dönmüşlerdi, çil çil paraları avuç avuç cebe atıyorlardı.
Bu sırada diğer çadırlardan bostancı, teberdar gibi kişilerin sürü sürü koşuştuğunu gören Kör Mahmut, paraları kapışmakla meşgul arkadaşlarına veda etmişti.
“Helal olsun! Getirdiğiniz başların işte bedeli ödendi. Yalnız hazmetmeye bakın, Allah’a ısmarladık.”
Ve göz açıp kapayıncaya kadar atını sürüp, arkasında tozdan, gittikçe uzaklaşan ve silinen kümeleri bıraka bıraka kaybolmuştu!
***
Kör Mahmut uzun bir yürüyüşten sonra, atının başını çekti. Sol tarafta Turla suyu, beyaz ve köpüklü bir hatla yazılmış nihayetsiz bir satır gibi, manalı manalı uzanıp gidiyordu. Önünde, çekirge bulutlarından kurtulmuşa benzeyen gamlı tarlalar, alabildiğine göğüslerini açıyordu. Köy, kasaba, şehir, hiçbir şey görülmüyordu. Terkisindeki çulu, terden avuç avuç buğu çıkaran atın üstüne geçirdi.
Kendisi de heybeden çıkardığı, dört beş tatlı peksimeti yemeye başladı.
Bir taraftan dalgın dalgın düşünüyordu. İşte, ilk gaza zevkini tatmıştı. Yedi sekiz seneden beri bu zevk, rüyalarının temeli gibiydi. Bir gece geçmezdi ki uykusunda velveleli bir harp sahnesi yaşamasın. Bütün bu sahnelerin en yerinde duramayan, en pervasız kahramanı kendisiydi: Elinde kılıç, kalelerin burç barularına çıkar; ağzında hançer, geniş hendekler atlar ve hangi düşman alayına hücum etse muhakkak tarumar ederdi! Kaç kereler, kralların taçlarını başlarından almış ve o şevk ile uykudan uyanıp ellerini boş görünce için için yanmıştı. O, her uyanışta, bulunduğu oda ile yattığı yatağa bakar ve rüyasındaki bahadırca ihtişam ile bu sefil şeyler arasındaki tezat ruhunu üzdüğünden, gözlerini kapayarak, silinen rüyaların bir kere daha dönüşünü beklerdi.
Tekkedeki dervişlerin, evliya menkıbeleri haricindeki sohbet zeminleri ekseriya muharebelerle ilgiliydi. Hayat ve kâinat ile hissî alakaları kısmen görünen bu derviş alayı bile, şu veya bu kahramandan bahsederlerken gizli bir gıpta ile duygulanmış görünürdü.
Hakikatle efsaneyi ayıracak bir çağda bulunmadığı için bu vadide ne denilirse inanırdı. Devler, ejderhalar, ezrekabanular, yedi başlı yılanlar, bu gülünç masallar onun için birer rüya mevzusu olurdu. Hele bu tabiatüstü mahlukları bir kılıç darbesiyle cehenneme yollayan bozguncu bahadırlar, gözünün önünde büyür, büyür, minareler kadar yüksek ve dağlar kadar heykelleşmiş bir şekil alırdı. Gelgelelim dervişlerin yakın zamanlara ve özellikle içinde yaşadıkları günlere ait olarak naklettikleri menkıbelerden, samimi bir temayülle, daha fazla hoşlanırdı. Bütün Türk elinde, iki yüz seneden beri bir bahadırlık timsali gibi yâd olunagelen Ulubatlı Hasan, âdeta yüreğinde yer etmişti. Fırsat buldukça onun hikâyelerini tekrar etmeleri için yalvarırdı. Bu büyük kahramanın yaptığı işler, sık sık rüyasını süslerdi.
İstanbul kuşatmasında, su dolu kale hendeğini Ulubatlı Hasan’ın bir sıçrayışta geçtiğini çoğunlukla görürdü. Kuşatılmışların ve kuşatanların müşterek hayreti arasında bu harikayı gösteren Hasan, hendeği geçer geçmez bir saniye bile beklemeden kale duvarına asılmıştı. Belindeki bıçağı bir taşın arasına sokuyor, ayağıyla ona basarak elleriyle yukarıya yükseliyor ve bir elini dayandıracak küçük bir aralık bulunca eğilip bıçağını çıkarıyor ve daha yukarılara yerleştirerek bu basit, fakat korkunç merdivenle kalenin üstüne yetişmeye uğraşıyordu. Kale üstünden durmadan taşlar atılıyor, kızgın zeytinyağları dökülüyor, yüzlerce kol, bu tek adamı devirmek için uğraşıyordu. Fakat Hasan, hareket eden bir gölge gibi duvara yapışmış, durmadan yükseliyordu.[48 - “El-fadlü ma şehidet bihil a’da!” (Fazilet odur ki; düşmanlar dahi onu tasdik etsin.) derler, doğrudur. Yabancının şahitliğinde başka bir tesir var. Hakikatte bir kahramanlık şaheseri olan bu gaza levhasını, Müverrih Hammer, ne güzel ve ne samimi tasvir ediyor.]
Nihayet ellerini kale duvarının üstüne koymaya muvaffak olmuştu. Ve bu vaziyette, koynundan bir bayrak, bir Türk bayrağı çıkararak sallamaya başlamıştı. Şimdi Hasan, o tehlikeli hendeklerin üstünde, yer ile gök arasında sallanan bir dağ parçasını andırıyordu. Kuşatılmışlar, ellerinde baltalarla Hasan’ın göründüğü noktada yoğunlaşıyorlardı. Ve var kuvvetleriyle onun ellerini doğruyorlardı. Mümkün olsa dişleriyle taşları tutarak elindeki bayrağı oraya dikmek isteyen Hasan, biraz sonra, gökyüzünden bir parça gibi, hendeklere düşmüştü. Ve kuşatan ordu, o muazzam cesedin teşkil ettiği pek sağlam köprüden geçerek hücuma kalkmıştı.
Kör Mahmut’un en sevdiği rüya işte buydu: Ulubatlı’nın İstanbul kalesine çıkması! Bu rüyaya o kadar kapılmıştı ki daha on iki on üç yaşında iken İstanbul’a kadar gitmeye, şu Ulubatlı’nın çıktığı noktadan bir de kendisi tecrübe yapmaya azmetmişti. O niyetle üç beş defa tekkeden savuşmuş, her defasında şeyhin adamları tarafından tutularak geri getirilmişti.
Muhitindeki dinî koku, bir türlü ruhuna nüfuz edemiyordu. Dervişlerin o sallanışları, o bangır bangır bağırışları Kör Mahmut’u âdeta öfkelendiriyordu. Sürü sürü halkın gelip de şeyhin önünde diz çökmeleri, el öpmeleri kendisine iğrenç geliyordu; hele bazı dervişlerin, fırsat buldukça ahırlara saklanarak veya göz görmez köşelere gizlenerek birtakım hayvanlara sinsi sinsi yem verdiklerini defalarca gördükten sonra tekke hayatından büsbütün iğrenmişti.
O, hikâyelerini işittiği kahramanlar gibi dimdik yürümek, hiçbir mahluka boyun eğmemek istiyordu.
Çoğu ayin geceleri tekkeden savuşuyor, seyisleri kandırarak elde ettiği atlarla gece yarılarına kadar kırlarda dolaşıyordu. Gitgide cirit oynamak, silah kullanmak fırsatlarını elde etti. Rumiye Şeyhi, onun özellikle zikir ve tehlillere karşı gösterdiği kayıtsızlığa kızarak “Sende…” derdi. “Mürtet ruh var, akıbetin hayır olmaz.”
Bununla beraber Kör Mahmut’u severdi. Onun binicilik, atıcılık heveslerini kırmak istemez, hatta geliştirirdi.
İşte, Kör Mahmut böyle bir terbiye ile yetişmişti. Tam on sene şeyhin yanında kaldığı hâlde bir derviş yamağı bile olamamıştı. Fakat tam manasıyla bir süvari, kuvvetli ve cesur bir silahşor olmuştu. Ruhunun bir yığın sevgilisi vardı. Bunların başında Ulubatlı Hasan bulunurdu. Denizcilerden de Barbaros ve Turgut’u severdi. Hele Barbaros’un seksen yaşına yaklaştığı sıralarda, Nis civarına asker çıkararak güzelliği dillere destan olan bir kızı elde etmek istemesine bayılırdı.
Kızın, bir gecelik gömleğiyle, gece yarısı, komşularından bir delikanlının kucağında kaçışı ve ihtiyar Barbaros’un orada kopardığı hiddet fırtınası, Kör Mahmut’un kafasında yaşar dururdu.
Bu büyük denizcinin Cezayir kumsallarında toplara yelken takarak yürütmesi, Kör Mahmut için, on dört günlük ayı bir işaretle iki parça etmek kadar büyük bir harika idi. Ya Turgut’un, Cerbe Adası’nda kuşatılmışken limandaki gemilerini kızakla adanın diğer bir noktasına taşıtarak pupa yelken denize açılması ve kuşatan donanmayı arkadan sararak perişan etmesi ne mühim vakadır?
Kör Mahmut işte bu harp azizleri gibi harikalar yapmak istiyordu. Bazen kollarına bakar, pazılarını okşar, bu pazılarla Kafdağı’ndaki ejderhaları bile yenebileceğini, kendi kendine temin ederdi. Ancak şu tekke hayatından kurtulup serbest ovalara, misafirperver dağlara kavuşmak lazımdı.
On sekiz yaşına geldiği zaman, şeyhin elini öpüp seyahat için izin almak istedi. Fakat şeyh, “Henüz erdir, vaktini biz biliriz!” cevabını verdi. Şu kadar ki Kör Mahmut’u o günden sonra hareketlerinde tamamıyla serbest bıraktı. Artık o, dilediği gibi geziyor tozuyor, günlerce ortadan kayboluyor, ufak tefek maceralar geçiriyordu.
Bu cümleden, bir gün ta Harput’a kadar çıkmıştı, küçük bir orman kenarında atından inerek hafif bir şekerleme yapmak istemişti. Ansızın iri boy bir ayı ile karşılaştı. Aç mahluk iki ayağı üstüne kalkarak ve dişlerini göstererek saldırmıştı. Kör Mahmut, pervasızca hançer çekmeye lüzum görmeden bu saldırıyı kayıtsızca karşılamıştı; dağların korkunç hükümranıyla Kör Mahmut’un çekişmesi, belki dakika bile sürmemişti. Zavallı ayı, Beni Âdem’den olan hasmının kolları arasında boğulup gitmişti.
Yine bir gece, yorgun argın, bir han kapısına gelmişti. Hancı, gece yarısı gelen bu nidüğü belirsiz yolcuya kapıyı açmak istememişti. Bunda da hakkı vardı. Çünkü o devirde yollar haydutlarla dolu idi, her orman “Kırk Harami” saklardı. Kör Mahmut, hancının bu soğuk muamelesine tahammül edemedi. Kapı önünde tesadüf ettiği büyük, son derece büyük bir direği alarak, geri geri çekildikten sonra, hanın kapısına indirdi. Kale methallerini andıran o kalın kapı, bir tek darbe ile tarumar olmuş ve hancı, Kör Mahmut’un üzengilerine kapanmak suretiyle kendini müthiş bir dayaktan kurtarabilmişti.
Tekkenin en cüsseli dervişlerini bir eliyle baş üstüne kaldırır ve ayin salonunu defalarca devrettikten sonra, zerrece yorgunluk göstermeksizin yine yere bırakırdı. Okla, harbeyle, ciritle birkaç kalkan deler, bir öküzü bir kılıçta ikiye bölerdi.
Süvarilikte öyle bir meleke peyda etmişti ki, ciride çıkarken üzengilerine birer küçük altın kor, üç saatlik bir oyundan sonra atından indiği vakit o altınların konulduğu gibi durduğu görülürdü.
Bütün bunlar, Kör Mahmut’u Diyarbakır havalisinde maruf bir şahsiyet hâline getirmişti. Bu şöhret yavaş yavaş komşu vilayetlere de yayılıyordu. Kâh Ayıboğan kâh Kapıkıran lakabıyla anılırdı. Fakat Kör Mahmut unvanı ona bütün diğer lakaplarından daha sevimli gelirdi. Çünkü babalığı Çeşmi Efendi’den dinleye dinleye körlüğünün, ne yaman bir zulüm eseri olduğunu anlamıştı ve kendisinin ölüp de tekrar dirilmiş bir mahluk bulunduğunu pekâlâ biliyordu. Bakış nurundan mahrum gözünü, devletlilere karşı açılmış bir intikam işareti sayardı.
Yirmi yaşını bulunca yine şeyhten izin istemişti. Diyarbakır sipahileri, zaimler, ilan olunan harp dolayısıyla alay alay Rumeli’ye gidiyorlardı. Birçok gönüllü de bu asker zümresine karışıyordu. Şimdiye kadar tuz ve ekmek hakkı gözeterek şeyhi pek de kırmak istemeyen Kör Mahmut, bu fırsattan mutlaka istifade etmeyi kurmuştu. Rumi-ye Şeyhi de izin alsın almasın, coşkun delikanlının bu harbe iştirak edeceğini şüphesiz anlamıştı. Binaenaleyh rıza yüzü göstermeye mecbur kalarak, “Peki…” demişti. “Yüzün ak, kolun kuvvetli olsun. Bana armağan getirmeyi unutma.”
Aynı zamanda uzun uzun dokunaklı dualar okuyarak, Kör Mahmut’un yüzüne gözüne üflemiş, boynuna da bir muska asmıştı.
Kör Mahmut, şeyhin hediye ettiği safkan bir Arap atına bindikten, silahlarını da aldıktan sonra bir sipahi kafilesi arasında yola çıkmıştı. Daha tekkeden üç adım uzaklaşmamıştı ki boynundaki muskayı, bir sürü tavuk ve horozun çöplendiği bir yığın üzerine atmıştı! O, görmek istediği büyük işlerin şerefinden muskalara falan hisse ayıracak yaradılışta değildi. Hareketlerinin iyiliği, fenalığı, zevki ve elemi özellikle kendisine ait olmalıydı.
İşte bu zihniyetle ve sonsuz bir arzuyla Hotin önlerine kadar gelmişti. Düşmanların yaptığı şebhun, kolunu ve palasını dilediği gibi oynatmaya parlak bir vesile olmuştu. Fakat erkekliğinden, bedenen ve ruhen, nasibini almayan bir kara köle, bu ilk gazanın zevkini bozmuştu.
Şimdi nereye gitmeliydi?
Bu sorusuna güya bir cevap ister gibi, uzun uzun nehre bakıyordu. Kıvrım kıvrım durmayıp akan bu geniş, ak su, herhangi bir yolcu için şaşırtmaz ve şaşırmaz bir rehber oluyordu. Onun nağmesini dinleyerek, silinmez izine göz dikerek Karadeniz’e kadar gidebilirdi. Fakat çeşit çeşit macera arayan bir Kör Mahmut için, kılavuz peşine takılmak mümkün değildi. O, kendi hesabına uygun bir yer, bir diyar arıyordu. Derin derin düşündü. Sola at kırıp Kırım’a mı, sağa dönüp Karpatlar üstünden Peşte’ye mi, yoksa Prut’tan geçerek Buğdan içinden Tuna’ya mı yönelmek uygun olacaktı? Bu ciheti bir türlü kestiremiyordu.
İstanbul’dan gelirken Silistre, İbrail, Kalas, Yaş yolunu takip etmişlerdi. Bu uzun yolculuk müddetince, bütün o civarın bir süvariye yarayacak otlaklarını, geçitlerini bilenlerden dinleye dinleye öğrenmişti. Zaten senelerden beri, şifahi bir harita takip eder gibi, Rumeli topografyasını yüzlerce ağızdan dinlemişti. Meriç nedir, Tuna nasıldır, Eflak neresidir, Buğdan nasıl bir memlekettir, Temaşver ne çeşit yerdir, Budin nerededir, bütün bunları, rüyalarında ayrı ayrı görmek şartıyla, âdeta bellemişti.
O asırda Türk’ün ismi, cihan metası bir pasaport hükmünde idi. Ne vize ne kontrol!.. Bugün adetleri düzineleri geçen devlet sınırları, devlet sınırları namı altında özellikle Orta ve Güney Avrupa’da yer yer çizilen gözetleme noktaları, o zamanlar, Türk için meçhul idi.
Yaya ve süvari her Türk, üç kıtanın en büyük nehirlerinden istediği kadar su içer, Rodoplardan Pirenelere, Alplere, Urallara kadar bütün o Eflak’e kafa tutan dağların kendisine boyun eğmiş ve bağlanmış bir hâlde, geçit verdiğini görürdü. Karadeniz’de yalnız Türk bayrağı dalgalanır, Akdeniz, Kızıldeniz, hatta okyanuslar, o mübarek bayrağın önünde coşmaktan çekinir, çekinir; türlü tehlikelerini, dalgalarını göğüslerinde saklarlardı.
Kör Mahmut hangi tarafı takip edeceğini bir türlü tayin edemiyordu. Her taraf kendisi için birdi. Bir at, bir mızrak olduktan sonra nerede olsa kendini tanıttırırdı; kılıcını öptürür, karnını doyururdu. Elverir ki gideceği yerlerde at oynatacak meydan bulunsun!
Nihayet işini atın görüşüne bırakmaya karar verdi. Hayvanın dizginini kastıktan sonra “Hop! Hop!” nidasıyla onu başıboş salıverdi. Sipahilerce bu bir nevi eğlence idi: Atlarını öyle kendi hâline bırakırlar ve onların, güzel terbiye görmek neticesi olarak, devamlı çark yapmaları, düşman kovalar gibi yıldırım süratiyle ileri atıldıktan sonra, vazifelerini muvaffakiyetle yapmış gibi, yavaş yavaş geriye dönmelerini tatlı tatlı seyrederlerdi. Şimdi Kör Mahmut da atını böyle bir oyuna sevk etmişti. Hayvan, ilk hamlede hangi tarafa koşarsa Mahmut da o tarafa gitmeyi kabul edecekti!
Filhakika at, önce şahlanarak bol bol kişnemiş, sonra ayakları üstünde birkaç kere dönerek garbi güneye doğru koşmaya başlamıştı. Bu, Buğdan yoluydu.
Kör Mahmut, atının verdiği hükmü kabul etmiş, güneybatıya doğru yol almaya başlamıştı. Artık akşam da olmuştu. Tarlalar, gecenin esmerliği içinde kirli ve delik deşik bir kilim parçasına benziyordu.
Engin yolların geceleyin aldığı rengi bilmeyen bir acemi yolcu, böyle bir yürüyüşte ne kadar usanır? Böyle bir zavallı, ekseriya düz yolu eğimli ve deremsi yolları düz sanarak ikide bir düşmek tehlikesiyle karşılaşır. Hele bu acemi yolcu korkak bir adam ise hâl büsbütün fecileşir. Çünkü o gibiler nazarında o benek benek yol âdeta geniş bir mezaristan hâlini alır; toprakta teressüm eden her leke ağzını açmış bir makber gibi korkunç olur; ötede beride görünen çalılar, gecenin ıssızlığından istifade ederek teneffüs için yeryüzüne çıkan birer ölü şekline bürünür.
Uzun ve tenha yolların korkutamadığı yolcuların başında at bulunur. Bu hayvanın gözleri, ziyasız bir projektör gibi, önündeki her şeyi görür. Aynı zamanda at, yalnız gözüyle hareket etmez, yürürken burnunu ve kulaklarını da azami ölçüde kullanır. Uzak mesafelerdeki küçük bir pıtırtı temiz kanlı bir atı derhâl ikaz eder. Bir ağaç kümesi, bir gölge, bir pusu, kısacası önüne tesadüf edecek her şeyden at vaktiyle haberdar olur ve sahibine işaret verir.
Kör Mahmut atının üstünde etrafına bakınarak, bazen nefsiyle hasbihâle dalarak yoluna devam ediyordu. Takip ettiği istikamet dolayısıyla Dinyester Nehri artık görünmez olmuştu. Gökteki yıldızlar oynaşmaktan yorularak yataklarına çekilirmişçesine birer birer siliniyordu. Onların semadan çekilmesi nispetinde de karanlık koyulaşıyordu. Kör Mahmut’un yavaş yavaş uykusu gelmişti; iki geceden beri işte, uyku yüzü görmemişti. Başka zaman bir değil iki gece, belki bir hafta uykusuz kalsa mühimsemezdi. Fakat bir gün evvel, nehri geçmek için akşama kadar çalışmış, köprü kuran ve top çekenlerle birlikte didinmiş, yorgunluk çıkmadan şebhuna uğrayarak saatlerce pala sallamıştı. O yeni yorgunluğun gerisi ise on altı saatten beri at üstünde yürümek olmuştu. Bir köye, bir manastıra, bir ağıla tesadüf edinceye kadar sabretmek, şu çıplak tarlaların ortasında ulu orta yatmak istiyordu. Fakat dakikalar geçtikçe göz kapakları ağırlaşıyordu, gözlerinin önünde garip garip şekiller beliriyordu. Bazen atının başı ayrılıyor, kendisine manalı bir tebessüm göstererek uçmaya başlıyordu. Başsız at yine tıpış tıpış yürüyordu. Bu manzara karşısında, sevgili atının başını ele geçirmek için Kör Mahmut asabi bir telaşa düşüyordu. Bu telaş, kendisini tabii hâline döndürür ve atın başını da yerinde görünce gülümsemeye başlardı. Lakin yarım saat geçmeden yine bu garip halüsinasyonlar [birsam, kömen] başlardı ve mesela karşısında yüz yüz elli basamaklı, geniş kademeli bir merdiven peyda olurdu. Kör Mahmut, yorgun atıyla, bu yüksek ve kaygan merdiveni nasıl çıkacağını endişe ile düşünmeye başlardı. Tam oraya yakınlaşacağı sırada atın gösterdiği hafif bir eğrilme, bu acayip manzarayı yok ederdi.
Sabaha henüz vakit varken, bir köpek havlaması Kör Mahmut’un uykusunu tamamen dağıtmıştı. Kulaklarını derhâl dikerek, burun deliklerini açarak o havlamaya lakayt kalmadığını gösteren at, Kör Mahmut’un küçük bir işaretiyle sesin geldiği istikamete yönelmişti. Biraz sonra, çitten büyücek bir ağılla biçimsiz bir taş yığınını andıran bir kulübe görünmüştü. Şimdi bir sürü köpek acı acı havlıyor, ağıldaki domuzların da homurtusu dışarı aksediyordu. Bu kulak tırmalayıcı gürültüye rağmen kulübeden bir ses çıkmıyor, orası metruk bir mezar sükûnetiyle kapkaranlık duruyordu.
Kör Mahmut artık hiddetleniyordu. Bir yabancının geldiği, işte şu gürültüden belliydi. Kulübede kim varsa sesini çıkarması lazım gelmez miydi! Keskin bir sesle bağırdı:
“Hey, çoban! Ölüm uykusunda mısın? Biraz canlan da boyunu görelim.”
Kulübe, sükûnetini muhafazada ısrar ediyordu.
Kör Mahmut, bir kere daha haykırdı:
“Benden vebal gider ha! Ya açın kapıyı ya açarım! Bana Kör Mahmut derler!”
Müteakiben attan atlayıp kulübenin kapısına dayandı. Ancak o zamandır ki, kapıdan ziyade büyücek bir deliği andıran yerde bir hareket görüldü. Oradan bir kucak sakal ve mahmurluğu korkuyla karışmış bir çift göz belirdi. Şimdi Kör Mahmut alaya başlamıştı:
“Elhamdülillah uyandın. Yoksa kulüben mirasçılara kalacaktı. İkimize de geçmiş olsun. Hele dışarı çık, şu atı gezdir, bana da kıvrılacak bir yer göster bakalım.”
O perişan ve kocaman sakalın bağlı olduğu iri bir vücut, derin bir yerden çıkıyormuş gibi, ağır ağır kapıdan göründü. Üstünde ancak dizlerine kadar gelen bir bez gömlek vardı. Başı açık ve ayakları çıplaktı. Yabancı bir lisanla bir şeyler söylüyordu. Mahmut, homurdanarak “Ben…” diyordu. “Babil Kulesi’nden gelmiyorum. Dinim bir, dilim birdir. Bana Türkçe söyle. Dilimi bilmiyorsan zahmet edip durma. Ben sana meramımı anlatmanın yolunu bilirim.”
Kulübeden çıkan herif bu sefer Türkçe söylüyordu:
“Ben anlar, ben anlar. Sen ağa, sen ağa.”
“Hay Allah razı olsun, tam anladın. Ben ağa, sen paşa! Hele sen şu atı gezdir, teri soğusun. Bana da yol göster.”
“Buyur biraz.”
Garip kıyafetli şahsın Türkçesi burada tükenmişti. Gelgelelim Kör Mahmut’u üzmeyerek dediğini yapmıştı. Kendi diliyle çıktığı deliğe bağırınca on dört yaşlarında, yine o kıyafette bir çocuk çıkmıştı. Atı ona verdikten sonra, kendisi Kör Mahmut’u kulübeye sokmuştu.
Kulübe, bu ılık yaz gecesinde, sanki birkaç soba ile ısıtılmış gibi bunaltıcı bir sıcaklık içinde idi. Bu suhunet,[49 - Suhunet: Sıcaklık. (e.n.)] aynı zamanda mide bulandırıcı bir ufunetle[50 - Ufunet: Pis koku. (e.n.)] karışıktı. Kulübede pencere değil, küçük bir delik bile bulunmadığı için bu hararet ve bu koku, âdeta maddi bir şekil alıyordu. Ortada ne mum ne çıra ne kandil vardı. Zifirî bir karanlık, kulübeyi kucaklamış gibiydi.
Kör Mahmut, bu gibi yerleri çok görmüş olmakla beraber, tiksinmekten yine nefsini menedememişti:
“Vay babam!” diyordu. “Ev değil fışkı murabbası! Heriflerin burnu anadan doğma tıkalı olacak!”
Kulübe sahibi el yordamıyla bir çıra bularak ateşlemişti. O hafif ve isli ziya, kulübenin kuvvetli siyahlığı arasında veremli bir varlık gösterebiliyordu. Gelgelelim yine bir şeydi, bir ışıktı. Kör Mahmut, biraz o sayede, biraz da gözlerinin karanlığa alışması tesiriyle, artık kulübenin içini görebiliyordu.
Basık bir dikdörtgen şeklinde olan bu kulübe, yamru yumru taşların gelişigüzel birbiri üstüne konulmasından vücuda gelmişti. Taşlara sıva vurulmadığı için, duvarlarda yer yer kovuklar, haşerelerle dolu bir sürü delikler görülüyordu. Tavan yontulmaksızın, yatay vaziyette duvarlara dayandırılmış sekiz on intizamsız direkten müteşekkildi. Direklerin arası, bol çalı çırpı ile doldurulmuş ve onların üstüne de toprak örtülmüştü.
Kör Mahmut’un girmesini ve çıranın yanmasını müteakip kulübede birkaç gölge harekete gelmişti. Kedi mi, insan mı, ne olduğu belli olmayan bu gölgeler biraz sonra hakiki renklerini belli etmişlerdi. Bir kadınla üç kız, bir de inek!
Burası, Basarabyalı bir domuz çobanının kulübesidir.
Kör Mahmut, etrafına şöyle bir göz gezdirdikten sonra, boş bir un çuvalı bulabildi. Onu altına çekerek, kadın gölgelerinden uzakça bir yere çömeliverdi. Karnı son derece acıkmıştı. Eliyle ev sahibine ağzını göstererek yemek ihtiyacını anlattı, atı için arpa ve saman istedi.
Yarı un, yarı çamur bir ekmek parçasıyla, hayli miktarda ayrandan oluşan yemek, süratle önüne getirilmişti. Ata da biraz çavdar ve biraz saman bulunmuştu. Artık Kör Mahmut için heybesini koltuğunun altına, palasını koynuna alıp uykuya dalmak sırası gelmişti.
Yorgun süvari, belki on saat uyuyacaktı, o derece dalgın yatıyordu; lakin yattıktan birkaç saat sonra, yüzünde hararetli, yapışkan, rahatsız edici bir busenin dolaştığını hissetti. İstemeye istemeye gözlerini açtı. Kulübenin koyu karanlığı arasında meçhul, fakat pervasız bir ağız, saçlarını, yüzünü, hatta göğsünü buselerle aralıksız ıslatıyordu. Bu, ihtiraslı aşkın öpüşlerindendi; tahammül edilmez bir sıcaklık, garip bir yapışkanlık vardı; aynı zamanda, kör bir cilde temasıyla husule gelen tahriş edici bir tesir yapıyordu.
Kör Mahmut, uykuyla uyanıklık arasında, bir an baktı. Siyah bir heyula gibi üzerine eğilip de her tarafını yapışkan bir tükürük tufanına boğan bu cüretkâr kim olabilirdi? Şimdiye kadar rüyaları bile bekâretini muhafaza etmişti. Bir kadın ağzından çıkacak şehevi heva, onun için tamamen meçhuldü. Hiçbir buse dudaklarında bir titreme yaratmamıştı. Kadın cildinin nasıl bir nesne olduğunu öğrenmemişti. Tat alma duyusu, dokunma hissi ve bütün duyuları kadın mefhumuna bigâne idi. Böyle pis bir kulübede, kim bilir ne murdar bir ağızla, bu lekesiz bekâretin yaralanmasına tahammül edemezdi. Hiddetle kalkmak isteyerek bağırdı:
“Çekil bre kaçık! Pis kanını döktürmek mi istiyorsun?”
Fakat başı, inatçı saldırganın yüzüne temas eder etmez çelik bir miğferle çarpışmış gibi sızladı. Görmeyen gözünü bile yaşartan bu acı, Kör Mahmut’a gülünç hakikati göstermişti. Dakikalardan beri kendini buseleriyle gıcıklayan kara bir inekti ve şimdi yavaşça kulübenin bir köşesine çekiliyordu.
Kör Mahmut, uykusunun kaçtığına mı, bir inek ağzıyla bol bol öpüldüğüne mi yansın, karar veremiyordu. Yalnız, pek kıymet verdiği bedeninin tehlikeden korunduğunu düşünerek memnun oluyordu. Artık uyuyamayacağı için kalkmıştı. Güneşin doğup doğmadığından haberi yoktu. Domuz çobanının yaktığı çıra sönmüştü. Kulübe, siyah rengini muhafaza ediyordu. İlk geldiği vakit tesadüf edip de selam filan vermeye lüzum görmediği kadın gölgeleri de ortada yoktu; çoban da oğlu da görünmüyordu; yalnız kara bir yığın gibi, kulübenin ta dibinde mahut inek göze çarpıyordu.
Kör Mahmut elini boru gibi ağzına götürerek “Bre çoban, bre çoban!” diye haykırdı. “Bu mübarek sarayı bana mı bağışladın? Yoksa beni bu namussuz inekle gerdeğe mi koydun?”
Çoban, oğlu ve karısı, dışarıdan müsaraatla[51 - Müsaraat: Sürat ve acele etme. (e.n.)] gelmişlerdi. Kadın kırık bir Türkçeyle Mahmut’u selamladı.
“Sabah hayır!”
“Sabah var mı ki hayır olsun! Yol gösterin de ben dışarı çıkayım, ciğerime biraz hava girsin. Kuyucu’nun avını attığı kuyuda bile bu kadar sıkılmadım. Hem atımdan haber verin. Nasıl, iyi mi? Karnını doyurdunuz mu?”
Yine kadın cevap veriyordu:
“At güzel, çok güzel! Sen de güzel. Türkler hep güzel. Biz çok sever Türk!”
Dışarıda güneş hayli yükselmişti. Ağılla kulübe, bu parlak yaz güneşi altında daha pis, daha cılız görünüyorlardı. Tarlaların o nihayetsiz uzanışınca kabaran bu taş ve çalı yığını, tabiatın kucağına atılmış bir balgam gibiydi.
Çobanın ailesi, elleri koyunlarında, Kör Mahmut’un etrafına dizilmişlerdi. Küçüklüğünde bir Türk ailesine çok kısa bir süre hizmetçilik eden kadın, biraz Türkçe konuşabiliyordu. Onun şüpheli tercümanlığıyla, şimdi fikir alışverişi ediyorlardı.
Bender-Hotin, Bender-Belgrat ve Hotin-Belgrat arasına doğru birer hat çekmek suretiyle harita üzerinde bir üçgen resmedelim. Hikâyemizin cereyan ettiği günlerde ve hatta bir iki asır sonra, üçgenin içine düşen bütün bu arazide yegâne tehlikesiz sanat domuz çobanlığı idi. Nehirlerin ve minimini kalelerin içinde mahsur bir hayat geçiren çoğunluk, ticari işlerle ve ufak tefek el sanatlarıyla iştigal ederdi. Fakat en büyük kazanç, domuz çiftliğinde idi. Çiftçiler mahsullerinin genellikle kazaya gittiğini görürlerdi. Çünkü bu resmettiğimiz üçgenin her noktası, yıl geçmezdi ki bir isyan, birr yola getirme ordusunun ağırlığı altında ezilmesin. Bu orduların yol üstlerindeki tarlalar, sahiplerine ezik göğüslerinden başka bir şey göstermezdi. O memleket halkının burjuva kısmını teşkil eden şehirlilerin, ayân güruhu meşru ve gayrimeşru kazançlarına ise geniş ölçüde, voyvodalar iştirak ederdi. Fakat domuz çobanları, asilerden de serdar ordularından da müsamaha görüyorlardı.
Evvelkiler, kendilerine yâr ve ırken, ruhen taraftar oldukları için bunlara ilişmezlerdi. Serdarlar ise domuzla teması iğrenç görerek çobanları kale almaktan iğrenirlerdi. Bu iki taraflı müsamaha, zaman geçtikçe o birkaç bin kilometre genişliğindeki araziyi bir domuz memleketi hâline getirdi. Evvelleri seyrek tesadüf olunan sürüler ve ağıllar, yavaş yavaş çoğaldı ve sıklaştı. Kan itibarıyla devamlı bir saflaşma, iktisaden de müsamaha gören bu çobanlar sürüsünden en nihayet, komşu milletlerin de yardımıyla, ihtilalci nesiller doğdu!
Kör Mahmut Dinyester’le Prut arasında, en geniş noktadan hesap edilmek şartıyla, otuz beş saatlik mesafe olduğunu çobandan öğrenmişti. Hotin önünde meyilli bir istikamet takip ettiği için Prut Nehri’ne yirmi saat yaklaşmıştı. Bu yüz kilometrelik yolu, atını yormaksızın iki günde alabilirdi. Prut’u geçtikten sonra, Yaş kasabasına inmek uzun bir şey değildi.
Nasıl yaşadıklarını sorup soruşturmaya başlamıştı. Onlar, domuzlarının her yıl başı temin ettiği menfaate kanaat ederek bu ıssız ovada ömürlerini geçirip duruyorlardı. Bazen bir kervan, bazen yolunu şaşırmış bir atlı ve nadiren de askerî alay buradan geçerdi. O tesadüfler bu tekdüze ömür içinde bir değişiklik teşkil ederdi. Hatta bu küçük hadiseler, onlar için bir tarih başlangıcı mahiyetini de alırdı: Bir Erdel kervanı geçtiği gün, bir kır atlı geldiği gün, gibi.
Çoban karısı Kör Mahmut’la konuşurken belli bir yaşa gelmiş üç kız da bu sağlam yapılı erkeği hayalen kucaklamaya çalışırcasına ihtiraslı bir vaziyet almışlardı. Her biri, şehevi bir iştiyakın bütün alametleriyle apaşikâr sarsılıyordu. Bu sapa yoldan geçen her erkek şu zavallı kızların ruhunda bir fırtına yaratıyordu ve onlar bu asabi girdap içinde uzun müddet günlerini şaşırırlardı. Bugün de Kör Mahmut, kısmetlerini rüyalarında bile tespit edemeyen bu üç Rumen yavrusunu böyle bir heyecana düşürmüştü!
Bir aralık içlerinden en tahammülsüz olan biri, yalvarır gibi bir sesle “Ana!” dedi. “Ağaya ikram edemedik. Bu gece de burada kalsın. Güzel bir gözleme yapalım, bir de tavuk keselim, içerse şarabımız da var!”
Valide bu teklifin hangi yanık kaynaktan doğduğunu pekâlâ idrak etmekle beraber Kör Mahmut’a tercüme etmekte sakınca görmemişti. O, gürültülü bir kahkaha ile “İyi ama analık…” dedi. “Yolcu yolunda gerek. Bir de darılmayın, sizin kulübe çekilir şey değil. Tanrı sahibine bağışlasın, bize izin!”
Bu sohbet esnasında, atın tımarı küçük çocuk tarafından itina ile yapılmıştı. Kör Mahmut da küçük bir kova inek sütünü içine ekmek doğrayarak mideye yollamıştı. Şimdi, memnunca bir “Elhamdülillah!” çekerek ayağa kalkmıştı. Heybesini yerleştirdikten ve cebinden çıkardığı bir küçük altını attıktan sonra, çekirge gibi, ata sıçrayarak “Ver elini Prut!” dedi.
Üç kızın meftun ve mahzun bakışları, gittikçe uzaklaşan güzel endamlı delikanlıyı uzun müddet takip etmiş ve uğurlamıştı. Kör Mahmut, arkasında bıraktığı kırık emellerden habersiz, Harput ağzı bir koşma geveleyerek tarlaları aşıyordu.
Süvarimizin yolculuğu, Yaş’a kadar hemen hemen arızasız geçti. Ufak tefek ormanlardan, derelerden geçti. Bir geceyi de kırda, atının ayakları altına uzanarak geçirdi. Yollarda in ve cin namına kimseye tesadüf etmedi. Yalnız Prut kenarında uygun bir geçit yeri ararken bir yolcu kafilesine rast gelmişti. Yetmiş kadar katır ve yirmi insandan oluşan bu küçük kervan, tüccar malıyla kuzeye doğru çıkıyordu. Kafile halkı, tozu dumana katarak birdenbire karşılarına çıkan Kör Mahmut’tan, evvelemirde iştibah[52 - İştibah: Şüphelenmek, şüphe etmek. (e.n.)] ile irkilmişlerdi.
Fakat onun hayduda benzemediğini anlayınca güvenerek konuşmaya başlamışlardı. Mahmut, nehrin geçit yerini soruyordu. İçlerinden Türkçe bilen biri, istenilen bilgiyi verdi. Kör Mahmut, hafif bir teşekkürle ayrılacağı sırada o adamın dudaklarında bir gayritabiilik gördü. Başka dudaklarda görülmeyen bir şey, tuhaf bir fazlalık, onu iğrenç bir hâle koyuyordu. Kör Mahmut, bu hususiyetin farkına varır varmaz “Beri gel arkadaş!” dedi. “Seni bir iyi tanıyayım.”
Herif yaklaşınca, üst dudağında, iri bir ele benzeyen katmer katmer bir et parçasının sarkmakta olduğu meydana çıktı. Sanki bir manda dili herifin üst dudağına yapıştırılmıştı. Konuşurken bu uzun ve hareli et parçası hızlı hızlı titreyen bir sivri kapak gibi aşağı yukarı hareket ediyordu.
Kör Mahmut sordu:
“Arkadaş, ağzındaki nedir öyle!”
“İllet ağa, illet?”
“Evli misin sen?”
“Allah bağışlarsa beş tane de çocuk var.”
Kör Mahmut’un attan inmesiyle herifi yere yatırması ve koynundan keskin bir ustura çıkararak et parçasını kesmesi, yirmi saniyelik bir iş olmuştu. Kafile halkı, Kör Mahmut’un o adamla kavga ettiğini, kendilerinin ne yapmaları lazım geldiğini hatta düşünmeye zaman bulmadan Kör Mahmut ayağa kalkmış ve dehşetli bir hayret içinde bağırmaya bile kudret gösteremeyen yaralıyı da kaldırarak o et parçasını eline tutuşturmuştu.
“Şimdi uğurlar olsun. Bu kandan can çıkmaz, korkma, bol suyla yarayı yıka. Temiz bir çaputla bağla, geçer gider. Artık karını ağız tadıyla öpersin, bana da dua edersin.”
Ve atını sürerek uzaklaşmıştı. Ertesi gün Yaş Kalesi’ne varacaktı. Artık çoban ağılları, ekili tarlalar, çayırlar sıklaşmıştı. Mahmut, bir ağılın önünde durup bir bardak su istedi. Tıpkı iki gün evvel gecelediği ağıldaki kızlar gibi bu ağılda da sarı saçlı, mavi gözlü, pişkin ve yetişkin kızlar, yiyici gözlerle kendisini karşılamışlardı. Kör Mahmut, taze, yabancı ve niyaza alışkın görünen bu manalı gözlere daima kapalı gözle bakıyordu. O, ağılın etrafında kaynaşan domuz yavrularını seyre dalmıştı. Bunların arasında iki üç tane de küçük çocuk dolaşıyordu. Hayvanlarla dudak dudağa, kucak kucağa sürünen bu çocukların üzerinde kirli bezden birer kısa gömlek vardı, her tarafları açıktı. Tarif edilemez bir pislik içinde, şen şakrak, oynaşıp duruyorlardı. Bunlardan biri hazin bir noksanlık ile hastalıklıydı. Yumurtalıkları büyük bir torbaya benziyordu. Kör Mahmut, çocuğun bu hâlini görünce acıdı. Ne kızlara ne ağıl sahibine bir şey söylemeye, atından inmeye lüzum görmeden eğilip çocuğu kucağına çıkardı. Tıpkı bir doktor gibi, çocuğun bacakları arasındaki torbayı inceledi. Bu şişkinlik alelade bir su birikintisiydi. Henüz irin toplamamıştı. Bunu anlar anlamaz, gem ve eyer tamirinde kullanılan türden bir sivri iğne çıkararak derhâl bir küçük ameliye yaptı.
Şimdi iğnenin deride açtığı yerden bulanık bir su sızıyor ve çocuğun hastalıklı uzvu, tabii şeklini almaya başlıyordu!
Ağıl halkı, Kör Mahmut’un çocuğu okşamak için kucağına çıkardığını zannetmişlerdi. Onun böyle bir ameliye yapmaya kalkıştığını görünce vaveylayı koparmışlardı. Kör Mahmut, gürültülere ehemmiyet vermeyerek işini bitirdi. Ameliye yapılan yerde bir şey kalmayınca çocuğu yere bıraktı.
“Siz ne aptal adamlarsınız!” dedi. “Elimi öpecek yerde bana diş gösteriyorsunuz. İnsan yavrusunda bu kadar yumurtalık olur mu hiç? Âdemoğlu dediğin tertemiz olmalı.”
Kör Mahmut’un tekke hayatından edindiği yegâne zevk, bu cerrahlıktı. Dervişler arasında bu işle uğraşanların ameliyelerini takip ede ede kendisinde de cerrahlık için büyük bir heves uyanmıştı. O zamanlar uyuşturmak, dezenfektan maddeler kullanmak usulü henüz keşfedilmemişti. Ustura, iğne, kerpeten, bir cerrah için kâfi idi. Kloroform yerine, kalın ipler ve sağlam pazılar kullanılırdı. Ameliye yapılacak hasta ya sımsıkı bağlanır yahut birkaç kuvvetli şahsın zoruna bırakılırdı. Bir göğüsten, bir omuzdan mesela bir ok çıkarmak, tıpkı bir atın nallarını sökmek gibi kerpetenle yapılırdı. Koku giderici ilaçların yerinde ise hazreti baht hüküm sürerdi. Yaranın kangren olmaması cerrah için bakmayı gerektiren noktalardan değildi. O, baht işidir!
Kör Mahmut, yolculuğun can sıkan ritmini işte bu gülünç meşgalelerle gidermiş oluyordu. Aynı zamanda yaptığı işlerden memnun kalıyordu. Kendi inancınca, bu iki ameliye, insanlığa bir tür hizmetti. Birincisiyle, talihsiz bir kadını tüyler ürpertici öpüşlerden kurtarmıştı, ikincisiyle de minimini bir yavruyu gelecekte “hadım” kalmak tehlikesinden azat etmişti.
İyilik sokağa atılsa kaybolmaz! Kör Mahmut bu sözü, bir hakikat olarak kabul ediyordu ve elinden geldiği derecede iyilik etmeyi, -yerinde fenalık etmek kadar- insani bir vazife tanıyordu!
***
Yaş kasabası o zamanlar şimdikinden daha meşhur idi. Bugün medeni bir şehir, ticari ve hatta yarı sınai bir merkez olan bu büyük memleket, hikâyemizin cereyan ettiği tarihte kuzeyden, kuzeybatıdan, güneyden aralıksız akıp gelen orduların ağırlık merkezi olmuştu. Buğdan, Türk için bir vilayet değildi, müstemleke hiç değildi. “Uç” denilen serhat eyaleti hâlinde de idare olunmazdı. Oraya İstanbul’dan, voyvoda namı verilen bir bey gönderilirdi. Bu bey, genellikle, Fenerli idi. Bazen bir “saki-i kadehkeş”, bazen bir kasap çırağı bu emîrlik mevkisine yükseltilirdi. Merkezî hükûmete belirli bir vergi veren, Belgrat’ta toplanan ordulara erzak ve nakliye hayvanları gönderen bu beyler, Buğdan memleketini istediği şekilde idare ederlerdi. Boyar denilen Ulah âyanı, voyvodanın yönetimde sağır ve dilsiz birer muavini mertebesinde idiler. Voyvodaların hemen üçte ikisi Türklüğe ihanet etmiştir. Bu herifler, devletin haricî ve dâhilî bir buhranla karşılaştığını görür görmez isyan bayrağını çekmekte asla tereddüt etmemişlerdir. Esasında daima ve daima ezilmişlerdir. Fakat binlerce ve binlerce Türk’ün de boş yere heder olup gitmesine sebebiyet vermişlerdir.
Kör Mahmut, Yaş Kalesi’ne ait maceraları, kulak dolgunluğuyla bilirdi. Bu kale için can feda eden Anadolu sipahilerinin hikâyelerini defalarca dinlemişti. Beş on gün evvel Hotin’e giderken kaleye girmemişler, açıkta gecelemişlerdi. Şimdi şu dillere destan olan kaleyi bir iyi seyretmek istiyordu. İç kaledeki helezoni yol hakkında da hayli şeyler işitmişti, o yoldan inip çıkmanın zorluklarını söyleyip durmuşlardı.
Kör Mahmut, sefil kulübelerden, mezbelemsi evlerden ibaret olan kale varoşunu doludizgin geçtikten sonra, doğru iç kaleye yönelmişti. Hendek üzerindeki ağaç köprü başında bir an durur gibi oldu. Çünkü herhangi bir kaleye atla çıkmak kurala aykırı idi. Fakat bu tereddüdü uzun sürmedi, atını kaleye doğru hareket ettirdi.
Yol hakikaten geçmesi zor idi. Zikzaklar birbirini izliyordu. Sanki kale, bir külçe toprak içine konulmuştu. Bu külçenin açılan her hattını diğer bir hat ve onu, bir diğeri takip ediyordu. Piyadelerin güçlükle çıkabileceği bu binbir dönemeçli, dar ve dik yolu, Kör Mahmut atıyla pervasız çıkıyordu.
Kalenin üstüne yaklaştığı sırada, dizdarın gümbürtülü sesi işitildi:
“Bre ağa, aşağıya in! Piyade yürü! Hünkâr kalesidir, atla çıkılmaz.”
Kör Mahmut atını mahmuzlayarak cevap verdi:
“O dediğin köleler içindir; helal süt emenler her yere çıkar!”
Koca dizdar namıyla asker arasında şöhret bulan kale muhafızı, bu cüretkârın işine parmak ısırıp kalmıştı. Fakat hiddetini birdenbire açığa vurmaktan çekiniyordu. Çünkü “Bu, bizzat hünkâr olmasın!” diye şüpheye düşmüştü. O devirlerde kaleye atla çıkmak kimsenin kârı değilken bu genç adam hem çıkmış hem dizdara çıkışmıştı.
Kör Mahmut, ihtiyar dizdarın için için neler düşündüğünden habersiz, kalenin zirvesine kadar yükselmişti. Oradan bütün Yaş kasabasına uzun bir bakış atfetti. Sokaklar birbirini kucaklamış gibi dar ve intizamsız; evler, yükseklik kavramından ürkmüş gibi alçak görünüyordu. Kiliseler bile, ihmal edilmiş, bir mezar üstündeki haçlar gibi, toprak seviyesine yapışmıştı.
Kör Mahmut, bir an için, gönlünün kanadığını duydu. Tebriz nerede, Yaş neredeydi? Türk’ün birbirinden tabiaten uzakta bulunan bu iki nokta arasında tek-renk ve tek-ahenk bir temas, bir münasebet, hatta bir kardeşlik tesisi için yıllarca didinmesindeki mana neydi?
Bu soruya zihnen cevap veremiyordu. Yalnız kusursuz bir idrak ile anlıyordu ki bir Anadolu kasabasıyla Yaş arasında küçük bir benzeyiş, zerre kadar bir andırış yoktu. Diyarbakır’ın, Harput’un, Konya’nın ve bütün Anadolu şehirlerinin taşında, toprağında Türk’e candan selam verir, tatlı yüz gösterir gibi bir hâl vardır. Hâlbuki Yaş, işte somurtkan ve hoyrat bir yabancıya benziyordu.
Şimdi atını yüz geri etmişti. Koca dizdar, kendisine bir kelime bile söylemeden dönmeye başlayan süvarinin mahiyetinden gerçekten şüphelenmişti. Demek ki bu genç, dizdarlara falan söz söylemeye tenezzül eden takımından değildi. O sırada Hotin önünde bulunan hünkârın kıyafet değiştirip kendini tanıtmayarak Yaş’a gelmesi pek de imkânsız değildi. Eğer öyle ise şimdi hünkâr, müthiş bir tehlikeye maruzdu. Değme süvarinin gösteremeyeceği bir cüretle, kalenin dar ve karışık yolunu atla çıkmıştı. Fakat o yolu, tepesi aşağı inmek, göz göre göre tehlikeye düşmekti. Alelade inişlerde bile yaya yürümek bir kaide iken işte, genç süvari, hatta doludizgin kaleden iniyordu. Koca dizdar koşup hünkâr dediği gencin üzengisine yüz sürmek, bu tehlikeyi anlatmak istemişti. Fakat Kör Mahmut, bütün dönemeçlerden mahirce geçerek selametle köprüye gelmiş ve şehre doğru uçup gitmişti.
Artık at da süvari de istirahate hak kazanmışlardı. Üç buçuk günde iki yüz elli kilometreye yakın yol almışlardı. Dumanı üstünde bir bulgur pilavı da Kör Mahmut’un gözünde tütüp duruyordu. Şehrin kenarında bir kervansaraya gelir gelmez ilk işi atına arpa ve kendine pilav ısmarlamak oldu.
Okuyucularımızdan bu kervansarayları belki görmeyenler vardır. Bunlar, İstanbul’dan Bağdat’a, Budapeşte’ye, Karpat eteklerine, Adriyatik kıyılarına kadar uzayan yollarda yer yer yapılmış eski zaman işi birer oteldir. Çoğunlukla dikdörtgen şeklinde ve kesme taştan gayet sağlam olarak inşa edilmişlerdir. Kurşun geçirmez ve mızrak işlemez nevinden yüksek bir kapı ile korunmaktadır. Dikdörtgenin iç kenarlarından birini minimini bölmeler teşkil eder, bu bölmelerde birer ocak vardır, kapı kadar. Karşı kenarı, hayvan yemlikleri işgal eder. Bu yemlikler sağlam meşinden yapılmıştır. Tam kapıya tesadüf eden kısımda büyük, çok büyük bir ocak bulunur. Yağmurdan bunalan, tipiye tutulan, kurt hücumundan korkan yolcular için bu kervansaraylar, kıymeti çok yüksek bir sığınma yeridir. Her yolcu bu otele ücretsiz girmek hakkına sahiptir. Hayvanı yemliklere bağladıktan sonra dilerse o bölmelerden birine girer, oradaki ocağı yakarak, emin ve müsterih, yatar. Dilerse büyük ocağın yanında yer alır.
Bugün olduğu gibi o devirlerde de açıkgözler eksik değildi. Çoğu kırlardan ve kasabalardan uzak mahallerde yapılan bu kervansarayların her biri, nereden geldiği belirsiz birtakım şahısların eline geçmişti. Bunlar fuzuli bir kiracı sıfatıyla o hayır için yapılan yapılara yerleşmişlerdi. Umumi ocağı yakmak, hayvan gübrelerini dışarı atmak gibi hizmetler karşılığında her yolcudan bir ücret almayı âdet edinmişlerdi. Kervansarayların inşa hikmetini bilen ve koluna güvenen yolcu, bu fuzuli kiracılara ücret yerine bir sille çekerdi. Seyyahların zaaflı olanları istenilen parayı, ister istemez, verirlerdi. Mamafih bu müstevliler, hasta yolculara çorba, istek edenlere pilav pişirerek kendilerini bazen lüzumlu bir unsur hâline de getirirlerdi.
İşte Kör Mahmut’un konakladığı yer, böyle bir oteldi. Atını yerleştirdikten sonra umumi ocağın yanına giderek “Merhaba erenler!”i bastırdı. Mevsim yazdı. Fakat ocak yine yanıyordu. Geldikleri ve gidecekleri yerler gibi kıyafetleri de birbirine benzemeyen sekiz on yolcu, ocağın kenarına dizilmişler, konuşuyorlardı. Kör Mahmut’un selamını iadeden sonra yine sohbete devama başlamışlardı. Bunlar bu civarda avans vererek bal, koyun peyleyen ve senede iki defa sefer yapan Türk tacirleriydi.
İçlerinden biri “Devlet işine akıl ermez ki…” diyordu. “Şu Voyvoda Mihane’nin şimdiye kadar kafası koparılmıştı! Mukarrernamesi gelmiş! Geçen sene görenlerden işittim: Erdel cenginden dönüşte Silistre paşasına, Allah’a ısmarladık, dememiş. Paşa da Yaş’tan geçerken Mihane’yi çağırtıp ‘Bre melun! Ben Silistre valisi olam da sen benden izin almayı murdar nefsine ar tutasın, öyle mi?’ diye göğsüne bir tekme vurmuş, Mihane’yi çadırın kapısına kadar yuvarlamış; fakat bu tekmenin sonu gelmedi. Paşa mı İstanbul’a yazmadı, Mihane’nin altın varaklı nameleri mi üstün çıktı? Herhâlde kellesini kurtardı. Bu sefer de hünkârın peşinde Hotin’e giderken kendini, attan düşmüş, ayağı kırılmış gösterdi. Gerisin geri Yaş’a geldi. Arkasından azline ferman çıktı. Domuz çobanları bile Mihane’nin gideceğine seviniyorlardı. Fakat bugün bir kapıcıbaşı gelmiş, Mihane’nin mukarremamesini getirmiş, diyorlar. Yarın da alay olacakmış.”
Kör Mahmut’u bu sözler içinde yalnız alay meselesi alakadar etmişti. Kapıcıbaşıların çalımını öteden beri işitirdi. Babası Budin ordularında harp eden bir dervişten de bir Macar kralına hünkârın taç giydirdiğini dinlemişti. Bu alaylar görülecek şeylerdenmiş! Buğdan voyvodasına da şimdi altın zincir takılacak, üsküf giydirilecek, iskemle verilecekmiş!
Kendi kendine şu alayı, ta içine girerek yakınen seyretmeyi kurmuştu. “Hele sabah ola, hayrola.” deyip bolca bulgur pilavını yedikten sonra, bölmelerden birine uzanıp yatmıştı.
Kör Mahmut, sabah erkenden sokağa çıktı. Kervansaraydaki adamlardan voyvodanın sarayını öğrenmişti, aynı zamanda alayın öğleye doğru yapılacağı haberini almıştı. Saray denilen konak yavrusu binayı bulmakta müşkülat çekmedi. Binanın etrafa nazaran nispi büyüklüğü, kapısındaki silahlı nöbetçiler, hele o gün sokak boyunu işgal eden kadınlı kızlı, çoluklu çocuklu kalabalık, voyvoda sarayını arayanlar için canlı bir rehber oluyordu.
Öğleye bir saat kala, alay başlamıştı. Mukarremameyi getiren kapıcıbaşı, sırmalı külahını başına, uşak kürkünü sırtına geçirmiş, beyaz bir ata binmişti. Önünde, mukarrername denilen beratı başı üstünde tutan ocak gediklisi yürüyordu. Onun ilerisinde voyvodanın başkâtibiyle teşrifatçısı atbaşı beraber gidiyorlardı. Bunların önünde, kenarları kırmızı işlemeli beyaz bezden kısa gömlek giyen, ayakları çarıklı ve dolaklı elli kadar yerli asker bulunuyordu. Kapıcıbaşının arkasında iskemle çavuşu vardı. Bu adam, al kadifeden büyücek bir iskemleyi elinde götürüyor ve iskemlenin üstünde üsküf denilen bir yeniçeri külahı görünüyordu. Onun arkasından on iki baltacı geliyordu.
Bunların arkasından yine elli nefer yerli askerden oluşan bir müfreze dümdarlık vazifesi yapıyordu.
On beş gün evvel azli ve şimdi de yerinde bırakılması tebliğ olunan Buğdan voyvodası, mukarrernameyi getiren kapıcıbaşıyı sarayında bekliyordu. Alay karınca yürüyüşüyle yürüyordu. Kapıcıbaşı, temsil ettiği kuvveti, dirhem dirhem halka hissettirmekte kusur etmiyordu. Yüzünde öyle bir sabitlik, öyle bir titremezlik vardı ki görenler, bu basit memuru tunçtan bir heykel zannederlerdi.
Alay, bu tertip ile tam voyvoda sarayının önüne gelince Kör Mahmut saray baltacılarının arkasına takılıvermişti. Onları takip eden yerli müfreze, sipahi kıyafetindeki bu gencin alaya katılmasına ses çıkarmamış veya çıkarmaya lüzum görmemişti.
Kapıcıbaşı, sarayın önünde atından inmişti. Voyvodanın başkâtibi sağ, teşrifatçı sol kola girerek kendisini içeriye götürmüşlerdi. Yine önde mukarrernameyi taşıyan ocak gediklisi, arkasında iskemleyi taşıyan çavuş ve on iki baltacı bulunuyordu. Kör Mahmut da bu kafilenin peşinden pervasız gidiyordu.
Saray merdivenlerinin her kademesinde bir boyar, kenarı işlemeli beyaz gömlekten ve ince tarafı arkaya eğik külahımsı bir siyah serpuştan ibaret millî kıyafetiyle selama durmuştu. Kapıcıbaşı kademelere bastıkça boyarlar yerlere kadar eğiliyor, ayakları diğer kademeye geçmedikçe bu hürmetkâr vaziyeti bozulmuyordu. Kapıcıbaşı da güya inadına yapıyormuş gibi her basamakta hissolunur derece bekliyordu.
Voyvoda merdiven başına gelmişti. Başında bir samur kalpak, üstünde siyah bir kürk vardı. Yerden bir temenna ile muhterem misafiri selamlamıştı. Birlikte, kabul salonu mevkisindeki büyücek bir odaya girmişlerdi. Orada voyvodanın karısı ve nedimeleri yer almışlardı. Voyvoda, doğruca odanın kapısına nazır cephesine yönelmiş ve tam orta yerde durmuştu. Mukarrernameyi taşıyan adam ve kapıcıbaşı da yavaş yavaş gelmişlerdi. Kadınlar, mukarrername karşılarına gelir gelmez derin bir reverans yapmışlardı.
Kapıcıbaşı, voyvodanın karşısına gelince durmuş ve mukarrernameyi ocak gediklisinin elinden alarak öpüp başına koyduktan sonra voyvodaya vermişti. Aynı resmî hürmeti yapan voyvoda da kâğıdı başkâtibine teslim etmişti. Baltacılar ve o meyanda Kör Mahmut, odanın kapı tarafında bir yarı daire oluşturmuşlardı. Kapıcıbaşı şimdi iskemleyi eline alıp voyvodaya bir işarette bulunmuştu. Voyvoda, vakar ve temkin ile ilerlemiş ve iskemleye oturmuştu. Derin bir ikbal çizgisi, parıldayıp duruyordu.
Sıra, zincirin takılmasına ve üsküfün giydirilmesine gelmişti. Kapıcıbaşı, voyvodanın başındaki samur kalpağı kaldırmıştı. Koynundan altın zinciri çıkarır gibi bir vaziyet almıştı. Fakat ani bir cinnete uğramış gibi birden silkinmiş, zincir yerine belindeki demir topuzu kucağındaki voyvodanın başına vurmuştu.
Bu umulmayan hıyanet karşısında kadınlar, gözyaşı içinde dışarıya kaçışırken voyvoda da cansız bir ceset hâlinde yere düşmüştü! Baltacılar vaziyetlerini bir put gibi muhafaza ediyorlardı. Voyvodanın kâtibiyle teşrifatçısı, bol bol ecel teri döküyordu. Dışarıda hemen kimse kalmamıştı. Sokaklarda edalı edalı yürüyen yerli asker ve merdivenlerde boy gösteren boyarlar, hepsi, hepsi darmadağın olmuştu. Voyvodanın karısı bile konağın bir köşesinde, gözyaşını silecek bir dosttan mahrum, eğilip duruyor, tek başına baygınlıklar geçiriyordu.
Bu korkunç sahneyi yaratan kapıcıbaşı, gülünç bir gurur içinde, voyvodanın teşrifatçısıyla kâtibine emrediyordu:
“Ferman-ı kaza cereyan yerini buldu. Yeni voyvodanız yoldadır, yarın buraya ulaşması beklenir. Hazırlıkta kusur etmeyesiz! Şimdi şu facirin mal ve menalini deftere geçirmek gerek. Bir habbe ziyanına rıza-yı hümayun yoktur, öylece bilesiz.”
Onlar, bu emrin önünde titreye titreye boyun kırarken Kör Mahmut’un sesi yükselmişti:
“Tüh sana be herif! Cellatlığı kabullendikten sonra bu çalıma ne lüzum vardı? Erlik adını berbat ettin gitti. Sana da seni gönderene de lanet!”
Bir an evvelki trajedide yüzlerinde bir kıl titremeyen baltacılar, sulu sepken bir tükürük gibi ortaya fırlatılan bu sözler üzerine, hiddetli ve öfkeli, bakışmışlardı. Debdebeli bir merasimi bir saniyede faciaya çevirip de zerre kadar heyecan göstermeyen kapıcıbaşı, kulaklarına kızgın demir sokulmuş gibi, kızarmıştı. Voyvodanın teşrifatçısıyla kâtibi ise bu sesi ahiretten gelmiş sanarak gizlice istavroz çıkarmaya başlamışlardı.
Kör Mahmut, sözlerinin tesirini sanki tamamlamak istercesine sürekli tükürüyordu:
“Tü, tü, tü!..”
Ve bariz bir nefret içinde salondan çıkıyordu! “Bre koman!” demek için ağzını açan kapıcıbaşı, herhangi bir sipahiye körü körüne el vurulamayacağını düşünerek “Devletin kolu uzundur. Bu küstahın da cezası verilir!” demekle yetinmeye mecbur olmuştu.
Eğer Türk Mahmut’un sipahi değil, mülazım bile olmadığı bilinse, şüphe yok ki o salon bir muharebe meydanı hâlini alır, voyvodanın cesedi, arkadaşsız toprağa girmezdi.[53 - Voyvodanın katli aynen cereyan etmiştir. Mülazım demek, mahlul vukusunda sipahiliğe kaydolunacak namzet demektir. (y.n.)]
Kör Mahmut doğruca kervansaraya dönmüştü; kapıcıbaşının yaptığı iş, onun mertlik damarını kanatmıştı. Voyvodanın katli lazım ise erkekçe icabına bakılabilirdi. Kapıcıbaşı, Türkçesi, namertlik göstermişti.
O devrin ileri gelenlerince hükûmet namı altında cereyan ettirilen facialardan Kör Mahmut habersizdi. Kaç vezirin yüzüne karşı iltifatlar savrulurken merdiven başında cellatlara katilleri ısmarlanmıştı. Türk ırkından gelmeyen iş başında bulunanlar, Türklüğe has olan açık özlülüğü tabii olarak gösteremiyordu. İkiyüzlülük, yalancılık en büyük zekâ sayılıyordu. Irkımız hesabına ne kadar yazık ki bütün bu Türk olmayanların zulümleri, rezaletleri Türk tarihine mal edilmiştir.
Yaş kasabası voyvodanın katli haberi üzerine çalkanmıştı. Boyarlar, yer yer toplanıyorlardı. Bu cezanın tam anlamıyla adalet olduğuna dair teşekkürnameler kaleme alıyorlardı. Cinayetten sonra anlaşılıyordu ki müteveffa voyvoda müthiş bir yılanmış! Kapıcıbaşı bu muzır mahlukun kafasını ezerek koca bir memleketi kurtarmış! Hâlbuki bir ay evvel yine voyvodanın adil, koruyucu bir şahsiyet olduğu söyleniyordu. Kısacası tencere ile kapak, tıpatıp gelmişti. Aşağı ile yukarı birbirine uygundu. Kör Mahmut zihniyetini taşıyanlar, beyhude yere kendilerini üzüyorlardı.
Süvarimiz, hemen Yaş’tan hareket etmeyi kurmuştu. Artık geceler, parlak bir yaz mehtabıyla aydınlanıyordu. Lekesiz sema kandilinin bol ziyası altında yolculuk, çok tatlı bir şey oluyordu. Kervansaraya gelir gelmez atını tımar ettirerek hazırlanmıştı.
Yolculukta âdet, sabahları erken toplu çıkılmaktı. Kör Mahmut’un böyle vakitsiz harekete hazırlandığını gören kervansaray misafirleri hayret etmişti. Sebebini soruyorlardı. O, mehtaptan bahsedince hep gülmüşlerdi. Ay ışığının haramiler için de faydalı olduğunu Kör Mahmut’a anlatmaya kalkmışlardı. Yalnız ihtiyar yolcu, “Yolumuz bir düşerse ben de sana yoldaş olurum. Ahir günlerimde bir gece yolculuğu yapmak istiyorum.” demişti.
Yetmiş uzun seneyi, sekiz on çizgi hâlinde, alnına sığdıran ihtiyarın bu sözü Kör Mahmut’un hoşuna gitmişti. Geceleyin helaya, karılarının delaletiyle gittikleri anlaşılan öbür yolculara cevap bile vermemişti. Derin bir bakışla ihtiyarı süzüyordu. O devrin koyun tüccarları gibi giyinmiş, başına da gelişigüzel bir sarık sarmış olan ihtiyar, alelade bir adama benzemiyordu. Gözlerinde yorgun, fakat olgun bir yiğitlik parlıyordu. Beyaz ve tertemiz sakalında, simaya efendilik veren bir kibarca bir tatlılık vardı. Bakışı, söyleyişi, oturması, hepsi itimat telkin ediyordu.
Kör Mahmut, ihtiyarın bu vakur sevimliliğine kapılarak “Hayhay babalık!” dedi. “Seninle yoldaş olalım. Yaşça büyüksün, ben sana uyarım. Bir iş peşinde değilim. İşte bir at, bir mızrak, şu memleketleri dolaşıyorum. Elimizde keşkül yok ama derviş gibi bir şeyiz.”
“Sen çağda biz de böyleydik. Ayağımıza zincir vursalar bir yerde durmazdık. Şimdi arkamıza sopa indirseler yerimizden kalkmak istemiyoruz.”
Nihayet Kör Mahmut’la ihtiyar anlaşmışlardı. Güneşin batışına doğru Yaş’tan çıkacaklar ve Kalas-İbrail yoluyla Tuna’ya ineceklerdi. Bu iki kasabada ihtiyarın görecek işleri vardı. Tuna’yı Yerköy’den geçeceklerdi. Niğbolu’ya uğramayı da ihmal etmeyeceklerdi. Ondan sonra ihtiyar, Kör Mahmut’un emrine tabiydi. O nereyi isterse oraya gideceklerdi. Kör Mahmut ise şimdiden “İstanbul’a!..” demişti.
Küçük bir seyahat, minimini bir gezinti gibi dört kelime içinde kararlaştırılan bu yolculuk, en kısa yollardan gidilmek şartıyla bin kilometreye yakın bir mesafe teşkil ediyordu. İşin garibi, bu çok uzak mesafeyi yaya geçmeye hazırlanmasındaydı. Kör Mahmut bu vaziyette bir gariplik görmüyordu. Yola çıkan ayağına güvenir!
Bu hakikat, o devrin her yolcusu için malum idi.
Bizler, tabii kuvvetlerin insan zekâsı önünde eğildiğini görüyoruz. Evvelkiler, tabiatla daimî bir mücadele içinde yaşamışlardı. Bu mücadeleyi başa çıkarmak için en birinci şart, tabiat kuvvetlerinin vakitli vakitsiz büründüğü korkunç şekilleri küçümsemeye alışmaktır. Eğer denizlerin amansız dalgaları evvelkilerin gözünü korkutabilseydi, mesela eski devrin meşhur Türk denizcisi Seydi Reis, şu bizim mavna dediğimiz kayıkların biraz büyüceklerinden oluşan bir filo ile harp ede ede Hindistan’a kadar gidemezdi. Eğer dağların yüksekliği aşılmaz bir engel gibi evvelkilerin gözü önünde büyüseydi, en yüksek zirvelerde Türkler yıldızlarla selamlaşamazdı!
Güneşin batışına doğru, ihtiyar adamla Kör Mahmut yola çıkmışlardı. Kasabadan çıkar çıkmaz Kör Mahmut’un atı açık eşkinle yürümeye başlamıştı. İhtiyar, adımlarını bu yürüyüşe uydurmuştu. Koşmuyor, koşar görünmüyor, fakat attan bir adım ayrılmıyordu. Elini atın sağrısına koymuş, hayvanın gölgesi gibi bir hâl almıştı.
Mehtap hakikaten güzeldi; ay şiirle alakası olmayanları bile heyecanlandıracak bir parlayışla semadaki yerini almıştı. Sanki bol ve taşkın ziyasıyla yeryüzünün kirlerini yıkamak istiyordu. Her iki yolcu susuyorlardı. Güya ay ışığıyla benlikleri temelinden aydınlanmış ve geçmiş günlerin hatıraları dirilivermişti. İkisi de o hatıralar içinde kendilerini unutmuş görünüyorlardı. Nihayet ihtiyar, sükûneti bozdu:
“Delikanlı!” dedi. “Konuşalım. Yollar lafla geçer. Benim adım Doğan, yaşım yetmiş beş! Yeniçeriyim. Oturak[54 - Oturak, emekli demektir. (y.n.)] oldum. Aldığım para bir işe yaramıyor. Ulufelerin zaten iki akçesi bire geçiyor: Hep züyuf,[55 - Züyuf. Kalp ya da ayarı düşük madeni paralar. (e.n.)] hep kesik. Vebali bizi aç bırakanların boynuna! Ribahorluğa[56 - Ribahor, faizci manasınadır. Evvelleri faiz kelimesi kullanılmazdı. (y.n.)] başladım. Bundan evvelki Buğdan beyine biraz para verdim. Halka dağıtsın da neması bize geçim olsun, dedim. Herif asi oldu, dağa çıktı, suya kaçtı, bizim de para güme gitti. İnsan düştüğü yerden kalkar, derler. Borç harç ettim. Birkaç bin akçe toplayıp yeni voyvodaya verdim. Tam gelip hesap göreyim derken onu da öldürdüler. Benim elim böğrümde kaldı, bereket versin, herif ölmezden evvel Kalas’taki, İbrail’deki alacaklarımın defterini verdi. İşte onları tahsile gidiyorum. Olmazsa Yerköy’e gidip kadıya şikâyet edeceğim.”[57 - Eflak ve Buğdan memleketlerindeki bütün davaları, yani Müslümanların alakadar olduğu davaları Yerköy kadısı hallederdi. Artık müşkülatı düşünelim: Yaş’tan, Bükreş’ten bir koğuya gelmek yahut kadıyı oraya götürmek lazımdı. (y.n.)]
“Benim aklım bu hesaplara yetmez. Param biterse alacak yeri bilirim. Halkın malını helale sayıp da bol bol yiyenler, bizim gibi garip yiğide ‘pencik’ vermezler mi? Benim göreceğim bu! Sana gelince Allah yardımcın olsun. Ölüde yaş, kadı evinde aş! Verdiğin parayı güç alırsın. Şimdiden acısına alışsan fena olmaz.”
Artık aşağıyı yukarıyı dile dolamışlardı. İhtiyar adam, devletin o sıradaki vaziyetini inceden inceye incelemişe benziyordu. Çevrilen entrikaları, dönen dolapları, saray rezaletlerini, vezirlerin edepsizliklerini birer birer anlatıyordu.
“Zaman değişti evlat.” diyordu. “Mertlik para etmez oldu. Vezirlik, rezillik hâlini aldı. Evvelleri sekiz on kale alıp kâfiristana ün salmayan bir adam, kubbealtına değil, saray kapısına bile yanaşamazdı. Bir kere de yanaştı mı onu oradan ecel çıkarırdı. Şimdi paşalık tam maskaralık! Otuz kırk sene evvel hünkârın oğlunu sünnet eden herif, çocuğun gulfesini babasına gösterince vezir olmuştu. Biz o vakit gençtik, Sünnetçi Mehmet’in birdenbire ‘Cerrah Mehmet Paşa’ olduğunu işitince, az kaldı kazan kaldıracaktık. Çorbacılar güç bela hızımızı aldılar, bizi yatıştırdılar. Fakat yine o hünkâr, birkaç yıl sonra, bir işret meclisinde kendinden geçince soytarısını yeniçeri ağası; bir Çingene defçiyi de kaptan paşa yapıverdi. Bu sefer çorbacılar ayaklandılar ve bizi de silahlandırıp ağa kapısına dizdiler. Öbür tarafta gaziler de pürsilah Kasımpaşa’da toplandılar. Soytarıyı biz, defçiyi de azepler parçalayacaktık. Bereket versin, soytarıyla defçi hünkârdan daha akıllı çıktılar. Sabahleyin fermanlarını ellerine alarak hünkârın yanına gittiler. ‘Aman efendim, biz bu işlerin ehli değiliz. Senin yanında defimizi çalıp zilli maşalarımızı sallamak bize bu makamlardan daha şereflidir. Sen bilirsin…’ dediler, o da bizim isyanımızdan ürkerek akşamki tükürdüğünü yaladı.
Bunlar ufak tefek işlerdir, otuz kırk sene evveline aittir. Şimdi neler oluyor bilsen? Devlet dört buçuk harem ağası elindedir. Şu Hotin Seferi’ni görüyorsun ya. Manasız bir muharebe! Kızlar ağasının emriyle açıldı. Ne ocaklı memnun ne sipahi! Çünkü top döktüler, güllesi yok! Erzak topladılar, deve yok! Körü körüne yola çıktılar. İşte, haberler geliyor. Yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Her gün bozgun!”
Kör Mahmut Hotin Seferi’yle alakalıydı, dayanamayarak sordu:
“Kızlar ağası kim oluyor ki sefer açıyor? Bu bir yalan söze benzer.”
“Eski bir yeniçeri yalan söylemez oğlum. Ben işi, içinde olanlardan dinledim. Bak sana da anlatayım: Bir Debbağ Mehmet Paşa var. Bu adam gençliğinde sokakta dolaşır, it tersi toplar, debbağlara satardı. Sonra kendisi de debbağlığa başladı. Sarayın koyun postlarını debbağlamış, bir ahu derisine cila mı vermiş, ne yapmışsa yapmış debbağlıktan paşalığa çıktı. İşe bak ki bugüne bugün serhatlerin durumunu ondan iyi bilen vezir yok! Herif debbağ ama gezdiği makamlarda gözünü kapamamış, epeyce şeyler öğrenmiş. İşte Leh kralından haraç gelmiyor diye kızlar ağası sefer açmayı kurunca sadrazam olacak herif, bu Debbağ Mehmet Paşa’yı saraya getirtti. Kızlar ağasıyla görüştürdü. Ağa, Debbağ Paşa’ya soruyor:
‘Leh kralı bizim efendimize karşı gelir mi ve kadir midir?’
‘Bize, gelir diye tedarik görmek düşer. Gelmezse devletli efendimiz gider.’
Kızlar ağası bu hak söze kızıyor, köpürüyor:
‘Leh kralı ne köpektir ki…’ diyor. ‘Âli Osman askerine karşı dura. Anın dükelü askeri olsa gerek. Biz seni ehli vukuf anlardık. Dünyadan haberin yokmuş!’
Sonra sadrazama çıkışıyor:
‘Böyle gözü büyük bunakların tedbirinden ne hayır olur! Sen tedariği gör, sefere gideceğiz!’
İşte oğlum, bu sefer, o kokmuş marsığın işidir. Fakat bunun sonu iyi çıkmaz. Görülen manalı manalı rüyaların haddi hesabı yok. Eline eteğine temiz bir adam, bir kuyruklu yıldız doğduğunu görmüş. Yıldız doğar doğmaz gök kapısı da kuyu ağzı gibi açılmış! Nurdan gömleklere bürülü iki ceset ‘Pat!’ diye yeryüzüne fırlamış!
Ocak kodamanlarından biri de düşünde, gün doğusu tarafında iki ay birden doğduğunu görüyor. Aylar doğunca bütün dünyayı nur kaplıyor. Biraz sonra bu aylar, birer elma gibi yere düşüyor, ortalık simsiyah kesiliyor!
Rüyanın en mühimini Oğlanlar Tekkesi’ndeki şeyh efendi görmüş: Marmara Denizi sütlimanken ansızın ikiye ayrılıyor, bir ejderha çıkıyor, başı Çatladıkapı’da, kuyruğu Samanlı yakasında! Güya İstanbul halkını yutacak; deryadan biri ağzını açmış geliyor.
İstanbul’un içi de kertenkelelerle dolu. Bunlar da çekirge gibi oradan oraya sıçrıyor.[58 - Konuşma ve rüyalar aynen tarihten alınmıştır. (y.n.)]
Bu rüyaları hayra alamet mi sanırsın? Nasip olur da bir gün yine karşılaşırsak ‘Baba Doğan! Hakkın varmış!’ dersin!”
Kör Mahmut, tekke dervişlerinin nasıl rüya uydurduklarını bilirdi. Bazen iki üç derviş birleşerek ayrıntılı bir rüya planı çizerlerdi. Bu yalana göre evvela birisi rüyayı görmeye başlar, üç gün sonra diğeri onu daha süslüce görür, nihayet üçüncüsü rüyanın son şeklini ortaya kordu. Bu hilekârlıklara yakından vâkıf olduğu için manalı rüyalara inanmazdı. Şimdi ihtiyar yeniçerinin saflığıyla eğleniyor, “Bu adamlar…” diyordu. “Rüyalarını hep yalnız mı görmüşler? Bizim tekkede dervişler ortaklaşa düş görüyorlardı!”
Baba Doğan, delikanlının bu alaylarını toyluğuna vererek kızmıyordu. Yalnız kendi kanaatlerini Kör Mahmut’a aşılamak ister gibi, çıkarımlarında ısrar edip duruyordu.
Bu hikâyelerle kendilerini avutarak hayli yol almışlardı. Bir aralık Kör Mahmut, ihtiyarın yorgunluk gösterir gibi olduğunu hissetti.
“Babalık…” dedi. “Biraz sen bin. Benim de ayağım yol görsün.”
“Yoo!.. Yolsuzluk olur. Üç saatte bir çeyrek mola yeter. Daha Baba Doğan ölmedi. Hem delikanlı bilir misin? Ata binen yeniçeri, avrat çarşafına bürünen erkeğe döner, nasıl ki yaya bir sipahi değneksiz köre benzer.”
Mehtap altında yere çömelmişler, tatlı tatlı konuşarak dinleniyorlardı. Uzaktan bir gölgenin kendilerine doğru geldiğini gördüler. Ovanın ortasında, sanki bir çalı parçası gizli bir rüzgâr eliyle yerinden kopmuş, tekerlene tekerlene geliyordu. Biraz sonra bu şekil bir insan şekline dönüştü ve iki yüz metre mesafeden “Medet ağalar, medet!” diye bağırıyordu.
Baba Doğan “Bu yakınlarda…” dedi. “Haramiler… Gelen adam soyulmuşa benzer.”
Gerçekten sade donla ortaya çıkıveren bir adam, bir haydut çetesinden bahse başlamıştı. Zavallının yüzü gözü kan ve bere içinde idi. Yarım kefenle yeryüzüne fırlamış yaralı bir ölüye benziyordu. Geçirdiği tehlike, diline bir pelteklik, gözüne bir bulanıklık getirmişti. Kesik kesik soluyordu:
“Aman ağalar, aman ağalar! Bittim, ben bittim. Kemiklerim yerinde değil. Dört katır yükü malımı da götürdüler. Ne olursa sizden olur; bana bir yol gösterin.”
Kör Mahmut herifin hâline bakıp gülüyordu. “Amma da erkekmişsin ha!..” diyordu. “Tumanını da isteseler verecekmişsin. Kaç kişiydi bunlar, birkaç yüz kişi var mı?”
“Yedi kişi ağam, yedi kişi. Hepsi de silahlı. Onlar şimdi Yılanlı Mağara’ya girmişlerdir. Önlerine düşmüşüm gibi biliyorum. Gücüm yetse…”
“Gücün yetse ne yapardın?”
“Malımı geri alırdım.”
Bu, her seferde ordu peşine takılan bakkal takımından bir biçareydi. Bir iki ay içinde kazandığı parayla ganimet malından öteberi almıştı.
Ordunun geri dönüşünden evvel İstanbul’a dönüp “son gaza mahsulü” diye satmayı kurmuştu. Şimdi sermayeyi kaptırmıştı.
Kör Mahmut, şu ayaktakımı hayırsızların bir mağarada korunduklarını öğrenince şevke gelmişti.
“Haydi, düş önüme!” demişti. “Dediğin yere gidelim, kısmetinizde varsa malını geri alırsın, olmazsa bizim post da elden gider.”
İhtiyar Doğan, takdirkâr bir sitemle, hemen müdahale etti:
“Delikanlı! Çocukluk lazım değil. Yılanlı Mağara’yı ben de bilirim. Bu diyarın haydudu, haramisi orada yataklanır. Kır serdarı[59 - Kır serdarı: Kırlarda eşkıyanın ardına düşüp yolların güvenliğini sağlamakla görevlilerin başı. (e.n.)] değilsin ya. El oğlunun hıncını almak sana mı düştü?”
“Öyle değil babalık. Yedi kişi bir adama çullanmak ayıptır. Haramilik yapan biraz da erlik bilmeli. Şu yollardan erkeğin de geçtiğini odişi yapılı heriflere göstermeliyim. Zaten canım didişmek istiyor. Bundan âlâ fırsat olmaz. Sen beni bekle. Dönersem ne âlâ, yolumuza gideriz. Kör Mahmut’un pireyi görmeden yorgan yaktığını ara sıra hatırlarsın.”
“Biçimsiz bir iş ya, haydi ben de geleyim. Dizgemin izleri kaşındı, belki geçer.”[60 - Yeniçerilerin giydikleri bir nevi dizliktir ki, diz kapaklarında iz bırakacak kadar sıkıdır. Bu, dizge yerinden teşhis olunurdu. (y.n.)]
İhtiyar Doğan’la Kör Mahmut, çıplak herifi de alarak yürüyorlardı. Yine Mahmut atta, Baba Doğan piyadeydi. Soyulan adam, şuursuzca onların peşine takılmıştı. Ancak sabaha karşı Yılanlı Mağara civarına yaklaşmışlardı. Yaş Ovası’nı yandan çevreleyen dağlar silsilesinin bir eteğinde, yüksek ve korkunç bir taş kümesi, bu meşhur mağarayı saklıyordu.
Mağara civarına gelir gelmez Kör Mahmut, bir nara çekip o kuş konmaz taşlara at sürecekti. O derece heyecanlıydı. Fakat ihtiyar Doğan itiraz kabul etmez bir tavırla, delikanlıyı ihtiyata davet etti:
“Bana bak oğlum! Mertliğin de derecesi var. Taşlara at sürmeden bir şey çıkmaz. Bir kurşunla yedi ceddine kavuşursun. Atı şu herife ver, açıkta dursun. Sen şurada pusuya yat, yalnız okluğunu al. Ben silah milah istemem, yapacağımı bilirim.”
Müteakiben, taşlar arasında bulabildiği çalı çırpıyı yuvasına yem götüren bir karınca sessizliğiyle, mağara girişine taşımaya başladı. Derin, hayli derin olan mağaranın girişi nihayet müsaitti. Yedi haydut her türlü takip endişesinden azade oldukları için ağır bir uykuya dalmışlardı. Baba Doğan, alışkın bir elle girişe yığdığı çalı çırpıya artık ateş vermişti. Yoğun bir duman, yavaş yavaş mağaranın içine yayılmaya başlamıştı.
Kör Mahmut, ihtiyar yeniçerinin kendisini pusuya yatırmasına kızmıştı. Fakat onun mağarayı dumanladığını görünce işi anlamıştı. Yılanı kovuğundan, ayıyı ininden çıkarmak için kullanılan bu usul, tam yerinde tatbik olunuyordu. Şimdi Baba Doğan da gelmiş, Kör Mahmut’un yanına yerleşmişti. Büyücek bir kaya parçası kendilerini saklıyor, mağara girişini güzel bir nişangâh hâlinde karşılarında açık bulunduruyordu.
“İhtiyarın yardımı bu kadar olur. Şimdi himmet senin. Deliğinden çıkanı mıhla!” diyordu.
Çok geçmeden, mağaranın ağzından telaşlı bir baş görünmüştü. Bu, ateşleri çiğneyerek dışarıya atılmıştı. Fakat temiz bir hava alıp da sersemliğini gidermeden Kör Mahmut, oyun oynar gibi, çıkanların her birini “Şu ağzına!”, “Bu alnına!” diye tekerliyordu.
Mağarada kalan dört haydut, mühim bir kuvvetin kendilerini sıkıştırdığına ve kıstırdığına hükmettiklerinden teslim olmaya karar vermişlerdi. Bir tüfek namlusunun ucuna beyaz bir mendil sararak girişten dışarı uzatmışlardı. Baba Doğan “Herifler vireye[61 - Vire; bir kalenin, bir müfrezenin, bir çetenin, mücadeleden vazgeçerek teslim olmasına denir. (y.n.)] düştüler. Sen yerinde dur, ben onları toparlayayım.”
Doğruca girişin önüne giderek bağırmıştı:
“Birer birer çıkın! Ben emir vermedikçe çıkmak yok! Gelsin bir.”
Çıkan haydudu, kendi sarığıyla hemen bağlamıştı.
“Gelsin iki!”
Bir çarık içinde dört haydut elleri bağlı kayalardan aşağı indirilmişti. Herifler bütün bu işlerin bir ihtiyarla bir kör delikanlı tarafından yapıldığını görünce müthiş bir küfür savurdular. Ne çare ki iş işten geçmişti.
Kör Mahmut, Baba Doğan’a soruyordu:
“Bunlara ne ceza verelim. Hüküm senindir. Dilersen arkadaşlarına kavuşturalım. Dilersen kulaklarını filan kesip bırakıverelim.”
“Eman verdik, bozamayız. Peşimize takıp Kalas’a kadar götürelim. Orada kale dizdarına teslim ederiz.”
“Bir iki çırpıştırmak da mı yok?”
“Hayır! Ne sille ne tekme. Er olan, leşe yumruk sallamaz. Eli bağlı bir adamın laşeden ne farkı var?”
Kör Mahmut, Baba Doğan’ın fikrini isabetli görmüştü. Zaten yapılan işin şerefi yeniçeriye aitti. Herifleri dumana boğup sersem tavuk gibi kümesten dışarıya çıkartan o idi. Eğer bu tedbire tevessül edilmese Kör Mahmut doğruca mağaraya dalacaktı. Artık diri çıkar mıydı orası meçhuldü.
“Peki babalık, şimdi şu çıplak herifi giydirelim.”
Soyulan adam, her biri bir kır aslanı gibi kendisini yıldıran o heybetli çeteyi öyle tarumar görünce alıklaşmıştı. Gözüne inanamıyordu. Kör Mahmut “Öküzlük…” dedi. “Galiba ayağa kalktı. Öp Baba Doğan’ın elini. İşte aslanlar, tilkilere kuyruk titretmeyi bilirler. Yazık ki sen kedi doğmuşsun. Neyse, yediğin sopayla çektiğin korkuyu işte biz ödüyoruz. Mağarada ne bulursan senindir. Katırlarını da ara bul.”
***
Baba Doğan’la Kör Mahmut’un Tuna boyuna kadar yolcukları vukuatsız geçti. Emekli asker ne Kalas’ta ne İbrail’de bir para tahsil edemedi. Oralarda beyhude yere günlerce oturmuşlardı. Kimse borcunu kabul ve ikrar etmiyordu. Voyvodanın kendilerine Doğan namına para vermediğini söylüyorlardı.
İhtiyar yeniçeri, gerçi aldırış etmiyor görünüyorsa da fena hâlde üzülüyordu. Şimdi Yerköy’e gidip kadıya dert yanacaktı.
Kör Mahmut, Baba Doğan’dan çok hoşlanmıştı. Onun öyle tekerlemeleri, öyle hikâyeleri, geçmişe ait öyle bildikleri vardı ki dünyanın bir ucuna gidilse insanın sıkılmak imkânı yoktu. Beş yaşından altmış beş yaşına kadar ocakta bulunmuştu. Devşirmelikten ancak kademeli neferliğe yükselme hakkı bahşeden bu altmış beş sene, şu uzun zaman, Baba Doğan için çok faydalı geçmişti. Türk toprağını karış karış biliyordu ve o toprağın her parçası bir hatıraya malikti.
Kör Mahmut, bu büyük bilgi önünde kendinin ne kadar boş bir kafaya sahip olduğunu anlayarak yavaş yavaş küçülmüştü. Baba Doğan, ayaklı kütüphane gibi bir şeydi. Bazen kendisi de kafasında kaynaşan hatıraların bolluğunu düşünür, tuhaf bir övünmeye düşerdi.
“Çok gördük çok! Yetmiş iki milletin suyu, huyu Anadolu türlüsü gibi başımın içinde kaynaşıyor. Ben bütün bu milletleri elimde silah ve ellerinde silah, kendi memleketlerinde gördüm, tarttım ve tanıdım. Fakat sonu? İşte bak, diyar diyar rızık arıyorum.”
Yollarda hayli oyalanmışlardı. Mevsim kışa doğru meyletmişti. Artık acele etmek lazımdı. Tuna kıyısını takip ederek Yerköy’e gelmişlerdi. Ayaklarının tozuyla kadıyı görüp dertlerini anlatmışlardı. Fakat Kör Mahmut’un tahmini gibi, cevabı olumsuz almışlardı. Artık müteveffa voyvodanın verdiği defteri rafa asmaktan başka bir çare kalmamıştı.
Baba Doğan, faizciliğin şer doğurduğunu iyiden iyiye anlamıştı. Ne kadar ince hileler bulunup da kitaba uydurulsa bu işin sonu yine berbat çıkıyordu. Elleri boş İstanbul’a döndükten sonra, el eliyle para işletmeye tövbe etmek, biraz geç kalmış bir uyanış olacaktı. Fakat zararın neresinden dönülürse yine kârdı.
Baba Doğan bu azimle, Kör Mahmut da İstanbul’a geçmek şevkiyle bir gün seher vakti, sal üstünde, Tuna’yı geçmeye başlamışlardı. Tuna, yürüyen bir deniz gibi engin ve coşkun akıyordu. Büyücek bir salon genişliğindeki sal, at ve insanla karmakarışık dolmuştu. Yanlış bir manevra, gizli bir kaya, ani bir dalgalanma bu sal yolcularını Karadeniz’e ve hatta kara dünyaya kadar götürebilirdi. Baba Doğan, dalgın dalgın Tuna’ya bakan gözlerini birden kaldırarak “Mahmut!” demişti. “Bizim buradan bir geçişimiz var. Şimdi hatırıma geldi de tüylerim diken diken oldu. Bilmem Voyvoda Mihal’i işittin mi? Tam yirmi yedi yıl oluyor. O Allah’ın belası da isyan bayrağını kaldırmıştı. Eflak beyi olduğu için Bükreş’te oturuyordu. Benim gibi faiz peşinde gezen, nasılsa Bükreş’te yerleşip kalan ne kadar Türk varsa defterini yaptırmış, bir gün bütün bu dertlileri toplatarak ateşe attırmıştı. Arkasından bu Yerköy’ü basarak dört bin Türk’ü de burada yakmıştı. Öldükten sonra bir de yanmak! Düşün, ne fena şey… Mihal’in muharebede bahtı yaverdi. Üstüne gönderilen serdarı da bozguna uğratmıştı. Korkak vezir, Niğbolu’da bozulup kaçarken kavuğunu, şalvarını, kürkünü filan da çadırda bırakmıştı. Mihal bu eşyayı ele geçirince büyük bir şenlik yaptı. Bir karıya serdarın elbisesini, kavuğunu giydirdi. Sokak sokak gezdirerek, “İşte serdar! Görünüz!” diye eğlendi, halkı da eğlendirdi. Nihayet onu ezmek için bizi gönderdiler. Bükreş’i, Tirgovişte’yi beş on gün içinde yakıp yıkmıştık. Eflak içinde dikili ağaç bırakmamıştık. Mihal’i de Erdel ormanlarına kadar kovalamıştık. Bilmem nasıl oldu? Durduğumuz yerden geri dönmeye başladık.
İşte bu Yerköy’e kadar muharebesiz, yüz geri ettik. Burada köprü kurarak geçiyorduk. Ordunun yarısı geçmiş, yarısı kalmıştı. Ağırlıkların hemen hepsi Yerköy’deydi. Ansızın Mihal’in ortaya çıktığını gördük. Herif, topla ovada kalan askeri dağıtıyor, köprüyü ateş altına alıyordu. Nihayet köprü yıkıldı, yüzlerce adam nehre döküldü. Hele Yerköy’deki askerden bir can bile kurtulamadı. Ben de suya dökülüp de yüze yüze beriye geçebilenler içindeydim.
Muharebelerde böyle şeyler olagelir, deme; o gün çok sayılı bir gündür. Çünkü o günden sonra, bizde akıncı kalmadı. Onların kökünü işte o melun kesti. Akıncılar bizim ordunun kolu, kanadı idi. Onlar kesilince bizde de can kalmadı.”
Kör Mahmut, bu ayrıntılı bilgiden yalnız bir şey anlamıştı: Akıncıların Yerköy’de köklerinin kesilmesi! Bu gezide kahramanlara ait dinlediği menkıbeleri şimdi yeni baştan hatırlamıştı. Ne sipahi ne yeniçeri ne serdar ne hünkâr… Hiçbir ferdin ayak basamadığı yerlere bu akıncıların girdiğini söylüyorlardı. Onlar Nemse ülkesini aşarak Alman diyarına kadar girmişlerdi, hatta bir aralık rimpapanın oturduğu yere bile yaklaşmışlardı.
Kör Mahmut, Tuna kıyılarından Ratisbon, Nuremberg önlerine kadar Bavyera’yı da talan eden akıncıların coğrafi cevelan noktalarını bilmiyordu. Yalnız onların izlerine, hünkâr tuğlarının bile erişemediğini işittiğinden akıncı namına büyük bir hürmet besliyordu. Son akıncının can verdiği noktadan geçmek, onu büyük bir gama düşürmüştü.
Kör Mahmut, son bir selam, son bir dua, belki kelimesiz bir mersiye gibi son akıncıların şu sessiz mezarına birkaç damla yaş dökmek istiyordu. Fakat bu yaşlar, kalbinden damla damla kopup birer kıvılcım gibi yine ciğerine damlamıştı.
Artık sahile geçmişlerdi. Niğbolu’ya gitmek istiyorlardı. Oradaki subaşıyla Baba Doğan, orta yoldaşıydı. Buralardan geçtikçe, yol sapa olsun, doğru düşsün, mutlaka bu arkadaşını ziyaret ederdi. İki arkadaşın birleşmesi; sönmüş, soğumuş gençliklerinin canlanması gibi bir şey olurdu. Her iki arkadaş birbirinin varlıklarında kendi gençliklerini görürlerdi. Harpler, kavgalar, aşklar, sefalı ve cefalı bir sürü hatıralar ki onların yâdı, yakalarına el atmış gibi görünen ölüm tehlikesini bir an için uzaklaştırırdı.
Niğbolu’daki subaşı, Baba Doğan’ı gördüğüne her zamanki gibi memnun oldu. Kör Mahmut’un hüviyetini ve ne maksatla dolaştığını öğrenince büsbütün neşelendi. Hatta onların yorgunluğunu falan düşünmeden “Diz çök ekmeğe delikanlı.” dedi. “Sana erlik düsturunu ben vereyim: Destursuz meydana atılan çarpılır! Bundan sonra pala sallarken pirim diye koca Boğaç’ı anarsın.[62 - Boğaç, boğa boğan manasındadır. Türk’ün kadim tarihinde bu isim, çok meşhur bir şahsiyet temsil eder. (y.n.)] İşte benim düsturum: Korkma, korkut! Kaçma, kaçırt! Ölme, öldür! Dünya öküzün boynunda durur derler a. İnanma, dünyanın temeli işte, benim verdiğim düsturdur! Şimdi bir de imtihan gerek. Gücüne gitmesin sakın; senden şüphem yok, fakat âdet yerini bulsun diye şöyle haddeden geçireceğiz. Şurada bir manastır var. İçinde kargalar oturuyor, ama şahin yuvası gibi bir şey. Orada bir acuze var ki beni kızdırıp duruyor: Otuz sene evvelki bozgunda serdarın selimiyesiyle seraser[63 - Seraser: Altın veya gümüş telle dokunmuş bir çeşit kıymetli kumaş. (e.n.)] kaplı kürkünü giyip Niğbolu’da dolaşan kadın! Yahya’nın bacağı, Zekeriya’nın ayağı gibi o kavukla kürkü manastırda saklıyorlar.
Kadın da her yıl dönümü onları çıkarıp istek edenlere ziyaret ettiriyor. Sen, manastıra çıkacak, o eşyayı alıp geleceksin. Kimsenin burnu kanamayacak! Bu işte kafan, kellen, kolun birlikte işleyecek. Haydi bismillah, yallah!..”
Bu iş, Kör Mahmut’a çocuk oyunu gibi gelmişti. Tekkede henüz çocukken, cesaret tecrübesi için, böyle oyunlara girişmişti. Cadılı, hortlaklı filan olduğu söylenen mezarlıklara gündüz konulan herhangi bir maddeyi, gece yarısı gider, bulur, alır, getirirdi. Şu manastıra girmek de işte onun gibi bir şeydi. Lakin iki yeniçeri eskisinin yiğitlikle alakadar gördükleri bir işi mühimsemezlik edemezdi.
Koca Boğaç’tan lazım gelen izahatı aldı. Ertesi gün atına binerek manastır önünde uzun bir cevelan yaptı. Dik bir bayır üstüne yapıştırılmış taş bir kutuya benzeyen bu bina, kolaylıkla girilebilecek yerlerden değildi. Fakat bu zorluk, kendisine uyuşukluk yerine şevk veriyordu. Uzun uzun düşündükten sonra planını kurdu. Hemen o gece beline, ayyarların[64 - Ayyar, casus demektir. Şu kadar ki ayyarlar, ordugâhlara girer, propaganda yapar, fırsat bulurlarsa panik vukuya getirebilecek derecede mühim suikastlar tertip ederlerdi. Eski masalların mihverini hemen hemen bu ayyarlar teşkil etmektedir ki onların vaktiyle ne mühim bir unsur olarak telakki olunduğunu gösterir. (y.n.)] kullandığı türden bir ip merdiven bağlayarak manastır yolunu tuttu.
Bayırı çıkmak, dibine gelmek uzun sürmemişti. İş, kimseye sezdirmeden içeriye girmekteydi. Kör Mahmut, binanın dört tarafını tekrar tekrar gezerek bir giriş, münasip bir nokta aradı. Her taraf beş altı metre yüksekliğinde kesme taştan ibaretti.
Yalnız çan kulesi, bir bekçi kafası gibi duvarların üstünden yükselmişti. Kör Mahmut kalenin bu görünen kısmından istifadeyi düşünerek belindeki merdiveni oraya asmaya çalıştı. Hayli zahmetten sonra, merdiven kalenin kenarına takıldı. Bu nokta, bir kere temin olununca kaleye çıkmak, oradan manastırın avlusuna inmek beş dakikalık işti.
Kör Mahmut’u avluda bir sürü köpek karşıladı. Tekmeyi yiyen köpek, hazin bir harhara çıkararak tekerleniyor, fakat diğerleri daha şiddetli bir gürültü ile saldırılarına devam ediyordu. Bu velvele, manastırın sakinlerini uyandırmıştı. İç yanındaki kulübeden bir bekçi, müteakiben bir sürü adam avluya çıkmışlardı. Ellerinde şamdan, bellerinde ip, yarı sarhoş, yarı ayık Kör Mahmut’la karşılaşan bu adamların toplamı, iki düzineye yakındı. Vaziyeti bir türlü kavrayamadıkları anlaşılıyordu. Çan kulesi mi harekete gelmiş, avluda yürüyordu? Yoksa gökten bir ağaç mı düşmüştü? Alık alık bakınıyorlardı. Yalnız bekçi, alışkanlığa mağlup olarak, faaliyetlerini şiddetlendirmek için köpeklere bir şeyler söylüyordu.
Kör Mahmut hücumda gecikmedi. İlk eline geçen adamı belinden yakalayarak kaldırdı ve budaklı bir sopa sallar gibi, onunla önüne geleni hırpalamaya başladı. Şamdanlar sönmüş, köpekler susmuş, bütün o yarım yürekli insanlar, birbirini iterek içeriye girmeye acele göstermişti. Soluğu ayin mahallinde alan her şahıs, diz çöküp dua okumaya başlıyordu. Kör Mahmut, bu korkak güruhun aldığı miskin vaziyeti görünce elindeki canlı sopayı da yere bıraktı ve arkadaşları gibi ibadete başlamasını emretti.
Bu gülünç ve kolay galibiyetten sonra, Kör Mahmut, manastırı dolaşacaktı. Girintisi, çıkıntısı hayli bol olan binanın zerresinden araştırmalara başlamak lazım geleceğini düşünürken, ayin mahalline nazır merdiven başında bir mum parladığını gördü. İhtiyar bir kadın, elinde şamdan, korku ve hayretle, aşağıdaki manzaraya bakıyordu.
Kör Mahmut’un aradığı artık karşısındaydı. Hemen merdivene koştu, basamakları üçer üçer atlamak suretiyle yukarıya çıkmaya başladı. Kadın, manastır sakinlerine vakitsiz gece ayini yaptıran bu dev cüsse mahlukun kendine doğru yöneldiğini görünce önce afalladı, sonra kaçmaya başladı. Fakat odasına girip kapıyı kapayıncaya kadar Kör Mahmut da yetişmişti. Kadın, manastırdaki çeşit çeşit günahları cezalandırmaya memur, semavi bir ifrite benzeyen bu meçhul heyula önünde diz çöktü. Oraya istisnaen getirilerek kapatıldığını, kendisinin namuslu olduğunu, aşağıdaki günahkâranın günahlarıyla alakası olmadığını ağlaya ağlaya anlatmaya başladı.
Kör Mahmut kadınla meşgul olmayarak hücreyi gözden geçiriyordu. Köşe rafının üstünde itina ile örtülü bir çekmece gözüne ilişti. Aradığı eşyanın orada bulunduğunu iyice anlayarak derhâl çekmeceyi ittirdi. Bir kuvvetli tekme, kapağın açılmasına kâfi gelmişti: Sırmalı sarıkla selimi kavuk, seraser kaplı kürk gerçekten oradaydı.
Kör Mahmut, manastırın kutsal emaneti arasına sokulan bu iki parça eşyayı omuzlayarak hemen odadan çıktı. Merdiveni inince bina sakinlerini, bıraktığı vaziyette buldu.
Herifler harıl harıl ibadet ediyordu.
Yine geldiği gibi döneceği sırada hatırına bir muziplik geldi. Kaleye çıkarak çanı yerinden kaldırdı ve o ağır nesneyi bir top gibi bayıra doğru fırlatıp attı. Sonra aşağı inerek bekçi odasına girdi. Oradaki anahtar destesini alarak önce manastırın iç kapısını, sonra dış girişini kilitledi, artık bina sakinleri, bu gece esrarını kolay kolay dışarıya anlatamazlardı.
Koca Boğaç, mağlup serdarın yıllardan beri yabancıların gözlerine arz olunagelen eşyasını görünce “Aferin Mahmut!” dedi. “Berhudar ol. Yoluna diken gelmeyecek. Adın her bucakta anılacak.”
Ve sonra ilave etti:
“Bu eşyanın sahibi hâlâ dördüncü vezir olan devletlidir. Benden selam götürür, bunları kendine verirsin. Bakalım ne der?”
***
Artık İstanbul’a doğrulmuşlardı. Kış da ilk soğuk buselerini göndermeye başlamıştı. Sailer,[65 - Sai: Devletçe posta idaresinin kurulmasından evvel mektup ve emanet götürüp getiren kimseler. (e.n.)] Hotin önündeki ordunun dönüşe başladığını haber vererek gelip geçiyorlardı. Kör Mahmut’la Baba Doğan, Balkanlar’ı güle eğlene aşmışlardı. Edirne’ye bir günlük yol kalmıştı.
Öteden beriden tatlı tatlı konuşarak giderlerken, bir derbent ağzında ansızın karşılarına bir süvari dikildi. Yolkesen bir vaziyet aldığı için, Kör Mahmut hemen kılıcına el attı. Pek genç görünen meçhul süvari “Yiğidim!” dedi. “Her tene kılıç işlemez. Onu kınına koy, burası bizim yurdumuzdur. Yaz kış, bu boğazın rüzgârına göğüs veriyoruz. Her geçen bize baç vermeli ki zahmetimiz ödensin. Senden de şu atı, süslü kılıcını isteriz. Gönül hoşluğuyla bunları bırak, arkadaşın gibi yaya yoluna git.”
Bu konuşmasını tuhaf bir ıslıkla bitirmişti. Süvarinin ağzından o garip ses çıkar çıkmaz derbendin gizli bir noktasından dört süvari daha peyda oluverdi. Baba Doğan iki elini kalçalarına koyarak düşünüyordu. Kör Mahmut kıpkırmızı kesilerek kılıcını çekmişti:
“Bire beş mi? Çok az. Daha yok mu yardakçınız? Çağırın onları da gelsin. Koca Boğaç yahu!”
Bu nispetsiz kuvvetler arasındaki mücadele, az geçmeden kanlı bir renk aldı. Derbentten çıkanlar, hareketli ve kuvvetli adamlardı, Baba Doğan’a aldırış etmeyerek Kör Mahmut’u dört taraftan sarmışlardı. Mağrur delikanlı, keskin kılıçlardan müteşekkil tehlikeli bir çember içine girmişti. Kendisini müdafaada gerçi mertçe bir iktidar gösteriyordu. Lakin heriflerin saldırısını kırmak imkânı görünmüyordu. Bir an, elindeki atın çevikliğinden istifade ederek düşmanlardan birinin üzerine atılmıştı. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir sürede gönderdiği bir darbe herifin kılıç tutan kolunu kesip atmıştı. İşte bu muvaffakiyet, vaziyetin ani bir değişime uğraması sonucunu verdi. Çünkü kolunu ve kılıcını kaybeden süvari, attan yıkılırken, Baba Doğan seri bir hamleyle kılıcı almış ve ikinci bir süvarinin atını göğsünden yaralayarak yıkılmak zorunda bırakmıştı. Yaralı at, yıkılırken süvarisini altına düşürmüştü. Ayağı kayan üzengilere bağlı kalan süvari, yaralı hayvanın ağırlığı altında yarı ölü bir hâle gelmişti.
Baba Doğan’ın bu müdahalesi üzerine saldırganlar ona da saldırmak mecburiyetinde kalmışlardı. İlk hücumu gösteren süvari, yine mahir bir darbe ile hayvanın ön ayaklarının doğrandığını gördü; ikinci bir darbe, yaya kalan bu süvariyi yokluk diyarına göndermişti. Kolu kesilen herif, hesaptan hariç kaldığı için, şimdi kuvvetlerde nispet hasıl olmuştu. İki saldırgan, iki müdafi! Gerçi müdafilerin biri yaya idi, fakat süvariden daha yamandı. Artık Kör Mahmut’a da meydan açılmıştı. Çetenin reisi görünen genç çehreli süvariyi hedef tutarak atını sürmüştü. Süvari kılıcını kullanmaya zaman bulmadan eyerinden ayrılmış, Kör Mahmut’un kucağına çıkmıştı. Geri kalan tek saldırgan, artık kararı kaçmak yönünde değiştirmişti.
Kör Mahmut kucağındaki tutsağı, bir piliç boğar gibi öldürecekti. Bu azim ile boğazını da sıkmaya başlamıştı. Lakin herif “Er kişiye kadın boğmak düşer mi? Ben avradım!” diye mırıldanmıştı. Kör Mahmut, bu itirafa şaşırıp esirinin boğazını bırakarak atından aşağı fırlatmış, kendisi de inmişti.
Baba Doğan, o aralık yaralı atın altında inleyen şahsı çıkarmış, elini kolunu bağlayarak bir tarafa oturtmuştu. Kolu kesik adam ise kendi hâlinde yarasıyla uğraşıyordu. Baba Doğan, Kör Mahmut’un atından inmesi uzayınca yanına gelerek “Geçmiş olsun.” dedi. “Göze görünmez kaza işte buna derler. Herifin kılıcını bana yollamasaydın sen de hapı yutacaktın. Fakat şu kabadayıyı neye bıraktın?”
“Bilmem, ben avradım, diyor! Elim gevşedi, gitti.”
Baba Doğan, tecrübeli gözleriyle delikanlıyı süzünce, bu sözün doğru olduğuna hükmederek kahkahalarla gülmeye başlamıştı.
“Tevekkeli…” diyordu. “Kolaylıkla haklanmadılar. İşin içine o parmak karışmış! Elbette sonu böyle olur.”
İki arkadaş, üç tutsağı uzun uzun söylettiler. Bunların “Voyvoda İbo” çetesi namı altında senelerden beri bu tarafları haraca kesmiş bir harami güruhu olduğu anlaşıldı. Çete reisi, gerçekten kadın olup asıl ismi Rabia imiş.[66 - “Ol taraflarda haramilerden bir güruha zafer bulup reislerini ahz eyledi. İbrahim voyvoda namına bir ümeraydı. Cibillet ve hâlin tefahhus ettiler. Meğer Rabia nam bir avrat imiş. Kendüye İbrahim ad vermiş ve nice kervanlar söndürmüş bir melune imiş. Kendüyi ele getiren etbaıyla çengele vurub katl eylediler.”–Aynen tarihten-]
Kör Mahmut’la Baba Doğan, bu yol armağanlarını Edirne subaşısına teslim etmişlerdi. Voyvoda İbo’nun şöhreti hayli yaygın olduğundan subaşı, bizim kahramanları Edirne paşasının huzuruna kadar çıkarmak istedi. Fakat onlar, bu şerefi kabulden imtina etmişlerdi. Subaşı, koca bir vezir ile müşerref olmaktan müstağni görünen bu iki yoldaşı, hayran bakışlarıyla süzerek sebep sormuştu. Baba Doğan kısaca “Ben oturak yeniçeriyim. Vezirler ile işim yok!” demişti.
Kör Mahmut ise subaşıyı âdeta azarlar gibi “Paşa bizi görüp ne yapacak?” diyordu. “Düşmandan kale mi aldık ki elimizi öpsün? Beline kılıç takıp dağa çıkan bir avradı tutmak sanki hüner midir? Bu işin sözünün edilmesi bile çirkin!”
Artık, yol boyuna, haramibaşı Rabia’nın o günkü çalımını yâd ede ede gülüşüyorlardı. Kör Mahmut kapamak istedikçe, Baba Doğan onu sinirlendirmek için bahsi tazelerdi. Arada sırada “Bre Mahmut!..” derdi. “Rabia’yı kucağına alıp da yere atışın yok mu? Düldülsüvar Efendimiz’le bir garip pehlivanın hikâyesine benzedi. Bir gün Esedullah Efendimiz, hasmını kavgaya çağırmış. ‘İşte meydan, ya sen ya ben düşeriz. Dava hallolur.’ demiş. Herif meydana çıkar çıkmaz lam cim demeden ilk hamlede yere yıkılmış. Sahib-i Düldül Efendimiz, bu bir yumrukluk hasmının göğsüne oturup kafasını kesecek sırada herif, entarisinin eteklerini kaldırıvermiş. Malum a, o devirlerde don filan da yok. Haydar-ı Kerrar bu biçimsizliği görünce, gözlerini kapayıp mübarek Zülfikâr’ı kınına koymaya mecbur olmuş. ‘Tü, Allah belanı versin!’ diye geri dönmüş. Voyvoda İbo, ‘Avradım.’ der demez sen de apıştın kaldın, değil mi?”
Ancak İstanbul’a vardıkları gün, bu alaylara nihayet vermişlerdi. Edirnekapısı’ndan, uzun yolculuklarının son menziline girerken sarılıp öpüşmüşlerdi. Baba Doğan, yeniçeri kışlasındaki oturaklar odabaşısından sorulup bulunacaktı. Kör Mahmut da meşhur Kurşunlu Han’da kalacaktı.
Aynı gün, Hotin’den dönen ordunun ilk müfrezeleri de İstanbul’a girmişti.
***
İstanbul bir kar yığını hâlini almıştı. Günlerden beri fasılasız yağan kar, bu koca şehri büyük ve acayip manzaralı bir çığ hâline sokmuştu. Bir sene evvel, Üsküdar’dan Sarayburnu’na, Galata’dan İstanbul’a yaya gelmişlerdi. Bir okka ekmek beş akçeye kadar fırlayarak fukaraların dengesini tarumar etmişti. Hele bir okka etin on beş akçeye çıkması, orta hâllileri bile düşündürmüştü. Hayat pahalılığı bu sene de yüz gösterirse İstanbulluların işi berbattı. Herkes bu endişe ile meşguldü. Başta müneccimbaşı olduğu hâlde bütün zayiçeciler, remmaller, duagular, cinciler, tabiatın afetlerini devrin büyüklerinin yolsuzluklarına atfediyorlardı. Türlü türlü rivayetler, hikâyeler ağızdan ağıza yayılıp duruyordu.
Kör Mahmut sipahi yiğitleri içinde on beş gün kadar vakit geçirir geçirmez İstanbul’da yaman hadiseler gerçekleşeceğini anlamıştı.
Fakat onun yaradılışında sinsi sinsi işler tertibine garip bir aleyhtarlık vardı. Şu için için kaynayan kazandan uzak kalmak istiyordu. “İstanbul’dan gelecek nimetin Allah belasını versin!” diyordu.
Sipahiler arasında Tanrıbilmez’i ve arkadaşlarını aramıştı. Onları, on seneden beri görmemişti. İhtiyar bir sipahi, bütün o yiğitlerin kaçınılmaz ecele kurban gittiklerini söylemişti. Tanrıbilmez boğdurulmuş, Genç Mehmet kesilmiş, Dağlar Delisi denize atılmıştı. Yalnız, Ağaçtan Piri bir harpte yaralanıp ölmüş, Baldırıkısa ortadan kaybolmuştu. Fakat onun da akıbeti öbürlerine kıyasla pekâlâ tahmin olunabilirdi.
Kör Mahmut, çocukluk hatıraları arasında, sadece isimleri bilinen bu adamların akıbetlerinden haberdar olduktan sonra, İstanbul’u terk kararını büsbütün katileştirmişti. Yalnız, Koca Boğaç’ın hatırına hürmet ederek, yanındaki emanetleri dördüncü vezire vermeden yola çıkmayı uygun görmüyordu.
Bugün sabah erkenden, başına bir şemle sararak ve üstüne de bir gocuk giyerek kubbealtına yönelmişti. Bu gocuğun altına bir saldırma sokmuştu. Bu gidiş, gayet safçaydı. O sırada şeyhülvüzera sayılan ihtiyar vezirin, otuz sene evvel düşman eline bıraktığı sarığıyla kürkünü görür görmez mahzuziyetler göstereceğini tahmin ediyordu.
Alelade bir arzuhâl sahibi gibi kubbealtına girmişti. Vaktin sadrazamı, kallavisiyle sadr-ı mecliste oturmuştu. Sağında sıra ile birinci, ikinci vs. vezirler zümresi, elleri kürklerinin uzun kolları arasında saklı, diz üstü oturuyorlardı. Solunda şeyhülislam, iki kazasker ve reisülküttap yer almışlardı. Tezkireciler ayakta, defterdar en sonda bulunuyordu. Seferden henüz dönen hünkâr, her zamanki gibi kafes arkasındaydı. Dışarıda her biri birer aslan parçası kesilen çavuşlar, çavuşbaşılar, kapıcılar, birer kirpi gibi çalımlarını içlerine çekerek, saf saf kapı yanına dizilmişlerdi.
Kör Mahmut elinde küçük bir bohça, kapı altına girerek kapıcılardan birine “Dördüncü vezir kimdir?” diye sormuştu. Onun, biraz şaşkınca işareti üzerine, doğru vezirin yanına gitmiş ve bohçayı önüne koymuştu.
Başta sadrazam olduğu hâlde bütün kubbealtındaki insanlar, şu kör delikanlının dördüncü vezire ne getirdiğini merak etmişlerdi. Orada usulen, bütün canlılar yok hükmünde olup söyleyen, dinleyen yalnız veziriazam idi. Onun izin ve işareti olmaksızın kimse ağzını açamazdı. Delikanlının dördüncü veziri muhatap tutmasına reisülvüzera fena hâlde kızmıştı. Fakat şimdilik merakı hiddetine galip geliyordu.
Kör Mahmut, bohçayı açarak mahut eşyayı çıkarmıştı ve “Devletli!” demişti. “Bunları elbet tanıdın. Bilmem kaç yıl evvel Niğbolu’da Voyvoda Mihal’e kaptırdığın kavukla kürk! Biraz geç kalmış ama nasip bizimmiş. Koca Boğaç’ın talimatıyla bunları bir acuze elinden aldık. İşte sana getirdik. İnşallah makbulün olur!..”
Delikanlının saflıkla söylediği bu sözler vezirler meclisini altüst etmişti. İkinci vezir, sadrazama bakarak, Gürcü şivesiyle “Bu nasıl şaka? Vüzera ırzı kalmadı mı?” diyebilmişti. Dördüncü vezir seksenlik yaşına rağmen, yerinden fırlayıp Kör Mahmut’u sillelemek istemişti. Ancak sadrazam vakarını bozmaksızın “Bu iş şu avradın kârı değildir. Onu hangi utanmazın yetiştirdiği açığa çıkarılmalıdır.” dedikten sonra emir verdi:
“Tutun!”
Kör Mahmut, minimini bir aferin beklerken, sürü sürü kapıcıların, çavuşların yakasına yapıştığını, sille yumruk kendisini pataklamaya başladıklarını görmüştü. Baba Doğan’dan işittiği sözler, o sille yağmuru altında hatırına gelivermişti. Şiddetli bir silkinişle yakasına yapışan ellerden kurtularak “Sahiymiş be!..” diye bağırdı. “Vezirlik, rezillik olmuş. Bir herifin ırzını yerine getirdik, diyorduk, o bizim yiğitlik ırzımızı yıkmaya kalkıyor. Kolay mı bu? Çekilin!”
Ve koltuğu altındaki saldırmayı çekerek kapıcılara saldırdı.[67 - “Hemen koltuğu altında ter-i bagal eylediği koltuk gövdesini üryan edüb baş çavuşa hamle ettikde cümlesi uğrundan savulub dağıldılar.”–Tarihten-]
“Tutun bre, koman!” naraları kubbealtında uğuldarken Kör Mahmut kendisini dışarı attı. Aynı zamanda hünkâr kafesi hızlı hızlı vurdu. Bu işaret, Kör Mahmut’a ilişilmemesini amir olup kubbealtını bir anda eski, sakin ve vakur hâline çevirmeye kâfi geldi. Vüzera hazretleri, hiçbir şey olmamış gibi işlerine devama başlamışlardı. Yalnız Kör Mahmut’un getirdiği bohça, dördüncü vezirin önünde, manalı bir yadigâr gibi açık duruyordu.
Kör Mahmut, elinde saldırma, Ayasofya’ya kadar koşmuştu. Ancak orada takip olunmadığını anlayarak ve yoldan gelip geçenlerin tevahhuşunu[68 - Tevahhuş: Ürkme, ürküntü. (e.n.)] görerek silahını yerine koydu.
İlk işi Baba Doğan’ı bulup macerayı anlatmak oldu. Acaba Koca Boğaç, böyle bir netice çıkacağını bilerek mi bu işi kendine ısmarlamıştı? Baba Doğan, hâkimane başını sallayarak tasdik cevabı veriyordu:
“Koca Boğaç, iğne deliğinden dünyayı görür. Seni bir kat daha pişirmek için bu işi işledi. Şimdi dünyanın hâlini biraz daha anlamış oldun. İyiliğe kemlik!.. Bunu hatırından çıkarıp şuna buna güvenme. Zaten âdemoğluna güvenilmez!”
Kör Mahmut, o gün Baba Doğan’a veda etti. Ertesi gün Üsküdar’a geçecek, Anadolu’da uzun bir cevelan yapacaktı. İstanbul’u hiç beğenmemişti. Bunu Baba Doğan’a da açıkça söylemişti. Yeniçeri eskisi, delikanlının gösterdiği çekingenliği biraz tabii buluyordu.
“Nee?..” diyordu. “Burada her şey olur. Ad, para, makam… Bütün bunları, gün olur, bir anda elde edersin. Fakat erlikten vazgeçmemeli. Tilki gibi düzenbaz olmalı. Daha senin kanın coşkun. Hele bir müddet dolaş. Kellen yerinde kalırsa bir gün sen de bize uyarsın.”
Ertesi gün Kör Mahmut, atına binip Ahırkapı’ya doğru gidiyordu. Oradan bir kayıkla Üsküdar’a geçecekti. Sokaklarda bir fevkaladelik, bir gayritabiilik görür gibi oldu. Yol boyuna silahlı yeniçeri mangaları geçiyordu. Delikanlı önce bunlara ehemmiyet vermemişti. Fakat silahlı müfrezelerin alışılagelenden fazlalığı, birbirlerini takip etmesi merakını uyandırdı. Halkta da acayip bir telaş görülüyordu. Korkuyorlar, heyecan gösteriyorlardı. Nihayet birine sordu:
“Nedir yahu? Bu asker nereye gider?”
“Ulema ayaklanmış, Fatih’te bayrak açmışlar. Galiba kavga oluyormuş.”
Kör Mahmut, ulema denilen güruh ile ömründe temas etmemişti. Yalnız tekkelilerle onların arasında daimî bir zıtlık olduğundan ulema takımı aleyhine hayli sözler dinlemişti. Bizzat Rumiye Şeyhi, kadıların cehennemde çıralık yapacağını söylüyordu. Softaların bir boğaz, bir yataktan başka bir şeyi düşünmediklerine iman etmişti. Onların mideleri dolgun, yatak safaları olgun olduktan sonra dünyaya bir pul bile vermediklerini öğrenmişti. Fakat bu keyif ehlinin öyle bayrak kaldırmak filan gibi işler yapabileceklerini zannetmiyordu. Onlar, pilava kaşık, paraya kavuk sallamayı öğrenmişlerdi. Şimdi nasıl olmuş da böyle bir işe girişmişlerdi?
İstanbul’dan çıkmadan şu sahneyi görmek fena olmayacaktı. Şunun kanı heder, bunun karısı boş, filanın malı helal, diye bol keseden hüküm savuran şu yobaz sürüsünü bir de erlik meydanında görmeliydi!
Atını Fatih’e doğru çevirdi. Caminin yanına geldiği zaman gülünç bir manzara ile karşılaştı. Sanki o büyük avluya binlerce ördek konmuştu. Yeşilli, beyazlı bir sürü baş, tıpkı ördek kümesi gibi çalkalanıyordu. Koca bir sırık üzerinde bir derviş tacı sallanıyordu. Yüzlerce mahalle çocuğu da Fatih’le Saraçhane arasını doldurmuş, hayhayalarla bu toplantıyı alaya koyulmuştu.
Kör Mahmut, seyircilerden birine o derviş tacının ne olduğunu sordu. Herif gülerek cevap verdi:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/m-turhan-tan/cehennemden-selam-69428968/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Reksan: Raks eden, dans eden, oynayan. (e.n.)
2
Konuşma, aynen tarihten alınmıştır. (y.n.)
3
“Allah’ın laneti üzerine olsun!” (e.n.)
4
Mahnuk: Boğulmuş, boğazı sıkılmış. (e.n.)
5
Septe düşmek, tımar vazifesi mahlul oldu demektir. (y.n.)
6
Has, maaş mukabili olarak büyük memurlara tahsis olunan varidatın alındığı yerlere denir ki, hasları ekseriya, livalar ve vilayetler teşkil ederdi. (y.n.)
7
Civelek, onuncu ve on birinci asırda başlayan ve çoğalan içtimai ahlaksızlıklardan olup yeniçerilerin, sipahilerin yüzlerine yarım peçe örterek yanlarında gezdirdikleri genç çocukların unvanıdır. (y.n.)
8
Rüstem Paşa damatlığa namzet iken rakipleri “cüzamlıdır” demişlerdi. Kendisi osırada Diyarbakır’da idi. Saraydan mutemet bir memur gönderilerek ansızın don ve gömleği muayene ettirildi. Tesadüfen gömleğinde bir bit bulundu. Cüzamlılarda bit bulunamayacağı halk arasında geçerli olduğundan paşa da damatlığına kabul görüldü. (y.n.)
9
Cihangir Camii, bu kambur çocuğun namına izafeten yapılmıştır. (y.n.)
10
Mazmun: Nükteli, sanatlı, ince söz. (e.n.)
11
Kerrake bir nevi entaridir. (y.n.)
12
Dildade: Gönül vermiş, âşık. (e.n.)
13
Perestişkâr: İbadet edercesine seven, çok ileri sevgi ve hürmet besleyen. (e.n.)
14
Kazasker, Çivizade’dir. Şeyhülislâm ise meşhur Yahya Efendi’dir. Fetva kapısından adil bir muamele görmeyen mağdur çocuk, bilahare bahtından tavize nail olarak Ahmet Paşa namıyla Mısır valiliğine kadar yükselmişti! (y.n.)
15
Mahlu: Reddedilmiş. (e.n.)
16
Dolmuş, belirli miktarda kişiyi bir mahalden diğer mahalle nakleden büyücek kayıklardır. (y.n.)
17
Meşhur Sezar, Gal kıtasını istiladan dönüşünde askerleri dostça bir nümayiş yaparak onun çadırı önünde bağırmışlardı:
“Yaşasın Sezar! Her kocanın karısı, her karının kocası Sezar!..”
Bizim sipahilerin hareketinde muhabbet değil, nefret görülür. Bazı müverrihler, bu vakanın yeniçeriler tarafından yapıldığını, hünkârın kayıkla Sütlüce önünden geçerken oradaki meyhanelerde dem tutan yeniçerinin ellerinde kadeh sahile koşarak “Senin şerefine! diye bağırdıklarını kaydetmişlerdir. Fakat anane, olup bitenin bizim naklimize uygunluğunu gösteriyor!
18
Mürselünileyh: Kendisine bir şey gönderilen, (e.n.)
19
Kemmî: Azlık veya çokluğa dair. (e.n.)
20
Endaht: Silah boşaltmak. (e.n.)
21
Dergâh-ı Ali: Padişah kapısı. Yüksek dergâh. (e.n.)
22
Rika: Üzerine yazı yazılan kâğıt ve deri parçaları. (e.n.)
23
Letaif-ül hiyel: Kurnazca oyunlar, hileler. (e.n.)
24
Bi-bâk: Çekincesiz. (e.n.)
25
Pesend etmek: Beğenmek. (e.n.)
26
Mertebani: Anadolu’ya Asya’dan getirilen erken tarihli pişmiş toprak eşyalara verilen ad. (e.n.)
27
Farce, bir perdelik adi ve kaba komedi. (y.n.)
28
Ariza: Büyük bir kimseye hürmetle yazılan veya verilen şey, istirhamname, hediye. (e.n.)
29
“İdraksiz Türk” manasında bir söz. (e.n.)
30
Hankâh: Allah rızası için ve misafirleri minnet altında bırakmamak ihlası ile fakir ve dervişlere ve talebe-i uluma yemek verilen ve misafir edilen yer.
31
Semahane: Sema ayininin yapıldığı geniş yer, Mevlevi tekkelerinin geniş salonu. (e.n.)
32
Hikâyemizin taalluk ettiği tarihten iki yüz elli sene sonra Mısır’da da böyle bir garip itikat yüz göstermişti. Tanta’da defnedilmiş Seyyid Ahmed Bedevi’nin özel gününde Şinavî namını taşıyan ve ismi geçen seyidi mukaddes tanıyan dervişler, böyle bir eşeğe keramet ederlerdi. Tıpkı naklettiğimiz şekilde vazifesini ifa eden bu eşekler yıllarca muhterem tanılmıştı. Ahmed Bedevi’ye ait merasim hâlen de Mısır’da yapılmaktadır, fakat eşek meselesinin devam edip etmediği bu satırların yazarınca meçhuldür. (y.n.)
33
Tehlil: İslamiyetin tevhit akidesini hülasa eden, ancak bir ilah bulunduğunu, onun da ancak ve ancak Allah (c.c.) olduğunu ifade eden “Lailahe illallah!” sözünü tekrar etmek. (e.n.)
34
Keşkül: Gezici bazı dervişlerin ve dilencilerin ellerinde tuttukları, Hindistan cevizi kabuğundan, metalden veya abanozdan yapılmış dilenci çanağı. (e.n.)
35
İzlal: Alçaltmak. Haysiyetsiz ve hakir etmek. (e.n.)
36
Vahime: kuruntu kurma hassası. (e.n.)
37
Bakılırsa Romalıların İseviliği kabul etmelerindeki ilk sebeplerle tekkelerin şu yayılma tarzında garip bir benzerlik görünür! (y.n.)
38
Meşhur Nizaraülmülk, işte bu şeyh-i ekberin, Hasan Sabbah’ın dervişleri eliyle katlolunmuştur. Hasan, Batıniye mezhebini henüz tesise çalışırken, Melikşah ile Nizamülmülk’ü kastederek “Elimde iki fedakâr dost olsa dünyayı şu iki Türk’ün elinden kurtarırdım.” demiştir. Sonradan iki değil, yüzlerce fedakâr dost kazandı ve hakikaten de sözünü yerine getirdi! Tarikatların, Doğu’da yaptıkları türlü türlü işler arasında bu gibi cinayetler de vardır ve pek boldur. (y.n.)
39
İmtisal etmek: Uymak.
40
Miladi 1305 yılında, Jak Bunom isminde birinin ifa ettiği ihtilal, Kuzey Fransa’yı altüst etmişti. Köylülerle çiftçilerden terekküp eden asiler, son derece hunharca hareket ediyorlardı. Bu isyana, reisin ismine izafetle “Jaklok-Jaequerie” denilmişti. Burjuvalarla asilzadeler birleşerek bu ihtilalin önünü almışlardır. (y.n.)
41
İmam Gazali k.s. Hazretleri’nin Hüccetülislam ve Fart-ı Takva ile memduh has ve am iken İbni Cevri ol zat-ı alişana ta’n iledir ki taze nevreste mahbubları terbiye edib müşahede-i cemal amirane mail idi.
–Tacüttevarih’ten
Nurettin-i Şehit Hazretleri’nin bir mahbub ibrikdarı var imiş. Evkat-ı hamsede ve gecelerde teheccüt vaktinde daima abdest verib hizmetinde olub yanından ayırmayıb hemvare müşahede-i cemal -i pakiyle tahsil-i vücut ve hâl ederlermiş. Musahibanından İsmail bir gün nush u pend edib “Sultanım! Bazı kasır nazarlar hakkınızda suizan edib ibrikdara muhabbeti vardır, derler.” dedikte tebessüm edib “Beli, severiz ve bir katre nutfe-i kudreti bu hüsnü cemale nail ve böyle sıfat-ı cemileye vasıl eden mahbub-u hakikinin pertev cemal sun’ı paki müşahedesine ayinemiz olduğu cihetten, ibrikdarın meftunuyuz.” deyu cevab vermişler!
–keza
Mevlana-yı müşarünileyhe pak damen ve salah ederler. Lakin müşahede-i huban ile mütelezziz olup sair hüddamdan maada taze rû ve mehpare beş altı tane nazenin hizmetkârı eksik olamazdı. Bunlara eyyam-ı şitada Hint alacası ve mirzai boğası kapama ve şal kuşak eyyam-ı sayfda ince kırım, kesimi beyaz sade ve som sırma kulak kuşak kuşadıb eyyam-ı mutedilede süt mavisi ince bir çentiyanlar giydirib çakşır giydirmez imiş!
–Naima’dan-
Mezbur bıyıklarını tıraş ve zu’munca her hâlini senet-i nebeviyyeye tatbik davasında idi. Suret-i zahirede de evlat yerine terbiye edilmiş bir nevcivan hizmetkârı vardı. Her bir kumaştan uçkurluk yaptırmıştı. Pir-i müşarünileyh, hin ü salde harir uçkurluğu görüb “Bu haram kumaşı gider. Kâh bigah vücudumuza dokunup bimana-yı muhâlde asim oluruz.” demişti.”
–yine Naima’dan
42
Mütehassis: Çok duygulu, duygulanmış. (e.n.)
43
Meraret: Acılık, tatsızlık. (e.n.)
44
Gerçekten üç sene sonra Nasuh Paşa da hassaten Kuyucu’yu zehirletmek töhmetiyle katledilmişti. (y.n.)
45
Şebhun: Gece baskını. (e.n.)
46
Kanunname-i Osmani. (e.n.)
47
Dil, diri tutulan esir. Bu kelimenin eş anlamlısı, “tutsak”tır. Tutsak, esirin tam karşılığıdır. Dille tutsak arasındaki fark, birincisinin az miktarda elde edilip düşmandan malumat almak için söyletilen düşman kimselere, ikincisinin genellikle esir edilen kimselere mevzu bulunmasından ibarettir. Kısacası ikisi de esir demektir. (y.n.)
48
“El-fadlü ma şehidet bihil a’da!” (Fazilet odur ki; düşmanlar dahi onu tasdik etsin.) derler, doğrudur. Yabancının şahitliğinde başka bir tesir var. Hakikatte bir kahramanlık şaheseri olan bu gaza levhasını, Müverrih Hammer, ne güzel ve ne samimi tasvir ediyor.
49
Suhunet: Sıcaklık. (e.n.)
50
Ufunet: Pis koku. (e.n.)
51
Müsaraat: Sürat ve acele etme. (e.n.)
52
İştibah: Şüphelenmek, şüphe etmek. (e.n.)
53
Voyvodanın katli aynen cereyan etmiştir. Mülazım demek, mahlul vukusunda sipahiliğe kaydolunacak namzet demektir. (y.n.)
54
Oturak, emekli demektir. (y.n.)
55
Züyuf. Kalp ya da ayarı düşük madeni paralar. (e.n.)
56
Ribahor, faizci manasınadır. Evvelleri faiz kelimesi kullanılmazdı. (y.n.)
57
Eflak ve Buğdan memleketlerindeki bütün davaları, yani Müslümanların alakadar olduğu davaları Yerköy kadısı hallederdi. Artık müşkülatı düşünelim: Yaş’tan, Bükreş’ten bir koğuya gelmek yahut kadıyı oraya götürmek lazımdı. (y.n.)
58
Konuşma ve rüyalar aynen tarihten alınmıştır. (y.n.)
59
Kır serdarı: Kırlarda eşkıyanın ardına düşüp yolların güvenliğini sağlamakla görevlilerin başı. (e.n.)
60
Yeniçerilerin giydikleri bir nevi dizliktir ki, diz kapaklarında iz bırakacak kadar sıkıdır. Bu, dizge yerinden teşhis olunurdu. (y.n.)
61
Vire; bir kalenin, bir müfrezenin, bir çetenin, mücadeleden vazgeçerek teslim olmasına denir. (y.n.)
62
Boğaç, boğa boğan manasındadır. Türk’ün kadim tarihinde bu isim, çok meşhur bir şahsiyet temsil eder. (y.n.)
63
Seraser: Altın veya gümüş telle dokunmuş bir çeşit kıymetli kumaş. (e.n.)
64
Ayyar, casus demektir. Şu kadar ki ayyarlar, ordugâhlara girer, propaganda yapar, fırsat bulurlarsa panik vukuya getirebilecek derecede mühim suikastlar tertip ederlerdi. Eski masalların mihverini hemen hemen bu ayyarlar teşkil etmektedir ki onların vaktiyle ne mühim bir unsur olarak telakki olunduğunu gösterir. (y.n.)
65
Sai: Devletçe posta idaresinin kurulmasından evvel mektup ve emanet götürüp getiren kimseler. (e.n.)
66
“Ol taraflarda haramilerden bir güruha zafer bulup reislerini ahz eyledi. İbrahim voyvoda namına bir ümeraydı. Cibillet ve hâlin tefahhus ettiler. Meğer Rabia nam bir avrat imiş. Kendüye İbrahim ad vermiş ve nice kervanlar söndürmüş bir melune imiş. Kendüyi ele getiren etbaıyla çengele vurub katl eylediler.”
–Aynen tarihten-
67
“Hemen koltuğu altında ter-i bagal eylediği koltuk gövdesini üryan edüb baş çavuşa hamle ettikde cümlesi uğrundan savulub dağıldılar.”
–Tarihten-
68
Tevahhuş: Ürkme, ürküntü. (e.n.)